Haberler:

Hukuk Forumumuza Hoşgeldiniz

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#1201
Ne zaman siyasi kültüre sinmiş bulunan militarizmi ve bununla ilişkili olarak askerin siyaset üzerindeki etkilerini meşrulaştırmak icap etse, ordunun "Peygamber ocağı" olduğu öne sürülmekte, laiklik konusunda son derece hassas olan askerin karar ve icraatlarına bir tür kutsallık atfedilmektedir.

Bu doğrudan dinin asli kaynaklarından çok, Osmanlı tarihine damgasını vuran fetih ve gaza kültürüyle; yakın tarihte yaşadığımız travmalarla ilgilidir. ll. Mahmut'un Asakir-i Mansure-i Muhammediyye'yi kurarken gelişen söylem ve İttihatçıların bunu pekiştiren retoriği "peygamber ocağı"nı kutsal bir metafor olarak türetti.

Belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber (sas)'in ne askerî birliği, ne nizamî bir ordusu ne de askerî kışlası ve karargâhı ve ocağı vardı. İlk dönemde iki merkez ihdas edilmişti. Biri Mescid-i Nebevi, diğeri Ehl-i Suffe. Mescid-i Nebevi'de Allah'a ibadet edilir, yanı sıra sosyal hayatın tanzimi için gerekli konular konuşulur, istişare edilirdi. Basit manada o gün için Mescid'in diplomatik görüşmelerin yapıldığı, sosyal ve iktisadi politikaların görüşüldüğü, savaş kararlarının alındığı bir tür "parlamento" olduğunu söyleyebiliriz. Esasında benzer bir merkez, İslam'dan önce Mekke'de de bulunuyordu ki, buna Daru'n-Nedve denirdi.

Ehl-i Suffe adı verilen diğer merkez ise daha çok zayıf insanların ve kimsesizlerin kendilerini ilim öğrenmeye, zühd ve takvaya adadıkları yerdi. Hz. Peygamber'in gözetiminde bulunuyordu ve buradan hakikaten çok seçkin sahabeler yetişti.

Hiç şüphesiz, bir insanın üzerinde yaşadığı yurdunu savunması önemlidir ve bu uğurda ölürse şehittir. Din, can, mal, nesil ve akıl emniyetinin korunduğu toprak, liaynihi değil, liğayrihi uğrunda ölmeye değer. Bütün yeryüzü mescid kılınmıştır. İnsanların inançlarını ve dinî hayatlarını özgürce yaşayabildiği her yer savunulmaya değerdir. Allah yolunda cihad, en geniş manada "insan ile İslam arasındaki engellerin ortadan kaldırılması"nı hedefleyen bir görevdir. Yurt savunması yapılırken, şehadet ve cihad gibi kavramların öne çıkması gayet tabiidir, ancak bu askerî gücün olur olmaz sivil işlere karışmasının, yönetimi bildiği gibi tanzim etmeye kalkışmasının gerekçesi değildir. İslam'da askere özel yetkiler veya rejim üzerinde vesayet hakkı tanıyan herhangi bir hükme rastlanamaz.

Hz. Ömer'in büyük sahabe ve komutan Halid bin Velid'i tam savaş sırasında görevden almasının iki önemli sebebi vardı. Biri, her girdiği savaşı kazanan Halid'in giderek insanların gözünde yüceltilmeye başlanmasıydı. Şu kanaat hasıl oluyordu: Halid'in komuta ettiği hiçbir savaş kaybedilemez. Bu, doğru strateji, yeterli donanım, fedakârlık, sabır ve sebat, İlahi yardım ve savaşın haklı ve adil olmasını gerektiren moral faktörlerin Halid'in gerisine düşmesi tehlikesine yol açıyordu. Diğeri, artık Halid isteseydi orduyu peşine takar, Medine'yi basar, halifeyi görevden alabilirdi. İnsanlar Halid'i öylesine yüceltmeye başlamışlardı ki, askerî güç sivil yöneticilerin önüne ve üstüne çıkıyordu. Dirayetli Halife Hz. Ömer bu tehlikeyi sezdi ve tam savaş sırasında iken Halid'i azletmeye karar verdi. Ancak Halid de öylesine büyük bir sahabe idi ki, kendisini azleden mektubu okur okumaz atından indi, görevi hemen devredip er olarak savaşa devam etti. Allah ikisinden razı olsun.

İslam'da profesyonel ve nizami orduyu ilk ihdas eden Muaviye'dir. O güne kadar savaş olacağı zaman seferberlik ilan edilir, erkekler toplanır, savaşa giderdi. Savaş bittiğinde ordu da dağılırdı. Hiçbir askerin 4 aydan fazla cephede kalmasına izin verilmezdi ki, bu Hz. Ömer'in içtihadı ve kararıydı. Silah taşımak sünnetti ve bu herkesin hakkıydı. Bu, aynı zamanda eğer söz silahı elinde bulunduranların olacaksa, bu bütün Müslümanların hakkı olmalıydı. Geleneksel teamüllere uyulup -ama Kur'an'ın düzenlemesini yaptığı şekilde- savaş ganimetleri dağıtılırdı. Muaviye ilk defa nizami ordu kurdu, askerlik süresini uzattı ve maaş sistemini getirdi. Bu, siyasetin askerî güçle ilişkilendirilmesine yol açan ilk önemli gelişme oldu.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1000271&title=peygamber-ocagi
#1202
Seda Şimşek'in röportajı

Türkiye'de her gün yargı ile ilgili düzenlemeler tartışılıyor. Son zamanların en çok tartışılan konusu Türk yargısı. Anayasa değişiklikleri ile birlikte "yargısal gerilim" de ülkenin tansiyonunu yükseltiyor. Hemen herkes Anayasa Mahkemesinin vereceği kararı dört gözle bekliyor Yargı ile ilgili bir düzenleme yapılacağı zaman artık en önemli kriterlerden birisi de Avrupa Konseyinin Venedik Komisyonunun görüşleri ve ilkeleri oldu.

Venedik Komisyonu Genel Sekreteri, Alman Hukukçu Thomas Markert'le, parlamentoda kabul edilen ve şu anda Anayasa Mahkemesi'nin önünde olan anayasa değişikliği paketinde yer alan düzenlemeleri konuştuk. Markert'ın tarafsız bir hukukçu olarak yaptığı değerlendirmeler bir kez daha gösterdi ki, Türkiye'de yargı ile ilgili düzenlemeler hukuksal açıdan değil, salt ideolojik perspektiften değerlendiriliyor...

Venedik Komisyonu, Türkiye'de tartışılan Anayasa değişikliklerine nasıl bakıyor?

Türk Hükümeti, Venedik Komisyonu'na bu değişiklikler konusunda görüş bildirmesi için resmen başvuruda bulunmadı. Bu nedenle, detaylı olarak inceleme durumumuz söz konusu olmadı. Fakat, 2 hafta önce Adalet Bakanlığı yetkilileri Strasbourg'a gelerek paketi bize verdiler. Dolayısıyla değişiklikler hakkında, iyice bilgilendirilmiş olduk.

Pakete baktığımızda, Venedik Komisyonu'nun benzer konularda diğer ülkelerle almış olduğu pozisyonlara çok uygun olduğunu gördük. Genel olarak, Venedik Komisyonu'nun yapılmasını tavsiye edeceği konularla uyum içerisinde. Bazı detaylar konusunda farklılıklar olabilir, fakat paketin genel havası olumlu. Bizim açımızdan tek üzüntü duyduğumuz konu, siyasi partilerin kapatılmasıyla ilgili değişikliğin parlamento sürecinde paketten düşmüş olması.

HEP DEVREDE OLACAĞIZ

Adalet Bakanlığı yetkilileri ile ne görüştünüz?

Adalet Bakanlığı yetkilileri yapmış oldukları resmi ziyarette, detaylı bir şekilde paketi görüştük. Değişiklikler konusunda Venedik Komisyonu'ndan resmen bir görüş istenmesinin bu aşamada çok gecikmiş olacağı kanaatine vardık. Venedik Komisyonu, bu değişikliklerin uygulanması safhasında Türk yetkililerle beraber çalışacak.

Bu nasıl olacak?

Anayasa değişikliği geçtikten sonra, uyum açısından bir çok yasanın çıkması gerekecek. Bunlardan önemli olanları konusunda biz yardımcı olacağız. Bana göre, en zor olanı Anayasa Mahkemesi'nin yapısı ve işleyişi ile ilgili çıkacak yasa. Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru hakkının nasıl olacağını formüle etmek kolay olmayacak. Bir sürü yasa çıkması gerekecek paket çıktıktan sonra.

Uyum yasalarında devreye girecek misiniz?

Hayır, sadece önemli olanlar konusunda deneyimlerimizi paylaşacağız

Adalet Bakanlığı'nın yetkileri ile yaptığınız görüşmede ortaya nasıl bir yol haritası çıktı?

Türkiye'den gdmiş resmi bir talep yok, fakat yaz sonrasında beraber neler yapabiliriz diye istişarelerde bulunduk. Teklif edilecek yasalar konusunda görüşlerimizi kendilerine göndereceğiz.

YARGI VE PARTİZANLIK

Yasa tasarılarını size gönderip göniş mü soracaklar?

Taslak haline gelmeden bile müzakerelerde bulunmamız münkün.  Sıkıntılı konuları tespit edebiliriz

Türk yargısının ana sorunları size göre nelerdir?

Türkiye'deki yargı, maalesef evrensel olarak kabul edilen siyasal-laşmamış ve partizan hale gelmemiş bir yargı gönmtüsü vermiyor. Mahkemelerin siyasi gündemleri-niıv ideolojilerinin olduğu konusunda şüpheler var. Bundan dolayı halkın Türkiye'de yargıya güveni yok. Belki bu reform süreci güvenin sağlanmasına yardımcı olur.

EN ÖNEMLİSİ HSYK

HSYK'da öngörülen yeni yapılanmayı nasıl buluyorsunuz?

Bana göre yüksek yargıdaki en önemli değişiklik HSYK'nın yalnızca kıdemli yargıçları temsil etmekten uzak bir yapıda oluşturulması. Yeni değişikliklerle beraber HSYK tüm yargıyı temsil eder hale gelecek. Bütün yargıçların HSYK'da temsil edilecek olması son derece olumlu bir gelişme. Bu değişikliklerin pratikte nasıl olacağıyla ilgili detayları bilmiyoruz ama bunlar daha çok teknik konular.

HSYK kararlarına temyiz yolunun açılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu son derece olumlu. HSYK'nın bazı kararlarının mahkemelerde temyiz edilmesi gereklidir. Bütün kârarlarm temyiz edilmesine gerek yok, ancak bir hâkimin görevden alınması veya disipline  sevkedilmesi mutkkâ mahkemeler tarafından denetime tâbi tutulmalı.

ŞİDDETİ DESTEKLEYEN PARTİNİN KAPATILMASI MEŞRUDUR

Siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin düzenleme paketten düştü.

Siyasi partilerin kapatılması son derece istisnai bir durum olmalı. Bazı durumlarda kapatılması izah edilebilir, özellikle terörle ilişkili olduğu durumlarda.Eğer bir parti şiddeti destekliyorsa, onun kapatılması meşru olabilir. Hukuki açıdan meşru olsa bile, siyasi açıdan bir partinin kapatılması doğru olmayabilir. Temel olarak Türkiye açısından bunun 2 yönü var. Siyasi partilerin kapatılmasınınesas anlamıyla izah edilebilir olması gerekiyor. İkincisi ise usul açısından. Tek bir kamu yetkilisinin bir siyasi partinin yasaklanmasını, kapatılmasını talep etmesi doğru değil. Siyaset kurumunun, örneğin parlamentonun bununla hemfikir olması gerekiyor.

BiR HAKiMiN ÖNYARGILIYMIŞ GÖRÜNTÜSÜ VARSA ÇEKiLMELi

Anayasa Mahkemesi üyesi Fulya Kantarcıoğlu'nun Adalet eski Bakanı Seyfi Oktay ile yaptığı konuşmaları değerlendiren Markert, AİHM'in bu konuda daha önce aldığı kararı hatırlattı...

Anayasa Mahkemesi üyesinin eski bir bakanla yaptığı görüşmede, görüşecekleri davaya ilişkin değerlendirmelerde bulunması ihsas-ı rey olmuyor mu? Bu konuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin vermiş olduğu bir karar var. Bir hakim önyargılı olmayabilir, fakat önyargılıymış gibi bir görüntüsü varsa dahi o davadan çekilmesi gerekir.

ASKERİ MAHKEMELERİN YETKİSİ SINIRLI OLMALI

Askerlerin, mesela darbe teşebbüsünde bulunanların sivil mahkemede yargılanmalarına ilişkin düzenleme de pakette yer alıyor.

Askeri mahkemelerin yetki sahası son derece sınırlı olmalı. Askeri mahkemeler, askeri personelin disiplin suçları gibi yalnızca askeri ilgilendiren konulara bakmalı. Genel suç özelliği gösteren davalara sivil mahkemeler bakmalı.

ZİHNİYET DEĞİŞİMİ ZAMAN ALACAK

Kanunlar değişiyor, ama bunu uygulayacak olanlar hakimlerin, savcıların, yüksek yargı mensuplarının alışkanlıkları var. Sizce zihniyet değişimi nasıl gerçekleşebilir?

Zihniyetin değişmesi her zaman için zor olmuştur. Ancak, yeni insanların değişiklikleri desteklemesi ile zihniyet değişikliğinin oluşmaya başladığını görebiliriz. Benim düşünceme göre insanlar belli yaştan sonra değişmek istemiyorlar ve zihniyet değişiminin zaman alması da normal bir şey. Belki parlamento bu konuda süreci hızlandırabilir. Neticede parlamento yasa yapıcı ve yargıçlar da bu yasaların uygulayıcılarıdır. Ayrıca yeni nesil yargıçların adalet sisteminde sayısının artırılması lazım.

ESASTAN İNCELEME DURUMU YOK

Anayasa Mahkemesi'nin kendisi hakkında düzenleme getiren değişiklikleri incelerken tarafsız olması beklenebilir mi?

Mahkemenin anayasal değişiklikleri şekil bakımından inceleme hakkı var, bu yapılacak, mahkemenin bunu yapmaktan kaçınma lüksü yok. Ancak, bunu yaparken sadece usulde kalması gerekiyor.

İçerik açısından incelemeye alırsa, bu durum Venedik Komisyonu'nun görüşleri açısından nasıl değerlendirilir?

Mahkemenin esas bakımından incelemesini gerektirecek bir durum görmek mümkün değil. Anayasanın değişmez kabul edilen ilk 3 maddesi ile bu reformlar uyumlu. İlk 3 madde kuvvetler ayrılığı prensibi üzerinde duruyor. Kuvvetler ayrılığının değişik şekillerde uygulamalarını Avrupa'da görmek mümkün ve anayasanın bu maddelerini kullanarak "hiçbir şeyi değiştiremezsin" demek doğru değil.

Komisyon parlamentoyla yargı sistemi arasında nasıl bir denge öngörüyor? Yargı kendini yasamanın üstünde konumlandırabilir mi?

Yasamanın yeni yasalar kabul etmesi ve yargının da bunu yorumlaması gayet normal. Parlamentonun anayasa ve uluslararası yükümlülükler ile uyumlu olduğu müddetçe yasaları değiştirme hakkı var.

Türkiye'de maddelerin paket halinde referanduma gitmesinin Venedik Komisyonu görüşlerine aykırı olduğu tezi gündeme getirildi. Böyle bir aykırılık var mı?

Bana göre 26 maddelik değişikliği teker teker insanlara "evet" veya "hayır" demesi için teklif etmek doğru değil. Bunun ayrıca şöyle bir sıkıntısı da var: Birbiriyle bağlantılı olan maddeler konusunda seçmenlerin kafasını da karıştırabilir. Venedik Komisyonu açısından bu konuda 2 yaklaşım var. Birincisi bu değişikliklerin "kapsamlı bir değişiklik" olarak kabul edilerek paket halinde referanduma sunulması. Bir diğer yaklaşım ise birbiriyle ilgili maddelerin tek başlık halinde toplanarak referanduma götürülmesi.

İPTAL EDERSE ÜZÜNTÜ VERİCİ OLUR

Anayasa Mahkemesi, HSYK ve Anayasa Mahkemesi'nin yapısını düzenleyen maddelerin referanduma gidecek paketten çıkarılması yönünde karar verirse ne düşünürsünüz?

Son derece üzüntü verici bir durum olur, fakat mahkemenin kararına saygı duymak gerekiyor.

BİREYSEL BAŞVURU HAKKI DAVALARI AZALTACAK

Yargıtay'ın sürmekte olan davayla ilgili hakimler hakkında tazminat cezası vermesini nasıl görüyorsunuz?

Davanın detaylarını bilmeden tavır almak çok zor, fakat şu denebilir: Bu sık olmaması gereken bir durumdur.

Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru hakkı getirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Eğer bu böyle olursa Strasbourg'daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne Türkiye'den daha az dava gelecektir. Bu Türkiye'nin de lehine bir durum olur. Davaların Türk mahkemelerinde çözümlenmesi daha önemli. Ancak, bunun uygulaması kolay olmayacak, çünkü Anayasa Mahkemesi'nin yükünü artıracak.

Benzer durumları diğer ülkelerde de gördük, örneğin Almanya'da Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru tanınması ertesinde bazı değişikliklere gitmek zorunda kaldı. Hangi hakların bireysel başvuru kapsamında olacağı konusu da sıkıntı yaratabilir. Çünkü, Türk anayasasındaki hakların tanımlamasıyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ndeki hakların tanımları farklı.

Anayasa Mahkemesi'ne Meclis'in üye seçmesi mahkemeyi siyasalaştırır mı?

Birçok Avrupa ülkesinde Anayasa Mahkemesi'ne üye seçilmesinde en büyük rol parlamentolara verilmiştir. Önemli olan parlamentodaki seçim usulünde yalnızca çoğunluğu elinde bulunduran partinin yargıçları seçmemesi, bütün partilerin dahil olabileceği bir mekanizma içinde gerçekleştirilmesidir. Türkiye'de yargıçların atanmasında cumhurbaşkanı parlamentodan daha güçlü yetkiye sahip.

http://bugun.com.tr/haber-detay/107404-anayasa-paketi-venedik-le-uyumlu-haberi.aspx
#1203
Bir dönem terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan'ın sağ kolu olarak bilinen Avukat Hüseyin Yıldırım, yıllarca süren suskunluğunu Cihan Haber Ajansı'na bozdu. İsveç'te sığınmacı statüsünde yaşayan Yıldırım, hükümetin demokratik açılım paketinin gerçekleşmesi halinde 'bir bahar havası yaşanacağını' savundu. Yıldırım, "Kürtler, özgür iradeleriyle hareket etmeli; tek insanın iradesine bağlı kalmamalıdır. Kendisine doğru bir muhatap bulmalıdır. Dünyanın her tarafında muhatap olan taraf, iktidar olan partidir." diye konuştu.

"Devletin birikmiş sorunlarına ilk defa değiniliyor" diyen Yıldırım, "gerek Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), gerekse Kandil cephesinde, Kürt halkı adına çok acı bir politika izlendiğini' öne sürdü. Yıldırım, "Bence burada İmralı bu açılıma karşıydı. Çünkü bu açılım başarıya ulaşırsa, kendisi biter. Olay bu kadar açık." diye konuştu. Yıldırım, Kürt meselesinin hallolması için öncelikle Ergenekon'un etkisiz hale gelmesi gerektiğini savundu.

Öcalan'la ilgili büyük bir güvensizlik içerisinde olduğunu da dile getiren Yıldırım, şunları aktardı: "Öcalan'ın derin devletle bağlantılarının olabileceğini düşünüyorum. Öcalan'ın tutuklanması, salıverilmesi var. Hatta bu konuda Uğur Mumcu buraya geldi, benimle görüşmek istedi rahmetli. Evet, o bu konuyu araştırıyordu. Bana göre de rahmetlinin öldürülmesinin nedeni budur. Eşi Kesire, Apo'nun gizli ilişkilerini öğrendi. Derin devletle olan ilişkilerini. Öcalan'ın Kürt sorunuyla bir ilgisi, amacı, bir duygusu yok. Sosyalizmle de hiçbir ilgisi yok."

İsveç'in başkenti Stockholm'de, bir tanıdığının evinde gerçekleşen ve dört saate yakın süren röportajda üzerindeki sır perdesi bugüne kadar aralanamayan birçok gizli kalmış olay hakkında Cihan'a açıklamalarda bulunan Yıldırım, Diyarbakır Cezaevi'nde Ahmet Türk'le birlikte gördükleri işkenceleri, Abdullah Öcalan'ın Şam günlerini ve Öcalan'ın eşi Kesire hakkında bilinmeyenleri ilk kez anlattı?

-Hükümetin bir süredir yürüttüğü demokratik açılım çalışmaları için ne düşünüyorsunuz?

Bazı Kürt politikacılar bir sürü şeyler söylüyorlar, ben bunlara katılmıyorum. Bütün bu ekip, halk içerisinden gelen insanlardır; saraylardan değil, babadan, deden miras değil. Hatalar yapmadılar demiyorum, çok büyük hatalar da yaptılar. Devletin birikmiş sorunlarına ilk defa değiniliyor. Kimse cesaret etmedi, bunlar cesaret etti. Ama AK Parti, baştaki kararlı tutumunu sürdüremedi.

ÖCALAN'IN KÜRT DAVASI GİBİ BİR DERDİ YOK

- Sizce bu sürecin doğru işlemesi için neler yapılmalı?

Muhatap sorunu var. Dünyanın hiçbir yerinde tek taraflı bir çözüm olmaz. İlk planda silahların susması gerekir; ama tek taraflı değil. "Gelin silahlarınızı bırakın" demekle olmaz. Bunlar koyun, kuzu değil ki; sen bunun zeminini, şartlarını oluşturacaksın. Açılımda neler var; bunu açacaksın. Dağa çıkan çocukların çoğunu tanıyorum. Bunlar boşuna dağa çıkmadı. Hasan Cemal'in "Kürtler" diye bir kitabı var. Orada, Diyarbakır Cezaevi'ni yaşayan Cemiloğlu var. Ne diyor; "Genç olsaydım dağa çıkardım." Bu, Diyarbakır'ı anlatan en güzel bir laftır. Ben bu olayların canlı şahidiyim, mahkemede "Ben Kürdüm" diyeni mahvediyorlardı. Cezaevlerinde bizleri sopalarla yürütüp, "Türkoğlu Türküm ben" diye bağırttırıyorlardı. İki taraf da değişmelidir. Kürtler doğru bir siyaset izlemelidirler. Kendisine doğru bir muhatap bulmalıdır. Dünyanın her tarafında muhatap olan taraf, iktidar olan partidir. İkinci olarak da Kürtler, özgür iradeleriyle hareket etmelidirler. Tek insanın iradesine bağlı kalmamalıdır.


-Açılımla ilgili diğer partilerin tavırlarını nasıl buluyorsunuz?

CHP ve MHP'nin tavırları ortada. Onlar katliamı dayatıyorlar.

-BDP'nin Kürt politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gerek BDP, gerekse Kandil cephesinde, Kürt halkı adına çok acı bir politika izlediler. Bir kere, Adalet ve Kalkınma Partisi'ne çatmaları için hiçbir neden yok. Şimdi, siz barış mı istiyorsunuz? Muhatabınız kim; Baykal mı, Bahçeli mi? Söylemleriyle sanki onların yanında yer aldılar. Hataları yok diyemiyorum AK Parti için. Öncelikle, seçilmiş bir partiyi muhatap almadı, onlarla görüşmek istemedi. Ama onu aştı, görüştüler. Şunu da hesaba katın, AK Parti'nin üzerinde küçük bir baskı yok, sorun da küçük değil. Bu baskılar nedeniyle hükümet geri adım attı. Her iki taraf getirdi iradeyi İmralı'ya bağladı. Hâlâ da durum aynı. Ben, Öcalan'ın şahsını çok iyi tanıyorum. Kendisinde ne Kürt aşkı var, ne Kürt davasıyla ilgili bir derdi var, ne de sosyalist davasıyla ilgili bir yapısı var. Politikasızlık. Bir Ahmet Türk vardı, onu da yıpratıp aradan çıkardılar. Bence burada İmralı bu açılıma karşıydı. Çünkü bu açılım başarıya ulaşırsa, kendisi biter. Olay bu kadar açık. Ve Öcalan, bu açılım sürecinde muhatap alındığı anda açılım biter.

BDP'NİN AÇILIMA DESTEĞİ FAZLA ÖNEMLİ DEĞİL; EMİNE AYNA DEDİĞİNİZ, KANDİL'DEN YÖNETİLEN BİR BAYAN?

-Bu noktada BDP'nin açılıma verdiği desteği nasıl buluyorsunuz; yeterli görüyor musunuz?

Destek falan verdikleri hiç yok. Emine Ayna dediğiniz, örgütlü ve emirle yönetilen bir bayan. Kandil'den, İmralı'dan yönetilen bir bayan. Bu, Kürt sorununda önemli bir sorun değil. Sorun şu ki; Kürtler adına bir muhatap bulunulsun. Mesela halkın da onay verdiği bazı Kürt aydınlar muhatap alınsın ve oturulup çözüm üzerine tartışılsın. Muhatapsız barış da olmaz, savaş da olmaz. İrlanda'da IRA silahları ne zaman bıraktı; barış netleşince silahları bıraktı.

KÜRTLER'LE TÜRKLER BÖLÜNEMEZ, SAHTEKÂRLIK YAPMASINLAR

-Açılım adına sizlerin görüşleriniz nelerdir, teklifleriniz?...

Muhatap olarak halkın önünü tıkamak istemem; ama şunu söyleyeyim ki Kürtler bir halktır. Onların temel hakları vardır ve öncelikle de yeni bir Anayasa ile onların bir halk olarak tanınması gerekir. Ayrıca yayınıyla, eğitimiyle, her şeyiyle özgür olmalı. Ayrıca yerel yönetimler de yetki ve güç sahibi olmalıdırlar.

-İki halkın bir arada yaşaması ve yönetilmesi için?...

Kürtlerle Türklerin ayrılması mümkün değil! Bunu kurcalayanlar, bunu dillendirenler sahtekârlık yapıyorlar. Bin yıldır iç içe yaşamış bir halk, bana sorarsanız tek vücut ve ben ayrılmak istemiyorum. Benim bir sürü Türk arkadaşlarım var ve araya sınır taşı koymak istemiyorum. Böyle bir durum, iki halkın da kaybı olur.

-İki halkın bir arada yaşayabileceği bir ortam oluşturulması gerektiğini söylüyorsunuz, değil mi?

Diyorum ki, Türklerin ve Kürtlerin birbirinden ayrılması, araya bir sınır konulması, iki halkın da büyük bir kaybı olur ve şuna buna yem olurlar. Bakın, Türkiye'deki Kürtler, Süryaniler, Çerkezler, herkes kendi kültürünü, dilini yaşayabilse, kime ne zararı olur?

AÇILIM, TÜRKİYE'YE BAHAR GETİRİR

-Açılımlar gerçekleşirse, Kürtler arasında bir huzur olur mu?

Bir bahar havası yaşanır. Kürt meselesinin hallolması için evvela Ergenekon'un etkisiz hale gelmesi gerekir. Belki bunu görmeye benim ömrüm yetmez; ama umutluyum, gelecek nesiller bizim yaşadığımız acıları yaşamazlar. Türkiye artık toplum olarak bunu kaldıramaz. Şimdi Erdoğan bazı şeyler yapmak istiyor. Kolay değil, üzerinde çok baskılar var, çok net gözleniyor. Ama bu baskılara göğüs geremezse bir yerlere varamaz. Ve ben şuna inanıyorum, haklı bir yoldadır. Diğerleri haksız, çok haksız. Destek bulacak, güç bulacak olan Erdoğan'dır, bu yolda devam ettiği sürece.

-Bu nokta BDP'ye düşen bir rol var mı sizce?

Onlar da artık kendilerine çekidüzen vermeliler. Bu süreçte, İmralı ortadan çekilmelidir. Bir mahkûmdur, bir Kürt olarak ona sahip çıksınlar; ama iradelerini Öcalan'a bağlamak, onun direktifleri doğrultusunda hareket etmek bir felakettir, uçurumdur.

Bir dönem terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan'ın sağ kolu olarak bilinen Avukat Hüseyin Yıldırım, yıllarca süren suskunluğunu Cihan Haber Ajansı'na bozdu. Kamuoyunda Abdullah Öcalan'ın eşi olarak bilinen Kesire Öcalan hakkında önemli açıklamalarda bulunan Yıldırım, "Kesire, Apo'nun gizli ilişkilerini öğrendi. Derin devletle olan ilişkilerini... Ve kopuş buradan geldi." diye konuştu.

"Kesire konuşursa yer yerinden oynar." diyen Hüseyin Yıldırım, şunları öne sürdü: "Apo'nun tüm bağlantıları, kimlerle bağlantıları varsa hepsi ortaya çıkar. Ve Apo'nun söyleyecek bir şeyi kalmaz. Açıklananlardan sonra da Öcalan, Kürtlerin gözünde sıfıra iner." Yıldırım, Kesire Öcalan hakkında yöneltilen soruları şu şekilde cevapladı:

-Öcalan'ın eşi Kesire üzerindeki sır perdesi bugüne kadar aralanamadı. Siz bu konudaki iddialara katılıyor musunuz?

Kesire ajan değil. Bunu söyleyenler büyük bir vebali yükleniyorlar. Babasından dolayı diyorlar. Ben, babası hakkında bir şey söylemiyorum. Ajanlığını ne onaylıyorum, ne de reddediyorum. Çünkü bilgi sahibi değilim. Bu konuda araştırmalar var, zamanı gelir konuşurum, belgeler elime geçerse. Özellikle İstiklal Mahkemeleri'nin dosyası açılsın, o zaman Kesire'nin babası Ali (Yıldırım) hakkında her şey ortaya çıkar.

-Neler mesela?

Dersim'e 1938'de operasyon başlatıldığında Türkçe bilenlere çok ihtiyaç vardı. Ali Yıldırım o zamanlar 20 yaşlarında genç bir insan ve okur-yazar. Ve onu almışlar, "Şu aşirete, bu aşirete git" demişlerdir ve o gitmiştir. Onlar da ne dediyse aktarmış. Ama ilginç olan; Ali Yıldırım, İstiklal Mahkemeleri'nde tanıklık yapmayı reddediyor. En yakınları söylüyor bunu. Karakoçan'da zabıt kâtipliği yapmış. Babası ajan ise de çocuğunun ne günahı var? Ben, bir sürü belgelerine rağmen Öcalan'ın ajanlığını söyleyemiyorum. Devletle o kadar bağlantılarına rağmen.

KESİRE, ÖCALAN'IN YERİNE GÖZ DİKMİŞTİ

-Kesire'nin örgüt içindeki konumu nasıldı?

Ben, Kesire'nin bizim grubun (PKK Devrimci Hareket) içine girmesi taraftarı değildim. Biz Kesire'den çok farklı düşünüyorduk. Kesire, PKK'nın politikasını aynen sürdürmek istedi. Biz bu politikaya karşıydık. Ama Kesire'nin hedefinde bir tek Öcalan vardı. Yani, "Öcalan gitsin, ben geleyim." Bu anlayışa karşı çıktık.

-Yani Öcalan'ın yerine geçmek istiyordu, öyle mi?

Tabii. Anlayış olarak oydu. Örgütte beyin düzeyinde insanlar katledilmişti. Kesire, bunları provokasyon olarak değerlendirdi, biz bunlara karşıydık. Ve şöyle düşünüyorduk: 'Mücadelenin bu noktaya gelmesinde, Apo'nun katliamlar yapmasında, diktatör haline gelmesinde hepimizin payı var. Herkes de payı oranında kamuoyuna özeleştirilerde bulunmalı.'

Kesire orada şunu anladı: "Bunlar şimdiden geçmişin hesabını soruyorlar." Çünkü Kesire suçluydu. Özellikle Çetin Güngör muhalefetinde katledilen insanların sorumlusu Kesire'dir. Çünkü o kurcaladı, tartışmayı o başlattı. Kesire bizim bu tavrımızı öğrendi, arkadaşlarla ilişkilerimizi provoke etmeye çalıştı. Bazı arkadaşlar için beni arayıp, "O şucudur, bu ajandır filan" demeye başlayınca, ben: 'Bir daha telefon etme, seninle ilişkimiz kalmamıştır, sen PKK mantığıyla hareket ediyorsun, biz de bu mantığa karşıyız, ben arkadaşlarıma ihanet etmem' dedim.

MİHRİ BELLİ, KESİRE ALEYHİNE KONUŞMADI

-Ondan sonra mı ilişkileriniz koptu?

Evet, orada ilişkilerimiz koptu. Oradan, Mihri Belli'nin yanına geldiğini biliyorum. Orada Mihri Belli onunla örgüt arasında: "Siz bana karışmayın, ben de size karışmayayım" diye aracılık mı etti, ondan sonra sessizliğe gömüldü Kesire.

-Böyle bir mutabakat var mı?

'Siz bana karışmayın, ben size karışmayayım'; artık ne derece doğru. Böyle bir duyum var. Ve Mihri Belli, PKK'ya ihanet edenlere, Apo'dan da önce idam fermanı veren adamdır. Ama Kesire hakkında hiç olumsuz bir laf söylemiyor, ona karşı saygılı davranıyor. Çünkü yanındaydı. Ve Kesire ile Apo'nun ilişkilerinin kopması çok düşündürücü değil mi? Ve Kesire neden konuşmuyor? Ya aralarında gizli bir anlaşma var, ya da devlet konuşmaması için onu tehdit ediyor.

KESİRE: ÇOBANLA EVLENİR, ÖCALAN'LA EVLENMEZDİM

-Peki, Öcalan ile ayrılmalarının temel sebebi neydi?

Ayrılma sebepleri şuydu; bir kere Kesire, Apo'nun gizli ilişkilerini öğrendi. Derin devletle olan ilişkilerini. Ve kopuş buradan geldi. Zaten evlilikleri sevgiye dayanan bir evlilik değildi. Kendi ağzından duyduğum bir şey.


-Kimden, Kesire'den mi?

Kesire'den duydum. "Bir çobanla evlenir, onunla evlenmezdim. Arkadaşlarımın baskısıyla oldu bu evlilik" diye. Baskı yapmışlar işte, "Bununla evleneceksin" diye. Zaten o dönem Kesire birisiyle nişanlı mıymış, sözlü müymüş ne?

-Yani sevgiye dayanan bir evlilik olmadı?

Kesinlikle. Ama sevgisizlik Kesire'den mi, Apo'dan mı onu bilemem. Ama bu evlilik, sevgiye dayanan bir evlilik değildi, bu bir. İkincisi, Kesire'yi ortadan kaldırmak istemesinin sebebi; Kesire yakınlarındayken, amacını gerçekleştiremiyordu.

KESİRE KONUŞURSA YER YERİNDEN OYNAR

-İyi de, ne oldu da Öcalan, Kesire'yi bir anda hedef durumuna getirdi?

Kimileri, Apo'nun kadınlarla ilişkisinden dolayı diyorlar. Asıl olay bu değil. Daha ciddi durumlar var; Kesire, Apo'nun derin ilişkilerini öğrendi. Kesire de bana diyordu: "Dikkat et, bağlı olduğu güçleri harekete geçirir."

-Kesire Apo'yu ortadan kaldırmayı düşündü mü?

Öyle bir söylem de var. Hatta bununla ilgili bir şoför de öldürülmüştü.

-Halen nikâhları devam ediyor mu?

Tabii. Mahkemede boşanmadıklarına göre, halen nikâhlı görünüyorlar.

KESİRE, ÖCALAN'DAN DAHA ETKİLİ VE BİRİKİMLİ

-Kesire'nin derin devletle ilişkisi iddiaları konusunda görüşünüz ne?

Kesire ajan değildi. Çok birikimli bir bayandır. Ama PKK'nın baskıcı mantığının oluşmasında Kesire'nin rolü büyüktür. İkincisi, Apo'nun diktatörleşmesinde de rolü büyüktür. Kesire, Apo'dan etkili ve birikimlidir.

-Kesire şimdi nerede?

Pasaportu, oturumu İsveç'te. Bir ara, dil öğrenmek için İngiltere'ye, Yörükoğlu'nun yanına gittiğini biliyorum. Çünkü Yörükoğlu'nun adresini benden almıştı. Hollanda'da akrabaları var, oraya gidip geliyor.

-Avrupa'yı dolaşıyor mu?

Evet, tabii. Ama mesele şudur; Kesire'nin bu zamana kadar susması, Kesire'yi suçlu durumuna koyar. Kesire, bildiklerini neden açıklamıyor? Mihri Belli aracı oldu, bu kesin. Ya gizli bir anlaşma yapıldı, ya da derin devlet onu tehdit ediyor. Ailesini ortadan kaldırma tehdidi. Kesire de ailesine çok düşkün.

-Konuşsa ne olur, neler değişir?

Yer yerinden oynar. Apo'nun tüm bağlantıları, kimlerle bağlantıları varsa hepsi ortaya çıkar. Ve Apo'nun söyleyecek bir şeyi kalmaz. Açıklananlardan sonra da Öcalan, Kürtlerin gözünde sıfıra iner, halka karşı suçlu duruma düşer. Perinçek'le görüşen birisi...

Bir dönem terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan'ın sağ kolu olarak bilinen Avukat Hüseyin Yıldırım, yıllarca süren suskunluğunu Cihan Haber Ajansı'na bozdu. Öcalan'la ilgili büyük bir güvensizlik içerisinde olduğunu dile getiren Yıldırım, şunları aktardı: "Öcalan'ın derin devletle bağlantılarının olabileceğini düşünüyorum. Öcalan'ın tutuklanması, salıverilmesi var. Hatta bu konuda Uğur Mumcu buraya geldi, benimle görüşmek istedi rahmetli. Evet, o bu konuyu araştırıyordu. Bana göre de rahmetlinin öldürülmesinin nedeni budur. Bu bağlantı ortaya çıkmasın diye. Onun cinayeti, ne dindarlar, ne de İran olayıydı. Eşi Kesire, Apo'nun gizli ilişkilerini öğrendi. Derin devletle olan ilişkilerini. Ve kopuş buradan geldi. Öcalan'ın Kürt sorunuyla bir ilgisi, amacı, bir duygusu yok." İsveç'te sığınmacı statüsünde yaşayan Yıldırım'ın açıklamaları şöyle:

-PKK'nın ve Öcalan'ın geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Apo, kendinden başka kimseye değer vermedi. Hep kendisini dayattı ve beyin olan takımları Çetin Güngör, Dilaver Yıldırım, Mahsun Korkmaz; bunları yok etti.

-Dağdaki PKK'lılara bir mesaj imkânınız olsaydı ne derdiniz?

Ben şu an o dağdakilerin bu durumdan kurtulmasını istiyorum; çünkü çoğunu tanıyorum ve çoğu halkın çocuklarıdır. Bazı haklı nedenleri vardı; ama politikasızlık onları bu noktaya getirdi ve Kandil'e hapsetti.

ERGENEKON İMRALI'YI YÖNETİYOR

- Ergenekon oluşumunun PKK'yla irtibatı hakkında gündeme gelen iddialar var.

Ergenekon'un etkisi İmralı ile sınırlıdır. İmralı yönetiyor, İmralı da diğerlerini etkiliyor, dolayısıyla Ergenekon'a bağlıyorum. Mesela tam açılım konuşulurken Tokat'taki eylem... Ne günahı vardı o askerlerin? Savaş alanı filan değil, köylü çocuklarıdır o askerler. Onları vurmakla ne kazanıyorsun? Bu, PKK'nın kararı mıdır, müşterek bir karar mıdır, bu konuda bir şey söyleyemem.

-Öcalan'ın sürekli gündeme gelen derin devlet bağlantısı konusunda ne biliyorsunuz?

Öcalan'ın Şam'daki ilişkileri. En yakın arkadaşları Atıf Hocalı, Doğu Perinçek; bunlar derin devletin adamları, bunlar da ortaya çıktı. Her gün daha yeni belgeler, bilgiler ortaya çıkacak.

- PKK'nın kurulmasında derin devletin ya da başka güçlerin rolü nasıl olmuştur sizce?

Öcalan'ın tutuklanması, salıverilmesi var. Hatta bu konuda Uğur Mumcu buraya geldi, benimle görüşmek istedi rahmetli. Ama ben görüşmek istemedim.

-İddialara göre Mumcu, ölümünden önce Öcalan ile derin devlet arasındaki bağlantıyı araştırıyordu.

Evet, o bu konuyu araştırıyordu. Bana göre de rahmetlinin öldürülmesinin nedeni budur. Bu bağlantı ortaya çıkmasın diye. Dikkat ederseniz, kompüterine filan, her şeyine el koydular. İçini boşalttıktan sonra Ali Sirmen'e teslim ettiler. Ali Sirmenler, "onun yazdıklarını kitaplaştırdık" dediler; ama Cumhuriyet'te yazdıklarından başka bir şey yok. Asıl yazdıkları yok, el konuldu, yok edildi. Onun cinayeti, ne dindarlar, ne de İran olayıydı. Öcalan ile ilgili ben büyük bir güvensizlik içerisindeyim. Öcalan'ın derin devletle bağlantılarının olabileceğini de düşünüyorum.

BİRAND RÖPORTAJINDA SÖYLEDİKLERİ, KIRILMA NOKTASI OLDU

-Sizin örgütten kopuşunuz nasıl oldu?

Ben örgüte girmedim. Diyarbakır'da yaşananları anlatırken ben PKK'nın içinde buldum kendimi. Çevremde hep PKK'lılar vardı. Kopuşum ise şöyle oldu. Ben 1988'de Şam'dayken Öcalan'ı bir ay tahlil ettim, Öcalan'ın Kürt sorunuyla bir ilgisi, amacı, bir duygusu yok. Sosyalizmle de hiçbir ilgisi yok.

-Peki, Öcalan'ın hedefi neydi o zaman?

O, güç sahibi olmak istiyordu. M. Ali Birand'a da ne diyordu, "Ben gidersem, devlet karşısında 40 tane PKK bulur." Ne demek bu? "Benimle anlaşın, ben PKK'yı bitireyim" demekti.

-O röportajın sizin için bir kırılma noktası olduğunu söylüyorsunuz?

Öcalan hazırlanmış, daha arabadan iner inmez Birand'a sarıldı, öptü. Söze başlarken Mehmet Ali Birand, "Ben ülkemi çok seviyorum, ülkemin bölünmesini istemiyorum. Sizin bazı söylemlerinize de katılmıyorum. Ama ben bir gazeteciyim, kanunların ve yerin elverdiği ölçüde söylediklerinize yer vereceğim" dedi. Öcalan o zaman: "Bizim ülkeyi bölmek istediğimizi kim söyledi? Bizim bağımsızlık istediğimiz yok." dedi. Bu benim için ilk vuruş oldu.

PERİNÇEK, "SENİN MESELENİ APO'YLA GÖRÜŞTÜM, KONUŞALIM" DEDİ

-Doğu Perinçek sizinle görüştü mü?

Belki benimle 40 defa görüşmek istedi, görüşmedim onunla.

-Neden görüşmediniz?

Güvenmiyorum ben o adama. Başta onların birbirine karşıymış gibi gözükmeleri bir oyundu. Telefonda bana, "Senin meseleni Apo'yla görüştüm ben. Konuşalım seninle" dedi. Ben de, "Seninle konuşacak bir şeyim yok" dedim. Perinçek, çok tehlikeli birisi. Nedir Perinçek'i 1972'den beri ayakta tutan?

-Şuan devam eden bir Ergenekon davası var. Dava ve örgütle ilintili o dönemden isimler biliyor musunuz?

Kimin ne olduğunu tam bilemem ama katiller vardı. Avrupa'da kimler var öyle, örgütten çıktıktan sonra hepsini öğrendim. Ama şunu biliyorum, ajan olarak örgütün içine girip, işini gördükten sonra elini kolunu sallayarak gidenler oldu, bunlara hiç dokunulmadı. Ajan diye öldürülenler ise gerçekten beyin takımlarıydı.

YUNANLAR, "ÖCALAN HEMEN GELSİN, YERİ HAZIR" DEDİLER

-Öcalan'ın Avrupa'ya gelmek için çalışmaları olmuş muydu?

Öcalan bir gün bana bir talimat gönderdi. Orada aynen şöyle diyordu: "Mücadele gelişti, Suriye artık yükümüzü kaldıramaz. Ben, karargâhımı ülkeye taşıyorum."

-Ülke dediği, Türkiye mi?

Ülke dediği, Türkiye'deki dağlara taşıyacak. Ve bu açıklamasından 2-3 ay sonra bana özel bir kurye gönderdi. Talimatta, "Avrupa'da hükümetler düzeyinde görüşmelerle bana yer hazırla." diyordu. Bu, benim çok tuhafıma gitti. Daha iki ay önce ülkeye taşınacağını söylüyordu, yapıya açık olarak. Bana ise gizli olarak böyle bir şey söylüyor.

-Peki ne oldu, girişimlere başladınız mı siz de?

Önce Yunanlılarla görüştüm, Paris'te bir toplantıda, "Hemen gelsin, yeri hazır!" dediler. Görüştüğüm, PASOK taraftarıydı. Telefon açtım ona (Öcalan'a): "Yunanistan oturuma sıcak bakıyor" dedim, o da: "Yunanistan zaten tamam. Sen, bir Avusturya'ya bak." dedi.

AVUSTURYA, DERİN İLİŞKİLER İÇİN UYGUN ADRESTİ

-Avusturya işi olmayınca neler oldu?

Avusturya girişimi için sonra Öcalan benim için diyor ki İmralı'dan: "Beni CIA ve MİT'in cirit attığı bir yere çekip tasfiye edecekti ve yerime oturacaktı." Şimdi düşünüyorum, gerçekten de Avusturya'da CIA ve MİT cirit atıyor. Bunu bana Avusturyalı dostlarım söyledi. Peki, kendisi neden o ortamı istedi? Bana göre olay şuydu: Yunanistan'da rahat hareket edemezdi (Öcalan), eğer çeşitli güçlerle Türkiye'de ilişkileri varsa, o ilişkilerini Yunanistan'da geliştiremezdi. Çünkü Yunanistan buna taraftar olmazdı. Ama Avusturya'da bu ilişkileri rahat geliştirebilirdi.

-Açıkçası, "güçlerle ilişkiler" derken, istihbarat örgütlerini mi kast ediyorsunuz?

Evet, tabii, o ilişkiler.

ÖCALAN KİMİN ADAMI?

-Ne oldu sonrasında?

Ben oradan ayrıldıktan sonra, Avusturya'ya geçme işi orada kalmıştı. Zaten ben Şam'dayken de Avrupa'ya geçme kararından vazgeçmişti. Onun gözü aslında Türkiye'deydi. Bir şey daha söyleyeyim, Öcalan yakalanıp Türkiye'ye getirildiğinde, idamı konuşulurken, o zamanki koalisyondaki Ecevit ve Bahçeli onun idamından yanaydı. Fakat dönemin MİT Müsteşarı Atasagun bir rapor getirdi ve Ecevit'e verdi. Oradaki bir sayfayı Ecevit, Bahçeli'ye gösterdi. Mesut Yılmaz da Bahçeli'yi ayrı bir odaya çağırdı. Tekrar toplantı masasına geldiklerinde Bahçeli idam düşüncesinden vazgeçmişti. Ne getirdi MİT? Ben iki ihtimal üzerinde duruyorum; ilki, biz bunu teslim alırken idam etmeyeceğimize dair Amerika'ya söz vermişiz. Ama bu Bahçeli'yi durduramazdı. İkinci ihtimal, eğer raporda "Bu bizim adamımız" diyorsa, o zaman Bahçeli durur?

HÜSEYİN YILDIRIM KİMDİR?

Bir dönem Öcalan için Avrupa'da lobi faaliyetleri yapan Hüseyin Yıldırım, bu sebeple örgütün Avrupa sorumlusu olarak tanındı. 1937'de Tunceli'de doğan Hüseyin Yıldırım 1969'da İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirerek serbest avukatlığa başladı. 12 Eylül'de 11 ay cezaevinde kaldı. 1988'de Bekaa Vadisi'ne giderek Abdullah Öcalan'ın yanında yer aldı. Bir süre sonra Öcalan'la fikir ayrılığına düşerek İsveç'e yerleşti. 1987'de Olof Palme Cinayeti'nin asli azmettiricisi olma iddiasıyla gözaltına alındı. 8 gün sonra serbest bırakıldı. Öcalan'ın kendisine en büyük rakip olarak gördüğü öne sürülen Hüseyin Yıldırım, Öcalan ile fikir ayrılığa düştükten sonra ayrı bir grup olarak hareket etti.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=999062&title=aponun-karakutusu-konustu-ocalan-biter&haberSayfa=0
#1204
ERDİNÇ AKKOYUNLU-İSTANBUL

İsveç'te yaşayan Kürt siyasetinin önde gelen isimlerinden Kemal Burkay, Hakkâri ve Halkalı'da meydana gelen saldırılara ilişkin olarak "PKK'nın içinde Ergenekon'un eli var" dedi. Derin yapıların, anayasa değişikliğiyle ilgili olarak Anayasa Mahkemesi ve sonrasındaki referandum sürecine etki etmeye çalıştığını ifade eden Burkay'a göre PKK eylemleri "referandum sürecini etkilemek, hükümeti zor durumda bırakmak, açılımı bitirmek ve seçim tarihini değiştirmek" için ilerleyen günlerde de devam edecek.

SALDIRILARIN KİMSEYE FAYDASI YOK

Türkiye'de uzun yıllar boyunca Kürt sorunu konusunda siyasal çalışmalarda bulunduktan sonra, 1980 yılında yurt dışına çıkıp orada yaşam süren ünlü Kürt yazar ve düşünür Kemal Burkay, son bir haftada artış gösteren PKK eylemlerini star'a değerlendirdi. Burkay "Öncelikle bu eylemleri yanlış buluyorum. Eylemler ne Kürt sorunu içine giriyor, ne de demokratikleşme sürecine... Ne yazık ki, PKK açılım sürecini desteklemedi. Bu tür eylemler de daha olumsuz bir etki yapıyor ve kimseye bir yararı yok" diye konuştu.

STATÜKO AÇILIMA DİRENİYOR

Açılım sürecinde hükümetin statükocu güçler tarfından tepkiyle karşılandığını belirten Burkay "Statükocu çevreler açılımı top atışına tuttular. Kamuoyundaki önyargıları kışkırttılar. Hükümet de geri adım attı. Bu işte kararlı olmak lazımdı. Hükümet kararlı olsa, kamuoyundan destek alsa, bunu yapacaktı. Bu eylemlerin kime yaradığı elbette tartışılabilir. Bana göre bu eylemler statükocu güçlere yarıyor. Ve bu eylemler ilk değil. Bunlar şiddeti tırmandırma çalışmaları. Mevcut gerilim, çeşitli komplolar, hükümete kaşı cunta hazırlıkları, şiddeti tırmandırmaya yönelik çabalar, PKK eylemleri yıllardır sürüp geliyor" dedi.

PKK VURUYOR ERGENEKON'A YARIYOR

PKK'nın artan saldırılarının nedenini dış kaynaklı olarak değerlendirmenin yanlış olduğunu vurgulayan Kemal Burkay "İsrali ile sürtüşme son bir yılın olayı. Hükümetin İran politikası son birkaç ayın ürünü, PKK'nın İsrail'e taşeronluk yaptığını düşünmek kolaycı bir tespit olur. PKK'nın saldırıları iç mesele ile ilgili. PKK'nın içinde Ergenekon'un eli var. PKK'nın yaptığı eylemler ister istemez Ergenekon'a yarıyor. İster PKK'nın iradesiyle olsun, ister başkasının iradesiyle olsun Ergenekon'a yarıyor" dedi.

Ergenekon yapısının PKK içinde eli var

Öcalan'la derin devletin ilişkilerinin bilindiğini ifade eden Kemal Burkay "Öcalan'ın kendisi, Ergenekon'un etkisi altına olabilir. Bunun dışında PKK içinde Ergenekon'un eli vardır. Bu eylemlerin bazısını Ergenekon yaptırmış olabilir. Anayasanın değişmesi, Anayasa Mahkemesi'nin kararı ve referandum süreci bu konuda etkili. Bu işin arkasında Ergenekon olduğunu düşünüyorum. Çünkü Ergenekon davasında PKK ile ilgili eylemler de görülüyor. PKK'nın içindeki Ergenekon uzantılarının bu eylemleri yaptığını düşünüyorum. Yani amaç, anayasa referandum sürecini baltalamak, seçim tarihini değiştirmek ve tabii ki hükümeti hükümet yapamaz duruma düşürmek, çekilmeye zorlamak. Ergenekon davasını boşa çıkartmak. Başa dönmek. Amaç budur" diye konuştu.

Öcalan'a da Kürtlere de faydası yok

PKK'nın ilk eylemlerinin başlıdığı günden bu yana yanlış olduğunu söylediğini anlatan Kemal Burkay "PKK'nın savaşının Kürtlere yararı ve zararı tartışılır. Bu silahlı eylemlerin ise hiçbir yararı yok. PKK'nın bu eylemleri yaparak ciddi bir talebi de yok Bu eylemler Öcalan'ın özgürlüğüne de hizmet etmiyor. Bu sadece savaş yanlısı güçlere yanıyor. OHAL'i getirmek isteyenler var. Yani yeniden ülke bir kapana girsin istiyorlar. 1980li, 90lı yıllarda OHAL'de 4 bin köy yakıldı, milyonlarca insan sürüldü, binlerce insan faili meçhule gitti. Şu anda yapılanlar faillerin yargılanmasını engellemeye yönelik. PKK Kürt halkına iyilik yapmak istiyorsa eylemleri durdurmalıdır. Demokratikleşmenin önünü açar. Bunda Kürt halkının yararı var" 

PKK taşeron mu?

PKK'nın bir takım eylemlerinin örgüt yönetiminden bağımsız yapıldığını PKK elebaşlarının da kabul ettiğini hatırlatan Kemal Burkay "Reşadiye eylemini tam bir provakasyon olarak görüyorum. O saldırıyı PKK'nın yaptığına inanmıyorum. Bu PKK'ya mal edildi. PKK'da ister yapsın ister yapmasın bu saldırıyı üstlenince bu taşeronluk olur" dedi.

http://www.stargazete.com/politika/son-donem-pkk-saldirilari-ergenekon-adina-yapiliyor-haber-272213.htm
#1205
Çok uzun yıllar, ''Türkiye Sovyetleşir mi'' korkusuyla yaşadık. Ancak bu korku da yöneldiği odağı gibi artık tarihe ait.

1990'lı yılların başında moda ''Türkiye Cezayirleşir mi?''  sorusuydu. ''Muhtemel Refah Partisi hükümetinde, Cezayir'de FIS'ın oyların büyük bölümünü alması sonrası yaşananlar, Türkiye'de de olur muydu?'' korkusuyla doğan bir soruydu. Korkunun temelsiz olduğu kısa zamanda anlaşıldı. Türkiye'de dindarlar, hiçbir şartta illegalite ve şiddete sıcak bakmıyordu.

2000'li yıllarda ortaya atılan Malezyalaşma korkusu da aynı ölçüde havada kaldı.

Bir de Sünni kesimlerin zaman zaman yaşadığı ''Suriyeleşme'' korkusu var. Yani alevi azınlığın, Suriye'deki gibi orduda, devlette tüm ipleri ele geçirip sünni çoğunluk üzerinde bir diktatörlük kurması. Devlet içinde buna hevesli alevilerin olduğu bir sır değil. Ama Alevilerin yüzde 90'ının bir alevi diktatörlüğüne sıcak bakmayacağını, bu insanları yakından tanıyan herkes bilir.

Ülkesinin cahili çiçekçi general

En çok tartıştığımız, en çok korkulan ise 'İranlaşma'dır. Özellikle, 28 Şubat sürecinde İsmail Hakkı Karadayı Paşa'nın bir İranlı meslektaşına, ''nasıl oldu da Humeyni devriminin olacağını göremediniz'' diye sorduğunu ve muhatabının da,  "Siz, çiçek gözünüzün önünde büyürken fark eder misiniz?" dediğini medyaya sızdırmasıyla, bir iddia olmaktan çıktı adeta bilimsel bir kanıt gibi tartışılmaz oldu.

Eğer bu anlatılan generaller arası diyalog doğruysa maalesef Karadayı Paşa da dahil olmak üzere kimse ne komşu ülkenin son 50-60 yıllık tarihi hakkında, ne de sosyo kültürel yapısı hakkında zerre bilgiye sahip değil demektir. Dahası buna, 'uydurma bir karakter' olduğunu düşündüğüm o İranlı general de dahil...

Düşünsenize, Pehlevi ailesinin saltanatının, ülkede 10 yıllarca süren haksızlıkların, zulümlerin,  SAVAK'ın her muhalefeti acımasızca bastırmasının, yolsuzlukların, ve bunların İranlıları nasıl derinden rahatsız edip yıllarca kitlesel rahatsızlıklara, sosyal çalkantılara neden olduğundan haberi bile olmamış bir İran generali var orta yerde. Çiçeklerle meşgul olmaktandır bu körlük muhtemelen...  Çiçeğini sevsinler...

Şah rejimini eleştiriyorum diye Ahmedinecat'ın yönetim anlayışına ya da bugünkü İran rejimine sempati duyduğum sanılmasın. Ama, ''İran ne güzel ülkeydi de ne hale geldi'' saçmalığına da karnım tok. İran, Şah döneminde bugünkünden daha iyi bir ülke değildi. Çok daha kötü bir rejimle yönetiliyordu.

Biz de İran'daki gibi bir devrim asla olmaz. İran şii nüfusun çoğunlukta olduğu bir ülke. Şiilik ise, bir yönüyle Katoliklikte olduğu gibi merkezi ruhban hiyeraşisi olan bir inanç tarzı. En tepedeki ''Ayetullah'' milyonları harekete geçirebiliyor.

Türkiye ve toplumu, İran'dan çok çok farklı. Türkiye çoğunluğuyla sünni bir ülke. Sünniler de karınca ordusu değil. Maalesef aydınların çoğu Türkiye'deki sünni kesimin çoğulculuğunun hala farkında değil.

Türkiye'de kamusal alanda daha muhafazakar görüntülerin sayısı artıyor ama bunun teokratik bir rejime gittiğimizin göstergesi olduğu iddiası yanlış. Bu, Türkiye'nin on yıllarca taşrasında kalan muhafazakarlığın şehirlere göçle beraber görünür hale gelmesiden, bütün dünyada dinin yeniden yükselmesine kadar birçok faktörün oluşturduğu bir görüntü.

Kaldı ki Türkiye'deki dindarların kahir ekseriyeti de, genel olarak bir teokratik nizamın, İslami olmayacağına inanıyor. Evrensel laiklik prensibine de, yani devletin inanç, ideoloji ve mezheplerden bağımsız olmasına da dindarların çok ezici bir çoğunluğunun itirazı olmadığını herkes bilir. Bu insanların çok çok büyük bölümünün derdi, bir teokratik düzen kurmak değil, kendilerine de, inançlarına da, yaşam tarzlarına da saygı duyan bir hukuk düzeni görmek...

Türkiye Cumhuriyeti, maalesef çağdaş anlamda 'laik' bir devlet değil. Toplumuna bir inanç ve yaşam tarzı empoze etmeye çalışan bir devlet. Bir kıyafeti, bir kültürü, bazı müzik türlerini hatta nasıl ibadet edileceğini empoze etmeye çalışan, okullarda zorla din dersi bulunan bir devlet anlayışı var.

Gerçekten laik bir devlette, devlet başkanının eşinin kıyafeti, içki içip içmediği tartışılmaz. Devlet Başkanının, herkese belli bir kıyafeti dayatması, ya da men etmesi, herkese zorla içki içirmeye çalışması ya da içirtmemeye çalışması laikliğe aykırıdır. Bu açıdan bakıldığında, Abdullah Gül, Ahmet Necdet Sezer'den fersah fersah daha fazla laik, daha çağdaş bir cumhurbaşkanıdır.

Yani Türkiye'deki dindarlık eksenli tartışmaların büyük bölümü, devletin yanlış uygulamalarının sonucudur. Teokratik devrim özleminin neticesi değil. Bu sebeple, İran'ın Türkiye'ye ''rejim ihracı'' tehdidi, yaşam düzenimizi etkileyecek bir güce hiçbir zaman ulaşamaz.

Ancak ben, nedense bugüne kadar somut olarak konuşulmamış çok daha ciddi, açık ve yakın bir rejim ihracı tehdidinde olduğumuzu düşünüyorum. Türkiye, ülkesi ve devletiyle, yukarıda saydığım bütün ''bir başka ülkeleşmelerden'' farklı olarak, bu ihraca karşı çok açık ve çok korunaksız. Çünkü bu ihracın, maaelesef devletimizin en kritik kurum ve konumlarında misyonerleri var. Bu rejim ihracının çok ciddi bir medya gücü desteği var. Bu rejim ihracı tehdidinin çok ciddi bir uluslararası destek devşirme gücü var. En kötüsü, bu rejim ihracına kapılarımızı açacak sinir uçlarımızı çok fazla şekilde deşifre ediyoruz. Milletçe psikolojimiz, neye nasıl tepki vereceğimiz, ne şekilde nerelere yönlendirilebileceğimizi çok iyi bilen güçler var.

Türkiye'nin İsrailleşmesinden bahsediyorum. Türkiye, çok ciddi şekilde İsrailleşme tehdidi altındadır. İsrail, bölgemizdeki en etkili, en tehlikeli rejim ihracatçısıdır. 1990'lı yıllarda İsrailleşme yaşadığımız için de bu diğer bütün rejim tehditlerinden daha muhtemel ve daha potansiyel bir tehdittir.

Kürtlerin sıkıntılarının istismarı üzerine kurulan PKK, bugünlerde Türkiye'yi hızla İsrailleştirme projesine hizmet ediyor. Bugünlerde, sivil, kadın, çocuk demeden öldürecek kadar alçalmış canavarların, ''halkımız, haklarımız vs''  kıvırtmalarına dikkatli bakın. Ama bilin ki bu pis oyunun tek aktörü PKK değil.

O yüzden bugünlerde bizi Kuzey Irak'taki insanlara karşı kışkırtmaya çalışan manşetlere, seslere daha dikkatli bakın. Bugünlerde bizi Kürtlere karşı kışkırtmaya çalışanlara daha dikkatli bakın.

Bugünlerde, olağanüstü hal, sıkıyönetim, savaş ilan edelim, mahalle basalım diyenlerin yüzlerine iyi bakın. Birçoğunun arkasındaki gölgeliklerde Türkiye'yi İsrailleştirme misyonlerlerini göreceksiniz.

Türkiye'ye yapılacak en büyük kötülük İsrail'e benzetmektir

İsrail, bize en büyük kötülüğü yapmak istiyor. Bu sır değil. İsrailleştirme tetikçilerinin faaliyetleriyle İsrailin rejimini kabul etmeye hazır hale getiriliyoruz gün be gün... İsrail, bizi kendisine benzetiyor. Siyaset kültürünü, sorun çözme yöntemlerini ihraç ediyor. Öfkesini, nefretini ihraç ediyor. Her şehit cenazesiyle, her bombayla adalet duygumuzu, kardeşlik anlayışımızı, vicdanımızı, umudumuzu, geleceğimizi biraz daha karartıyorlar.

Bizi, ''inceldiği yerden kopsun'' , ''ne olacaksa olsun'' noktasına zorluyorlar.

Özbeklerle Kırgızlar, birbirlerini nasıl kesiyor sanıyoruz... Hutu ve Tutsiler birbirlerini nasıl katlettiler sanıyoruz. İsrail'de, ABD'de yığınlar savaşçı şahinlerin peşine nasıl takılıyor sanıyoruz... Bize cinnet yaşatmaya çalışıyorlar. Her türlü deliliğe, çılgınlığa hazır hale getirmeye çalışıyorlar.

OHAL'de yeşeren mikroplar bütün ülkeyi hasta eder

Türkiye'nin doğusu, Cumhuriyetin büyük bölümünde olağanüstü yönetimlerle yönetildi. Tamiri kuşaklar süren yeni acılar, yeni yaralar yaratmaktan başka neyi çözdü de bugün buna yeniden dönme savunulabiliyor. Terör olaylarını siyasi açıklamalara meze yapanlar, PKK'ya birkaç eylemle Türkiye'de rejim ve siyaseti şekillendirme gücü bahşettiklerinin farkında mı?

Olağanüstü haller, çılgınların, maceraperestlerin, hastalıklı ruhların, çetelerin, her türlü virüsün neşet ettiği ortamlardır. Olağanüstü halin düzen görüntüsü sahte bir görüntüdür. Yalandır. Dahası, Olağanüstü halin ürettiği mikroplar, çok geçmeden o bölge dışında çıkıp bütün ülkeyi devleti sarar. Bunu defalarca yaşadık. Bu kadar mı balık hafızalıyız?

Olağanüstü hal bölgesinde semiren çetelerin ülkenin en üst en hassas kurumlarına bile çöreklendiği 1990'lı yılların Türkiye ve İsrail'in birbirine en yakın olduğu yıllar olması boşuna değil. İsrail şahinleri, bizim derinler ve PKK konsorsiyumu ile ilk defa karşılaşmıyoruz. Bu şeytan üçgeninin istediği istikamette gitmek kadar büyük hata olamayacağını öğrenmiş olmamız lazım.

ABD'nin art arda gelen terör saldırılarından sonra Ortadoğu'ya topyekün savaşa sokulması sürecinde onlarca ''The Israelization of The United States (Amerikanın İsrailleştirilmesi)'' yazısı okudum. Hatta bu tabiri kullanan İsrail gazeteleri bile oldu. Biz, Amerikan halkını bu basit oyunlara gelip savaşı destekledikleri için yıllarca eleştirdik.  Akıl tutulması yaşayan, duygularına yenilecek, medyanın manipülasyonlarına aldanacak her halkın yaşayacağı bir akıbet yaşadı Amerikan halkı. Çok ağır bedeller ödediler, ödemeye devam ediyorlar.

Türkiye, çok ciddi bir rejim ihracı tehdidiyle yüzyüze. Türkiye İsrailleştirilmek isteniyor. Birileri, sadece onlarınkine benzeyen bir rejimimiz olduğunda onlarla müttefik olacağımızı çok iyi biliyor çünkü. Bizim, geçmişteki gibi terör karşısında galeyana gelip böylesi bir rejime dönüşmeyi destekleyeceğimizi hesaplıyorlar. Bari bu kez yanıltalım onları... Gün, kardeşliğe, demokrasiye ve hukuka sahip çıkma günüdür.

İsrailleşme tehlikesinin farkında mısınız?

http://www.haber7.com/haber/20100623/Turkiyenin-Israillesmesi.php
#1206
Vahşi Batı'da bir film hikâyesi:
Eşkıya kasabayı basar ve silahı ortaya koyar. Talepleri vardır. Bundan sonra kasaba halkının psikolojik sınavı başlar. Ne yapmalı? Kasaba halkından her biri, kendine dokunmadığı ölçüde eşkıyanın taleplerinin karşılanması yolunda görüşler bildirir. Falanca kızı verelim, eşkıyanın hesaplaşacağı adamı vermek, şerifi vermek, para vermek, vermek vermek ve kurtulmak... Bazen bir kahraman çıkar ve eşkıya ile hesaplaşmayı seçer.
Film bu gerilim içinde devam eder.
...
PKK terörü konusunda ülke olarak zaman zaman bu duyguları yaşıyoruz.
Bakıyorum, gazete köşelerinde aydınlarımızdan birçoğu, çoktan yelkenleri suya indirmiş, zihnen girdiği pazarlık duygusunu sütununa yansıtmaya başlamış durumda.
Bu, eşkıyanın psikolojik hâkimiyetinin kabulü anlamına geliyor.
Anlıyorsunuz ki eşkıya, kasaba halkına karşı birkaç vahşi cinayete daha imza atsa, aydınlarımız-kendilerine dokunmadığı ölçüde-daha çok kurban verme noktasına gelecekler.
...
Eşkıyanın şu Kürt meselesinde elde ettiği en kötü sonuç, tüm toplum hayatına el koyma girişiminden önce, tüm Kürt iradesine el koymasıdır.
Ne oluyor?
Eşkıya sanki bütün cinayetlerini, Kürt halkı adına işliyor.
Cinayetler Kürt halkı adına böyle kolektif bir güç ile işlendiğinde de bir tür meşruiyet kazanmış oluyor!!!
Oysa bu da bir başka irade cinayeti.
...
Dün DTP'nin, bugün BDP'nin Kürtler içindeki oy oranı ne?
Ahmet Türk'ün ifadesine göre yüzde 25.
Geriye kalan yüzde 75'lik Kürt iradesi, PKK güdümlü bu siyasi oluşuma destek vermiyor.
Peki, ama onların iradesinin kıymet-i harbiyesi nerede?
Kıymet-i harbiyesi yok, çünkü silahı yok. Çünkü eşkıya ile bağlantılı değil. Çünkü normal insan.
Böyle bir irade cinayeti işte.
...
Türkiye şu anda, eşkıya baskınına uğramış kasabanın haletiruhiyesi içinde.
Herkesin zihni formatı bozulmuş durumda.
Eşkıya dün, dört asker yanında, 17 yaşında bir kız çocuğunu katletti ve soruyu önümüze koydu:
- Yarın başka rehineleri de öldürebilirim. İskenderun'la başladım, Halkalı'ya geldim, yarın Antalya'da ortaya çıkabilirim, öbür gün İzmir'de... Bir iş merkezini havaya uçurmak gibi, bir sokakta bomba patlatmak gibi... Taleplerimi yerine getir, kafamı bozma!
Ne yapalım? Medyaya yansıyan sesler:
- Eşkıyanın başı ile konuşalım. Adam kızdıkça cinayet işletiyor, daha fazla kazdırmayalım. vs...
...
Acaba eşkıyanın talepleri nerede son bulacak? Bu kasaba, onun taleplerinin tümünü karşılayabilecek mi? Talepleri devam ettiğinde, neleri vermeyi göze almalıyız? Bazen alınmak istenen şey, canı vermekten daha çok acıtabilir yürekleri... Eşkıyayı tatmin etmeyi çıkış yolu olarak görenlerin bir kırmızı çizgileri var mıdır, yoksa kırmızı çizgi hassasiyeti eşkıya baskısı karşısında hak ile yeksan mı olmuştur? Bu çevreler, eşkıyanın silahı olmasaydı da bu verilenleri öyle kolayca verecek durumda mı idiler?
...
Eşkıyanın bastığı kasabada bir irade çıkar ve herkesin psikolojisini tamir ettikten sonra bir mücadele çığırı açar.
Der ki:
- Eşkıyalık bir hâkimiyet yöntemi olamaz. Erken kalkanın kasabaya hükmettiği bir düzen, gücü gücü yetene düzenidir. Bu yöntem bir kere sonuç almaya başlarsa, yarın kimin erken kalkacağını ve kasabaya kimin el koyacağını ve nasıl bir bedel ödeteceğini bilemeyiz. O yüzden eşkıyalığı bitirmek en birinci iştir.
...
Türkiye, bu iradeyi kimin kuşanacağına bakıyor. Beklenti iktidara yönelik. İktidar, kasabanın kendisine muhalif olan insan kümeleri dahil tüm varlığını seferber edebilmeli, bu dili bulmayı başarmalı ve eşkıya karabasanını kasabanın üzerinden atmalı.
Şu an iktidar bu sınavı veriyor.
PKK'nın Kürtler'in iradesi üzerindeki ipoteği de kaldırılmalı, tüm Türkiye'nin üzerine koyduğu silah gölgesini de...
...
"17 yaşındaki kız çocuğu Kürtlük davası adına öldürüldü" gibi bir görüntü, Kürtler'e karşı işlenmiş eşkıya cinayetinden farklı bir şey midir?

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/106917-eskiya-kasabayi-basar-ve-ahmet-tasgetiren-makalesi.aspx
#1207
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, mahkeme kararıyla erişime engellenen paylaşım sitesi Youtube'nin, Türkiye'de hukuki yükümlüklerini yerine getirmemekte ısrar ettiğini belirtti.

Yıldırım, ''Bu site, Türkiye Cumhuriyeti ile mücadeleye girişti ama Türkiye bunu kabul etmeyecektir'' dedi.

TBMM Genel Kurulu, Başkanvekili Güldal Mumcu başkanlığında toplandı. Mumcu, gündeme geçmeden önce üç milletvekiline gündem dışı söz verdi.

CHP Ankara Milletvekili Emrehan Halıcı, Türkiye'de internet erişimi ile ilgili özgürlüklerin engellendiğini savundu. Youtube gibi bazı internet sitelerine erişimin engellendiğini, bunun sansürü beraberinde getirdiğini belirten Halıcı, insanların bu durumdan çok rahatsız olduğunu, tepkilerin her geçen gün büyüdüğünü söyledi.

Hükümet adına söz alan Ulaştırma Bakanı Yıldırım, günümüzde bilgiyi en iyi şekilde toplayan ülkelerin ileriye gittiğini, Türkiye'de de bilgi toplumunu güçlendirmek için kendilerinin de çaba sarf ettiğini söyledi. Bilgi toplumunda internetin öneminin yadsınamayacağını anlatan Yıldırım, bu kapsamda hızlı internet erişimini yaygınlaştırdıklarını ifade etti.

İnternetin ilaç gibi, yararı olduğu kadar zararının bulunduğuna dikkati çeken Yıldırım, bu nedenle internetin temiz kullanımını sağlamayı hedeflediklerini kaydetti. Bakan Yıldırım, internette suç ve suça özendirici yayınların yüzde 98'inin dış kaynaklı olduğunu, bu tehlikeyi önlemek için bazı önlemler almak zorunda olduklarını dile getirdi.

-''HUKUK TANIMAZ BİR PAYLAŞIM SİTESİ''-

Youtube paylaşım sitesinin Atatürk'e hakaret içeren yayınından dolayı, mahkeme kararıyla erişime engellendiğini anımsatan Yıldırım, bunun karşılığında söz konusu sitenin yetkililerinin, cezayı durdurmak için bir üst mahkemeye bile itiraz etme gereğini duymadığını vurguladı.

Yıldırım, söz konusu paylaşım sitesinin birçok ülkede güvenlik belgesi almasına, vergi dairelerine kayıt yaptırmasına rağmen Türkiye'de bunları yerine getirmemekte ısrar ettiğini anlattı.

Türkiye'nin bunu kabul edip boyun eğmeyeceğini belirten Yıldırım, ''Bu paylaşım sitesi bir çok ülkede yerli sürüm yapıyor ama Türkiye'de yapmıyor. Yine dünyanın birçok ülkesinde adli makamlarla işbirliği yapıyor ama ülkemizde buna yanaşmıyor. Bir siyasi partinin genel başkanı ile ilgili yayımlanan videonun yayından kaldırılması için arkadaşlarımız girişimde bulundu, telefonlara bile çıkmadılar. Bu kadar hukuk tanımaz siteyi hararetle savunanlar var. Bunu kınıyorum'' diye konuştu.

Söz konusu sitenin, IP giriş numaraları aracılığıyla Google'e girişleri de yavaşlatmaya, bu yolla tepkileri artırıp Türkiye'yi dize getirmeye çalıştığını belirten Yıldırım, ''Bu site, Türkiye Cumhuriyeti ile bir mücadeleye girişti. Türkiye asla bu durumu kabul etmeyecektir. Bu paylaşım sitesinin direktiflerine göre tavır almak yerine, bu sitenin hukuk kurallarına saygılı olmasını sağlamalıyız'' dedi.

AA
http://www.haber7.com/haber/20100624/Google-Turkiye-ile-mucadeleye-giristi.php
#1208
Anayasa Mahkemesi üyesi Fulya Kantarcıoğlu'nu hakkında verilen 'reddi hakim' dilekçesi işleme kondu.

Ergenekon kapsamında gözaltına alınan eski Adalet Bakanı Seyfi Oktay'la anayasa değişikliğinin iptali konusunu görüşen Anayasa Mahkemesi Üyesi Fulya Kantarcıoğlu hakkında, 'reddi hakim' talebinde bulunulmuştu.

Bem Bir Sen Genel Eğitim Sekreteri Recai Karslı, Mahkeme'ye bir dilekçe sunarak Kantarcıoğlu'nun TCK'nın 'görevi kötüye kullanma' suçunu işlediğini savunmuştu.

Tarafsızlığını yitirdiği ve ihsas-ı reyde bulunduğu gerekçesiyle de anayasa değişikliği iptal davasından çekilmesini istedi.

Anayasa Mahkemesi heyetinin dava görüşülmeden önce bir karar vermesi gerekiyor.

Mahkeme, ret talebinde bulunulan üye katılmaksızın taleple ilgili kesin kararını veriyor.

Öte yandan, Adalet Platformu Başkanı Adem Çevik de Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ile üyeler Fulya Kantarcıoğlu, Serdar Özgüldür ve Osman Paksüt hakkında 'görevi kötüye kullanma, suç işlemeye teşvik, suça iştirak, anayasal düzeni yıkma' iddiasıyla suç duyurusunda bulunmuştu.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=999086&title=kantarcioglunu-sikayet-dilekcesi-isleme-kondu
#1209
Avrupa Konseyi, Avrupa'da yaygınlaşan İslam karşıtlığını ve yasakçı uygulamaları sert şekilde eleştirdi.

Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) Genel Kurulu, laikliğin dinî kıyafetlerin yasaklanmasına gerekçe olamayacağını belirtti ve İsviçre'den de minare yasağını iptal etmesini istedi. Mevlüt Çavuşoğlu başkanlığındaki AKPM'de dün kabul edilen 'Avrupa'da İslam, İslamcılık ve İslamofobi' başlıklı raporda 'dinî özgürlükler' vurgusu ön plana çıktı. Raporda "Laiklik, kamusal alanda dinî pratiklerin yasaklanabileceği anlamına gelmez. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 9. maddesi herkese dinî kıyafetlerini kamusal veya özel alanda giyme serbestisini sağlar." hatırlatması yapıldı.

Danimarka Sosyalist Grup üyelerinden Mogens Jensen'in kaleme aldığı raporda, burka yasağını uygulamak isteyen Fransa ve Belçika'ya sert eleştiriler yöneltildi. Burkanın kamuya açık yerlerde yasaklanmasına ilişkin bazı ülkelerde getirilmek istenen yasağa da değinilen kararda, güvenlik açısından birtakım kısıtlamalar getirilse de yasağın genelleştirilmesine karşı çıkıldı. Fransa ve Belçika'da uygulanan burka yasağının olumsuz etkilediği kaydedilerek, "Genel bir yasak, burka giyen kadınların üzerindeki baskıyı artıracak, onun evden çıkmasını ve başka kadınlarla ilişki kurmasını zorlaştıracaktır. Müslüman kadınların, eğitimden, iş hayatından ve kamusal alandan dışlanması onların hayatını daha da zorlaştıracaktır." denildi. Raporda, vücudun tamamını örten burka tarzı kıyafetlerin dinî vecibeden daha çok kültürel ve sosyal geleneklere dayandığı da kaydedildi.

Jensen'in raporunda kadınların giyim tarzlarının ne kendi toplumları ne de devletler tarafından belirlenebileceği vurgulandı. Karar metninde, "İslam, Musevilik ve Hıristiyanlık gibi barışçıl bir dindir. Avrupa devletleri, tıpkı Hıristiyan papazların veya dindar Yahudilerin giydiği kıyafetlere karışmadığı gibi, Müslüman kadınların başörtüsüne de müdahale etmemelidir." uyarısı yapıldı.

LAİKLİK, YASAKLARA GEREKÇE OLAMAZ

Kararda, minare yasağının, "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin din ve vicdan özgürlüğüyle ilgili 9. maddesi ile ayrımcılığın yasaklanmasıyla ilgili 14. maddesini ihlal ettiği'' belirtildi. Kararda, şehir planlamasına ve kamu güvenliğine uygun olarak, nasıl kiliselerin kulesi bulunuyorsa camilerin de minaresinin olmasına izin verilmesi istendi.

Kararda son olarak Avrupa'da ırkçı partilerin İslam karşıtlığını körüklemesi eleştirildi. Avrupa'nın birçok ülkesinde aşırı sağ partilerin son yıllarda politika değişikliğine giderek Müslümanları hedef aldığı savunulurken, "Yabancı korkusunun yerini 'İslam korkusu' aldı." denildi. Hollanda ve İsviçre'de ırkçı partilerin yükselişine dikkat çekiliyor. Avrupa'da çok sayıda Müslüman göçmenin Avrupa kültürü ve değerlerini benimsediği belirtilirken, son yıllarda artan İslam karşıtı uygulamaların ve ırkçı partilerin Müslüman gençler arasında Batı değerlerine yönelik tepkiyi artırdığını ifade etti. Kararın sonuç bölümünde "Avrupa'da Müslümanların sosyal ve kültürel olarak ayrımcılığa hedef olmasına karşı çıkılması'' istendi ve "İslam karşıtlığıyla mücadelede Avrupa Konseyi'nin ortak stratejileri tartışması'' çağrısı yapıldı.

Avrupa Konseyi'ne üye ülkelerde dinler arası eğitimin güçlendirilmesinin önemine değinilen kararda, Avrupa'da yüksek eğitim kurumlarının İslam araştırmalarını desteklemesi istendi. Kararda, okullarda İslam'ın daha iyi anlatılmasının önemine değinildi. Raporda, 23 milyon Müslüman'ın yaşadığı Avrupa'da İslam eğitimi için devlet bütçelerinden pay ayrılması da tavsiye edildi.

EMRE DEMİR - STRASBOURG
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=998849&title=avrupa-konseyinden-islam-karsitligi-uyarisi
#1210
Trafik kazalarının bir çok nedeni var. Avustralya Melbourne'deki Monash Üniversitesi kazalarla ilgili 20 yıllık bir araştırmayı yayınladı. Çalışmada kazaların tek nedeni kural ihlali ya da teknik sorunlar değil.

Siyah renkli araçlar, diğer renktekilerden yüzde 47 daha fazla kaza yapıyor.

Avustralya, Melbourne'deki Monash Üniversitesi'nde 20 yıl süreyle yapılan araştırmaya göre siyahtan sonra en riskli renkler gri ve gümüş.

850 bin kaza inceleyen ekip en güvenli rengin beyaz ve sarı olduğunu söylüyor. Siyah, gri, gümüş ve onları takip eden mavi ve kırmızı araçların yol ve çevre rengi içinde görünürlüğünü yitirdiği için kazaya yol açtığını belirten uzmanlar siyah araçların gündüzleri yüzde 12, geceleri yüzde 47 daha fazla kazaya sebep olduğunu belirtti.

Radikal- The Daily Mail
http://www.haber7.com/haber/20100623/En-cok-hangi-renk-otomobil-kaza-yapar.php
#1211
Türkiye'de geçen yıl açılan toplam 143 kuyudan 53'ünde petrol, 30'unda doğal gaz bulundu. Kuyulardan 33'ü kuru çıkarken 27 kuyuda ise çalışmalar sürdürülüyor.

AA muhabirinin Petrol İşleri Genel Müdürlüğünün faaliyet raporundan derlediği bilgilere göre, geçen yıl ülkedeki petrol hakkı sahibi şirketler tarafından 51 arama, 50 tespit, 42 üretim kuyusu sondajı olmak üzere toplam 143 sondaj gerçekleştirildi ve bu kuyularda toplam 242 bin 357 metre sondaj yapıldı. Petrol ve doğal gaz aramak için Türkiye'de 1934 yılından bugüne kadar 3 bin 727 kuyu açıldı, bu kuyuların toplam sondaj uzunluğu ise 7 milyon 25 bin metre oldu.

Geçen yıl açılan her 3 kuyudan ortalama 1'inde petrol bulundu. Açılan 143 kuyudan 53'ü petrollü, 30'u doğal gazlı ve 33'ü kuru kuyu olarak tamamlandı, 27 kuyudaki çalışmalar ise halen sürdürülüyor.

Türkiye'de geçen yıl 103 petrol sahasından 2 milyon 402 bin ton (16 milyon 650 bin varil) ham petrol üretimi, 49 doğal gaz sahasından ise 729 milyon 414 bin metreküp doğal gaz üretimi gerçekleştirildi. Devlet, 2009 yılında çıkarılan petrolden 168,2 milyon lira, doğal gazdan 41,6 milyon lira olmak üzere toplam 209 milyon 829 bin lira devlet hakkı olarak pay aldı.

Rapora göre, 2009 yılı sonu itibariyle Türkiye'de 24 yerli, 24 yabancı olmak üzere toplam 48 şirket arama ve üretim faaliyetinde bulundu. Yıl içinde toplam 85 arama ruhsatı müracaatından 68'ine petrol arama ruhsatı verildi. Bununla birlikte 98 adet petrol arama ruhsatının süresi uzatıldı, 79 arama ruhsatı fesih edildi veya müddeti sona erdi, 120 arama ruhsat müracaatı reddedildi.

Geçen yıl 5'i yerli, 3'ü yabancı olmak üzere 8 şirket, petrol hakkı sahibi olarak arama faaliyetlerine başladı. Türkiye'deki toplam arama ruhsatı sayısı 415, işletme ruhsatı sayısı ise 72 oldu. Arama ruhsatlarının 151 adedi TPAO'ya, 105 adedi yerli şirketlere, 101 adedi yabancı şirketlere, 44'ü yerli-yabancı ortak şirketlere, 14'ü de TPAO ve ortaklarına ait bulunuyor.

Bu arada 2009 yılında alınan devlet harcının toplamı ise 366 bin lira olarak hesaplandı.

2009 yılı içinde 9 yabancı petrol hakkı sahibi şirket tarafından toplam 131 milyon lira ithal edilen sermaye beyanında bulunulurken bu beyanların sonucunda toplam 98,4 milyon lira sermaye tescili yapıldı.

Raporun ''Hedefler'' bölümünde ise Petrol İşleri Genel Müdürlüğünün 2013 yılı sonuna kadar ülkedeki arama-üretim yatırımlarının her yıl yüzde 10, ham petrol üretiminin yüzde 1, doğal gaz üretiminin yüzde 5 artırılması için uygun koşulları sağlamak olduğu belirtildi. AA

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=998281&title=turkiyede-her-uc-kuyudan-birinde-petrol-cikti
#1212
Kanlı gemi baskını sonrasında Gazze ablukasını kaldırması için artan baskılar İsrail yönetimine ablukanın kaldırılması konusunda ilk adımı arttırdı. Tel Aviv'in ambargonun hafifletilmesine yönelik açıkladığı yol haritasına göre, silah dışındaki ürünlerin bölgeye girişine izin verilecek. Böylece Gazze saldırısında yıkılan yapılar 3 yıl sonra yeniden inşa edilebilecek.

İsrail'in Mavi Marmara baskınında 9 sivili katletmesinin ardından 3 yıldır uyguladığı Gazze ablukasını kaldırması yönündeki baskılar sonuç verdi. Geçtiğimiz hafta Gazze'ye uyguladığı ablukayı hafifletme kararı alan İsrail, dün akşam da bu konuda izlenecek prosedürleri açıkladı. Başbakanlık Ofisi'nden yapılan açıklamaya göre, silah yapımında kullanılabilecek materyaller dışındaki tüm malların Gazze'ye girişine izin verilecek ve bunun için de yasaklı materyallerin listesi yayımlanacak.

Başbakanlık, dünkü 'Güvenlik Kabinesi' toplantısının ardından yaptığı açıklamada, silah ve savaş malzemelerinin yanı sıra çift kullanımlı "sivil ve askeri" maddeleri kapsayan sınırlı bir yasaklar listesi yayımlanacağını ve bunun dışındaki tüm maddelerin Gazze'ye girişine izin verileceğini duyurdu. Filistin Yönetimi'nin yetkisi altındaki okul, sağlık tesisleri, su arıtma ve benzeri onaylanmış projeler için uluslararası gözetim altında, çifte amaçlı kullanıma imkan veren inşaat malzemelerinin Gazze'ye girişi mümkün olacak. Açıklamaya göre, geçiş kapılarında, ekonomik faaliyetlerin artırılarak, daha büyük boyutta mal girişine imkan sağlanması amacıyla kapasite önemli ölçüde artırılacak; bu geçiş noktaları gereksinime cevap veremez hale geldiğinde ve tüm güvenlik endişeleri giderildiğinde ise yeni geçiş noktaları tesis edilecek.

İsrail'in uluslararası yardım kuruluşlarının görevlilerin geçişiyle ilgili politikasının da basitleştirileceği belirtilen açıklamada, Gazze'ye gönderilmek üzere Aşdod limanına gelen malların ulaşımı kolaylaştırılacak. İsrail'in, aralarında Mavi Marmara'nın da bulunduğu Gazze yardım gemilerine 31 Mayıs'ta düzenlediği operasyonda 9 Türk hayatını kaybetmişti. Uluslararası kamuoyunun da şiddetli tepkisini çeken operasyondan sonra İsrail, uluslararası bir soruşturma komisyonu kurulması baskıları altında kalmıştı. Baskının ardından dikkatler abluka altındaki Gazze'ye çevrilmiş, uluslararası kamuoyu İsrail'e ablukayı kaldırması için çağrıda bulunmuştu. Gazze'ye yönelik İsrail açılımı da bu uluslararası baskıları hafifletme girişimi olarak değerlendirilmişti. İsrail'in attığı adımlardan büyük bir memnuniyet duyan ABD, Netanyahu'nun Washington'da Başkan Barack Obama'yla ileri adımları görüşeceğini duyurdu. Öte yandan gemi baskınıyla büyük bir imaj kaybına uğrayan İsrail'de yoğun eleştiriler alan aşırı sağcı hükümetin revizyona gitmesi gündemde. İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, Livni liderliğindeki Kadima Partisi'yle yeni bir ulusal cephe hükümeti kurulmasını istedi.

İsrail komandoları direniş beklememiş

Mavi Marmara baskınını soruşturan İsrail ordusu, askerlerin gemideki yardım gönüllülerinden herhangi bir direniş beklemediği için 9 kişinin ölümüyle sonuçlanan olayların meydana geldiğini öne sürdü. İsrail Radyosu'nun haberine göre konuyu araştıran Deniz Komando Birliği, askerlerin direnişe karşı verdiği cevabın da uygun olduğunu iddia etti. Raporda komandoların operasyona yetersiz hazırlandıkları ve ellerinde yeterli bir istihbarat bilgisi bulunmadığı da vurgulanıyor. Beklemedikleri bir direnişle karşılaşan komandoların şartlara göre uygun bir karşılık verdikleri de öne sürülen raporda 'Gemiyle temas güvertede bulunanların tazyikli su ve göz yaşartıcı bombalarla uzaklaştırılmasından sonra sağlanmalıydı.' deniyor. Ancak direniş beklenmediği için bu prosedürlerin izlenmediği belirtiliyor.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=997848&title=uluslararasi-baskilar-sonuc-verdi-israil-ablukayi-hafifletecek
#1213
Böylesi ortamlarda konuşmak zordur. Ağlasan mı, bağırsan mı, sussan mı, konuşsan mı şaşarsın! Ana-babaların gözleri kan çanağıdır; yetimlerin yüzleri zamanı durduracak kadar mahzun...

Konuşmak...

Zordur, zor!

Lakin böylesi bir durumda konuşamadıktan sonra sözün ne değeri kalır?

Asıl şimdi konuşmak, sormak, sorgulamak gerek!

Bölgedeki Kürt mürşitleri, alimleri, bilgeleri dururken Dolmabahçe'de sanatçıyla, futbolcuyla vakit harcamanın anlamsızlığı üzerinde durulabilir.

KCK tutuklamaları, o korkunç kelepçe sahneleri konuşulabilir.

Habur'dan giriş yapanların daha sonra tutuklanması, "taş atan çocuklar"ın hâlâ serbest bırakılmaması dillendirilebilir.

Anaların gözyaşı dinsin diye her bedeli ödemeye hazır olduğunu söyleyen Erdoğan'ın daha sonra cesur adımlar atamamasının nedenleri sorgulanabilir.

"Demokratik açılımı" itibarsızlaştırmak için muhalefetin elinden geleni ardına koymamasının hesabı sorulabilir.

Lakin...

Gün bambaşka şeyleri sormak, sorgulamak, hatırlamak zamanı...

Mesela, 28 Şubat'ın ufunetli günlerinde PKK'nın ne yaptığını hatırlayanınız var mı?

"İslam'ın ılımlısı ılımsızı olmaz" diyerek Kürt'ü Türk'le kardeş yapan yegâne bağa topyekûn savaş açıldığı, Çarşamba sokaklarında "kılık kıyafet sürek avına" çıkıldığı dönemde PKK ne yapıyordu bileniniz var mı?

Ben söyleyeyim: Adeta rol çalmamaya özen gösteriyor; 28 Şubatçıların yürüttüğü psikolojik harpte dikkatleri dağıtmamak için "çatapat" bile atmıyordu.

Öyle ki, Kürt'ü Türk'e bağlayan "ruh kökünü" yok etme ameliyesini elini ovuşturarak seyreder gibiydi.

Halbuki "direniş örgütleri" böylesi dönemleri ganimet bilip "silahlı propaganda" yapmaya can atarlar.

Yaz tatilinde çocukların "Kur'an" öğrenmesine yasak getirecek kadar dine mesafe koyan 28 Şubat sürecini protesto niyetine yapılacak herhangi bir eylemle, en azından bölgedeki "dindar" halkın sempatisini kazanmayı amaçlarlar.

Zaten taşeron örgütlerle direniş örgütleri arasındaki en büyük fark budur.

Peki...

PKK o süreçte kimin taşeronu olarak susmuştu?

Şayet bu soruyu vuzuha kavuşturursak, şimdi de kimin taşeronu olarak silaha sarıldığına cevap bulabiliriz.

Şunu unutmayalım:

28 Şubat süreci askeri anlaşmaların görülmemiş derecede zirve yaptığı, "MİT'in "MOSSAD"la iç içe girecek kadar yakınlaştığı, Türkiye'nin "İsrail terör devleti"nin tatbikat alanı, nerdeyse arka bahçesi haline getirildiği dönemdir.

Bu dönemin ardından...

Öcalan önce Suriye'den çıkartıldı, sonra da "MOSSAD" operasyonuyla Kenya'dan alınıp Türkiye'ye teslim edildi.

PKK bu teslimattan "İsrail terör devleti"ni sorumlu tuttu. O kadar ki, Avrupa'daki "terör devleti"nin kimi elçiliklerine saldırı düzenlediler.

Ne zamanki AK Parti iktidara geldi, ittifaklar çatırdamaya, hatta yer değiştirmeye başladı.

İsrail terör devleti Amerika'daki "neocon" dostlarını devreye sokarak AK Parti'ye karşı teyakkuza geçti.

PKK önderliğinin "Siyonizm'in Ortadoğu'ya üçüncü saldırısı" gibi söylemlerden hızla uzaklaştığı, AK Parti'nin de Siyonizm'le çatışmaya başladığı süreç Davos'ta herkesin malumu haline geldi.

"Mavi Marmara" gemisi safların tastamam ayrışmasına neden oldu.

Gazze'de toplama kampı koşullarında yaşatılmaya mahkum edilen çocuklara yardım etmek için (Kürt Türk el ele, gönül gönüle) yola çıkan barış gönüllülerinden 9 kişi "İsrail terör devleti"ne mensup korsanların saldırısı sonucu şehit düştüğü dönemde, PKK, İskenderun deniz üssüne saldırdı.

Halbuki dünyanın bütün "gerilla hareketleri", dünyanın bütün "bağımsızlık savaşçıları" böylesi ortamları "fırsat" bilir. Kürtlerin, Türklerin hatta bütün bir Ortadoğu halklarının sempatisini kazanmak amacıyla "terör devletine" karşı en azından büyük bir protesto gösterisi düzenler.

Dedim ya; taşeron örgütlerle direniş örgütleri arasındaki en büyük fark budur.

PKK ne yaptı?

Filistin katliamına sessiz kalmadığımız için İsrail'le tarihin en büyük krizini yaşadığımız dönemde saldırıya geçti.

Selahaddin Eyyübi'nin torunlarına yakışır izzet ve şerefle "Biji Filistin" feryadını yükselten Kürt halkının duyarlığını da umursamadı.

Türkiye'nin her alanda, her platformda yalnızlaştırmaya ant içtiği "İsrail terör devleti"nin, "eksen kayması" heyulasıyla kara propagandaya giriştiği dönemde harekete geçti.

Peki Genelkurmay ne diyor buna?

Ne diyecek; "İsrail terör devleti"yle PKK'nın son eylemleri arasında kurulabilecek ilişkiyi "gerçek dışı" ilan ediyor!

Tam da beklediğim gibi.

Hayret, her şey nasıl da bu kadar açık oynanıyor!

http://www.yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=21.06.2010&y=SalihTuna
#1214
Bundan bir süre önce Ankara'da bir olay yaşanıyor.
Bir asker elinde bir çantayla Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nin kapısından içeri giriyor.

İlgili bölümde konusunun uzmanı hocalarla randevusu var.
Konu karakol baskınları...
Hocalarımız askeri dinliyorlar. Sorusu son derece basit...
'PKK'nın elindeki mühimmata dayanıklı karakol binaları inşa etmek mümkün mü?'

Hocalar soruyor:
'PKK'nın elindeki en güçlü mühimmat nedir?'
Uçaksavar mermisi... Bilemediniz RPG mühimmatı...
ODTÜ'deki hocalar hızlarını alamıyor tank mermisine dayanıklı bir beton geliştiriyorlar.

Bu beton Şereflikoçhisar'da Milli Savunma Bakanlığı'na bağlı tank atış alanında test ediliyor.
Maliyeti normal betondan yüzde elli daha fazla olan bu betonla yapılacak karakol binalarına PKK'nın saldırması durumunda, teröristlerin ancak bina içine girebilirse askerlerimize zarar verebileceği böylece kanıtlanmış oluyor.
Bu proje sümenaltı ediliyor.
Basılan karakollarımızın görüntülerini izlediyseniz karakolların ondülin çatılarıyla ve 'sağlam' duvarlarının nasıl delik deşik olduğunu görmüşsünüzdür.

Askerlerimizi o binalara tıkıp baskın yediklerinde sabaha kadar direnemeyecek halde bırakan sorumluların bu olaya bir yanıt vermesi gerekir.

Şayet bir yanıt yoksa...
Bir parça kabiliyet, organizasyon ve vatanseverlik gerektiren bu adımı atmayanların ellerine kan bulaşmış demektir.
Tunceli'nin Nazimiye İlçesi, Sarıyayla Jandarma Karakolu'nda dört askerimiz şehit düşmüştü.
O baskında da sorulmayan soru şuydu... Nasıl oldu da bir ambülans o karakola takviye kuvvetlerden önce ulaştı?

Bunlar yanıt bekleyen yakıcı sorular.
O karakollarda bizim için nöbet tutan çocukları koruyamayan devlet, bu sorulara yanıt vermek zorundadır.
Başbakan, Milli Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı...
Çocuklarımızı baraka gibi binalarda neden ölüm nöbetleri tutturuyorsunuz?
Nasıl oluyor da bir ambülans takviye kuvvetlerden önce karakola ulaşabiliyor?

http://www.aksam.com.tr/2010/06/21/yazar/17848/serdar_akinan/bu_sorulara_kim_yanit_verecek_.html
#1215
PKK'nın son katliamı üzerine Meclis Bakanı Şahin'in Genelkurmay'dan açıklama istemesi demokratikleşmede önemli bir eşiğe işaret ediyordu.
Tabii eğer bu talep söylem düzeyinde kalmaz ve Genelkurmay'ın bu başarısızlığının sebebi konusunda kamuoyuna açıklama yapmasında ısrar edilirse... Dikkat ederseniz Türkiye savunma konularını "tartışılmaz" sayan tabunun kırılması yönünde önemli adımlar atılıyor. Savunma konuları artık yavaş yavaş kamuoyu tarafından tartışmaya açılıyor. Silahlı Kuvvetler'in ilgi ve yetki alanına giren meselelerde toplum fikrini söylemeye, uygulanan politikaları eleştirmeye ve değişmesi istemeye başlıyor.
Tek tek operasyonları bir yana bırakırsak, temel soru şu: Bu halk "Ortadoğu'nun en büyük ordusu"nu besliyor; yemeyip içmeyip, ona silah ve teçhizat yetiştiriyor; bütçesini sorgulamıyor; modernleştirmek için hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyor.
Peki neden 700 bin-800 bin kişilik bu dev ordu çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir üç-beş bin teröriste karşı silahlı mücadeleyi kazanamıyor?
Evet, teröre karşı mücadele sadece askeri alanda kazanılamaz; olayın uluslararası, siyasal, toplumsal, tarihsel, ekonomik boyutları olduğunu elbette biliyoruz.
Ama bir de askeri boyutu olduğunu inkâr etmiyorsak, konunun diğer boyutlarında yapılan hataları ya da eksiklikleri bahane göstermeden, askeri boyutta neden bu kadar başarısız kalındığının da izah edilmesi gerek.
Deprem evlerimizi yıktığı zaman mühendislerin mimarların işlerini iyi yapıp yapmadıklarını tartışıyor, hatta kimilerini mahkemelerde yargılıyoruz. Hastamız ameliyat masasında kaldığında cerrahın ustalığını sorguluyoruz. Bu savaş 30 yıldır bir türlü bitirilemiyorsa, çocuklarımız 30 yıldır sapır sapır ölüyorsa komutanlarımızın savaş yönetme ustalığının da sorgulanmasından daha doğal bir şey olabilir mi? "Bu ölümler kaçınılmaz mıydı, yoksa önlenebilir miydi? Hata neredeydi; istihbarat mı, planlamada mı, taktikte mi; yoksa işin esasında mı?" diye sorup doyurucu açıklamalar beklemek hakkımız değil mi?
Aslında bu soruların cevabı verilmedi değil, verildi ama ordu yetkilileri tarafından değil, birtakım başka uzmanlar tarafından... Ne var ki, askeri meseleleri sadece kendilerinin bildiğini sanan ve dışarıdan gelen her eleştiriyi "orduyu yıpratma çabası" olarak algılayan ve kulak vermeyi gururuna yediremeyen Genelkurmay tarafından asla değerlendirmeye alınmadı.
Aşağıya alacağım satırlar artık hepimizin yakından tanıdığı Doçent Sedat Laçiner'e ait. Laçiner'in söylediklerinin özel bir önemi var. Çünkü o bu konuda uzman... Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu'nun başkanı; ayrıca İRA terörü, Ermeni meselesi, Türkiye-AB ilişkileri, Irak Savaşı ve Türkiye üzerine yayınlanmış kitapları var. Bakın, Laçiner 2007 yılında Neş'e Düzel'le yaptığı söyleşide teröristlerle yapılan savaşın neden başarısız olduğunu, dahası böyle giderse hep başarısızlığa mahkum olduğunu nasıl anlatıyordu:
"Terörist sivrisinek gibidir. Ordu ise dev bir balyozdur. Türkiye elinde balyozla sivrisineğin peşinde koşturuyor. Siz sivrisinek olsanız, balyozdan korkar mısınız? Korkmazsınız. Balyozun üzerinize isabet etme ihtimali çok düşüktür çünkü. Bu yüzden sivrisinek insanın devamlı orasına burasına konup kanını emmeye çalışır ki, balyoz insanın kendisine vursun. (...) Doğu'da 250 bin asker var. Değil 250 bin, 2 milyon asker yerleştirin, terörist gene gelir bombasını atar. Bir ili, 50 kişiyle terörize edebilirsiniz. Çünkü ordular hantaldır. Orduyla iç güvenlik sağlanamaz. Siz 10 bin kişiyi oradan oraya sevk ederken, 50 kişi ıslık çalarak başka bir yere gidiyor. (...) Mesela Gabar Dağı'nın adı çok geçiyor. Bu dağda şu anda 35 PKK teröristi var. Bu resmi rakamdır. Peki, biz bu dağın etrafında kaç kişi bulunduruyoruz biliyor musunuz? Dağın etrafında 10 bin kadar askerimiz var bizim. Cudi Dağı'na gelelim... Orada da 100 civarında PKK teröristi var. Oysa bir
dağa hâkim olmak için binlerce insana ihtiyacınız yok. O dağa işini iyi yapan, komando eğitimi almış, SAT türü 35-100 James Bond gönderirsiniz, işi bitirirsiniz. Ama gönderilmiyor."
Bu arada, Batı'da teröristle mücadeleyi orduyla yürütmeye çalışan tek ülkenin de Türkiye olduğunu öğreniyoruz Laçiner'den. "Terörle mücadele" ve "teröristle mücadele" kavramlarını birbirinden ayıran Laçiner bu konuda şöyle diyor:
"Batılı ülkeler, teröristle mücadeleyi asla orduyla yapmıyorlar. Polisin içinde bir birim kuruyorlar. Kuzey İrlanda'da biraz orduyu işin içine soktular, sonuç felaket oldu. Sonra yeniden profesyonel güçlere döndüler."
X x x
Gördüğünüz gibi Laçiner'in 2007'de söyledikleri hâlâ güncelliğini koruyor. Teröre karşı askeri mücadelede hâlâ sivrisineklerin peşinden elimizde balyozla koşuyoruz. Askeri başarısızları sorgulayanlar yine ordu düşmanı ya da vatan haini damgası yiyor. Genelkurmay her saldırıdan sonra yine ordunun terörle mücadeledeki azim ve kararlılığından bahsediyor.
Ve kan oluk oluk akmaya devam ediyor.

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/106439-ordu-neden-bu-kadar-basarisiz-gulay-gokturk-makalesi.aspx
#1216
Danıştay, kahvehanelerde sigara içilmemesi yasağını Anayasa'ya aykırı bularak, bu konuda yasak getiren yasa hükmünün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurdu. İşte iptal başvurusunun ayrıntıları:

İzmir Kahveciler Odası, kahvehanelerde sigara içilmemesini öngören 4207 sayılı Tütün Ürünlerinin Zararlarının Önlenmesi ve Kontrol Hakkında Kanun hükümlerinin uygulanmasına ilişkin Başbakanlık Genelgesinin 1. maddesinin iptali ve yürütülmesinin durdurulması istemiyle Danıştayda dava açmıştı.

Kahveciler Odası, dava konusu düzenlemeye yasal dayanak olan 5727 sayılı düzenlemenin 3. maddesinin 1. fıkrasının (d) bendinin de ''özel girişim özgürlüğü ve mülkiyet hakkını ihlal ettiği, eşitlik, ölçülülük ve gereklilik ilkesine aykırı olduğu'' gerekçesiyle Anayasa'ya aykırı olduğunu öne sürmüş ve bu maddenin iptali ve yürürlüğünün durdurulması için Anayasa Mahkemesine başvurulmasını istemişti.

İzmir Kahveciler Odası'nın başvurusu, Danıştay 10. Dairesi tarafından değerlendirildi.

AA muhabirinin aldığı bilgiye göre, Daire 5727 sayılı yasanın 3. maddesinin 1. fıkrasının (d) bendindeki ''Özel hukuk kişilerine ait olan lokantalar ile kahvehane, kafeterya, birahane gibi eğlence hizmeti verilen işletmelerde'' şeklindeki, tütün ürünleri tüketiminde mutlak yasak getiren kuralda yer alan ''kahvehane'' ibaresini, Anayasa'ya aykırı buldu.

Daire, söz konusu bentteki ''kahvehane'' ibaresinin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına oy birliğiyle karar verdi.

Tütün ürünlerinin tüketiminin kamu sağlığı ve çevresel etkiler bakımından büyük sorun yaratması nedeniyle, tütün ve tütün ürünlerinin zararlarından korunmaya yönelik önlemlerin alınması kapsamında yasal düzenleme yapmanın Anayasa ve Dünya Sağlık Örgütü Tütün Kontrolü Çerçeve Sözleşmesi gereği olduğu ifade edilen kararda, ''Ancak getirilebilecek yasak ve sınırlandırmaların, ticari işletmelerin varlıklarını sürdürebilmelerini ölçüsüz bir şekilde zorlaştırmaması, işleticilerin çalışma özgürlüklerini kullanmalarını ağır bir takım şartlara bağlamaması gerekir'' denildi.

-''ÇALIŞMA ÖZGÜRLÜKLERİ SINIRLANDIRILMIŞTIR''-

Danıştay 10. Dairesi kararında, 5727 sayılı yasanın söz konusu maddesiyle ''kahvehane işleticilerinin faaliyetlerini sürdürebilmeleri zorlaştırılarak, ekonomik çıkarlarının göz ardı edildiği, ölçülülük ilkesine aykırı biçimde çalışma özgürlüklerinin sınırlandırıldığı'' kaydedildi.

Kahvehanelerin toplum hayatında 5 yüz yıla yakın geçmişi olduğuna ve ilgili kamu idaresinden ruhsat almak suretiyle faaliyette bulunduğuna işaret edilen kararda, ''Dinlenilip, vakit geçirilen kahvehanelerde, çay, kahve gibi içeceklerin yanı sıra tütün ürünleri de geçmişten bu yana tüketilmektedir. Dolayısıyla tütün ürünleri tüketimi ile ilgili yapılacak yasal düzenlemelerde de, kahvehanelerin bu özellikleri ve nitelikleri mümkün olduğunca korunarak anılan iş yerlerinin işlevlerini sürdürebilmeleri sağlanmalıdır'' değerlendirilmesinde bulunuldu.

-''UYGUN BİÇİMDE SINIRLANDIRMA GETİRİLMESİ MÜMKÜNDÜR''-

''Tütün ürünlerini tüketmenin kişi özgürlüğü alanına girdiğine'' işaret edilen kararda, şu değerlendirmelere yer verildi:

''Genel sağlığın korunması amacıyla bağımlılıkla mücadele edilip, tütün ürünlerinin tüketiminin azaltılması yönünde yasal düzenleme yapılırken, söz konusu tüketimin, sonuçta kişi özgürlüğü alanına girdiği de göz önünde tutulmalıdır. Tütün ürünlerinin tüketiminde genel sağlığı korumak amacıyla uygulanacak yasak ve sınırlamaların, bir yandan kahvehane işleticilerinin çalışma özgürlükleri, bir yandan da tütün ürünlerini tüketenlerin kişisel özgürlükleri gözetilerek, ölçülülük ilkesine uygun biçimde belirlenmesi hukuki bir zorunluluktur.

Devletin, ticari işletmelerin güvenli ve kararlı bir biçimde faaliyetlerinin devamı için önlem almakla görevlendirilmiş olması karşısında, kahvehaneler açısından tütün ürünlerinin tüketildiği/tüketilmediği bölüm ayrımına gidilmesi, kahvehanelerin büyüklüklerine göre yasak uygulaması ya da başka ayırt edici özellikler belirlenmesi suretiyle çalışma özgürlüğü ve kişi özgürlüğünün özüne dokunulmaksızın ölçülülük ilkesine uygun biçimde sınırlandırma getirilmesi mümkündür.''

AA
http://www.haber7.com/haber/20100620/Danistay-sigara-yasaginin-iptalini-istedi.php
#1217
AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ''Kısa bir süre önce, birkaç gün önce malum 9 tane yargı mensubuna, hakime, malum yine bir dava açılması neticesinde üst mahkemenin kalkıp da ceza vermesini bu ülkede hukuk adına ciddi sıkıntı süreci olarak görüyorum'' dedi.

Erdoğan'dan Yargıtay'a sert tepki

Erdoğan, ''Bugüne kadar olmamış ve yeni kapıların açılmasına mesnet teşkil edecek bir adımdır. Bakınız henüz hakkında karar kesinleşmemiş ve yargı süreci devam ederken, anayasayı çiğneyerek böyle bir kararı verme yetkisini üst mahkeme kendisinde nereden buluyor?'' diye konuştu.

Erdoğan, AK Parti Genel Merkezi'nde, gerçekleştirilen Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı'nda yaptığı konuşmada, terörle mücadelenin devletin tüm kurumlarıyla uyum ve koordinasyon içinde kararlılıkla sürdürülmesi halinde başarılı olacağını belirterek, şunları söyledi:

''Eğer yasama, yürütme ve yargı bu noktada dayanışma içerisinde olmazlarsa, o zaman çok açık söylüyorum bu işin bir kanadı eksik kalır. Buradaki dayanışmamız çok önemli, yapılması gereken ne varsa yürütme olarak bunları yerine getiriyoruz. Güvenlik güçlerimiz, askerimiz, polisimiz elinden geleni, azami derecede yerine getiriyor. Adeta şehadete koşarcasına ellerinden geleni yerine getiriyorlar. Bu mücadelede sonuna kadar elimizden geleni yapamaya devam edeceğiz. Milletimiz emin olsun. Terörle etkin bir şekilde mücadele eden askerimizin, polisimizin, jandarmamızın, güvenlik ve istihbarat birimlerimizin moralini bozacak, azmini kıracak yaklaşımlardan herkes özenle kaçınmalıdır. Kimse terör üzerinden siyaset yapmaya, süreci istismar etmeye kalkmasın. Terörü her ne şekilde olursa olsun istismar ederek, buradan kendilerine rant devşirmenin peşinde olanlar, bunu alışkanlık haline getirenler en az terör örgütü kadar suçludurlar ve bu cinayetten de sorumludurlar.''

Erdoğan, şu ana kadar çetelerle mücadele çerçevesinde birçok kirli ilişkiyi açığa çıkarmayı ve bu mücadeleyi hız kesmeden sürdüreceğini belirterek, şöyle devam etti:

''Terör örgütünün kirli oyunlarını deşifre edecek, hukuk çerçevesinde hepsinden de Allah'ın izniyle millet adına hesap soracağız.

Burada bir şeyi çok açık, net söylemem gerekir. Kısa bir süre önce, birkaç gün önce malum 9 tane yargı mensubuna, hakime, malum yine bir dava açılması neticesinde üst mahkemenin kalkıp da ceza vermesini bu ülkede hukuk adına ciddi sıkıntı süreci olarak görüyorum. Bugüne kadar olmamış ve yeni kapıların açılmasına mesnet teşkil edecek bir adımdır. Bakınız henüz hakkında karar kesinleşmemiş ve yargı sürece devam ederken, Anayasayı çiğneyerek böyle bir kararı verme yetkisini üst mahkeme kendisinde nereden buluyor? Bu bir. İkinci bir konu, bundan sonra mahkum olanına, tutuklusuna kadar hepsi için bir kapı açılacak mı? Açılacak. Şimdi, herkes müracaat edip aynı şekilde bu tür davaları açmak suretiyle kendilerine yeni çıkış yolları arayacak mı? Arayacak. Ne olacak? Bunun altından neyle kalkacaksınız? Hangi hukuka ve hangi maddeye dayalı olarak böyle bir adım atıyorsunuz? Bunun ideolojiden ayrı bir yanı olamaz. Bunun kendi özel dünyalarındaki verilmiş karardan başka bir özelliği yoktur. Buna ne kendileri inanıyorlar ne de milleti inandırabiliyorlar. Ben inanmıyorum, kimsenin de inandığına ihtimal vermiyorum. Çünkü yargı o kararla güvenirliğini adeta bitirmiştir. 9 hakime böyle cezayı verdiğiniz andan itibaren bu ülkede yargının güvenirliği kalmaz. Yasama, yürütme, yargı, üçünün de ortak paydası bu milletin evlatları olmalı. Onlar adil karar neticesinde kendi adalet mekanizmasına güvenmelidir. Halk eğer adalet mekanizmasına güvenmiyorsa, burada sıkıntı vardır.''

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=996940&title=erdogan-9-hakim-icin-verilen-karar-hukuka-inanci-bitirmistir
#1218
Anayasa Mahkemesi'nin yetkisini aşarak yasama organını işlevsiz hale getirmesini haklı çıkarmaya çabalayanların başvurduğu bir cinlik var.

Neymiş efendim ya Meclis bir gün şeriatı ilan ederse kim direnecekmiş... Soru o kadar mantık dışı ve yaşanan hayatın akışına aykırı ki cevap vermeye bile değmiyor. Bilakis soruyu tersinden çevirip sormak hakikati hale daha uygun. Korumakla mükellef bulunduğu metni böyle kolayca çiğneyen ve kendisinden hesap sorulamayan bir kurul pekala bir gün anayasayı tümden ilga edebilir. Fulya Kantarcıoğlu'nun Seyfi Oktay'la telefon konuşmasında itiraf ettiği gibi Anayasa'nın yetki vermediği yürürlüğü durdurma kararları alıyor. Açık emre rağmen iptal kararlarını gerekçesini yazmadan açıklıyor. Ve son örnekte beklendiği üzere anayasa değişikliği denetlemelerinde hülle yapılarak şekil adı altında esasa giriyor. Yine hiç tartışmaya mahal bırakılmayacak biçimde yazılan 'kanun koyucu gibi davranamaz' ilkesini çiğniyor.

Şeriat getirmek ifadesiyle hukuk sistemini kökünden değiştirmek anlatılmak isteniyor. Anayasa Mahkemesi, son yıllarda tam bunu yapıyor; kendi şeriatını dayatıyor. Kanun koyuculuğu da aşıp, anayasa yapıcılığa soyunuyor. Yazıp metni ortaya da koymuyorlar. Belirsiz ve yalnızca üyelerin kafasında duran bir anayasamız var. AYM'nin açık hukuk ihlallerine kim dur diyecek? Demokrasilerde çözümün adresi halk iradesidir. Temsilcileri eliyle veya doğrudan egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi son sözü söyler. Parlamento ceza kanununu değiştirdiğinde Yargıtay'ın direnme hakkı var mı? 'Hayır, ben idam cezası vermeye devam edeceğim' diyebiliyor mu? Anayasa Mahkemesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin iradesini hiçe sayma cüretini nereden buluyor? Evet yasama faaliyetlerini denetleme yetkisi onlarda; ama demokrasilerde hiçbir yetki sınırsız değil. Hele hele kendi yetkisine sonsuzluğa doğru yelken açtırma salahiyeti kimsede bulunmuyor.

"AYM şeriatı ilan ederse kim direnecek?" sorusuna 'Meclis' diye cevap verenlerden biri Demokrat Yargı Eşbaşkanı Doç. Dr. Osman Can. Aynı zamanda Yüksek Mahkeme'de raportör olan Can'ın mantığı doğru, delilleri yerinde. Ancak henüz tanımlı bir mekanizmaya sahip değiliz. "Mahkeme de Anayasa'da tanımlı olmayan yetkiyi kullanıyor, hatta açık metne ters kararlar veriyor" diyebiliriz. Ancak kapatma davası iki dudağı arasında duran Yargıtay Başsavcılığı ve referandum konusunda Anayasa'yı dikkate almayan Yüksek Seçim Kurulu'nun AYM ile top çevireceğini düşündüğümüzde çıkmaz sokağa girebiliriz. Böyle düşünülünce Mustafa Şentop hocanın teklifi daha makul. Anayasa Mahkemesi, devam eden halk oylaması sürecinde Meclis'in pakette değişiklik yapma yetkisi olduğunu kayıtlara geçirdi. Muhtemel bir iptal durumunda yapılacak en iyi şey 2007'deki karara da atıfla maddeleri yenileyip referanduma öyle gitmek.

Teknik tartışmalar içinde gözden kaçmaması gereken gelişmeler yaşanıyor. En önemlisi, AYM üyesi Fulya Kantarcıoğlu'nun eski Adalet Bakanı Seyfi Oktay'la yaptığı görüşmeler. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na, Yargıtay'a ve birinci kademe mahkemelerine etki etmeye çalışmakla suçlanıyor, Oktay. En ağır ithamlardan biri AYM'deki iptal davasıyla ilgili görüşme. Fulya Hanım, olayı doğruladığına göre artık iddia değil, gerçek diyebiliriz. Fulya Hanım kendini, 'Mahkemenin işleyişiyle alakalı bilgi verdim.' diye savunuyor. Adalet bakanlığı yapmış bir hukukçunun işleyişi bilmediğine inanmak zor. Bilmediğini farz etsek bile öğrenmenin daha kolay ve sakıncasız yolları var. En azından Mahkeme'nin internet sitesinden ayrıntılı bilgilere kolayca ulaşılabilir. İstişare şekli ve muhteva, ihsas-ı reyle birlikte müdahaleye açık duruş intibaını net şekilde veriyor. Ergenekon'a mahkemenin gizli bilgilerini sızdırdığı mahkeme kararıyla tescillenen Osman Paksüt'ten sonra şimdi de bu diyalog. Sahi bunlara kim dur diyecek?

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=996723
#1219
Jandarma Genel Komutanlığı Harekât Daire Başkanlığı'nda hazırlanan "Türkçe İbadete Geçilmesi" konulu skandal andıç dün gazetemizde yayınlandı.
Nisan 1999'da hazırlanan andıç 28 Şubat darbesinin planlandığı yasadışı merkez, Batı Çalışma Grubu (BÇG) için kaleme alınmış.
60 yıl önce Demokrat Parti tarafından ezanın yeniden Arapça okutulması kararına bakış açısı çok korkunç:
"Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından bu yana irticanın devrimlere karşı sağladığı ilk ilerleme budur."
Raporu Jandarma Kurmay Binbaşı Mehmet Ülger hazırlıyor.
Kurmay Kıdemli Albay Halil Helvacıoğlu, Harekat Başkanı Tümgeneral Çavdaroğlu, Kurmay Başkan Korgeneral Haspişiren ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Rasim Betir de paraf ile onaylıyor.
Ülger, halihazırda Kurmay Albay olarak görevini sürdürüyor.
Malatya'daki Zirve Yayınevi Katliamı'nda da azmettirici olmakla suçlanıyor.
Ergenekon savcıları kendisinin de ifadelerine başvurdu.
İmzası bulunanlar arasında halen görevde olan diğer isim şu an Tümgeneral olan Helvacıoğlu.
Garip bir şekilde onun adı da "Fatih ve Beyazıt camilerinin bombalanması" öngörülen, 250 bin insanı tutuklayıp statlara doldurmayı planlayan Balyoz darbe planında geçiyor.
Demek ki "BÇG" aşısı fazlasıyla tutmuş!
Raporda önerilen hususların zamanla işleme konulduğu, takip eden yıllarda anlamsız yere başlayan "Türkçe ibadet" tartışmalarından anlaşılıyor.
Bu konuda dikkat çekici isimlerin yazdığı kitaplar da halen rafları süslüyor.
İnsan ister istemez merak ediyor.
"İşleri halkın güvenliğini sağlamak olan insanlar, neden milletin inancını şekillendirmek ve belirli kalıplara sokmak için planlar hazırlar?"
İzahı mümkün değil.
Oysa raporun hazırlandığı dönemde, Türkiye'nin terör belasıyla başı şu an olduğu gibi yine dertte.
Tabii olan, Harekât Daire Başkanlığı Terörle Mücadele Şubesi'nin, teröristi etkisiz kılacak planlar hazırlamasıdır.
Rapor, darbe dönemlerinin askerlerin kimyasını nasıl bozduğunu, onların hukukun dışına taşarak asıl görevlerinin haricinde nasıl oyalandığını da gösteriyor.
Ezan andıcı, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne adeta ateşle oynaması tavsiyesinde bulunuyor.
"TSK her türlü yeniliğin ülkeye getirilmesi ve uygulanmasında öncülük etmektedir. İbadetin Türkçe yapılması hususunda da diğer kurum ve kuruluşların harekete geçirilmesinde öncülük yapmasında fayda mütalaa edilmektedir.
Cenaze törenleri, kışlalarda yapılacak ibadetler gibi dini etkinliklerde okunacak dualardan sonra bunların Türkçe anlamlarının da ifade edilmesi.
Siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla ibadetin Türkçe yapılması gerektiği konusunun kamuoyunda tartışmaya açılmasının sağlanması.
Kamuoyunda yeterli olgunlaşma sağlandıktan sonra aşamalı olarak ibadete geçilmesi."
Bu kadar basit mi?
1932-1950 arasında halkın yüreğini yakan bir uygulamaya dönmek arzusu ve bu konuda ısrarın mantığı ne?
Darbe dönemleri olağanüstü dönemlerdir.
Başörtüsünün yasaklandığı, dindar subayların ordudan atıldığı, inançlı insanların tek tek fişlendiği bir dönemde, akla ve vicdana uygun davranış beklemek belki de safdillik...
Böylesi andıçları gördükçe, demokrasi ve hukukun üstünlüğünün ne kadar elzem değerler olduğunu bir kez daha anlıyor insan.

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/105994-turkce-ezan-ve-ibadet-erhan-basyurt-makalesi.aspx
#1220
Ergenekon tutuklusu Mehmet Haberal'ı tahliye etmedikleri gerekçesiyle Yargıtay'ın tazminata mahkum ettiği hâkimler verilen cezaya karşı çıktı. Hukukun gereğini yaptıklarının altını çizen 9 hâkim, karara itiraz etmeye hazırlanırken, cezaya en sert eleştiri 12'nci Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Vedat Yılmazabdurrahmanoğlu'dan geldi: "Verilen karar 'Haberal'ı tahliye edin' anlamına geliyor."

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi'nin, Ergenekon'dan tutuklu Prof. Dr. Mehmet Haberal'ı tahliye etmeyen hakimlere verdiği ceza tepki çekti. Bin 500 TL'lik tazminat cezasını temyize götürmeye hazırlanan İstanbul özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde görevli 9 hâkim, yaptıkları açıklamalarda hukukun gereğini yerine getirdiklerinin altını çizdi. Kararı inceledikten sonra daha detaylı değerlendirme yapacaklarını belirten hakimlerden Rüstem Eryılmaz, Mehmet Haberal'a husumetlerinin söz konusu olamayacağını vurguladı. 12'nci Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Vedat Yılmazabdurrahmanoğlu ise verilen kararın, 'Haberal'ı tahliye edin' anlamına geldiğine dikkat çekti. "Tahliye taleplerinin yeterli gerekçe sunulmadan reddedildiği bilgisini medyadan öğrendim." diyen Yılmazabdurrahmanoğlu, karar ellerine ulaştıktan sonra buna itiraz edeceklerini söyledi. 14 aydır tutuklu bulunan Mehmet Haberal'ın avukatları Yargıtay 4. Hukuk Dairesi'ne başvuruda bulunmuş ve müvekkillerini salıvermeyen hakimlerden şikayetçi olmuştu. Daire, 8 Haziran'daki oturumunda, tartışmalı bir karara imza atarak, her bir hâkimi manevi tazminat ödemeye mahkûm etti.

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, Ergenekon ikinci davasının tutuklu sanığı Prof. Dr. Mehmet Haberal'ın "sorgusunda sorulan 180 sorunun hiçbirinin terör örgütü kurmak ve yönetmekle ilgili olmadığı, buna rağmen tahliyesine karar verilmediği" gerekçesiyle İstanbul Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi'nde görev yapan 9 hâkim hakkında bin 500'er TL tazminat ödemelerine karar verdi. Kararın kendilerine ulaşmadığı için kesinleşmediğini söyleyen hâkimler ise hukukun gereğini yaptıklarını belirterek kararın kendilerine tebliğ edilmesinin ardından temyize gideceklerini belirtti.

Hâkimler Rüstem Eryılmaz, Resul Çakır, Kemal Can, Yakup Hakan Günay, Mehmet Faik Saban, Nurettin Ak, İdris Asan, Vedat Yılmaz Abdurrahmanoğlu ve Ali Efendi Peksak, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi'nin verdiği kararın kendilerine tebliğ edilmesini beklediklerini söyledi. 9. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi Tuncay Aslan'ın da tahliye istemini reddetmesine rağmen ceza almaması dikkat çekti. Hakimlerden Rüstem Eryılmaz, şüpheli Haberal'a husumetlerinin olmadığını vurguladı. Öte yandan hâkimlerin temyiz için başvuracağı makamın Yargıtay Hukuk Genel Kurulu olduğu belirtildi.

12'nci Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Vedat Yılmazabdurrahmanoğlu, verilen kararın, 'Haberal'ı tahliye edin' anlamına geldiğini söyledi. Yılmazabdurrahmanoğlu, "Yargıtay'ın kararı emsal oluşturabilir. Bize ceza verilmesinin nedeni sağlık sorunları yaşayan bazı tutukluların serbest bırakılmasına rağmen Haberal'ın serbest bırakılmaması. Ayrıca tahliye taleplerinin yeterli gerekçe sunulmadan reddedildiğini içeren kararı medyadan öğrendim." dedi. Yılmazabdurrahmanoğlu, gazetecilerin "Bu karar Haberal'ı tahliye edin anlamına mı geliyor?" şeklindeki sorusuna ise "Evet" cevabını verdi. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi Rüstem Eryılmaz ise "Sadece bana değil diğer hakimlere de dava açılmış. Kimsenin Haberal ile husumeti yok. Sadece hukuku uyguladık." diye konuştu. 14. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi Yakup Hakan Günay, 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin üyesi Mehmet Faik Saban, 9. Ağır Ceza Mahkemesi'nin üyesi İdris Asal ve İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi Ali Efendi Peksak, kararın ellerine ulaşmasının ardından temyiz edeceklerini söyledi.

14 aydır tutuklu bulunan Prof. Dr. Mehmet Haberal'ın avukatları Serdar Özersin ve Efsun Ünal, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi'ne başvuruda bulunmuştu. Avukatlar, 14. Ağır Ceza'dan beş, 12. ve 9. Ağır Ceza mahkemelerinden de ikişer olmak üzere, tutukluluğun devamına karar veren dokuz hâkimden şikâyetçi oldu. Daire, 8 Haziran'daki oturumunda, şikâyeti haklı bularak, her bir hâkimi 1500 TL manevî tazminat ödemeye mahkûm etti. Sadece bir üye, davanın ağır ceza mahkemesinde görülmesi gerektiğinden bahisle, şerh koydu.

Mahkeme sonuçlanmadan hâkime ceza vermek gözdağı

Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılara yönelik yıldırma taktiği davanın hâkimlerine de uygulanmak isteniyor. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi'nin 9 hakim hakkında tazminat cezası vermesi 'gözdağı' olarak yorumlandı. Emekli Hâkim Yusuf Çağlayan, hakimler üzerinde baskı kurulmaya çalışıldığını belirterek, "Bu karar dikkate alınırsa hâkimler suçlular hakkında tutuklama kararı veremez hale gelir." dedi. Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin ise hakimlere 'yılmayın' çağrısı yaptı.

TANJU ÖZKAYA İSTANBUL

-Ergenekon terör örgütü soruşturmasını yürüten savcılara karşı yürütülen yıldırma taktiği, bu sefer de davanın hâkimlerine uygulanmak isteniyor. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, Ergenekon şüphelilerini tutuklayan İstanbul Ağır Ceza mahkemelerinde 9 hâkime gözdağı gibi ceza kesti. Daire, Ergenekon davası kapsamında karar veren 9 hâkimi, davanın tutuklu sanıklarından Mehmet Haberal'a bin 500'er lira tazminat ödemeye mahkûm etti. Yakın bir zaman önce Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılardan Zekeriya Öz'e de dava yolunun açılması sağlanmıştı. 9 hâkimin bin 500'er lira tazminat ödemeye mahkûm edilmesi hukukçuların tepkisine neden oldu. Yargıtay'ın kararını hâkimlere yönelik gözdağı olarak değerlendiren hukukçular, hâkimin tazminata mahkûm olması için ortada kesinleşmiş bir beraat kararının olması gerektiğini söylüyor. Haberal'ın tutukluluğunun devam ettiğine dikkat çeken hukukçular, bu nedenle verilen kararın geçersiz olduğunu vurguluyor. Ergenekon gibi önemli davalara bakan hâkim ve savcıların baskı altında tutulmaya çalışıldığını aktaran hukukçular, göstere göstere yıldırma politikası uygulanmak istendiğinin de altını çiziyor.

Emekli Hâkim Yusuf Çağlayan, cezanın hâkimlik teminatı ilkesine aykırı olduğuna vurgu yaparak, "Bu karar dikkate alınırsa hâkimler suçlular hakkında tutuklama kararı veremez hale gelir." diyor. 4. Hukuk Dairesi'nin kararının hâkimler üzerinde bir baskı oluşturabileceğini ifade eden Çağlayan, "Gelişmeler, Türkiye'de problemli bir hukuk sürecinin yaşandığının açık göstergesidir." diye konuştu. Emekli Savcı Faik Tarımcıoğlu ise kararı skandal olarak değerlendiriyor. Kararın hâkimler üzerinde şok etkisi yapacağını ifade eden Tarımcıoğlu, hâkimlerin tazminat davalarına muhatap olma endişesiyle tutuklama kararında geri durabileceklerini düşünüyor. Haksız tutuklamalara karşı tazminat davasının hâkimler yerine devlete açıldığını hatırlatan Tarımcıoğlu sözlerini şöyle sürdürüyor: "Hâkim bir suç işlerse cezasını görür ancak 466 sayılı bir kanun var. Buna göre devlet tazminat öder, bu hâkime rücu etmez. Ancak burada kanuna aykırı bir uygulama var, umarım bir an önce bu yanlıştan dönülür. Bu mülahaza içtihat oluşursa hâkimler nasıl karar verecek? Türkiye suç cenneti olur. Kararın gözden geçirilmesi gerekiyor. Yoksa göstere göstere bir yıldırma politikası uygulandığı izlenimi edinilecek."

Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı ve Kürsü Hakimi Orhan Gazi Ertekin de kararı yanlış bulan hukukçulardan. Ertekin, böyle bir kararın verilmesi için öncelikle davanın sonucunun beklenmesi gerektiğine işaret ediyor. Hakimlerin bu karardan dolayı yılmamalarını isteyen Ertekin, tazminat dışında hukuki başka yollara başvurulabileceğini de hatırlatıyor. Ertekin şöyle devam ediyor: "Soyut ifadeler içerdiği gerekçesiyle hakimlere ceza kesenler, ilginçtir ki bu yöntemi geçmişte sıkça kendileri kullandılar. Ancak bugün verdikleri bu kararla kendileriyle çeliştiklerini açık bir şekilde ortaya da koydular. Davanın sonucu beklenmeden hakimler hakkında ceza vermek, kararın ne kadar problemli olduğunu gösteriyor. Hakimlerin bu karardan dolayı duruşlarından taviz vermemesi gerekiyor." TANJU ÖZKAYA

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=996419&title=yargitayin-ceza-verdigi-hakimler-temyize-gidiyor-haberali-tahliye-edin-diyorlar&haberSayfa=0