Haberler:

Hukuk Forumumuza Hoşgeldiniz

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#1161
11 şehit verdiğimiz Gediktepe baskınından önce, Emniyet'in birliği saldırı için uyaran raporunu ve Heronların sızma yapan PKK'lıları tespit etmesini yayınlayan Taraf şimdi de hain saldırının görüntülerini sundu. İşte o kareler:









Taraf gazetesi, Mehmet Baransu imzasıyla çok tartışılacak bir haber yayınladı. 11 askerimizin şehit edildiği Gediktepe baskınından önce, Emniyet istihbaratının birliğe saldırı olacağını 30 saat önceden haber veren raporunu ve Heronların sızma yapan PKK'lıları tespit etmesini yayınlayan gazete şimdi de hain saldırının dakika dakika görüntülerini yayınladı.

Hakkari'nin Çukura İlçesi 3. Taktik Tümen Komutanlığı'na bağlı Hantepe askeri bölgesinde 19 temmuz gecesi yaşananlar, insansız hava aracı Heron tarafından görüntülenmiş. Baskın ihtimali üzerine Heron'u bölgeye gönderen askeri yetkililer bu görüntüleri anı anına seyretmişler.

"Generaller askerlerin ölümünü seyretti" manşetiyle çıkan ve haberinde, "Batman'daki Heron İzleme Merkezi'nin "Sızma var" uyarısını, "Her şey kontrolümüz altında" diye yanıtlayan komutanlar, baskını 02.30'dan itibaren canlı olarak izlediler" ifadelerine yer veren Taraf bu görüntünün bir saatlik bölümün elinde olduğunu da açıkladı. Görüntülerde, PKK'lıların gelişi, askerlerimizin konuçlandığı mevziye atılan bomba, askerlerin kaçışı ve öldürülüşleri açıkça görülüyor.

Taraf elindeki görüntülere dayanarak şu yorumu yaptı: "Baskına uğrayan birliğe hiçbir askeri destek sağlanmıyor. Hava şartları müsait ama bölgeye helikopter, uçak sevkedilmiyor; işi biten PKK'lılar rahatça uzaklaşıyorlar."

http://www.haber7.com/foto-galeri.php?cID=6251&s=2
#1162
Bazı sözler vardır ki, iki cümleden ibarettir ama iki cilt kitap kadar mana yüklüdür.

Hatta bazı İslam büyükleri iki senelik vaazlarını bile böyle iki cümle içinde özetlemişlerdir.

Tıpkı derviş Yunus'un kendini özetlediği gibi:

- Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm! Hepsi o kadar. Uzun söze ne hacet?

İsterseniz bir de Bağdat, Basra'nın meşhur mutasavvıfı Hatem-i Asam'ı dinleyelim, o ne diyor bu konuda. Bir ara kürsüden uzun zaman vaaz ettiği cemaatine seslenir:

- Senelerdir dinlediğiniz benden ne öğrendiniz, iki cümle içinde söyleyin bakayım?

- Bunca senedir anlattıklarınızı iki cümle içinde mi anlatacağız?.. deyince, "Evet" der, "isterseniz ben anlatayım iki cümle içinde senelerdir anlatmak istediğimi?"

Dikkat kesilirler. Hatem-i Asam da anlatır senelerdir anlattıklarını iki cümle içinde. Bakın nasıl özetler:

- Benden şu iki gerçeği öğrenmiş olun yeter. Biri, kendinizde olana kanaat etmek! Öteki de başkalarında olana haset etmemek!

İşte der, benim senelerdir sizlere anlattıklarımın özeti. Kendinizde olana kanaat etmeniz, başkalarında olana da haset etmemeniz. Bu iki düşünce var mı kalbinizde, gönlünüzde bir bakın, varsa her şey var, beni tam dinlemişsiniz demektir. Bu iki değerlendirme yoksa hiçbir şey yok demektir! Hiçbir şey öğrenmemişsiniz benden!..

- Ne dersiniz bu iki cümleye? Sanki olgun ve kamil insan olmanın gereği mi bu iki anlayış:

Kendimizde olana kanaat etmemiz... Başkalarında olana da haset etmememiz... Yani hem kendimizle hem de çevremizle barışık olmamız. Çevremizi seven, çevremizce de sevilen insan haline gelmemiz...

Peki, sadece bu kadar mı bu iki cümlenin insana kazandırdığı değer? Kendimizde olana kanaat etmek, başkasında olana da haset etmemekten mi ibaret bu düşüncenin sonucu?

- Hayır! dahası var. Asıl mühim olanı da bundan sonrası. Bir de ona bakalım isterseniz.

Biliyorsunuz insanlar çalışır, çabalar, kendilerine düşeni yaparlar... Ama sonunda Rabb'imizin takdiri ne ise o olur. Varlık, darlık, hastalık, sıhhat... Hepsi de Rabb'imizin takdiridir bizlere...

İşte kendinde olana kanaat eden adam, Rabb'inin kendi hakkındaki bu takdirlerine de razı olan adam demektir. Rabb'inin takdirine razı olandan ise Rabb'i razı olur!..

Asıl mesele de burada başlar. Rabb'inin takdirine razı olandan Rabb'inin de razı olmasından...

Bir kul için Rabb'ini razı etmenin ötesinde büyük kazanç düşünülebilir mi?

İsterseniz bir de bunun misaline bakalım. Musa Aleyhisselam Tur'daki duasında der ki:

- Rabb'im, sen kullarından ne zaman razı olursun? Onu bana bildir ki, ben de buradan dönünce kullarına bildireyim. Onlar senin razı olacağın hal ve tavır içinde olsunlar?

Şöyle buyurur Rabb'imiz:

- Sen kullarıma söyle, onlar benden ne zaman razı olurlarsa ben de onlardan o zaman razı olurum!

Evet, varlık, darlık, hastalık, sıhhat... Kendine ne takdir edilmişse hepsine de razı olup kanaat eden, başkalarında olana da, uygun olan odur, deyip haset etmeyen kul, doğrudan doğruya Rabb'inin takdirine razı olup kanaat eden kul demektir. Rabb'inin takdirine razı olandan ise Rabb'i razı olmaktadır. Bundan daha büyük bir kazanç olur mu inanmış bir insan için?

- Öyle ise yoklayın iç dünyanızı!.. Kendinizde olana kanaat ediyor, başkalarında olana da haset etmekten kendinizi koruyor musunuz, bir kontrol edin duygu ve düşüncelerinizi?

Artık tereddütsüz biliyoruz ki, biz Rabb'imizin takdirinden ne kadar razı isek, Rabb'imiz de bizden o kadar razıdır.

- Ne dersiniz, bunu böyle biliyor, böyle uyguluyor muyuz?.. Şimdi de düşünme sırası bizde mi?

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=995826
#1163
Çok önemli bulduğum bu konuyu bir daha düşünmeye ne dersiniz?Düşünelim diyorsanız buyurun birlikte inceleyelim sıcak yaz şartlarının ağır etkilerini ve bulmamız gereken korunma tedbirlerini.

Bilindiği üzere geçmişte sokak bozulmamış, toplum hayatında kötülükler kol gezer hale gelmemişti. O yüzden o günkü insanlardaki dindarlık ahiretini kurtarma gayretinden başka bir mânâya gelmiyordu. İnsanlar sadece ahiretini kurtarmak için dindarlaşıyor, mazbut olma gereği duyuyorlardı. Ya bugün?.. Bugün de öyle mi? Hayır, bugün durum farklı. İnsanlar ahiretlerini kurtarmak niyetinden önce dünyalarını da kurtarmak için dindarlaşıyorlar, dindarlıktan faydalanıp kol gezen kötülüklerden kendilerini, aile, çoluk çocuklarını korumaya çalışıyorlar.

İsterseniz bakın toplum hayatına. Her geçen gün salgınlaşan kötülüklerden, bağımlılık ve ahlâkî yozlaşmadan kendilerini en çok koruyanlar dindar olanlardır. Dinine bağlı kalanlardır. Çünkü dinin, insanı kötülüklere iten zaaflar hakkında yasaklayıcı hükümleri vardır. Bu hükümlere uyan dindarlar sadece ahiretlerini kurtarmakla kalmıyor, dünyalarını da kurtarıyor, gittikçe yaygınlaşan bağımlılıklardan kendilerini, aile ve çocuklarını da muhafaza ediyorlar. İsra Sûresi'ndeki (32.) ayetin koruyucu ikazına bakın:

"Zina yapmayın!" demiyor da "Zinaya yaklaşmayın!" diyor. Çünkü asıl mesele yaklaşmamaktadır. Yaklaşmazsanız kurtulmanız kolay olur. Yaklaştıktan sonraki tahriklere dayanmanız zorlaşır, ateşe yaklaşanın isabet alması gibi bir tehlike belirir. Onun için kötülüklere vesile olabilecek, davetçilik mânâsına gelebilecek tahrikçi ve teşvikçi görüntüleri de yasaklayan din, müstehcene bakılmasını da caiz görmüyor, müstehcen dolaşılmasını da... Hatta bu bakma konusunda bir diğer ayetin emri de bir başka koruyucu özellik arz ediyor, bir de ona bakın lütfen:

- İnanmış erkek ve kadınlar gözlerini harama bakmaktan kapasınlar! (Nur, 29-30) Gözleri kapamak mümkün mü? Hayır. Ya niçin 'kapasınlar' diyor?

- Öylesine gözlerini harama bakmaktan, müstehcene nazar etmekten korusunlar ki, sanki gözleri kapalıymış gibi hayallerini bile tertemiz, pırıl pırıl tutsunlar, zihinlerini kirlenmekten korusunlar, mesajını veriyor. Nitekim İmam-ı Şibli, bu ayeti tefsir ederken:

- Sadece kafa gözlerini kapamakla kalmasınlar, kalp gözlerini de kapalı tutsunlar, hayallerine almasınlar haramları, müstehcenleri... diyor, hayali dahi tertemiz tutmak istiyor... Gözle bakış konusunda neden bu kadar ısrarlı ikaz ediliyor inanmış insanlar? Çünkü bütün günahlar, ahlakî bozulmalar, gözle bakışla başlar, bakışın ısrarıyla gelişir, sonra fiilî günaha dönüşür. Üstelik gözler baktıklarının resimlerini de çeker, hayal hanesine depo eder. Nereye gitse, nerede olsa artık çektiği bu resimler hayal âleminde gözlerinin önündedir. Öğrenciyse dersine tam çalışamaz, işçi ise mesleğine tam yönelemez, fikir adamıysa zihnini toparlayamaz, derken her konuda gerileme, düşüş başlar bakışlarını korumayanlarda.

İşte bu duruma düşmemek için din yasaklar koyar, mensuplarını böylesine gerilemelere maruz kalmaktan kurtarır. Belki de bunlardan dolayı söylemiş Bediüzzaman Hazretleri, kitaplık çaptaki şu meşhur sözünü:

- Dünyasını kurtarmak isteyen dinine sarılsın. Ahiretini kurtarmak isteyen dinine sarılsın. Her ikisini de kurtarmak isteyen dinine sarılsın.

Ne dersiniz bu mevsimlik korunma meselesi bir numaralı meselemiz olmalı mı?

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1005200
#1164
Yazın sıcak günlerinde kalın giysilerle tesettürlü dolaşmak insanı zorluyor. Altını göstermeyen ince yaz kumaşlarıyla da tesettürlü olunamaz mı?

Mutlaka kalın kış kumaşı ve hantal model taşımaya mecbur muyuz bu sıcak yaz günlerinde?

***

Bu sorunun cevabı bu köşede çokça verilmiş, tesettürlü giyimin uyulması gereken ölçüleri açık ve net bir şekilde geçmişte anlatılmıştır. O ölçüleri bir daha hatırlayacak olursak yaz kumaşlarıyla da tesettürlü olmanın çok kolay ve koruyucu olduğunu anlamakta zorlanmayız. İsterseniz şu sıcak günlerde tesettürlü giyimin tarifini bir daha gözden geçirelim. Ne demiştik geçmişte?

- Tesettürlü giyim: (el-yüz dışında) tüm bedeni örten bol bir giyimden ibarettir!.

Bu kısa tariften de anlaşılıyor ki, sıcakta taşınması zor kalın kış kumaşı ve hantal model giyme mecburiyeti yoktur tesettürün tarifinde.

Yeter ki tüm bedeni örten bu giyim, beden hatlarını belli etmeyecek bollukta ve altını gösteremeyecek kalınlıkta olsun.

Bu tarife göre, sıcak yaz aylarında kolayca taşınacak kumaşlarla da tesettürlü olunabileceği gibi, soğuk kış aylarında da ihtiyaç duyulan kalın kumaşlarla da tesettürlü olunabilmektedir.

Nitekim sıcak Arabistan'daki hanımın tesettürlü giyimi çarşaf gibi ince ve bol kumaşlardan oluşurken, soğuk kuzey kutbundaki hanımın tesettürlü giyimi de kalın kumaşlı tulumlardan oluşabilmektedir. Sibirya'daki hanım ince çarşaf giyse anında donar, Arabistan'daki hanım da kalın tulum giyse anında yanar. Demek ki iklimlerin sıcak soğuk ihtiyacına göre giyim modelleri, kumaş çeşitleri tercih edilebilir tesettürlü giyimlerde de..

Yeter ki, seçilen bu giyim çeşitlerinin ihmal edilemez şartı, beden hatlarını teşhir etmeyen bollukta ve altını göstermeyen kalınlıkta olsun.

Tesettürlü giyimin darlık ve inceliği konusunda çarpıcı uyarılarda bulunan Efendimiz (sas) Hazretleri, çok dar ve ince giyinerek bedenlerini teşhirde bulunanların aslında giyinmemişlerden sayıldıklarına işaret ettiği hadisinde:

- Kasiyatün, ariyatün!.. 'tabirini kullanmıştır. Yani giyinmişler ama yine de giyinmemişler gibidirler!.

Demek ki, giyindikleri kumaş, ya altını gösterecek derecede ince ve şeffaftır ya da beden hatlarını ortaya çıkaracak derecede dardır ki, giyindikleri halde giyinmemişler gibi görünmekteler.

Hemen ifade etmeliyim ki, arz ettiğimiz ölçülere uygun şekilde hazırlanan tesettürlü giyimin modeli zengin, çeşidi de fazladır. İklim şartlarına, kültür zenginliğine, sosyal çevresine, iç dünyasındaki isteklerine göre tesettürlü giyim modellerini oluşturmak ve beğendiğini de tercih etmek mümkündür. Hatta etek, tunik, pardösü altında giyilen şalvar gibi geniş pantolonun dahi tesettür temin ettiğini uygulamada görmek mümkündür. Nitekim arabaya binip inerken, merdivenden çıkıp inerken etek altından giyilen geniş pantolonun daha da kullanışlı ve koruyucu olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Yeter ki pantolonun üzerinde kabalarını kapatan bir örtü olsun, teşhir söz konusu olmasın.

Hanımların tesettürlerini çirkin göstermekten kaçınmak gibi bir sorumlulukları da vardır. Çünkü tesettürlü giyim bir örnek giyim ise, bu örneğin herkesin sevebileceği 'ben de böyle giyinebilirim, ne güzel giyinmiş bu hanımefendi' diyebileceği sevimlilikte ve kullanışlılıkta olmasına da dikkat etmesi gerekmektedir. Tesettürlü bir giyimin uçlarının zemindeki tozları, çamurları süpürdüğünü görenlerin 'ne güzel giyinmiş bu hanım' diye sempati ile baktıklarını düşünmek mümkün mü? Bu görüntüde olan tesettürlünün giyimini sevdirdiğini söylemesi kabil mi?

Bu ölçüleri hatırlarken hoşgörü anlayışımızı da unutmamak gerekmektedir.

Bilindiği üzere bizde ' ya hep, ya hiç'çilik yoktur!. Tesettürü baştan tam olarak gerçekleştiremeyenler, ne kadarını yapabiliyorlarsa onunla başlayabilirler. Yeter ki tesettürün arz ettiğimiz kesin sınırlarını bilsinler, ne kadarını gerçekleştirebildiğinin farkında olsunlar, ileride kalan eksiğini de tamamlama niyet ve azminde bulunsunlar..

Zaten kimse kendisini kusursuz giyim sahibi olarak da göremez. Kim benim kusurum yok, diyorsa o söz en büyük kusur olarak ona yetip de artar bile. Gönüllerdeki niyeti bilen Rabb'imizdir. Esas olan da niyetimizi bilen Rabb'imizin rızasıdır. İnsanların içinde bulunduğu şartlarını insanlar bilmeyebilir ama Rabb'imiz bilir.. a.sahin@zaman.com.tr

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1009030
#1165
Tatil anlayışımız atıl kalmak, vakit öldürmek, mevsimi boşa geçirmek... şeklinde oluşuyorsa çok kötü bir tatil anlayışımız var demektir.

Çünkü tatilde israf edip boşa geçirdiğimiz vaktimiz, aslında harcamaktan kaçındığımız nakdimizden de kıymetlidir. Ha nakdini israf edip boşa harcamışsın, ha vaktini... Hatta, vaktin nakitten de kıymetli olduğunu söyleyen İslam büyükleri demişler ki: "Vakitle nakdi kazanabilirsiniz, ama nakitle vakti kazanamazsınız. Para vererek dünkü boşa harcadığınız vaktinizi satın alıp geri getiremezsiniz. Öyle ise vakit nakitten de kıymetlidir. Onu boşa harcamaktan titreyin, tıpkı paranızı boşa harcamaktan çekindiğiniz gibi.

Sahabenin tatil anlayışlarına şahit olan Basra'nın büyük velisi Hasan Basri Hazretleri der ki: "Ben öyle zatlara eriştim ki, onlar sizin paranızı boşa harcamaktan çekindiğinizden fazla vakitlerini boşa harcamaktan çekiniyorlar, dakikalarının dahi değerini düşünüyorlardı!" Özellikle İmam-ı Şafii Hazretleri'nin tatil anlayışı fevkalade düşündürücüdür. Der ki bu büyük mezheb sahibimiz:

"Tatil, nakitten de kıymetli olan vakti boşa harcamak değildir! Belki tatil, meşgul olduğun işi bırakıp yeni bir işle meşgul olmak, yani usandığın bir işten uzaklaşıp usanmadığın yeni bir işe başlamak demektir. Bu sebeple tatili fırsat bilip değerlendirmeli, en azından kalbî, ruhî, fikrî mânâda kazançlar sağlamaya yönelik kitaplar okumalı, tefekkürde bulunmalı, nakitten de kıymetli olan vakit böylece israf edilmemelidir."

Selef alimlerinden Abdullah bin Âmir'e gelen bir adam; "Biraz vakit ayır da seninle havadan sudan şöyle bir sohbet edip vakit geçirelim." demişti de şu karşılığı almıştı: "Tut Güneş'i gitmesin, seninle oturup havadan sudan konuşup vakit öldürelim." Adam şaşırmış: "Ne demek bu?" deyince Âmir:

- Çünkü demişti, güneş durmuyor gidiyor, böylece vakit harcanıyor; ya vakti durdur seninle muhabbet edelim ya da geriye çekil, akıp giden vakti değerlendirelim. Nakitten de değerli olan vakti boşa harcama vebaline girmeyelim...

Sahabeden sonra gelen selef alimlerinin vakit değerlendirme konusundaki titizlikleri çok dikkat çekicidir. Basralı alim Halil bin Ahmed'in bu konudaki bir sözü kitaplara şöyle geçmiştir. Diyor ki:

- Ah şu yemek saatleri... Bana en ağır gelen saat, yemek saatidir. Çünkü onda mideden başka bir şeyle meşgul olamıyor insan!.. Hayatı boyunca hiçbir vaktini boşa geçirmemiş olan İmam-ı Ebu Yusuf Hazretleri ise vefatı anında bir ara bayılarak gözlerini yummuştu. Neden sonra gözlerini açtı, başında durana hemen bir ilmi mesele sordu. O da, "Şimdi mesele halletmenin zamanı değil, biraz istirahat eyle." deyince şu tarihi cevabı verdi:

- Keşke ilimle meşgulken gelse bana gelecek olan. Ben de öylesine değerli bir meşguliyet içinde iken gitsem öbür tarafa! Ne büyük şeref olur benim için ilimle meşgulken gitmek...

Vakti en iyi değerlendiren alimlerden biri de Hammad bin Seleme idi. Ya namaz kılar, ya halka hadis rivayet eder ya da öğrencilerine ders verir, gençlerle meşgul olurdu. Yani boş vakti hiç yoktu onun. Nitekim vefatı da namaz kalırken vâki olmuş, secdede iken ruhunu Rahman'a teslim etmişti. Anlaşılan, tatillerde bizim en kolay harcadığımız değerimiz, maalesef vakitlerimizdir. Hem de etek dolusu nakit harcasak da geri getiremeyeceğimiz vaktimiz. Onun için Efendimiz (sas) ikaz etmiştir bizleri:

- İki nimet vardır ki insanlar kıymetini bilmiyorlar. Biri sıhhatleri, diğeri de boş vakitleridir!.. Evet hem sıhhatin hem de boş vaktin kıymetini tam olarak bildiğimiz söylenemez... Bu konuda halk arasında vaktin değerini ifade etmek için rivayet edilen bir menkıbeyle bağlayalım bahsimizi. Efendimiz (sas) yolda giderken kenarda bomboş oturan bir adam görmüş, selam vermeden geçip gitmiş. Sonra dönüşte aynı adama bu defa selam verip geçmiş. Bunun sebebini sormuşlar. Gerekçesini şöyle anlatmış:

- Geçerken bomboş duruyordu. O yüzden selam vermeden geçtim. Dönüşte ise hiç olmazsa eline bir çöp almış toprağı karıştırıyor, boş oturmuyordu. O yüzden selama layık gördüm.

Boş durmakla bir işle meşgul olmanın farkını anlatmak için söylenmiş bir misal bu... a.sahin@zaman.com.tr

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1000613
#1166
Hatay Dörtyol'da, Passat marka bir arabadan açılan ateş sonucunda dört polis hayatını kaybetti biliyorsunuz.

Saldırganlar kaçtı.

Saldırıyı PKK üstlendi.

Arkasından Ülkücü gençler hareketlendi, Kürt mahallesini basmaya kalktı.

Ortalık birbirine girdi.

Bir anda ülke bir "iç savaş" görüntüsüne büründü.

Şimdi bunlar "bilinen", söylenen, görünen gerçekler.

Ve, dün çok tuhaf gelişmeler yaşandı.

Vakit Gazetesi, saldırıda kullanılan aracın, bölgedeki küçük bir beldenin MHP'li belediye başkan vekiline ait olduğunu açıkladı.

Ardından "İskenderun.org" isimli bir internet sitesinde MHP'li başkan vekili Bestami Kılınç'ın olayla ilgili açıklamaları yer aldı.

Açıklamalar biraz şaşırtıcıydı.

Kılınç, yayla yolunda arabasıyla giderken, "yukardan gelen" sivil giyimli Jandarma İstihbarat elemanlarıyla karşılaşıyor.

Onlarla konuşuyor.

Buradan, Kılınç'ın "sivil giyimli Jandarma istihbarat" elemanlarıyla tanıştığını anlıyoruz.

Sonra yoluna devam ediyor.

"Beş dakika" sonra beş PKK'lı yolunu kesiyor, arabasını gasp ediyor.

İkisi onun yanında kalıyor, diğer üçü arabasını alıp gidiyor.

PKK'lılar Kılınç'a iyi davranıyorlar.

Cep telefonunu alıyorlar.

Dört saat sonra Kılınç'ı serbest bırakıyorlar, telefonunu da iade ediyorlar.

Kılınç hemen "Jandarma istihbaratı" arıyor.

Buradan da anlıyoruz ki Kılınç "istihbaratçıları" sadece tanımıyor, onların telefonlarını da biliyor.

Şimdi, hikâyenin bu "biçimi" bile yeterince tuhaf.

Jandarma istihbaratçıları çok iyi tanıyan bir MHP'li, yayla yolunda önce istihbaratçılara, beş dakika sonra da PKK'lılara rastlıyor.

Biz bu haberi konuşurken Mehmet Baransu geldi.

Onun elinde bu olayla ilgili "resmi rapor" vardı.

Ve, resmi raporda anlatılanlar Kılınç'ın "anlattıklarından" biraz farklıydı.

Evet, Kılınç'la Jandarma İstihbaratçılar, "arabası" gasp edilmeden önce görüşmüşlerdi ama bu bir "tesadüf" sonucu olmamıştı.

Rapor, üç Jandarma istihbarat elemanının Isuzu marka bir arabayla, Kılınç'ın bulunduğu maden ocağına gittiğini, orada Kılınç'la görüştüğünü söylüyordu.

İstihbaratçılar ayrıldıktan biraz sonra Kılınç da arabasıyla yola çıkmış ve arabası PKK'lıların eline geçmişti.
Kılınç, gerçeği saptırarak anlatmıştı basına.

İstihbaratçıların kendisini görmeye geldiklerini saklamıştı.

O istihbaratçılarla ne tür bir ilişkisi olduğunu, onları nerden tanıdığını, telefon numaralarını nasıl bildiğini de söylememişti.

Polislere yapılan saldırının "hazırlık" aşamasında birden JİTEM çıkıyordu karşımıza.
Jandarma istihbaratla çok yakın ilişkileri olan bir MHP'li çıkıyordu.

Koyu bir "kontrgerilla" gölgesi büyüyordu tablonun içinde.

Daha sonra, Dörtyol'un çıkışında bir başka arabanın içinde üç kişi bir kontrol noktasından kaçmaya çalışırken aralarından biri vuruluyor ve "saldırıyı yapan PKK'lıların yakalandığı" şayiası yayılıyor, ülkücü gençler de ayaklanıyordu.

Dört dörtlük bir "kışkırtma" operasyonuyla karşı karşıyayız bence.

Referandum öncesi, ülkenin "biraz daha demokratikleşmesini" önlemek isteyenler, bütün ülkeyi karıştıracak eylemler düzenlemeye, insanları birbirine kırdırmaya uğraşıyorlar.

Böyle olaylarda Kürtlerin ya da Türklerin ölebileceği ihtimaline de hiç aldırmıyorlar.

Şu anda gözleri kararmış durumda.

Ama Türkiye'nin bir şansı var, bu olayları çok fazla yaşadığımız için belli bir tecrübe birikimi oluşmuş, gerçekler çok süratli bir biçimde ortaya çıkıyor.

"Askeri bir yönetim" getirebilmek için el ele verip kışkırtıcılık yapanlar deşifre oluyor.

Dörtyol olayı "kontrgerilla"nın hareketlendiğini gösteriyor.

12 Eylül, "sağcı ve solcu" gençleri alçakça kullanmış, onları birbirine öldürtmüştü.

Şimdi birileri, aynısını Türk ve Kürt gençlerle denemeye çalışıyor.

Bütün "öfkeli" Kürtlerle Türklerin, öfkelerine kapılmadan önce durup bir düşünmesinde yarar var.

Hiç unutmasınlar ki, böyle alçaklıkların "oyuncağı" olmaktansa, bu alçaklıkları önleyecek bir aklın parçası olmak çok daha onurlu ve haysiyetli bir iştir.

ahmetaltan111@gmail.com
http://taraf.com.tr/ahmet-altan/makale-dortyol.htm
#1167
MEHMET BARANSU - TARAF

Gediktepe baskını sonrası "PKK'lıları çoban sandık" diyen Tümgeneral Kaya'yı, Emniyet saat ve gün vererek uyarmış: "Tekeli Taburu'na örgütün saldırı ihtimali çok yüksek. Bilginize arz ederim."



Hakkâri'nin Şemdinli İlçesi'ne bağlı Gediktepe Sınır Karakolu'na yapılan baskının iki gün önceden Emniyet tarafından Şemdinli Jandarma Komutanlığı'na bildirildiği ortaya çıktı. Şemdinli Terörle Mücadele Büro Amiri Başkomiser Ahmet Yiyenoğlu tarafından Jandarma'ya gönderilen faksta, 17 Haziran 2010'da PKK tarafından Gediktepe Üs Bölgesi'ne saldırı yapılacağı belirtildi. Faksta baskının yapılacağı saatler bile verildi. Ancak hiçbir önlem alınmadı. PKK, raporda belirtilen saatten tam 30 saat sonra Gediktepe Karakolu'na baskın düzenledi, 11 asker hayatını kaybetti.

Taraf, PKK tarafından düzenlenen kanlı Gediktepe baskınından önce hazırlanan istihbarat raporlarına ulaştı. Şemdinli TEM Büro Amiri Başkomiser Ahmet Yiğenoğlu tarafından hazırlanan rapor, 16 haziranda saat 21.20'de Şemdinli Jandarma Karakolu'na fakslanarak PKK'nın Tekeli Taburu ve bu tabura bağlı Gediktepe Üs Bölgesi'ne saldırı yapacağı bildirildi.

Raporda şöyle deniyor: "Güvenilir bir kaynaktan alınan bir bilgide, PKK, 17.6. 2010 tarihinde Tekeli Taburu veya Tekeli Taburu'na bağlı bulunan Hacı Bektaş Dağı civarındaki askerî birliğe (Saldırı yapılma ihtimali çok yüksek) gündüz vakitlerinde büyük bir olasılıkla saat 14:00-15:00 veya 15:00-16:00 arası yapılacağı bilgisi alınmıştır. Arz ederim."

Komutan izindeydi
Şemdinli Jandarma Komutanlığı, Emniyet tarafından gönderilen bu rapor üzerine konuyu "acil" olarak 7. Hudut Alay Komutanlığı'na bildirdi. Buradan da konu Tekeli Tabur Komutanlığı'na, ardından Gediktepe Üs Bölgesi'ne iletildi. Ancak bu sırada yıllık izne çıkmak için Gediktepe Bölük Komutanı Tekeli'deki tabura geldi. Baskın günü de izinli olduğu öğrenildi. İstihbarat raporuna rağmen yerine bir görevlendirme yapılmadı.

30 saat sonra baskın
Emniyet'in raporuyla "geliyorum" diyen baskın, raporda belirtilen saatten 30 saatlik bir sapmayla 19 Haziran 2010 günü saat 02:00'da gerçekleşti. Gediptepe mevzilerine kadar gelen PKK'lıların düzenlediği baskında 11 asker yaşamını yitirdi. PKK'lılar, dört adet G-3 silahı, termal ve pitonları alarak bölgeden ayrıldı.

Balyozcu general 'çoban' demişti
Hatırlanacağı gibi baskın sonrası Başbakan Recep Tayyip Erdoğan programlarını iptal ederek, Van'daki cenaze törenlerine katılmış ardından da Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'la Gediptepe'deki sipere gitmişti. Çömelme tartışmalarının yaşandığı ziyarette, Balyoz sanığı Tümgeneral Gürbüz Kaya ikiliye eşlik etmiş ve baskınla ilgili bilgi vermişti. Kaya'nın baskın sonrası yaptığı açıklama da çok tartışılmıştı. Kaya, baskın öncesi 23:30'da görüntü aldıklarını, hemen topçu ateşi yaptıklarını, karşılık verilmeyince görüntülerin çoban, köylü ya da kaçakçı olabileceğini düşündüklerini de söylemişti.

Adım adım izlediler ama...
Gediktepe Sınır Karakolu'na yapılan baskınla ilgili ihmal istihbarat raporuyla sınırlı değil. PKK'lıların saldırıdan 15 gün önce sınır girişinden itibaren insansız hava araçları Heronlar tarafından görüntülendiği belirlendi. PKK'lıların Heronlar tarafından tesbit edilmesi üzerine bölgeye gelen helikopter gruba ateş etmeden geri dönüyor. İşte fotoğraflar:




PKK'lılar sınırdan sızıyor
Taraf'ın ulaştığı iki saatlik görüntüler 3 Haziran 2010 tarihine ait. Yani Gediktepe baskınından 15 gün önce çekildi. Heronlar, 3 Haziran 2010 günü saat 03:20'da sınırdan sızan PKK'lıları görüntülemeye başlıyor. Görüntülere göre PKK'lılar üç grup halinde saat 04:06'da toplanıyor. Bu sırada yaklaşık 100 kişilik grup, katır ve silahlarıyla adım adım takibe alınıyor.

Görüntüler, Genelkurmay Başkanlığı başta olmak üzere 30 ayrı birime aynı anda canlı olarak gönderiliyor. Gediktepe baskınını yapacak olan PKK'lıların yaptığı her hareket en ince detayına kadar kaydediliyor.

Helikopter geri dönüyor
Herondan gönderilen görüntü üzerine, PKK'lıların sınırdan giriş yaptıkları bölgeye bir helikopter gönderiliyor. PKK'lıların toplanmaya başladığı N 37 19 263, E 42 59 140 koordinatı helikoptere bildiriliyor. Bölgeye giden helikopterden PKK'lılar hiç rahatsızlık duymadan altışar kişilik gruplar halinde yollarına devam ediyor.

Görüntülerde PKK'lıların helikopterden saklanma gereği duymamaları da dikkat çekiyor. Dikkat çeken başka bir nokta ise koordinatlar verilmesine rağmen helikopter herhangi bir atış yapmadan birliğine geri dönüyor.

Katır sırtında silah
Helikopterin ayrılmasından sonra Heron PKK'lıları adım adım izlemeye devam ediyor. Gece intikal yapıldığı için PKK'lıların zaman zaman tek koldan hızlandığı görülüyor. Gece çekimi olmasına rağmen, PKK'lıların tüm hareketleri, geçiş noktaları ayrıntılı olarak tesbit ediliyor. Görüntü kayıt işleminin canlı olarak tüm birimlere aktarılması saat 05:30'a kadar devam ediyor. Ancak herhangi bir önlem alınmıyor.

Canlı yayında sınırı geçen PKK'lılar, katırlara yükledikleri ağır silahlarla Gediktepe'ye baskın düzenleyerek geri dönüyor.

http://taraf.com.tr/haber/general-kaya-bu-faksi-aciklasin.htm
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1010435&title=gediktepeye-saldiran-pkklilar-boyle-goruntulenmis-ama
#1168
Biliyorum, sen bir zamanlar sık sık rahatsızlık çeken o eski genç subay değilsin.
Onların bir kısmı çoktan emekli oldu, torunlarıyla oynuyor. Bir kısmı, bir zamanlar boyuna depreşip duran rahatsızlığının tehlikeli bir "çocukluk hastalığı" olduğunu anlamış durumda muhtemelen. Bir kısmı ise ordunun en tepelerine kadar çıkmış ve eskisinden daha da rahatsız...
Şimdi yeni bir "genç subaylar" kuşağı var orada ve ben merak ediyorum:
Sen, genç subay kardeşim;
Harbiye'den çıktığından bu yana kışlada geçirdiğin her gün başarısız kalmış bir darbe haberleriyle yüzleşmek zorunda kalan sen; birlikte savaştığın komutanlarının akılalmaz provokasyon planlarının altında imzasını gören; bazı hainlerin kaos uğruna kendi jetimizi düşürmeyi bile planladığını okuyan, yeraltından ordu malı silahların fışkırdığına, ordu malı bombaların orada burada patladığına tanık olan sen...
Heron İhanet kayıtlarını okuyan sen...
Rahat mısın?
Bizler, her sabah gazeteleri açtığımızda yeni bir "bomba"yla sarsılmaktan allak bullak olduk artık. Eskiden ayda bir, haftada bir gelen "bombalar" artık günde ikişer ikişer gelmeye başladı ve bu bombardıman, ordudaki kirlenmeyi yıllardır bilen, yazıp çizen bizlere bile fazla geliyor artık.
Son iki gün, sadece son iki gün içinde öğrendiklerimize bak:
Hani geçenlerde Gediktepe'deki baskın sonrasında açıklama yapan Tümgeneral PKK'lıları çoban sandıklarını söylemişti ya; meğerse o baskını yapan PKK'lılar saldırıdan on beş gün önce sınır girişinde Heronlar tarafından tespit edilmiş ve bildirilmiş ama her nedense bölgeye gelen helikopterler gruba ateş etmeden geri dönmüş. Bu kadar da değil Gediktepe Sınır Karakolu'na baskın yapılacağı, saldırıdan iki gün önce istihbar edilmiş ve acil faksıyla komutanlara bildirilmiş. Ama yine bir tedbir alınmamış.
Şimdi bu durumda genç subay kardeşim; sen de benim gibi; lanet okumuyor musun? Bu kaçıncı ihanet; o zaman ne işe yarıyor bu Heronlar, diye saçını başını yolmuyor musun? Boşu boşuna ölen silah arkadaşların için ağlamıyor musun? Neden bu savaşın bir türlü bitirilemediğini anlamıyor musun?
Yine, hani geçen mart ayında Ankara'da sivil plakalı bir kamyon bir ihbar üzerine emniyet güçlerince durdurulmuş ve kamyonda TSK'ya ait 900 küsur el bombası bulunmuş ama hemen ardından bunun TSK'nın bilgisi dahilinde rutin bir nakliyat olduğu ve güvenlik nedeniyle sivil araç kiralandığı söylenmişti de bizler de "Hay Allah biz de artık çok şüpheci olduk" diye mahcup olmuştuk ya, işte o bombaların kriminal raporu tamamlanmış.
Ve ne çıksa beğenirsin?
O bombaların Ergenekon kapsamında 59 ayrı olayda kullanılan bombalarla kardeş olduğu, Ergenekon operasyonu kapsamında 12 ayrı olayda ele geçen bombalarla aynı seriden olduğu ortaya çıkmış.
Mart ayında ihbarı yapan kişi, kamyonlardaki mühimmatın Türkiye'nin birçok bölgesine dağıtılacağını ve kirli eylemler yapılacağını iddia etmişti.
Şimdi sen, genç subay kardeşim; bundan önce daha kaç kamyonun hangi illere hangi kirli eylemler için silah tevzi ettiğini, o silahlarla neler yapıldığını -ya da yapılacağını- merak etmiyor musun?
Hem bize hem sizlere bir kez daha yalan söylenmesinden; aptal yerine konmuş olmaktan dolayı kızgın değil misin?
Son birkaç günde yediğin bu darbeler yetmiyormuş gibi, bir de Genelkurmay'ın suça bulaşmış bütün bu insanları kulaklarından tutup adalete teslim etmek yerine, korumak ve kollamak için çırpındığını gördüğünde; Balyoz sanıklarına ordu tarafından standart savunma hazırlandığını; kaçak subayların orduevlerinde saklandığını okuduğunda derin bir hayal kırıklığı ile sarsılmıyor musun?
"Ya bir de bu adamları YAŞ'ta terfi ettirirlerse, biz bu bataklıktan nasıl çıkarız" diye düşündükçe yüreğin daralmıyor mu?
Biz şaşkınız... Kirlenmeyi biliyorduk ama bu kadarını bilmiyorduk...
Sen biliyor muydun?
Her sabah gazeteleri açtığımızda yeni bir ihanet haberi okumaya içimiz dayanmıyor artık.
Biz bu kadarına dayanamıyoruz...
"Harp Okulu'ndan mezun olurken ettiği yemini hâlâ dün gibi hatırlayan kardeşim; karısını, çoluğunu çocuğunu, bilmem kaç yüz kilometre uzakta bırakıp, ıssız dağ başlarında, kuş uçmaz kervan geçmez patikalarda, kalleş bir mayının her an patlayacak gümbürtüsüyle yaşayan teğmenim, üsteğmenim, yüzbaşım; binbaşım, albayım.
Sen;
Sen uzatmalı çavuşum, başçavuşum"
Sen dayanabiliyor musun?
X x x
Evet, sabır gerçekten de kilit kelime. Şu anda sen de biz de sabrediyoruz.
Ama bu sabırda tevekkül değil umut var. Sabrediyoruz, çünkü biliyoruz ki, bu dehşetengiz tabloyla karşı karşıya olmaktan daha kötüsü, bu tabloyla hiç karşı karşıya gelememek, varlığından haberdar olamamaktır. Biz yıllarca bu tabloyla bir arada ama onu göremeden yaşadık. Böyle şeyler hep oluyordu ama biz bilmiyorduk. Şimdi görebildiğimize göre çözüm süreci de başlamış demektir.
İşte sabır gücümüzü buradan alıyoruz. Gördüklerimiz bizi kahretse de böyle gelmiş olanın daha fazla böyle gidemeyeceğine inancımız bizi ayakta tutuyor.

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/111310-genc-subay-kardesim-rahat-misin-gulay-gokturk-makalesi.aspx
#1169
Trabzon'da akciğer rahatsızlığı nedeniyle ameliyat için sedyede beklerken yaşadıklarını isyan eden üniversite öğrencisi Çağlar Gazioğlu, yanına yaklaşan ve daha sonra öldüğünü öğrendiği lösemi hastası çocuğun ''Şükretmelisin'' sözleri üzerine lösemi hastası çocuklara trombosit ve kan bulmak için grup kurdu.

Bir süre önce akciğerlerinde yaşadığı 'Pnömotoraks' rahatsızlığı nedeniyle iki defa ameliyat geçiren ve sağlığına yeniden kavuşan Karadeniz Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü 4. sınıf öğrencisi Çağlar Gazioğlu (24), hastalığı sırasında yaşadığı bir olayın kendisini ne denli etkilediğini, yaşadıklarını ve lösemi hastası çocuklar için yaptıkları çalışmaları AA muhabirine anlattı.

Yaklaşık 2 yıl önce ders çalıştığı sırada aniden rahatsızlandığını ve hastaneye kaldırıldığını ifade eden Gazioğlu, ''Vize haftasıydı ve ders çalışırken göğsüme ani bir ağrı girdi. Hemen acile gittik. Orada yapılan tetkikler sonucunda hemen ameliyat olmam gerektiğini söylediler. Ben o sırada sedyede beklerken kendi kendime söyleniyor ve bunun neden başıma geldiğine anlam veremiyordum'' diye konuştu.

Sedyede söylenirken, yanına, 10 yaşlarında lösemi hastası bir kız çocuğunun yaklaştığını belirten Gazioğlu, ''Saçları dökülmüştü ve lösemi hastasıydı. Bana gülümseyerek 'Şükretmelisin'' diye fısıldadı'' dedi.

O anda kendinden utandığını, ameliyatın ardından sağlığına kavuştuğunu ifade eden Gazioğlu, kendisine 'şükretmelisin' nasihati veren küçük kızın öldüğünü duyduğunu ve büyük bir üzüntü yaşadığını anlattı.

Etkilendiği bu olayın ardından kendisinde, ''Bir şeyler yapmalıyım'' fikrinin doğduğunu ifade eden Gazioğlu, şöyle devam etti:

''Bu çocukların en büyük probleminin trombosit ve kan ihtiyacı olduğunu öğrendim. Okuldaki arkadaşlarımızın ve hocalarımızında destekleriyle, sosyal paYlaşım sitesi Facebook üzerinde, ''Trabzon'daki lösemili kardeşlerimize destek'' adında bir grup oluşturduk. Bu grupta özellikle Trabzon'daki lösemili kardeşlerimizin trombosit ve kan ihtiyaçları için ailelerden bize ulaşan duyuruları yayınladık. Son bir yıl içerisinde neredeyse yüzün üzerinde çocuğa bu grup sayesinde trombosit ve kan ulaştırıldı.''

-''YAŞAMAYAN BİLMİYOR''-

Gazioğlu, destekçilerin büyük bir bölümünün ya kendisinin ya da çevresindekinin kanserle mücadele eden kişilerden oluştuğunu söyledi.

Geçen süre içerisinde artık lösemi hastası ailelerin kendilerini tanıdığını ifade eden Gazioğlu, ''Yaşamayan pek bilmiyor. Trombosit bulunamadığı zaman çocuğunun yanında ağlamamak için kendini sıkan, koridora çıkıp hüngür hüngür ağlayan annenin acısını tahmin edemiyor. Keşke herkes bu konuda duyarlı olabilse. Aileler bizi zamanla tanıdığı için artık direk bize ulaşıyorlar. Acil olarak istenen trombosit ve kan duyularını anında yayınlıyor ve üyelere duyurmaya çalışıyoruz'' dedi.

Grupta üye olanlardan trombosit ve kan verecek olan kişilerin ailelere direk telefon ile ulaştığını belirten Gazioğlu, ''Yayınladığımız duyurularda ailelerin numaralarını veriyor. Bu sayede zaman kaybını da önlemiş oluyoruz'' dedi.

-''ONLARI GÜLERKEN GÖRMEK...''-

Grubun etkinlikler de düzenlediğini kaydeden Gazioğlu, ''Üyelerimize belirli zaman aralıklarında bir duyuru yaparak lösemi hastası çocuklarımızı ziyaret edeceğimizi duyuruyoruz. Çocukları rahatsız etmeden uygun bir şekilde onlardan gelen hediyeleri dağıtıyoruz. Ancak kesinlikle hediye olarak para kabul etmiyoruz. Çünkü bu olaya para girerse olumsuz konular çıkabileceğini biliyoruz. Ama onlara götürdüğümüz hediyeleri verince, gülmelerini görmek tarif edilemez bir duygu'' diye konuştu.

Gazioğlu, en büyük temennilerinin ise kentte lösemi hastası çocuklar için bir bölge hastanesi yapılması olduğunu sözlerine ekledi.

AA
#1170
Aslında şu çok eğlenceli: CHP kesimi bir yandan vatandaşa kıvırmadan 'Neden Hayır'ın derdine düşmüşken bir yandan da Avrupa Sosyalistlerine durumu izah etmeye çabalıyorlar.

Kılıçdaroğlu'nun köy köy dolaşıp 'Mala davara bir faydası var mı?' diye sorduktan sonra 'O zaman referandumda oyumuz hayır' içerikli konuşmalarının İngilizce versiyonunu görmek fena halde matrak olacaktır. Hani biz CHP'nin Avrupai yiğitlerinin Hannes Swoboda'ya 'Siz AKP'nin uşaklarınız. Alayınız tırt' içerikli son derece nezih ve diplomatik mektuplar yazmasını beklerken bir başka kamera şakası gibi açıklama bizatihi Sayın Kılıçdaroğlu'ndan geldi.

CHP'li dostlar üzülürler mi, sevinirler mi bilemiyorum ama Kemal Kılıçdaroğlu hakikaten bir fenomene dönüşmeye başladı. Gerçeği eğip bükmesinin yanı sıra artık kendi ürettiği ve akıl ile iz'anın el ele verip kolbastı yaptığı birtakım yeni ve evlere şenlik gerçeklik üretiyor.

Bize de eğlence çıkıyor fena mı?

Bu meyandaki son makara ise şu: 27 Nisan bildirisi AKP ile Yaşar Büyükanıt (Genelkurmay diyemiyor, zira Sayın Önder Sav kızabilir sanırım.) ortak çalışmasının ürünüdür!

Gülmeden önce hemen o dönemi hatırlayalım. Hani böylesi dehşetengiz bir işbirliğini CHP'nin yeni fark etmesi de ayrı bir trajedi değil midir dostlar? Hani bu kadar cingöz bir siyasetçinin o zaman durumu kavrayıp, CHP'li yetkililerin, "Parti olarak bildirinin her satırına katılıyoruz." demesine engel olması gerekmez miydi? 'Her satırına' katılınan bir bildirinin gizli ortağı olunmaz da ne olunur?

Bugün "Değişikliğe hayır, çünkü kayısı taban fiyatlarına bir etkisi yok' şeklinde bir ana konsept ile yollara dökülen anamuhalefet partisinin bu tür şakadan beter çıkışlar ile bizleri eğlendirdiği kesin, gelin görün ki referanduma kendileri açısından olumlu bir etki yapıp yapmayacağı şüpheli.

Kılıçdaroğlu bu çıkışları bizzat geceleri kendisi mi düşünüp üretiyor, yoksa arkasında bir 'akıl fikir yürütme ekibi' mi var bilemiyorum. Fakat acizane kendilerine bu mantık silsilesi ile çok daha sağlam tüyolar verebilirim hem de 'miri malı' olarak yani "bilâ" bedel.

Madem sonuçlara bakıp olayları analiz etmek gibi meseleyi tersten alma yöntemi kullanıyoruz. Hemen başlayalım. CHP'nin en baba kozu şu olmalı bence: 28 Şubat, Tayyip Erdoğan ve ekibinin ortam çalışmasıydı. Hatta bu şahane fikri bizzat Doğan Medyası ve Ertuğrul Özkök tersinden itiraf da etti! Şöyle demediler mi: 28 Şubat AKP'yi iktidar yaptı, o halde iyidir!

İşin sevabına empati kısmı bir yana, Kılıçdaroğlu'nun yerinde olsam bu orijinal fikri 'es' geçmem. Düşünsenize, meydandasınız, meydan hıncahınç dolu ve gürlüyorsunuz; 'Sayın vatandaşlar, bunlar 28 Şubat'ın esas failidirler. Her türlü anti-demokratik uygulamayı sizlere reva görüp, sonunda bizi ve cuntacıları refüze ettiler, sonra da iktidara geldiler. O halde oyumuz hayııııırrr...'

İtiraf edin eğlenceli değil mi?

Sonra seçim takvimine göre yakın tarihten başlayarak geri zıplaya zıplaya gidilir: "12 Eylül'ü de bunlar Evren ile ortak yaptı, 12 Mart kesinlikle Tayyip'in başının altından çıktı. Hele 27 Mayıs... Of of ki ne of... Daha bacak kadardı ama karıştırdı memleketi. Menderes'in idamından başta Başbakan sorumludur... 1. Meşrutiyet'in gerçek sorumlusunu ise önümüzdeki genel seçimde açıklayacağım ve çok şaşıracaksınız..."

Daha zorlarsak Fransız Devrimi'ne kadar meseleyi uzatabiliriz. Anlaşılan önümüzdeki iki seçim takvimi siyasi açıdan olmasa da mizah tarihimiz açısından esaslı bir kahramanı bize armağan edecek. n.hazar@zaman.com.tr

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1009857
#1171
Ankara'da ele geçirilen bir kamyon dolusu el bombasının Kriminal Laboratuvar'daki incelemesi tamamlandı.

Özel Kuvvetler Komutanlığı'na ait bombalarının, 59 ayrı suç olayında kullanılanlarla 'kardeş' olduğu ortaya çıktı. Bombalar, Ergenekon'da ele geçirilen bombalarla da aynı seriden...

Ankara'da 10 Mart 2010 günü sivil plakalı bir kamyoda ihbar üzerine ele geçirilen Özel Kuvvetler Komutanlığı'na ait 900 adet el bombasının Kriminal Laboratuar'daki incelemesi tamamlandı. Bombaların, Ergenekon kapsamında 59 ayrı olayda daha önce kullanılan bombalarla "kardeş" olduğu anlaşıldı.

BOMBALAR SABIKALI ÇIKTI

Özel Kuvvetler Komutanlığı'na götürüldüğü açıklanan 900 bombanın seri numaraları, Emniyet kayıtlarında bulunan ve çeşitli olaylarda kullanılan el bombalarının seri numaralarıyla karşılaştırıldı. Kamyondaki bombalar, 59 ayrı olayda kullanılan el bombası ile 'kardeş' çıktı. Ergenekon soruşturması kapsamında 12 ayrı olayda ele geçirilen bombalarla da aynı seriden olduğu anlaşıldı.

İHBAR YAPILMIŞTI

İncelemede, kamyondaki bombaların Ergenekon soruşturmasını başlatan Ümraniye, Yarbay Mustafa Dönmez'e ait Zir Vadisi ile Poyrazköy 'de toprağa gömülü halde bulunan el bombalarıyla da aynı seriden olduğu belirlendi.Ankara Polisine 10 Mart 2010 günü gelen bir ihbarda, beyaz bir kamyonun askeri mühimmat taşıdığı, mühimmatın Türkiye'nin farklı illerine dağıtılacağı ve ardından kirli eylemler yapılacağı öne sürülmüştü.

İhbar üzerine harekete geçen Terörle Mücadele Şubesi ekipleri plakası belirtilen kamyonu şehir içinde durdurmuştu. Emniyete çekilen kamyonda yapılan aramada 900 adet seri numaraları belli el bombası bulunmuştu. Mühimmat nakliyesinin Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne bildirilmediği de ortaya çıkmıştı.

59 OLAYDA AYNI BOMBA

Ergenekon soruşturmasını başlatan el bombaları 12 Haziran 2007'de Ümraııi-ye'de bir gecekonduda ele geçirilmişti Buradaki 18 el bombasından 2'si kamyon daki 125 bomba ile aynı seriden.

* 7 Ocak 2009'da Yarbay Mustafa Donmez'in Sakarya'daki yazlığında ele ge çi ri len el bom ba ları kam yon da ki 12 bomba ile 'kardeş' çıktı.

ZİR VADİSİ VE POYRAZKÖY

Yarbay Dönmez'de bulunan krokiden hareketle 12 Ocak 2009'da Ankara Zir Vadisi'nde gömülü 10 el bombası, kamyondaki 25 bomba ile aynı seriden.

* 21 Nisan 2009'da Poyrazköy kazılarında ele geçirilen 2 el bombası kamyon da bulunan 25 bomba ile aynı seri çıktı 6 Temmuz 2007'de Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi operasyonunda Ahmet Cinali'den ele geçirilen el bombası kamyondaki 130 el bombası ile kardeş Bu bomba aynı zamanda, Yarbay Dönmez'in evin den çıkanlarla da aynı seriden.

MERSİN'DEN K. MARAŞ'A

Ergenekon kapsamında 12 Aralık 2008 de Trabzon'da Özel Harekat Polisi Hasan Akyüz'ün evinde bulunan 8 el bombası ile kamyondaki el bombaları aynı kafıleden. Bu bombalar, Yarbay Dönmez ile Ümraniye bombalarıyla da aynı seri.

* 2006'da Küçükçekmece'deki Eğirdir Tekstil'de bulunan 4 bombadan biri kamyondakiler ve Yarbay Dönmezin evinde ele geçirilenlerle aynı seriden çıktı.

* Ergenekon kapsamında 5 Eylül 2009'da Kahramanmaraş'ın Döngel Köyü'nde bulunan bir el bombası, 24 Mayıs 2008'de Antalya'da hırsızlık zanlısı Abdülvehhap Salman'da ele geçirilen el bombası ile 23-30 Nisan 2008'de Mersin'de köylulerin bulduğu 4 el bombası kamyondaki Özel Kuvvetler bombaları ile aynı seriden olduğu tespit edildi.

Kamil ELİBOL/ ANKARA
http://www.bugun.com.tr/haber-detay/111033-o-bombalar-ergenekon-la-kardes-cikti-haberi.aspx
#1172
Amerikan NewsWeek Dergisinde yayımlanan Türkiye'ye ilişkin yorumda, Türkiye'nin "yönünü doğuya döndüğüne" dair yaygın kanının aksine "odağında kendisinin olduğu yeni bir dış politika" izlediği kaydedildi.

Owen Matthews imzalı yazıda, Türkiye'nin son dönemdeki dış politikasındaki gelişmelerin, "gerçekte İslam Dünyası ile ittifak kurması değil, aksine bölgesinde kendini yeniden siyasetin ve ekonominin merkezi yapması olduğu" görüşü dile getirildi.

"Bir başka değişle Türkiye'yi AB ve ABD ile 'birlikte', ya da Müslüman dünyayla veya Rusya ile 'birlikte' görmek hatalı" diyen Matthews, son gelişmelerin, coğrafi ve ekonomik konumundan kaynaklı yeni, güçlü Türkiye odaklı politikaların bir parçası olduğunu" kaydetti.

Matthews, pratikte de bunun, Avrupa'nın, Türkiye'nin hala en baştaki dış politika önceliği ancak tek önceliği olmadığı anlamına geldiğini belirterek, Türkiye'nin kendi ulusal çıkarları, siyaseti ve ekonomisinin şimdi bazen eski müttefiklerinin önüne geçtiğini ifade etti.

Yazısına, "Bir zamanlar ABD'nin tartışmasız müttefiki, komşularının çoğuyla kavgalı olan Türkiye artık yeni bir dış politika izliyor; odağında da kendisi var" diye başlayan Matthews, Türk dış politikasını ilgilendiren son iki yıldaki bazı gelişmelere işaret etti.

Maatthews, şöyle devam etti:

"Son iki yılda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ı 'iyi arkadaşı' ilan etti; Gazze'ye giden Türk yardım konvoyuna saldırdığı için İsrail'e öfkeli tepki verdi. Suriye ve Irak'la anlaşmalar imzaladı. Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir'i 'iyi bir Müslüman' olduğunu söyleyerek savundu. Daha geçen hafta Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun, Hamas lideri Halit Meşal'le buluşması İsrail'de öfkeye sebep oldu."

Matthews, bütün bu gelişmelerin ardından önceden Avrupa'ya Türkiye'yi AB üyeliğine kabul etmesi için baskı yapan Amerikalı liderlerin artık açıkça endişe etmeye başladığını belirtti.

ABD Başkanı Barack Obama'nın da bu ay başında AB'nin tam üyeliğe kabul etme konusundaki geri adımlarının Erdoğan'ı "başka ittifaklar aramaya" zorladığı yorumuna işaret eden Matthews, gerçekte ise Türkiye'nin bölgesinde kendisini yeniden siyasetin ve ekonominin merkezi haline getirdiğini kaydetti.

Matthews yazısında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun, "Türkiye uzun süre güçlü adaleli, yumuşak karınlı, kalbi hasta, orta zekalı' olarak görüldü, Şimdi Türkiye'nin 'Avrupa'da Avrupalı ve Doğu'da Doğulu olma zamanı çünkü biz ikisiyiz de" şeklindeki sözlerine yer verdi.

Türkiye'nin Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasyaya ekonomik açılımlarını anlatan yazar, Türkiye'nin ilgisinin devam ettiği Avrupa'nın hala en iyi müttefiki olduğunu da belirtti, Türkiye ile gümrük birliğinin Avrupa ekonomisi için hayati önem taşıdığını ifade etti. Matthews, Almanya ve Fransa'nın Türkiye'nin AB üyeliği ümitlerini zedelemesine rağmen Ankara'nın reformlara devam ettiğini vurguladı.

Matthews, bunlara en dikkat çekici örnek olarak da darbe anayasasında reform çabalarını gördüğünü ifade etti.

AA
http://www.haber7.com/haber/20100727/Turkiye-yon-degistirmedi-odak-oldu.php
#1173
70 milyon kişinin kimlik, adres ve telefon bilgilerini yasa dışı yollarla elde ettikten sonra bazı hukuk bürolarına sattıkları ileri sürülen suç örgütüne yönelik operasyonda 3'ü kadın 15 kişi gözaltına alındı.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü Bilişim Suçları ve Sistemleri Şube Müdürlüğü, ''Suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, bilişim sistemine izinsiz girmek, bilişim sistemini engellemek, bozmak, yok etmek, sisteme veri yerleştirmek, var olan verileri başka bir yere göndermek, kişisel bilgileri hukuka aykırı olarak ele geçirmek, depolamak ve bir başkasına vermek'' olayları ile ilgili olarak bir suç örgütüne yönelik operasyon başlattı.

Operasyonda, 3'ü kadın 15 kişi gözaltına alındı.

ADRES VE TELEFON BİLGİLERİNİ KAÇAK YOLLARLA ELDE ETTİKTEN SONRA BAZI HUKUK BÜROLARINA SATAN SUÇ ÖRGÜTÜNÜN BU YOLLA YAKLAŞIK 3 MİLYON TL HAKSIZ KAZANÇ SAĞLADIKLARI TESPİT EDİLDİ

Yaklaşık 70 milyon kişinin kimlik, adres ve telefon bilgilerini yasa dışı yollarla elde ettikten sonra bazı hukuk bürolarına satan suç örgütünün, bu yolla yaklaşık 3 milyon Türk Lirası haksız kazanç sağladığının tespit edildiği bildirildi.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü Bilişim Suçları ve Sistemleri Şube Müdürlüğü, ''Suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, bilişim sistemine izinsiz girmek, bilişim sistemini engellemek, bozmak, yok etmek, sisteme veri yerleştirmek, var olan verileri başka bir yere göndermek, kişisel bilgileri hukuka aykırı olarak ele geçirmek, depolamak ve bir başkasına vermek'' olayları ile ilgili olarak soruşturma başlattı.

Soruşturmada, E.K. isimli bir kişinin liderliğinde kurulan suç örgütünün resmi ve yarı resmi kurumların altyapılarında bulunan kimlik bilgisi, telefon ve adres bilgilerini bu kurumların sistemlerine, hukuka aykırı olarak erişerek ele geçirdikleri tespit edildi.

Suç örgütünün, ele geçirdikleri bilgiler ile yaklaşık 70 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına ait kimlik, adres ve sabit telefon bilgilerinin bulunduğu bir data bankası hazırladığı ve bu data bankalarında sorgu yapabilmek için ''adres programı'' ve ''telefon sorgu'' adı verilen programları yazdıkları ve bunları bazı hukuk bürolarına para karşılığı sattıkları belirlendi.

Örgütün, daha sonra da programı satın alan hukuk bürolarına belirli bir ücret karşılığında sorgu yetkisi ve programlarla ilgili teknik destek sağladıkları belirtildi.

-5 İLDE EŞ ZAMANLI OPERASYON-

Bilişim Suçları ve Sistemleri Şube Müdürlüğü ekiplerinin yaklaşık 8 ay süren fiziki takip ile teknik ekipmanları da kullandığı çalışmalar sonucunda, suç örgütüne yönelik, İstanbul, Mersin, Antalya, Muğla ve Kayseri'de eş zamanlı operasyon düzenlendi.

Operasyonda, suç örgütünün lideri olduğu belirtilen E.K. ile 3'ü kadın 15 kişi gözaltına alındı.

Şüphelilerin ev ve iş yerlerinde yapılan aramalarda, 16 hard disk, 11 diz üstü bilgisayar, 16 telefon, 20 flash bellek, 82 CD ve DVD, 15 adet hukuk bürolarına satışı yapılan ''adres programı'' ve ''telefon sorgu programı'' isimli programlara ait satış sözleşmelerinin bulunduğu klasörler ile üzerlerinde çeşitli kişilere ait kimlik, adres ve telefon bilgileri bulunan çok miktarda doküman ele geçirildi.

Suç örgütünün, elde ettiği bilgiler ile yaptığı programı satarak, yaklaşık 3 milyon Türk Lirası haksız kazanç sağlandığının tespit edildiği kaydedildi.

AA
http://www.haber7.com/haber/20100727/70-milyonun-ozel-bilgilerini-caldilar.php


İşte savcılığın ceza soruşturmasına konu olan hadiseyi ortaya çıkartan haber:

Kimlik bilgileriniz internette satılıyor

TC Kimlik no, ad, soyad ve diğer kimlik bilgileri ile adres bilgileri internet üzerinden satışa çıkartıldı. Bin 500 TL'ye satılan bir programla istediğiniz kişinin tüm bilgilerine ulaşabiliyorsunuz. İşte skandalın ayrıntıları:

İhsan AYDIN'ın haberi

Adrese dayalı kayıt sistemiyle kayıt altına alınan ve Yüksek Seçim Kurulu tarafından askıya çıkartılan kişisel veriler internet üzerinden satışa çıkartıldı. Bir internet sitesinde bin 500 TL'ye satılan program vasıtasıyla 18 yaşından büyük tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kimlik bilgilerine ve adreslerine ulaşılabiliniyor.

Satıcı ocak ayında ölmüş olan kişilerin de kimlik bilgilerinin yer alacağını söyleyerek 'Sistemde 120 milyon kişinin bilgisi bulunacak' dedi. Herhangi bir firmaya ya da kişiye satışı yapılan bu bilgilerin yanı sıra ticari sicil geçmişi de satan başka bir firma, programdaki aksaklık nedeniyle şimdilik ticari bilgilere ilişkin programın satışının durdurulduğunu söyledi.

Tüketici Hakları Merkezi Başkan Vekili Avukat Faruk Hançer, kişisel bilgilerin gizliliğin esas olduğunu ve bu bilgilerin alınıp, satılmasının, saklanmasının suç olduğunu söyledi.

TÜM BİLGİLERİMİZ SATILIYOR

İnternet üzerinden Adres Rehberi adıyla satılan programın özellikleri içerisinde şu bilgilere yer veriliyor; "İcra ve Dava takiplerinizde adres bilgilerine ulaşamadığınız kişilerin sistemlerimizde var olan 18 yaşından büyük 50 Milyon kayıtlı kullanıcının Ad Soyad, T.C. Kimlik No, Anne Baba adı, Doğum Yeri, Bulunduğu İl v.b. farklı kriterlerde arama yapılıp adres bilgilerini bulabileceğiniz 'Adres Rehberi 1.0' programı kısıtlı kullanım olup 10 sorgulama yapılmaktadır."

Ücretsiz olarak yapılan 10 sorgulama sonrasında program sorgulamaya izin vermiyor. Eğer programı almaya karar verirseniz bin 500 TL karşılığında kredi kartı ya da havale ile ödeme seçenekleri bulunuyor.

10 DENEME BEDAVA 9'U DOĞRU

Web sitesinde herhangi bir adres yer almazken bir cep telefonu üzerinden irtibata geçip destek alabiliyorsunuz. Programı kurup denediğimizde ad ve soyadla yapılan aramalarda TC Kimlik No, cinsiyet, anne adı, baba adı, doğum yeri, doğum tarihi, nüfusa kayıtlı olduğu il ve ilçe bilgileriyle birlikte kişinin açık adres bilgisine de ulaşılabiliniyor. Yaptığımız 10 denemeden 1'i eski adres çıkarken diğer denemelerin tamamı doğru sonuç verdi.

Verilerin 18 yaş üstü olması Yüksek Seçim Kurulu'nun askıya çıkarttığı seçim listelerinin ele geçirilmiş olduğunu gösteriyor. Satıcı verilerin nasıl ele geçtiği ise yönünde bilgi verdedi.

ÖLÜLERİN DE KİMLİK BİLGİLERİ SATILACAK

Adres Rehberi'nin satıldığı web sitesindeki telefonu müşteri gibi arayarak bazı bilgilere ulaştık. Satıcı verilerin Ocak ayında güncelleneceğini ve ölmüş kişilerle ilgili kimlik bilgilerinin de sisteme yükleneceği söyleyerek 120 milyon kişi bilgisine erişim yapılacağı bilgisini verdi.

Kredi kartına taksit yapıldığını da belirten satıcı, bir sözleşme imzalandıktan sonra satışın yapıldığını belirti.
Yasal olup olmadığı yönündeki soruya, programla ilgili bir cezai yaptırım olmadığını belirten satıcı programı daha çok avukatlara sattıklarını, avukatların yasal prosedürü bildiklerini aktardı.

Satıcı bilgileri nereden bulduklarını açıklamayacaklarını belirttikten sonra, bu konuda başka firmalar da olduğunu söyledi. 

PROGRAMI AVUKATLAR KULLANIYOR

"Hazırlayacağımız haber için detaylı bilgi verebilir misiniz?" sorumuza satıcının cevabı şöyle oldu:  "Bu konuda bilgi vermem doğru olmaz, bu programı kullanan çok sayıda avukat da var. İnsanların işine teknolojik çözüm üretirken insanları sıkıntıya düşürmek doğru değil. Teknoloji doğru noktalarda kullanmak lazım. Haber yaparsanız karşıdaki insanlar da rahatsız olur?"

Yetkisiz kişilerin eline geçmesi durumunun söz konusu olmadığını belirten satıcı avukatlarla çalıştığı konusunda ısrarcı.

TİCARİ BİLGİLER DE SATILIYOR

Başka bir internet sitesinde ise adres bilgilerinin yanı sıra bankaların bile saklamasının yasak olduğu kişilerin ticari bilgilerinin satışı yapılıyor.

Diğer firmanın sattığı 'İstihbarat' adlı programda ise kişilerin Merkez Bankası nezdinde kara listeye düşüp düşmedikleri bilgilerinin yanı sıra, kredi kartı cezası, karşılık çek, protestolu senet bilgisi, kredi geri ödemesinde sorun yaşamış mı gibi konularda bilgi verildiğini vaat ediyor. Sitede bu bilgilerin satıldığı duyurulurken telefonla ulaştığımız firma yetkilisi 'İstihbarat' adlı bu pakette çeşitli sorunlar olduğu için şimdilik satışının durdurulduğu bilgisini verdi.

Yetkili diğer firmada bulunan adres defteri  gibi bir programları olduğunu belirtip, paket şeklinde satış yaptıklarını söyledi.

AVUKATLAR DIŞINDA DA SATIŞ YAPILIYOR

Yetkili avukat olup olmadığımızı sorduğunda avukat olmadığımızı, bir firma adına istediğimizi söyledik. Avukatlar dışında programın satılmadığını belirten firma yetkilisi, daha sonra diğer ürünleri almamız halinde adres sorgu programını da hediye olarak verebileceklerini söyledi. 

"YSK'NIN LİSTELERİNİ DERLEDİK"

Kişisel verilerin bu şekilde kullanılmasının hukuki bir sorun teşkil edip etmediği konusunda bilgisi olmadığını söyleyen yetkili, verilerin illegal yollarla toplanmadığını, Mart 2009 yerel seçimlerinde Yüksek Seçim Kurulu'nun askı seçmen bilgilerin derlenmesiyle oluşturulduğunu belirtti.

Yetkili konuyla ilgili haber yapacağımızı söyledikten sonra, avukatlardan başka kimseye satılmadığını belirterek, kişisel bilgilerin satışının yapılmadığını diğer ürünleri alanlara hediye olarak verildiğini belirtti. Avukatların zaten bu bilgilere ulaştığını söyleyen firma görevlisi kolaylık sağlamak için bu programı hazırladıklarını aktardı.

VERİLERİ SATMAK SUÇ

Kişisel bilgilerin satışının yapılması konusunda görüşüne başvurduğumuz Tüketici Hakları Merkezi Derneği (TÜ-MER) Başkan Vekili Avukat Faruk Hançer:

"Kişisel verilerin gizliliği esastır. Kişinin dokunulmazlığıyla ilgili husustur. Bu bilgiler alınıp satılamaz, devredilemez. Kanunlarla çizilmiş sınırlar çerçevesinde resmi ve ilgili şahıslar elde edebilir, öğrenebilir. Kamuya açık bir biçimde paylaşılması suçtur"

"Avukatlar, savcılar, resmi kamu kurumları, kamu kurumu içindeki meslek kuruluşları görevleriyle ilgili hususlarda, resmi kanallarla isteyebilir. Yasaların izin verdiği sınırlar dışında bu bilgilerin paylaşılması suçtur. Cumhuriyet Savcılıklarının derhal harekete geçip soruşturma başlatmalı."

BİR AN ÖNCE ÖNLEM ALINMALI

" Verilerin sadece avukatlara satılıyor olması durumu kurtarmaz. Verilerin nasıl ele geçirildiği de önemli. Maalesef Türkiye'de sıkıntı, internetin kullanılmasının yaygınlaşması ile özel bilgilere çok kolay ulaşılabiliyor. Bu verilerin nasıl ele geçirildiğinin araştırılması ve sistemdeki açıkların da bir an önce kapatılması gerek."

http://www.haber7.com/haber/20091211/Kimlik-bilgileriniz-internette-satiliyor.php
#1174
On bir yıl önce 6 Eylül 1999'da adli yılı açarken şunları söylemiştim:
"(...) Türkiye, meşruluk debisi neredeyse sıfıra yaklaşmış bir Anayasayla yeni yüzyıla giremez, girmemelidir."

Girdi.

Şimdi bunun çalkantılarını yaşıyor.

Avrupa Birliğinin önündeki en büyük engel 1982 Anayasası'dır.

Bu noktada toplumda görüş birliği var.

Ama çözüm konusunda kutuplaşma ve güvensizlik sürüyor.

Aşılmalı.

Aşılabilir. Hem de kolayca.

Yeter ki, aşma konusunda amaçlar, niyetler birleşsin.

Birleşince gündeme "kurucu kurultay" gelecek ister istemez.

Çünkü bugünkü TBMM'nin oluşumunda iki önemli çarpıklık var.

Birincisi, temsil sorunu. Akıl, hukuk ve etik dışı bir baraj oranı ile Seçim ve Siyasal Partiler yasaları halkın çoğulcu yapısının parlamentoya yansımasını önlüyor.

İkincisi, siyasal partiler birbirine güvenmiyor. Her parti, öbür partilerin kendi çıkarlarına yönelik anayasa yapma kaygısı taşıdığına inanıyor. 

Buna bir de üçüncü sorun ekleniyor: 1982 Anayasasının meşruluğu.

Kimse meşruluk sorununu küçümsemesin.

Bir toplumda meşruluk sorunu varsa, gittikçe düğümlenen bir hukuk bunalımı da var demektir.

Aynı konuşmada buna da değinmiştim: "Meşruluk, toplumbilimin, siyaset biliminin en önemli kavramlarından biridir ve örselenemez.

Bir kurumun, yasanın ya da yönetenlerin, bilinen ve benimsenen kurallara göre oluşmuş bir çoğunluğu arkalarında bulundurduklarına ilişkin halkta yaygın bir inanç varsa, o kurum, o yasa ya da yönetenler meşrudur (Burdeau, Duverger, Aron, Easton, Kelsen, Lipson, Weber ve başka yazarlar).

Meşruluk, toplumdaki barış ve dinginliği sağlayan; kurumu, yasayı, iktidarı ayakta tutan büyülü bir inançtır. (Bu inanç yasasının gereği olarak) En zorba yönetimler bile hep kendilerini meşru göstermeye çalışırlar. Çünkü "meşruluk, sitenin/devletin/toplumun görünmeyen barış meleğidir" (Ferraro).

Meşruluk iki türlüdür: Biçimsel meşruluk (la légitimité formelle) ve maddî meşruluk (la légitimité matérielle).

Çoğunluk kurallara göre sağlanmamış ise biçimsel meşruluk yoktur. Kurallara göre sağlanan çoğunluğun onayı sonradan geri çekilmiş ise maddî meşruluk yoktur.

Acaba 1982 Anayasası biçimsel ve maddi açılardan meşru mudur?

Biçimsel meşruluk açısından ele aldığımızda gerçek şudur:

Bu Anayasa, halk ya da halkın özgür iradesiyle seçilen bir kurucu iktidar tarafından değil, kapatılan parlamentonun sıralarına oturtulan atanmış kişilerce yapılmıştır.

İkinci olarak, meşruluk bir karara, işleme, herkesin sonuçları sorgulayabilecek ve eşit biçimde, baskısız ve yasaksız katılmalarına bağlıdır. İradeler tartışma sürecinden geçmedikçe meşruluktan söz edilemez. Çünkü tartışma varsa ve ne denli açıksa, sorunlar o denli saydamlaşır, insanlarca bilinir ve yanlışa düşme tehlikesi azalır. "Konuşulan ülkelerde zafer, susulan ülkelerde utanç vardır." (Clémenceau, 4.6.1888 konuşması).

1982 Anayasası tartışmaya kapalı tutulmuş; hapis cezası yaptırımına bağlanmıştır.

Üçüncüsü, tartışma yasağına koşut olarak halka yönelik tek yanlı bir beyin yıkama bombardımanından sonra oylama yapılmıştır.

Dördüncüsü, Anayasa onanmadığı takdirde pretoryen diktanın süreceği mesajı verilmiş, ölümü gören eli böğründeki halk çaresiz, sıtmaya razı olmuştur.

Beşincisi, içini gösteren, "seni mimlerim" tehdidini sergileyen zarflarla gizli oy ilkesi çiğnenmiştir.

Altıncısı, tek işlemle hem devlet başkanı, hem de Anayasa oylanmıştır. Her ikisini destekleyenlerin ya da onlara karşı olanların sayısı, oranı belirsizdir. Devlet başkanını destekleyenler Anayasaya katlanmışlarsa Anayasa; Anayasayı destekleyenler devlet başkanına katlanmışlarsa devlet başkanı meşru değildir. Çünkü oyların çoğunluğunu hangisinin kazandığı bilinememektedir. Dolayısıyla ikisinin de kazandığı kuşkuludur. Üstelik devlet başkanı için zaten seçme söz konusu değildi. Tek adaydı. Seçenekler arasında özgür seçimde bulunamayan birey özerk olamaz. Özgürlük özerklikten önce gelir.

Görülüyor ki, yapılan bu toplumsal sözleşme/Anayasa, bireylere yönelik tehditle, kısaca fesada uğratılmış bir iradeyle topluma benimsetilmiştir."

O konuşmamda da vurguladığım üzere ortada dostlar alışverişte görsün diye yapılan bir oylama söz konusudur: Bu "göstermelik oylama hukuken sakattır. Bu yüzden Anayasa biçimsel meşruluktan yoksundur, geçersizdir. Unutmayalım ki, bu tür yollarla halkoyuna sunulan anayasaların sağladığı çoğunluk her ülkede %97-%100 arasında gerçekleşmiştir ve görünüştedir (Duverger). Türkiye'de %93 çoğunluk, halkın onuruna saldırıyla elde edilen ayıplı bir çoğunluktur. "Kurşun yerine oy" kullanılarak (Duverger) halka kabul ettirilen 1982 Anayasası, hazırlayanlar ve hazırlanış biçimiyle bir tür padişah buyrultusudur, ama bir toplum sözleşmesi değildir.

Hukukun bu konudaki soğukkanlı yansız ve nesnel görüşleri küreseldir ve bellidir: Yanılgı (hata), dolan (hile), baskı (ikrah) gibi özgür iradeyi açık ya da örtülü (zımmî) biçimde bozan (ifsat eden)nedenler yüzünden özgür irade ürünü olmayan uzlaşmalar/sözleşmeler, bütün hukuk sistemlerinde hiçlik (butlan, nullité: nullità) yaptırımıyla sakatlanır (Borçlar Yasası, md. 24-30). Baskının açık ya da örtülü olması, içinde bulunulan koşullardan doğması, sonucu değiştirmez."

Elbette bu baskının var olması için taraflardan birinin elinde silah, herkesin görebileceği biçimde zor araçlarının olması gerekli değildir. Nitekim Türk Yargıtayı, 4.10.1944 tarihli İçtihatları Birleştirme Kararında, kira sözleşmesini yaparken, kiracının zayıf durumda olması ve bu manevi ve "örtülü baskı" yüzünden iradesinin özgür bulunmaması nedeniyle sözleşmede yer alan kiralananı boşaltma taahhüdünü hiçlikle sakat saymıştır. İşçi işveren sözleşmelerinde de durum aynıdır (Benzer kararlar: YHGK, 28.5.1979, 17.5.1989, 2.10.1996). Fransız Yargıtayı da, gereksinme nedeniyle işçinin iradesi manevi baskı altında olduğundan, işçinin çıkarlarına karşı olan sözleşmeyi (İş Dairesi, 5.7.1965), iş sözleşmesini yenilemediği takdirde ücret ödenmeyeceği koşulunu, dolayısıyla hukuksal (İş Dairesi, 3.10.1973) ve ekonomik (Ticaret Dairesi, 20.5.1980, 2.7.1992) baskılar nedeniyle bu tür sözleşmeleri hiçlikle sakat görmüştür (Terré, n. 239, 240, 241).

Ben bir hukukçuyum. Her hukukçu hukuka, yasalara, hukukun yansız yorumlarına ve yargısal görüşlere göre konuşur, yazar.

1999 konuşmamda hukuk dışı hiçbir görüş söylemedim.

Tersine hukukun buyruklarına uydum; hukuk yapıtlarının ortasından konuştum. Bu konuda yaşamım boyunca da ödün vermediğime inanıyorum. Yanıldığım olmuştur. Ama bilerek asla.

Yukarıdaki saptamalar karşısında Anayasa oylamasındaki baskı (ikrah) olgusunu yadsımak olanaklı mıdır?

Elbette hayır.

Bunları unutmayalım.

Yerim bitti, ama sözüm bitmedi.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/1982-anayasasi-mesru-degil-kaldirilmali-i-259419.htm


1982 Anayasası meşru değil; kaldırılmalı - II 

Geçen hafta kaldığım yerden sürdürüyorum, yazımı.
Acaba 1982 Anayasasının maddi meşruluk açısından durumu neydi?

Bu da apaçıktı, hukuk açısından.

Bilindiği üzere anayasalar, örgütlenmiş siyasal birim olan devletin gücünü sınırlayan, bireyin hak ve özgürlük alanlarıyla bunların çiğnenmelerine karşı denetim yollarını belirleyen, iktidarın tek elde toplanmasını önleyerek çoğulculuğu benimseyen, çok iktidar ilişkisinde dengeleri sağlayan, her türlü hukuk dışılığı engelleyen belgelerdir.

1982 Anayasası tersini yapmış, devlet gücünü sınırlayacak yerde hak ve özgürlükleri sınırlamış ve bunları birer ayrık anlayışıyla düzenlemiş, halka güvensizliği ruhuna içselleştirmiş, yargı birliğini ve bağımsızlığını örselemiş, demokrasi rejimini amaçlamamış, sadece sıkı düzen bir yönetim biçimiyle kendisini sınırlamıştır. 1961'in insan hak ve özgürlüklerine "dayanan" devleti (md. 2) gitmiş, hak ve özgürlüklere lütfen "saygılı" (md. 2) "kutsal devlet"i gelmiştir.

Nitekim bu kutsal devlet, ancak 23.07.1995'e dek dayanabilmiştir.

Devlet ve değerleri her ülkede elbette korunur. Korunmalıdır da. Ama "devlet" kutsallaştırılırsa ilişilemez (tabu) olur çıkar. Çünkü kutsallara dokunulamaz.

Görünen o ki, son amaç, erek (telos) ve varlıkbilim (ontologie) açılarından (Karl Loewenstein ve Giovanni Sartori'nin anayasaları sınıflamalarına göre) 1982 Anayasası, siyasal iktidarın başına buyrukluğunu önleyici, insanların hak ve özgürlüklerinin özünü kollayıcı olmadığından normatif ve güvenceci bir anayasa değildir. Diyanet İşleri Başkanlığının konumuna dek devletin örgütlenmesini ayrıntılarıyla düzenleyip devleti korumayı amaçladığından, toplum dinamikleriyle bütünleşemediğinden, kurallar ile ayrıklar yer değiştirdiğinden ve dolayıyla hak ve özgürlükleri ayrık olarak algıladığından; bunları adı var kendi yok ölü bir metne dönüştürdüğünden, görünüşte, adı anayasa olan bir metindir.

O halde bu Anayasa, bir benzetme yapmak gerekirse, maskeli balolarda giyilen bir maske gibidir. Çünkü bu Anayasanın günlük yaşam ve hukukla hiçbir ilgisi yoktur. "Anayasaya göre halk ve birey devlet içindir, devlet halk ve birey için değildir."

1999'da bu türden durumları çarpıcı örneklerle sergilemeye çalışmıştım: "Belçika'nın getirdiği yasaktan (1831 Anayasası md. 24; 1994 Anayasası md. 31) 151 yıl sonra, 1982 Anayasası, devleti koruma kaygısıyla, memur yargılaması için izin sistemini getirmiştir (md. 129/son).

Kısaca baskı yasaları üretmeye kodlanmış bir metindir bu. Anayasa laiklikten söz etmiştir, ama zorunlu din derslerini getirerek laikliğin canına okumuştur. Çünkü bu düzenleme özünde laiklik karşıtıdır."

Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere bugün Türkiye'de Anayasa diye adlandırılan bir metin vardır. Ama gerçekte bir anayasa yoktur. Devlet de anayasal niteliklere sahip bir devlet değildir.

Bu nedenlerle "Taşıdığı bu yapım (imalat) yanlışları yüzünden derin siyasal ve toplumsal bunalımlar üreten, toplum dokusunu yırtan" (Çağlar) bu Anayasanın arkasında, artık onu kotaranlar bile duramıyorlar.

Duramazlardı, zaten.

Öyleyse "demokrasiye vurgun Türk çocukları" niye dursunlar ki?"

Konuşmamı şöyle sürdürmüştüm:

"Çağımızın en büyük matematikçilerinden biri Kurt Gödel'dir. Gödel, Nazilerden kaçarak Amerika'ya sığınır. Sürekli uzatılan çalışma izinleriyle üniversitede görevini sürdürür. ABD yurttaşlığına geçmesi gündeme geldiğinde, ABD Anayasasını okur ve sarsılır. Zira Gödel'e göre bu Anayasa diktatörlüğü önleyecek silahlardan yoksundur. Her an bir Hitler yaratabilir. Bu yüzden Gödel, ABD yurttaşlığını reddetmeyi düşünür. Onu zorla inandırırlar, yurttaşlık konusunda.

Bugün Türkiye'de 1982 Anayasasını reddeden Gödel'ler çoğunluktadır ve bu Anayasanın maddi meşruluğu da kalmamıştır.

Bitmedi. Sürecek.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/1982-anayasasi-mesru-degil-kaldirilmali-ii-261249.htm


1982 Anayasası meşru değil; kaldırılmalı- III

Önceki iki yazımda meşruluk kavramı açısından hukukun ışığında yaptığım hasar saptamasına göre, 1982 Anayasası'nın gerek biçimsel, gerek maddi açıdan meşru olmadığı, sanıyorum, çarpıcı biçimde ortaya çıkmıştır.
Hiç kimse meşru olmayan bir anayasa ile yönetilmeye katlanamaz; katlanmamalı da.

1999-2000 adli yılı açış konuşmamda ulaştığım bu sonucun düzeltilmesi gerektiğini de şöyle vurgulamıştım: "Türkiye; hukuk devleti değil, hukukun üstünlüğü temeline oturan, evrensel ilkelerin tezgâhında yerel ipliklerle dokunan, ortak paydası insan hak ve özgürlükleri olan bir anayasayla üçüncü bine girmeyi hak etmiştir."

Ama bu özlem gerçekleşmedi.

Üçüncü bine 1982 Anayasa'sıyla girdik.

Bu Anayasa'yla yönetilmek bir yurttaş olarak bana acı veriyor.

Binlerce hukukçudan biri olarak utanç veriyor.

İnsan olarak hem acı, hem de utanç veriyor.

Ne var ki, o konuşmamda bağrıma taş basarak hukukun bu konudaki söylediklerini de anımsatmıştım.

O da şuydu: "Bu Anayasa, yokluk (inexistence, inesistenza) yaptırımıyla değil, hiçlikle (butlan, nullité, nullità) sakattı. Eğer yoklukla sakat olsaydı hiç kimseyi bağlamazdı. Hiçbir hukuksal sonuç doğurmazdı. Onu dinlememek, ona uymamak hukuka aykırı olmak şöyle dursun, hukuka omuz vermek olurdu.

Ancak bu Anayasa sadece hiçlikle sakattı. Hakkında yalnızca hiçlik yaptırımı uygulanabilirdi. O nedenle, istersek de istemesek de, kaldırılıncaya dek 1982 Anayasa'sı hepimizi bağlardı.

Konuşmamda buna da değinmiştim: "Anayasa'yı eleştirmek başka şeydir, ona uymak başka şeydir. Yeni bir anayasayla yürürlükten kalkıncaya dek hiçlikle sakat olan bu Anayasa'ya uymak, yasal bir yurttaşlık görevidir. Öte yandan onun meşruluğunu tartışmak, kamuoyunu uyarmak ve halka doğruları söylemek de, her hukukçunun ahlaki bir ödevidir."

"Ben hem görevimi, hem de ödevimi yerine getirmeyi sürdüreceğim."

Hiçlik ve yokluk kavramları arasındaki ayrımı bilmeyenler, konuyu anlamaya çalışacak yerde, o dönemde görüşlerime bilinçsizce, bana da insafsızca saldırdılar.

Neler demediler ki?

Bilimsel açıdan beni geliştirmek, beslemek şöyle dursun, çoğu ipe sapa gelmez şeylerdi.

Ama bilimin önünde gülünç duruma düştüler.

Bu görevim, bu ödevim elbette bugün de sürüyor.

Bunların gereklerini yerine getirirken kimilerinin eleştirilerini de bekliyordum.

Ama beni; bilim unvanı taşıyanların şeytan taşlayan birine benzetmelerini, kimi yazarların da insandan umudunu keserek uzlaşmayı bir düş olarak görüp belli bir ideolojinin mengenesine sıkışmış biri olarak görmelerini, belli bir sınıfa sokmalarını doğrusu beklemiyordum.

Çünkü bunlar, bir eleştiri değil, düpedüz saldırıdır, acıtmadır.

Zira yazarın düşünce namusuna teslim edilen kalem; artık bir oka dönüşmüş, ucundan kan damlamaktadır.

Açıkça vurgulamak isterim ki, bütün bunlar, "insan" kavramı ve "insanın vicdanına inanç ilkesi" adına beni çok utandırdı.

Ama ben onlardan bile hiçbir zaman umudumu kesmedim, kesmiyorum.

İnsan tükenmez ki umudumu keseyim.

Elbette zaman zaman kısa erimde hukukun da yitirdiği olur.

Uzun erimde ise ne yitirir ne de tükenir, hukuk.

Değişmeyen sonuç şudur: Eğer hukuki akıl ve bellek, siyasetten ve sıradan zihinsel kalıplardan bağımsız değilse; siyaset hukukun buyruğuna girecek yerde, hukuk siyasetin boyunduruğuna girmişse, yapılan her düzenleme, ya eksiktir ya yanlıştır ya çarpıktır ya da "olması gereken hukuk"a aykırıdır yahut da hepsidir.

Üzülerek belirteyim ki, ülkemizde sürgit yaşanan budur.

İnsan davranışlarını binlerce yıl süren deneyimlerden ve binlerce beyinsel hücrelerden süzerek, evrensel -küresel değil- vicdanda damıtarak, zaman kavramını yenerek ve aşarak bugünlere gelen, küresel kavram ve ilkelerin kuşatması altında biçimlenen hukuk, sıradanlıkların gereci, aracı olamaz. Olmamalı.

Olursa, geçici bir mutluluk, zenginlik yaşarsınız. Ama böyle bir hukuk bir süre sonra ilkin onu gereç, araç yapanları ezer geçer. Karun'ların (Kroisos, Krezüs, [MÖ ]) sesleri, "Solooon! Ah Solon!" diye yükselmeye başlar.

Ama artık çok geçtir; iş işten geçmiştir.

Bugün devlet ve yasa adamı, bilge Solon, söyledikleriyle birlikte 2650 yaşındadır, Karun da bir o kadar.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/1982-anayasasi-mesru-degil-kaldirilmali-iii-262953.htm
#1175
YARGI tarafsız olmalıdır, halbuki olaylar yargıda "taraf"ların çarpıştığı izlenimini veriyor.
Dahası, yargıdaki çarpışma, HSYK'daki çarpışmaya paralellik gösteriyor!.. YARSAV ile Demokrat Yargı dernekleri arasındaki çatışmayı çeşitli yargı kararlarında da görüyoruz!
"Bizden" olan ve olmayan hâkim ve mahkeme algılamaları kamuoyunda gittikçe yaygınlaşıyor ve adalete güven zedeleniyor.
Tecrübe ve bilgi birikimiyle bu tabloyu gidermede en büyük sorumluluk yüksek yargıda olduğu halde, yüksek yargıda da "taraflılık" görüntülerine tanık oluyoruz.

Bu nasıl tarafsızlık?
Nazlı Ilıcak, YARSAV'ın ünlü üyelerinden bir yargıç için "işgüzarlık yaptı" diye yazınca Yargıtay'ın ilgili dairesi bunu "özgürlük" saymıyor, hakaret sayıyor, Ilıcak'ı tazminata mahkûm ediyor...
Ama Baskın Oran için "yabancı güçler tarafından... Maddi ve manevi olarak satın alınmıştır" denildiğinde, Yargıtay'ın aynı dairesi bu hakareti "özgürlük" sayıyor!..
Yüksek yargı, tazminat kararlarıyla ceza yargısına müdahale ediyor!..
Adalet Bakanı, darbe soruşturmaları hakkında "suç örgütleri konusunda nereye kadar uzanırsa oraya kadar gidilmesi" şeklinde açıklama yapıyor, Yargıtay'ın aynı dairesi bunu "yargıyı etkilemek" sayıyor, tazminata hükmediyor! Karara muhalefet eden bir hâkim ise Susurluk vakasının üzerine gidilmediği için örtülü kaldığını hatırlatıyor.
Kaldı ki, adalet bakanları yargı işlemlerine karışamazlar ama adalet hizmetlerinin düzgün yürütülmesi, suçla ve suç örgütleriyle mücadele konularında siyaseten sorumludur ve bu çerçevede elbette konuşurlar.
Ama yüksek yargımız bunu suç sayarken, YARSAV'ın belirli davalar için bildiriler yayımlayarak, gövde gösterisi halinde duruşmaları izleyerek yaptığı eylemleri "yargıyı etkilemek" olarak görmüyor, aksine, kameraların karşısına yan yana çıkıyorlar.

Tutuklama salgını
Öte yandan, 31'i halen muvazzaf olan 102 general hakkındaki "yakalama" kararıyla yeniden gündeme gelen başka bir adli süreç... Halen askeri görevlerinin başında bulunan komutanların "kaçacağı"ndan ve toplanmış delilleri karartacağından şüphelenmek için hangi sebepler olabilir?!
Mehmet Haberal hakkındaki suçlamayı ve savunmasını "Suçum Ne?" adlı kitapta okudum, niye hâlâ tutuklu olduğunu anlayabilmiş değilim.
Dosyaların ayrıntılarında her tutuklama için sebepler olabilir ama şu bir gerçektir: Türkiye'de tutuklamalar "tedbir" gibi değil, "erken ceza" gibi uygulanıyor. Tutukluluk/mahkûmiyet oranlarına ilişkin istatistikler de kamuoyunda gittikçe yaygınlaşan bu endişeye hak verdiriyor.
İzaha muhtaç başka bir husus; aynı davalarda toplu tahliye kararlarını veren iki nöbetçi hâkimin HSYK tarafından Ekim 2009 Kararnamesi'yle bu davalara bakan mahkemelere atanmış olmalarıdır!
HSYK atamalarında ne kavgalar yaşanmıştı, neyin kavgasıydı, unuttuk mu?
Siyasi kanaat ve duruşlar yargıyı ilgilendirmez. Yargının görevi "siyaseten doğru" olandan yana, "siyaseten yanlış" olana karşı olmak değildir.
Yargı için tek doğru vardır, o da "tarafsız" olmak, hukuku evrensel anlamıyla uygulamaktır. Bu noktada itibarı zedelenmekte olan yargıya itibarını kazandırmak, öncelikle hâkim ve savcıların omuzlarındaki bir vebaldir.

http://www.milliyet.com.tr/yargi-da-neler-oluyor-/taha-akyol/siyaset/yazardetay/27.07.2010/1268762/default.htm
#1176


Ümraniye'de bir gecekonduda bulunan bombaların ardından Ergenekon'a vurulan her darbe, Türkiye'yi tüyler ürperten gerçekle yüz yüze getirdi. Yargının attığı her adıma PKK eylemle karşılık verdi. Zaman ayarlı saldırılar ve son olarak Heron'larla ilgili 2 subayın ihanet konuşması, çete-örgüt ilişkisini gün yüzüne çıkardı.

ÖNDER DELİGÖZ / İSTANBUL
Ergenekon-PKK bağlantısında her geçen gün yeni bir sır perdesi daha aralanıyor. 30 yıldır katliamlarına devam eden terör örgütünün özellikle Ergenekon operasyonunun başladığı 2007'den bu yana gerçekleştirdiği zaman ayarlı saldırılar, iddianamelere yansıyan kirli ilişkiler, ihanet konuşmaları ve itiraflar çete-örgüt bağlantısını gözler önüne seriyor.
Genelkurmay Başkanlığı, Heron skandalıyla ilgili sessizliğini korurken, ihanet konuşmasını yapan subaylara Kandil sahip çıktı. Terör örgütünün şehir yapılanması KCK'nın yöneticisi Mustafa Karasu, PKK'lılar için "bizim adamlar" diyen ve "çok zayiat veriyoruz, Heronları düşürelim" diyen Üsteğmen Fırat Ç. ile ihanet isteğine "çaresine bakarız" şeklinde karşılık veren Yarbay Selami Selçuk Ç'yi savundu. Sahte çürük çetesi liderliğinden tutuklu yargılanan Albay Zeki Üçok'un MİT tarafından tespit edilen konuşmayla ilgili soruşturma dosyasını kararttığı iddiaları da ihanet skandalının dikkati çeken bir başka yönü oldu.

AKTÜTÜN AÇIKLIĞA KAVUŞTU

MİT, Fırat Ç'nin, Heronları durdurması için yardım istediği bir diğer ismin de ABD'li ve Türk subayların birlikte çalıştığı, Heron görüntülerinin analiz edildiği birim olarak bilinen ODC'nin başındaki Tuğamiral Alaettin S. olduğunu tespit etti. Bu skandal, akıllara 17 şehit verdiğimiz Aktütün saldırısını getirdi. Heronların, saldırının gerçekleştiği 4 Kasım 2008'den 3 gün önce Aktütün'ün karşısında, 10 km Irak sınırı içinde PKK'lıların saldırı hazırlıklarını görüntüleyip askeri yetkililere ulaştırdığı ortaya çıkmıştı.

PERİNÇEK'LE SABAHA KADAR BAŞ BAŞA

'Parmaksız Zeki' kod adlı Şemdin Sakık'ın Diyarbakır'da yattığı cezaevinden Star Gazetesi yazarı Şamil Tayyar'a gönderdiği mektup, kirli ilişkinin aktörlerini birebir şahidi tarafından deşifre etmişti. Örgütte olduğu sırada Öcalan'ın sağ kolu olarak bilinen Sakık, Ergenekon tutuklusu Perinçek ve teröristbaşı arasındaki samimiyetin fotoğraflardan öte olduğunu belirterek mektubunda şu ifadeleri kullandı: "Bekaa kampına kadar gelip Öcalan'ı ziyaret etti. Askeri törenle ve silah atışlarıyla karşılandı. Öcalan onu kucakladı, öptü, günlerce konuk etti. Kaldıkları odaya militanlar yüz metreden fazla yaklaşamadı, sabahlara kadar baş başa kaldılar. Öcalan'ın Perinçek'le günlerce bir odada baş başa kalarak neler konuştuklarını ya da planladıklarını, neden yanlarına üçüncü bir kişiyi almadıklarını ve "militanlar kaldığımız yere yüz metreden fazla yaklaşmasınlar" talimatı verdiğini hala merak ediyorum."

KÜÇÜK, ASKERİ TÖRENLE KARŞILANIYOR

Sakık, mektubunda Ergenekon sanığı Yalçın Küçük'ün, Öcalan bağlantısını da anlattı: Bizzat Öcalan'ın sunduğu örgüt imkanlarıyla Fransa'ya yerleşti. Bazen Öcalan'ın daveti bazen kendi isteğiyle Şam'a geliyordu. Her seferinde Öcalan tarafından askeri törenle, süslü püslü sözcüklerle, kucaklaşmalarla, öpücüklerle karşılanırdı. ikisi baş başa verip örgütü ve savaşı düzenliyorlardı.


Örgüt plana harfiyen uydu

Darbeye zemin hazırlamak için Fatih Camii'nin bombalanmasından kendi askeri jetimizin düşürülmesine kadar insanın kanını donduran emirleri içeren Balyoz Darbe Planı da Ergenekon-PKK bağlantısına ışık tutuyor. Mart 2003'te hazırlanan darbe planında ülkede kaos ortamı oluşturabilmek için PKK'ya biçilen rol şöyle: "PKK ve El Kaide'nin büyük şehirlerde özellikle İstanbul'da eş zamanlı büyük eylemleri ve anılan eylemler sonrasında icra edilecek, STK ve üniversiteler ile koordine ederek yönlendireceğimiz çok geniş katılımlı toplumsal gösteriler ve eylemler neticesinde oluşan kaos ve karmaşa nedeniyle öncelikle olağanüstü hal ve sonrasında sıkıyönetim ilan edilecek."

Darbe planının yapıldığı dönemde hem PKK hem de El Kaide'nin harekat emirlerine uygun eylemleri dikkati çekiyor. El Kaide, İstanbul'da sinagoglara ve bankalara saldırı düzenledi. Teröristbaşı Abdullah Öcalan'ın 1999'da yakalanmasının ardından sessizliğe bürünen PKK ise planın yapıldığı dönemde yeniden silahlı eylemlere başlama kararı aldı. İmralı'dan yayılan gerilimle provokasyon dolu gösteriler başladı.

'İŞBİRLİĞİ YAPACAKLAR BELİRLENSİN'

Aralarında kuvvet komutanları Özden Örnek ve İbrahim Fırtına'nın yanı sıra eski 1. Ordu Komutanı Orgeneral Çetin Doğan'ın da bulunduğu 196 sanıklı Balyoz iddianamesindeki tespitler, PKK'nın halka karşı devlet görevlileri tarafından nasıl kullanıldığını da gösterdi. Balyoz sanığı emekli Tuğgeneral Süha Tanyeri'nin iddianameye giren el yazısı notları, kirli ilişkinin kanıtlarından biri oldu. "Süha Tanyeri Defteri Plan Semineri Hazırlık Notları" adlı dosyada, "Bölgede PKK-KADEK ile işbirliği yapacak kişiler önceden tespit edilmelidir" ifadeleri yer alıyor.


Devrimci Karargah Kandil'de eğitim aldı

Kandil'den Hakkari'nin Yüksekova İlçesi'ne eylem yapmak için geldiği sırada Ağustos 2009'da yakalanan F.T. adlı bir PKK'lının verdiği ifade, karanlık ilişkiyi belgeleyen listeye bir madde daha ekledi. "Irak'taki PKK kamplarında başka örgütler de eğitim alıyor mu" diye sorulan F.T, ilginç bir bilgi verdi. 2006-2007 arasında Kandil'de bulunduğunu anlatan F.T, adını Selimiye Kışlası ve AK Parti İstanbul İl Başkanlığı'na düzenlenen bombalı saldırıların yanı sıra Bostancı'daki hücre evi baskınında bir komiserin şehit edilmesiyle duyuran Devrimci Karargah örgütüne bağlı teröristlerin kamplarında eğitim aldığını söyledi. Operasyonlarda gözaltına alınan sanık ve gizli tanıkların ifadesine göre Devrimci Karargah, Ergenekon'un kullandığı PKK, Hizbullah, DHKP/C ve MLKP gibi terör örgütlerinin işlevsizleştiği gerekçesiyle kuruldu. Türkiye'yi sarsan Güngören saldırısı da bu örgüt tarafından yapıldı.

DERİN DEVLET BAĞLANTISINI BİLİYORDUM

Terör örgütünün dağ kadrosunda 15 yıl kaldıktan sonra geçen yıl kaçarak polise teslim olan B.D. de PKK ile Ergenekon arasındaki bağlantıya ilişkin önemli itiraflarda bulundu. Ergenekon iddianamesi ek klasörlerinde yer alan bilgilere göre, B.D.'ye 'PKK ile Ergenekon bağlantısı' soruldu. B.D, verdiği ifadede, Ergenekon soruşturması sürecinde iki örgüt arasındaki bağlantıların deşifre olduğuna dikkati çekerek, örgütün gerçek yüzünü gören teröristlerin, gruplar halinde dağdan indiğini, kaçışların önüne geçmek isteyen terör örgütünün de bu sebeple Devrimci Karargâh örgütünü kurduğunu vurguladı.

Bombalar aynı grup

Erzincan'daki Ergenekon yapılanmasıyla ilgili iddianamede yer alan deliller de derin yapının PKK bağlantısına bir kez daha ışık tuttu. Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nce kabul edilen iddianamedeki "Albay Dursun Çiçek imzasını taşıyan 'Kaos Planı' Erzincan'da hayata geçirildi" tespitinin en önemli delillerinden biri 27 Ekim 2009'da Erzincan Çatalarmut Barajı'nda bulunan bombalarla ilgili. Bulunan mühimmatın önce 30 ayrı olayda ele geçirilen bombalarla aynı seri ve kafile numarasına sahip olduğu belirlendi. İrtibatlı olaylar arasında bir polis cinayeti, polis karakoluna saldırı, PKK'daki mühimmatlar ve Şemdinli olayı dikkat çekti. Çatalarmut'taki "HGR DM41 SPLITTER COMP-B LOS FMP-19" gövde numaralı bombanın 20 Mart 2000'de Mardin'de PKK örgütüne mensup Seyfettin Işık'ın evindeki el bombası ile aynı gruptan olduğu tespit edildi. Adana'da PKK'ya ait evde ele geçirilen 5 el bombasından birinin Çatalarmut'takilerle aynı maşa numarasını taşıdığı belirlendi.

http://yenisafak.com.tr/Gundem/?t=26.07.2010&i=270217
#1177
Kamuoyunda ''taş atan çocuklar'' olarak bilinen çocukları da kapsayan 6008 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'ndaki değişikliğin yürürlüğe girmesiyle Midyat'taki cezaevinde 2 ile 4 yıl arasında ceza alan 15-18 yaşlarında 5 çocuk tahliye edildi.

İbrahim Yakut'un haberi

Kamuoyunda ''taş atan çocuklar'' olarak bilinen yasanın yürürlüğe girmesiyle Mardin'in Midyat ilçesinde yaşları 15 ile 18 arasındaki hükümlü 5 çocuk tahliye edildi.

Kamuoyunda ''taş atan çocuklar'' olarak bilinen çocukları da kapsayan 6008 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un Resmi Gazete'de yayımlanmasının ardından ilk tahliye Midyat Cezaevinde gerçekleştirildi.

Midyat Cezaevi Savcılığı, haklarında 4 yıl 2 ay ile 4 yıl 8 ay hapis cezası verilen, cezaları Yargıtayca onaylanan 15 ile 18 yaş arasındaki 5 çocukla ilgili dosyayı Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdi. Dosyayı inceleyen Diyarbakır Nöbetçi Mahkemesi, H.K, E.E, F.K, İ.İ ve H.U. hakkındaki hükmün infazının durdurulmasına karar vererek, 5 çocuğu tahliye etti.

Güneydoğunun çeşitli il ve ilçelerinde çeşitli tarihlerde katıldıkları izinsiz gösterilerde polise taş attıkları gerekçesiyle 5 çocuk ''terör örgütü propagandası yapma, örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na muhalefet'' suçlarından Diyarbakır'daki 4, 5 ve 6. ağır ceza mahkemelerinde yargılanmış ve 4 yıl 2 ay ile 4 yıl 8 ay arasında değişen hapis cezalarına çarptırılmıştı.

Çocuklar hakkında verilen ceza Yargıtay tarafından onanmıştı.

ADANA'DAKİ CEZAEVLERİNDE BULUNAN ÇOCUKLARIN TAHLİYELERİNE BAŞLANDI

Kamuoyunda ''taş atan çocuklar'' olarak bilinen yasanın yürürlüğe girmesiyle Adana'nın Pozantı ve Ceyhan ilçelerindeki cezaevlerinde bulunan çocukların tahliyelerine başlandığı bildirildi.

Kamuoyunda ''taş atan çocuklar'' olarak bilinen çocukları da kapsayan 6008 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un Resmi Gazete'de yayımlanmasının ardından cezaevinde yatan çocukların bir bölümünün ailelerine teslim edildiği, bir bölümünün de işlemlerinin tamamlanmasının beklendiği belirtildi.

Adana Barosu Avukatlarından Tugay Bek, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Adana Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığınca çeşitli tarihlerde Adana ve Mersin'de katıldıkları izinsiz gösterilerde polise taş attıkları gerekçesiyle ''terör örgütü propagandası yapma, örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na muhalefet'' suçlarından haklarında dava açılan, hüküm giyen ve soruşturması devam eden 500'ün üzerinde çocuk bulunduğunu ifade etti.

Bek, kanun değişikliğinden yararlanacak yaklaşık 70 çocuk bulunduğunu belirterek, '''Tahliye işlemlerine dün geceden itibaren başlandı. Bazıları ailelerine kavuştu, bazılarının ailesinin ise cezaevleri önünde bekleyişlerini sürdürüyor'' dedi.

Avukat Vedat Özkan da 20 tutuklu müvekkilinin bu kapsamda bulunduğunu vurgulayarak, şunları söyledi:

''İnfaz savcılıklarının talebi üzerine tahliye işlemlerine ivedilikle başlandı. Hafta sonu olmasına rağmen tahliye işlemleri yapılması sevindirici. Sadece dosyası Yargıtayda olanların tahliyesi gecikebilir. İvedilikle bu dosyaların ele alınmasını bekliyoruz. Bu süreç uzun zamandır bekleniyordu. Avukatlar olarak, ailelere çocuklarını sahiplenerek benzer suça karışmamaları konusunda telkinlerde bulunmalarını istiyoruz.''

Bu arada, Mersin Cumhuriyet Başsavcılığından alınan bilgiye göre, ailesi Mersin'de olan ve Pozantı ilçesindeki cezaevinde bulunan yaşları 15 ile 18 arasındaki hükümlü 2 çocuğun tahliye işlemleri tamamlanarak ailelerine teslim edildiği kaydedildi.

Yetkililer, bu kapsamdaki dosyaların Adana Cumhuriyet Başsavcılığına gönderildiğini bildirdiler.

CEZAEVLERİNDEN TAHLİYE EDİLEN ÇOCUKLAR AİLELERİNE KAVUŞTU

Kamuoyunda ''taş atan çocuklar'' olarak bilinen yasanın yürürlüğe girmesiyle Adana'nın Pozantı ve Ceyhan ilçelerindeki cezaevlerinden tahliye edilen çocuklar ailelerine kavuştu.

Yaklaşık 1 ay önce merkez Seyhan ilçesi Şakirpaşa Mahallesi'nde düzenlenen izinsiz gösterilere katılarak polise taş attıkları iddiasıyla tutuklanan Ali Bayav (15), Pozantı ilçesindeki cezaevinden tahliye edildikten sonra ailesinin yanına geldi.

Ova Mahallesi'ndeki evinde ailesi ve arkadaşları tarafından karşılanan Seyhan Belediyesi İlköğretim Okulu 6. sınıf öğrencisi Bayav, ''Polise taş attığım için cezaevine girdim. Benimle birlikte çok sayıda arkadaş da aynı suçtan cezaevinde yatıyordu. Cezaevi koşulları iyiydi. 21 gün cezaevinde tutuklu kaldım. Yasanın ardından da tahliye edildik. Aileme ve arkadaşlarıma kavuştuğum için mutluyum ancak pişman değilim'' dedi.

Ali Bayav'ın annesi Behiye Bayav da Kürtçe yaptığı konuşmada, çocuğuna kavuştuğu için mutlu olduğunu söyledi, baba Mehmet Bayav ise ''Oğlumun eve dönmesine sevindim. Yasal düzenlemeye sevindim. Kimsenin cezaevinde kalmasını istemiyorum'' diye konuştu.

Sanayi sitesindeki bir iş yerinde tornacı olarak çalışırken polise taş atma suçundan tutuklanarak Pozantı'daki cezaevine gönderilen Vedat Bayav da pişman olmadığını söyledi.

Cezaevine 16 gün önce girdiğini belirten Vedat Bayav, ''Eve döndüğüm ve aileme kavuştuğum için mutluyum'' dedi.

Baba Şefik Bayav da ''Barış olsun, kan dökülmesin istiyoruz. Hepimiz kardeşiz'' diye konuştu.

Bu arada, izinsiz gösterilere katıldıkları gerekçesiyle tutuklanan kişilerin tahliyesinin Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı, haklarında dava açılarak yargılanmaları devam edenlerin mahkemelerce tahliye edildiği, hüküm verilen sanıkların dosyalarının yargılandıkları mahkemece yeniden ele alınacağı, haklarında mahkumiyet kararı bulunup da dosyaları Yargıtaya gönderilen sanıkların dosyalarının da Yargıtay tarafından inceleneceği bildirildi.

AA
http://www.haber7.com/haber/20100726/Tas-atan-5-tutuklu-cocuk-tahliye-edildi.php
#1178
İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi'nce kabul edilen Balyoz darbe planıyla ilgili iddianamede akıllara ziyan ayrıntılar var.

Sanıklar, darbeye zemin hazırlamak amacıyla, "terör örgütleriyle işbirliği" yapmak ve söz konusu örgütlerin birlikte eyleme soyunmasını sağlamak için planlar hazırlanmış. İddianameye göre, cunta, PKK'nın yanısıra, aşırı sol ve komünist terör örgütlerinden de yararlanmayı düşünmüş. Belgelere bir göz atacak olursanız, 12 Mart 1971 muhtırasıyla 12 Eylül 1980 darbesi öncesindeki iç karışıklıklar yeniden tezgahlanıp sahnelenecekmiş. Terörün ardından gelsin sıkı yönetim tabi! Ve cellatlar, ellerini oğuşturarak çıksın ortaya!

Bu, insanın iliklerini donduran plan, sanıklardan emekli Tuğgeneral  Süha Tanrıverdi'den ele geçirilen el yazısı notlarda yer alıyor!

Notlarda, PKK-KADEK işbirliği için kimlere görev verileceği bile belirtilmiş, iddianameye göre.

Darbe planının görüşüldüğü seminerde, dönemin kolordu komutanları arasında çarpıcı bir tartışma yaşanıyor. Korgeneral Ergin Saygun darbe sırasında ve sonrasında "aşırı şiddet kullanılmasına" karşı çıkıyor:

"Bu aşırı şiddet, TSK'yla halkımızı karşı karşıya getirir ve beklenenin tersine bazı sonuçlara yol açar!"

Gelin görünki, dönemin 5. Kolordu Komutanı Korgeneral Şükrü Sarıışık, Türkiye'yi kabuslara gömecek laflar ediyor, gene iddianameye göre:

"Kolordu Komutanlığından, yeterli güvenlik önlemlerini alabilecek bütün birliklerimi oraya görevlendiririm.   
İstanbul'un üzerine çökerim!

"Ama bir yerde de halkı karşımıza almak meselesi ayrı! Bunlar kararlarını vermişlerdir! Bu ülkeyi bölecek, parçalayacaklar ve ülkeyi başka bir siyasal düzene (rejime) taşıyacaklar. Böyle kararlı olan bir halka karşı da bizim acımasızca hareket etmek görevimizdir!

Türkiye'yi bölmek isteyenler yok mu? Var elbette! Ama bunlar bir avuç, yurt dışından yönetilip yönlendirilen, satılmış iti uğursuz. İstihbarat birimleri tam anlamıyla ve eşgüdüm içinde çalışsa, bunları derleyip toparlamak çok kolay!

Yeterki bu yolda sağlam bir irade, dipten doruğa oluşsun!

"İstanbul'un üzerine çökerim" lafı var ya?

Bu lafın bir benzeri daha var tarihde. Söyleyen, Adolf Hitler.

Varşova'yla ilgili ediyor bu lafları. "Taş taş üstüne koymayın Varşova'da. Halkın soluk alıp vercek gücü bile kalmasın!" (Albert Speer - Inside the Third Reich)

Aslına bakarsanız, darbe planları üzerine çalışacağına bunca yüksek rütbeli ve Allah'tan çoğu emekli ya da göz altında adam, Türkiye'de herkesin canını yakan terörle mücadeleye kafa yorsalar, bunca gencimizi yitirmezdik boşu boşuna. Ama o da mümkün değil eğer iddianamede yer alanlar doğruysa, çünkü tavşana kaç tazıya tut deniyormuş yıllardır!

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/aziz-ustel/korgeneral-istanbul-un-uzerine-cokerim-haber-280033.htm
#1179
İsrail, 31 Mayıs'ta kanlı bir baskın sonucu el koyduğu gemileri ön koşulsuz olarak iade etme kararı aldı. Mavi Marmara da serbest bırakılıyor. İsrail ordusunun kararı Savunma Bakanlığı aracılığı ile Türk yetkililere iletildi.

Geçtiğimiz günlerde Türkiye'ye seyahat yasağını kaldıran İsrail, gemilerle ilgili de adım attı. İsrail, 9 Türk'ün öldürüldüğü "Mavi Marmara"nın da aralarında bulunduğu üç gemiyi bırakma kararı aldı.

İsrail Savunma Bakanlığı, 31 Mayıs'ta kanlı bir baskın ile el koyduğu Türk gemilerini ön koşulsuz iade etmeye kara verdi.

İsrai ordusunun kararı Savunma Bakanlığı aracılığı ile Türk yetkililere duyuruldu. İsrail ordusu bir kaç gün içinde resmi bir açıklama yapacak. İsraillli yetkililer kararın zarar gören Türkiye- İsrail ilişkilerinde yeni bir dönem başlatacağını düşünerek aldı.

İsrail ordusu, Gazze'ye yardım götüren gemilere 31 Mayıs'ta operasyon düzenlemişti. "Mavi Marmara" gemisine gece yapılan baskında 9 Türk hayatını kaybetmişti.

Bu kanlı baskından sonra gemilerde bulunanlar ülkelerine gönderilmişti. Ancak İsrail, gemilere el koymuştu.

Türkiye nota vererek gemilerin bırakılmasını istemişti. Ancak İsrail, gemilerde yük bulunduğunu gerekçe göstererek buna itiraz etmişti.

İsrail'de kısa bir süre önce Hayfa Belediye Başkanı, "Mavi Marmara" gemisinin yüzer otel yapılmasını önermişti.

http://www.haber7.com/haber/20100723/Israil-gemileri-iade-etme-karari-aldi.php
#1180
Mustafa İslamoğlu'nun konuyla ilgili makalelerinden iktibas edilmiştir:

(...) ülkemizde imal edilen gazozların tamamında şu veya bu oranda alkol bulunduğu TÜBİTAK raporuyla kesinlik kazandı. Bu rapor bir basın toplantısıyla kamuoyuna açıklandı.

(...) Bir nokta aydınlığa kavuşturulmalı: Alkol gazlı içeceklere karıştırılmakta mıdır, yoksa doğal mayalanma sonucu mu oluşmaktadır. Bu sorunun sonucuna göre hüküm değişebilir.

Bazıları doğal mayalanma sonucu ortaya çıktığını savunuyor. Bu savunulurken de "meyvelerde dahi doğal alkol vardır" deniliyor. Bu teknik bir konu olmakla birlikte, bazı uzmanlar meyvelerde doğal alkol olduğu görüşünü reddediyorlar. Bu uzmanlara göre bozulan meyvelerde alkol olur, zaten bozulduğu için o da yenmez. Kaldı ki bazı itiraflardan da anlaşıldığı gibi, etil alkol gazozlara bir çözücü olarak sonradan katılmaktadır.

Peki, bu katılan alkol küçük oranlarda da olsa gazozu haram yapar mı?

Bu konu esasen kumarbaz mantığıyla "ya hep-ya hiç" ile halledilecek konulardan değildir. Nebiz konusunda imamların "helal-haram" zıtlarında gezinen içtihatlarını ve bu konudaki tartışmaların bin yıldan fazla zamandır sürdüğünü biliyoruz. Nihayetinde bir şeyin istihaleye uğradığı, dönüşüm ve değişim geçirdiği konusu da yoruma açıktır.

Kaldı ki, özelde kola, genelde gazlı içecekler mevzuu, sadece "Katkı maddesi olarak şu kadar etil alkol kullanılması caiz mi, değil mi?" meselesine de indirgenemez. Bu meselede;

1.      Egemen güçler elinde iktisadi sömürü unsuru olması açısından,

2.      Tiryakilik yapıcı özelliği açısından,

3.      Saklanan içeriğiyle ticaret ahlakı açısından,

4.      Sağlıklı beslenme üzerinde yaptığı tahribat açısından,

5. İnsan sağlığını tehdit ve şişmanlığı teşvik açısından da ele alınarak hüküm verilmelidir. Nasıl ki, naslara parçacı yaklaşım maksadı anlamayı zorlaştırıyorsa, fıkhi hükümlerdeki parçacı yaklaşım da, maksadı gerçekleştirmeyi zorlaştırır.

Şu durumda, gazlı içeceklerde çözücü katkı maddesi olarak kullanılan etil alkolün bu içecekleri haram hale getirecek oranda olmasa bile, bunları "şüpheli" hale getirmektedir. Bu şüphe "Var mı yok mu?" şüphesi değil, "Varlığı kesin de, bu haram kılar mı kılmaz mı?" şüphesidir Hz. Ömer'e atfedilen "Kızıldeniz'e bir damla şarap düşse ondan su içmem" sözü, sahabenin bu konudaki titizliğini gösterir. Buna, yukarıda saydığımız beş maddeden en az bir veya ikisini ilave edersek, bu sonuç gazlı içecekleri şer'i açıdan ağır zan altında bırakmaya yeter.

Sonuç, ilk yazılarımızda vardığımız hükümdür: Tüm gazlı içeceklerden uzak durun, içiniz rahat etsin. Bir kere bu tür suni her yiyecek ve içecek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Her ne ki tabiata aykırıdır, o fıtrata da aykırıdır, zararlıdır. Acısı, bugün değilse bir gün çıkar.

http://www.mustafaislamoglu.com/yazidetay.php?Yazi_id=1085&yazar=32
http://www.mustafaislamoglu.com/yazidetay.php?Yazi_id=1086&yazar=32