Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#1141
Yahudi başkan camiyi gözyaşı dökerek savundu, Cemal Demir, haber7.com

New York'ta 11 Eylül terör saldırısında yıkılan Dünya Ticaret Merkezi kulelerinin yakınında inşa edilen ''Kurduba Evi'' kültür merkezi ve camiine karşı günlerdir kampanya yürütenlerin son umudu olan komisyon da camiye olur verdi. New York Belediyesi Anıtlar Komisyonu, Kurduba Evi'nin inşa edileceği binanın tarihi bina ilan edilmesi başvurusunu oy birliğiyle reddetti. Böylece, Kurduba Evi binayı Kültür merkezi ve camiiye dönüştürebilecek.

Tahmin edeceğiniz gibi, karar ABD'deki bağnaz Hıristiyan ve bağnaz Yahudilerin büyük tepkisine neden olurken, New York Belediye Başkanı Michael Bloomberg, Salı günü New York'taki çeşitli inançların din adamlarını yanına alarak bir basın toplantısıyla Camiiyi savundu. Toplantı için New York limanındaki Governor Adasını seçmişti. Bu New York'a 400 yıl önce ilk gelen göçmenlerin ayak bastığı yerdi. Arkada Özgürlük Anıtı ve Manhattan adası olduğu halde konuşarak, çok önemli mesajlar verdi.

Bloomberg'in New York'un anlayış, kültür ve tarihinin bu camiinin inşa edilmesine engel olunmasına izin vermeyeceğini zaman zaman gözleri dolarak vurguladığı konuşması gerçekten etkileyiciydi.

Belediye başkanını dinlerken, New York'un neden dünyanın en çekici şehri olmaya devam ettiğini bir kez daha anladım.

Dünyanın en çekici şehri ifadem İstanbulseverleri üzebilir. Ama ben kendim de bir İstanbul fanatiği olarak şehrin bizim için ifade ettiği anlamı değil, yaşadığımız dünyadaki realitesini kastediyorum. Bir şehri binalar büyük yapmaz. Bir şehri büyük yapan insanıdır, kültürüdür. Sadece eğitim ve gelir seviyesi yüksek insanları kastetmiyorum. Çoğulcu bir kehkeşanda barış içinde yaşamaya hazır insanlardan bahsediyorum. Kendi geleneklerini inançlarını dilini, yaşam tarzını devam ettirirken, komşusununkine de saygı duyabilen kültürden bahsediyorum.

İstanbul'un 1500'li yıllarda en büyük problemlerinden biri neydi biliyor musunuz? Avrupa'nın heryerinden dini ve politik baskılardan ya da fakirlikten kaçarak gelen Hıristiyan ve Yahudi göçmenlerin sebep olduğu iskan problemleriydi. Bugünkü Galata, Beyoğlu Avrupa göçmenleriyle doluydu. Dünyada, sanatçının, entelektüel zekanın, tüccarın, dini özgürlük arayanın, politik baskıdan kaçanların sığındığı bir limandı 16'ncı yüzyıl İstanbul'u.

Bugünkü İstanbul ise, 3 bin nüfuslu Rum cemaatine, kendi din adamlarını yetiştirmek için okulunu açamadığı bir şehir. Rum komşularımızın, Ermeni komşularımızın, Yahudi komşularımızın, maalesef ürkek bir güvercin tedirginliğiyle yaşadığı bir şehir. Daha 50 yıl önce utanç verici 6-7 Eylül olaylarına, varlık vergilerine sahne olmuş bir şehir.

''İstanbul yeniden dünyanın en çekici şehri olsun'' istemek yetmez. Buna hazır olmak gerek. Şehirde onlarca hatta yüzlerce dilin konuşulabilmesine, kendi dillerinde alfabelerinde tabelalarını asabilmesine, isteyen inancın müntesiplerinin mabedini kurup hürriyet içinde ibadetini yapabilmesine hazır olmak gerek. O zaman bu şehir kendi küresel dilini yaratır ve dünyaya yön veren bir medeniyet beşiği olur.

Tek bir dilin, tek bir ırkın, tek bir inancın katı egemenliğindeki bir şehir asla dünya metropolüne dönüşemez. İstanbul dünyanın olmadan, dünya İstanbul'un olamaz. Dünyanın neresinden gelirse gelsin her insan ikinci gün kendini evinde hissetmezse, İstanbul asla dünyanın başkenti olamaz.

Bakın New York Belediye Başkanı Bloomberg dün yaptığı muhteşem konuşmasında şehrini nasıl anlattı: ''Kapılarımız herkese açık. Rüyası olan, sıkı çalışmaya ve şehrimizin kurallarına uymaya razı herkese... New York şehrini göçmenler kurdu ve halen 100'den fazla ülkeden, 200'den fazla dili konuşan ve yeryüzündeki her dinin müntesiplerinden göçmenlerle kaim. İster kuşaklardır burada yaşıyor olsun ister  daha dün gelmiş olsun farketmez, bu şehirdeki herkes New Yorkludur.''

Medeniyet başkentliği lafla olacak iş değil. Buna herbirimizin tek tek hazır olması gerek. Medeniyet askeri güçle kurulabilen birşey değil. Öyle olsaydı, tarihin en büyük askeri gücü haline gelen ABD, kurucu babalarının kurduğu 200 yıl önceki medeniyetinin etkinliğinin ve itibarının bugün yüzde 10'una bile sahip olamayan durumda olmazdı.

Hala birçoğumuz laf geldikçe ''üç kıtaya hükmeden atalarımız'' diye övünüyoruz. Böylesi bir kafanın George Bush'a ve destekçilerine kızmaya hakkı yoktur.  Bu kafa atalarımızın kafası değil. ''Üç kıtadaki insanlara hizmet götüren, hayır götüren, adalet götüren, üç kıtadaki insanı din dil ırk ayrımı yapmadan kucaklayabilen bir ecdadın torunu olmaktan'' gurur duymalıyız.

Türkiye'de, yeniden küresel bir aktör olmanın heyecan ve şevkinin yükselişine şahit oluyoruz günbegün... Bu çok güçlü bir duygudur. Türkiye yeniden bir medeniyet beşiği olabilir ama önce bunu bizim gerçekten istediğimize karar vermemiz lazım. Daha Anadolunun etnik çeşitliliğine, inanç çeşitliliğine tahammül edemeyen bizler, nasıl bütün dünyanınkine tahammül edeceğiz? Teröristleri bahane ederek, bir etnik topluluğu toptan şeytanlaştırabilenlerin sesi herkesinkinden daha gür çıkıyor.

Bloomberg, konuşmasında ibretlik bir vurgu daha vardı: ''Unutmayalım, Müslümanlar da 11 Eylül'ün kurbanları arasındaydı. New York'un Müslüman mahalleleri de diğer New Yorklular gibi müteesir oldu saldırılar karşısında. Müslümanlara, herkesten farklı davranırsak kendi değerlerimize ihanet etmiş ve teröristlerin ekmeğine yağ sürmüş oluruz. Camiiyi engellemek teröristlerin zaferi olur.''

Şunun için bu vurguları yapıyorum. Lafa gelince hepimiz istiyoruz da, ''yeni çağın medeniyetini inşa etmeye ve Anadolu'yu bu medeniyetin beşiği yapmaya ne kadar hazırız?'' Bu sorunun cevabını arıyorum.

Gelip bana New York'u bu kadar övüyorsun ama ABD'nin Irak'ta Afganistan'da yaptıklarına bak diyeceklere de bu mektubun Amerikan dış politikası ile ilgili olmadığını tekrar hatırlatayım. Onlarla ilgili düşüncelerimi defalarca paylaştım.

İstanbul'u bir zamanlar İstanbul yapan, Roma'yı Roma yapan, Bağdat'ı bir zamanlar Bağdat yapan, Kurtuba'yı Kurtuba yapan, New York'u tarih içinde New York yapan ruhun önemine dikkat çekiyorum.

New York'un tarihinde yaşadığı en büyük saldırıdan 9 yıl sonra, teröristlerin saldırının gerekçesi yaptıkları dinin devasa bir mabedi, saldırının uğradığı yerin yakınına inşa edilecek. Ve bu şehir yönetimiyle, halkıyla, medyasıyla büyük ölçüde bu mabede destek oluyor, ona öfkeyle karşı çıkan bağnazlara değil...

Bugünlerde Endonezya'dan da benzeri bir tartışmanın haberi düştü ajanslara. Cakarta'nın banliyölerinden Bekasi'de kilise inşaatı yapmak istedikleri arazide pazar ayini yapan küçük Hıristiyan grup, yüzlerce Müslümanın sözlü saldırısına uğruyor. İzlediğim videoda, polisin koruma altına aldığı çoğunluğu kadınlardan oluşan Hıristiyanların ağlamaları ve etraflarında polisi aşmaya çalışan Müslüman erkeklerin öfkeli yüzlerinden bir Müslüman olarak utandım. ''Bizi Hıristiyan yapacaklar, defolun'' diyorlardı kendileri de Endonezyalı Hıristiyanlara. O yüzlerde haftalardır Kurduba Evinin önünde öfkeyle bağıran bağnaz Hıristiyanları ve bağnaz Yahudilerin yüzünü gördüm. Başörtüsüyle üniversitelere girme izni verildiğinde üniversitelerine geri dönen başörtülü öğrencilere tükürükler saçarak öfkeyle engel olmaya çalışan fanatik ulusalcıların yüzünü gördüm.

İkiz kuleleri İslam yıkmadı, fanatizm yıktı

Bloomberg'in yanında camiiye destek veren din adamlarından Katolik St. Francis Assisi Kilisesi Rahibi Brian Jordan de en az Bloomberg kadar etkili bir konuşma yaptı. Kulelerin hemen yanındaki kilisenin rahibi olan kıymetli din adamı Peder Jordan, 11 Eylül saldırısında görev yaptığı kilisede bir rahiplerini ve bir kısmı çocukluk arkadaşı 10 cemaat mensubunu kaybettiğini hatırlatarak, ''İkiz Kuleleri İslam yıkmadı. Fanatizm yıktı. Kardeşlerim, İslamı sorumlu tutamazsınız, Müslümanları sorumlu tutamazsınız. Sorumlu arıyorsanız fanatiklerdir. Ve fanatikler her dinin içinde var. Sadece Müslümanların içinde yok. Hıristiyanların içinde de Yahudilerin içinde de var. Ve ben de bu kültür merkezinin ziyaretçileri arasında olacağım.'' dedi.

Yahudi Toplum Konseyinden Haham Bob Kaplan da, din ve inanç özgürlüğünün demokrasinin çekirdeği olduğunu ifade ederek, ''Müslümanların mabet kurma hakkını ve ibadet özgürlüğünü savunmak için Belediye Başkanımız Bloomberg'in yanındayız. Tanrı hepimizi kutsasın ve güzel yollardan yürütsün'' dedi.

Cami teröristlerin değil New York'un zaferidir

Ulusal Yahudi Merkezinden Haham Irwin Kula da, ''Bu camii, fanatiklerin göstermeye çalıştığı gibi teröristlerin zaferi değil bu camii, New York'un zaferidir'' dedi. Haham Kula, ''11 Eylül'de kaybettiğim yakınımı ve kızlarımı düşündüğümde bu camiinin inşa edilebilmesi bana gelecek için daha büyük umut veriyor'' diye konuştu. İmam Şemsi Ali de, New York Belediye Başkanına ve toplantıya katılan New York Meclisi Başkanı Christine Quinn'e Müslüman New Yorklular adına teşekkür ederek, ''Bu şehri sadece ekonomik fırsatları için sevmiyoruz. Buranın kültürünü özgürlüğü de seviyoruz. Bu şehirde her dinden insanla barış içinde beraber komşuluk yaparak yaşamayı seviyoruz'' dedi.

Bloomberg'in bir sözü de ''laiklik dersi'' niteliğindeydi. Bu tartışmanın içinde kaybolan temel soru şu'' diyen Bloomberg devam etti; ''Devletin, vatandaşın özel mülkünde mabed inşa etmesine müdahale yetkisi var mıdır? Bu yetki başka ülkelerde devlete verilebilir ama burada asla vermemeliyiz. Bu ülke, devletin hiçbir dini diğerlerinden üstün tutmaması ilkesi üzerine kuruldu. Manhattan'ın bu kesiminde Camiye hayır dersek kendimizi inkar etmiş oluruz.''

Gerçek bir medeniyette devlet vatandaşına hizmet götürürken ya da haklarını korurken, din ayrımı yapmaz. Hepsine aynı mesafede olur. Ama aynı zamanda, yaşam tarzı da dayatmaz. Başörtüsünü yasaklamakla, başörtüsünü zorla giydirmek arasında laiklik ihlali açısından zerre fark yoktur. Milletvekillerinin evlerine muhbir yollayıp hanımının başının kapalı olduğunu öğrendiği milletvekilerine davetiye göndermeyen bağnazlığın da laiklik ile ilgisi yoktur. Bir yere atama yaparken eşi başörtüsü takıyor mu takmıyor mu diye bakacak kamu anlayışının da...  Daha 10 yıl önce İstanbul sokaklarından, cami önlerinden amcaların dedelerin inkılap kanunlarına aykırı elbiseler giyindikleri gerekçesiyle polislerce toplandıklarını utanç içinde şahit olduk. Alkollü içki içmemenin kariyerin sonunu getireceği kurumlar var. Nerde bu çağdışı laiklik anlayışı nerde Bloomberg'in laiklik anlayışı...

Biraz keskin cümlelerle dolu bir mektup oldu. Keskinliğin amacı, kendimizi sorgulayabilmemize vesile olması. Şuna inanıyorum. Dünyanın başındaki en büyük bela fanatizmdir. Başkasının haklarını varlığını kabul etmeme, yok etme isteğidir. Birkaç gündür camii tartışmasıyla ilgili haberlerin altındaki okuyucu yorumlarını dikkatle okuyorum. Maalesef Türkiye'de değişik vesilelerle okuduğum birçok yorumun bir örnek kopyası:

''Almanlardan nefret ediyor değilim ama Holokost müzesinin yanına Alman Kültür Merkezi kursalar ona da karşı çıkardım.''

''Amerikalılar uyandığında iş işten geçmiş olacak. Camiiyi bugün durdurmalıyız.''

''Bu camiye izin veren komisyondan devlet yetkililerinden utanıyorum. Gerçek Hıristiyanlar bu camiinin inşasına asla izin vermeyecektir. ''

''Camiye izin vererek, 3000 kişinin katillerini şereflendirmeyin.''

''Müslümanlar, bütün camilerini de toplayıp defolup ülkelerine gitsin. Madem camilerinden vazgeçemiyorlar, bu ülkede yaşamasınlar.''

Ve daha nicesi...

Son sözü Bloomberg'e vereyim: ''Politik tartışmalar gelir geçer. Ancak değerler ve gelenekler kalıcıdır. Bu şehirde Tanrının rahmet ve merhametinden uzak görebileceğimiz tek bir mahalle yoktur. Şu an yanıma toplanmış dini liderlerimiz şahittir.''

Bu tartışma sadece New York için değil, dünyanın her yeri için ibretlik bir bağnazlık imtihanı. Tartışmaların hangi tarafına daha çok empati duyabildiğinize göre bu bağnazlık imtihanında nerde durduğunuzu öğrenebilirsiniz.

Cemal Demir - Haber 7
cemaldemir111@gmail.com
http://www.haber7.com/haber/20100804/Yahudi-baskan-camiyi-gozyasi-dokerek-savundu.php
#1142
Hippi'lerden geriye ne kaldı?, Cemal Demir, haber7.com

Aşkın Yazı'ndan geriye ne kaldı?

                                                     ''Love is all you need. (bütün ihtiyaç olunan sadece aşk)'' - Beatles –

Herşey Wall Street Journal ve New York Times gazetelerine verilen bir ilanla başladı. İşadamı John Roberts ve arkadaşı Joel Rosenman, verdikleri ilanda, "paramız var ama ne yatırım yapacağımızı bilmiyoruz. Bize fikir verecek ortaklar arıyoruz" dediler. 5 bin iş önerisi geldi. Bunların içinde Michael Lang ve Artie Kornfeld'in teklifi hoşlarına gitti.

Dörtlü kafa kafaya verip, Michael Lang'ın yazlarını geçirdiği, New York'un 2 saat kadar kuzeyindeki küçük Woodstock kasabasında bir müzik kayıt stüdyosu kurmaya karar verdiler. Olaylar hiç beklemedikleri bir şekilde gelişti.

Tam 41 yıl önce yine böyle bir Ağustos günü, New York'un 2 saat kuzeyindeki 2 kilometrekarelik tenha bir alanı dolduran yarım milyon kişi ile, 20'nci yüzyılın en çok konuşulan sosyal etkinliklerinden birine imza atarken buldular kendilerini. Projeleri ve paraları arazinin çamuruna gömüldü ama isimleri tarihe yazıldı. Aslında bu mektubu, geçen yıl bu sıradışı etkinliğin 40'ncı yıl anmalarına katılma şansı bulduğum Woodstock'tan yollayacaktım ama kısmet bu yazaymış. Woodstock'ta 1969 yazındaki etkinliği başlatmadan önce, eğer ''şimdi bunca yoğun gündemin arasında ne işimiz var orda'' demeyecekseniz sizi herşeyin başladığı 1950'li yılların New York'una ve bu şehrin en özel tarihe sahip mahallesi olan Greenwich Village'a, ya da bu mühim ''mahlenin''  ahalisinin telaffuzuyla 'Vilıc'a davet ediyorum. 

Bencileyin yol tutkunlarnın ve kaderin bahtına hep yolları düşürdüklerinin yolu bir gün bir şekilde Jack Kerouac ve çetesi ile kesişir. "Samimi bir halk adamı" olan şair, romancı, aktivist, seyyah Kerouac ve arkadaşları sadece Amerika'da değil bütün dünyada birkaç kuşağın hayatında derin izler bıraktılar. Genç kuşaklar üzerindeki etkisi sebebiyle önemsediğim için New York'taki macerasını bina bina takip ettim son birkaç yılda. Onun ve arkadaşlarının yaşadığı mekanları dolaştım. Dahası, onun baş yapıtı olan 'On the Road (Yolda)' macerasındaki birçok Amerikan şehrine de hasbelkader yolum düştü. 

Nasıl ki Türk aydınları uzun yıllar İstanbul'un Ankara'nın İzmir'in dışına çıkmadıysa, Amerikalı okumuşlar, elitler de uzun yıllar Kuzey doğu Amerika (New York, Boston, Virginia), California ve kısmen Chicago'nun dışına pek çıkmadılar.

İkinci Dünya Savaşı sonrası, ABD'nin önde gelen şehirlerinin yanı başında kırlık ormanlık muhitlerde 'suburb' adı verilen üst-orta sınıf 'banliyölerin' oluştuğu yıllar. İşte Kerouac'ın çetesindeki birçok isim, bu 'suburb(sabörb)'lere yerleşen konformist ve muhafazakar ailelerin çocukları.

Manevi boyutundan sıyrılmış ve hayatı, iş-kariyer- suburb üçgenine mahkum eden kapitalist muhafazakarlığın ruhlarında yarattığı derin boşlukla arayışına başlayan bu kuşak, Amerika'nın taşra şehirlerine eyaletlerine doğru kendilerini yollara vurdu. Kerouac, 1947, 1949 ve 1950 yıllarında yaptığı yolculukları 1951 yılında Manhattan'daki ucuz dairesinde 3 haftada kaleme aldı. Yazılışından 8 yıl sonra okuyucuyla buluşan ''On the Road'' 20'nci yüzyılın en çok okunan yol kitaplarından biri oldu.

Beatnik kuşağı

Kerouac, dostu Alen Gingsberg, Gregory Corso ve birkaç Columbia Üniversitesi öğrencisi, 1950'lerin başından itibaren, "Beat kuşağı" diye anılan kültürel hareketin çekirdeğini oluşturdular. Konformist Amerikan hayat tarzına başkaldıran bu bir grup genç şair, yazar, şarkıcı sonraki yıllarda kendi hayatlarında ve etkiledikleri gençlerde, doğu mistizmine, uyuşturuculara, cinsel devrime art arda kapılar açtılar. Şiirin yayılmasına berbat şairlerin ortaya çıkmasına da neden oldular. "Beat Generation" tanımını ilk defa 1948 yılında Kerouac kullandı. Genelde kuşak denildiği için bunun oldukça kalabalık bir hareket olduğu sanılır. Bunlardan Hettie Jones, bir defasında, ''Aslında bir kuşak olamazdık. Çünkü hepimiz bir araya geldiğimizde benim oturma odama sığıyorduk'' diye yazmıştı.

Aslında "Beat" kelimesini gruba, ekibin homoseksüel ve berduş üyesi Herbert Huncke getirdi. "Bitkin" , "hayatın vurgununu yemiş" gibi bir anlamda kullanıyormuş Huncke bu kelimeyi. Kerouac ise bu anlamı  "upbeat (neşeli müzik temposu)" gibi anlamlarla canlı hale getirir.

20'li yaşlarındaki bu grup, 1950'lerin ortasında bir süreliğine San Francisco'ya taşınınca, hem kendileri hem de San Francisco tarihin en büyük ''alt kültür'' hareketlerinden birinin odağına dönüştü. San Franciscolu nizami gazeteci, orijinal adam, velud kalem Herb Caen, o günlerde uzaya fırlatılan Sovyet uydusu Sputnik'ten esinlenerek bu Beatçileri "Beatnik" diye adlandırdı. Artık herkes "Beatniklerden" bahsediyordu.

Beat'li Hippiler

1960'lara gelindiğinde Beatnik kuşağı yerini, bu alt kültürün belirgin özelliklerini çok daha ileri götürecek yeni bir kuşağa bırakacaktı; Hippiler.  Malcolm X, 1964 tarihli meşhur biyografisinde, Hippi kelimesinin, 1940'lı yıllarda Afrika kökenli Amerikalılarca, 'zenciden daha çok zenci gibi yaşayan beyazları' tanımlamak için kullanıldığını yazıyor.
Aslında Hippi'den önce 'hipster' tedavüle girdi. İlk defa Harry Gibson ve Eddie Choe tarafından kullanılan 'hipster' kelimesi, beatnik'lerce, 1940'lı ve 1950'li yıllarda caz ve swing müzisyenler için kullanılmaya başlandı.

Alışılmışın dışında giyinen, alışılmışın dışında bir müzik dinleyen (rock'n roll), alışılmışın dışında bir kültür geliştiren bu kuşağın ilk temsilcileri, ABD'nin iki ucunda kümelenmeye başladılar. En doğudaki New York'un 'Village' semti ve en batıdaki San Francisco'nun Haight-Ashbury bölgesi. Village her ne kadar hippiliğin teorisinin ve ilk kıvılcımlarının doğduğu yer olsa da dünya gündemine ''Haight'' ile girdi. New York'tan gelen hippilerin yerleştiği bu arka mahallede, daha sonra adı San Francisco State Üniversitesine dönüşecek ''SF College'' öğrencileri de okullarını terkederek, saykadelik ilaçları tüketip kendilerini hiçliğe bıraktıkları komünal bir sosyal çevre oluşturdular. Bu ucuz mahalle bir anda ünlendi. ABD'nin her yerinden gençler buraya gelip bu çevreye katıldı. 1966 Haziran ayında 15 bin hippi yaşıyordu bu mahallede.

1950'lerin sonunda Village kafelerine takılan beatnik liderler, gençler, kendilerinden olanı, banal olmayan anlamında, 'hip' diye anıyordu. New Yorklu beatnik'lerden Chan Romero 1959 yılında ''Hippy Hippy Shake (Hippi hippi salla)'' diye bir şarkı yazmıştı. 1963 yılında bu şarkı ile İngiliz grup, ''The Swinging Blue Jeans'' dünya müzik listelerine fırtına gibi girdi.

5 Eylül 1965 günü 'hippi' kelimesi ilk defa medya tarafından kullanıldı. San Francisco'lu gazeteci Michael Fallon, ''Beatniklerin yeni cenneti'' başlıklı yazısında, Haight semtine taşınan bu yeni kuşak Beatnikler için 'hippi' kelimesini kullandı. O da Norman Mailer'den ilham almıştı. Ancak bu isimlendirme kitle medyasının dikkatini ancak 2 yıl sonra çekebildi. ''Beatnik'' kelimesinin mucidi olan San Francisco Chronicle gazetesinin köşe yazarı Herb Caen, günlük yazılarında sık sık ''hippi'' kelimesini kullanarak, kelimeyi genel kabul gören bir isme dönüştürdü. Hippiler, Herb Caen'e her zaman saygı gösterdiler. Tam 30 yıl sonra 1997 senesinde öldüğünde, cenazesi için ABD'nin her yerinden toplanan bir zamanların binlerce hippisi, cenazeyi San Francisco sokaklarından havafişekler patlata patlata dolaştırdıktan sonra defnettiler. 

Leyla'dan geçme faslı...

Amansız bir arayışın pençesine düşmüş bu hepsi birbirinden zeki ve asabi insanlar, sadece coğrafyanın yollarına değil, çocukluğumuzdan itibaren "alıştırıldığımız" dünyanın ötesine yolculuk yapmanın yollarına da kendilerini vurmaya hazırdılar. Kapitalizmden kaçarken Budizme iyice yönelmeye başladıkları dönemdir bu aynı zamanda. Bu yollardaki samimi arayışlarını "bir yönüyle" ben bizim kültürümüzdeki bir içsel yolculuğa benzetiyorum. Umuyorum tasavvuf konusundaki cehaletimle hatalı bir benzetme yapmam ama yine de paylaşayım.

İnsan-ı kamil olma yolunun yolcusu, beka ve inşa makamından önce bir zeval ve fena makamı tecrübe eder. Doğduktan sonra ebeveynimizden, ailemizden, okullardan, çevremizden tevarüs ettiklerimzie oluşan 'benlik' ve 'entelekten' kurtulma süreci (fena) sonunda ulaştığımız safi benlik zeminine bir inşa süreci (beka) başlar.

Beatnikler benliklerini, entelektlerini parçalamaya çoktan başlamışlar ve sosyal hayatın her prensibini sorguluyorlardı ama ulaşacakları 'hiçlik' makamından sonrası için hiçbir fikirleri yoktu.

Tek istedikleri parçası olmaya zorlandıkları sosyal düzeni, çocukluklarından itibaren anne babalarından, çevrelerinden tevarüs ettikleri kimliklerini yıkmaktı. Ancak bu "fena" yolunun sonunda çok fena bir mürşit edindiler; kimyasal maddeler.

Beyaz tavşanın peşinde

Marihuana en masumu ve tek doğal olanıydı. Ancak, marihuanada kimse durmuyordu. En kötüsü de psychedelic (halüsinojen) ilaçlardı. En başta da bir kuşağı mahveden, kısaca 'asit' dedikleri LSD (lysergic acid diethylamide). Psychedelic kelimesini ünlü kara ütopya yazarı Aldous Huxley meşhur etti. George Orwell'in komünist ve faşist dünyadaki zorba totaliter diktatörlüğün ürpertici destanı yazdığı yıllarda, Huxley de, insanların boyunlarını korkuyla değil gönüllü şekilde teslim ettiği kapitalist totaliterliği, "Cesur Yeni Dünya" adlı sıradışı karşı ütopyada yazarak, 'beat kuşağını' çok etkilemişti. 

Huxley, "The Doors of Perception (Algının Kapıları)" adlı kitabında, bizzat kendi uyuşturucu tecrübesini anlattı. Psychedelic ilaçların, beynin algı filtrelerini devre dışı bıraktığına ve bu sebeple de insanın günlük basit eşyalarda bile normalde algılamadığı birçok detayı algılamaya başladığına inanıyordu. Bir psikiyatristin gözetiminde ''meskalin'' adlı ilaçtan alan Huxley, ilacın etkisinde gördüklerini "Algının Kapıları" kitabında anlattı. Huxley, "Adem'in yaratılışı esnasında hissettiklerini yaşadığını" iddia etti. Bu kitap, Beatnikler ve devamı olan kuşakların üzerinde çok derin etki bıraktı. Rock tarihinin en efsane gruplarından biri olan "The Doors" adını Huxley'in bu kitabından aldı.

Özgürlüğe niyet beyaz köleliğe kısmet

Beatnikler ve Hippiler,  insanlık tarihinin en kitlesel uyuşturucu tüketim hareketinin aktörleri oldular. İnsan insan olalı, hiçbir kuşak yeryüzünde bu kadar çok kimyasal madde merkezli yaşamamıştı. Özgürlükleri için ''otomatize edilmiş toplum''dan kaçarken, önemli bir kısmı, LSD 25, DMT, mor sis, MDMA, turuncu günışığı, sentetik meskalin, psilocybin, morfin, STP ve benzeri isimlerle anılan birçok kimyasalın kölesi haline geldiler. Yeryüzünde çok ciddi bir politik ve kültürel açılım yapabilecek hareket, birkaç yılda, uyuştu ya da ''uyuşturuldu''. Geçenlerde okuduğum ve doğruluk derecesini bilmediğim bir analizde, hippilerin 'derin devlet' tarafından uyuşturucuya gömüldüğü iddia ediliyordu.   

CIA'yi bilmem ama bir başka aktörün açık faaliyeti vardı. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD'de boy veren ilaç endüstrisi, bu fırsatı çok iyi kullandı. Dow Kimya'nın reklam afişlerinden biri, "Better living through chemistry (Kimya ile daha iyi bir yaşam)" şeklindeydi. Henüz reçeteli hale gelmemiş envai uyuşturucu hap üretiyor ve satıyorlardı.

Şarkıları, şiirleri, kitaplarında bir ara sadece uyuşturucu ve uyuşturucu etkisinde gördükleri vardı. John Lennon'un yazdığı, "With a Little Help From my Friends" şarkısında bahsettiği arkadaşı uyuşturucuydu. Beatles'ın "Lucy in the Sky With Diamonds" şarkısı da, Jimmy Hendrix'in Purple Haze'ı da...

Hippilerin o dönemdeki en etkin müzik grubu olan The Grateful Dead, çoğu konserine halisünasyonlar gördüren LSD almış halde çıkıyordu. O dönemin en güçlü 'asit üreticisi' olan Owlsley Stanley'in elinde maymun olmuşlardı. The Grateful Dead'ın üyeleri bile bir dönem LSD satıcılığı yapacaktı. Grubun menajeri olan ve ''Ölümle Yaşamak'' kitabının yazarı Rock Scully, The Doors'un efsane adı Jim Morrison'un da Stanley'in pençesine düşenlerden biri olduğunu iddia ediyor. Oliver Stone da, The Doors adlı ünlü belgeselinde grup üyelerinin uyuşturucu dramını etkileyici bir şekilde sergiliyor. O zamanlar Yardbirds ve Cream gibi gruplarda gitaristlik yapan Eric Clapton, ''Cocaine'' diye bir şarkı yazarken, ünlü grup Velvet Underground, "Heroine" adlı bir şarkı yapıyordu.
Ancak çok geçmeden yaşanan trajedilerle keşfettikleri bu ''renkli'' dünyanın bir bataklık olduğunun farkına varacaklardı.

''1960'ları hatırlıyorsan, o zaman gerçekten orada değildin''

Gelmiş geçmiş en efsanevi gitaristlerden biri olan Jimi Hendrix henüz 28 yaşında barbitürat dozaşımından, şarkıcı Janis Joplin henüz 27 yaşında eroin-alkol-valium dozaşımından, Rock müziğin en efsane isimlerinden biri olan Jim Morrison henüz 27 yaşında eroinin tetiklediği kalp krizinden ölecekti. Tabii ki bununla sınırlı değildi. Who grubunun bateristi Keith Moon, Rolling Stones'un gitaristi Brian Jones, Grateful Dead'in gitaristi ve solisti Jerry Garcia, Sublime'dan Brad Nowell, Blind Melon üyesi Shannon Hoon ve ismi duyulmamış binlercesi, 'Harikalar Dünyasına' girdiklerini sandıkları deliklerde genç yaşlarında can verdiler.

Boşuna,  "1960'ları hatırlıyorsan, o zaman gerçekten orada değildin" demiyorlar.
Bugün bile yaşayan birçok kıdemli Hippi o günlerdeki bu kontrolsuz gidişatlarını izahta güçlük çekiyor. Kapitalist düzenin banal tutuculuğuna isyan edip özgürleşmeye çıktıkları yolda kimyanın köleleri haline gelmelerini esefle üzüntüyle anıyorlar. 

Hippi ağabeylerden biri, "Elimize tutuşturulan her hapı alıyorduk. Yeni bir deneyim yaşıyorduk. Pandoranın kutusunu açmış gibiydik. Kutu hap doluydu. Birgün yeryüzünde herşeyin bir hapla çözüleceğine inanıyorduk. Her derdin her ihtiyacın ayrı hapı olacaktı. İlaç endüstrisinin büyük yalanına fena halde inanıyorduk." diye anlatıyor.

Beat kuşağının en önemli temsilcilerinden şair Gary Snyder, 1974 yılında verdiği bir röportajda uyuşturucu konusunda kendilerini bir serbestliğe bırakmalarından duyduğu pişmanlığı anlatacaktı. "Beat Kuşağının bir sürü kayıp verdiğini" anlatan Snyder, "Kerouac bile kayıp. Daha 1960'larda ben ve Allen, gençlere açıktan asit (LSD) almalarını tavsiye ediyorduk. Şimdi geriye baktıkça birçok kaybın sorumluluğunu görüyorum" diye yakınacaktı. Uyuşturucu için şarkılar yazan Eric Clapton bugün kurduğu Crossroads uyuşturucu ve alkol rehabilatasyon merkezi adlı hayır organizasyonuyla bu illetin pençesine düşmüş zavallıları kurtarmaya çalışıyor.

Tabii ki bu trajedi bütün 'hippiler'' ve bütün ''hippilik' için geçerli değildi. Bu insanlar sadece içlerinden bazılarının dramlarıyla değil, sosyal ve politik mücadeleleri, kıyafetleri, barışçılıklarıyla da temayüz edip, önemli izler bıraktılar.

Nehru ceket, İspanyol paça, aşk kolyesi...

En başta görünümleri farklıydı. Erkeklerin çoğu saç ve sakal uzatıyordu. Hindistan Başbakanı Nehru'nun meşhur ettiği ve onun adıyla anılan yakasız düğmeli ceket giyiyorlardı. Bugün bizde daha çok muhafazakar erkeklerin sembolü haline gelen yakasız gömlek de hippiler arasında çok popülerdi. Hippi kızlar, Hindistan ve Tibet stili rengarenk desenli fistanlar giyiyordu. Hem hippi kızlar hem hippi erkekler, çoğunlukla ev yapımı olan tesbih kolye takıyorlardı. ''Love beads (sevgi tesbihi)'' diye anıyorlardı bu boncuk kolyeyi. Birçoğu elbiselerini kendileri dikiyorlardı. Sade, basit kıyafetlerdi. Renkli bandanalar çok yaygındı.

Ve tabii ki bizim sırrını arayıp bulamadığım şekilde ''İspanyol paça'' dediğimiz, Anglo Saksonların ise ''bell-bottom'' dedikleri pantolonlar... 1960'lı yıllarda Hippi kızlar daha çok giyiyordu. 1970'li yıllarla beraber erkekler de yaygın şekilde giymeye başladı. Ve bir kuşağın mensubu büyüklerimizin, ağabeylerimizin, ablalarımızın ''güleriz'' diye fotoğraflarını biz 1980 ve sonrası kuşaklardan saklamasına neden olan 'görünüş' ortaya çıktı. 

Hippi görme turu

Muhafazakar orta sınıf Amerikalılar bu görüntüyü yadırgıyordu haliyle. San Francisco'da  Haight'a New York'ta Village'a otobüslerle bu muhafazakarları taşıyan ''hippi görme turları'' bile vardı. Otobüslerinden inmeden Hippileri seyrediyorlardı. New York'taki hippilerin bir kısmı, ''kendilerine böyle hayvanat bahçesinde görülmeye gelinen hayvanlarmış muamelesi yapılmasına'' tepki olarak, ''orta sınıf muhafazakar aileleri görme turu'' düzenlemeleri olay olmuş. Medyanın olağanüstü ilgi gösterdiği gezide bir otobüs dolusu hippi, banliyölerde çimlerini biçen, köpeklerini gezdiren orta sınıf aileleri seyretmiş.

Hippiler, 1970'li yıllarda dünyaya açıldılar. Rengarenk desenlerle boyadıkları vosvos minübüsleri ile ülke ülke şehir şehir aylak aylak dolaştılar. Gittikleri şehirlerden biri de İstanbul'du. Yıllarca Sultanahmet'i mesken tutan Hippilere, uzun saçları, bakımsızlıkları nedeniyle halkımızın 'bitliler' ünvanı verecekti.  Amerikalı efsane komedyen Bob Hope da, o dönem benzeri bir düşüncedeydi: ''Hippi, tarzan gibi giyinen, Jane gibi yürüyen ve Çita gibi kokan kişidir''

''Or...pu Çocukları'' fakirlere bedava yemek dağıttı

Hippilerin sosyal aktivizmleri de farklıydı. Toplumun merkezine 'paranın' oturmasına çok tepkiliydiler. San Fracisco'da ''Diggers'' adını verdikleri bedava sığınma evleri vardı mesela. Bedava hizmet veren klinikler kurdular. Fakirlere yoksullara bedava yemek, sebze meyve dağıtan organizasyonlar kurdular. Yıllar içinde artan oranda müthiş bir sosyal aktivizm içine girdiler. Hippi hareketin içinden kopup gelerek, New York'ta kurulan ''Motherfuckers (Oru..pu Çocukları)'' grubunu özellikle anmadan edemiyecem. Rock grubu Jefferson Airplane'in ''We can be together'' adlı güzel şarkısındaki ''Up against the wall motherfuckers'' mısraından adını alan bu grubun halen yaşayan üyelerinden, sonradan Müslüman olan efsane hippi Amiri Baraka ile Central Park'taki bir şiir programı sonrası tanışma şerefine de ulaştım. ''Or..pu Çocukları adlı bu grup New York'ta fakirlere yardım kampanyları ya da Wall Street'e karşı eylemleriyle ilgili haberlerde, büyük sermayenin sahibi olduğu ana akım medyayı oldukça zor durumda bırakıyorlardı. Medyayı, ''Orus..pu Çocukları fakirlere bedava yemek dağıttı'' ya da ''O..pu Çocukları Wall Street'i protesto etti'' başlıkları atmak zorunda bırakıyorlardı.  Bugün bile keyifleniyorlar anlatırken o günlerini...

Hippilerin küreye yayılan en belirgin etkilerinden biri ise nükleer silahlara, savaşlara, ırkçılığa ve sömürüye karşı oluşturdukları ciddi bilinç ve aktivizm oldu. Özellikle Vietnam savaşına karşı ciddi direnç gösterdiler.  Budizm etkisiyle birçoğu vejetaryen oldu. Çevre kirliği ve tabiata duyarlılık konusundaki erken bilinçlerine ise şapka çıkarmamak mümkün değil. Organik tarımı ve tabii yiyecekleri savundular. Dünyanın insanlar tarafından korkunç şekilde kirletildiğine ilk dikkat çeken hippi hareketi oldu. Kullan at – tüket kültürüne karşı, geri dönüşüm (recycile) kavramını modern hayatın içine onlar soktu. Bebek mamalarının patladığı dönemde, bebeklerin anne sütüyle beslenmesi gerektiğini bir tek onlar savundular. Ama o dönemin modern toplumu fabrikaların ürettiği herşeye adeta yapışan bir karakterdeydi. Hint yemeklerine dadandılar. Köri, dahl, basmati pirinci, tofu, soya fasulyesi vs bu dönemde Asya'nın dışına çıkarak, Yeni Dünya'da patladı.

Aşkın Yazında açan çiçekler

Beatles'ın 8'nci albümü olan ''Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band''ın raflarda yerini aldığı 1 Haziran 1967 günü başlayan yaza ''Summer of Love (Aşk Yazı)'' deniyor. Hippiliğin, arka sokaklardan meydanlara çıktığı dönemdir bu. Haight Ashbury'e 100 bin Hippi toplandı o yaz. Diğer on binlercesi de New York'tan Chicago'ya, Roma'dan Londra'ya her yerde...

Adını her andığımda tarifsiz bir hüznün saygıyla gelip kalbime yerleştiği şair Allen Ginsberg, 1965'te yazdığı bir yazıda, savaşlara karşı eylemlerin bir çiçek fırtınasına dönmesi gerektiğini ve herkesin çiçek taşıyarak, karşılarına çıkacak polise, askere, politikacıya çiçek uzatmasını savundu. Buna ''flower power (çiçek gücü)'' dedi.

California Üniversitesinin Berkeley Kampüsünde başlayan bu gelenek Hippi hareketin sembolü haline geldi. Bundan dolayı, ''flower child (çiçek çocuk)'' adıyla da anılmaya başladılar. Saçlarına birer toka gibi çiçek taktılar. Savaş karşıtı gösterilerinde çiçekle süsledikleri binlerce balonu gökyüzüne bıraktılar. Abbie Hoffman'ın organizasyonuyla, karşı çıktıkları Vietnam savaşında ölen gariban Amerikan askerlerini anmak için Çiçek Tümenleri kurarak, şehirlerde 'resmi geçit' törenleri yaptılar.
Silahlı Güçler Bayramı'nı, Çiçek Gücü Bayramı olarak kutlamaya başladılar. Bayramdaki askeri geçit törenlerine karşı Central Park'ta alternatif barış yürüyüşü yaptılar. 21 Ekim 1967 günü Washington DC'de toplanan 100 bin Hippiden 30 bin kadarı gruptan ayrılarak Pentagon'a yürüdü. Binlerce askerin kurduğu barikatla karşılaşan grup, askerlerin tüfeklerinin namlularına çiçek koyarak, hippiliğin sembolü olan fotoğrafların doğmasına neden oldu. Dağılmaları çağrısına sivil itaatsizlik gösteren grup zor kullanılarak dağıtıldı. 647 kişi tutuklandı. Özel ajanlar gösteri alanında 10 bin çiçek topladı.

Village Voice gazetesini kuran ve bugünlerde ''Tanrı Hakkında (on God)'' adlı kitabıyla yatıp kalktığım Norman Mailer, ''Gece Orduları'' adlı romanında Pentagon önündeki o günü enfes anlatıyor.

Çamurdan gelip çamura döndüler

Aşkın Yazı, benim bu mektuba başladığım yerde sona erdi. Hippilerden Michael Lang ve Artie Kornfeld ile para kazanmaktan başka dertleri olmayan yatırımcılar John Roberts ve Joel Rosenman, New York'un hemen kuzeyindeki Catskills dağının eteğindeki Woodstock kasabası yakınlarında Max Yasgur'a ait boş arazide 3 gün sürecek bir konser organizasyon yaptılar.

''Barış ve Müzik dolu 3 Gün'' adı ile duyurulan konserin sıradışı olacağı 14 Ağustos günü anlaşılmaya başlandı. Bir gün önceden ABD'nin her yerinden binlerce genç ve Hippi konser alanına gelmeye başladı. Kişi başı bilet ücreti 18 dolardı. Ama bir süre sonra insan akınına bilet gişelerinin dayanamayacağı anlaşılınca pes edildi ve fiilen ücretsiz konsere dönüştü. 15 Ağustos günü araziye yarım milyona yakın insan gelmişti. Yolu bile olmayan araziye ulaşmak isteyen yüzbinler, ufacık kasabada muazzam bir trafik keşmekeşine sebep olmuştu. İnsanlar onlarca mil uzaklıktan yürümek zorundaydılar.

18 Ağustos'a kadar devam eden etkinlik, Ağustos güneşinden de mahrum olmuştu. Zaman zaman gök boşalırcasına halini alan yoğun yağmur, her tarafı çamur deryası yapmıştı. Havada kesif bir marihuana kokusu vardı.

Ama kimse kötü şartlara rağmen yerini terketmedi. Yüzbinlerce genç o çamur deryasında 3 gün geçirdi. Organizatörlerin en büyük korkusu ise elektrik direklerinin fırtınayla, adeta suyun içinde dolaşan binlerce kişinin üzerine devrilerek korkunç bir faciaya yol açmasıydı. New York Times, ilk gün, ''Catskills'de kabus'' başlıklı başyazısında, ''Nasıl bir kültür böylesine devasa bir kargaşa üretebilir?'' diye sordu. Sonradan bu önyargılı yaklaşımlarından dolayı gazete özür dileyecekti. New York Valisi Nelson Rockefeller eyalet ordusunu bölgeye sevkederek konseri dağıtmayı bile düşündü.

Cep telefonunun, internetin olmadığı bir çağ. Aşırı kullanımdan dolayı iflas etmiş bir kaç ankesörlü telefon dışında hiçbir iletişim aracı yok. ABD'nin her yerinden yüzbinlerce aile gazeteleri okudukça, çocuklarının akıbeti hakkında derin bir paniğin ülke geneline yayılmasına neden oldu.





Gençlerse başka havadaydı... Kimler çıkmadı ki 3 gün 3 gece boyunca açık kalan sahneye... Jimi Hendrix, Joe Cocker, Santana, Grateful Dead, Joan Baez, Arlo Guthrie, Janis Joplin, Jefferson Airplane ve daha onlarca grup ve sanatçı. Bob Dylan hastalandığı için gelemedi. Beatles, son anda bilinmeyen bir sebeple katılmaktan vazgeçti. The Doors ve Led Zepplin de son anda konser alanına gelmeyenler arasındaydı.

Yarım milyon kişinin şehirden 70 kilometre uzakta boş bir arazide 3 gün geçirmesini düşünün. Hazırlık 20 – 30 bin kişiye göre yapılmış. Yiyecek bittiği zaman, çevre kasabaların halkı, gençlere yiyecek bağışında bulundu. En ilginci de arazisinde Amerikan alt-kültürünün sembolü haline gelen organizasyonun yapıldığı Max Yasgur'du. 49 Yaşındaki bu Cumhuriyetçi ve muhafazakar çiftçi, ironik şekilde Hippi kuşağının kahramanı oldu. Ama 1970'li yıllarda yeni konser taleplerini kabul etmedi. Çiftçilik yapacağım dedi. 1973 yılında öldü. New York eyaleti ve yerel yönetim meclisi Woodstock'ta yeni bir konseri yasaklayan yasalar çıkardılar. Woodstock, Taksim Meydanının onlarca yıl 1 Mayıslara kapanması gibi on yıllarca konserlere kapandı. Ta ki 1989 yılında 20'nci yıl kutlamasına 20 bin kişi katılıncaya kadar. Ve geçen yıl da binlerce kişinin 40'ncı yıldönümü için bir kez daha Woodstock arazisine gelmesine tanık oldum. Kasabanın bütün ekonomisi artık nerdeyse Woodstock alanını ziyaret eden turistlere dayalı.

Filmlere konu oldu, şarkılara konu oldu, romanlara şiirlere konu oldu Woodstocks... Abbie Hoffman, 1970'li yıllarda şiddet olaylarına karışıp tutuklandığında kim olduğunu soran hakime, ''Woodstock milletindenim'' cevabı verecekti. Aşkın Yazı Woodstock'ta zirveye çıktı. Ve sonra da yerini Hippi güzüne bıraktı. Hippi yıldızlar art arda genç yaşta ölmeye, çiçekler solmaya, kültürün bünyesinden onlarca şiddet hareketi çıkmaya başladı. 1967 yılında, ''Çiçeğin gücünün ağlaması yankılansın ülkede. Asla solmayacağız. Bırakın binlerce çiçek açsın'' diye yazan Abbie Hoffman bile daha sonra şiddete bulaştı. Hippilerin bir kısmı şehirleri, modern yaşamı terkederek Vermont, Maine gibi ücra eyaletlere gidip köylerde, kurdukları çiftliklerde tarım yaparak yaşamaya başladı.

Kerouac, Woodstock'tan yaklaşık 2 ay sonra 47 yaşında öldü. Vicdanın şairi Allen Ginsberg 1997 yılında 71 yaşında öldü. Abbie Hoffman 1989 yılına öldü. Muhtemelen ecel geldiğinde de yine birşeyleri protesto ediyordu. En son CIA'yi protesto ederken görülmüştü. 69 yaşındaki çınar Bob Dylan hala Hippi türküleri söylemeye devam ediyor. Cat Stevens Müslüman oldu. Beatles'tan birtek Paul mcChartny kaldı. ABD'nin heryerinde birinci ağızdan Woodstock maceralarını dinleyeceğiniz onbinlerce ihtiyar hippi hala yaşıyor.

Yine böyle bir Ağustos ayında, semamızda bıraktıkları vicdani çığlıklarını hayırla yadetmek ve ses vermek, büyük yanlışlarından, trajedilerinden ibretler devşirmek, ve Bob Dylan'ın dilinden dökülen ana sorunun cevabının hala havada olduğunu kayda geçirmek için mektup yazma işi de bana düştü.

'How does it feel to be on your own, (Kendi kendine kalakalmak nasıl hissettirir?)
With no direction home, (Eve dönüş yolunun hiçbir işareti yokken)
Like a complete unknown, (Bir meçhule gider gibi)
Like a rolling stone?''(Yuvarlanıp duran/avare bir taş gibi)

- Bob Dylan -

Cemal Demir - Haber 7
cemaldemir111@gmail.com
http://www.haber7.com/haber/20100809/Hippilerden-geriye-ne-kaldi.php
#1143
Yargıçlar ve Savcılar Derneği (YARSAV) Başkanı Emine Ülker Tarhan, Anayasa değişikliği paketinin tuzaklarla dolu olduğunu savunarak, halkın dikkatini buna çekmeye çalıştıklarını söyledi.

Tarhan, Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Kemer Şubesince düzenlenen ''12 Eylül Anayasası ve Kuşatılmış Hukuk'' konulu konferansta yaptığı konuşmada, Türkiye'nin rutin dışı bir hukuksuzluğa alıştırılmaya, hukukun kendi hukukunu egemen kılmaya çalışanlarla kuşatılmaya çalışıldığını savundu.

Aldıkları kararların siyasal iktidarın önünde bir engel olarak gösterildiğini, yargının sürekli temel yasalarda yapılan değişikliklerle işlevsiz bırakıldığını ileri süren Tarhan, yargının gücünün kırılmaya çalışıldığını iddia etti.

Tarhan, Anayasa değişikliği paketinin tuzaklarla dolu olduğunu savunarak, Türk halkının dikkatini buna çekmeye çalıştıklarını kaydetti.

Yapılmak istenenin Cumhuriyet ile hesaplaşmak olduğunu öne süren Tarhan, ''Engel olan herkes ve her şey yok edilmeliydi. Bir daha kapatma davasıyla karşılaşılmamalıydı. Karşılaşılırsa da bugünden atadığını kendi yargıçlarınız sizi yargılamalıydı. İşte Erzurum olayı bu zihniyettekiler için bardağın taştığı noktaydı'' dedi.

Demokrasinin sadece yargının koruyabileceği bir şey olmadığını söyleyen Tarhan, halkın, sivil toplumun, demokrasi inancıyla demokrasinin korunabileceğini ifade etti. Sessiz çoğunluğun neden sessiz olduğunu soran Tarhan, ''Tarihe bir not düşmek zamanı değil midir? Demokrasiyi, laikliği bizden başka kim koruyabilir bu ülkede? YARSAV olarak mücadele ediyoruz ancak başkaları da mücadele etmeli'' diye konuştu.

''Yargı bir partiye bağlanınca, bir partinin yargısı olunca davalar daha mı hızlı görülecek, bunu mu bekliyorlar acaba diye merak ediyorum?'' diyen Tarhan, sözlerini şöyle sürdürdü:

''Bugün yapılan, bağımsız Türk yargısı üzerinden Türk demokrasisiyle oynamak, bağımsız yargıyı yok ederek aslında 87 yıllık Cumhuriyetle 8 yılda hesaplaşmak, ulus devletle 8 yılda hesaplaşmak aceleciliğidir. Yapılan yargının korumakla yükümlü olduğu devletin kurucu değerlerini yıkmaya çalışmaktır.''

AA
http://www.haber7.com/haber/20100822/YARSAV-Baskani-Paket-tuzaklarla-dolu.php
#1144
Genelkurmay Başkanlığı, Hakkari'nin Çukurca ilçesi Han Tepe üs bölgesine yapılan saldırıyla ilgili açıklamada, ''Olayın cereyan şeklinden de görüleceği gibi, medyaya yansıyan görüntüler, çatışmanın başlamasından sonraki sürece aittir ve çatışma süresince de ilgili komutanlıklar alınması gereken tedbirleri almış veya almaya çalışmışlardır'' denildi.

Genelkurmay Başkanlığının internet sitesinde yer alan açıklamada, Hakkari'nin Çukurca ilçesi Han Tepe'deki üs bölgesine ve yakın emniyet kuvvetine 19-20 Temmuz 2010 gecesi yapılan terörist saldırısı ile ilgili, medyada çeşitli haber, yorum ve görüntüler yer aldığı belirtildi.

Ölümle neticelenen her iç güvenlik olayında olduğu gibi bu olayla ilgili olarak da adli soruşturmanın, ilgili Cumhuriyet Savcılığı tarafından hemen başlatıldığına dikkat çekilen açıklamada, ayrıca, olayın idari yönden de incelenmesi maksadıyla; Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığınca, teşkil edilen idari soruşturma heyetinin de olayın incelemesine başladığı kaydedildi. Açıklamada, 30 Temmuz 2010 günü de Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı'nın Askeri Savcılıktan olayın soruşturulmasını istediği belirtildi.

-İDARİ SORUŞTURMA-

''Olayın ne şekilde cereyan ettiği tam olarak belirlenmeden kamuoyuna eksik ve yanlış bilgi vermemek ve yürütülmekte olan adli soruşturmalara müdahil olmamak amacıyla, en azından idari soruşturmanın neticesinin alınması ve değerlendirilmesi beklenmiştir'' ifade edilen açıklamada, idari soruşturmanın ise ilgili karargahlara, 9 Ağustos günü ulaştığı kaydedildi.

''İdari soruşturmanın değerlendirilmesi ile olayla ilgili diğer mevcut bilgi ve belgelere dayalı olarak yürütülmekte olan adli soruşturmalara da zarar vermemek kaydıyla, olayla ilgili açıklanabilecek hususlar aşağıdadır'' denilen açıklamada, şunlar kaydedildi:

''Han Tepe üs bölgesi ve yakın emniyet kuvveti mevzilerine yoğun terörist ateşi, 20 Temmuz gecesi saat 01.45'te altı değişik noktadan aynı anda başlamıştır. Olayı öğrenen ve o sırada Diyarbakır'da bulunan dönemin 2'nci Ordu Komutanı da saat 02.00'den itibaren olayın takip, sevk ve idaresine müdahil olmuştur.

Olay anında insansız hava aracı, 40 kilometre kadar uzakta başka bir bölge üzerinde olduğundan derhal Han Tepe bölgesine yönlendirilmiş, saat 02.15'te Han Tepe üzerinde olmuş ve görüntü aktarmaya başlamıştır. Buradan açıkça anlaşılacağı üzere saldırı öncesi yaklaşan teröristlerin görüntülerinin aktarılmış olması söz konusu değildir.

Basına yansıyan insansız hava aracı görüntülerinden, en erken olanının zamanı ise 02.31'dir ve olayın başlangıcının yaklaşık 46 dakika sonrasına aittir.''

Olayın başlaması üzerine Hakkari'de konuşlu bulanan taarruz helikopterlerine emir verildiği, helikopterlerin, zorunlu hazırlıklarını müteakip havalandığı, ancak Çığlı Suyu (ZAP) vadisindeki yoğun sis ve toz bulutu nedeniyle güneye, Çukurca bölgesine geçemedikleri, yarım saat süren denemeyi müteakip, Hakkari'ye dönmek zorunda kaldıkları anlatılan açıklamada, aynı helikopterlerin, hava şartlarının iyileşmesi üzerine, saat 04.30'da Han Tepe üzerinde olduğu ve bölgeden uzaklaşmaya çalışan teröristleri ateş altına aldıkları belirtildi.

Uzaklaşmaya çalışan teröristlerin, aynı zamanda topçu ve havanlarla da ateş altına alındıkları bildirilen açıklamada, şunlar kaydedildi:

''Hava aydınlandıktan sonra, teröristlerin çevredeki hakim arazilerde mevzilendirdikleri Doçka silahları, bölgedeki helikopter faaliyetlerini tahdit etmiş, helikopterlerin inememesi nedeniyle, tahliyeler karayoluyla yapılmıştır.

Doçka mevzilerinin yerlerinin tespit edilmesi üzerine, bölgeye iki sorti hava harekatı icra edilerek bu mevziler tahrip edilmiştir.

İnsansız hava aracı görüntülerinin hangi makamlar tarafından izleneceği 2'nci Ordu Komutanlığınca ve sadece ilgili birlikler dikkate alınarak belirlenmektedir. Otuz ayrı merkezden bu görüntülerin izlendiği iddiası maksatlı ve gerçek dışıdır.

Olayın cereyan şeklinden de görüleceği gibi, medyaya yansıyan görüntüler, çatışmanın başlamasından sonraki sürece aittir ve çatışma süresince de ilgili komutanlıklar alınması gereken tedbirleri almış veya almaya çalışmışlardır.

Diğer olaylarda da olduğu gibi, bu olayda da gerekli görülen idari ve adli işlemler zamanında başlatılmıştır.

Türk Silahlı Kuvvetleri, soruşturma safhalarının gizlilik sürecine azami şekilde özen ve dikkat göstermekte olup çok zorunlu durumlar dışında, soruşturma süreçlerinde açıklama yapmaktan kaçınmaktadır. Bu hassasiyete başka anlamlar yüklemek yersizdir ve yanlıştır.''

http://www.tsk.tr/10_ARSIV/10_1_Basin_Yayin_Faaliyetleri/10_3_Bilgi_Notlari/2010/BN_98.html
#1145
PKK'nın tek taraflı olarak silah bıraktığını açıklaması ve 'boykotu gevşetme' sinyali vermesi kamuoyunda hüsn-ü kabul görse de üzerinde düşünülmesi gereken karmaşık bir tablo ile karşı karşıyayız.
PKK'yı yakından takip eden uzmanlar 'ateşkes'in yıllardır sürdürülen bir planın parçası olduğu görüşündeler. Onlara göre de şu anda silahların susması sorunun çözüm yoluna giriyor olmasından değil, PKK'nın bir süreliğine elini tetikten çekmesinden kaynaklanıyor.
Örgütü ve örgütü yönlendiren çevrelerin ne yapmaya çalıştığını anlamak için biraz geçmişe bakmakta fayda var.
PKK'nın bugüne kadarki serüvenini incelersek karşımıza 6 dönem çıkıyor. 1984 ile 1991 arası silahlı eylemler ve PKK'lı vekillerin TBMM'ye taşınması dönemini kapsıyor. 7 yıl boyunca çok kanlı eylemler yapan PKK 'toplumun yeterince terörize olduğu' gerekçesiyle 1991'den sonra 'siyasal alana' geçmeyi planladı. Ya da senaryo ona göre yazıldı.
Fakat sosyolojik gerçekler 7 yıllık şiddet dalgasının bile Kürt-Türk ayrışmasına yetmediğini gösterdi. Ardından 1993-1997 yıllarını kapsayan ikinci dönem başladı. 'Faili meçhuller dönemi' olarak kabul edilen bu yıllarda kin ve nefret tohumları ekildi. Ergenekon ve birtakım derin yapılar seri cinayetlere girişti. Büyük oranda da başarılı oldular.
Örgütün kırılma anlarından birisi de 'üçüncü dönem' olarak kabul edilen 1999-2005 dönemi. Öcalan'ın Türkiye'ye teslimi bu dönemin en önemli olayı. Örgüt daha çok 'sivil alana' ağırlık verdi. Gerekli ekonomik ve siyasal güce erişildi.
2005-2009 dönemi ise yeni bir evreye geçişi amaçlıyordu. Şemdinli ile birlikte 'uluslararası güç' söylemi başlatıldı. Senaryoya göre eğer bağımsız bir Kürt devleti ya da federasyona gidilecekse bu ancak uluslararası güçlerin himayesinde olacaktı. Fakat Şemdinli ile başlayan süreçte 'Filistin görüntüleri' istenilen etkiyi yapmadı.
Örgüt, 2009-2010 'açılım süreci' ile bir yandan KCK vasıtasıyla dağdaki terörü şehre indirdi bir yandan da BM müdahalesi için zemin oluşturmaya başladı.
Ardından 'demokratik özerklik' politikasını uygulamaya koydu.
Şimdi de boykotu sıkı uyguladığı halde, kamuoyuna 'evet diyebiliriz' mesajı vererek AK Parti'ye 'tersten çakmayı' düşünüyor.
Bu esnada Murat Karayılan İngiliz medyasına konuşarak 'BM kartını' açtı. Temmuz başında Kandil'de The Times'a konuştu. 20 Temmuz'da BBC'ye konuştu ve 'BM gözetiminde çözüme hazırız" dedi. 23 Temmuz'da yine İngiliz Economist 'Kürtler'le Türkler bir arada yaşamalı mı' tartışmasını tüm dünyaya taşıdı. Remzi Kartal da 'BM çözümün adresi olsun' diye AB başkentlerinde konuşmaya başladı.
Nitekim Cemil Bayık 24 Haziran'da 'yakında demokratik özerkliği ilan edeceğiz' dedi. BDP'li vekiller bu kavramı dolaşıma soktu. Öcalan da stratejinin bir parçası olarak 'tek taraflı ateşkes' talimatı verdi.
Edinilen bilgiye göre de, örgüte yakın STK'lar silah bırakma çağrılarını artıracak, BDP de demokratik özerklik ilanını yapacak.
Bu denklemin ayaklarından birisi de ilan edilen demokratik özerklik bölgelerinde oluşturulacak 'öz savunma birlikleri.' Bunun Türkçesi şu: Kurtarılmış, polisin askerin giremediği bölgelerde silahlı kişilerin olması. Hatta bu bölgelerde ayrı bayraklar bile asılacak. Böyle bir manzara karşısında şehirlerde çatışmaların yaşanması da kaçınılmaz. Kürtler'in can güvenliği yok şayiası yayılacak.
Bu noktada BM'nin sorunun çözümü için devreye girmesi daha çok dillendirilecek.
Özetle, örgütün 'tek taraflı ateşkes' ve 'demokratik özerklik' söylemleri bir stratejinin parçası.

Basit bir soru(n)!

'Üstünlerin hukuku değil hukukun üstünlüğü için.'
AK Parti, 12 Eylül referandumu için bu ifadeyi slogan haline getirdi. Özünde çok doğru bir tanım.
Fakat 'üstünlerin hukukuna son vermeyi' hedefleyen AK Parti iktidarında tuhaf uygulamalar da oluyor.
Malum olduğu üzere internet andıcı soruşturması Savcı Zekeriya Öz'den alınmaya çalışılıyor. Önceki gün İstanbul'daki başsavcılık resmi bir yazıyla dosyanın 'generallerle ilgili kısmını' Savcı Öz'den istedi.
Gerekçe olarak da 1 Ocak 2006 tarihli 'devletin üst düzey görevlerinde bulunmuş kişiler hakkındaki soruşturmaların bizzat başsavcı ya da onun görevlendireceği başsavcı vekilleri tarafından yürütülmesi' genelgesi gösteriliyor.
İşte bu genelge, AK Parti'nin meydanlarda söylediği 'üstünlerin hukukuna son' söylemini tekzip ediyor. Söz konusu olan generaller olunca mahkemeye gelmeyecekler, Bülent Arınç'ın ifadesiyle 'mahkemeye kafa tutacaklar' sapa sağlam oldukları halde 'hasta' raporu gönderecekler...
Sonra da bizzat bakanlık eliyle 'bunlar paşa, bunlara özel muamele yapılsın' talimatı yollanacak. Bu tezat değilse nedir?

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/114353-pkk-nin-yeni-stratejisi-ve-bm-karti-adem-yavuz-arslan-makalesi.aspx
#1146
Birleşmiş Milletler (BM) Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Kaldırılması Komitesi (CEDAW), geçtiğimiz ay yapılan Türkiye oturumunun sonuçlarını açıkladı.

Komite, başörtüsü yasağının ayrımcılık olarak değerlendirilmesi gerektiğine dikkat çekti. Hazırlanan raporda, Türkiye'den başörtüsü yasağı ile eğitim, sağlık, politika ve kamu hayatına katılım üzerindeki etkilerinin ele alındığı bir çalışma yapması talep edildi. Komite, alınan tedbirlerin bir sonraki toplantıda açıklanmasını bekliyor.

12-30 Temmuz tarihlerinde yapılan CEDAW toplantıları için Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf da New York'a gelmiş ve Türkiye'nin resmi raporunu bu kuruma sunmuştu. BM'deki toplantıda Kavaf'a Türkiye'de kadın haklarının ihlali konusunda en çok soru başörtüsü yasağına dair gelmiş ve toplantıya katılan üyelerin üçte birinden fazlası bu konuda bakandan açıklama istemişti.

Kadın hakları konusunda dünyanın en önemli kurumu olan CEDAW raporunda, Türkiye'nin bir önceki dönem (2005'teki toplantısı) alınan tavsiye kararlarına uymadığı, halen başörtüsü yasağının ülkede devam ettiğine dikkat çekti. CEDAW, Türkiye'den başörtüsü yasağı ile eğitim, çalışma, sağlık, politika ve kamu yaşamına katılım üzerindeki olumsuz etkilerin değerlendirildiği detaylı çalışma yapmasını da talep etti. Kurum ayrıca bir sonraki döneme (2014 yılı) kadar istenilen çalışmanın sonuçlarının hazır edilmesini ve başörtüsü yasağının ayrımcı sonuçlarının ortadan kaldırılmasına ilişkin alınan önlemlerin açıklanmasını da talep etti. CEDAW'ın BM'deki Türkiye oturumuna resmi raporun yanı sıra 6 adet de gölge raporu verilmişti. Türkiye'deki başörtüsü yasağına dikkatleri çekebilmek için 71 sivil toplum örgütünü temsilen 'Sivil Toplum Kuruluşları' adına Avukat Fatma Benli başörtüsü yasağı konusunda CEDAW'a gölge rapor vermiş ve Türkiye'deki bu haksız uygulamanın devam ettiğini dile getirmişti. Komite Türkiye ile ilgili sonuç bildirisinde başörtülü kadınların eğitim, çalışma, sağlık, politik ve kamu yaşamına katılımını engelleyen "tüm ayrımcı uygulamalar sona erdirilmeli'' önerisinde bulundu. Kurum ayrıca, başörtüsü yasağını uygulamaya çalışanlar hakkında da yasal işlemler başlatılmasını, çözümün artık bir başka döneme de ertelenmemesini istedi.

Raporda başörtüsü yasağının ortadan kaldırılması talebinin dışında kadına karşı ayrımcılık içeren yasaların tamamen kaldırılması da istendi. CEDAW, kadına karşı şiddet, eğitim, çalışma ve politik katılımın artması, sağlık ile kırsal kesim kadınlarıyla dezavantajlı grupların sorunlarının giderilmesini de Türkiye'den istedi.

Türkiye, CEDAW'a 1985 yılında üye olmuş ve sözleşme gereği kadınlara karşı sadece hukuki değil fiili ayrımcılığın da sona erdirilmesi yükümlülüğünü benimsemişti. Her 4 senede bir alınan ülke sonuç raporlarında alınan kararlara üye ülkelerin uyma zorunluluğu bulunuyor. Rapor başörtüsü yasağını, yalnızca iç hukukunun bir gereği olarak değil, uluslararası yükümlülüklerin de göz önüne alınarak değerlendirilmesi gereken bir durum haline geldiğinin bir göstergesi olarak niteleniyor.

SEZAİ KALAYCI - NEW YORK
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1017074&title=bm-turkiyeden-basortusu-ayrimciligina-son-vermesini-istedi
#1147
Çünkü bazı yiyecekler sizi kurt gibi acıktırırken bazıları uzun süre tok tutar. Peki hangi yiyecekler acıktırır, hangileri iştah kapatır?..

İştah kapatan dost yiyecekler

Avokado: B6 vitamini deposudur. Kansere karşı koruyucu etkisi vardır. Tok tutan avokadoyu kendinizi aç hissettiğiniz zamanlarda yiyebilirsiniz.

Çavdar Ekmeği: Yapılan diyetlerin hepsinde kepek ekmeğinden bahsedilse de aslında çavdar ekmeğinin tok tutan etkisi yadsınamaz. Hatta beyaz buğday ekmeğine göre yüzde 50 oranında daha fazla doyma hissi verir.

Dil Peyniri: Gün içerisinde açlık hissettiğinizde atıştırabileceğiniz faydalı bir gıda olmasının yanında proteinli yapısından dolayı tok tutma özelliğine de sahiptir.

Böğürtlen: Kendinizi aç hissettiğinizde bir kase yoğurdun içine karıştıracağınız böğürtlen sizi bir süre tok tutar. Böğürtlen çok fazla antioksidan içerir, bu nedenle de yararlıdırlar.

Sardalya: Protein deposudur. Kan şekeri seviyesinin dengelenmesini sağlar. Bu sayede tokluk hissi verir. Ayrıca metabolizmanın harekete geçmesini sağlar.

Elma: Yapılan diyetlerde ara öğün olarak elma tavsiye edilir bunun nedeni ise tok tutucu özelliğinin olmasıdır. Kalorisi az olan elmayı acıktığınızda yerseniz bir süre daha tok hissedersiniz.

Kepekli Makarna: Günlük gıda tüketiminde önemli bir yere sahip olan lifli besinlerdendir. Bu besinler yendikten sonra hacimlerinin yüzde 20'si kadar genişleme özelliğine sahip oldukları için tokluk hissi verirler.

Esmer Pirinç: Kan şekerini dengede tutarak açlık hissinin önüne geçen karbonhidratların başında gelen esmer pirinç, uzun süre acıkmamanızı sağlar. Bu nedenle yemeklerinizde esmer pirince yer verin.

Yulaf Ezmesi: Tokluk ve şişkinlik hissi veren besinlerin başında gelir. Fakat yulaf ezmesini süt ile değil su ile yapmakta fayda vardır. Sütle yapıldığında ise sütü tercih edin.

Badem: Günde iki avuç düzenli olarak yenecek bademin, tokluk hissi vererek obeziteye karşı müzadelede yararlı olduğu yapılan araştırmalar ile kanıtlanmış bir gerçek.

Brokoli: Brokolide vücuttaki insulin dengesini koruyan krom bulunur. Kan şekerinin düşmesini engelleyen krom sayesinde açlık hissetmezsiniz.

Yumurta: Çok pişmiş yumurta da tok tutan yiyecekler arasındadır. Hazırlanması kolay olan yumurta protein açısından da zengindir. Protein sizi tok tuttuğu için kolay kolay acıkmazsınız.

Balık: Balıkta bulunan iyot, tiroit hormonlarının yapımı için gereklidir ve açlık duygusunun gelişmesini engeller.

Ihlamur: Yemek saatine yakın içilen ıhlamurun, hastalıklara faydasının yanı sıra iştahı kapatan etkisi de var.

Tok kalmak için yapmanız gerekenler

Glisemik endeksi düşük besinler: Sürekli acıkıyor ve bunun önüne geçmek istiyorsanız, glisemik endeksi düşük besinleri tüketmelisiniz. Glisemik endeks, yenilen herhangi bir besinin kan şekerini yükseltme yeteneğidir. Tükettiğiniz besin, kan şekerini ne kadar uzun zamanda ve az miktarda yükseltiyorsa, glisemik endeksinin düşük olduğunu belirtir. Bu besinler, bireyin daha uzun süre tok kalmasını sağlar.

Karbonhidratlar: Karbonhidratlar kepek, buğday gibi tahıl ürünlerinde, sebze ve meyvelerde bulunur. İçeriğindeki lifler, sindirim sistemini harekete geçirir. Ayrıca bu besinler insanı tok tutarak açlık hissini engeller.

Triptofan: Proteinlerin büyük bir bölümünde bulunan bir çeşit aminoasittir. Triptofan, vücutta serotoninin oluşmasında ve hücrelere taşınmasında önemli bir görev alır. Serotonin ise iştah etkisini azaltır. Özellikle muz, avokado, yulaf ve peynirde bulunur.

Krom: Krom vücuda insülin dengesini korur. Bu denge kan şekerinin düşmemesini veya azalmaması açısından çok önemlidir. Kan şekerinin düşmesi açlığa yol açar. Krom ihtiyacınızı karşılamak için fındık, ceviz gibi kabuklu yemişler ve tahıl ürünleri yemek gerekir.

Albümin: Bir tür taşıyıcı proteindir. Can sıkıntısını giderir ve iştahı kapar. Bu protein, triptofanı oluşturarak beyine taşır ve serotonin üretimini arttırır. Bezelye, fıstık ve fasulyede bulunur.

Fruktoz: Meyvelerden elde edilen doğal şekerdir. Fruktoz kan şekeri dengesini kesinlikle etkilemez. Ayrıca yemek sonrası tatlı ihtiyacı duymanızı engeller. Çilek ve bal früktozun kaynağıdır.

İyot: Tiroid hormonlarının yapımı için gereklidir. Açlık duygusunu engeller. Balık, iyotlu tuz ve soğanda bulunur.

Acıktıran yiyecekler


Greyfurt: Diyet yapıyorsunuz uzak durmanız gerekenlerden biri de greyfurttur. Kansere karşı koruyucu olan greyfurdun kötü yanı iştah açıcı özelliğinin de bulunmasıdır.

Karalahana: Karaciğer ve bazı kan kanseri türlerine de iyi gelen kara lahana, ayrıca iyi bir iştah açıcıdır.

Patates: Patatesin yapısında bulunan bileşikler kan basıncını düşürücü etki gösterir; bu endenle glisemik endeksi yüksek olan yiyecekler arasında bulunan patates, özellikle kızartma şeklinde pişirilirse çok çabuk acıkmanıza neden olur.

Kırmızı Biber: Kolesterolü önleyici özelliği bulunan kırmızı biber iştah açar. Bu nedenle acı bir yemek yediğinizde doyduğunuzu çok kolay anlayamazsınız.

Nohut: Mideyi temizleyerek iştah açan nohut, sağlık açısından yararlı olsa da kilo verirken çok fazla tüketilmemesi gereken bir kurubaklagildir.

İncir: Kilo aldırıcı özelliği bulunan incir iştah açar, bu nedenle diyet döneminde yemeniz tavsiye edilmez.

Havuç: Havucun kalorisi ve glisemik endeksi diğer sebzelere göre daha yüksektir. Bu nedenle acıktırıcı özelliği olan havucun diyetlerde bulunmaması gerekir.

Alkol: Alkollü içeceklerden uzak durmaya çalışın. Alkollü içkiler, size kalori kazandırırken iştahınızın açılmasına neden olur.

Tuz: Tuz iştah açıcı özelliğe sahiptir. Çok tuzlu bir besinin ardından tatlı yeme isteğinin doğması, kan şekerinizdeki dalgalanmalar yüzündendir. Özellikle diyette tüketimden kaçınılmalıdır.

Tarçın: Kokusuyla özellikle tatlıların vazgeçilmezi olan tarçın da çok çabuk acıktıran baharatlardandır.

Mısır: Glisemik endeks değerinin yüksek olması nedeniyle kan şekeri seviyesini yükselten mısır, yendikten sonra açlı8k hissi uyandırır. Bu nedenle diyet yapanların uzak durması gereken bir besindir

İştahınızı kesecek yöntemler


• Beyin, vücutta enerjinin azaldığını fark eder etmez açlık hissetmenize yol açan kimyasal maddeler salgılarlar. Bu kimyasal maddeleri salgılayan kısım, aynı zamanda duyguları kontrol eder ve sıkıldığımız ve kendimizi kötü hissettiğimizde hemen buzdolabına koşmamızın başlıca sebebi budur.

• Yemeklerin tadı, kokusu veya görüntüsü de açlık duygusuna neden olabiliyor.

• Yapılan araştırmalara göre, tat alma duyusunu değişik tatlarla tatmin etmek, daha az miktarla yetinmeyi sağlıyor.

• Su içmek kendinizi tok hissetmeniz açısından önemli. Ayrıca vücudunuz susuz kaldığında çoğu zaman açlık hissine benzer sinyaller gönderiyor. Bol su içmek, bedeninizin su istediği zamanlarda yemeğe yönelmenizi engelleyecektir.

• Yiyecekleri uzun süre çiğnedikten sonra yutmak, beynin vücuda giren besinleri kaydetmesine izin vermek anlamına giriyor. Bu sayede tat alma duygusu da tatmin oluyor. Böylece doyduğunuzu anlamanızla, yemeye son vermeniz arasındaki zaman kısalıyor.

• Egzersizleriniz zorlaştıkça vücut ısınız artar ve daha fazla kalori yakmaya başlarsınız. Böylece egzersizi takip eden birkaç saat boyunca iştahınız bastırılmış olur.

• Öğün aralarında dayanılmaz atıştırma duygusunu dişlerinizi fırçalayarak erteleyebilirsiniz.

http://www.haber7.com/haber/20080209/Aciktiran-ve-tok-tutan-yiyecekler.php
#1148
7 öğrencinin katledildiği 16 Mart davası 2008'de zamanaşımı nedeniyle düştü. Müfettişler 'ihmal var' dedi. Ancak HSYK, davayı zaman aşımına uğratmakla suçlanan yargıçları 'suçsuz' buldu.

Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in de katıldığı HSYK Yaz Kararnamesi toplantıları gündemde en önde koşuyor. Ve dedikoduların bini bir para...

Söylenen o ki, devlet içi cinayet ve darbe girişimlerini ortaya çıkarmaya çalışan her dürüst hukukçuya ciddi "iyilikler" düşünülmekte.

***

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) yaz kararnamesinde yapacağı atamalar tartışılırken, Anayasa Mahkemesi Raportörü ve Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Osman Can'ın yaptığı önemli ve ilginç bir tespitini okudum.

Doğan Öz cinayetinin yargı eliyle kapatılmasını anımsatan Osman Can: "HSYK olmasaydı, 17 bin faili meçhul olmazdı" diyor. Ve şöyle devam ediyor:

"Birinci, ikinci ve üçüncü faili meçhuller işlendiğinde adliye aktörleri harekete geçse bu sayı 17 bin olmaz 5 veya 6'da kalırdı."

***

12 Eylül Darbe Lideri Kenan Evren'i yargılamak istediği için Adana Savcısı Sacit Kayasu'nun cezalandırılmasından, şimdi CHP'nin yargılama sözü verdiği eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt hakkında iddianame yazdığı için Van Savcısı Ferhat Sarıkaya'nın meslekten men edilmesine kadar hukuksal skandalların haddi hesabı yok...

HSYK'nın yapısını değiştiren Anayasa değişikliklerine muhalefet edenler bunların üzerinde hiç durmuyor. Bu listeye kamuoyunun bilmediği bir tanesini de ben eklemek istiyorum...

***

Beyazıt'ta 30 yıl önce 16 Mart'ta yedi öğrencinin öldüğü, otuzundan fazlasının yaralandığı katliamın davası, 2008 yılında, aynı Kemal Türkler davası gibi, kamuoyunun gözleri önünde zamanaşımı süresinin dolması nedeniyle düşmüştü.

Böylesine vahim bir katliam davasının nasıl ve neden düştüğü mahkeme tutanakları incelenince aydınlanıyordu. Mahkeme tutanaklarına göre, bombayı getiren dönemin Ülkü Ocakları Başkanı Abdullah Çatlı'ydı... Bomba atıldıktan sonra saldırganları kovalayan polislere bir komiser muavini "geri dönün" emri vermişti. 

O, "dönün" diyen müdür, Emniyet içinde hızla tırmanmış, Terörle Mücadele'nin başına geçmişti. 

Abdullah Çatlı'nın telefon kayıtları incelendiğinde, ölmeden önce o şube müdürü ile beş kez konuştuğu ortaya çıkmıştı.

***

16 Mart Katliamı Davası sırra kadem bastığında, dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin'e şu soruları yöneltmiştim: "Sayın Bakan, bu kadar önemli bir dava, kimler tarafından ve nasıl bir himaye görerek zamanaşımına uğratıldı? 

Ölenler bakan, milletvekili, emniyet müdürü ya da general olsaydı, dava aynı akıbete uğrar mıydı?

Oralarda, kimler tarafından ve nasıl işlendiğini bildiğimiz katliamları koruyarak Ergenekon adına gözdağı veren ve yargıdan daha güçlü olan birileri mi var? Cevaplarsanız çok sevineceğim."

Şahin, işin peşine düştü...

Geldiği noktayı bir televizyonda şöyle özetledi:

"16 Mart davasının zamanaşımından düşmesini müfettişler incelediler, rapor hazırladılar. Raporda 'bir ihmal söz konusu' denildi. 

Biz de disiplin yönünden ihmalde bulunan yargıçlarımızla ilgili karar vermesi için dosyayı HSYK'ya sevk ettik. Kurul başkanı olarak, yargıçlarımızın savunmalarını istedim. Savunmaları geldikten sonra bir 'ihmal var mı, savsaklama var mı' HSYK değerlendirecek, yasa neyi gerektiriyorsa o yapılacak. 

Dosya şu anda Yargıtay'dadır. Yargıtay zamanaşımından düşmesini inceleyecektir."

***

Mehmet Ali Şahin'in Adalet Bakanlığı döneminde müfettişlerin "ihmal" bulduğu raporlarına dayanarak HSYK'ya sevk ettiği yargıçlar hakkında ne karar verildi? Onu yeni öğrendim.

HSYK, 16 Mart Katliam Sanıkları Davası'nı zaman aşımına uğratmaktan "ihmalkâr" davranmakla suçlanan yargıçları "suçsuz" bulmuş...

***

16 Mart 1978 tarihinde İstanbul Üniversitesi'nden çıkarken üzerlerine devlet himayesindeki kişiler tarafından bomba atılıp öldürülenler, yaralananlar sizin çocuklarınız olabilirdi...

Bir el yargı süresince katilleri korusaydı...

Ve sonunda da dava zaman aşımına uğrasaydı...

Davayı zaman aşımına uğratan yargıçları da, aleyhlerine Adalet Bakanlığı müfettişleri raporuna rağmen HSYK aklasaydı, bu devlete, adalete ve HSYK'ya nasıl bakar, ne düşünürdünüz?

Yaz kararnamesi konusunda HSYK'ya yönelik dedikodular maalesef durduk yerde çıkmıyor...

***

Emekli Koramiral Atilla Kıyat geçenlerde 1993 ila 1995 yılları arasındaki "faili meçhullerin" devlet politikası olduğunu söylemişti.

Gerçek bir yargı ve hukuksal vicdan cinayete ortak olabilir mi? Ya da cinayet devlet politikası haline gelebilir mi? Atilla Kıyat açıklamaları ertesinde hep sorduğum soruyu yeniden soruyorum:

"Katiller mi güçlü, hukuk mu?"

Ve maalesef hep aynı cevabı veriyorum:

"Devlet himayeli katillik" daha güçlü...

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/mehmet-altan/bu-bir-hsyk-hik-yesidir-285209.htm
#1149


Emekli Koramiral Atilla Kıyat'tan gündeme bomba gibi düşecek açıklamalar...

Emekli Koramiral Atilla Kıyat, "Darbe düşünen komutanlara sesleniyorum. Sizin düşüncelerinizden dolayı içeride yatan bu kadar insanın, eşlerinin, çocuklarının ve ailelerinin çektiği ızdırabı gördüğünüz zaman vicdanınız rahat mı? Yataklarınızda rahat uyuyor musunuz?" diye sordu.

Kıyat, Habertük kanalında katıldığı bir programda çarpıcı açıklamalarda bulundu. "2002 yılında AK Parti hükümete geldikten ve tek başına iktidar olduktan sonra 'Silahlı kuvvetler içinde darbe yapmak isteyen olmamıştır' dediğimizde, bize kargalar bile güler." ifadelerini kullanan Emekli Koramiral, darbe planladığı iddia edilen komutanlara isim vermeden seslendi.

Komutanlar arasında darbe isteyen olduysa, bunu açıkça dile getirmesi gerektiğini belirten Kıyat, "Biz bunu düşündük deyin. Sonra konjonktür müsaade etmedi, nabız yokladık, olmazmış, vazgeçtik deyin. Bunun karşılığında ceza neyse bunu görün. Ama hiçbir suçu olmayan, sadece ve sadece siz darbeyi düşündüğünüz ve darbe yaptıktan sonra da kullanmayı düşündüğünüz insanların listesini yapıp bilgisayarınıza attığınız ve hiçbir haberi olmamasına rağmen bu insanların, şimdi suçlu olarak mahkeme önündeyken sizin kendinizi rahat hissetmemeniz gerekir." diye konuştu.

Atilla Kıyat, Silahlı Kuvvetler mensubu olmanın özelliklerini doğruluk, cesaret ve dürüstlük şeklinde sıraladı. Kıyat, "Bir şeyi düşündüyseniz, bunun bedelini göze alarak düşünmüşsünüzdür. Lütfen size tekrar çağrı yapıyorum. Bir kısmınız komutanımsınız, bir kısmınız arkadaşımsınız, bu kadar suçsuz insanın hiç yok yere içeride yatmalarını önlemek için, lütfen çıkın ve konuşun." sözlerini sarf etti.

Balyoz davasının bir bilirkişiye ihtiyacı olduğunu savunan Kıyat, "Silahlı kuvvetler mensuplarına güvenemeyebilirler, yani objektif olamaz diye düşünebilirler. Bizim oynadığımız harp oyunları NATO ve ABD'dekiler ile aynıdır. Yani gerekiyorsa yabancı bilirkişi de getirilebilir. Ama savcı ve hakimlerimiz hakkaniyetle bu ayrımını sonunda muhakkak yapacaklardır. Ama bunu süratle yapabilmeleri ve suçu olmayanların bu tutukluluk halinin, ailelerinin, çocuklarının ve torunlarının çektikleri bu stresin kalkabilmesi için bir bilirkişiye ihtiyaç var" şeklinde konuştu.

Atilla Kıyat 1993-1997 yılları arasında işlenen faili meçhullerin devlet politikası olduğunu da iddia ederek şunları söyledi: "1990'la 2000 yılları arasında yapılanlar bir devlet politikası olmasına rağmen bölgede ülkesine karşı kin kusan bir neslin yetişmesine sebep olmuştur. Hukuk dışı uygulamalar olmuştur. Bugün Ergenekon'da faili meçhul cinayetlerden dolayı suçlanan ve içeride olan kimseler vardır. Ama ben devamlı söylüyorum. Bu arkadaşlar o zaman (şimdi albay bunlar) üsteğmendi, yüzbaşıydı. Şimdi diyorlar ki 'Sen Cizre'deyken muhtarı öldürdün' ya da Muhtarla beraber oldun filancayı öldürdün.' Sene kaç? 1994, 1995... Şimdi ben de diyorum ki, lütfen 94'ün, 95'in, 93'ün, 96'nın, 97'nin başbakanları, cumhurbaşkanları, genelkurmay başkanları, OHAL valileri... Yatağınızda nasıl rahat uyursunuz! Lütfen çıkıp açıklayın, bu yıllarda işlenen faili meçhuller terörle mücadele için devlet politikası mıydı ve bu çocuklar devlet politikası mı uyguladılar? 'Hayır böyle bir devlet politikası yok' diyorsanız, söyleyin. Hayır söylemiyorlar. Ben o zaman devlet politikası olduğunu düşünüyorum. O zaman maalesef ülkeyi idare edenler, faili meçhullerin de terörizme önlem olarak gördüklerini düşünüyorum. Çünkü bir üsteğmen, 'Ben Hasan'la Mehmet'i bir halledeyim de bu terörizmi bitireyim' diyemez. Birileri emir verdi."

CİHAN
http://www.bugun.com.tr/haber-detay/111616-atilla-kiyat-tan-sok-aciklamalar-haberi.aspx
#1150
'Heronları düşürelim, çok zayiat veriyoruz' konuşmasında adı geçen Tuğgeneral Mustafa İlhan'ın insansız hava araçlarının bağlı bulunduğu Diyarbakır'daki 8. Ana Jet Üssü'ne komutan olarak atandığı ortaya çıktı.

Bugün gazetesinde yer alan habere göre skandal atama, bu yılki Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) toplantısında yapıldı.

'Adamlarımız' denilen PKK'lılara zayiat verdiği gerekçesiyle Heronların düşürülmesinin istendiği telefon görüşmeleri büyük tepki çekerken yeni bir skandal daha gündeme geldi. Telefon kayıtlarında izinsiz yurtdışına çıktığı ve teröristleri evinde sakladığı bilgisi verilen Hava Kuvvetleri Plan Program Daire Başkanı Tuğgeneral Mustafa İlhan, YAŞ toplantısında Diyarbakır 8. Ana Jet Üs komutanı olarak atandı. İlhan'ın atandığı birliğin ilginç yanı ise Batman'da konuşlu insansız hava araçlarının (Heron) da bu birliğe bağlı olması.

İhanet konuşmasını yapan subayların telefon kayıtlarında Mustafa İlhan'la ilgili iki şok iddia yer alıyordu. İlhan'ın birçok kez 'izinsiz yurtdışına çıkış' yaptığı ve terör örgütü DHKP-C üyesi akrabasının cezaevindeyken adres olarak İlhan'ın kaldığı askerî lojmanları gösterdiği aktarılıyordu. Yasalara göre Genelkurmay'dan izin almadan yurtdışına çıkan askerî personel hapisle cezalandırılıyor ve bu ceza ertelenmiyor. Bu suçtan dolayı birçok askerî personelin hapis cezası aldığı vurgulanıyor. Ayrıca izinsiz yurtdışına çıkan personelin terfi ettirilmemesi gerektiği de kaydediliyor.

İlhan'ın terörist yakınını evinde sakladığı iddiasıyla ilgili olarak da TSK mensupları ve yakınları hakkında güvenlik soruşturması yapıldığını kaydeden kaynaklar, güvenlik soruşturmasında olumsuz bir durumla karşılaşılan subayın incelemeye alındığını belirtiyor. Bu subayların durumu temize çıkıncaya kadar, değil terfi etmesi hassas görevlere dahi verilemeyeceği kaydediliyor. MİT tarafından tespit edilen ve Genelkurmay'a gönderilen 'ihanet' görüşmesinin başlangıcında iki subay arasında, "İlhan Komutan' olarak nitelendirilen kişinin sorununun çözülmesi için para konuşması yapılıyor. İlhan Komutan'ın dosyasını kapatanların temiz ve iyi iş yaptığı belirtilen konuşmada ciddi risk alındığı da vurgulanıyor. Konuşmanın devamında ise Bugün gazetesinin gündeme getirdiği Heronların düşürülmesine ilişkin skandal görüşme gerçekleşiyor. İSTANBUL ZAMAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1013649&title=genelkurmay-ihanete-karisan-tuggenerali-heron-komutani-yapti
#1151
Bugünkü yazımı Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir'in 'bayrak' konusunda yaptığı konuşmaya, İspanya-Barcelona (Katalunya) göndermesine ayıracağımı, bir önceki yazımın sonunda belirterek kendimi bağlamıştım. Ne var ki, YAŞ'la ilgili gelişmeler dün öyle bir seyir izlemeye başladı ki, 'sözümü tutmak' şu gün 'meleklerin tartışması'na dalmaya benzeyecek.
Sözümü tutacağım ama Osman Baydemir'in sözleri konusundaki yazıyı uygun bir güne erteleyerek. Bu arada, dünkü Radikal'de Tarhan Erdem'in bu konuya ayırdığı gayet öğretici ve ilginç yazıya dikkat çekmek istiyorum.
YAŞ'ta ne oldu? Ne oluyor?
Normalde, önceki gün Çankaya Köşkü'ne imzaya çıkartılan Silahlı Kuvvetler üst kademesine ilişkin terfi-tayin kararnamesiyle yeni Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının isimleri belli olurdu. Oysa, Kara Kuvvetleri Komutanı olarak atanması beklenen Orgeneral Hasan Iğsız, bu makama getirilmeyince, ona yerini boşaltarak Genelkurmay Başkanı olması söz konusu olan Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Işık Koşaner'in Genelkurmay Başkanlığı'na atanması kararnamesi de tekemmül etmedi. Önceki gün itibarıyla, Genelkurmay Başkanlığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na atama yapılmamış oldu.
Ertesi gün yani dün itibarıyla 'dramatik gelişme' sayılan ise, Jandarma Genel Komutanı iken, Hasan Iğsız olmayınca Kara Kuvvetleri Komutanı olarak atanması beklenen eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Attila Işık, 'emekliliğini' istedi. Eski, zira Jandarma Genel Komutanlığı'na önceki gün atama yapılmıştı.
Ortaya çıkan durum, Silahlı Kuvvetler piramidinin üste ve alta doğru olarak karıştığını yansıtıyor. TSK'nın 'teamülü'nde kimin hangi tarihte kuvvet komutanı olacağı, buna bağlı olarak Genelkurmay Başkanı'nın ne zaman, ne süreyle ve kim olacağı yıllar öncesinde belli oluyor. Oysa, dün gelinen nokta, 'teamül'e hükümet tarafından müdahale edilmiş olduğundan, 'piramit'in karmakarışık olması sonucunu doğuruyor.
Çözülemez bir sorun değil; toparlanır.
***
Militarizm virüsü damarlarındaki kanda (ve bilinçaltından) sürekli dolaşan Türkiye'nin ana akım medyasının Ankara büroları Orgeneral Attila Işık'ın emekliliğini istemesinden çok heyecanlandılar. Bunu 'YAŞ satrançı'nda 'askerin müthiş bir hamlesi' olarak takdir duygusuyla izleyenler olduğu da seziliyor.
Ortada bir 'satranç' mı var?
Cumhurbaşkanı'ndan hükümet yetkililerine dek, herşey normal seyrinde gelişiyor. Askerlerin bir bölümü ve askerciller açısından ise 'çok ciddi bir kriz' ve 'karşılıklı satranç hamleleri' söz konusu.
Çok haksız değiller. Şayet Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye'deki hukuktan, bağlı olması gerektiği yürütme organından tümüyle bağışık, tümüyle ilişkisiz olması gereken siyasete boğazına dek batmış, bu ülkenin bir 'özerk' kurumu ise, YAŞ'ta gelinen nokta, onun bütün bu özelliklerine müdahale niteliğinde olduğu için, karşı-tepki veriyor ve ortaya bir 'satranç' görüntüsü çıkıyor.
Hükümetin yapacağı tek şey, hukuk içinde kalmak ve yasaların kendisine verdiği yetkiyi kullanmak. Bunu yaptığı ve yapmaya devam ettiği sürece, kimilerinin 'satranç' diye gördükleri 'oyun' sona erer. Bu da son zamanlarda akıl almaz ölçüde itibar erozyonuna uğramış olan Silahlı Kuvvetler'in yitirdiği itibarını geri alabilmesi için iyi bir fırsat, dolayısıyla söz konusu kurumun yararına olur.
Mesele, hukuk içinde kalınacak ise, öyle çok da karışık ve karmaşık değil. YAŞ'ın Genelkurmay Başkanı atama-sı ile kuvvet komutanları ataması konusunda bir yetkisi yok. Kuvvet komutanları, üçlü kararname ile atanıyor. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milli Savunma Bakanı imzası şart. Genelkurmay Başkanı için ise Bakanlar Kurulu kararı gerekiyor.
Yani, söz konusu makamlara atamalara ilişkin yetki olması gerektiği gibi- sivil otoriteye ait. Başbakan Tayyip Erdoğan, Orgeneral Hasan Iğsız'ın Kara Kuvvetleri Komutanı olmasını istemediği için, kararnamesini imzalamadı. Niçin istemedi? Çünkü, Iğsız, geçen yıla ait ve hükümetin internet ortamında fişlenmesi anlamındaki 'internet andıcı'ndan ötürü hakkında soruşturma açılmış bir isim. Dahası, Balyoz soruşturması yani 'darbecilik' nedeniyle haklarında 'yakalama kararı' çıkmış general ve amiraller de terfi ve tayinden nasibini almadı.
Böyle olmasında ne anormallik var? Askeri Personel kanunu dahil, yürürlükteki her yasa metninin gereğine uyulmuş oluyor. Hem 'darbecilik' soruşturmasının muhatabı ve üstelik soruşturmadan kaçar halde, saklanır ya da erişilmez durumda, hakkınızda 'yakalama kararı' çıkmış olacak ve o arada Türk Silahlı Kuvvetleri'nin en üst kademelerine tırmanacaksınız, altınızda binlerce kişilik silahlı güce komuta edeceksiniz. Soruşturmanıza konu olan 'darbe girişimi'nin muhatabı hükümet ise, sizi terfi ettirecek, gücünüzü arttıracak. Böyle şey olur mu?
Efendim, 'teamül'. Bu 'teamül'e göre, İstanbul'daki 1. Ordu Komutanı yaşı ve kıdemi elverirse, Kara Kuvvetleri Komutanı, Kara Kuvvetleri Komutanı ise yaşı ve kıdemi elverirse, Genelkurmay Başkanı olur. Bu iş öyle ayarlanmıştır ki, yıllar öncesinden kimin hangi makama getirileceği aşağı yukarı bellidir. Havacı bir general ya da denizci bir amiralin Genelkurmay Başkanı olmasına rastlanamaz. YAŞ toplantıları, Başbakan'ın ve Milli Savunma Bakanı'nın mostralık olarak oturduğu her yılın Ağustos ayı başındaki rutin bir görüntüden ibarettir. 'Anayasal Başkomutan' Cumhurbaşkanı ise, hükümetin mostralık görüntü verdiği YAŞ toplantısı sonuçlarının mühür basma mevkiinden başka bir rol sahibi değildir.
'Teamül' denilen budur, bu olagelmiştir.
TSK'nın teamülü denilen, TSK'nın hukuktan ve Türkiye'nin yürütme organından bağışıklığı anlamından başka hiçbir şeye gelmiyor. Boğazına kadar siyasete batması ve sık sık içinde mantar gibi 'darbeci eğilimler' üretmesi de bu yüzden.
Hükümetin YAŞ'a ilişkin 'yetki kullanması' yasaldır ve meşrudur. Bu hükümet, YAŞ'a ilişkin yetkisini, bu kez yasal ve meşru olmaktan da öteye haklı gerekçelerle kullanıyor.
***
Bugün ortaya çıkan durumun geçmişte emsalleri var. Militarist virüsten enfekte medya mensupları hatırlamakta zorlanabilirler. 1987'de Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Üruğ, YAŞ toplantısından önce sürpriz biçimde emekli olmuştu. 'Teamül'e göre, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Necdet Öztorun'un Genelkurmay Başkanlı-ğı'na getirilmesi bekleniyordu. Başbakan Turgut Özal, 'teamül'e bakmadı, yetki kullandı ve Orgeneral Necip Torumtay'ın Genelkurmay Başkanı olarak atanmasını sağladı. Necdet Öztorun, 30 Ağustos resepsi-yonu için, 'Genelkurmay Başkanı' sıfatı yazılı davetiyeler bile bastırmış-tı. Özal'a el altından "Rezil olacağım. Davetiye bastırdım. Atamamı yapın. Söz, 30 Ağustos'tan sonra istifa edeceğim" diye mesajlar geldiğini de biliyoruz. Turgut Özal, kulak asmadı.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay, 1990'da Körfez Savaşı'na giden günlerde Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile ters düşmüştü. Aniden istifasını verdi. O sırada Kıbrıs'taydım. Rauf Denktaş beni çağırdı. Çok heyecanlı idi. Ne olacaktı şimdi?
Bir şey olmadı. Turgut Özal, daha sonra bana, Torumtay'ın istifasını öğrenince, hiç telaşa kapılmadığını, yerine Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Doğan Güreş'in atanmasını sağladığını anlatmıştı.
Hükümetler hükümet etmeye karar verdikleri vakit, sorun çıkmaz. Bu ülkenin ordusu, hukuk dışına çıkmadığı ve yetkisini kullandığı için, 'teamül' adına kazan mı kaldıracak?
Ne yani; hükümeti devirmeye mi kalkacak, filanca yerine falanca değil de beriki atandı diye? Mevcut soruşturmalar zaten bu gibi girişimlerle ilgili değil mi?
Kimseyi de zorla belirli bir makama oturtamazsınız. Attila Işık, Kara Kuvvetleri Komutanı olmak istemez, emekli olmak isterse; emekli olur. Ama Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na da, daha üstüne, Genelkurmay Başkanlığı'na da, daha alt makamlara da birileri mutlaka oturur.
Aksi 'kazan kaldırmak' olur.
Silahlı Kuvvetler'in üst kademesinin ikide bir 'demokrasiye bağlılık' beyanlarında bulunmasına bakılırsa, sivil otoriteye 'kazan kaldırması' beklenemez.
Ankara medyasının kendi kendine oynadığı 'iktidar satrançı' oyununda 'şahmat' olması ise kuvvetle muhtemeldir.
#1152
Yüksek Askerî Şûra toplantılarının tarihinde bir ilk gerçekleşti. Hükümet, teamülleri çizdi, yargı kararlarına uyulmasını istedi. Devam eden davalarda sanık durumundaki generallerin, terfilerine geçit verilmedi. Demokratikleşme ve sivil-asker ilişkilerinde, normalleşme adına, yeni bir döneme girildi.

AK Parti hükümeti, 27 Nisan muhtırasına karşı dik duruşunu, YAŞ kararları vesilesiyle bir daha gösterdi. Bu duruş, "iktidarsam, muktedirim" mesajının yenilenmesidir. Aksi olsaydı, toplantıda, askerlerin önüne koydukları listeleri onaylayan ve onların dayatmasına boyun eğen bir hükümet tablosu çıksaydı AK Parti biterdi... Referandumda hayır çıkmasını isteyen cephenin eli de güçlenirdi. Şimdi 'evet'in önündeki en büyük engel de aşıldı...

YAŞ kararlarının bu şekilde gerçekleşmesinde Sayın Cumhurbaşkanı'nın rolünü unutmamalıyız. Çankaya'da, vesayetin değil, demokratikleşmenin taraftarı bir Cumhurbaşkanı'nın oturuyor olmasının önemini bir daha görmüş olduk.

Genelkurmay, YAŞ'ta neden hükümet ile restleşme içine girdi? Çünkü Ergenekon davası ile başlayan süreci, çok kötü yöneten bir Genelkurmay Karargâhı var. Bu da, Türkiye değiştiği, çağ değiştiği halde, askerin zihniyet değişikliğine gidememesinden kaynaklanıyor. Askerler, örneklerini 28 Şubat sürecinde bolca gördüğümüz malum medyanın da artık güçsüzleştiğini anlamıyor. Daha önce kontrol altında tutulan medyanın, artık kamuoyunu etkileme gücünün kalmadığını göremiyorlar. Ya da kabullenemiyorlar. Hâlbuki artık neredeyse her gün uğraştıkları ve baş edemedikleri alternatif bir medya var. TSK içinden, Heron görüntülerinden tutun, yazışmalara, raporlara kadar neredeyse her hafta bu medyaya yeni bilgi ve belge akışı var. Halkın daha çok güvendiği, daha önemsediği bu medya kuruluşlarına hâlâ tavır koyuyorlar, hukuk dışına çıkarak akredite etmiyorlar.

Vesayetten yana hiç kimse, gerçeklere karşı direnmekle, susmakla, anlamsız çıkışlar yapmakla, tehditler savurmakla, bu süreci yönetemez. İşte en son Heronların naklen yayınladığı PKK saldırılarının görüntüleri... Rejimin televizyon kanalları göstermiyor, ama alternatif kanallar günlerdir yayınlıyor. Bunlar, yürek dayanmaz görüntüler. Ana kuzusu evlatlarımızın nasıl kahpece şehit edildikleri dakikalarca seyredilmiş... Hem de 30 merkezden birden. Helikopterler 10 dakikalık mesafede iken, bir saat boyunca neden yardıma gidilmemiş? O hale nasıl tahammül edilmiş? Millet olarak bu sorularla çıldıracağız, aklımızı yitireceğiz. Ama Genelkurmay 6 gündür susuyor. Sustukça durum daha da ağırlaşıyor...

Mesele kimin hangi komutanlığa yükseleceği, kimin terfi edeceği meselesi değil. Mesele, Silahlı Kuvvetler'in, artık başına buyruk konumdan, demokrasi içine çekilmesi... Anayasa'ya göre TSK Başbakan'a karşı sorumlu.. bağlı bile değil. Ne kadar sorumlu, nasıl sorumlu, sorumluluğunu yerine getirmezse ne olur, bunların hiçbirinin cevabı yok... Devlet Denetleme Kurumu, Sayıştay TSK'yı denetleyemiyor. Kimlerin terfi edeceklerini, kaç sene sonra hangi komutanlıklara geleceklerini önceden belirleyen bir kurum, demokrasinin dışındadır. Davul, halka hesap verme durumunda olan hükümetlerin sırtında, tokmak askerlerin elinde... Bu böyle devam eder mi?

Ortada hükümet-asker hesaplaşması yok. Vesayetin iki ceza profesörünün fetvasıyla yanıltılan Genelkurmay'ın, yargı kararlarına uymasını isteyen sivil iradenin dik duruşu var. Yargının yakala talimatı verdiği generaller bir türlü gelmiyor. Orduevlerinde topluca bulundukları iddiaları doğru ise, söylenecek söz yok...

Hükümet yargıdan yana tavır koyarak, asker içindeki cunta himayeciliğine karşı bir mesaj vermiştir. Yargıya intikal eden davalarda, herkesin hukukun üstünlüğüne boyun eğmesi gerektiğini bir daha hatırlatmıştır. Tamam, yargısız infaz yok, ama sanık sıfatını taşıyanların da, "biz tanıyoruz, suçsuzdurlar" diye himaye edilmesine, bundan böyle itiraz edilecektir. Şimdi sıra, arananların teslim olmasında...

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1012963&title=muhtiradan-sonra-ikinci-dik-durus
#1153
İnsansız hava taşıtı Heronların görüntülerini kamuoyuyla paylaşan personeli bulmak için Genelkurmay Askerî Savcılığı soruşturma başlatmış.

30 ayrı birimde çalışanların evleri ve hatta yakınları arama ve sorgu kapsamındaymış. 'Heronları düşürün' diyen subayları soruşturmada 3 yıldır mesafe alamayan; Çukurca'da kendi mayınımızla şehit ettiğimiz erlerle ilgili sivil savcılığın havale ettiği dosya hakkında açıklama bile yapamayan askerî savcılık, demek ki istenirse epey hızlı olabiliyormuş! Umarız hız almışken diğer dosyalara da bakmayı ihmal etmezler. Etmezler de, Karargâh'ın önünde basın açıklaması yapmasına dahi izin verilmeyen gözü yaşlı ailelerin acıları bir nebze dindirilir.

Halk, bu görüntüleri bilgisayar oyunu veya macera filmi gibi izleyip gereğini yerine getirmeyenleri merak ederken, askerî savcılığın 'kim sızdırdı'ya odaklanması acı veriyor. Kimse, askerî sır kavramının arkasına saklanmasın. Dünkü gazetelerde yer alan iki haber bu kavramın da içinin ne kadar boşaltıldığını gösterdi. İstanbul'da çökertilen fuhuş çetesinde askerî sır niteliğinde belge ve krokiler ele geçirildi. Diğer haberde ise Orgeneral Hasan Iğsız'ın savcı ve hâkimlerin girmesine izin vermediği Birinci Ordu Kozmik Oda'sından iki bilgisayarın çalındığı anlatılıyordu. 17 haneli şifreyle girilen odadaki bilgisayarlarda çok önemli bilgiler ve kriptolama sistemleri bulunuyor. Söz konusu bilgisayarları çalanı bulmak daha kolay, ama bugüne kadar herhangi bir girişimden haberimiz olmadı.

Normal şartlarda istihbarata karşı koyma ve sızmaları önleme, güvenliğin en önemli boyutlarından biri. Hayati kurumlardaki her türlü sızma soruşturulmalı. Ancak hepsinden önce medyanın gündeme getirdiği iddiaların üzerine gidilmeli. Gerçekten 30 ayrı birim terörist saldırıyı canlı yayında izledi ve kimse kılını kıpırdatmadıysa asıl bunun hesabı sorulmalı. Ve bu bilgiyi kamuoyunun dikkatine sunan kişi bulunup ödüllendirilmeli. Zira bu bir sırrın değil, ihmalin belki de ihanetin ifşasıdır. Kariyerini hatta hayatını riske sokarak görüntüleri medyaya ulaştıranlara ancak minnet ve şükran duygularımızı ifade edebiliriz. Ne yani 'kol kırılır yen içinde kalır' mantığı devam mı etseydi? Gediktepe, Hantepe, bilmem ne tepe diye sıralanıp giden ve yüreklere ateş düşüren saldırılara yenileri mi eklenmeliydi? Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, Hasan Iğsız ve Balyoz sanıklarının rütbeleri için verdiği mücadeleyi, o gariban çocukların yaşam hakkı için de gösterseydi, 'meçhul subaylar'a ihtiyaç kalmazdı.

Buradan gündemdeki diğer konulara da paralellik kurabiliriz. Anayasa paketindeki en önemli kalemlerden biri askerî yargının görev ve yetkilerini düzenleyen 145. maddedeki değişiklikler. Hem askerî yargının alanı daraltılıyor hem de hakimlik teminatı getirilerek emir komuta zinciri dışına taşınıyor. 28 Şubat darbesinin sembol davasında Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu ve polis memuru Kadir Sarmusak'a beraat veren hâkimlerin başına gelenleri hatırlayalım. Genelkurmay Adli Müşaviri Tuğgeneral Erdal Şenel'in baskılarına maruz kalan heyetin iki üyesi sürgüne gönderilirken, bir üyesi eşi başörtülü olduğu gerekçesiyle YAŞ'ta ordudan atılmıştı. Örnekleri daha da çoğaltabiliriz.

Diğer konu da Yüksek Askerî Şûra'da sivil otoritenin patronajını ilan etmesinin zarureti. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın anayasa ve kanunlardan aldığı yetkileri kullanması, askerin doğal sınırlarına çekilmesini sonuç verecek. Son günlerde yaşadıklarımız bunun ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Şayet hükümet ilkeli durmasaydı, konuştuğumuz ihmallerde (umarız ihanet değildir) adı geçen komutanlar bile rütbe almış olacaktı. Millete hesabı veren, faturayı ödeyen sivil otoritenin kararı da vermesini öngören çağdaş uygulamaya bir adım daha yaklaşmış olduk. 'Siviller askerlerin işine karışmasın' diyen CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun referandumda 'hayır' demesi ne kadar münasip düşüyor, değil mi!.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1012959&title=asil-heron-skandali-bu
#1154
Genelkurmay Başkanlığı, terör örgütünün 7 Mehmetçik'i şehit ettiği Çukurca Hantepe'deki kanlı baskını, Heron'un kamerasından izlemekle yetinen 30 birimden hesap sormak yerine görüntülerin basına sızmasıyla ilgili operasyon başlattı.

Genelkurmay Askeri Savcılığı, bu birimlerde çalışan tüm personelinin evlerine sabah saatlerinde eşzamanlı operasyon düzenledi!

Hantepe Karakolu'na yapılan baskındaki ihmali saniye saniye göz önüne seren Heron Skandalı, Genelkurmay'ı derinden yaraladı.. Görüntülerin Taraf Gazetesi'nde yayınlanmasının ardından önce haberi yayınlayan Mehmet Baransu'yu baskı altına alan askeri kanat, "Görüntüleri kimlerin sızdırdığı" konusunda bir cevap alamayınca, bugün bir başka yönteme başvurdu.

Heron adlı insansız hava uçağından gelen görüntüleri 30 ayrı merkezde canlı olarak izleyen askeri personeli göz hapsine alan Genelkurmay Askeri Savcılığı, bugün sabah saatlerinde şüphe uyandıran personelinin evine eşzamanlı baskınlar düzenledi.

Baskında personellerin evleri ve akrabalarına ait işyerleri didik didik arandı. Askeri Savcılık, Heron kayıtlarının çoğaltılıp evlere götürülüdğü şüphesiyle yaptığı aramalarda şu ana kadar herhangi bir bulguya rastlamazken, evleri basılan askeri personel ve yakınları da tek tek sorguya alındı..

Operosyonu büyük bir titizlikle gerçekleştiren Genelkurmay Askeri Savcılığı'nın, "Köstebeği" bulmak için çok farklı taktikler denediği de ortaya çıktı. Sorgulananlar arasında adı geçen askeri personellerin eş ve çocukları bile çapraz sorguya alındı ve bu görüntüler hakkında bilgileri olup olmadığı soruldu. (internethaber)

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1012813&title=genelkurmaydan-dev-operasyon
#1155
Emniyet Genel Müdür Yardımcısı ve Trafik Hizmetleri Başkanı Osman Karakuş, Karayolları Trafik Yönetmeliği'nde değişiklik yapılıncaya kadar bölünmüş (duble) yollardaki hız sınırını 90 kilometreden 110 kilometreye çıkaran yasanın uygulanmayacağını söyledi.

Karakuş, AA muhabirine yaptığı açıklamada, TBMM Genel Kurulunda kabul edilen Karayolları Genel Müdürlüğü Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanunuyla bölünmüş yollardaki hız sınırının 110 kilometre çıkarıldığını anımsattı.

Bu yasaya göre, üst sınır 110 kilometre olmak kaydıyla, hız sınırının, yolun durumu ve aracın cinsine göre yönetmelikle belirleneceğini ifade eden Karakuş, Ulaştırma Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı ile Bayındırlık ve İskan Bakanlığı'nın, Karayolları Trafik Yönetmeliği'nin ilgili maddesinde değişiklik yapmak için ortak bir çalışma yürüttüğünü söyledi.

Değişiklik yürürlüğe girinceye kadar, bölünmüş yollarda hız sınırını 110 kilometre çıkaran yasanın uygulanamayacağını belirten Osman Karakuş, şöyle dedi:

''Yeni yasayla bölünmüş yollarda azami hız 110 kilometreye çıkarıldı. Ancak yasa, hız sınırının, yolun durumu ve aracın cinsine göre yönetmelikle düzenlenmesini istiyor. Ulaştırma ve İçişleri Bakanlığı ile Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, Karayolları Trafik Yönetmeliği'nin ilgili maddesinde değişiklik yapılması amacıyla çalışma başlattı. Değişiklik yürürlüğe girinceye kadar bölünmüş yollarda 110 kilometre hız limiti uygulanmayacak. Türkiye'deki bölünmüş yolların vasıfları, teknik yapıları aynı durumda değil. İyi olanlar var, olmayanlar var. Ayrıca otomobiller için 110 kilometre olarak belirlenen azami hız limiti yönetmelikle aşağıya çekilebilir. Diğer vasıtalar için hız limitleri de Karayolları Trafik Yönetmeliği'nde yapılacak değişiklikle topluca düzenlenecek. Bunun çalışmaları yapılıyor.''

-79 BİN ALKOLLÜ SÜRÜCÜ-

Osman Karakuş, alkollü araç kullanan sürücülerin hapis cezasına çarptırılmasını öngören bir tasarı taslağı üzerine de çalışıldığını belirterek, ''Uzun zamandır üzerinde çalıştığımız yeni tasarı kanunlaştığı takdirde, alkollü halde araç kullananlara TCK'nın 179. maddesine göre 2 yıla kadar hapis cezası verilecek. Bu tasarının önümüzdeki yıl, TBMM gündemine geleceğini tahmin ediyoruz. Biz İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü olarak bu alandaki çalışmalarımızı tamamladık'' dedi.

Yürürlükteki mevzuata göre, alkollü araç kullananların ehliyetinin 6 ay, 2 yıl ve 5 yıllık sürelerle geri alındığını ifade eden Karakuş, şunları kaydetti:

''Belirli süreyi dolduran tekrar ehliyetine kavuşuyor. Kanunlaştığı takdirde yeni tasarıda, alkollü araç kullananlara TCK'nın 179. maddesine göre 2 yıla kadar hapis cezası öngörülüyor. Alkollü araç kullananlar, gerek kendilerinin gerekse diğer vatandaşların can ve mal güvenliğini tehlikeye atıyorlar. Amacımız, alkollü olarak araç kullanmanın insanlara trafikte verdiği zararları ortadan kaldırmak.

Bu yılın ilk 6 ayında 79 bin kişinin ehliyetini alkollü araç kullanmaktan dolayı geriye aldık. Geçen yılın ilk altı ayına göre bu oran yüzde 45 artmış. Denetim yaparak, alkolün, süratli ve uykusuz araç kullanmanın, kırmızı ışık ihlallerinin yol açtığı ölüm ve yaralanmaları asgari düzeye çekmeye çalışıyoruz. Çalışmalara bağlı olarak geçen yıla oranla işlem sayısında yüzde 45'lik bir artış olmuş. Denetimlerimizi arttırarak vatandaşlarımızın can ve mal güvenliğini sağlamayı amaçlıyoruz.''

-KIRMIZI IŞIK İHLALİ YAPANLARIN EHLİYETİNE EL KONULACAK-

Osman Karakuş, tasarı taslağında ayrıca, özellikle şehir içinde trafik kazalarının başta gelen nedenlerinden biri olan kırmızı ışık ihlallerine ilişkin düzenlemeler de bulunduğunu belirtti.

Mevcut uygulamaya göre, kırmızı ışığı ihlal edenlerin sadece para cezası ödediğini, başka müeyyideyle karşılaşmadığını kaydeden Karakuş, ''Tasarıya göre, bir kişi, 1 yılda 5 kez kırmızı ışığı ihlal ederse ehliyeti geçici olarak 1 yıl süreyle geri alınacak. Kanun koyucu, kırmızı ışığı ihlal etmeyi alışkanlık haline getirenlere böyle bir yaptırım öngörüyor. 'Cezamı verir, kırmızıda geçerim mantığı bir tarafa bırakılıyor. 1 yılda 5 kez kırmızı ışık ihlali yapanların ehliyeti 1 yıl alınacak. Ayrıca ihlal yapan sürücü 1 yılın ardından ehliyetini geri alırken psikoteknik muayeneye de tabi tutulacak'' diye konuştu.

Güvenlik güçlerinin yaptığı çalışmaların olumlu sonuçlarını da gördüklerini ifade eden Karakuş, sözlerini şöyle sürdürdü:

''2000 yılında Türkiye'de 8 milyon 800 bin araç, 13 milyon 800 bin sürücü vardı. Aynı yıl 5 bin 566 vatandaşımız trafik kazalarında hayatını kaybetti. 2010 yılı verilerine göre ise trafikte 14 milyon 300 bin araç var. Sürücü sayısı da 20 milyon 460 bin oldu. 2010 yılında 4 bin 300 vatandaşımızı trafik kazasında kaybettik. Kazalarda hayatını kaybedenlerin sayısı azaldı. Ancak bu bizim için yeterli değil. Denetimlerimizi arttırarak bu sayıyı daha da aşağıya çekmeyi hedefliyoruz.

Bölünmüş yolların çoğalması, karşılıklı çarpışma şeklindeki kazaların önemli ölçüde azalması, gerek kazaları, gerekse ölüm olaylarını düşürdü.''

Elektronik denetleme sistemlerini Türkiye'nin her tarafında ve günün her saatinde yaygınlaştırdıklarında, vatandaşın can ve mal güvenliğinin tam anlamıyla sağlanmış olacağını bildiren Karakuş, denetimlerde vatandaşları tuzağa düşürmek gibi bir amaçlarının asla olmadığını kaydetti.

Vatandaşların güvenli seyahat etmesini amaçladıklarını ifade eden Karakuş, trafik kazalarının, denetimler sayesinde en asgari düzeye düşmesini istediklerini söyledi. Vatandaşların yaşamla zaman arasında bir tercihleri olduğunu anlatan Karakuş, ''Ya yaşamı, ya zamanı tercih edecekler. Zamanı tercih ederek acele ettiğinde yaşamını tehlikeye atmış oluyor. Biz vatandaşlarımızı sabır ve hoşgörü tavsiye ediyoruz'' diye konuştu.

AA
http://www.haber7.com/haber/20100804/Duble-yolda-110-Km-beklemeye-alindi.php
#1156
Türkiye'nin yakın geleceğine kalın izler bırakacak başdöndürücü gelişmelerin yaşandığı günlerden geçtiğimiz kesin.
12 Eylül anayasa değişikliği referandumu, bununla bağlantılı olduğu sezilen tırmanan terör, tırmanan terörün arka planında Taraf gazetesinin üst üste yayımladığı, medyanın bir bölümünün inatla görmezden geldiği skandal durumlar, Balyoz soruşturması kapsamında haklarında yakalama kararı bulunan 102 muvazzaf ve emekli subay ve Silahlı Kuvvetler'in yapılanmasını belirleyecek, devam eden Yüksek Askeri Şûra toplantıları.
Bunların herhangi biri tek başına ve ayrıca bir arada, içiçe geçmiş daireler halinde, Türkiye'de rejimin rengini ve ülkenin yakın, belki de uzak vadedeki geleceğini belirleyecek önemde.
Yüksek Askeri Şûra, her yıl aynı dönemde toplanır. Görünürde rutin bir toplantı. Bu yılın YAŞ toplantılarının önemi, haklarında yakalama kararı çıkarılan ve terfi listesinde bulunan Balyoz şüphelisi 11 general ve amiralin durumunun da masaya yatırılması.
Bu konuda karar verecek olan Şûra'da Ergenekon davalarından birinin bir numaralı sanığı konumunda olan Üçüncü Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk de var. Saldıray Berk, bir numaralı sanık olarak yargılandığı duruşmaya gitmemişti ama YAŞ toplantılarına katılıyor. Tam karşısında da Başbakan Tayyip Erdoğan oturuyor!
***
Radikal'in internet sitesinde dün bu konudaki haberle ilgili şu satırları okudum:
"YAŞ'ın bu toplantısını ilginç kılan unsurlardan biri de 3. Ordu Komutanı Orgeneral Berk ile ilgiliydi. Erzurum'daki Ergenekon davasının bir numaralı sanığı olan ve 'terör örgütü üyesi' olmakla suçlanan Orgeneral Berk, YAŞ tarihinde ilk kez, yargılaması sürerken Şûra'ya katılan üye oldu. Bunda, 'Berk hakkındaki iddiaların 61 sayfalık iddianamede yalnızca bir sayfa tuttuğunu, hakkındaki üç iddiayı inceleyip yanlış olduğu kanaatine vardıklarını' söyleyen Orgeneral Başbuğ'un tavrı belirleyici etkendi."
Eğer bu satırlar doğruysa, Cumhuriyet tarihimizin 'en büyük hukuksuzluk' manzaralarından biriyle karşı karşıyayız demektir. Türkiye Cumhuriyeti'nde savcılara, mahkemelere, iddianamelere, yargıç kararlarına ihtiyaç kalmamış demektir.
Herhangi bir asker kişiyle ilgili iddianameyi Genelkurmay Başkanı'na gösterin, hükmü o ve yakın çalışma arkadaşları versin; olsun bitsin. Eğer Genelkurmay Başkanı, bir davada 'bir numaralı sanık' konumunda bulunan bir asker kişi hakkındaki iddiaların sadece bir sayfada yer aldığı ve hakkındaki üç iddiayı inceleyip 'yanlış olduğuna' hükmederse, iş bitmiştir. Mahkemeye gerek kalmamıştır. 'Sanık' beraat etmiş sayılır.
Bu, budur.
Görevini terk etmeye hazırlanan Genelkurmay Başkanı'nın benimsediği ve karargâhından yapılan açıklamalarda sık sık vurgulanan 'masumiyet karinesi' diye bir kavram söz konusu. 'Masumiyet karinesi', hukukun temel kavramlarındandır. Herhangi bir kimse, suçu kanıtlanmadıkça ve hakkında kesinleşmiş yargı kararı bulunmadıkça 'masum'dur, yani 'suçlu' değildir.
Bu 'karine' elbette 3. Ordu Komutanı için de, YAŞ toplantılarında durumları ele alınacak terfi sırası gelmiş 11 general ve amiral için de, Balyoz soruşturmasında haklarında 'yakalama kararı' çıkartılmış diğer muvazzaf ve emekli subaylar için de geçerlidir.
Ancak, bu 'karine', söz konusu kişilerin 'sanık' sıfatını da ortadan kaldırmıyor, haklarında 'yakalama kararı' verilmiş olmasını da iptal etmiyor. 'Sanıklar' hakkındaki kararı ise bir 'Hukuk Devleti'nde Genelkurmay Başkanı her kimse o değil, yargı verir.
Sanıklardan birinin YAŞ toplantısına katılıp Başbakan'ın karşısında oturması, bir başkasının İçişleri Bakanı'nın yanında Dörtyol'da Beşir Atalay'ın "Dörtyol göründüğü gibi değil, bu olayları azmettiren, tahrik eden birileri var" dediği- olayın ardından boy göstermesi akıl alacak şeyler değil. Bunların yakışıksız görüntüler olduğu ve Türkiye'deki 'hukuk kavramı'nı ayaklar altına aldığı ise ortada.
***
Taraf gazetesinde dün Namık Çınar köşe yazısının sonunu "Hükümete sesleniyorum: Bakın!.. Mahkemece 'yakalanması' istenen o 102 kişiyi hemen toplayıp, içeriye atmazsanız... Türkiye'nin ceza evlerinde ne kadar tutuklusu varsa, hepsini serbest bırakmalısınız. Ona göre!.."
öfkeli haykırışıyla noktalamıştı.
Hükümetin gücü olsa, bu öfkeli haykırışın gazete sayfalarına yansımasından önce gereğini yapabilirdi. 'Muhatap', eski-yeni Silahlı Kuvvetler personeli olunca, öyle bir gücü olmadığı besbelli.
Böyle bir 'kilitlenme' durumunu gidermek, ülkenin 'hukuk dışı' bir yönetim yapısına kaymasını önleyebilmek ve rejimin üzerine yığılan 'sıkışıklık'ı aşabilmek için en ve şu sıra itibarıyla en meşru araç, halka başvurmak.
12 Eylül'deki referandum bu demek.
12 Eylül referandumunun önemi, 12 Eylül 1980 ile hesaplaşmaktan ziyade, ondan daha da önemlisi Türkiye'nin önünü 'hukuk yolu' ile açabilmekten kaynaklanıyor.
Ülkenin en büyük kozu olan 'hukukun üstünlüğüne dayalı demokrasi' için 'Evet'ten başka yol var mı?

http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&Date=03.08.2010&ArticleID=1011459
#1157
İşçi Partisi'ni itirazını değerlendiren Yüksek Seçim Kurulu, 12 Eylül 2010 olarak belirlenen referandum tarihinde bir değişiklik olmadığını bildirdi. YSK'nın kararı Resmi Gazete'nin mükerrer sayısında yayınlandı.

Söz konusu kararda, ''Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında 5982 sayılı Kanunun, Anayasa Mahkemesi;nin 07.07.2010 gün ve 49-87 sayılı kısmi iptal kararı sonrasındaki haliyle halkoyuna sunulmasına ve takvimi yürütülmekte olan halkoylamasının ertelenmesini gerektirir bir neden bulunmadığına ve halkoylaması işlemlerinin Yüksek Seçim Kurulu;nun 25/05/2010 gün ve 340 sayılı kararında saptandığı şekilde yürütülmesine'' karar verildiği belirtildi.

İşçi Partisi 12 Eylüldeki referandumun ertelenmesi için geçen hafta YSK'ya başvuruda bulunmuştu.

Yüksek Seçim Kurulu, anayasa değişikliğinin Anayasa Mahkemesi'nin ''kısmi iptal kararı sonrasındaki haliyle'' halkoyuna sunulmasına ve takvimi yürütülmekte olan halk oylamasının ertelenmesini gerektirir bir neden bulunmadığına oy birliği ile karar verdi.

YSK, İşçi Partisi Genel Sekreteri Hasan Basri Özbey, Av. Dr. Ali Türkmen ve M. Cenap Terzioğlu tarafından ayrı ayrı gönderilen dilekçelerin bugün incelendiği bildirdi.

Söz konusu dilekçelerde, 5982 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun bazı maddelerinin Anayasa Mahkemesi'nce kısmen iptal edilmesi nedeniyle, gerekçeli kararın açıklanmasından sonra Anayasa Değişikliği paketindeki kısmi iptale konu maddelerin referandum paketinden çıkarılması gerekip gerekmediği ve halk oylamasına sunulacak olan Kanunun Türkiye Büyük Millet Meclisince kabul edilen şekliyle mi yoksa Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararına uygun metnin mi halk oylamasına sunulacağının sorulduğu, aynı zamanda da 120 günlük sürenin Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararının gerekçeleri ve muhalefet şerhleriyle birlikte yazılması ve Resmi Gazete'de yayımlanmasından sonra başlaması gerektiği yönündeki itirazların yer aldığı belirtildi.

''Halk oylamasının başlangıç tarihinin saptanmasında, ilgili Anayasa değişikliği Kanununun Resmi Gazetede yayım tarihinin esas alınması gerekmektedir'' denilen karar metninde ayrıca, 120 günlük sürenin sadece halkın bilgilendirilmesine yönelik olmayıp, seçimin sağlıklı biçimde ve düzen içerisinde yürütülmesi için gerekli tedbirlerin alınması ve hazırlık çalışmalarının seçimin yürütülmesinden sorumlu kurumlarca yapılabilmesi için gereken süreleri kapsadığına işaret edildi.

YSK kararında, Cumhurbaşkanı'nca halkoyuna sunulan, 07.05.2010 tarih ve 5982 sayılı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun'un 26'ıncı maddesinde; bu Kanunun halkoyuna sunulması halinde tümüyle oylanacağı hükmüne yer verildiği ve anılan maddenin Anayasa'ya aykırı olduğu savıyla yapılan iptal başvurusunun Anayasa Mahkemesi tarafından reddedildiği göz önünde bulundurulduğunda, metnin tümünün birlikte oylanması gerektiği bildirildi.

Ayrıca kararda, ''Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında 5982 sayılı Kanun'un halk oylamasında maddeler yönünden ayrı bir oylama şeklinin öngörülmeyip tümüyle halkoyuna sunulacak olması, ayrıca seçmenlerin 07.07.2010 tarihinden itibaren Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararından bilgi sahibi olmaları karşısında, halk oylamasının 5982 sayılı Kanun'un Anayasa Mahkemesi'nin kısmı iptal kararına konu 16, 22, 25 ve Geçici 18 ile 19'uncu maddeleri dışarıda bırakılarak diğer maddeleri yönünden yapılmasına yasal olanak bulunmadığı gibi daha önce ilan edilen takvimi işlemekte bulunan halk oylaması sürecinin ertelenerek, yeniden bir halk oylaması takvimi belirlenmesine de gerek görülmemiştir'' görüşüne yer verildi.

Kararın sonuç bölümünde, ''Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında 5982 sayılı Kanunun, Anayasa Mahkemesi;nin 07.07.2010 gün ve 49-87 sayılı kısmi iptal kararı sonrasındaki haliyle halkoyuna sunulmasına, takvimi yürütülmekte olan halk oylamasının ertelenmesini gerektirir bir neden bulunmadığına ve halk oylaması işlemlerinin Yüksek Seçim Kurulu'nun 25.05.2010 gün ve 340 sayılı kararında saptandığı şekilde yürütülmesine'' oy birliği ile karar verildiği bildirildi.

İşçi Partisi, halk oylamasının Anayasa Mahkemesi'nin gerekçeli kararı yayınlandıktan 120 gün sonra yapılması gerektiği iddiasıyla YSK'ya itirazda bulunmuştu.

AA
http://www.haber7.com/haber/20100802/YSK-referandumda-son-noktayi-koydu.php
#1158
İsrail'in uluslararası sularda seyreden insani yardım konvoyuna 31 Mayısta düzenlediği saldırı ile ilgili BM Genel Sekreteri tarafından uluslararası bir kurul oluşturulmasıyla ilgili karar Türkiye'yi memnun etti.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İsrail'in Mavi Marmara gemisine düzenlediği operasyonla ilgili kurulan BM soruşturma komisyonunun, uluslararası hukukun üstünlüğünü teyit edeceğini söyledi.

Davutoğlu, İsrail'in, Mavi Marmara gemisine düzenlediği operasyonla ilgili BM soruşturmasında işbirliği yapmayı kabul etmesi kararıyla ilgili olarak A.A muhabirine yaptığı açıklamada, BM Genel Sekreteri Ban Ki Mun'a, yoğun çabaları ve çalışmaları için teşekkür ettiğini söyledi.

Ahmet Davutoğlu, BM Güvenlik Konseyi Başkanlık açıklamasında, Türkiye'nin talepleri ve 15 Güvenlik Konseyi üyesinin mutabakatı doğrultusunda bazı hususların dile getirildiğini belirtti.

Bu hususlar arasında, tarafsız ve objektif bir uluslararası komisyon oluşturulmasının da yer aldığını kaydeden Davutoğlu, bu konuda iki kanalda ilerleme sağlandığını, birincisinin BM Cenevre İnsan Hakları Komisyonu'nun oluşturduğu komite olduğunu ifade etti.

Bakan Davutoğlu, ikinci komisyonun da BM Genel Sekreteri tarafından oluşturulduğunu ve İsrail tarafının da buna onay verdiğini, bu kurulun oluşturulmasının çok büyük bir önem taşıdığını kaydetti.

-"BU KONU İKİLİ BİR KONU OLMANIN ÖTESİNDE ÖNEM TAŞIYOR"

Olayda uluslararası hukuk ihlalinin söz konusu olduğunu belirten Dışişleri Bakanı Davutoğlu, şöyle devam etti:

"Bu konu, Türkiye ile İsrail arasında ikili bir konu olmanın çok ötesinde önem taşıyor. Açık bir uluslararası hukuk ihlali söz konusu... Bu hukuk ihlalinin uluslararası toplum tarafından da soruşturulması gerekir. 8 Türk vatandaşı, 1 Türk ve ABD vatandaşının uluslararası sularda bir saldırı sonucu öldürülmüş olmaları, mutlaka uluslararası toplumca hesabı sorulması gereken bir durumdu".

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İsrail'in, Mavi Marmara gemisine düzenlediği operasyonla ilgili kurulan komisyonu kabul etme kararının, "her ülkenin, uluslararası hukuka hesap verebilir durumda olduğunu ortaya koyduğu" anlamına geldiğini söyledi.

Davutoğlu, A.A muhabirine yaptığı açıklamada, şunları kaydetti:

"Bugün, uluslararası vicdanı temsil eden Birleşmiş Milletler adına BM Genel Sekreteri çok önemli bir adım atmıştır. Bu komisyon, uluslararası hukukun üstünlüğünü teyit edecektir, aynı şekilde BM üyesi her ülkenin eylemleri, attığı adımlar dolayısıyla hesap verebilir durumda olduğunu ortaya koymuştur."

"Komisyonun, objektif, süratli ve kapsamlı bir çalışma yapacağından eminiz, BM Genel Sekreterine güvenimiz tamdır" diyen Davutoğlu, uluslararası hukukun üstünlüğünü temsil etme anlamında çok önemli bir adım atıldığını yineledi.

-KOMİSYONUN ÖN RAPORU 15 EYLÜLDE ÇIKACAK-

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, kurulun ilk toplantısının 10 Ağustosta yapılmasının beklendiğini, ön raporunu ise 15 Eylülde sunacağını, bunların Türkiye'nin talepleri doğrultusundaki tarihler olduğunu bildirdi.

Davutoğlu, bu çalışmaların bölgedeki barış çabalarına katkıda bulunmasını umduklarını belirterek, bu konudaki diplomatik çabaların bundan sonra da devam edeceğini söyledi.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İsrail'in Mavi Marmara gemisine düzenlediği operasyonla ilgili kurulan BM komisyonuna Türkiye'den katılacak kişinin, "tecrübeli bir diplomat olacağını" bildirdi.

Davutoğlu, A.A'ya yaptığı açıklamada, komisyona katılacak kişiyi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile istişare ettiklerini ve bir adaylarının olduğunu söyledi. Davutoğlu, "Türkiye'nin adayı tecrübeli bir diplomatımız olacak. Bunu BM Genel Sekreteri, birkaç gün içinde duyuracak" dedi.

-İSRAİL'İN İLK KEZ SORUŞTURMA KOMİSYONUNU KABUL ETMESİ-

İsrail'in uluslararası soruşturma komisyonunu ilk kez kabul etmesiyle ilgili de değerlendirmede bulunan Davutoğlu, "İsrail de bir Birleşmiş Milletler üyesi olarak, yaptığı eylemler dolayısıyla uluslararası toplum nezdinde sorumluluk sahibi bir ülkedir. Dolayısıyla bunun bir olağanüstülük olarak görülmemesi gerekir" diye konuştu.

Davutoğlu, "Dolayısıyla bu bir ilktir, ama olması gereken bir ilktir" dedi.

Soruşturmanın "istendiği gibi sonuçlanmaması" durumunda nasıl gelişmeler olabileceği yönündeki soru üzerine, Davutoğlu şunları kaydetti:

"Olumsuz senaryolar üzerine fikir yürütmemek lazım. Bugün oluşturulan komisyon, sağlıklı sonuçlara ulaşacaktır. BM kurumu ve sistemi bu anlamda da birçok tecrübeden geçmiştir, buna güvenmek gerekir. Olayın oluş seyri ve olduğu alan gözönüne alındığında, bir hukuk ihlali olduğu açıktır."

Dışişleri Bakanı Davutoğlu, çalışmaların bir an önce tamamlanmasını beklediklerini ve bu konuda BM Genel Sekreterine güvenlerinin tam olduğunu ifade etti.

BAKANLIK DEĞERLENDİRMESİ

İsrail'in uluslararası sularda seyreden insani yardım konvoyuna 31 Mayısta düzenlediği saldırı konusunda, BM Genel Sekreteri tarafından uluslararası bir kurul oluşturulması konusunda bir açıklama yapan Dışişleri Bakanlığı, bu gelişmenin memnuniyetle karşılandığını belirterek, Türkiye'nin çalışmalara gereken tüm katkıyı vereceğini bildirdi.

Açıklamada, "Genel Sekreter Ban Ki-moon'un, İsrail tarafından gerçekleştirilen saldırıya ilişkin kapsamlı bir soruşturma yapılabilmesini teminen BM Güvenlik Konseyi'nin 1 Haziran 2010 tarihli Başkanlık Açıklaması uyarınca, uluslararası bir Kurul kurmuş olmasının memnuniyet verici olduğu'' belirtildi.

Açıklamada, ''Bu çalışmaların etkin bir şekilde yürütülmesi bakımından Genel Sekreter'e güvenimiz tamdır ve ülkemizin gereken katkılarda bulunacağı da tabiidir'' denildi.

''Genel Sekreter'in bir süredir bu doğrultuda sarf etmiş olduğu yoğun çaba ve sergilediği kararlı tutumu takdirle karşılıyoruz. Bugün kurulduğu açıklanan Soruşturma Paneli'ni bu bağlamda doğru yönde atılmış bir adım olarak görüyoruz'' denilen açıklamada, şu ifadelere yer verildi:

''Yürütülecek soruşturmanın BMGK Başkanlık Açıklaması'nın lafzı ve ruhuyla bağdaşır şekilde, uluslararası standartlara uygun, süratli, tarafsız, muteber ve şeffaf bir nitelik taşıması zaruridir. Kurul'un çalışmalarının etkin bir şekilde yürütüleceğine ve tüm üyelerinin üzerlerine düşen tarafsızlık ve sorumlulukla hareket edeceklerine inanıyoruz. Soruşturmanın varacağı sonuçların bölgenin ihtiyaç duyduğu huzur ve barış kadar, uluslararası hukuka saygının yerleşmesine ve benzer ihlallerin tekrarının önlenmesine önemli katkılarda bulunacağını temenni ediyoruz.''

Açıklamada ayrıca, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi'nin 2 Haziran 2010 günü almış olduğu karar uyarınca oluşturulan Veri Toplama Misyonu'nun faaliyetlerinin de, Genel Sekreter tarafından başlatılan bu çalışmalara tamamlayıcı bir işlevi olması beklendiği ifade edildi.

Açıklamada, ''Bölgesinde herkes için istikrar, barış ve güvenliğin tesisini hedefleyen Türkiye, her zaman olduğu üzere, bundan böyle de bu yöndeki çabalarını aynı kararlılıkla sürdürecektir. Temennimiz tüm ülkelerin de bu anlayışla hareket etmeleridir'' denildi.

AA
http://www.haber7.com/haber/20100802/Disislerinden-Israile-sorusturma-karari-yorumu.php
#1159
Hatay'ın Dörtyol ilçesinde 4 polis memurunun şehit edilmesinde kullanılan ve terör örgütü tarafından gasp edildiği bildirilen aracın sahibi MHP Payas Belediyesi Meclis üyesi Bestami Kılıç gözaltına alındı.

Alınan bilgiye göre, 26 Temmuz Pazartesi günü Dörtyol'da 4 polis memurunun şehit edilmesinde kullanılan 06 AY 5785 plakalı otomobilin sahibi aynı zamanda MHP'li Payas Belediyesi Meclis Üyesi Bestami Kılıç gözaltına alındı.

PKK terör örgütü üyelerinin üst araması dahi yapmadığı Bestami Kılıç, daha önceki ifadesinde, Amanos Dağları'nda Paşalı Yaylası'na giderken PKK Terör Örgütü mensubu 5 kişi tarafından durdurularak otomobilin gasp edildiğini açıklamıştı. Otomobil daha sonra Çağlalık köyü yakınlarında terk edilmiş şekilde bulunmuştu.

Olay sonrasında ifadesi alınan Kılıç, bugün gözaltına alındı.

AA
http://www.haber7.com/haber/20100802/PKKnin-dokunmadigi-MHPli-gozaltinda.php
#1160
YARSAV , Başbakan Erdoğan'ın "CHP, MHP, BDP, YARSAV, terör örgütü hepsi bir araya toplanmışlar, kime karşı, milletin anayasasına evet diyenlere karşı" açıklamasına tepki gösterdi ve suç duyurusu yapacağını açıkladı.

YARSAV Başkanı Emine Ülker Tarhan, "Başbakan'a Açık Mektup" başlıklığıyla yaptığı yazılı açıklamada YARSAV'ın getirilmek istenen değişikliklere karşı olduğunu ifade etti.

Tarhan, "Mücadelemiz 1982 anayasası ile yarı bağımlı hale getirilmiş yargıyı, iktidara tümüyle bağımlı hale getirecek ve hukukun üstünlüğüne dayalı demokrasimizi onulmaz biçimde sakatlayacağına inandığımız bu değişikliklerin ulusumuz tarafından reddedilmesi üzerinedir" dedi.

Tarhan, Anayasa değişikliği paketinin reddedilmesi durumunda, yargının "bağımlılıktan kurtulacağını" ve bağımsız yargıyı, getirecek bir anayasa metninin kabul edileceğine inandıklarını kaydetti.

"Bunu YARSAV'a yapmaya hakkınız yok"

YARSAV tarafından, bu yöndeki çalışmaların her türlü platformda çoğulcu demokrasiye olan "inançlarıyla ve bilgiyle" sürdürdüklerini ifade eden Tarhan, mücadelelerin, aynı zamanda söz konusu değişikliklere "evet" oyu vermeyi düşünen vatandaşlar içinde olduğunu sözlerine ekledi. Tarhan, Erdoğan'ın sözlerini "açık ve bilinçli" bir çarpıtma olarak kabul ettiklerini vurgulayarak şöyle dedi:
"Siz yalnız çarpıtmakla kalmıyorsunuz. Ülkemize musallat olmuş ve sorumluluk noktasında olduğunuz için mücadele etmeniz gereken terör örgütü ile YARSAV'ı yanyana koymak suretiyle meydanlara topladığınız insanlarımızı YARSAV'a karşı kin ve düşmanlığa tahrik ediyorsunuz. YARSAV, yurdunu karşılıksız seven, ülkenin doğusundan batısına var güçleriyle ve 'yan gelip yatmadan' adalet dağıtmaya çalışarak ona olan borcunu bu şekilde ödeme gayreti içerisinde bulunan, hukukun üstünlüğüne, çoğulcu demokrasiye ve Türk aydınlanmasına inanan, ulusal bütünlüğün ülkemiz için yaşamsal önemi olduğunun ayırdında olan meslek mensuplarının bir araya geldiği, bir arada durduğu bir sivil toplum örgütüdür. Bunu YARSAV'a yapmaya hakkınız yok."

"Başbakan 12 Eylül'den endişe duyuyor"

Başbakan Erdoğan'ın Anayasa Değişikliği Paketine yönelik 12 Eylül'de yapılacak olan referandumdan "endişe duyduğunu" ileri süren Tarhan, "Sayın Başbakan, YARSAV'ın toplumu doğru bilgilendirme konusunda mesafe aldığını görüyor, fark ediyorsunuz. Sizin bu ayrıştırıcı, haksız ve ölçüsüz söylemler konusunda bir alışkanlığınız var, üzülerek izliyoruz" diye konuştu.

"Başbakan suç işlemede kararlı"

Erdoğan'ın YARSAV'a yönelik ifadelerini "suç işleme konusunda kararlılık" olarak değerlendiren Tarhan, şöyle devam etti:
"Siz, terör örgütü ile mücadelede şehit olanlara 'kelle' bile dediniz, Habur uygulamasına siz onay verdiniz. Türk ulusunu bir başka ulusun eli, ayağı, yani uzuvları olarak gördüğünüzü dahi söylediniz, kendinizi ve mensubiyyetinizi nasıl ifade edeceğinizi elbette siz bilirsiniz. Türk ulusu bunu da gördü, yaşadı.

Üzüntüyle ifade etmek isteriz ki, YARSAV'ın yurtseverlik ve ulus bilinci konusunda sizden alacağı bir ders yok. Ayrıca bütün karalamalarınıza karşın Türk kamuoyunun YARSAV hakkındaki görüşlerini biz biliyoruz.

Biz size, sizin üslubunuzla yanıt veremeyiz. Ama bırakın biz, kısıtlı olanaklarımıza karşın, düşündüklerimizi özgürce halkımızla paylaşalım. Siz de, meydanlara çıkıp getirmeyi düşündüğünüz bu değişikliklerin ne kadar olumlu olduğunu -başarabilirseniz- halka anlatınız. Ama çarpıtmayınız, kişileri ve kurumları hedef göstermekten, toplumda artık had safhaya getirilmiş kutuplaşmayı, kamplaşmayı derinleştirecek, tahrik edecek söylevlerden uzak durunuz. Eğer siz ülkenin Başbakanıysanız beklentimiz budur. Söylüyoruz, pek umudumuz yok ancak bunu ummak istiyoruz."

"Yargı hükümetin dipçiği olmayacak"

YARSAV Kurucu Başkanı ve Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Ömer Faruk Eminağaoğlu da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın "CHP, MHP, BDP, YARSAV, terör örgütü hepsi bir araya toplanmışlar, kime karşı, milletin anayasasına 'evet' diyenlere karşı" şeklindeki açıklamasına tepki gösterdi. Eminağaoğlu, "12 Eylül'de silahın dipçiğiyle asker darbe yapmıştır. Şimdi de 12 Eylül yöntemleriyle Cumhuriyetin yaşam hakkı oylattırılarak yapılacak sivil darbede, aynı siyasi irade tarafından yargı dipçik olarak kullanılmak istenmektedir. Yargı hükümetin dipçiği olmayacaktır" dedi.

Erdoğan'a suç duyurusu

12 Eylül'de askerin "silahın dipçiğiyle" darbe yaptığını savunan Eminağaolu, "12 Eylül yöntemleriyle Cumhuriyetin yaşam hakkı oylattırılarak yapılacak sivil darbede, aynı siyasi irade tarafından yargı dipçik olarak kullanılmak istenilmektedir. Yargı hükümetin dipçiği olmayacaktır" diye konuştu.

Eminağaoğlu Başbakan'ın sözlerinden dolayı YARSAV'ın kurucu başkanı olması nedeniyle Erdoğan hakkında suç duyurusunda bulunacağını da kaydetti.

ANKA
http://www.haber7.com/haber/20100802/YARSAVdan-Erdogana-suc-duyurusu.php