Haberler:

Hukuk Forumumuza Hoşgeldiniz

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#1221
Yargıtay 11. Ceza Dairesi, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, ''Kayıp Trilyon'' davasıyla ilgili olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hakkında vermiş olduğu ''kovuşturma yapılmasına yer olmadığına'' ilişkin kararını kaldıran Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararını ''kanun yararına'' bozdu.

Cumhurbaşkanı Gül hakkında ''özel evrakta sahtecilik'' ve ''2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'na aykırılık'' suçlarından dolayı soruşturma açılmış, soruşturma sonunda Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ''kovuşturma yapılmasına yer olmadığına'' karar vermişti.

Başsavcılığın kararına, şikayetçi Cahit Nalbantoğlu itirazda bulunmuştu. İtirazı değerlendiren Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi, Başsavcılığın, ''Kayıp Trilyon'' davasıyla ilgili olarak Gül hakkında vermiş olduğu ''kovuşturma yapılmasına yer olmadığına'' ilişkin kararını kaldırmıştı.

İtiraz üzerine verilen kararlar kesin nitelik taşıdığı için Abdullah Gül'ün avukatları, Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararının ''kanun yararına bozulması'' istemiyle Yargıtay'a götürülmesi için Adalet Bakanlığı'na başvurmuştu.

Adalet Bakanlığı, istemi yerinde görerek söz konusu kararı ''kanun yararına'' bozulması istemiyle Yargıtay'a götürmüştü.

Başvuruyu değerlendiren Yargıtay 11. Ceza Dairesi, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, Gül hakkında vermiş olduğu ''kovuşturma yapılmasına yer olmadığına'' ilişkin kararını kaldıran Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararını ''kanun yararı''na bozdu.

Daire, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın kararına itiraz eden Cahit Nalbantoğlu'nun ''itiraz hakkı bulunmadığına'' hükmederek Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nin Cumhurbaşkanı Gül'ün yargılanmasına yönelik verdiği kararı kaldırdı.

Yargıtay 11. Ceza Dairesi'nin kararı kesin nitelik taşıyor.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=996532&title=yargitay-sincan-hakiminin-gul-karari-yok-hukmundedir
#1222
Anayasa Mahkemesi'nin politik bağlantılarını, kararlarını nasıl ve hangi saiklerle aldığını zaten biliyorduk.
Ordu-yüksek yargı, ordu-CHP ilişkileri, mahkeme üyelerinden bazılarının Ergenekon Davası ile organik bağları ortadaydı. Türkiye'yi 1930'larda tutma çılgınlığı etrafında örgütlenen "kutsal ittifak"ın ana aktörleri çoktan deşifre olmuştu.
Ama yine de şu son rezaletlerin ortaya çıkmasına nasıl sevindim bilemezsiniz.
Son kayıtlar sayesinde Adalet eski Bakanı Seyfi Oktay'ın CHP'nin "Yüksek Yargı komiseri" gibi çalıştığını da öğrenmiş olduk.
Anayasa değişikliği daha parlamentodan geçmeden talimatını vermiş Baykal, "Harekete geçin" demiş.
Bunun üzerine harekete geçmişler. Kimi Anayasa Mahkemesi üyeleriyle kafa kafaya verip çareler aramışlar, taktikler tespit etmişler değişikliği nasıl bozarız, yürütmeyi nasıl durdururuz diye... Üyelerden Fulya Kantarcıoğlu, yürütmeyi durdurmakla niye uğraşalım, esasa gireriz, olur biter demiş kestirmeden.
Öyle ya, çekinecek ne var...
Türban değişikliğinde esasa girdiler de bir şey mi oldu?
367 kararı gibi ucube kararlara imza attılar da hesap soran mı oldu?
Bu defa da aynı şeyi yapabilirler pekala. "Biz yaptık oldu" derler.
75 milyonluk bir halk da "Yüce Mahkeme önünde boynumuz kıldan ince" der oturur...
Oturur mu acaba?
Tarihin hep tekerrür edeceğine güvenilebilir mi? Koca bir halkın bu yasa tanımazlığı bir kader olarak kabullenip sineye çekeceğine emin olunabilir mi? İyi-kötü altmış yıllık parlamenter rejim geçmişi olan bir ülkede parlamentonun bu kadar aciz duruma düşürülmesine, seçimlerin anlamsız hale getirilmesine seyirci kalınabilir mi?
367 kararı hepimiz için bir şoktu. Türban değişikliği kararında esasa girilmesi de öyle... Anayasa'nın (darbeler dışında) bu kadar göz göre göre ihlalini daha önce görmemiştik. Bunları birer "hukuk kazası", arızi bir durum zannettik, sineye çektik.
Ama aynı şey bir kez daha tekrarlanırsa, yani bizim "kaza" olduğunu umduğumuz şeyin sistemin olağan uygulaması olduğu ortaya çıkarsa, bundan böyle işlerin hep böyle yürüyeceği; seçtiğimiz insanların ağızlarıyla kuş tutsalar ordu-yargı-CHP barikatını aşıp da herhangi bir Anayasa değişikliği yapamayacakları açıkça anlaşılırsa 2007'de ya da 2008'de gösterilen tahammül gösterilebilir mi?
8 Haziran 2008'de Anayasa Mahkemesi türban değişikliğini iptal ettiğinde aldığım okur mektuplarından biri şöyleydi:
"Hep birlikte vatandaşlıktan çıkmak için İçişleri Bakanlığı'na dilekçe verelim. Birleşmiş Milletler'in Vatansız Kişilerin Statüsüne İlişkin Sözleşme'sinin tanıdığı haklardan yararlanmak üzere BM'nin Ankara Temsilciliği'ne müracaat edelim."
Çaresizliğin, umutsuzluğun, haksızlık karşısında duyulan isyanın bir tezahürü olan bu mektup, o günlerde işittiğim acılı feryatlardan sadece bir tanesiydi.
2008'deki bu çaresiz yakarışın bugün öfkeli bir karşı çıkışa dönüşmesi kimseyi şaşırtmamalı. Kendi ülkesinde bu kadar aşağılanmaktan ve itilip kakılmaktansa vatansız kalmayı düşünecek kadar çaresiz kalan bu insanların uğradıkları haksızlığa ilelebet boyun eğeceklerini sanmak büyük hata olur.
x x x
Osman Can'ın "yok sayma" önerisinin tartışılmaya başlanmasıyla birlikte yine o bildik "kaos çıkar" korkutmacaları da başladı. Hem parlamenter rejimi dinamitleyip kaos yaratmaya hazırlanacaksın hem de milleti kaos çıkar diye korkutmaya çalışacaksın.
"Kaos" çığlıkları atmaya başlayanlara sadece şunu söyleyelim ve susalım:
Neden kaos çıkmasından biz korkuyoruz da Anayasa Mahkemesi üyeleri korkmuyorlar? Eğer kaos istemiyorlarsa çıkartmasınlar.
Bir ülkede bir Anayasal kurumun halkın serbest iradesini engelleyerek Anayasal düzene olan güveni yerle bir etmesinden; demokratik sistemi tıkayarak halkı acz içinde bırakmasından, siyasal düzeni sorun çözemez hale getirmesinden daha ala kaos ortamı yoktur.
Evet, asıl kaos budur... Asıl korkulması gereken de budur. Ve eğer böyle bir şey olursa bunun tek sorumlusu Anayasa Mahkemesi olacaktır.

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/105822-kaos-ne-zaman-cikar-gulay-gokturk-makalesi.aspx
#1223
Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, İstanbul'da görevli "Ergenekon" davası kapsamında karar veren 9 hakimi, Prof. Dr. Mehmet Haberal'a bin 500'er TL tazminat ödemeye mahkum etti.

"Ergenekon" soruşturmasında uzun süredir tutuklu bulunan Prof. Dr. Mehmet Haberal tarafından, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi Hakimleri Rüstem Eryılmaz, Resul Çakır, Kemal Can, Yakup Hakan Günay, Mehmet Faik Saban; İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi Hakimleri Nurettin Ak, İdris Aslan ile İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi Hakimleri Vedat Yılmaz Abdurrahmanoğlu ve Ali Efendi Peksak hakkında Yargıtay 4. Ceza Dairesi'ne tazminat davası açıldı.

Dava dilekçesinde, hakimlerin Haberal hakkında verdikleri kararlarda CMUK'un 34, 22, 100 ve 104'üncü maddelerine aykırı işlem yapıldığı ifade edildi. Verilen kararların gerekçelerinin olmadığının da belirtildiği dilekçede, Haberal'ın tutukluluğuna ilişkin kararda "soyut ifadeler içerdiği" kaydedildi. Dilekçede, "hakimi reddi müessesesinin CMUK'a aykırı olarak uygulandığı, bugüne kadar bu itirazın 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nde ret edildiği, tamamında başkanın muhalif olduğunu beş tanesinde Cumhuriyet savcısının da tahliye isteminde bulunduğu"nun altı çizildi.

Dilekçede, Haberal'ın sorgusunda 180 adet soru sorulduğu da anımsatılarak, bunlar içinde terör örgütü kurmak ve yönetmekle ilgili hiçbir soru bulunmadığı belirtildi.

Haberal'ın tahliyesine yönelik yapılan başvuruların ise, "Haberal'ın delilleri karartma ve kaçma şüphesi var" denilerek kabul edilmediği kaydedilen dilekçede, "Haberal'ın ani ölüm riski taşıdığı, kaçma ve delilleri karartma şüphesinden söz edilemeyeceği" de vurgulandı.

Davaya, ilk derece mahkemesi olarak bakan Yargıtay 4. Ağır Ceza Dairesi ise, davaların kısmen kabulüne karar vererek, hakimlerin Haberal'ın "Tutukluluk Halinin Devamına" ilişkin verdikleri kararların CMK'ya aykırı olduğunu ifade etti. Daire, hakimlerin her birinin Prof. Dr. Mehmet Haberal'a bin 500 TL manevi tazminat ödemesine karar verdi.(ANKA)

http://www.haber7.com/haber/20100615/9-hakim-Haberala-tazminat-odeyecek.php
#1224
Harvard Üniversitesi'nde fareler üzerinde yapılan araştırmaya göre; gazlı içeceklerin içinde bulunan fosfat maddesi, cilt ve kaslarda bozulmaya yol açıyor. Fosfat, kalp ve böbreklere de zarar veriyor.

Geçtiğimiz yıl ABD'de yapılan bir araştırmada, haftada 3 bardak gazlı içecek tüketmenin pankreas kanserine yakalanma riskini iki kat artırdığı saptanmış.

http://haber.gazetevatan.com/fazla-kola-tuketenler-dikkat/311384/41/Saglik
#1225
Dünyayı kurtarmaya çalışırken, kendimizi, ailemizi ve ülkemizi tehdit eden tehlikelerden habersiz kalmamak lâzım. Yeri geldikçe ifade etmeye çalıştığımız gibi, hepimizi tehdit eden ciddî tehlikelerin biri de medya vasıtalarının müstehcenlik noktasındaki ölçüsüz yarışıdır.

Gazeteler, televizyonlar ve 'sanal dünya' denilen 'internet dünyası' bu hususta birbirleriyle yarışıyor. İlmen ve tıbben izlenmemesi gereken 'dizi'ler ailece izleniyor ve eve sokulmaması gereken bazı gazeteler ellerde ve ceplerde taşınıyor. Müstehcen bazı gazeteleri 'mütedeyyin hacı amcalar'ın elinde görünce hem üzülüyor hem de böyle tuzaklara düşmemek için dua ediyoruz.

Bu arada, 'alkollü içki reklamları'nın da gazetelerde tam sayfa olarak devam ettiğini hatırlatalım ve bu felâketin bir an önce sona ermesi gerektiğini de Türkiye'yi idare edenlere söyleyelim...

Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Başkanı Davut Dursun da televizyonlardaki müstehcen yayınlardan yana şikâyetçi olmuş. ABD'nin televizyonlarda yayınlanan film ve dizilerdeki müstehcenlik ve şiddet konusunda Türkiye'den daha muhafazakâr olduğunu hatırlatan Dursun, milletvekillerini televizyonun çocuklar üzerindeki etkileri konusunda ikaz etmiş. Nasıl bir girdaba sürüklendiğimizin her halde farkında değiliz. Avrupa ve Amerika'da yaşayanlar Türkiye'deki TV yayınlarını görünce bir anlamda 'şok' oluyorlar. Çünkü Avrupa ya da Amerika'da belki daha fazla müstehcen yayın yapan kanallar var, ama onlar şifreli kanallar. Yani günün her saatinde, çoluk çocuk izlenebilen 'serbest' kanallarda bizdeki gibi müstehcen yayın yapılamaz. 'Çirkin yayın'lar ya şifrelidir ya da gene geç saatlerde yayınlanabilir. Bizde ise değil dizi ve filmler, reklâmlarda bile aşırı müstehcenlik yapılıyor.

İlgili olsun olmasın her konuda 'kadın'ların reklâm malzemesi olarak kullanılması her halde tesadüfî değildir. Gençliğin imanını çalmak için müstehcenlik bir vasıta olarak kullanılıyor. Nedense, kadınların ticarî bir 'mal' gibi kullanılmasına sözümona 'kadın hakları savunucuları' ya da feministler de sessiz kalıyor.

Bazı firmalar 'ürün' reklâmlarında bilerek 'kadın' unsurunu kullanmıyorlar. Onlara bu hassasiyetlerinden dolayı teşekkür ederken, bazı firmaların da her adımda 'kadın manken' kullanmasını protesto ediyoruz ve etmeliyiz.

Reklâmlar konusunda dikkatimizi çeken başka bir nokta daha var: 70 milyonu aşkın 'tüketici'nin yaşadığı ülkemizde tesettürlü kadın, kız ve 'uygun giyinen insan' yok mu ki her reklâmda açık-saçık mankenler kullanılır? Sadece açık-saçık olanlar mı 'tüketici' ya da 'müşteri'dir? Herhangi bir ürünün reklamı yapılırken, onu tanıtan kişi başörtülü olsa kıyamet mi kopar? Başörtülüler 'ürün' satın almıyor mu ki, hep 'müstehcen giyinen' mankenlerle reklâmlar kirletiliyor?

Her noktada ve her konuda müstehcenlik yarışına bir son vermenin vakti gelmiş olmalı. Tüketici derneklerinin de bu hususta aktif görev alması ve üreticilere çağrıda bulunmasını talep ediyoruz. Aynı şekilde Diyanet İşleri Başkanlığı da kamuoyunu, üretici ve tüketicileri de bu hususta ikaz edebilir.

Her kademedeki müstehcenliğe dur demek hepimizin vazifesi vesselam...

cakir@yeniasya.com.tr
http://www.yeniasya.com.tr/2010/06/14/yazarlar/fcakir.htm
#1226
Anayasa Mahkemesi'nin Anayasa değişikliği paketinin iptali için aldığı şekil yönünden inceleme kararına tepkiler sürerken, hukuk profesörü Hüseyin Hatemi'den hükümete ilginç bir öneri geldi.

Hukuk profesörü Hatemi, Anayasa paketinin iptali halinde hükümetin Yüce Divan'a başvurmasını istedi. Osman Can, "öneri tartışılabilir" dedi

Hatemi, mahkemeden iptal kararı çıkması halinde hükümetin kararı yok saymakla yetinmeyip Yüce Divan'a başvurması gerektiğini söyledi. Demokrat Yargı Derneği Başkanı Osman Can, önerinin tartışılmasının, olası bir sistem krizine neden olacak çatışma halinin engellenmesi açısından faydalı olabileceğini söyledi. Taraf'a konuşan Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, Anayasa Mahkemesi'nden iptal kararı çıkması halinde hükümetin kararı yok hükmünde saymasını isteyen Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can'a destek verdi.

Hükümetin kararla yetinmemesini isteyen Hatemi, kararın altında imzası bulunan Yüksek Mahkeme üyelerinin Yüce Divan'da yargılanmaları için gerekli girişimlerde bulunması gerektiğini söyledi. Hatemi, "Bu görüşleri, AK Parti'nin kapatılması sürecinde benden görüş alan Sayın Dengir Mehmet Fırat'a da iletmiştim. Ancak bu yönde herhangi bir adım atılmadı. Yüce Divan kararını verecek olan yine Yüksek Mahkeme'nin kendisidir. Ama bu yöntem, söz konusu tartışmaların kamuoyunda daha yoğun gündeme gelmesi için yararlı olabilir. Bu kez hükümetin daha cesur davranıp sistem ve demokrasi adına bu adımı atması gerekiyor" dedi.

Can: Faydalı bir tartışma

Anayasa Mahkemesi'nin hukuksuzluğa imza atmasını beklemediğini belirten Osman Can, Hatemi'nin önerisini şöyle değerlendi: "Bu tartışma, çatışma ihtimalini ortadan kaldırmak için, yüksek mahkemenin olası bir çatışma halinde ne gibi yaptırımlarla karşılaşabileceğini hatırlatması açısından mahkemeyi sağduyu ve hukuk yoluna çekmek için faydalı olabilir" dedi.

Fırat: Hukuken mantıklı

Hatemi'nin önerisinin evrensel hukuk teorisinde pek çok hukukçunun dile getirdiği ve hukuk mantığına uygun bir görüş olduğunu belirten AKP Adana Milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat da, bu yolun, çözüm bulunması açısından tartışılabileceğini söyledi. Fırat "Bu konuyu daha önce Ahmet İyimaya da dile getirmişti. Bireysel kanaatim Osman Can'ın ve İyimaya'nın görüşlerinin tartışılmasından yanadır. Ancak işin bir de realite boyutu var. Bir sistem krizi çıkması olasılığı da göz ardı edilmemeli" diye konuştu.

TARAF
http://www.haber7.com/haber/20100614/Paket-iptalinde-Yuce-Divana-gidilsin.php
#1227
Hem kadınları hem de erkekleri etkileyen ve yaygın bir üzüntü kaynağı olan saç dökülmesi için evde bulunan malzemelerden ilaçlar hazırlayabilirsiniz. Ehow.com isimli internet sitesinde yer alan habere göre, işte saç dökülmesini yavaşlatan ve hatta yeni saç çıkışını artıran doğal tedavi yöntemleri:

Elma sirkesi: Elma sirkesinin evlerde sayısız kullanım alanı vardır. Fakat bu sirkenin içerdiği benzersiz asidik özellikler yeni saç gelişimini harekete geçiriyor. Elma sirkesinin en iyi kullanım yolu durulamadır. Şampuan ve saç kreminden sonra suyu kapatın, saçlarınızı elma sirkesiyle ıslatın ve yaklaşık 15 dakika bu şekilde bekleyin. Daha sonra musluğu açıp, iyice durulayın. Bu yöntemi her gün uygulayabilirsiniz.

Doğal yağlar: Yeni saç gelişimi için iyi bir yol olan doğal yağlar ayrıca saçlarınızı da güçlendiriyor. Zeytinyağı, avokado ve badem yağının içinde doğal yağları saçınızı şampuanladıktan sonra saç derinize bir miktar sürmelisiniz. 10-15 dakika saç derinize nüfuz etmesini bekledikten sonra durulamanız gerekiyor. Bu yöntem ise ayda bir ya da iki kez uygulanabilir.

Yumurta: Yumurta sıklıkla doğal nemlendirici olarak kullanılıyor. Fakat ayrıca saçların gelişimini de destekliyor. Yumurtanın sarısı da doğal bir protein kaynağıdır. Yeni saç çıkmasında etkili olmasının yanında kırılan ve yıpranan saçların tamir edilmesine de yardım ediyor. Basitçe bir yumurtayı kırın ve karıştırdıktan sonra saçınızın her yerine sürün. Bu şekilde 1 saat bekledikten sonra, güzelce yıkayın. Bunu ise haftada bir kez uygulayabilirsiniz.
#1228
Bağımsız yargı taraftarlarının aslında pek de o kadar bağımsız olmadıkları âşikâr oldu; bir telâş, bir "Nooluyoruz" havası! Ben bunu bir ara, üstadların Taraf gazetesine duydukları nefretten neş'et eden bir ürküntü sanmıştım. Alâkası yokmuş, onlar tarafsızlığın kendisini sevmiyorlar, açıkça da söylüyorlar; biz şundan yanayız, bu taraftanız, vatan mevzubahis ise gerisi teferruattır filan diyorlar.

En çok şu tip tavırları hoşuma gidiyor; hukukun keseri kendilerinden yana yontacağı zaman, "Artık hukuk süreci başlamıştır; herkes bağımsız yargıya saygılı olsun!" diyorlar. Böyle konuştukları zaman anlıyoruz ki, çıkacak karar üç aşağı beş yukarı hazırdır ve arkadaşlarımızın lehinedir.

İğnecinin "Biraz acıtacak korkma" demesi gibi bir şey...

Vaktiyle "Berlin'de hâkimler var" sözünden tornistan edilerek üretilen "Ankara'da hâkimler var" aforizmasını sahici zannederdik, mânâsı başka imiş. Ankara'da hâkimler var sözünün verdiği ferahlık, "Suyun başını tuttuk, merak etmeyin; bendensiniz!" makamında bir serinlikmiş, öyle anlaşılıyor; ne var ki bu serinlikten halkımız değil, sadece bir kısım vatandaşlar istifade ederek "Ohh, yüreğim soğudu" diyebiliyorlar.

Bağımsız yargı cemaati bu; hani birazcık da "tarafsız" olabilseler çok güzel olacak.

Bu dostlarımız yıllardır HSYK'ya Adalet bakanı ve müsteşarının katılmasını eleştirir, yerden yere vururlardı. Belki akıllarından tam olarak geçen "Adalet hizmetleri Adalet Bakanlığı'na bağlı olmasın, özerk olsun; hükümet bize istediğimiz parayı versin, güzel adliye binaları yapsın ama işimize karışmasın" şeklinde bir hoşluktur. "Çomak benim elimde dursun; davulu senin boynuna asalım"ın kibarcası. E, onca yıldır HSYK'ya hükümet kanadından bakan ve müsteşar katıldı da ne oldu; yargıyı ele mi geçirdiler; HSYK'ya, Yüksek Seçim Kurulu'na, Anayasa Mahkemesi'ne, Yargıtay ve Danıştay'a kendi adamlarını mı yerleştirmişler? Yoo. Gelip geçen onca hükümete rağmen Bağımsız yargı cemaati dimdik işbaşında. Yüksek yargı kuruluşları arasında koordinasyon, danışma ve tavsiye görevi yapan "Guru"ları bile var. Nitekim koordinatör Dede, kendini şöyle savunmak ihtiyacı hissettiğine göre, burada boşu boşuna dedikodu yapmıyoruz demektir: "Bir kısım medya tarafından hakkımda bir linç uygulaması gerçekleştiriliyor ... Bu çevreler geçmişte de mezhebimden rahatsız olduklarını açıkça belirtiyorlardı. Bir Alevi'nin Adalet Bakanlığı'na atanmasını şaşkınlıkla karşılamışlar ve asla hazmedememişlerdi. Hele hele Alevi inançlı bir gencin hakkıyla hâkim veya savcı olmasını dünyanın sonu gelmiş gibi değerlendiriyorlardı... Şahsımla ilgili iddiaları kullanarak HSYK sistemini karalamak, bu sistem hakkında şaibe yaratmak suretiyle anayasa değişikliklerinin gerçekleşmesine hizmet etmektedirler."

N'ayır üstad, çoğumuz sizin bir Alevi, hatta Dede olduğunuzdan bile haberdar değildik; vakta ki gözaltına alındınız, şöyle ilginç demeçler okuduk bazı Alevi sözcülerinden: "Dede Seyfi Oktay hukukçudur, 76 yaşındadır, neyin suç olup olmadığını, onu gözaltına alan Savcı Bey'den çok daha iyi bilir. Bu nedenle Pir Sultan gibi girdiği Adalet Sarayı'ndan, yine Pir Sultan gibi çıkacaktır. Buna hiç şüphemiz yoktur."

Dede, madem senin sözünü dinliyorlar, söyle şunlara: Bağımsız olsunlar eyvallah, tarafsız da olsunlar ki yetmişiki milleti bir görsünler; elâleme cemaat ayarı verip, kendileri cemaatçiliğin dikâlâsını yapmasınlar.

Biz de "can"ız yahu, huu!..

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=994584&title=erenler-biz-de-caniz-yahu-huuu
#1229
Malum, 12 Eylül'de referandum var. İçinde, HSYK ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimi ve yapısıyla ilgili değişikliklerin de olduğu paket oylanacak.

Aslında oylanabilecek mi o da belli değil. Çünkü konu CHP'nin başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi'nin önünde. Mahkeme, 5 Temmuz 2010'da başvuruyu, 2'ye karşı 9 üyenin oyuyla, "şekil yönünden" inceleyeceğini açıkladı. Fakat bu "şekil" meselesi, kimseye inandırıcı gelmiyor. Gelmiyor, çünkü daha önce de başörtüsü ile ilgili kararda, Anayasa Mahkemesi, şekilden girip özden çıkmış ve TBMM'de 411 üyenin kabul ettiği kanunu iptal etmişti. 5 Haziran 2008'deki iptal, 2'ye karşı 9 oyla alınmıştı. Üstelik gerekçeli kararla, yeni bir yol açmıştı. Konuyu, Anayasa'nın değiştirilemez maddelerine bağlamıştı. Bu gerekçeyi gören demokrasi yanlısı herkes, eyvah demişti. Anayasa Mahkemesi, bundan sonra Meclis iradesini, bu zihniyetle tam bir ipotek altına alır, her kanun değişikliği, allem edilip kallem edilip, değiştirilemez maddelere bağlanır, diye endişelenmişlerdi.

Ve de öyle oldu. CHP; "Değişikliğin, Anayasa Mahkemesi ve HSYK'nın yapısını düzenleyen maddeleri, Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesine aykırıdır, bu nedenle, değiştirilmesi teklif edilemez maddeleri düzenleyen 4. maddeye aykırılık oluşturmaktadır." diyerek itiraz etti.

Şimdi bütün gözler 5 Temmuz'da. Ancak bu 2'ye karşı 9 gerçeği, hukukun üstünlüğünden yana olanları çok kuşkulandırıyor. Nedir bu, 2'ye karşı 9 çimentosu? Üyeler, neden böyle bir fotoğraf veriyor? Neden biz önceki cumhurbaşkanları, Sayın Süleyman Demirel ve Sayın Ahmet Necdet Sezer'in atadığı üyelerin, hangi yönde oy kullanabileceklerini önceden bilebiliyoruz? Tamam, kimse zan altında bırakılmasın ama bu 2'ye karşı 9 fotoğrafının bir izahı olmalı değil mi?

Bir izah aradığımızda, acaba yargıda, görünmeyen, yargıyı elinde tutan bir zihniyet, bir ideoloji, bir yapılanma mı var diye sormadan edemiyoruz. Edemiyoruz, çünkü bildiğimiz gerçekler var.

Büyük gerçek şudur: Bu ülkede bir askerî vesayet rejimi var. 27 Mayıs darbesinden beri, yargı, üniversiteler ve medya bu vesayete payandalık ediyor.

Vesayet, öncelikle yargıyı sürekli baskı altına alıyor ve kontrolünde tutmak istiyor. Taha Akyol, sağ olsun geçen Milliyet'teki köşesinde hatırlattı. 27 Mayıs cuntası, Danıştay üyelerinin yarısını, Yargıtay üyelerinin altıda birini, mahkemelerde de 520 hakimi tasfiye etmişti. Her darbeden sonra tasfiyeler ve kadrolaşmalar oluyor. Ama en çaplısı ve cüretlisi, CHP dönemlerindeki adalet bakanları Mehmet Moğultay ve Seyfi Oktay'ın yaptıkları kadrolaşmaydı.

Birkaç gündür Seyfi Oktay ile ilgili yeni bilgiler sayesinde, bu kadrolaşmanın nasıl devam ettiğini ve yargının bağımsızlığının nasıl elden gittiğini şaşkınlık ve dehşet içinde görüyoruz. HSYK ile nasıl iş bitirilmiş, liyakate bakılmayıp, Seyfi Oktay'ın isimlerini verdikleri nasıl Yargıtay üyesi yapılmış, ortaya çıkıyor. Sadece bu kadar da değil. Mahkeme kararıyla dinlenen telefon görüşmelerine ilişkin kayıtlar; Türkiye'nin birçok ilinde süren davalara nasıl müdahale edildiğini de gösteriyor. Bu kayıtlara göre, eski Adalet Bakanı, içinde uyuşturucu kaçakçılığı, cinayet ve yasa dışı örgüt davalarının bulunduğu çok sayıda dosya için devreye girmiş.

Bu olayla, Türkiye'de yer yerinden oynar diye düşünüyorsunuz. Ama belli ve etkili gazete ve televizyonlar bu olayı görmüyor/göremiyor.

Yargıda da yer yerinden oynamıyor. Bırakın oynamayı, Seyfi Oktay ile ilgili belgelerde kilit isim olarak öne çıkan HSYK Başkan Vekili Kadir Özbek; Seyfi Oktay ile bir dönem beraber çalıştıklarını ve zaman zaman bir araya gelerek konuştuklarını söyleyerek ekliyor: "Yargıtay seçimlerinde veya benzeri atamalarda muhakkak talepte bulunanlar vardır, referans olanlar da vardır. Ancak bu kurul kararıyla gerçekleştirilen bir işlemdir. Birinin söylemesiyle, istemesiyle o işler olmaz..."

Ama olmuş. Seyfi Oktay'ın dediklerinin hepsi Yargıtay üyesi yapılmış.

Daha önemli bir şey var. Sayın Özbek, Anayasa'nın 138. ve 159. maddelerine aykırı olarak, kendilerine telkin ve tavsiyede bulunulmasına itiraz etmiyor. Anayasa'yı ve yasaları çiğnediğini açıkça ilan ediyor.

5 Temmuz'da, "yine 2'ye karşı 9 mu çıkacak?" diye bakmayacağız.

Yargının, hukukla imtihanına bakacağız...

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=994177
#1230
Şimdi ben size "Mavi Marmara gemisi bir kelebek etkisi yarattı" desem "nasıl yani" diyeceksiniz.

Ya da şöyle söyleyeyim: Mavi Marmara'nın 600 yolcusu meğer bunca badireyi Gazzeli bir bebeğin hayatını kurtarmak için yaşamış desem!.. İlk tepkiniz ne olurdu?

Dokuz insan hayatını kaybetti, onlarca insan yaralandı, dünya karıştı... Bu sözler ancak çıldırmış bir insanın sözleri olabilir...

Öyle mi hissediyorsunuz...

Ben öyle düşünmüyorum...

Her şey birbiriyle bağlantılıdır, bütün olaylar ilmek ilmek örülmüştür de biz neden sonra farkederiz...

Attığınız bir adımın, aldığınız bir nefesin, yaşadığınız bir hadisenin başka hangi zincirleme gelişmelere sebep olduğunu bilemezsiniz!

Tıpkı Gazzeli minik Retaj bebeğin hikâyesi gibi...

31 Mayıs pazartesi sabahının erken saatlerinde Milliyet gazetesi ekonomi müdürü Murat Sabuncu'nun cep telefonuma attığı "bu bir felaket" mesajı sonrasında neler olduğunu kestirmeye çalışırken, Gazze'de her şeyden habersiz yaşam mücadelesi veren Retaj bebekle kaderlerimizin kesişeceğini nereden bilebilirdim?

Murat Sabuncu, Mavi Marmara hadisesinin ardından Gazze'ye haber için gittiğini sanırken, "Hani diyor insan... Tüm inanç, milliyet, politik görüş bir yana konulsa. Bir yana da bu bebek. O kurtulsa. Hayat için ona yeni bir şans tanınsa..." diyerek bitirdiği satırlarda, o bebeğin "şansı"nın bizzat kendisi olacağını tahmin edebilir miydi? Adımlarını kendisi atsa da, Retaj bebeğe doğru adımları attıranın başka bir güç olduğunu...

Murat Sabuncu Gazze'ye gitti. İsrailli yetkililerin, dünyanın gözünün içine baka baka "insanî yardıma ihtiyaç yok burada" yalanını söylediği sırada, Retaj bebeğin fotoğraflarıyla birlikte hikayesini anlattı: Retaj bebek doğuştan kalp hastası ve acilen ameliyat edilmezse, büyük ihtimalle yaşamayacak!

Şimdi şu satırları yeniden okuyun...
Mavi Marmara'ya binen 600 kişi belki de o minik bebeğin hayatı için yola çıktılar. Ve büyük bir ihtimalle sadece onun için de değil, Gazze'deki tüm hasta çocukların geleceğini etkileyecek bir hamle yaptılar.

Çünkü İsrail, Gazze'deki acil ve ağır hastalıkları bulunanları kolay kolay kendi hastanelerine kabul etmiyor. Ailesinde Hamas sempatizanı olup olmadığını araştırıyor. Ve tabi ki hemen hepsi Hamasçı çıkıyor!..

Retaj bebeğin Türkiye'ye getirilmesiyle ilgilenen üst düzey bir diplomatın sözleri, bu önemli hususa dikkat çekiyor: "Gazze'de zor durumdaki ve acil durumdaki hastaların tek umut kapısının İsrail olmadığını da gösteren bir operasyon olacak bu. O açıdan Retaj bebeğin ne kadar önemli bir iş olduğunu biliyorsunuz değil mi? Burada uygulanan sağlık ablukasının kırılması demek. Gazze'de artık hiçbir hasta, ailesi ya da kendisi Hamaslı mıdır, değil midir araştırmalarına tabi tutulmayacak, hastaların kaderi İsrail'in insafına terk edilmeyecek. Refah kapısı açılırsa burası hayat kapısı olacak!"  

Siz bu yazıyı okuduğunuzda belki de Retaj bebek El-Ariş'te kendini bekleyen Medical Park hastanesinin gönderdiği ambulans uçağa ailesiyle birlikte binip Türkiye'ye gelmiş olacak...

Murat Sabuncu Perşembe akşamı beni aradı:

"Elif, Retaj bebeği yaşatma şansımız olabilir. Gazze'den döndüğümden beri ulaşabildiğim herkesle görüştüm. Medical Park hastanesi bebeğin ameliyatını ve bakımını, hatta ailesinin burada kalmasını da sağlayacak şekilde tüm masrafları karşılıyor. Bir de ambulans uçak gönderecek. Bu bebeğin oradan çıkartmamız lazım. 24 saattir buradayım ve o bebeği unutamıyorum, bir şeyler yapmamız lazım. Ancak ben bu kadarını yaptım. Şimdi Mısır'la görüşülmesi lazım ki bebeğin Refah kapısından geçmesine izin verilsin. Buradan yetkililerle görüşülmesi lazım, onların devreye girmesi gerekiyor. Sen ne yapabilirsin?"

Düşünüyorum...

"Aklıma Egemen Bağış'tan başkası gelmiyor, onu arayayım mı?" diyorum. Sabuncu "Bize yardımcı olacak önemli bir isimden bahsediyorsun, hemen arayabilir misin" diyor.

Saate bakıyorum... Gecenin 23.00'ü...

Bir bebeğin hayatı söz konusu olunca 'ayıp olur mu bu saatte' nezaketini bir kenara bırakıp telefona sarılıyorum.. "Merhabalar" diyerek telefona kendisi bakan Sayın Egemen Bağış, bizlere bir telefon kadar yakın olduğu kadar diplomatik kanalları gece gündüz demeden harekete geçirecek yakınlıkta kurmuş ilişkilerini...

Ertesi gün Murat Sabuncu ile tekrar görüştüğümüzde, "Elif çok mutluyum. Galiba her şey halloluyor Egemen Bey'in devreye girmesiyle" dedi.

Böylece, Doğan medya ile Yandaş! medyanın işbirliğiyle, tabi ki Egemen Bağış'ın işbitiriciliğiyle, Gazze'deki tüm hastalar için sağlık ablukası ilk kez delinmiş oluyordu.

Bir kez daha Retaj Bebek, Murat Sabuncu ve kendim adına Egemen Bağış'a "bunlar insani şeyler teşekküre gerek yok" dese de teşekkürler...

Kalp yetmezliği bulunan Retaj bebeğin kalbi umuda atacak...

ecakir@stargazete.com
http://www.stargazete.com/gazete/yazar/elif-cakir/mavi-marmara-nin-kelebek-etkisi-268967.htm
#1231
Boğaziçi Üniversitesi Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selim Şeker, atom bombasının modasının geçtiğini, asrın elektromanyetik bombasının cep telefonu olduğunu söyledi.

Şeker, TBMM Kanser Araştırma Komisyonu toplantısında yaptığı sunumda, sanayi devriminin insanoğluna hediyesinin çevre kirliliği olduğunu ifade etti.

Şeker, "Elektrik enerjisi kullanımı giderek arttı. Elektromanyetik alanlar insanlarda birtakım biyolojik etkilere neden oluyor. Elektromanyetik alanın, kısa ve uzun vadede etkileri var. Baş ağrısı, göz yanması, yorgunluk gibi etkilerin kısa vadede, moleküler kimyasal bağların, hücre yapısının ve bağışıklık sisteminin bozulması ise uzun vadede ortaya çıkacak etkiler olarak değerlendirilebilir."

Elektromanyetik alanın etkileme gücünü, kaynağa olan yakınlık-uzaklık, kullanılan frekans, güç ve alan yoğunluğu ve maruziyet gibi etmenlerin belirlediğini belirten Şeker, elektromanyetik alana maruz kalmanın doğal olduğunu belirterek, "Mesela, bir saç kurutma makinesi kullanıyorsunuz kısa bir süreç için. Onu kapattıktan sonra vücut, alınan radyasyonu tolere edebiliyor ama cep telefonları için durum böyle değil. Hem daha yoğunlukta bir elektromanyetik alana maruz kalıyorsunuz hem de sürekli kullanıyorsunuz. Vücut bunu tolere edemiyor. Durum öyle bir noktaya geldi ki artık sigarada olduğu gibi cep telefonu için de 'pasif kullanıcı' uyarısında bulunmaya başlayacağız.'' diye konuştu.

Cep telefonlarının kullandığı frekansların insanların DNA'larını bozduğuna dair raporlar olduğunu kaydeden Şeker, "Baz istasyonlarının belli yerlerde toplanarak, elektromanyetik yayılımların neden olduğu zararlar önlenebilir."

(CİHAN)
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=994422&title=asrin-atom-bombasi-cep-telefonu
#1232
Devlet Memurları Kanunu değişiyor
Devlet Bakanı Hayati Yazıcı, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nda değişiklik öngören 23 maddelik kanun tasarısının bugün TBMM'ye gönderileceğini bildirdi.

Başbakanlık'ta konuya ilişkin bir toplantı düzenleyen Yazıcı, tasarı ile 1965 yılında çıkarılan, ancak daha sonraki yıllarda kısmi değişikliklere tabi tutulan Devlet Memurları Kanunu'nda yeni düzenlemelere gidileceğini söyledi.
Kamu çalışanlarının yüzde 62'sini devlet memurlarının oluşturduğunu belirten Yazıcı, halen devlette çalışan 1 milyon 769 bin 730 memurun yüzde 66'sının erkek, yüzde 34'ünün ise kadın olduğunu söyledi. Memurların 244 bin 500'ünün merkezde, 1 milyon 517 bin 359'unun ise taşrada istihdam edildiğini kaydeden Bakan Yazıcı, memurların 13 bin 175'inin de kariyer uzmanı ve uzman yardımcısı olarak görev yaptığını bildirdi.
Diğer çalışanlarla birlikte kamuda istihdam edilen personel sayısının 2 milyon 824 bin 430'a ulaştığını ifade eden Yazıcı, günümüzde en düşük memur maaşının 1254 lira en yüksek maaşın 5789 lira, ortalama maaşın da 1529 lira olduğunu vurguladı.
-TASARI NE GETİRİYOR?
Devlet Bakanı Yazıcı daha sonra Devlet Memurları Kanunu'nda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Tasarısı hakkında bilgi verdi.
Bakan Yazıcı, hamile memurların çalışma şartlarını yeniden düzenleyen tasarı ile babalık, özür ve refakat izninin uygulamaya konulacağını, emeklilik ve ölüm izninde alanın genişletileceğini, disiplin cezalarının yeni esaslara bağlanacağını, disiplin sisteminin de yeniden düzenleneceğini söyledi.
Mevcut sicil sistemini yürürlükten kaldıracak yeni tasarının amirlerin yanı sıra vatandaşa fiili saldırıda bulunan devlet memurlarının da memuriyetten ihracını öngördüğünü bildirdi.
Yazıcı, yeni düzenleme ile kamu yönetiminde müsteşar, başkan, genel müdür gibi üst düzey yönetim kadrolarında özel sektördeki nitelikli personelin çalıştırılmasının da önünün açıldığını kaydetti.
Kariyer uzman yardımcılığındaki düzenlemeler ile de uzman yardımcıları arasındaki ücret farklılıklarının hemen, uzmanlar arasındaki ücret farklılıklarının ise 3 yıllık geçiş süresinde ortadan kaldırılacağını söyledi.
***
Devlet Bakanı Hayati Yazıcı, kamuda üst düzey yönetim kadrolarında, özel sektör çalışanlarının da görevlendirilmesinin yolunun açılacağını, kariyer uzmanları ile uzman yardımcıları arasındaki maaş farklılıklarının da giderileceğini bildirdi.
Bakan Yazıcı, Başbakanlıkta düzenlediği basın toplantısında ''657 Sayılı Devlet Memurları Kanununda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Tasarısı'' hakkında bilgi verdi.
Kamu Personel Rejiminin topyekun değişmesi gerektiğini, ancak bunun bugüne kadar gerçekleştirilmesine imkan olmadığını kaydeden Yazıcı, tasarı ile Kamudaki Toplu Görüşmelerde mutabakat sağlanan ve diğer öncelikli konuları düzenlediklerini belirtti.
Tasarı ile kamu idarelerinin daha etkin çalışması ve memurların daha verimli-üretken hizmet vermelerinin amaçlandığını kaydeden Bakan Yazıcı, tasarıda yeralan düzenlemeleri şöyle sıraladı:
-MEMURLARA BABALIK İZNİ-
-Hamile memurların çalışma şartları yeniden düzenleniyor: Kadın memurlara, hamileliklerinin 24'üncü haftasından itibaren ve doğumdan ya da tabip raporuna dayalı olarak daha önceki süreler ve doğumdan sonraki 1 yıl süreyle, gece nöbeti ve gece vardiyası görevi verilmemesi öngörülüyor.
Önceki yıllarda Başbakanlık Genelgeleri ile düzenlenen bu konu, tasarı ile güvence altına alınıyor.
-Babalık izni: Kadın memurların çocukların bakımı için, en kritik dönemi teşkil eden 0-2 yaş döneminde, 24 aya kadar aylıksız izin alabilmeleri hükme bağlanıyor. Ayrıca çeşitli sebeplerle annenin bu izni kullanamadığı durumlarda, çocuğu dünyaya gelen erkek memura da, doğum sonrası 24 aya kadar izin verilmesi imkanı sağlanıyor.
Mevcut uygulamada, erkek memura eşinin doğum yapması nedeniyle verilen 3 günlük mazeret izni, babalık izni adı altında yeniden düzenleniyor ve izin süresi 10 güne çıkarılıyor.
-Memur babaya özür izni: Doğum esnasında veya doğumdan sonra annenin ölümü halinde, çocuğun bakımı ile ilgilenmesi amacıyla memur olan babaya da anne için öngörülen süreler kadar ücretli ve ücretsiz izin geliyor.
-Çocuk yardımındaki sınır kalkıyor: Daha önce 2 çocukla sınırlandırılmış olan ve 2010 Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu ile 2'nin üstündeki çocuklar için de verilmesine başlanan çocuk yardımı, tasarı ile kalıcı hale getiriliyor. Halen 700 bin çalışan aile yardımı, 2 milyon 400 bin çocuğa da çocuk yardımı ödeniyor.
-Refakat izni: Devlet memurlarının bakmakla mükellef olduğu veya memur refakat etmediği takdirde hayatı tehlikeye girecek yakınlarının ağır bir kaza geçirmesi ya da önemli bir hastalığa yakalanmış olmaları hallerinde 3 aya kadar aylıklı refakat iznine imkan tanınıyor. Gerektiğinde bu sürenin 1 katına kadar uzatılabileceği belirtiliyor.
-EMEKLİLERİN HARCIRAH ARTIŞI-
-Emeklilikte ödenen harcırahlardaki artış: Toplu görüşmelerde, 500 lira olan harcırahın 750 liraya çıkarılması kararlaştırılmıştı. Tasarı ile bunun yasal dayanağı oluşturuldu. Bu çerçevede emekli olan memura yüzde 50 fazlasıyla harcırah ödenecek. Bakan Yazıcı, bu yıl emekli olması beklenen 40 bin dolayındaki memura, yeni düzenlemedeki tutar üzerinden harcırah ödeneceğini bildirdi.
-Emeklilik ve ölüm izni alanı genişletiliyor: Toplu görüşmelerde mutabakat sağlanan bu konudaki düzenleme uyarınca da, aile yapısındaki değişim ve memurların memleketleri dışında Türkiye'nin değişik bölgelerinde görev yapmalarından dolayı ve memurlara evlilik ya da ölüm hallerinde verilen 5 günlük izin, memurun eşinin 1. derece akrabalarını da kapsayacak şekilde yeniden düzenleniyor ve izin süresi 7 güne çıkarılıyor.
-KİT'LERDEKİ SÖZLEŞMELİYE DE SENDİKA ÜYELİĞİ HAKKI-
-KİT Personeğline sendika hakkı: KİT Personel Rejimini Düzenleyen 399 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede sözleşmeli personelin sendikaya üye olamayacakları hükmü bulunuyordu. Tasarı, bu hükmü yürürlükten kaldırıyor.
-Toplu görüşme ödeneği: Sendika üyesi kamu görevlilerine Ocak, Nisan, Temmuz ve Ekim aylarında olmak üzere yılda 4 defa ödenen toplu görüşme ödeneği (ikramiyesi) tasarıya konuldu. Sendika üyesi memurlara verilen sendika üyeliği ikramiyesinin yıllık tutarı yaklaşık 122 lira.
-Kamu Personeli Bilgi Sistemi: Halen Devlet Personel Başkanlığınca 3 ay öncesine ilişkin tutulabilen personel bilgileri, güncel olarak kayıt altına alınacak ve kamunun elindeki insan gücünün profili görülebilecek. Yeni sistemle istatistikler üretilecek ve geleceğe dönük projeksiyonlar yapılabilecek.
-DİSİPLİN MEKANİZMASI YENİLENİYOR-
-Disiplin cezalarına itiraz mekanizması yeniden düzenleniyor: Mevcut uygulamada, uyarma ve kınama cezalarına karşı bir üst disiplin amirine, yoksa disiplin kurullarına itiraz edilebiliyor. Tasarı ile uyarma ve kınama cezalarına karşı sadece disiplin kuruluna itirazda bulunulacak.
Bakan Yazıcı, Disiplin Kurullarında memurların üyesi olduğu sendikalardan da temsilci olması nedeniyle, uyarma ve kınama cezalarına karşı itiraz müessesesinin düzenleme ile daha etkin hale geleceğini söyledi.
-Devlet memurlarının disiplin sistemi yeniden düzenleniyor: Mevcut sistem, memurun yönetime karşı hata ve suçlarını ön planda tutarken, yeni düzenleme ile vatandaşa karşı hatalı uygulamalardaki yaptırımlar da etkinleştiriliyor.
Yeni düzenleme ile:
.İş sahiplerine karşı kayıtsızlık göstermek veya ilgisiz kalmak, fiili uyarma cezası yerine, aylıktan kesme cezası kapsamına alınıyor.
.İş sahiplerine karşı kötü muamelede bulunma fiili, kınama cezası yerine, kademe ilerlemesinin durdurulması cezası kapsamına sokuluyor.
.İş sahiplerine söz veya hakaretle sataşmak fiili, kınama yerine kademe ilerlemesinin durdurulması cezası kapsamına dahil ediliyor.
.Vatandaşa fiili saldırıda da memura kademe ilerlemesi yerine amire fiili saldırıda olduğu gibi memuriyetten ihraç cezası getiriliyor.
.İkamet ettiği ilin hudutlarını izinsiz terk etmek, toplu müracaat veya şikayette bulunmak ve yasaklanmış her türlü yayını görev mahallinde bulundurmak fiilleri, disiplin cezası gerektiren fiiller kapsamından çıkartılıyor.
-SİCİL SİSTEMİNE SON-
-Sicil sistemi yürürlükten kaldırılıyor: Bakan Yazıcı, yıllardır süren uygulamaların, devlet memurları için gizli sicil raporu doldurulması suretiyle başarı ve başarısızlık tespitinin mümkün olmadığını gösterdiğini söyledi. Sicil sisteminin zaman içinde işlevini yitirdiğini belirten Yazıcı, şöyle devam etti:
''KİT'lerde çalışan memurlar da dahil her yıl 1 milyon 776 bin 412 personelle ilgili sicil raporları dolduruluyor. Bir personel için en az 2 sicim amiri tarafından işlem yapıldığı düşünüldüğünde, yaklaşık 4 milyon işlem yapılıyor. Bu sayıya mahalli idareler dahil edildiğinde sayı daha da yükseliyor. Mevcut sicil sisteminde, personelin hizmete yönelik verimliliği, performansı, gelişimi değerlendirilmiyor, daha çok kişisel özellikler değerlendirmeye alınıyor. Değerlendirme kriterleri de, soyut ve subjektif. Değerlendirme, kamu personelinin hizmete dönük yönlerini de kapsamıyor.
Yapılan düzenleme ile rutin ve istenilen sonuçları vermeyen sicil sistemi kaldırılıyor. Mevcut sistem kaldırılırken, isteyen kamu kurumlarının yürütmekte oldukları hizmetlerin ve istihdam ettikleri personelin özelliklerine göre somut, ölçülebilir, veriye dayalı, hizmet üretim kalitesi, etkinlik, verimlilik, kendini geliştirme, hedef odaklı çalışma gibi kriterleri içeren bilimsel ve çağdaş personel başarı ölçüm ve değerlendirme düzenlemelerini yapabilmelerine de imkan sağlanıyor.
-ÖZEL SEKTÖRDE ÇALIŞANLARINA KAMU ÜST YÖNETİMDE İSTİHDAM OLANAĞI-
-Üst yönetimde yeni bir yaklaşıma gidiliyor. Kamuda müsteşar, başkan, genel müdür gibi bazı üst yönetici kadrolarında, özel sektörde çalışmış nitelikli personelin de istihdam edilmesinin önü açılıyor.
Düzenleme ile bazı üst yönetim görevlerine atanacakların özel sektördeki görev sürelerinin de kamuda geçmiş gibi değerlendirilmesi öngörülüyor.
Bakan Yazıcı, ''Bu uygulama, kurumsal liderliği ve sorumluluğu taşıyan üst yönetime zenginlik ve dinamizm getirecek. Kamu sektörü ve özel sektör, birbirini daha yakından tanıyacak, 2 sektör arasındaki yüksek duvarlar kalkacak'' dedi.
-KARİYER UZMANLIK SİSTEMİ-
-Kariyer uzman ve uzman yardımcılarının durumları yeniden düzenleniyor: Kamu kuruluşlarında halen 13 bin 175 adet kariyer uzman ve uzman yardımcısı istihdam ediliyor. Bunlar, toplam memurların yüzde 0,7'sini meydana getiriyor. Bakan Yazıcı, kamudaki uzman personel sayısının son derece yetersiz olduğunu, kurumlar arasındaki dağılımda da dengesizlikler bulunduğunu ifade etti.
Halen kariyer uzmanları arasındaki ücret, çalışma şartları ve stütü farklılıkları bulunduğunu belirten Devlet Bakanı Yazıcı, şu açıklamayı yaptı:
''Örneğin kariyer uzman olduğu halde 1.660 lira ücret alan uzman yanında, 5.000 lira ücret alan uzman da bulunuyor. Aynı şekilde kariyer uzmanlar arasında emekli olduklarında bağlanacak emekli aylığında da büyük farklar bulunuyor. Tasarı ile bu durum eşitleniyor ve ücret, çalışma ortamı ve statüler arasında adalet sağlanıyor. Tasarının yasalaşması halinde, 3.100 uzman ve uyman yardımcısının mali haklarında önemli iyileştirmeler yapılacak.
Kariyer uzmanları, KPSSK'de en az yüzde 1'lik dilime girmiş üniversite mezunları arasından seçilecek. Bunlar, mesleklerinde 3 yıllık yetişme dönemine tabi tutulacak ve niteliklerine uygun ücret alacak.
Kamu idarelerinde bu kapsamda ilave olarak 1.140 uzman, 2.540 uzman yardımcısı istihdamı sağlanacak.
Tasarının yürürlüğe girmesiyle birlikte uzman yardımcıları arasındaki ücret farklılıkları hemen ortadan kalkacak ve ücretler aynı düzeye gelecek. Uzmanların ücret farklılıkları ise 3 yıllık geçiş sürecindeki planlama ile eşit hale gelecek. Kazanılmış haklara dokunulmayacak. Daha önce herhangi bir kamu kuruluşunda uzman olarak çalışan, yüksek maaşlı çalışma sürdüren kişinin o durumu devam edecek.
Yeni düzenleme, kamu idarelerinin merkez yapıları içindeki uzmanları kapsayacak, taşrada çalışan uzmanlar bu kapsamda değerlendirilmeyecek.''
aa
http://www.zaman.com.tr/wap.do?method=getMansetHaber&haberno=993555&sirano=7&sayfa=
#1233
Aleyhissalat-ü ves'selam Efendimiz, şafakta kılınan iki rekat namazın eşsizliğini unutamayacağımız ifadeyle şöyle haber vermişti:

Fecir vaktinde kılınan iki rekat namaz dünyadan da, içindekinden de hayırlıdır!..

Neden böylesine önemlidir şafakta iki rekat namaz? Çünkü dünya da, içindeki mal, mülk de ahirette geçer akçe değildir. Ancak iki rekat namaz orada geçer akçedir. Dünyada kalan servetin sağlayamadığı faydayı sağlayacak, sahibini Cennet nimetlerine kavuşturabilecektir.

Nitekim burada dünyanın servetine sahip olan nice ibadetsizler, orada yoksulluk içinde kıvranırken, ibadetinde ihmale düşmeyen nice yoksulların da orada Cennet nimetleriyle zenginleştikleri görülecektir. Demek ki, dünyada hayra hizmet etmeyen servetleri, ahirette sahiplerine fayda sağlayamayacaktır; ama amel defterinde yazılı iki rekat namazları orada onları her türlü Cennet nimetlerine sahip kılacaktır.

Öyle ise özellikle yaz gecelerinde erken yatıp erken kalkmalı, şafakta teheccüd'den sonra gelen imsak'la güneş doğması arasındaki eşref vakitte, dünyadan da kıymetli olan sabah namazını mutlaka vaktinde kılmalıdır.

Bunun için yatarken, sabah namazına kalkacağım niyetiyle yatmalıdır. Bu vicdani karar, onu ibadete uyandıracak, dünyadan da kıymetli olan şafak vakti ibadetini zamanında yaptıracak, uykuya dalıp da sonra vicdan azabı çektirmeyecektir.

Bununla beraber, insanlık halidir bu, hiç arzu edilmediği halde kalkamaz da, namazı güneşten sonraya kaldığı da olursa ne olacak?..

Artık her şey mahvoldu gitti diyerek ümitsizliğe düşmek fevkalade yanlıştır.
Bu durumda yapılacak ilk iş: Güneşin doğmasıyla başlayan (45 dakikalık) kerahet vakti çıktıktan sonra öğlenin kerahet vakti girinceye kadarki zaman içinde sünnetiyle birlikte kılamadığı farzı hemen kaza etmek, namaz borcuyla kalmamaya özel bir dikkat göstermektir.

Bu gibi ihmallerde mühim bir husus şudur:

İnsan istek dışı da olsa hatalarının üzüntüsünü derinden derine duymalı, vaktinde kılamadığı namazının vebalini sırtına yüklenmiş bir dağ ağırlığında her an hissetmelidir. Bu sebeple bir an evvel namazı kaza ederek, bu ağır yükten kurtulma gayreti içinde olmalıdır.

İhmal ettiği ibadetinden dolayı bu üzüntüyü duymamak, vicdan azabı çekmemek, tabiri caizse kılı bile kıpırdamamak ise hayra alamet değildir. Çünkü üzüntü duyan insan, kendisini üzen yanlışla tekrar yüz yüze gelmek istemez. İbadetlerini vaktinde yapma azmi içinde olur. Nitekim bu konuda Efendimiz'in (sas) çarpıcı ikazı şöyledir:

Mümin, günahını üzerine yıkılacak dağ gibi büyük görür, tedbir alır. Münafık ise burnu ucuna konmuş sinek gibi küçük görür, kayıtsız kalır!.. Günahını büyük görme duygusu, tekrar etmeme tedbirine sevk ederken, küçük görme duygusu da tekrar etmekten çekinmeme umursamazlığına iter. Halbuki tekrar edilmeyen büyük günah küçülür, ısrar edilen küçük günah ise çoğalarak büyür, küçük damlalardan meydana gelen sel gibi sahibini günah bataklığında boğar.

İşte bütün bunlardan sonra demek istiyorum ki: Özellikle yaz aylarında bu konular daha çok hatırlanmalı, ibadetleri vaktinde yapma titizliğimizi daha çok hissetmeli, hadisin ikaz yüklü müjdesini hep birlikte tekrarlamalıyız:

Şafakta kılınan iki rekat namaz, dünyadan da, içindekinden de hayırlıdır!..

http://www.zaman.com.tr/wap.do?method=getYazarHaber&haberno=992908&sirano=6&sayfa=0&yazarno=1023
#1234
Türkiye'de hayallerin sınırını bile zorlayan bir ilk gerçekleşiyor.
Planet Green Şirketi, "Uçan Araba" projesinin seri üretiminin Türkiye'de yapılması kararı aldı.
Planet Green Şirketi sahiplerinden Hüseyin Kızanlıklı ile Amerika'daki ortağı Kaya Boztepe, "Uçan Araba" projesinin seri üretimini Türkiye'ye getiriyor.
Amerikan Terrafugia şirketi ile seri üretim konusunda uzun bir uğraştan sonra gerekli anlaşmaların imzalandığını belirten Boztepe, "Yüzyılın projesi Türkiye'de gerçekleşecek" dedi.
Amerikan Terrafugia şirketi tarafından geliştirilen 'transition' adlı uçan araba, karada ve havada gidebiliyor. Satış fiyatı yaklaşık 200 bin dolar olacak uçan araba havalanabilmesi için 50 metrelik bir yol, park edebilmesi için ise 4-5 metrelik bir alanın yeterli olduğu ifade edildi.
Karada saatte 200 kilometre hız yapan aracın, havada 220 kilometreye ulaştığını belirten uzmanlar, bir düğme ile kanatlarını açarak uçak moduna geçen aracın tek motorla çalıştığını açıkladılar.
Normal benzinle bir araba gibi kullanılabilen, yolcu ve kargo taşıması dışında ilk yardım ve acil kurye gibi konularda yepyeni bir çığır açması düşünülen uçan arabanın son derece az yakıt kullandığı, hangar ve yüksek bakım masrafları ile havaalanına iniş sonrası ulaşım gibi problemlerini de tamamen ortadan kaldırdığı belirtildi.
Kanatları açılarak çok kısa mesafelerde inis, kalkış yapabilen ve küçük bir araba ağırlığında olan uçan araba'nın üretiminin de Türkiye'de yapılmasının planlandığı, konuyla ilgili ilk çalışmaların Haziran ayı içerisinde tamamlanacağı bildirildi.
-"YÜZYILIN PROJESİ TÜRKİYE'DE GERÇEKLEŞECEK"-
Konuyla ilgili ANKA'ya bir açıklama yapan Boztepe, "Bizim için son derece heyeca verici bir durum. İlk 200 adet uçan arabayı Amerika'da, daha sonra seri üretimi Türkiye'de düşünüyorduk ancak gelen inanılmaz talepler sonucu, direk olarak seri üretimi Türkiye'ye almayı düşünüyoruz. Bu Türkiye için hem büyük bir kazanç, hem de dünya çapında bir reklam olacaktır. Otomotiv, makina ve montaj sanayileri olarak zaten gittikçe daha çok itibar kazanan Türkiye, böylece bir ilke daha imza atmış olacak. Konuyla ilgili görüşmeler yaparak bu hafta içerisinde bir ön çalışma başlatacağız" dedi.
Uçak hakkında teknik bilgi de veren Boztepe, önden çekişli normal 4 silindirli 2000 cc. motorlu bir araba gibi kullanımı son derece kolay olan aracın normal bir uçak olmanın ötesinde, son derece kısa mesafelerde iniş ve kalkış yapabilmesinin artı özellikleri arasında yer aldığını ifade etti. Boztepe şöyle devam etti:
"Uzun mesafeleri 200 km'ye yakın bir süratle kat edebiliyor ve en önemlisi, havaalanları dışında araziye iniş ve kalkış yapabiliyor. Hangarlarda yüksek masraflarla bekletilmek yerine indiğiniz yerden araba olarak gideceğiniz yere karadan hareket edebiliyorsunuz. Hava'nın yoğun sis, yağmur gibi elverişsiz olduğu durumlarda beklemenize gerek yok, karadan gidebiliyorsunuz. Havaalanına indiğinizde araba veya taksi beklemenize gerek yok, bir düğmeyle 30 saniyede açılan ve kapanan kanatları hareket ettirip gideceğiniz yere devam ediyorsunuz."(ANKA)

http://www.zaman.com.tr/wap.do?method=getMansetHaber&haberno=992804&sirano=4&sayfa=
#1235
Daha Filistin'e yardıma giderken katledilen mazlumların cenazeleri toprağa verilmeden, bazı kalemler Hamas ile PKK'yı kıyaslayabildi. Böyle bir düşünce mekanizması ne kadar tutarlı, ne gibi sonuçlar doğurur? İşte yankıları:

'PKK neyse Hamas odur' dersen ne olur?" soruyu soran Hürriyet yazarı Ahmet Hakan. Ahmet Hakan'ın kendi sorusuna verdiği yanıt çok şıklı: 

Şunlar olur:

*  PKK'ya çok büyük bir şeref bahşetmiş olursun.

*  Türkiye'yi işgal devleti olarak göstermiş olursun.

*  Güneydoğu'nun fiili ambargo ve abluka altında olduğunu kabul etmiş olursun...

*  İstiklal Savaşı'nı Türkler ile Kürtlerin birlikte verdiği gerçeğini inkâr etmiş olursun...

*  PKK'yı işgal altındaki topraklarını kurtarmaya çalışan bir yapılanma olarak algıladığını söylemiş olursun.

*  Türkler ve Kürtlerin ortak yaşam imkânından yoksun olduğunu ima etmiş olursun.

*  PKK'yı Birleşmiş Milletler tarafından tanınan bir örgütle eşdeğer tutmuş olursun.

*  İsrail'in nasıl kurulduğunu bilmediğini, yani cehaletini sergilemiş olursun.

*  İsrail'in yakarak, yıkarak gerçekleştirdiği savaş gibi operasyonların benzerlerini Türkiye'nin de yaptığını iddia etmiş olursun"

HAMAS İLE PKK ÖZDEŞLEŞTİRİLEBİLİR Mİ?

Günün önemli konusu hakkında ikinci soruyu soran ve cevaplayan kişi Vatan Gazetesi yazarı Ruşen Çakır.  Çakır, "Hamas ile PKK karşılaştırılabilir mi?" başlıklı yazısına şu satırlarla başlıyor.

"Hemen başlıktaki soruya cevap verelim: Tabii ki karşılaştırılabilir. Fakat "Hamas ile PKK özdeşleştirilebilir mi?" diye sorulacak olursa da bunun cevabı "Böyle bir saçmalık olmaz" olacaktır"

Çakır, bu saçma kıyasa dair görüşlerinden önce başka bir soruya dari görüşlerini yansıtıyor bugün okurlarına:

"Deniyor ki "Yarın 'Kürtlere yardım' bahanesi altında bazı sivil toplum gemileri İskenderun Limanı'na dayanırsa ne yaparız?" Eğer bu soruyu soranlar gerçekten samimiyseler, yani İsrail devletinin haydutluğunu meşrulaştırmayı ya da en azından hafifleştirmeyi düşünmüyorlarsa kendilerine biraz okumalarını, hatta mümkünse biraz gezmelerini öneririm"

Gazze Şeridi'ne ve Güneydoğu'ya gazeteci olarak defalarca gittiğini hatırlatan Ruşen Çakır,  bu iki bölgenin birbirlerine hemen hemen hiç benzemediğini rahatlıkla söylüyor ve Gazze'ye adım atan herkesin orasının "dünyanın en büyük açık hava hapishanesi" olarak adlandırılmasının ne derece isabetli olduğunu görüp, hissedeceğini ancak en sıkı güvenlik önlemlerinin alındığı ve insan hakları ihlallerinin zirvede olduğu en baskıcı dönemlerde dahi Güneydoğu için bu tür bir yakıştırma yapamadığına dikkat çekiyor.

"Çünkü Güneydoğu Türkiye'nin bir parçasıyken Gazze İsrail tarafından işgal edilmiş Filistin toprağıdır. Güneydoğu'da gündelik hayat, birtakım zorluklar ve kısıtlamalara rağmen yıllardır, iyi kötü normal bir şekilde akarken, Gazze İsrail devleti tarafından ablukaya alındığı ve buraya ambargo uygulandığı için hep olağandışı ve insanlık dışı koşullar egemen olmuştur. Örneğin Gazze'ye giriş çıkışlar İsrail'in denetimindedir; kapılar kapandığında herkes Gazze'de mahsur kalır. Böylesi bir durumda geçimlerini İsrail'de çalışarak temin eden binlerce Gazzeli iyice mağdur olur" diyen Ruşen çakır, "Yarın 'Kürtlere yardım' bahanesi altında bazı sivil toplum gemileri İskenderun Limanı'na dayanırsa ne yaparız?" diye soranlar Türkiye Cumhuriyeti devletine çok büyük haksızlık yaparken İsrail devletini de alabildiğine kayırmaktadırlar" ifadesini kullanıyor.

Çakır, "kendilerini, "Merak etmeyin. İskenderun Limanı'na asla böyle bir gemi gelmez" diye rahatlatabiliriz zira çatışmalar ne kadar tırmanırsa tırmansın, Kürt sorunu ne kadar kızışırsa kızışsın, Türk devleti, Kürt kökenli vatandaşlara işgalci İsrail devletinin Filistinlilere reva gördüğü muameleyi yapmaz, yapamaz; Türkiye toplumu böyle bir şeye asla izin vermez" diyerek her iki olgunun köklerinin farklı olduğunun altını çiziyor.

Ruşen Çakır yazısını şöyle sürdürüyor: 

Kökleri farklı

"Hamas-PKK karşılaştırmasına dönecek olursak; öncelikle her iki örgüt de bugün "milliyetçi" olarak görülmekle birlikte Hamas'ın kökleri İslamcı, PKK'nınsa solcudur ve bu köken farklılığı çok ciddi benzemezliklere yol açmaktadır. Örneğin Hamas uzun bir süre işgal altındaki topraklarda İslami temelli siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik bir örgütlenmenin ardından "silahlı mücadele" noktasına gelmişken PKK daha yolun başında eline silah almış, diğer alanlardaki örgütlenmelerini silahlı mücadelenin peşine takmıştır.

Hamas faaliyetlerini esas olarak yasal zeminde yürütür. Silahlı eylemleri, kendisine bağlı "İzzeddin el-Kassam Tugayları" gizli bir yapılanma tarafından kotarılır. PKK da silahlı eylemlerini, değişik adlar verdiği bazı birimlerinin düzenlediğini söylese de, bunlardan birinci derecede sorumludur. Çünkü dünyanın bazı bölgelerinde "yarı yasal" faaliyet gösterebilse de Türkiye'de başından beri yasadışı bir örgüttür. Hal böyle olunca Hamas Filistin seçimlerine kendi adıyla katılırken, PKK yasal Kürt partilerini kullanmaya çalışır ve onların üzerinde tam bir kambur oluşturur"

REHA MUHTAR YUNANİSTAN ÜZERİNDEN MESAJ VERDİ

Vatan gazetesinin konuya değinen bir diğer yazarı Reha Muhtar, konuya oldukça değişik bir açıdan yaklaşıyor. Ancak Muhtar'ın hatıraları, bu tarz bağlantı kurma hastalığının coğrafyamızda ne denli köklü bir hastalık olduğunu göstermesi açısından önemli.

2 Temmuz 1986 günü Turgut Özal, Ercan Havaalanı'na indiğinde, kendisinin Güney'de Larnaka'dan, Nikosia dedikleri Güney Lefkoşa'ya doğru hareket halinde olduğunu belirtiği yazısında başından geçenleri anlatıyor:

"O tarihi röportajı yaptığımda sanırsam günlerden 3 Temmuz 1986'ydı... Karşımda Kıbrıs Rum Meclis Başkanı oturuyordu... Sosyalist partinin de lideriydi ve Kıbrıs'ta çok etkili bir devlet adamıydı... Adı Lisarides'ti... 27 yaşındaki genç, cesur ancak tıfıl Türk gazetecisini görmüş, onun nahifliğini de gözönünde tutarak mesajını kelimeleri özenle seçerek vermeye çalışıyordu... Güneşin her tarafı yaktığı, çok sıcak bir Kıbrıs öğleden sonrasıydı... Bir ara bana "Siz bizi kaşırsanız, biz de sizi kaşırız" deyiverdi... Tam anlayamamıştım... Zaten ortalık velveleye verilmişti, daha başka nasıl kaşıyacaklardı ki?.. Aklıma ASALA militanlarının Türk diplomatlarını öldürmeleri meselesi geldi...  "Asala Türk diplomatlara yönelik yeni eylemler mi yapacak?.." dedim...

"O kadar basit değil" dedi; "Sizin de Kürt sorununuz var... PKK var... O sorun çok tehlikeli boyutlara ulaşabilir..."

***

PKK eylemlerine 1984 yılında başlamıştı, ama benim kafam o sırada ASALA'nın Türk diplomatlarını öldürmesini terör eylemi olarak daha fazla önemsiyordu... 1986'nın o Temmuz gününde, onbinlerce vatan evladını yok edecek bu korkunç savaşın bilincinde değildim... Kimse değildi... Ne demek istedi acaba Lisarides demiştim:

"Bizi kaşımayın, biz de sizi kaşırız... Kürt sorununuz var... PKK var..." Sonraki yıllarda Lisarides'i o konuşmayı hiç unutmadım..."

***

Ve devam ediyor Reha Muhtar:

"27 yaşında ilk kez birinci ağızdan öğrenmiştim ki, devletlerarası ilişkilerde, her ülkenin kendi içindeki sorunlar, uluslararası ilişkilerde devletlerin birbirine karşı kullanacağı kozlar ya da kartlardır... Şimdi bakıyorum da Lisarides'in çok dikkatli dille, sesini biraz alçaltarak söylediği sözlerin üzerinden çok sular akmış...

Şimdi bakıyorum açıktan "Bizim için PKK neyse, İsrail için de Hamas odur" diyerek, PKK-Hamas bağlantısını direkt ortaya koymaktan çekinmiyor bazıları... Yani 24 yıl sonra bu kez şunu demek istiyorlar galiba: "Siz Hamas'ı kaşırsanız, İsrail de PKK'yı kaşır..."

Son günlerde artan PKK saldırılarının, acaba gizli mesajı bu mudur?.. "Daha fazlası gelecek" mi demek isteniyor?..

Bir ülkenin kendi sorunlarını kendi iç dinamikleriyle, kendi başına çözmesinin öneminin ne kadar büyük olduğunu şimdi bazı kafalar anlayabiliyorlar mı acaba?..

İnsani bir yardımın karşısına böylesine "acı bir kartı" fatura etmekten çekinmeyen cüretkarlar var...

İnsanlıktan ve insani duruştan vazgeçilmez... Ama çok dikkatli olmak gereken günlerden geçiyoruz...

O gün Kıbrıs'ta bunaltıcı bir sıcak ve ateş vardı...

Bugün de etrafta provokasyon havası var..."

(Haber 7)
http://www.haber7.com/haber/20100603/Hamas-ile-PKK-nasil-karsilastirilabilir.php
#1236
Gazze'ye yardım götüren Mavi Marmara'yı basarak kanlı bir operasyon düzenleyen İsrail askerleri, Gazze'ye yardım götüren İrlanda gemisi Rachel Corrie'ye de çıktı, mürettebat direniş göstermedi.

İsrail askerlerinin, Gazze'ye yardım götüren İrlanda gemisine çıktığı, mürettebatın direniş göstermediği bildirildi.

İsrail askeri sözcüsü, İsrail askerlerinin İrlanda'dan yola çıkan "Rachel Corrie" gemisine çıktığını söyledi.

Sözcü, gemide arbede çıkmadığı belirtti.

İsrail geminin rotasının değiştirilmesini, Aşdod limanına çekilmesini istemişti.

AA
http://www.haber7.com/haber/20100605/Israil-askeri-bu-kez-Rachel-Corrieye-cikti.php
#1237
Gemi baskınının üstünden iki gün geçmeden, basının bir kesiminde eleştiri oklarının Mavi Marmara Gemisi'ndeki aktivistlere ve onlara "dur" demeyen hükümete yöneldiğini görüyoruz.

İsrail'in açık uyarılarına rağmen, ablukayı kırmaya kalkmak bela çıkarmak değilse neymiş! Vatandaşlarının can güvenliğini korumakla mükellef hükümet de onları oraya "korumasız" şekilde gönderdiği için ölümlerden sorumluymuş. Ayrıca, o gemide kadınların, çocukların ne işi varmış?

Bu değerlendirmelerde AK Parti'ye saldırmak için her olaydan medet uman müzmin muhalif tavrın payı var elbette. Bu işin siyasi tarafı ama aynı zamanda en önemsiz tarafı. Suçlamaların ardında yatan asıl önemli faktör bizim Beyaz Türkler'in Mavi Marmara Eylemi'ne karşı duydukları ama dobraca ortaya koyamadıkları derin antipati...

Evet... "İlerici" ve "laik" kamuoyumuzun Taksim'den yükselen her "Allahüekber" feryadıyla birlikte tüylerinin diken diken olduğunu; televizyonlarında yurda getirilen yaralıların görüntülerini izlerken, her çember sakallı yaralı görüntüsüyle birlikte yüzlerinin ekşidiğini, bu eylemde Müslüman duyarlılığını hatırlatan her şey karşısında derin bir antipati duygusuyla sarsıldıklarını adım gibi biliyorum. Onlar bu tablodan nefret ediyor; uluslararası basında böyle bir resmin çıkması, Türkiye'nin böyle bir tablo içinde yer alması karşısında paniğe kapılıyor ve bu panik içinde, eyleme ne kulp takacaklarını bilemiyor, resmen saçmalıyorlar.

Ama çok basit bir şeyi düşünmüyorlar:

Eğer ortaya çıkan "İslami" tablodan rahatsızsanız neden bu tabloyu değiştirmiyorsunuz? Neden o gemide yoksunuz? Neden Taksim'e çıkmadınız? Neden Gazze'de işlenen insanlık suçunu protesto edenlere, göğsünü siper ederek ablukayı kırmaya çalışanlara katılmadınız?

Neden aynı şeyi Sırp katliamı sırasında yapmadınız? Sarajevo top atışları altında inlerken, yüz binlerce Müslüman katledilirken oraya koşanların arasına katılmadınız?

Neden Filistinliler'i on yıllardır haydut bir devletle baş başa, yapayalnız ve çaresiz bıraktınız?

Eğer gemideki 800 yolcunun büyük çoğunluğu dindar insanlarsa ve bu katılımcı profili, eyleme doğal olarak dini bir renk veriyorsa, bu onların kabahati mi yoksa orada olmayan sizin kabahatiniz mi?

Zulüm altındaki Filistinliler için şu anda sadece dindar insanlar gözyaşı döküyor, sadece onlar bir şeyler yapmaya çalışıyor. Ama bu onların tercihi değil. Onlar yıllardır uluslararası bir ittifak cephesi oluşturmaya çalışıyor. Onları yalnız bırakan sizlersiniz; "bu Müslümanlar'ın meselesi" diye kenara çekilen, onları kendi başına bırakan sizsiniz. Sonra da ortaya çıkan "manzarayı" beğenmiyor; bütün dünyanın vicdanlı insanlarının takdir ettiği, belki de Gazze'nin ablukadan kurtulmasıyla sonuçlanacak kahramanca bir eyleme riyakârca kulp takmaya çalışıyorsunuz.
Açıkça söylüyorum; ben de sizin oluşturduğunuz bu manzaradan utanıyorum.

Bir ülkenin "en bilinçli", "en çağdaş" unsurları olduğunu düşünen ve her lafın başında "insanlık"tan bahsedenlerin, Müslümanlık'tan bu kadar nefret etmesini, Ortadoğu'nun bir parçası olmaktan bu kadar utanmasını, Müslümanlar'la bir arada görünmekten bu kadar korkmasını, dindarların bulaştığı her şeyin, her eylemin, her hak mücadelesinin mundarlaştığını düşünmesini vahim bir psikolojik sakatlanma olarak görüyorum.

X x x

Bugünlerde bazı arkadaşlar "İnsani" olanla "İslami" olanın ayrışması gerektiğini düşünüyor; insani olana evet, İslami olana hayır demeye getiriyorlar. Bu cümlenin ardında İslami olanın insani olanla çeliştiği düşüncesi yatar. Oysa vicdanın kökünde bütün kültürlerde (çoğunlukla) inanç vardır. Ve onlar bunu bilirler.

Peki o zaman, vicdanın kaynağından İslam'ı neden kazımaya çalışıyorlar? Çünkü onların gözünde insani vicdanın kaynağında yalnızca Batı vardır. Bütün insani değerlerin, Batı uygarlığından doğduğu saplantısından kendilerini arındıramazlar. İnsanlık vicdanının bütün dinlerin, bütün inanç sistemlerinin ortak toprağından kaynaklandığını düşünmek onların kabul edemediği bir şeydir. İnsani olanla İslami olan onların gözünden iki ayrı kutuptur. İnsan eşittir Batı takıntısından kendilerini kurtaramazlar. Çoğunluğu Müslüman bir ülkede yaşar ama o çoğunluğun insanlık değerlerinin kaynağında İslami vicdanın da yattığını kabullenmeyi içlerine sindiremezler.

Bu o kadar ağır bir psikolojik baskıdır ki, Gazze'ye yardım eylemcileri bile, eylemlerini kabul edilebilir kılmak için her lafın başında "Bu insani bir yardımdır" vurgusu yapmak, adeta dini inançlarının özrünü dilemek zorunda hisseder, vicdanlarının kaynağını "masum" göstermek zorunda kalırlar. Yüzünün renginden utandırılıp saçlarını sarıya boyayan zenciler gibi...

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/104447-insani-yardim-mi-islami-yardim-mi-gulay-gokturk-makalesi.aspx
#1238
Reuters'ın Tom Perry imzalı haberinde, Araplar'ın kendi hükümetlerinin de benzeri kararlılığı göstermesini istediği ifade edildi. 

Haberde, Kuveyt'ten Kahire'ye uzanan Arap dünyasında, İsrail baskınına verdiğe karşılığa destek olmak amacıyla Türkiye'nin bayrağının dalgalandırıldığı belirtildi. 

Ankara'nın Tel Aviv büyükelçisini geri çekmek gibi tepkisinin, birkaç Arap hükümetinin İsrail ile diplomatik bağlantılarını ortaya çıkardığı kaydedilen haberde, bu hükümetlere, İsrail'in Gazze kuşatmasına yardım ederek tepki çeken Mısır'ın da dahil olduğu belirtildi.

Mısır'ın başkenti Kahire'de, kendi hükümetlerini eleştiren Mısırlılar'ın, Türkiye'ye destek olduğu kaydedilirken, Kahireli protestocu Madiha Kurkur'un, Dışişleri Bakanlığı'nı göstererek, ''Orada insanlar otururken, Türkler Gazze kuşatmasının kaldırılması gerektiğine dair daha çok şey yaptı'' dediği belirtildi.

Haberde ayrıca Suudi Arabistan'ın önde gelen yazarı ve analisti Halid el Dakhil'in, ''Arap sokaklarında Türk hükümetinin popülaritesinin arttığına şüphe yok. Bu Arap hükümetlerinin güçsüzlüğü göz önünde bulundurulduğunda, doğal bir şey'' şeklindeki sözlerine yer verildi.

Bu arada, Filistin davasını savunarak zaten popüler olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, İsrail ile son yaşananlar üzerine Arap toplumundaki statüsünü daha da yükselttiğine dikkat çekildi.   

AA
http://www.haber7.com/haber/20100603/Reuters-Gerginlik-Turkiyenin-prestijini-artirdi.php
#1239
Sinema ve dizi oyuncusu kardeşi Sinan Albayrak'la birlikte Gazze'ye insani yardım malzemesi götüren gemide yer alan ve İsrail'i sert bir şekilde eleştiren yazırlarıyla tanınan Yeni Şafak gazetesi yazarı Hakan Albayrak, İsrail askerlerinin baskınını ve yaşadıklarını anlattı.

24 TV'ye röportaj veren Albayrak İsrail askerlerinin "one minute" diye bağırarak kendilerine saldırdığını kaydetti.

İlk saldırıda plastik bombaları, ses ve gaz bombaları atmalarına rağmen İsrail askerlerini gemiye sokmadıklarını anlatan, Hakan Albayrak: "Geminin her tarafını tuttuk ama onlar bunu gurur meselesi yaptılar ve gerçek mermilerle taramaya başladılar. Çok sayıda arkadaşımız şehit olunca ve yaralanınca gemide beyaz bayrak çekilmek zorunda kalındı" dedi.

Teslim olma sürecinden sonra 15 saat süren bir gemi yolculuğu yaptıklarını belirten Albayrak, İsrail askerlerinin "one minnute" diye bağırarak yaralı sivillerin üzerine bastığını söyledi. Hakan Albayrak, İsrail askerlerinin büyük bir nefretle "one minute" diyerek kendilerine saldırmasına ilişkin olarak "İsraillilerin en büyük düşman olarak Türkiye'yi gördüğünü anladım" dedi.

http://www.haber7.com/haber/20100603/Hakan-Albayrak-One-minute-deyip-vurdular.php
#1240
Ali Hakan Der bildiriyor

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İsrail'in Gazze'ye yardım götüren gemilere yaptığı saldırıya ilişkin, ''İsrail tarihin en önemli hatalarından birisini yaptı. Bu yanlışın ne büyük bir yanlış olduğunu ileride çok daha fazla anlayacaktır. Şüphesiz ki Türkiye kendi vatandaşlarına ve kendi gemisine karşı uluslararası sularda yapılan böyle bir saldırıyı asla affetmeyecektir'' dedi.

Cumhurbaşkanı Gül, Çorum Valiliği'ni ziyareti sırasında gazetecilerin İsrail'in, Gazze'ye yardım götüren gemilere yönelik saldırısına ilişkin sorularını yanıtladı.

Bir gazetecinin, saldırı karşısında dünyadan gelen tepkileri yeterli görüp görmediğine ilişkin sorusu üzerine Cumhurbaşkanı Gül, saldırılara hayatını kaybedenlere rahmet dileyerek, ''Bu kişiler aslında şehittir'' dedi. Yardım gönüllülerinin insanlara yardım etmek gibi ulvi bir amaçla hareket ettiğini, ellerinde silah ya da başkalarına zarar verecek bir şey taşımadığının altını çizen Gül, şöyle konuştu:

''İsrail tarihin en önemli hatalarından birisini yaptı. Bu yanlışın ne büyük bir yanlış olduğunu ileride çok daha fazla anlayacaktır. Şüphesiz ki Türkiye kendi vatandaşlarına ve kendi gemisine karşı uluslararası sularda yapılan böyle bir saldırıyı asla affetmeyecektir. Soğukkanlı bir şekilde ama bunun gereğini muhakkak yapacaktır.

Zaten bununla ilgili devlet kademeleri, hükümet gerekli çalışmaları yapmaktadır. Şunu belirtmek isterim ki İsrail yaptığı en büyük yanlışlardan, en büyük hatalardan çok pişman olacağı bir yanlışı yapmıştır. Bunu giderek daha çok anlayacaktır. Bunu hiçbir zaman unutmayacağız.''

Saldırının dünyada çok büyük yankı uyandırdığını belirten Cumhurbaşkanı Gül, BM Güvenlik Konseyi'nde saldırının oy birliğiyle kınanmasının ve olayla ilgili bağımsız komisyon kurulmasının önemli olduğunu kaydetti. Komisyonun bağımsız bir komisyon olacağını vurgulayan Gül, ''Bu komisyon asla İsrail makamlarının kurduğu bir komisyon olmayacaktır. Böyle bir komisyonu kabul etmemiz mümkün değildir'' dedi.

Cumhurbaşkanı Gül, İsrail'in insanlığa karşı nasıl bir suç işlediğini kendi elleriyle deşifre ettiğini dile getirdi.

Türkiye'nin bütün vatandaşlarını İsrail'den geri getirdiğini ifade eden Gül, İsrail'de tutulan Türk vatandaşlarının parça parça getirilmesini kabul etmediklerini anlattı. Gül, ''Bu çok önemli bir olaydır ve takip edilecektir. Unutulacak, unutturulacak ve üstü kapatılacak bir konu değildir'' dedi.

''ESKİSİ GİBİ OLMAYACAĞI ARTIK ORTADADIR''

Cumhurbaşkanı Gül, Türkiye-İsrail ilişkilerinin seyrinin bundan sonra nasıl olacağına ilişkin soruyu şöyle yanıtladı:

''Bu saatten sonra Türk-İsrail ilişkileri hiçbir zaman eskisi gibi olmaz. İsrail yaptığı hatayı anlar, bunu çok açık bir şekilde, kabul edilebilir bir şekilde giderebilirse ancak o zaman belki telafi edebilir. Ama hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağı da artık ortadadır. İsrail ileride anlayacaktır yaptığı hatayı, yaptığı işin ne olduğunu ve kendisine maliyetinin ne olduğunu. Bundan sonra ne olacağını herkes takip edecektir.''

''Türkiye'nin Orta Doğu'da artık arabulucu rolü üstlenemeyeceğine'' ilişkin değerlendirmeler yapıldığının hatırlatılması ve Orta Doğu barış sürecinin bu durumdan nasıl etkileneceğinin sorulması üzerine Gül, bu meselenin Türkiye-İsrail meselesi olmadığını, İsrail ile insanlığın meselesi olduğunu söyledi.

Dünyanın bunu böyle görmesi gerektiğini vurgulayan Cumhurbaşkanı Gül, İsrail'in yardım konvoyuna yaptığı saldırıda Türk vatandaşlarının öldürülmesiyle, konunun ayrı bir hal aldığını kaydetti.

İsrail'in davranışları ve politikalarının ne İsrail-Filistin sorunu ne İsrail-Arap sorunu ne de Türkiye-İsrail sorunu olduğunu bildiren Gül, bunun İsrail ile bütün insanlığın meselesi olduğunun altını çizdi.

Gül, şunları kaydetti:

''İsrail aslında kendi geleceğiyle ilgili çok yanlış işler yapmaktadır. İsrail'deki hükümet kendi halkına yük olmaya başlamıştır. Yaptıkları politikalar kendi geleceklerini karartmaktadır. Bu söylediklerim anlayan için çok önemli laflardır. Ben uzaktan konuşarak herhangi bir şekilde hamaset yapmıyorum. Bu söylediğim lafların bütün İsrailliler tarafından ve bu konuyla ilgilenen başta ABD'deki yetkililer olmak üzere herkes tarafından çok iyi değerlendirilmesi gerekir.''

AA
http://www.haber7.com/haber/20100603/Gul-Israil-cok-pisman-olacak-VIDEO.php