Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#1281
CHP'de "değişim", "yenileşme", "gençleşme" rüzgarlarının bu kaçıncı esişi acaba?

Sayısını tam bilemeyeceğim ama son yirmi-otuz yıldır ben şahsen defalarca izledim aynı filmi...

Hatta bir defasında Baykal blue jean'lerini çekip gazetecilere pozlar vermişti; bakın nasıl gençleşiyoruz diye... Ortalıkta içi boş birtakım sloganlar uçuşuyordu yine...

O zaman Aktüel'i çıkarıyorduk. Biz de ciddiye alıp, Baykal'la bir röportaj yapalım, şu sloganları biraz kurcalayalım bakalım demiştik.

Elimde bir deste soruyla kalkıp Ankara'lara gitmiştim CHP Genel Başkanı'yla konuşmak için. Bütün sorularımı "bunu daha sonra konuşuruz", "bu konularda henüz hazırlıklarımızı bitirmedik, hazır olunca konuşacağız" diye geçiştirdiğini, hatta bir ara soruları elimden almaya kalktığını ve sonunda "Siz bu soruları bırakın, ben size anlatayım" diye yine aynı soyut yenileşme nakaratlarını tekrarlamaya başladığını hatırlıyorum.

Sonunda dayanamamış, notlarımı toplayıp ayağa kalkmış ve "O zaman bu röportajı siz bu sloganların içini doldurduğunuz zaman yaparız" deyip çekip gitmiştim.

Zaten o değişim balonu da kısa sürede söndü gitti; geriye yine kişiler üzerinden yürüyen bir parti içi iktidar kavgası kaldı.

Baykal'ın en sonuncu "değişim" atağını ise hepiniz hatırlarsınız. Hani şu çarşaflı kadınlara parti rozeti taktığı töreni...

Şimdi bakıyorum da, yine bir yalancı rüzgâr esiyor CHP saflarında...

Evet, parti içi iktidar el değiştirdi, bu kesin...

Ama lider değişiminin parti politikalarında herhangi bir iyileşmeye yol açacağına dair en ufak bir ipucu yok ortada.

Kılıçdaroğlu iktidara gelirse halka iş ve aş sağlayacakmış!

Ne kadar da "özgün" bir program değil mi?

Sanki şimdiye kadar iktidar olan partiler halkı iş ve aş sahibi yapmayı akıl edemedi. Sanki şimdiye kadarki bütün muhalefet partileri iş ve aş demedi. Sanki iş ve aşın halkın en önemli derdi olduğunu ilk defa Kılıçdaroğlu keşfediyor ve elinde bu meseleyi çözecek sihirli bir formül var.

Aslına bakarsanız, Kılıçdaroğlu'nun iş ve aş söylemini, bugün "değişim" diyen bir liderin cevaplamak zorunda olduğu çok önemli soruları es geçmek için paravan olarak kullandığı besbelli.

Etnik ve dini kimliklerden kaynaklanan sorunlara vurgu yapmak, kısır rejim tartışmalarına girmek istemiyormuş!
Tabii istemez.

Çünkü o alana girdiği anda "değişimci"nin pulları dökülecek. CHP'de her şeyin eski tas eski hamam olduğu kabak gibi ortaya çıkacak.

Kılıçdaroğlu'nun "iş ve aş" klişeleriyle geçiştiremeyeceği sorular var:

Yeni ekip bu partinin 28 Şubat'tan bu yana izlediği darbe işbirlikçisi, askeri vesayetçi, Ergenekon avukatı, Türk milliyetçisi, Kürt düşmanı, statükocu ve demokrasi karşıtı çizgisini değiştirecek mi?

Kılıçdaroğlu partisinin 28 Şubat müdahalesi karşısında aldığı tutumun özeleştirisini yapacak mı?

Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında orduyu yardıma çağırışı için; e-muhtırayı destekleyişi için özür dileyecek mi?

Ordu içindeki darbeci kliklerin deşifre edilmesini ve darbecilerin cezalandırılmasını önlemeye çalışan tutumunu terk edecek mi?

Kürt Açılımı'na karşı çıkışının hesabını verecek mi?

Türban yasağı konusundaki inadından vazgeçecek mi?

Son yıllarda askeri vesayet rejimini geriletmeye çalışan bütün reform çabalarının önüne dikilme tutumunu değiştirecek mi?

Siyaseten yenemediği rakiplerini Anayasa Mahkemesi yoluyla yok etmekten vazgeçecek mi?

Kılıçdaroğlu'nun iş ve aştan başka bir şey düşünmediğini zannettiği geniş halk kitleleri aslında bu soruların cevabını bekliyor. Ve şu ana kadar CHP'yi Türkiye'nin en tutucu partisi haline getiren bu çizginin değişeceğine dair en ufak bir işaret almış değil.

X x x

Kılıçdaroğlu'nun bütün eksikliklerine rağmen Baykal'dan daha iyi bir seçenek olduğunu, hiç değilse dürüst ve mütevazi bir lider olduğunu söyleyenler az değil.

Doğrusu dürüstlük gibi siyasette "gerek şart" olması gereken bir özelliğin "yeter şart" zannedilmesine hep şaşmışımdır ama neyse...
Ben asıl Baykal'la Kılıçdaroğlu arasındaki başka bir fark üzerinde durmak istiyorum.

Benim tanıdığım kadarıyla Baykal için, izlediği politikanın doğruluğuna yanlışlığına inanmasının bir önemi yoktur. Aslında onun herhangi bir konuda kendi "öz" fikri diye bir şey de yoktur. O, savunduğu her fikri o gün öyle savunulmasını siyaseten kârlı bulduğu için savunur, dolayısıyla yarın güç dengeleri değiştiğinde politikasını değiştirmesi de son derece rahat olur. Mesela ben, Baykal'ın son yıllarda izlediği Kemalist-vesayetçi çizginin doğruluğuna hiçbir zaman inandığını zannetmiyorum. O, siyasette böyle bir kulvar tercihi yaptı çünkü bu kulvarda siyaset yapmanın kârlı olduğuna inandı.

Kılıçdaroğlu ise CHP'nin saplandığı bu Kemalist çizgiye samimiyetle ve yürekten inanmış görünüyor. Tabii bu durum bu çizgiyi değiştirmesi ihtimalini de ortadan kaldırıyor. Dolayısıyla "değişim" açısından Baykal'dan daha umutsuz bir vaka olarak karşımızda duruyor.
Evet, siyasette ilkesizliğin "avantaj" haline geldiği bir durumdan söz ettiğimin farkındayım ama ne yapalım ki bazen yanlışa itikat, oportünist bir kaypaklıktan daha beter sonuçlara yol açabiliyor.

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/103486-is-as-gulay-gokturk-makalesi.aspx
#1282
Yargıtay 6. Ceza dairesi, çevresine korku salan ve 'psikopat' olarak tanınan kişilerin yapacağı hırsızlıklarda daha ağır hapis cezasıyla yargılanmaları gerektiğine karar verdi.

17 yaşındaki  K.H'nin yaşadığı okulun çevresine takılan ve çevresinde 'psikopat' olarak tanınan S.A, olay günü yine okulun önüne geldi. Sabah 11.30 sıralarında  K.H. Okula giderken S.A ile karşılaştı.  K.H, kendisinden cep telefonunu isteyen S.A'dan korktuğu için cep telefonunu kendisine zor kullanılmadan verdi.

Mahkeme, darp etmeden cep telefonunu alan S.A'yı hırsızlık suçunu işlediği gerekçesiyle bir yıl hapis cezasına mahkûm etti ve cezayı da erteledi.

Dosyanın temyiz incelemesini yapan Yargıtay 6. Ceza Dairesi, yerel mahkemenin verdiği kararı bozdu.

Yargıtay, verdiği emsal kararda şu görüşleri dile getirdi: "Sanığın, psikopat olarak tanınmasının çevresinde korku meydana getirdiğini bilerek, yağma suçunun tehdit unsurunu oluşturan bu olgudan yararlanarak gerçekleştirdiği eyleminin yağma suçunu oluşturduğu gözetilmeden, yerinde olmayan gerekçeyle yazılı biçimde hırsızlık suçundan hükümlülüğüne karar verilmesi bozmayı gerektirmiştir."

Hırsızlık suçunu işleyenler bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanıyor. Yağma (gasp) suçunu işleyenler ise altı yıldan on yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanıyor.

http://www.haberturk.com/yasam/haber/509950-yargitaydan-tarihi-karar
#1283
Biriken emeklilik ve sigorta sorularının hepsini de cevaplamış olmak için Hayreddin Karaman hocamızın açıklamalarını arz ediyorum bilgilerinize. Bu konudaki soruların net cevaplarını bulacaksınız bu tekrar edilen soru ve cevaplarda.

Soru: 1- Devlet kurumlarından emekli olmakla, banka ve sigorta şirketlerinin yaptığı bireysel (emeklilikten emekli olmak) arasında fark var mı? Ayrıca hayat sigortasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cevap: -Devletin kurduğu ve yürüttüğü kurumlardan emekli olmakla, banka ve sigorta şirketlerinin yaptığı bireysel emeklilik ve hayat sigortası, hüküm bakımından farklıdır! Birincisine (devlet kurumlarından emekli olmaya) cevaz verilmiştir. İkincisi (yani bankaların ve sigorta şirketlerinin yaptıkları bireysel emeklilik ile hayat sigortası) caiz değildir! Burada banka ve şirketin amacı, paranızı faizle işletip sonra (faizi ile) size geri vermekten ibarettir.

Soru: 2- Hayat sigortaları konusunda ölçü nedir? Araba kaskosu, benzeri uygulamalar var. Yani, bir yıl için sağlık-ölüm olmazsa prim yanıyor, aksi halde tazminat alınıyor.

Cevap: - Hayat sigortasının, riski paylaşma ile bir alakası yoktur. Bu sigorta, daha fazla veya ileride gelir sağlamak için bugünden/önceden ödeme yapmaktan ibarettir ve az verip çok almak, kazanırken verip, kazanamaz hale gelince almak kastından kaynaklanır. Hayat sigortası, bir zaruret olarak ancak şu durumda meşru olabilir:

- Bir gün çalışamaz ve kazanamaz hale gelince bir geliri, bakacak bir kimsesi olmayanlar hayat sigortası yaptırırlar. O gün gelince başka kaynaktan geçimleri olursa, yatırdıkları para ve onun enflasyon farkını alır, geri kalan (fazlasını) yoksullara dağıtırlar. Geçinecek başka kaynakları olmazsa ancak o takdirde sigorta tazminatı ile geçinirler.

Soru: 3- Ben bir özel hayat sigortasına aylık prim yatırıyorum. Gelen yazıda yatırdığımız primlere verilen kâr paylarının faiz değil, yatırım geliri olduğu söyleniyor. Biriken fonları borsa, gayrimenkul alım satımı, hazine bonosu gibi bugünkü iktisadi sistemin çeşitli yatırım araçlarında değerlendiriyorlarmış. Bize de şu kadar kâr payı veya faiz vereceğiz diye bir söz verilmiyor. Fonlar değerlendiriliyor, sonra kâr payları dağıtılıyor. Bu konuda helallik ve haramlık yönünde bir yol gösterebilir misiniz? Eğer helalse telefonla ne kadar kâr paylı birikimimiz olduğunu öğrenebiliyoruz?

Cevap: - Sigorta şirketlerine prim ödeyip belli bir süre sonra emekli parası almaya başlayanlar veya kâr elde edenlerin, önce bu şirketlerin, bu primleri ne yaptıklarını, onları nerelere yatırarak para kazandıklarını bilmeleri gerekir. Sigorta şirketlerinin gelirlerinin önemli bir kısmı faizdendir. Yatırılan primlerle yapılan işlemlerde İslam'a göre haram-helal konusu aranmamakta, bu konuda bir hassasiyet bulunmamaktadır. Bu sebeple paranızı, faizcilik yaparak para kazanan şirketlere değil, faizden uzak duran teşebbüslere yatırmanız gerekir.

Soru: 4- Sigortaya nasıl bakıyorsunuz? Acaba kaskolar da caiz olan sigortaya girer mi, hayat sigortasına uygun değil diyorlar ne buyurulur?

Cevap: - İslam'a uygun olan bir sigorta kurumu oluşturmak mümkündür. Malezya'da böyle bir kurum vardır ve başarı ile işletilmektedir. Bu sigortanın esası şudur: Malını sigorta ettirmek isteyenler sigorta kurumuna gelip "üye" olurlar ve belli bir -yıllık, aylık- bedel öderler, bu para onların namına kaydedilir, toplanan paraların belli bir miktarı hasarları ödemek için ayrılır, geri kalan ile (helal) yatırım ve ticaret yapılır, buna da bütün üyeler ortaktır, bu ticaretin geliri bazen o kadar olur ki, hem bütün üyelerin "bu şekilde sigortalı" hasarları ödenir hem de üstüne para kazanırlar. Gelir fazla olmazsa hasarlar fondan (toplanan paradan) ödenir. Kurumun giderleri de yine fondan ve ticari gelirden karşılanır. Türkiye'de böyle bir sigorta kurumuna izin verilmedi. Bu sebeple -yani İslam'a uygun olan sigorta kurumu bulunmadığı için- ve Müslümanların da araba, ev, dükkan, mal, sağlık gibi değerlerini hasar ve zarara karşı yardımlaşarak korumaya (zarar gördüğünde yerine koymaya, yaptırmaya, tedavi ettirmeye...) ihtiyaçlar olduğu için, mevcut sigorta şirketlerine bunları sigorta ettirmeleri -fıkıhta zaruret sayılan bu ihtiyaç sebebiyle- caizdir. Kasko da böyledir. Hayat sigortasının hasar, zararı ortaklaşa telafi ile bir ilgisi yoktur; hayat sigortası para verip karşılığında para alma esasına göre işler; bu sebeple faizciliğe girer ve caiz değildir.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=651159
#1284
Maliye Bakanlığı başhesap uzmanı Dr. Erdoğan Topalhocaoğlu'nun (58) telefonunu çalarken trenden düşüp ölümüne neden olduğu iddiasıyla yargılanan sanık Osman Temel, 3 yıl 4 ay hapse mahkûm edildi. İyi hali nedeniyle hırsızlık cezasında indirime gidilen Osman Temel, arbede sırasında trenden düşen Topalhocaoğlu'nun ölümünden sorumlu tutulmadı.

İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki dünkü duruşmaya, Erdoğan Topalhocaoğlu'nun kardeşi Aysun Bozkurt ile taraf avukatları katıldı. Duruşmada söz alan Topalhocaoğlu ailesinin avukatı Bahri Belen, "Sanık, Erdoğan Topalhocaoğlu'nu dövüp iterek ölümüne sebebiyet verdiğinden ve eşyaları yağmaladığından yağma ve kasten adam öldürmek suçundan cezalandırılmasına karar verilmesini talep ediyorum" dedi.

'Kasten öldürme yok'
İstanbul Cumhuriyet Savcısı Orhan Erbay da daha önce verdiği mütalaayı tekrar ettiğini belirtti. Temel'in avukatı da olayda tek görgü tanığı olan Armağan Burak Çokuğraş'ın anlatımına göre müvekkilinin yağma ve kasten adam öldürme suçunu işlemediğini söyledi. Sanık avukatı, müvekkilinin hırsızlık suçundan cezalandırılmasını talep etti.
Duruşmayı karara bağlayan Mahkeme Heyeti, sanık Osman Temel hakkında Erdoğan Topalhocaoğlu'nu "kasten öldürmek" suçundan hakkında dava açıldığını ancak suçun sabit olmadığından, bu suçtan beraatine karar verdi. Mahkeme, "yağma" suçunun da vasıf değiştirerek, halkın yararlanmasına sunulmuş ulaşım araçlarından olan tren vagonunda "özel beceriyle hırsızlık" suçunun oluştuğu gerekçesiyle Temel'in 4 yıl hapisle cezalandırılmasına hükmetti.
Mahkeme heyeti, sanığın yargılama sürecindeki davranışlarını da dikkate alarak cezadan indirim yaparak, Temel'e 3 yıl 4 ay hapis cezası verdi. İddianamede, Osman Temel'in, "kasten adam öldürmek" suçundan ağırlaştırılmış müebbet, "yağma" suçundan da 10 yıla kadar hapis cezasına çarptırılması isteniyordu. Temel, ifadesinde, maktul ile aynı trende seyahat ederken 30 Temmuz 2008 tarihinde elinden cep telefonunu zorla aldığını ve maktulün kendisini takip ederken düşerek öldüğünü söylemişti.

'İnsan hayatının bedeli bu mu?'
Topalhocaoğlu'nun kardeşi Aysun Bozkurt, adliye çıkışında verilen karara ağlayarak tepki gösterdi. Bozkurt, "Karara itiraz edeceğim. Adamın hiç suçu yok. Durduk yerde sağlıklı bir insan intihar etti gösteriliyor. Bir insanın hayatının bedeli 3 yıl 4 ay ceza. Sanığın hırsızlıktan başka bir suçu yokmuş. Kardeşimin telefonunu aldığı ve hiç dokunmadan gittiği söyleniyor. Buna kim inanır? Adli Tıp Raporu'nda kardeşimin sol gözünde morluk olduğu yazıyor. Otopsi raporunda darp izi vardı. Allah versin cezalarını. Belki ilahi adalet daha güçlüdür" dedi.

http://www.milliyet.com.tr/olumlu-gaspa-hirsizlik-cezasi/yasam/haberdetay/19.05.2010/1239776/default.htm
#1285
Bu başarı, alışılagelmiş şampiyonlukların çok daha fazlası, çok daha ötesi. Şimdi Türkiye, şampiyonunu, Bursaspor'u alkışlıyor. Beşiktaşlısı, Trabzonsporlusu, Galatasaraylısı, hatta Fenerbahçelisiyle... Edirnelisi, Karslısı, Rizelisi, Muğlalısı, kuzeyi, güneyi, doğusu, batısıyla. Ve takdir dolu bir içtenlik duygusuyla.

Neye niyet... Neye kısmet... Sezon başladığında, kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu Bursaspor'un şampiyonluğu.

Sınırlı bütçesi, mütevazı kadrosu, bir önceki sezondan daha iyisini yapmanın ötesinde, Bursaspor'un da böyle bir beklentisi yoktu. UEFA Kupası'na ligden giden takımlardan biri olmak, 3 ya da 4. sırayı almak, o günlerdeki beklentiler çerçevesinde yeter de artardı.

Üstelik Fenerbahçe'nin ve Galatasaray'ın iddialı kadrolar kurduğu, şampiyon Beşiktaş'ın yeniden aynı hedefle buluşmaya soyunduğu, onlar gibi değilse bile Trabzonspor'un umutlu olduğu o başlangıç döneminde.

Gerçi Bursaspor, geçen sezonun ikinci yarısında çok önemli bir çıkış yapmış, Ertuğrul Sağlam'ın göreve gelmesiyle birlikte takım olma sürecinde çok önemli adımlar atmış, Beşiktaş'ın 40, Trabzonspor'un 30, Sivasspor'un 29, Galatasaray ile Fenerbahçe'nin 28'er puan topladıkları o yarıda tam 33 puana ulaşmıştı ama... Yine de o çıkış, şampiyonluk hedefinin ortaya konulmasını ve sezona bu iddia ile başlanmasını gerektirecek bir çıkış değildi.

Nitekim çok sıradan bir başlangıç yaptı lige Bursaspor. Sahasında 1-0 yenik duruma düştüğü maçta ligin yeni takımı Kasımpaşa'yı ancak 2-1 yenebildi. Ardından Eskişehir deplasmanında Eskişehirspor'a 3-2 yenildi. Sonrasında sahasında Ankaragücü'nü 1-0'la geçti. Ve ilk deplasman puanını Trabzonspor'la 1-1 berabere kaldığı maçta aldı. 5. haftada rakip Fenerbahçe'ydi. Bursaspor, Alex'in attığı golle sahasındaki ilk yenilgiyle de o maçta tanıştı.

İlk 5 haftanın tablosu, pek de iç açıcı olmamıştı. 3'ü içeride oynanan maçlarda 2 galibiyet, 2 yenilgi ve 1 beraberlik. O sıralar Fenerbahçe ile Galatasaray 5'te 5 yapmış ve 15'er puana ulaşmışlardı. Bursaspor ise 7 puanda kalmıştı. Yani, şampiyonluk bırakın hesapları, hayallerde dahi yoktu.

Deplasmanda 3-1 kazanılan Sivasspor maçı, Bursaspor'da bir silkinişin başlangıcı oldu. Ardından içerideki Diyarbakırspor (4-0) ve dışarıdaki Manisaspor (2-0) ile Denizlispor (3-2) galibiyetleri geldi. İçeride İBB'ye yarım düzine gol atılınca, dikkatler Bursaspor'un üzerine yöneldi. Bu defa ikinci 5 maçlık dönem, 3'ü deplasmanda alınan 5 galibiyet ve 15 puanla noktalanmıştı. Dahası Bursaspor bu 5 maçta tam 18 gol atmış, fileleri ise yalnızca 3 kez havalanmıştı.

Yani takım artık hem iyi savunma yapıyor hem de küçümsenmeyecek oranda gol atıyordu.

Antalyaspor deplasmanından da (1-1) puanla dönen Bursaspor, bu sezon sahasındaki son yenilgiyi 12. haftada Ivan Ergic'in golüyle öne geçmesine karşın, Gençlerbirliği (1-2) maçında aldı. Gaziantep deplasmanında Kirita'nın golüyle (1-0) kazandı ve yara sardı. Bursa'da Galatasaray'ı (1-0) yenince iştahlandı. Öyle ya Galatasaray, sezonun en fiyakalı takımlarının başındaydı. Ve bu maça dek yalnızca Fenerbahçe ile Ankaragücü karşısında sahadan boynu bükük ayrılmıştı.

O galibiyetle Bursaspor, sanki biraz havalandı. Kayseri deplasmanına büyük iddialarla gitti. Fakat daha 55. dakikada skor 3-0 oldu ve sezonun en ağır yenilgisini alarak maçı kaybetti. Hükmen kazanılan Ankaraspor maçının sonrasında ve ilk yarının kapanış maçında rakip Beşiktaş'tı. Beşiktaş maçlarının da Bursaspor için özel bir anlamı vardı. İlk gol 20. dakikada Ozan İpek'ten geldi. 57'de Nobre skoru eşitledi. 64'te Beşiktaş, Bobo'nun penaltısıyla öne geçti. 86'da Ivan Ergic durumu 2-2 yaptı. 89'da ise Zapotocny skoru noktaladı. Beşiktaş'ı İstanbul'da, hem de Zapo'nun son dakikada attığı golle yenmek, Bursaspor'a ayrı bir keyif verdi. Ama daha da ötesinde takımın özgüveni arttı. Ligin ilk devresi Fenerbahçe'nin 2 puan gerisinde, 3. sırada ve 35 puanla noktalanmıştı.

Bursaspor, şimdi UEFA hedefini yüksek sesle anlatmaktaydı.

şampiyonluğa uzanan müthiş seri

İkinci yarı 3-1'lik Eskişehirspor galibiyetiyle başladı. Dışarıda Ankaragücü (0-0), içeride Trabzonspor (1-1) beraberlikleriyle Bursaspor üst üste 4 puanı birden bıraktı. Sonrasında müthiş bir seri yakaladı. Üstelik de Fenerbahçe'yi Saracoğlu'nda yenerek... 21. dakikaya gelindiğinde Alex ve Santos'un golleriyle Bursaspor 2-0 yenik duruma düşmüştü. 27'de Batalla'nın golü geldi. Tıpkı Beşiktaş maçında da olduğu gibi, son dakikalarda iki gol daha buldu Bursaspor ve Ozan İpek'in 85 ve 90'da fileleri havalandırışıyla sahadan 3-2 galip ayrıldı. Peşinden 12 gol atıp 1 gol yiyerek üst üste 5 galibiyet daha aldı. Tabii ki tüm galibiyetler çok anlamlıydı. Kasımpaşa deplasmanında 2-0 kazanmak ise galiba biraz daha fazlaydı. Çünkü, Eskişehirspor'un lider G.Saray'ı 2-1 yenmesinin ardından oynanan o erteleme maçıyla birlikte Bursaspor liderlik koltuğunu da devralmıştı.

Lig artık Bursaspor'a dönmüştü. 26 Mart'taki İBB maçı da bu anlamda büyük önem kazanmıştı. Bursaspor, G.Saray'ın 5, Fenerbahçe'nin 6 puan önündeydi. Cuma akşamı kazandığı takdirde maç fazlasıyla Galatasaray'ın 8, Fenerbahçe'nin 9 puan önüne geçecekti. İki gün sonra da derbide Galatasaray ile Fenerbahçe karşı karşıya gelecekti! Yani sonuç ne olursa olsun, Bursaspor'un işine gelecekti.

Ama Bursaspor bu çok kritik maçı kaybetti. Fenerbahçe Sami Yen'deki derbiyi kazandı ve fark bir anda 3'e indi. Artık Fenerbahçe yalnızca yarışılan bir rakip de değil, çok önemli bir tehditti. Nitekim o Fenerbahçe, son maça dek müthiş bir puan performansı gösterdi. 10 maçta tam 28 puan elde etti.

İBB yenilgisiyle yaşanılan şok, biraz olsun Antalyaspor (2-1) galibiyetiyle hafiflerken, bu defa Bursaspor Ankara'da Gençlerbirliği'nden çelme yedi. Üstün oynadı, çok gol kaçırdı ama maç 0-0 bitti. Şimdi Fenerbahçe, nefesini iyice hissettirmekteydi. İçerideki Gaziantepspor (2-0) galibiyetiyle umut yine yeşerdi. Lâkin deplasmandaki Galatasaray (0-0) beraberliği, adeta bir çuval inciri berbat etti. Fenerbahçe kazanmaya, Bursaspor ise deplasmanda puan dağıtmaya devam ediyordu. Üst üste 3 deplasmanda kaybedilen 7 puan, bir anda yarışın seyrini değiştirmişti. Hele bitime bir hafta kala, güvenilen dağlara da kar yağınca ve Ankaragücü, sahasında Fenerbahçe'ye 3-0 mağlup olunca... Artık umut, neredeyse Kafdağı'nın ardına inmişti. Son haftaya Fenerbahçe puan farkıyla lider giriyor ve sahasında Trabzonspor ile oynuyordu. Bursaspor ise içeride Beşiktaş'la.

Fenerbahçe nasıl olsa kazanır görüşü, tüm ülkede hâkimdi. Çünkü Trabzonspor'un hedefi yoktu. 5 Mayıs'ta Şanlıurfa'daki kupa finalini, Fenerbahçe'yi eze eze kazanmış ve bir anlamda sezonu noktalamıştı.

Artık komplo teorisyenlerinin tezleri de hazırdı. Trabzonspor, Fenerbahçe'ye yatacaktı! Hem Anadolu'dan ikinci bir şampiyonun çıkmasına neden fırsat versin ve karizmayı çizdirsindi!

Tam bu noktada, bir anekdotu anlatmanın sanırım sırası geldi.

Kupa finalinden sonra Şanlıurfa'da Şenol Güneş'le ayaküstü sohbet ediyoruz. Final bitmiş ya... Biz ligi konuşuyoruz. Ben, "Fenerbahçe'nin zor maçı Ankaragücü ile... Yenerse şampiyon olur" diyorum. O, "Fenerbahçe, Ankaragücü'nü kolay yener. Asıl zor maçı bizimle" diyor. Ben, "Sizin maç, o aşamadan sonra çok zor olmaz. Fenerbahçe, iş o noktaya gelince sizi de yener" öngörüsünde bulunuyorum. O, "Görürsün... Bu Fenerbahçe bizi yenemeyecek. Şampiyonluğu o maçta kaybedecek" yanıtını veriyor.

Ve sonuçta haklı da çıkıyor. Unutulmaz bir final gecesinin Bursa ayağında Bursaspor, Beşiktaş'ı bir kez daha mağlup ediyor. Tıpkı 1995-96 sezonunu anımsatan bir maçta, bu defa Fenerbahçe kaçırdıkça kaçırıyor ve Trabzonspor'a takılıp şampiyonluğu dramatik bir sonla kaybediyor.

Sonrası futbol tarihinde yeni bir sayfanın açılışı. Bursaspor'un 5. şampiyon olarak taçlanışı.

Başarmak, hele hele böylesine nefes kesen bir yarışı son anda kazanmak, umudun tükenmeye, hayallerin yıkılmaya yüz tuttuğu bir ortamda şampiyonlukla buluşmak, Bursaspor'un bu destansı öyküsüne galiba ayrı bir keyif, ayrı bir heyecan, ayrı bir anlam katıyor. Anadolu ihtilalinin ilk ateşini yakan Trabzonspor'un, son ateşi yakması için Bursaspor'a sağladığı katkı da komplo teorisyenlerinin kirletmeye çalıştıkları futbolumuza.

Bursaspor şampiyon.

Bu söz, inanın benim kulağıma çok hoş geliyor.

Tıpkı bu ülkedeki ezici çoğunluk gibi, bana da ayrı bir mutluluk veriyor. Örnek olması, diğer Anadolu takımlarının iştahlarını kabartması, "bizi şampiyon yapmazlar" tevatürünün son bulması adına da bu önderlik farklı bir değer taşıyor.

Öyleyse gelin bu Bursaspor'u yürekten alkışlayalım. Ertuğrul Sağlam'ın duruşuna, icraatına, teknik adamlık kariyerinin henüz başlarındaki bu büyük başarısına saygı duyalım. Bursaspor yönetiminin o mütevazı bütçeyle başardıklarını, adı büyük, icraatı küçük kulüplerimize "kıssadan hisse" başlığıyla ders notları olarak yollayalım.

Futbol yaşamlarının ikinci baharını yaşayan Ivankov'a, Ali Tandoğan'a, İbrahim Öztürk'e, Ömer Erdoğan'a, Ivan Ergic'e, Hüseyin Çimşir'e, Mustafa Keçeli'ye, Tomas Zapotocny'ye, ilk baharını yaşayan Volkan Şen'e, Ozan İpek'e, Sercan Yıldırım'a, Turgay Bahadır'a, Bekir Ozan Has'a, Pablo Batalla'ya en içten takdirlerimizi sunalım.

Bu takım, bir inancın simgesi... Birlikteliğin göstergesi... Bu takım azmin, mücadelenin, hırsın adresi bir zafer abidesi.

Bu başarı, alışılagelmiş şampiyonlukların çok daha fazlası, çok daha ötesi.

Şimdi Türkiye şampiyonunu alkışlıyor... Kazananıyla, kaybedeniyle... Beşiktaşlısı, Trabzonsporlusu, Galatasaraylısı, hatta Fenerbahçelisiyle... Edirnelisi, Karslısı, Rizelisi, Muğlalısı, kuzeyi, güneyi, doğusu, batısıyla. Ve takdir dolu bir içtenlik duygusuyla.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=985268
#1286
Bir ilköğretim müfettişinin açtığı dava sonucu internet hizmeti için alınan sabit telefon ücreti iptal edildi.

Türk Telekom'un bütün ADSL aboneleri için emsal teşkil edecek kararda, ADSL hizmeti nedeniyle kişiye ait telefon hattı üzerinden sabit ücret alınmasının yasal olmadığına hükmedildi.

Müfettiş Recep Ali Örten, Kastamonu'da görev yaptığı sırada ADSL aboneliği için başvuruda bulundu. Türk Telekom yetkilileri sabit hat çektirmeden ADSL hizmeti veremeyeceklerini belirtti. Bunun üzerine sabit hat için aboneliği kabul etti ve evine telefon hattı çektirdi. Ancak ADSL hizmeti için sabit telefon ücreti alınmaması gerektiğini savunan Örten, 4 Mart 2008'de Kastamonu Valiliği Sanayi ve Ticaret İl Müdürlüğü Tüketici Sorunları İl Hakem Heyeti Başkanlığı'na şikâyet dilekçesi verdi. Talebin reddedilmesi üzerine konuyu tüketici mahkemesi sıfatıyla Kastamonu 1. Asliye Hukuk Mahkemesi'ne taşıdı. Mahkeme, Örten'i haklı bulurken, telefon hattı üzerinden sabit ücret alınmaksızın ADSL hizmetinden yararlandırılması gerektiğine hükmetti. Türk Telekom avukatları kararı temyiz etti. Ancak Yargıtay 13. Hukuk Dairesi itirazı reddetti. Şu an Sinop'ta görev yapan Örten, şimdi geriye dönük ödediği sabit ücretleri almak için uğraşıyor. ZAMAN-ERSAN TEMİZEL

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=984853&title=mahkeme-internette-sabit-telefon-ucretini-iptal-etti
#1287


Bursaspor lig tarihine adını altın harflerle yazdırdı. Ertuğrul Sağlam'ın öğrencileri, şampiyonluğu sevinç gözyaşlarıyla kutladı. Son maça 1 puan önde çıkmasına rağmen Trabzon'u geçemeyen Fenerbahçe ise kaçan şampiyonluğa ağlıyor. Öfkeli taraftar, Kadıköy'de stadı ateşe verdi.
 
Bu bir şampiyonluk yazısıdır. Bursaspor ligi zirvede tamamlasa da 2. bitirse de bu gerçek değişmeyecektir. Milyon dolarlık transferlerle yarışa başlayan takımların Bursaspor'un gösterdiği başarı karşısında eriyip gitmeleri bunun en önemli sebebidir.

Yeşil-Beyazlı takımın Beşiktaş karşısında alacağı sonuç sadece bir teferruattır. Zaten maç öncesi tribünlerin astığı "Öyle mutluyduk ki şampiyonluğun canı cehenneme" yazılı pankart Bursa'nın neyi başardığını göstermeye yetiyordu. Bursa'da bir tarih yazılıyordu. Anadolu'dan bir şampiyonun çıkması demek bizim de tarihe tanıklık etmemiz anlamına geliyordu. Fenerbahçe'nin şampiyonluğu ise farklı şekillerde tarihin tekerrürü olacaktı. Bursa şehrinin inanmışlığına dün Beşiktaş'ın gücü yetmedi. Siyah-Beyazlı takımın 3.lük şansı bulunmasına karşın Bursa'yı durduracak hırsı gösteremedi. Daha ilk dakikadan itibaren oyunu rakip kaleye yıkan Yeşil-Beyazlılar 32. dakikada Batalla'nın golü ile üzerindeki baskıyı da attı. Artık işi Fenerbahçe-Trabzon karşılaşmasının sonucunu beklemeye bıraktı. İstanbul'dan gelen gol haberleri Bursalıları bir üzüyor bir sevindiriyordu. Kulaklıklarla radyodan maçı dinleyen Bursalıların gözü sahadaydı. 44'te Ali Tandoğan'ın ortasına ters bir vuruş yapan İbrahim Toraman skoru 2-0'a getirince Ertuğrul Sağlam'ın talebeleri yolu yarılayıvermişti.

Kalan bir 45 dakika vardı o da tüm Bursa ve oyuncular için asır gibiydi. Bu zorlu bekleyiş 87'de Beşiktaş'a bir gol getirdi. Uğur İnceman'ın dokunuşu skoru 2-1 yaptı. Hakem Cüneyt Çakır 90 dakikayı bitirdi. İstanbul'dan gelen haber Anadolu devriminin habercisiydi. 2010'un şampiyonu Ertuğrul Sağlam, talebeleri ve Bursa'ydı. Son düdük çaldığında Ertuğrul Sağlam tarihe altın harflerle geçiyordu. Bursa ise Osmanlı'nın kuruluşu gibi futbolun şampiyonluğuna şahitlik ediyordu. Artık bu şampiyonluk yeni bir devrin başlangıcı olmuştur. Biz de 10 binlerce Yeşil-Beyazlının arasında tarihe şahitlik ettik.

Timsah, tarihi sağlam yazdı

Beşiktaş'ı 2-1 yenip Fener-bahçe'nin sahasında Trabzonspor ile 1-1 berabere kalmasıyla şampiyonluğunu ilan eden Bursaspor'un bu başarısı şehirde büyük sevinç oluşturdu. Bursaspor-Beşiktaş maçının bitiminin ardından bir süre İstanbul Şükrü Saracoğlu Stadı'ndaki Fenerbahçe-Trabzonspor karşılaşmasının sonucunu bekleyen Yeşil-Beyazlı teknik heyet ve futbolcular, bu mücadelenin 1-1 bittiği haberinin alınmasının ardından adeta coştu.

Futbolcuların bu sevincine bir süre sonra taraftarlar da ortak oldu. Tribünlerden sahaya inen futbolseverler, Bursa Atatürk Stadı'nı doldurdu. Trabzonspor lehine tezahürat yapan taraftarlar, 'İşte şampiyon, işte taraftar' tezahüratları yaptı. Bursasporlu futbolcular sevinç gösterisini kesip soyunma odasına giderken, taraftarlar sevinmeye saha içinde devam etti. Bu sırada, taraftarların üzerine yeşil-beyazlı konfetiler atıldı. Maçın bitiş düdüğüyle birlikte araçlarıyla sokağa çıkan taraftarlar, kentin birçok caddesi ve ana arterlerinde uzun kuyruklar oluşturdu. Bu sırada, birçok cadde uzun süre trafiğe kapandı. Atatürk Caddesi, FSM Bulvarı, Altıparmak ve Çekirge gibi işlek caddelerde ellerindeki yeşil-beyaz bayraklar ve flamaları sallayan taraftarlara, sürücüler kornalarıyla eşlik etti. Yeşil-Beyazlı renklere gönül verenler, kentin hemen her köşesinde meşaleler yakıp, davul zurna eşliğinde takımları lehine slogan attı. Bursaspor'un internet sitesi de yoğun ilgiden çöktü. Maçta esnasında 3 taraftar fenalaştı. Adem Elitok



Ertuğrul Sağlam: Bu onur bize ait

Bursaspor'u tarihinde ilk kez şampiyonluğa taşıyan Ertuğrul Sağlam, büyük bir mutluluk yaşadıklarını belirtirken, "Bu onur bize ait. Oyuncularımla gurur duyuyorum." dedi. Ligin lideriyken şampiyon olacaklarına yürekten inandıklarını belirten başarılı çalıştırıcı, "Liderliği kaybettikten sonra da umudumuzu kaybetmedik. Fenerbahçe'nin puan kaybetmesini hep bekledik. Son maçta nasip oldu, son maçta şampiyonluğu kazandık. Trabzonspor'dan sonra Anadolu'da bu mutluluğu yaşattık. Bu onur bize ait. Oyuncularımla gurur duyuyorum, alınlarından öpüyorum. Taraftara çok teşekkür ediyorum." dedi. Şimdi üzerlerinde Şampiyonlar Ligi'nde Türkiye'yi temsil etme yükünün ağırlığına dikkati çeken Sağlam, "Bize inanan, güvenen herkesin güvenini boşa çıkarmamak için çalışacağız. Bu tarihi, bütün şehir yazdı." şeklinde konuştu. Fatih Karakılıç

UEFA'NIN MANŞETİNE ÇIKTILAR

Bursa'nın Turkcell Süper Lig şampiyonu olması, UEFA'nın internet sitesinde, "Bursaspor'un başarısı Türkiye'de fırtınaya sebep oldu" başlığıyla duyuruldu. Haberde, Bursaspor'un son haftada şampiyonluğu Fenerbahçe'nin elinden kaptığı ve ilk şampiyonluğuna ulaştığı belirtildi. Ertuğrul Sağlam'ın, "Trabzonspor'un adımlarını takip ederek Anadolu'ya başarıyı geri getirdik." sözlerine de yer verildi. Beşiktaş ve Trabzonspor kulüpleri de resmi internet sitesinden Bursa'yı kutladı.

BurBursaspor, Süper Lig'deki performansın yanında şampiyonluk primi ile Şampiyonlar Ligi'ne direkt katılmanın getireceği yaklaşık 40 milyon liranın sahibi olacak. Performans ve şampiyonluk primlerinden kazanacağı tutarın 16 milyon liranın üzerinde olacağı tahmin edilen Timsah'a Şampiyonlar Ligi'ne doğrudan katılacağı için ve yayın havuzundan 23 milyon liranın üzerinde bir gelir gelecek. F.Bahçe'nin Devler Ligi'ne katılamaması durumunda 5 milyon Euro da Bursa'ya gidecek.

POLAT: BURSA'NIN ŞAMPİYONLUĞU İŞİMİZE GELİR

Galatasaray Başkanı Adnan Polat, şampiyon olan Bursaspor'u kutladı. Yeşil-Beyazlıların mutlu sona ulaşmasının G.Saray'ın da menfaati doğrultusunda olduğunu dile getiren Polat, "Bursaspor'un şampiyon olması bizim işimize geliyor. Futbol bu sene bize gösterdiği acımasızlığı, F.Bahçeye de gösterdi. Başta İbrahim başkan olmak üzere, Ertuğurul hocayı, futbolcuları tebrik ediyorum. Bana göre, analarının ak sütü gibi bir şampiyonluk elde ettiler." dedi.

TANDOĞAN'DAN TRABZON'A TEŞEKKÜR

Bursaspor'un tecrübeli ismi Ali Tandoğan, şampiyonluğa hâlâ inanamadıklarını söyledi. İnandıklarını; ancak şampiyon olmalarını istemeyenlerin bulunduğunu ifade eden Tandoğan, "Trabzonsporlu futbolculardan hocasına, hepsine çok teşekkür ediyoruz. Onlar da bizim şampiyonumuz, şampiyonuz; mutluyuz." Ertuğrul Sağlam'ın Türk futboluna damgasını vurduğunun altını çizen Tandoğan, "Emeğimizin karşılığını hakkımızla aldığımızı düşünüyorum." şeklinde konuştu.



Bursaspor günlüğü

CUMHURBAŞKANI ve BAŞBAKAN'DAN KUTLAMA

Bursaspor'un Turkcell Süper Lig'de şampğiyonluk ipini göğüslemesinin ardından kutlama mesajları yağdı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Bursaspor'un kulüp başkanı İbrahim Yazıcı ile Teknik Direktör Ertuğrul Sağlam'ı telefonla arayarak tebriklerini iletti. Cumhurbaşkanı Gül'ün, gönderdiği telgrafta ise bu büyük başarıda emeği olan futbolcuları, teknik kadroyu, yöneticileri ve taraftarları övdüğü bildirildi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da Sağlam'ı telefonla kutladı. TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin, eski CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile CHP Genel Başkan Vekili Cevdet Selvi de Yeşil-Beyazlı camiayı unutmadı.

IVANKOV, F.BAHÇE'NİN BERABERLİĞİNİ RÜYASINDA GÖRMÜŞ

Bursaspor'un Bulgar file bekçisi Ivankov'un, Fenerbahçe'nin Trabzonspor'a puan kaybedeceğini rüyasında gördüğü ve bunu arkadaşlarına da kampta söylediği öğrenildi. Beşiktaş maçının ardından da rüya gibi bir gün yaşadığını belirten başarılı kaleci, "Camia olarak bu sene kenetlendik. İyi futbol oynadığımızı düşünüyorum. Elbette çok başarılıydık." Bursaspor'un genç golcüsü Sercan Yıldırım ise, "Biz devrimi yaşattık. Devler Ligi'ne gidiyoruz. Biz Real Madrid'i, Bursa'ya getireceğiz." ifadelerini kullandı.

DENİZLİ: BURSA ZATEN ŞAMPİYONDU

Sezonu 4'üncü olarak tamamlayan Beşiktaş'ın teknik direktörü Mustafa Denizli, şampiyonluğa ulaşan Bursaspor'u kutladı. Ligin son haftasında zorlu 90 dakikaların oynandığını vurgulayan deneyimli çalıştırıcı, "Bursaspor şampiyon olmasa da her şeyi hak etmişti. Taraftarıyla, hocasıyla ve yönetimiyle hepsini tebrik ediyorum. Bu bir futbolcu, teknik direktör ve Bursaspor camiası için önemli bir hadise." Lig tarihinde 5. bir takımın 'şampiyonluk' unvanı aldığına işaret eden Mustafa Denizli, takımının oynadığı futboldan ise memnun olmadığını dile getirdi.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=984912&title=sampiyon-bursaspor&haberSayfa=0
#1288
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 10 bakan ve yüzlerce işadamı ile Yunanistan'a tarihî bir ziyaret gerçekleştirdi. İki ülke arasında 22 anlaşmaya imza atıldı. Türk-Yunan Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi ilk kez toplanırken, taraflar savunma harcamalarında indirime gitme kararı aldı. Yeşil pasaport sahiplerine vize şartı kaldırıldı. Dış ticaret hacmi yıllık 5 milyar Euro olarak hedeflendi.
 
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 10 bakanla Yunanistan'a gerçekleştirdiği tarihî ziyaret, son 20 yıl içinde 3 kez sıcak çatışmanın eşiğine gelen iki ülke ilişkilerinde milat oldu. Erdoğan, ağır ekonomik kriz sebebiyle yabancı yatırımcıların kaçtığı Yunanistan'a beraberinde çok sayıda işadamı götürerek Atina'ya 'zor gününüzde sizinle dayanışma içinde olacağız' mesajı verdi. Ziyaret sırasında iki ülke arasında siyasi, ekonomi, çevre, enerji, turizm ve kültürel alanlarda 22 anlaşma ve protokole imza koyuldu. Yoğun diplomasi trafiğinin ardından oluşturulan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi, Erdoğan ve Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu başkanlığında ilk kez toplandı. Atılan adımları değerlendiren Erdoğan, "Bunlar tarihî, önemli adımlardır. İki komşu, dost ülke olarak geleceği çok daha güçlü şekilde kuralım istiyoruz. Onun için de bu adımları atıyoruz." dedi. İki ülke ilişkilerine ivme kazandırması beklenen anlaşmaların, Kıbrıs, Ege ve azınlıklar gibi ciddi ihtilafların çözümü yolunda kolaylaştırıcı etki yapması hedefleniyor.

Başbakan, Atina'dan Batı Trakya Türkleri için de talepte bulundu. Bu bölgedeki müftülerin bundan sonra atanarak değil seçilerek görevlendirilmesini istedi: "Şu bir gerçek, nasıl ki patriği seçme hakkını kendimizde bulmuyorsak, aynı şekilde oradaki Müslümanların dinî liderlerini tabii ki Yunan hükümetinin seçmemesi gerekir. Bu konuyu oturup konuşup süratle neticelendirmemiz lazım."

Başbakan Erdoğan, Atina ziyaretinin ilk gününde Yunanistan Cumhurbaşkanı Karolos Papulyas, Başbakan Yorgo Papandreu, Meclis Başkanı Filippos Peçalnikos ve anamuhalefet Yeni Demokrasi Partisi lideri Andonis Samaras ile bir araya geldi. Görüşmelerde, ekonomik ilişkiler, AB süreci, Ege sorunu, Batı Trakya'daki Türklerin sorunları, Kıbrıs, vize muafiyeti ve kaçak göçmenler konuları gündeme geldi. İki ülke arasında yarışa dönüşen savunma harcamalarının azaltılması konusu da önemli gündem maddeleri arasındaydı. Yunanistan 2009 yılında silahlanmaya 13,4 milyar Euro harcama yaparken, Türkiye 9,9 milyar Euro harcadı. Gözlemciler, Yunanistan'ın 300 milyar Euro'luk borç krizinde, çoğu Türkiye'ye karşı olmak üzere ithal edilen silahların da payı olduğunu söylüyor. Papandreu ile 1,5 saat görüşen Erdoğan, daha sonra Yunan meslektaşı ile Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi toplantısı ve İş Forumu'na katıldı. Türkiye'den 10, Yunan tarafından ise 7 bakanın hazır bulunduğu konsey toplantısında turizm, enerji, çevre ve Yunanistan için önemli sorunlardan biri olan kaçak göçmen konularında işbirliğini içeren 22 anlaşma ve işbirliği protokolü imzalandı. Başbakan Erdoğan tarihi imzaların iki ülke arasında yeni bir dönemin başlangıcı olacağını söyledi. Başbakan Erdoğan, Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu ile yaptıkları ortak basın toplantısında imzaları, "Bugün, yüz yıla yaklaşan bir süre içerisinde iki ülke için gerçekten bir dönemeç." sözüyle nitelendirdi. Kadim iki halk arasındaki ilişkilerin tüm dünyaya örnek olmasını istedi. Hususi pasaportlarla ilgili vize şartının kalktığını açıklayan Başbakan Erdoğan, AB'ye vize siteminde bulundu. Erdoğan, AB üyesi olmayan Sırbistan'a serbest dolaşım hakkı tanınırken, müzakereci Türkiye'nin de aynı hakka sahip olması gerektiğini belirtti.

HEYBELİADA KONUSUNDA UMUTLU KONUŞTU

Erdoğan, Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması ile ilgili olarak da "Çözüme yönelik çalışmalarda bir netice alacağımızı ben umut ediyorum. Olumlu bir yaklaşım içerisinde olduğumu da burada ben söylüyorum. Üzerinde çalışıyoruz. Temenni ederim ki burayı da kısa zamanda bir neticeye bağlarız.'' dedi. Büyükada'daki yetimhaneyi de yargı sürecinin sonuçlanmasının ardından Fener Rum Patrikhanesi'ne teslim etmeye hazır olduklarını bildirdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Fener Rum Patriği Bartholomeos'nun ekümenik olarak nitelendirilmesinin kendisini rahatsız edip etmediğine ilişkin bir soruya, "Beni rahatsız etmez. Ecdadımı rahatsız etmediğine göre beni de rahatsız etmez.'' yanıtını verdi.

Türkiye ile Yunanistan arasındaki dış ticaret hacmine de değinen Erdoğan, "Dış ticarette 2,5 milyar dolara düştük. Bunlar bize yakışmıyor. En kısa zamanda bunu dolar bazında değil, avro bazında 5 milyar avroya çıkarmamız lazım. Bu siyasi irade her iki tarafta da mevcut." dedi. KKTC yapılan seçimin ardından cumhurbaşkanının değişmesine rağmen Ada'da BM müzakere sürecinin kaldığı yerden devam edeceğini vurguladı. Ankara'nın, garantör ülkeler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'nin de dahil olacağı 5'li görüşme teklifini yineledi. Atina'nın da destek vermesi halinde müzakerelerde yıl sonuna dek bir sonuca varılabileceğini söyledi. Erdoğan sözlerini, Yunanca "Efharisto poli (çok teşekkür ederim)...''diyerek tamamladı.

SAVUNMA HARCAMALARINDA İNDİRİME GİDİLİYOR

Yunanistan Başbakanı Papandreu da atılan imzalar için "Bu bile bu ziyareti tarihi kılmaya yeter. Eminim daha yeni ve büyük adımlar atarız.'' dedi. Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi çerçevesinde her yıl bir kez başbakanlar başkanlığında birçok bakanın katılımı ile toplantılar yapılacak. Bunun yanı sıra Türkiye'nin ilgili bakanlarının yılda en az bir kez bir araya gelecek.

Papandreu iki ülke arasındaki güvensizliğin ortadan kaldırılmasının Türkiye ile Yunanistan arasında iş konusunun daha da geliştirilmesine katkı sağlayacağını belirtti. Erdoğan ile yaptıkları görüşmede, "silahların karşılıklı olarak azaltılması noktasına gelinmesinde ve bu alanda yapılan harcamaların diğer konulardaki altyapılara harcanması konusunda görüş birliğine varıldığını'' söyledi.

Başbakan Erdoğan'a Atina ziyaretinde, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Devlet Bakanı Egemen Bağış, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Devlet Bakanı Zafer Çağlayan ile Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu ve çok sayıda işadamı eşlik ediyor.

Yeşil pasaporta vize muafiyeti

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın tarihi Atina ziyaretinde toplam 22 anlaşma imzalandı. Bu anlaşmalara göre, hususi pasaport (yeşil) sahiplerine vize şartı artık kalktı. Mavi renkli pasaport sahiplerine de vize muafiyeti getirilmesi için çalışmalar yapılacak. Ayrıca Ege Denizi'ndeki Yunan adalarına günübirlik ziyaretlerde vize kaldırılabilecek. Bununla birlikte turizm alanında iki ülke paket programlar düzenleyecek. Uzakdoğu'dan gelecek ziyaretçilerin iki ülkeyi de ziyaret etmesi sağlanacak. Yasa dışı göç noktasında ise Türkiye üzerinden Yunanistan'a giden kaçak göçmenler Ankara'ya iade edilecek. Diplomatların ortak eğitimi öngörülürken iki ülke dışişleri bakanları da düzenli olarak görüşecek.

Erdoğan: Ege Denizi barışın simgesi haline gelsin

Erdoğan Ege'de iki ülke savaş uçakları arasında yaşanan it dalaşı konusunda da önemli mesajlar verdi. Ege'de uçakların bomba ve füze sistemi olmadan uçmasını teklif etti. Erdoğan, "Eğer tatbikat yapılacaksa bunlarsız (bombasız) uçsunlar diyoruz. Dolayısıyla bunlar barışın adeta bir simgesi olsun. Zaman içerisinde bunlar hiç uçmasın. Bu hale geliyoruz. Bunu başaralım." diye konuştu. Savunmaya harcanan paranın sağlık ve eğitime harcanması çağrısı yaptı. Erdoğan, "Ege Denizi'nin ayrıştırıcı bir deniz olmasını kabullenemiyoruz. İstiyoruz ki Ege Denizi birleştirici bir deniz olsun. Ege Denizi, barışın bir simgesi haline gelsin." çağrısı yaptı.

Başbakan Atina'dan Batı Trakya Türkleri için de talepte bulundu. Bu bölgedeki müftülerin bundan sonra atanarak değil seçilerek görevlendirilmesini istedi. Erdoğan, "Şu bir gerçek, nasıl ki patriği seçme hakkını kendimizde bulmuyorsak, aynı şekilde de oradaki Müslümanların dini liderlerini tabii ki Yunan hükümetinin seçmemesi gerekir. Bu ciddi bir yanlıştır diye düşünüyoruz ve bunun da giderilmesi gerekir diye inanıyoruz. Bu konuyu oturup konuşup süratle neticelendirmemiz lazım.'' ifadelerini kullandı. Papandreu'dan ayrıca Atina'daki Fethiye Camii'nin restorasyonu için müsaade istedi.

Selanik'te bombalı saldırı: Bir yaralı

Yunanistan'ın Selanik kentinde dün bir gazete binasında tuvalete yerleştirilen bombanın patlaması sonucu bir kişi yaralanırken binada ağır maddi hasar meydana geldi. Polisin aldığı ihbar sonucu gazeteyi ve çevresindeki binaları boşaltması yaşanabilecek büyük bir facianın önüne geçti. Görgü tanıkları patlamanın binanın bodrum katında gerçekleştiğini belirtti. Önceki gece Yunanistan'ın başkenti Atina'da da şehrin en büyük hapishanesinin yakınında bir bomba patlatılmış, olayda bir kadın yaralanmıştı. Başkent, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ziyaretinde sırasında da protesto gösterilerine sahne oldu. Aşırı sağcı Yunanlılar, Ermeniler ve PKK sempatizanlarından oluşan 450 kadar kişi gösteri yaptı. Protestocular ile polis arasında kısa süreli bir gerginlik de yaşandı.

Gerçekçi olup imkânsızı istemek
Haber İzlenim - Ayşe Karabat - Atina


"Ecevit'in ön adı neydi?" diye telaşla sordu bir sıra önümüzde haberini yetiştirmeye çalışan Yunan gazeteci. Hem onların hem de bizim gazetelerimizin baskı saatleri yaklaştığından, kafamızı kaldırmadan yanıtladık: "Bülent Bülent"... Birkaç dakika sonra bu sefer bizden biri sordu onlara; "Hey hey, sizin Pangolos'un ilk adı neydi peki?.."

Eskiden Türk ve Yunanlı gazeteciler bir araya geldiklerinde ve birlikte aynı basın merkezinde haber izlemek zorunda kaldıklarında, belki zorunluluktan, belki de pratik nedenlerden, herkes milliyetine göre iki ayrı uçta toplanırdı. Hatta eskiden birlikte eğlenilmeye ya da yemeğe gidildiğinde bile. Ama bu sefer durum hiç de öyle değildi. Toplantıların yapıldığı Atina Hilton Oteli'ndeki geniş salonda, bir Yunan gazetecinin yanında bir Türk meslektaşı vardı ve belki de çok nadir olarak aynı şeyi yazıyorlardı; "ilişkilerde yeni dönem", "yeni bir sayfa açıldı", "barış destanı yeniden yazılıyor"... Üstelik birbirlerine söyleşi verirken de aynı şeyleri söylüyorlardı, iyi ve yeni bir başlangıç...

Doğrusu benzer bir durum, bir yukarı katta, basın toplantısının yapılacağı salonda da vardı. Salonun sağ yanı Türk gazetecilere ve işadamlarına, sol yanı da Yunan gazetecilere ayrılmıştı. Her iki ülkenin dışişleri bakanlıklarından protokol görevlileri iki başbakan salona girmeden önce, kendilerine düşen kısmı düzenlemeye çalıştılar ama kimin umurunda, kaynaşma yaşanmıştı bir kez...

Otelin çeşitli katlarında bir o yana bir bu yana koşturan teknokratlar, bakanlar, gazeteci-ler, diplomatlar elbette iki ülkenin arasındaki sorunların öyle bir günde çözülebileceğini düşünecek ya da dillendirecek kadar deneyimsiz değillerdi. Zaten belki de cuma akşamı herkesi geleceğe doğru umutlu bakmaya iten nokta da tam da buydu; gerçekçi beklentiler...

Elbette bardağın boş kısmını da görenler vardı; ticaret hacmini öyle kısa bir sürede artırmak mümkün değil. Kıbrıs sorunu ortadayken ne yapılabilir ki? Ege'de kıta sahanlığı sorunu hâlâ duruyor, diyerek ortalıkta dolaşanlar eksik değildi ama gerçekten de azınlıktaydılar.

Aslında eğer Türkiye ve Yunanistan başbakanlarının söz verdiği gibi cuma günü yapılan Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi'nin bu ilk toplantısını ilişkileri geliştirmenin temeli yapmayı başarabilirlerse, bunu gerçekçi oldukları için yapabilecekler. İki Akdeniz halkı olarak hemen heyecanlanıp sonra çabuk soğuyarak değil, gerçeklerin farkında olarak...

Ama zaten bu kadar kemikleşmiş sorunların olduğu yerde tam bir barış yapmanın yolu gerçekçi olup imkânsızı istemekten geçmiyor mu?

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=984322&title=atina-ile-tarihî-isbirligi&haberSayfa=2
#1289
Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Başkanvekili Kırdar Özsoylu, anayasa değişikliğine ilişkin kanunun 12 Eylül 2010 Pazar günü halk oylamasına sunulacağını açıkladı.

Özsoylu, YSK'nın bugünkü toplantısının ardından konuya ilişkin açıklama yaptı.

Anayasa Değişikliklerinin Halk Oyuna Sunulması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun'un Resmi Gazete'de yayımlandığını hatırlatan Özsoylu, bu kanun ile 3376 Sayılı Kanun'da değişiklik yapılarak halk oylamasının kanunun yayımı tarihinden itibaren 60 gün içerisinde yapılacağının öngörüldüğünü ifade etti.

Halk oylamasına ilişkin kanun hükümlerini anımsatan Özsoylu, Anayasa ve söz konusu kanun hükümleri birlikte değerlendirildiğine Anayasa Değişikliklerinin Halk Oyuna Sunulması Hakkındaki Kanun'un Anayasa'nın 67. Maddesi'nin son fıkrasında ifade edilen seçim kanunları kapsamında olduğunu, bu fıkra uyarınca da seçim kanunlarındaki değişikliklerin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanamayacağını söyledi.

Özsoylu, ''Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın Bazı Maddelerinde Deşiklik Yapılması Hakkında 5982 Sayılı Kanun'un, Anayasa'nın 175 ve 3376 Sayılı Kanun'un 2. maddesi hükümleri gereği halk oylamasında uygulanacak sürenin, değişiklikten önceki hüküm itibarıyla, bu metnin uygulanması gerektiğinden, bunun 120 gün olarak tespitine ve referandumun 12 Eylül 2010 Pazar günü yapılmasına YSK tarafından oybirliğiyle karar verilmiştir'' dedi.

Halk oylamasına ilişkin çalışmaların bir komisyon tarafından yürütüleceğini ifade eden Özsoylu, komisyonun çalışmalarının ve seçim takviminin ilerleyen günlerde duyurulacağını söyledi.

Referandum tarihinin 12 Eylül'e denk gelmesi 12 Eylül rovanşı olarak değerlendirildi. Ayrıca tarih Ramazan Bayramı tatilinin sonuna denk  geldi...

http://www.haber7.com/haber/20100513/12-Eylulun-rovansi-12-Eylulde.php
#1290
Dün imzalanan anlaşmayla Rusya ve Türkiye arasında vize uygulamasının karşılıklı olarak kaldırılmasının önü açıldı. Vizesiz dönem, iki ülke arasında halen üzerinde çalışılan Geri Kabul Anlaşması'nın imzalanmasının ardından hayata geçecek.

Böylelikle 30 günü aşmayan ziyaretlerde vize istenmeyecek. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, "Vizelerin kaldırılması hem Türkler hem Ruslar için memnuniyet vericidir." ifadesini kullandı. Rus lider Medvedev de, "Bu, tarihi sıçrama anlaşmasıdır. Dönüm noktası olabilecek bir imkândır." ifadesini kullandı.

Türkiye'nin son zamanlarda yürüttüğü diplomatik atak ve komşularla sıfır problem politikasının ardından son 8 ayda 7 ülke, Türk vatandaşlarına uyguladığı vize uygulamasını kaldırdı. Suriye, Pakistan, Arnavutluk, Libya, Ürdün, Lübnan ve son olarak Rusya'nın da eklenmesiyle Türkiye'ye vize uygulamayan ülke ve bölgelerin sayısı 58'e yükselecek. Turizmcilere göre, vizelerin kaldırılması ile 2 milyon 600 bin olan Rus turist sayısı 3 milyona çıkacak.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=983502&title=vizeler-kaldirildi-nukleer-santral-anlasmasi-tamam-rusya-ile-tarihî-acilim
#1291
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, geçen hafta Meclis'te kabul edilen anayasa değişikliği paketini onayladı.

Paketi 6 gün inceleyen Gül, 15 günlük sürenin dolmasını beklemeden, değişikliği referanduma sunulmak üzere Başbakanlık'a gönderdi. Bugün Resmi Gazete'de yayımlanması beklenen reform paketinin iptali için CHP de harekete geçti. Köşk'ün onayının ardından açıklama yapan CHP Sözcüsü Mustafa Özyürek, bugün ya da yarın 110 imzayla Mahkeme'ye başvuracaklarını söyledi. Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Ali Em ise konuyu teklifin resmi gazetede yayınlanmasından sonra ele alacaklarını kaydetti.

Çankaya Köşkü'nden yapılan açıklamada şöyle denildi: "Sayın Cumhurbaş-kanı'mız, 5982 sayılı 'Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'u, Anayasa'nın 175'inci maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca halkoyuna sunulmak üzere yayımlanması için Başbakanlık'a göndermişlerdir."

Paketin bugün Resmi Gazete'de yayımlanması beklenirken 60 günlük süreye göre referandum tarihi 18 Temmuz'a denk geliyor. Daha önce, "Cumhurbaşkanı onaylar onaylamaz Anayasa Mahkemesi'ne iptal müracaatında bulunacağız." diyen CHP de harekete geçti. Anamuhalefet partisi, Köşk'ün onayının ardından bir açıklama yaparak bugün ya da yarın Yüksek Mahkeme'ye gideceğini duyurdu. CHP Sözcüsü Mustafa Özyürek, hem iptal hem de yürütmeyi durdurma davası açacaklarını bildirdi. Böylece paketin iptaliyle birlikte referandumun önüne geçilmesi de hedefleniyor. Fakat Mahkeme'ye müracaat edebilmesi için 110 imza toplaması gerekiyor. Bir yandan genel başkanları Deniz Baykal'ın istifası ve kurultay tartışmalarıyla sarsılan CHP, bir yandan da Anayasa Mahkemesi telaşı içerisinde. 97 sandalyesi bulunan parti, daha önce 6 milletvekili bulunan DSP ve 8 bağımsız milletvekilinden söz almıştı. Şu durumda 111 imzayla Mahkeme'ye gidilmesi planlanıyor. CHP ayrıca, referandumun da seçim kanunlarına tabi olduğu, bu nedenle referandum süresini 120 günden 60 güne indiren yasanın üzerinden bir yıl geçmeden uygulanamayacağı iddiasında. Anamuhalefetin bu itirazını da Yüksek Seçim Kurulu (YSK) karara bağlayacak.

Öte yandan paketin Başbakanlık'a gönderildiğine ilişkin yazı dün akşam YSK'ya da ulaştı. Olağan toplantısını yapan Kurul, paketin halkoyuna sunulması konusunu da ele aldı. ZAMAN-İBRAHİM ASALIOĞLU

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=983398&title=koskten-anayasa-reformuna-onay
#1292
İnsanlığın hedefinde Kutlu Doğum'unu kutladığımız Zat'ın gösterdiği örnek anlayış, yaşadığı sosyal adalet söz konusudur. İnsanlık ulaşabilirse bu hedefe kurtulacak, benimseyebilirse o muhteşem anlayışı mutluluğa erecektir.

Bu sözlerimizin boşta kalmaması için örnek hayattan bazı misaller arz edelim. Bakalım yirmi birinci asır insanının hedefinde kim var, birlik beraberliği, huzur ve saadeti hangi anlayışın özünde bulması söz konusu görelim.

Misallere "Müslüman'ın derdiyle dertlenmeyen bizden değildir!" diyen Kutlu Doğum sahibinin çevresinin derdiyle dertlenme örneğinden başlayalım isterseniz. Sonra yetiştirdiği yöneticilerinin bu anlayışa ne kadar sahip çıkıp bağlı kaldığına bakabiliriz.

Bir Kurban Bayramı sabahı namazdan sonra geldiği evinde Efendimiz'e erkenden hazırlanmış kurban eti takdim ederler. Tebessüm eden yüzünde bir tereddüt işareti dolaşır:

- Şu anda çevremizdeki komşularımız da et yiyorlar mı? diye sorar.

- Hayır, derler, biz herkesten önce sizin için hazırladık. Önce siz yiyin, sonra onlara göndereceğiz!

Elinin ucuyla önündeki tabağı öteye iterken şöyle der:

- Götürün bu tabağı önümden. Komşumun yemediğini yemem, giymediğini de giymem. Ne zaman komşularımızın bacalarından et piştiğini gösteren dumanlar yükselirse o zaman getirin, onlarla birlikte et yiyebilir, onlarla birlikte bayram yaparım!.

Bu, Kutlu Doğum sahibinin, komşularının yemediğini yemeyişinden, yani onların derdiyle dertlenmesinden bir misal.

Bir misal de O'nun halifesi Hazreti Ömer'den verelim. Bakalım yönettiği halkın haliyle nasıl halleniyor, gördüğü örneği nasıl benimsemiş bulunuyor.

Bir iftar sofrasında soğuk bal şerbeti ikram ederler. Bardağı dudağına değdirmesiyle çekmesi bir olur:

- Bu ne? der.. Ürkek sesle cevap verirler:

- Bal şerbeti, sizin için özel olarak hazırlatmıştık. Sert sesle sorar:

- Benim idare ettiğim halkım da şu anda soğuk suyla yapılmış bal şerbeti içebiliyor mu?..

- Nerede?.. derler. Onlar hele bir sıcak suyu bulsunlar!.. Kelimelere basarak konuşur:

- Ben, der, yönettiğim insanların yemediğini yemem, giymediğini de giymem. Götürün bu soğuk bal şerbetini, getirin halkımın içtiği sıcak suyu. Halkından ayrı yaşayan yöneticilerden olmaktan Allah'a sığınırım.

Bu da O'nun halifesinden bir misal. Bir misal de ordu kumandanından verelim.

Suriye taraflarında Rumlarla yapılan savaşta akşam olur, taraflar çarpışmaya ara verirler. Sıcak kumların üzerine sofralar serilir, açlıktan takatsiz düşmüş mücahitler kuru ekmek, sıcak su ile yanık hurmadan ibaret sofralarına yönelirler. Ancak kumandan Halid bin Velid'in sofrasında kuru değil yumuşak ekmek, sıcak değil soğuk su var. Hayretle sorar:

- Akşama kadar deve sırtında bekleyen bu ekmekleri güneş nasıl kurutmamış? Suyu nasıl ısıtmamış?. Derler ki:

-Biz bu ekmek ve suyu eştiğimiz kum çukurlarındaki nemli zeminde sizin için sakladık!.

- Askerlerimin sofrasında da böyle yumuşak ekmek, soğuk su var mı? diye sorar.

- Hayır, derler. Onların sofrasında, deve üzerinde kurumuş ekmek, ısınmış su var! Kumandan hiddetlenir:

- Kaldırın bu yumuşak ekmekle, soğuk suyu. Bana askerimin yediği kuru ekmekle, içtiği sıcak suyu getirin. Savaşta birlik olup da yemekte ayrılan kumandanlardan olmaktan Allah'a sığınırım!. Bizim önek aldığımız zatlar böyle yapmıyorlardı, biz de yapmayız.

1439. doğum yılını kutladığımız Zat'ın anlayışından örnekler sunarken bir daha anlıyoruz ki, insanlık bu ideal hedefe henüz varamamış, komşusu açken tok olarak uyuyan bizden değildir, dert ortaklığına henüz ulaşamamıştır. Ulaşırsa aradığı birlik beraberliği bulacak, komşusunun derdiyle dertlenme kahramanlığını göstermiş olacaktır. a.sahin@zaman.com.tr

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=977550
#1293
Resulü Ekrem Efendimiz'in (sas) hizmetinde bulunan Enes (ra), hatıralarını anlatırken şöyle der:

-Bir terzi Resulullah'ı (sas) yemeğe davet etmişti. Ben de beraber gittim. Eve girdiğimizde sofrayı ortada hazır bulduk. Arpa ekmeği, güneşte kurutulmuş et ile kabak ve bir de çorba vardı. Oturup yemeği birlikte yedik..

Hadis alimleri, Hz. Enes'in anlattığından çıkardıkları hükümleri şöyle sıralarlar:

1- İnsan kendisinden aşağı görüntüde olanların davetine icabet etmelidir. Resulullah (sas) de sıradan bir terzinin davetine icabet buyurmuş, aileyi memnun etmiş, bir ayırımda bulunmamıştır.

2- Davetlere efendi hizmetçi ile, işveren de işçisiyle gidebilir, sofraya birlikte oturabilirler. Nitekim Efendimiz hizmetçisi Enes ile gitmiş, sofraya birlikte oturmuşlardır. Yeter ki, bu kimseler münasip terbiye almış, adab-ı muaşereti öğrenmiş olsunlar.

Hz. Enes'in anlattığı hatıralardan anlaşılıyor ki, Resulullah (sas) ümmeti arasında sınıf meydana getirmez, herhangi bir sınıfın da tarafını tutmaz ya da karşısında olmazdı. O, hem işçinin hem de işverenin, hem efendinin hem de hizmetçinin taraflısıydı, hem alıcının hem de satıcının yanında olduğu gibi. İşverene hitaben, 'Çalıştırdığınız işçinin hakkını teri kurumadan verin!' hatırlatmasını yaparken, 'Unutmayın, aldatan bizden değildir!' ikazını da eklemişti. Demek ki ister işçi, ister işveren olsun her ikisi de aldatmamalıdır. İşçi işinde doğru çalışmalı, hileye yönelmemeli, işveren de işçinin hakkını vermeli, aldatma yoluna gitmemeliler. Çünkü aldatanlar Resulullah'ın sünnetine uyanlardan değildirler. İşçi de olsa, işveren de olsa..

Çağrıldığı davete işçisiyle giden, yemeğe hizmetçisiyle birlikte oturan, giydiği elbisenin kumaşını hizmetçisiyle paylaşıp aynı kumaştan giyinen Resulullah(sas), muhatap olduğu insanları, işiyle, mesleğiyle, yahut da sahip olduğu maddi imkânıyla da değerlendirmezdi.

Toplumu tümüyle kucaklayan Resulullah'ın ölçüsü, insanların Allah'a itaati, sünnetine bağlılığı idi. Nitekim Rabb'imiz de ayetinde öyle buyuruyordu:

-Sizin en değerliniz Allah'tan en çok korkanınızdır!.

Fırsat bulduğu anlarda, aile fertleri arasına girip ev işlerinde onlara yardım etmekten geri kalmayan Efendimiz (sas) ile ilgili bir hatırasını da Hz. Cabir şöyle anlatıyor:

-Resulullah'ın (sas) huzuruna girmiştim, onu evde kabak doğrarken gördüm. Dedim ki:

-Ya Resulallah bu kabağı niçin bu kadar küçük doğruyorsun? Buyurdu ki:

- Küçük parçalara bölerek yemeğimizin bereketini çoğaltmış oluyorum!.

Hadis alimleri derler ki:

-Resulullah (sas) ev işlerinde yardım ederken, iktisadı öğretmeye, israfı önlemeye, bereketi de çoğaltmaya niyet ederdi. Nitekim bir gün Ebu Zerr'e yemeğin bereketini çoğaltması konusunda şöyle tembihte bulunmuştu:

-Ya Eba Zer! Çorba pişirdiğinde suyunu çok koy ki, komşuna da gönderme bereketi bulasın.

Çalıştırdığı yoksul işçisinin perişanlığına seyirci kalan bir işvereni görünce ikazını şöyle yapmıştı:

-Kimin yanında çalışan işçisi varsa kendi yediğinden yedirsin, kendi giydiğinden giydirsin!

Unutmayın, işçileriniz Allah'ın size emanet ettiği kardeşlerinizdirler.

Resulü Ekrem Efendimiz az gelirliyle bizzat meşgul olurken, kendisi de o yoksulun hayatını bizzat yaşamış, eline imkân geçtiğinde onların hayatından yukarı çıkıp da üstlerine baskı unsuru gibi dikilmemişti. Onun çevrenin fakirlerinden daha mütevazı hayatını birlikte yaşayan Aişe validemiz de bu konuyu şöyle anlatır:

-Bazı sabahları eve gelince 'Kahvaltılık bir şey yok mu?' diye sorar, yok deyince de hiç üzüntü işareti vermeden rahatlıkla:

-Öyle ise ben de bugün oruca niyet ediyorum! derdi.

Yani toplumun her kesimine öyle sahip çıkar, fakat kendisi de böyle yaşardı.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=951976
#1294
İslam'ın doğduğu devrede dünyada iki büyük devlet vardı. Biri doğudaki ateşperest İran devleti, ikincisi de İstanbul'da hüküm süren Bizans İmparatorluğu.

Dünyanın bu iki büyük devletinin halkına karşı uyguladığı yönetim anlayışına kısaca bir göz atalım. Sonra Medine'de yeni başlayan İslam'ın yönetimiyle kıyaslamasına geçebiliriz.

O günkü İran'ın ateşperest hükümdarı, koyduğu vergileri anlatmak için halkı topladığı meydanda konuşurken, fakirin birinin feryadına muhatap olur:

-Efendimiz, susuz araziden de vergi alacağım, diyorsunuz. Benim gibi hep kurak arazide yaşayan bir fakir, yağmursuz mevsimde mahsul vermeyen araziden nasıl vergi verecek?

Halkın içinde yönetimine hakaret edip isyan teşvikçiliği yaptığı gerekçesiyle İran'ın ateşperest hükümdarı, zavallı fakiri kalabalığın gözleri önünde ateşe attırarak yaktırmaktan çekinmez, kimse de bu vahşete karşı çıkma cesaretini kendinde bulamaz!..

Bir de o günkü Şarki Roma İmparatorluğu'nun merkezi olan Bizans'a göz atalım.

İmparator, yapımını başlattığı Ayasofya kilisesinde ülkenin dört bir yanından toplattığı esirlerle birlikte bir kısım halkı karın tokluğuna çalıştırıyordu. Bu cebri çalışmaya katılmak istemeyenler ise, o günkü hipodromda yağız atların kuyruğuna bağlanarak paramparça ettiriliyor, karın tokluğuna çalışmak istemeyenlere böylece gözdağı verilmiş olunuyordu.

O günkü dünyanın iki büyük devletindeki yönetimin halka uyguladığı muamele bu vahşet ve dehşetteydi!.

Şimdi bir de Kutlu Doğum sahibinin Medine'de başlattığı anlayışa bakalım. O günkü dünyaya rağmen nasıl bir yönetim örneği sunuyor, nasıl bir gönül alma örneği veriyordu insanlara?

Mescidine topladığı halka hitaben yaptığı tarihî konuşmasında şöyle sesleniyordu tüm insanlara: Tarih: 5 Haziran 632.

-Ey insanlar! Yönetiminizde bulunduğum müddet içinde kimin sırtına bir kamçı vurmuşsam işte sırtım gelsin o da bana vursun!.. Kimin kalbini incitecek bir söz söylemişsem işte kalbim gelsin o da bana aynı şeyi söylesin!. Kimin hakkını almışsam işte malım, gelsin o da benden hakkını alsın!

Şunları da ekliyordu sözlerine:

-Sakın içinizden biriniz demesin ki, hakkımı isteyecektim ama Resulullah'ın darılacağından korktum da isteyemedim.. Şunu iyi bilin ki, benim inancımda hakkını isteyene darılmak yoktur. Tam aksine benim en çok sevdiğim kimse, benden hakkını isteyen kimsedir. Ancak bu suretle Rabb'imin huzuruna yönettiğim insanların hakkını yüklenmeden çıkabilirim!.

Dinleyenlerden biri ayağa kalkarak:

-Ya Resulallah der, öyle ise benim zatınızda üç dirhem alacağım var, onu istiyorum!.

Bu isteğinden dolayı yanındakiler onu ayıplamadıkları gibi, kendisi de hiçbir korku ve endişe hissetmeden ifade eder isteğini. Halbuki diğer yönetimlerde halkın içinde böyle bir hak isteğinin cezası, ya ateşe atılmak, yahut da at kuyruğuna bağlanarak dere tepe sürükletip paramparça ettirilmek iken Allah'ın Resulü bakınız, ne diyor bu isteğin sahibine:

-Bu alacağın nereden kaldığını da anlatır mısın?. Adam cevap veriyor:

-Hani çölden gelen bir fakir yardım istemişti de, sizde bulunmadığından ben vermiştim, onu talep ediyorum..

Bu açıklamadan sonra Resulullah'ın cevabı şöyle olur:

-Amcamın oğlu Fazlı! Kardeşimiz üç dirhemi benim adıma vermiş, hemen öde!.

İşte Kutlu Doğum asrında dünya öyle, biz de böyle örnek veriyorduk..

- Fatebiru ya ülil ebsar!. Düşünün ey basiret sahipleri!

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=974990
#1295
Kutlu Doğum sahibinin hayranlık uyandıran hallerinden, Ahmed Şahin, Zaman

En çok sevdiği hizmet, yoksullara yardım hizmetiydi. Nitekim bir gün yine davet ettiği yoksullara önceden hazırladığı yardımlarını sırayla dağıtmış, alanlar da sevinçle evlerine dönmüşlerdi ki, tam o sırada uzaklardan koşarak gelen bir başka yoksul, dağıtımın bittiğini, kendisine verilecek bir şeyin kalmadığını anlayınca oraya yığılakalmıştı. Şefkatle baktığı bu yoksula da:

- Üzülme dedi, sana da bir çare bulabiliriz. Bulduğu çareyi de hemen orada anlattı. Buradan doğruca Medine çarşısına git, ihtiyaçlarını satan dükkanlara gir, ne lazımsa al, sonra de ki: "Mal benim borç Resulullah'ındır!."

Yoksul adam, tereddüt edince de tekrar etti. Unutma dedi: "Mal benim borç Resulullah'ın diyecek, gerisini düşünmeyeceksin!" Böylece yoksula verecek bir şeyi kalmayınca borçlarını üstlendi, mahrum kalmasına gönlü razı olmadı.

Mütevazı olmayı, vazgeçilmez vasfı kabul etmişti. Bu sebeple misafirlerine bizzat kendisi hizmet eder, ikramda bulunurdu. Bir gün çölden gelen biri, "Kim bu insanların büyüğü?" diye sordu. O sırada misafirlerine bardaklarla içecek ikram ediyordu. "İnsanların büyüğü insanlara hizmet edendir!" diye cevap verdi. Bu sözüyle hem büyüklerin insanlara hizmet edeceğini ifade etmiş hem de aradığı kimsenin kendisi olduğuna işarette bulunmuştu. Zaten hizmet edilmeyi değil, hep hizmet etmeyi sever, hizmeti tercih ederdi. Nitekim bir yolculuk dönüşünde herkes hurmalıkta istirahate çekilmiş dinlenirken, bazıları onlara yemek hazırlamak üzere harekete geçmişlerdi. Biri, yemek yapayım, biri, su getireyim, derken biri de ben de ateş yakayım, deyince, "Öyle ise ben de odun toplayayım." dedi. Biz bu hizmetleri yaparız, siz istirahat buyurun, diyenlere de:

-Bilirim ki sizler bu hizmetleri yaparsınız, ama ben hizmete seyirci kalmayı değil, hizmete iştirak etmeyi severim, diyerek kalkıp odun toplayarak hizmet edilen değil, hizmet eden olmayı tercih ettiğini göstermiş oldu.

Komşularının yemediğini yemez, giymediğini de giymezdi.

Bir gün bir sepet dolusu taze hurma getirip kendisine uzattılar:

- Turfanda hurma, henüz kimsecikler yemedi, ilk olarak zatınıza getirdik, dediler. Oynayan çocukları gösterdi:

- Götürün bu turfanda hurmaları şu oynayan çocuklar yesinler. Ben komşularımın yemediğini yemem. Ne zaman komşularımız da turfanda hurma yemeye başlarsa işte o zaman getirin, ben de komşularımızla birlikte gönül rahatlığı içinde turfanda hurma yiyebilirim, buyurdu.

Faydalı icat ve teknolojik buluşların kim tarafından bulunursa bulunsun sahip çıkılıp Müslümanların istifadesine sunulmasını isterdi.

Bir gün bir tüccar sahabi Şam'daki Hıristiyanlardan aldığı bir kandili getirip mescide asmıştı. Gelenler bunun Hıristiyanların buluşu olduğunu öğrenince, 'Müslümanların mescidine Hıristiyan'ın buluşunu mu asıyorsun?' diye tereddüt göstermişlerdi.

Az sonra Efendimiz (sas) gelip dumansız, külsüz yanıp ışık veren kandili görünce, 'Kim getirdi bunu?' diye sordu. Suçlu gösterir gibi gösterdiler. Bunun üzerine kandili getiren Temimdari'ye tebessümle bakarak şöyle dedi:

- Sen bizim mescidimizi aydınlattın, Allah da senin kabrini aydınlatsın!.. Sözlerine şunu da ekledi:

- Faydalı şeyler Müslüman'ın kaybettiği malı gibidir. Hangi ırk ve dinde görülürse görülsün sahip çıkılıp Müslümanların istifadesine sunulmalıdır.

Evet, şimdi düşünme sırası. "Bir saat düşünmek bir sene nafile ibadetten üstündür!" diye de uyarmıştı bizleri.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=975461
#1296
Çoğalan aile içi sorulara topluca cevap vermiş olmak için konuyu baştan sona şöyle özetlemek istiyorum.

Önce evlenecek gençlerin, hayat anlayışlarında ortaklık bulunup bulunmadığına dikkat etmeleri gerekmektedir. Bu ortaklık bilhassa dindarlıkta olmalıdır. Dindarlıkta birbirine yakınlık olmazsa baştan mühim görmeseler de sonunda bu farklılık önce uyumsuzluğa, sonra da geçimsizliğe dönüşebilmektedir.

Çünkü bey dindar olunca evde İslami alışkanlıklar, örf, âdetler uygulanıyor. Bu uygulamaya alışık olmayan hanım kızcağız da uyum sağlayamıyor, bazen zıddını bile iddia ediyor, derken uyumsuzluk geçimsizliğe dönüşebiliyor. İşte böyle bir uyumsuzlukla karşılaşmamak için gençlerin baştan denk olup olmadıklarını araştırmaları, kesin kararı bu denklik tespitinden sonra vermeleri gerekiyor.

Ancak buna rağmen istenen denklik sağlanamaz da sonunda aile içinde bir uyumsuzlukla karşılaşırlarsa durum ne olacak? Aile yıkılma tehlikesiyle yüz yüze mi kalacak? Yoksa bu uyumsuzluğun da bir çaresini aramak, bir uyum yolu bulmak mümkün mü?

İşte burada maneviyat büyüklerinin uyumsuzları uyumlu hale getirecek tavsiyelerine bakmak gerekiyor. Bu tavsiyelerden birini Bediüzzaman Hazretleri iki cümle içinde ifade ederken diyor ki:

- Ne mutlu o erkeğe ki, aile içinde dindar hanımını taklit eder, dindarlıkta hanımına tabi olur!.

- Ne mutlu o hanıma ki, dindarlıkta beyine tabi olur, dindar beyini taklit eder.

Demek ki, bir ailede uyumsuzluk varsa çare, yıkım değildir. Birinin ötekine tabi olmasıdır. Ama kim kime tabi olacak, hangisi hangisini taklit edecek?

Bediüzzaman Hazretleri'nin gösterdiği en doğru uyum çaresi budur:

- Ailenin dindar olanı hangisi ise ona tabi olunacak, dindarlıkta ileride olan taklit edilecek, böyle bir tabi oluşla hem ailedeki uyumsuzluk giderilecek hem de tabi olanın ebedi hayatı kurtulacak. Çünkü dindara tabi olanın ahireti tehlikeye girmez, aksine kurtulur. Böylece tabi olan kaybetmez, kazanır..

Hemen ifade edelim ki, aile içinde tabi olunacak bu dindar, bey de olabilir, hanım da.

Bu durumda uyması gereken itiraz edip de mesela, 'ben erkeğim, kadına tabi olamam' demeyecektir. Çünkü tabi olduğu aslında kadın değil, kadının dindarlığıdır. Bu nokta, tarafları benlik duygusundan kurtarır, şahsa değil şahsın dindarlığına tabi olduğu için rahatlatır. Böylece ailedeki zıtlaşmalar şahsa değil şahsın benimsediği dindarlığa tabi olarak çözümlenmiş olur.

Aslında bu, konunun güzel ihtimalidir. Bir de kötü ihtimali vardır. Şöyle ki:

- Ya kadın da bey de dindar olmaz da, birbirlerini günahlı bir hayata teşvik eder, yanlışta yarışa girerlerse ne olur? O zaman aile içinde kim kime tabi olacak? İşte çaresi zor ihtimal.

Bediüzzaman Hazretleri bunlar için büyük bir esef içinde şöyle sızlanmaktadır:

- Yazık o iki karı kocaya ki, birbirinin günahını, sefahetini taklit eder, birbirini ateşe atmakta, cehenneme itmekte yarışa girer, yardımcılık ederler..

Demek ki, aile içinde tabi olunacak dindar birinin bulunması, aile için büyük bir şanstır. Diğerleri ona sahip çıkıp tarafını tutmalı, yalnız bırakmamalılar. Ancak o dindar da bulunduğu yerin nezaketini bilmeli, itici tavırlardan kaçınmalı, sabırlı ve sevimli bir esneklik içinde muhatap olmalıdır.

Konuyu Bediüzzaman Hazretleri'nin üslubuyla bağlayacak olursak şöyle diyebiliriz:

- Ne mutlu o aileye ki, içlerindeki dindara tabi olma akıllılığını gösterirler, böylece birbirlerini Cehennem'e değil Cennet'e yönlendirme ortaklığında buluşmuş olurlar.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=924563
#1297
Soru: Evliliğimizin ilk devrelerinde yumuşak huylu, hoşgörülü bir bey olarak göründü bana. Fakat aradan geçen senelerden sonra öfkeli, sinirli bir bey var şimdi karşımda.

Bazen ben de aynı şekilde öfkeli, sinirli karşılık veriyor, inceldiği yerden kopsun, diyerek sesimi yükseltiyorum. Ama çocuklarımızın geleceğini düşününce sabırlı olmam gerektiğine de inanıyorum. Şu anda nasıl davranacağımı bilemez haldeyim. Bu asabi mizaçlı beye karşı nasıl davranmamı tavsiye edersiniz?

Cevap: Evlilikte ideal olan, tarafların birbirlerine karşı asabi mizaçla muhatap olmaları değildir. Tam aksine konuşarak, danışarak birlikte karar vermeleri ideal olandır.. Ne var ki ideal olan böyle olmakla beraber, yaşanan hayat hep böyle olmayabiliyor. Bazen bey, bazen de hanımefendi zamanla sabırlarını aşındırıyor, tepkisel bir tavra girebiliyor, birbirlerine öfkeli, asabi mizaçlı muhatap olabiliyorlar..

İşte böyle devrelerde aileyi, 'inceldiği yerden kopsun' anlayışı kurtarmaz. Ama İslam kültürüyle bakış kurtarabilir.. Evet, aileyi İslam kültürüyle bakış kurtarabilir. Yeter ki aile hayatına İslam kültürüyle bakış bilinsin ve benimsensin.. İsterseniz sözü daha fazla uzatmamak için aile hayatına İslam kültürüyle bakıştan bir örnek verelim. İslam kültürüyle bakış aileyi nasıl kurtarıyor bir görelim.

Tabiin devrinde Basra'nın asabi mizaçlı adamı İmran bin Hattan, yumuşak huylu bir hanımla evlenmişti. İmran'ı tanıyanlar, bu evlilik çok sürmez kısa zamanda hanımın şikâyetleri ayyuka çıkar.. diye düşünüyorlardı. Ancak beklenen olmadı, hanım bu asabi mizaçlı beyle mutlu şekilde hayatını sürdürüyor, şikâyetçi olmuyordu.

Bir gün hanımın bu sabırlı halini düşünen beyi:

- Hanım dedi, sen ne kadar anlayışlı birisin? Benim gibi asabi mizaçlı biriyle şikâyetçi olmadan hayatını sürdürüyorsun. Doğrusu, senin gibi sabırlı bir hanım nasip ettiği için Allah'a ne kadar şükretsem azdır, diye düşünüyorum!.

Hanımı, beyinin bu takdir duygusunu, Allah'a şükretme ifadesiyle duyunca:

- Bey dedi, sen hiç üzülme. Sen öyle asabi mizaçlı birisin, ben de böyle sabırlı mizaçta biriyim. Rabb'imiz ikimizi de böyle farklı mizaçta yaratmış. Şunu unutma ki, karı-kocanın farklı mizaçta oluşları, ikisinin de cennete gitmelerine sebeptir. Sonunda ikimizi de cennete götürecek bu hayattan neden şikâyetçi olayım?.

Bu değerlendirmeyi dinleyen bey:

- Hanım dedi, nasıl olacak da senin gibi sabırlı bir hanım, benim gibi asabi mizaçlı biriyle yaşadığı hayattan sonra birlikte cennete gideceğiz? Şöyle açıkladı hanım, aile hayatına bakışını:

- Bak dedi, benim gibi sabırlı bir hanımı nasip ettiği için sen Allah'a şükrediyorsun; ben de senin gibi asabi mizaçlı birini bana nasip ettiği için Rabb'imin takdirine isyan etmiyor sabrediyorum. Böylece sen şükrünün, ben de sabrımın karşılığını göreceğiz bu hayatın sonunda. Şükredenle sabredenlerin gideceği yere gitmeyi kazanmış oluyoruz ikimiz de bu halimizle. Sonuç böyle olunca, ben neden mutlu olmayayım seninle yaşadığım aile hayatından? Allah, adalet sahibidir. Benim sabrımın mükâfatını verecektir elbette. Onun için ebedi hayatımı kazanma imtihanımdır bu diyor, şikâyetçi olma ihtiyacı duymuyorum birlikteki hayatımızdan!."

Maneviyat büyükleri bu anlayışa, aile hayatına İslam kültürüyle bakış, diyorlar.

Demek ki, aile içindeki zıtlaşmalara böyle bakılır da 'inceldiği yerden kopsun' deme yerine 'sabredersem hem yuvamı hem de ebedi hayatımı kazanırım' diye düşünülürse, örnek alınacak bir hayat olur bu. Yeter ki hayata böyle İslam kültürüyle bakış bahtiyarlığına ulaşılabilsin.

Görüşümü soran hanımefendiye, hayata İslam kültürüyle bakıştan bir örnek arz etmiş oldum. Düşünüp değerlendirmesi size aittir. a.sahin@zaman.com.tr

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=936011
#1298
Soru: Yeni tanıştığım bazı arkadaşlar kolumdaki dövmeleri görünce hiç de iyi karşılamadılar. Buna hem gerek yok, hem de günahtır, dediler. Zaten ben de geçmişte yaptırdığım bu renkli şekillerden bıkmış, rahatsızlık duymaya başlamıştım, bu arkadaşların da etkisiyle dövmelerden kurtulmaya karar verdim.

Ne yazık ki, geçmişte düşünmeden yaptırdığım dövmelerden kurtulmanın öyle yapıldığı kadar kolay olmadığını da öğrendim. Dövmelerin silinmesinin, yapılmasından daha işkenceli olduğunu duyunca iyice üzüldüm. Bu mikrobik şekilleri koluma niçin çizdirdim diye kendimi sorgularken bazı kimselerin, bunların abdeste, gusle mani olduğunu söylemeleri beni daha da üzdü. Deri altındaki bu şekilleri sildirmedikten sonra abdest alamaz, namaz kılamaz durumdasın, diyenler bile oldu. Bunlar doğru mu? Kolumdaki dövmelerle yaptığım ibadetler boşa mı gitti? Bundan sonra da aldığım abdestim, yaptığım guslüm boşa mı gidecek? Bilgi verebilir misiniz?

Cevap: Keşke bunları baştan düşünseydiniz de boşu boşuna böyle faydasız, hatta zararlı ve günah olan mikrobik çizimlere özenti duymasaydınız. Şimdi de kurtulmak için sildirme çareleri aramak durumunda kalmasaydınız. Eğer dövmelerle bir gencin değer kazanması söz konusu olsaydı, Peygamberimiz bunları yapan ve yaptıranları, bedduaya uğrayan kimseler olarak haber vermez, ikazda bulunmazdı.

Her ne ise, şimdi geldiğiniz noktaya bakalım. Sonunda doğruyu bulup kabullenmek de bir kazançtır. Hem de iyi bir kazanç.

Daha önceki sorulara verdiğimiz cevaplarda da arz ettiğim gibi, vücudun herhangi bir yerine dövme yaptırmak caiz olmamakla beraber, bu dövmeler abdeste ve gusle mani şekiller de değildirler. Bunu özellikle bilmekte fayda vardır.

Bunları bir özenti ile yaptırmış olan kimse, bunlarla birlikte abdest de alır, gusül de yapar, ibadetlerini de tümüyle yerine getirir, bir ibadet engeli söz konusu olmaz.

Çünkü bu farklı renkteki sıvılar derinin altına iğne ucuyla zerk edilmekte, (derinin üzerinde tabaka teşkil etmediğinden) abdeste, gusle engel olmamaktadır.

Bununla beraber, dövmenin içeriğinde necis (pis) bir sıvı karışımı tespiti halinde, ya da müstehcen bir resim, yahut da haç şekli bulunması durumunda (kolaylık olursa) bunları sildirmeyi tercih etmenin huzur vereceği de hatırlanmalıdır.

Soru: Gece gusül yapmak gerektiğinde hemen yıkanılacak mı, yoksa birazcık uyuyup sonra kalkılarak gusül yapılabilir mi?

Cevap: Gece kendisine gusül farz olan kimse, manen kirlenmiş demektir. Kirlenen kimse bir an evvel temizlenmelidir. Muhafaza meleklerini memnun eden hal, temiz bulunma halidir. Ancak, gusle sebep olan akıntının idrar yolunda kalmış olabilecek bulaşığını temizlemiş olmak için, gusülden önce ya idrar yapmalı, ya da birazcık yürümeli, ya da uyumalıdır ki, idrar yolunda bulaşık kalmayıp temizlenmiş olsun.

Uyuma halinde dikkat edilecek önemli husus şudur. Gusülden önceki bu uyku, uzayıp da sabah namazını kazaya bırakmaya sebep olmamalı, namazı vaktinde kılma görevi tam olarak yerine getirilmelidir. Bilindiği üzere sabah namazının önemini hatırlatan hadis şöyle ikazda bulunmaktadır:

- Şafak vaktinde kılınan iki rekat namaz, dünya ve içindekinden de hayırlıdır!

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=936476
#1299
İnsanın yiyecek kadar iştaha sahip olması, bu iştahını karşılayacak kadar da sofrasında helal yemeğinin bulunması, Allah'ın büyük bir lütuf ve ikramıdır.

Sofraya her oturuşta bu lütuf hatırlanmalı, bu ikram düşünülmeli, bu sebeple de sofrada yemek boyunca zikir-fikir-şükür duyguları içinde olunmalıdır.

-Yemek boyunca nasıl zikir-fikir-şükür duyguları içinde olunur?

Yemeğe 'Bismillah..' diyerek başlamak zikir olur. Yemek boyunca nimetleri vereni düşünmek fikir olur. Yemek sonunda 'Elhamdülillah!' diyerek kalkmak da şükür olur.

Sofrada böyle zikir, fikir şükür duyguları içinde olan kimsenin yedikleri bedenine sıhhat, afiyet olacağı gibi, amel defterine de kanaat ve rıza hali olarak kaydolur.

İslam alimleri, böyle zikir, fikir, şükür duyguları içinde yenen yemeğin şişmanlığı önleyen sünnetini de haber verirler. Onlara göre sofranın son sünneti:

- İhtiyacı kadar yedikten sonra, iştahını tüketmeden yemekten çekilmektir!. İştahını yok edecek derecede yemekte ısrar eden adam, bedenini hantallaşmaktan kurtaramayan adam demektir.

İsrafı yasaklayan ayetinin ikazı da bu konuda uyarıcı mahiyettedir:

-Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!. Unutmayınız ki, (iştahını yok edecek derecede yiyerek) israf edeni, Allah sevmez!.

Anlaşılan odur ki, ihtiyaç kadar yemek serbesttir. Ama ihtiyaç fazlası iştahı tüketecek kadar yemek israftır. Öyle ise iştahı tüketmeden sofradan kalkma iradesini göstermeli, bedeni hantallaşmaya maruz bırakacak israflı yemekten kaçınmalıdır. Bundan dolayı İbn-i Sina bu ayete şu yorumu da ilave eder:

- Mideyi, iştahı yok edecek derecede doldurmayın, az yiyin; yemekten sonra dört-beş saat bekleyin, şifa hazımda, sıhhat de sabırdadır!.

Peygamberimiz'in (sas) mideyi doldurma konusunda verdiği meşhur ölçü, tam bir sıhhat reçetesidir. Buyuruyor ki:

-Midenin üçte birini yemeğe ayır, üçte birini de suya; kalan üçte birini ise rahat nefes almaya bırak!.

Demek ki iştah ile yemeğe oturmalı, iştahı yok etmeden çekilmeli, suya, nefes almaya da yer bırakmalıdır.

Sahabeden Semüre bin Cündeb'in oğlu yemekten sonra kusmuştu, çok yedikten sonra kusmayı hayra alamet saymayan Semüre şöyle dedi:

-Şayet bu kusmadan sonra ölseydin cenaze namazını kılmakta tereddüt ederdim. Çok yedikten sonra ölmek hayra alamet sayılmaz çünkü!.

Hazret-i Ömer efendimizin şu sözü de yemekte ölçü verici mahiyettedir. Diyor ki:

-Nefsin istediği her şeyi yemek, ihtiyaçtan değil, bazen israftan sayılır. Allah ise müsrifleri sevmez!.

Öyle ise nefsin her istediğini ihtiyaçtan sayıp da peşine düşmemeli, mahrumiyet duygusuna girmemelidir..

Maneviyat büyükleri çok yemenin sebep olacağı duygu kayıplarını sıralarken şöyle demişler:

-Çok yiyenin manevi hassasiyeti azalır, merhamet duygusu zayıflar, ibadetlerde zorlanmaya başlar..

Bostanü'l-Arifin'de sofranın ihmal edilmez adapları da şöyle sıralanır:

1- Sofraya oturacakların tamamı gelmeden yemeğe başlamamalı.

2- Kendi önünden yemeye dikkat etmeli.

3- Lokmayı küçük alıp ağzı kapalı şekilde çiğnemeli.

4- Başkasının ağzındaki lokmaya bakmamalı.

5- Sıcakken üfleyerek yememeli.

6- Herkesten önce çekilmeyip yiyenlerin doymasını beklemeli.

7- Bardaktaki suyun birazını içip artığını bekleterek bardağı meşgul etmemeli..

Sözün özü: Sofraya böyle zikirle oturan, fikirle devam eden, şükürle de kalkan kimsenin, midesini yormayacak şekilde sünnet üzere yediği yemekler, kalbine nur, bedenine de sıhhat ve afiyet olur. Hantallaşma, halsizleşme gibi çok yeme sonuçlarına da maruz kalmaz inşa Allah...

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=941895
#1300
Bugün sizlere ilahiyatçı yazar Mehmet Dikmen hocanın hazırlayıp istifademize sunduğu 1001 Hadis kitabından bazı hadisleri yorumlarıyla birlikte takdim ediyorum.

Muhtemeldir ki, beni çok etkileyen bu hadisleri siz de büyük bir istekle okuyacak, sevgi ile değerlendirmeye alacaksınız.

***

1- "Allah bir kulunun hayrını isterse onu istihdam eder!.

Dediler ki:

-Ya Resulallah! İstihdam ne demektir? Allah hayrını dilediği kulunu nasıl istihdam eder?

Buyurdu ki:

-İstihdam, o kulunu hayırlı işlerle meşgul etmesi, ömrünü İslami hizmetlerle değerlendirme aşk ve şevkini duyurmasıdır."

Anlaşılan odur ki, insanın hayatında kusurlu, yanlışlı devreleri olabilir. Hatta geçmiş bir devrede ileri derecede hatalara da düşmüş olabilir. Ama bir gün olur da niyetini düzeltirse, Allah o kulunu bu niyeti hürmetine yanlışlarından döndürür; hayırlı ve faydalı işlerde çalışma aşk ve şevki duymaya başlar. Hayatını böylesine hayırlı hizmetlerle sürdürüşü, o kulun istihdam edildiğine işaret sayılır.

Öyle ise geçmişteki yanlışlarınıza bakıp da ümitsizliğe düşmeyin, her şeyden önce niyetinizi düzeltin, hayırlı hizmetlerle hayatınızı değerlendirmeye bakın, istihdam edilenlerden olmayı dileyin ki, istihdam lütfu sizde de tecelli eylesin.

2- "İnsanların arasında kalarak eziyetlerine tahammül eden Müslüman, insanlardan uzaklaşarak tek başına yaşayan Müslüman'dan hayırlıdır!"

Evet, İslam'da Allah'a kulluk niyetiyle de olsa insanların arasından uzaklaşıp tek başına yalnızlık hayatını tercih etmek daha hayırlı görülmemiştir.

Çünkü Allah'ın rızasını kazandıracak pek çok ibadet ve hizmetler insanların arasında bulunarak yapılabilir. İnsanlardan koparak yapılacak ibadet ve hizmetler sınırlıdır. Halbuki toplumun içinde kalarak yapılacak hizmetler ve salih amellerle topluma örnek olmaya, moral vermeye ihtiyaç vardır. Toplumdan kaçarak onları örneksiz ve moralsiz bırakmakta fayda yoktur.

3- "Cömert insanın ayağının kayıp düşmesine takılıp kalmayınız. Çünkü Allah, ayağı kayan cömert insanın elinden tutar, düştüğü yerden kaldırır, yine istikametine yönlendirir!"

Demek ki cömertlik Allah'ın çok sevdiği özel bir vasıftır.

Allah, cömert kulunun maruz kaldığı irade dışı musibet ve hatalarını sahip olduğu cömertliği hürmetine kaldırır, cömert kulu için özel bir lütuf ve merhameti söz konusu olur. Yeter ki o cömert insan, hatasından hemen dönsün, tövbe istiğfarında gecikmeye maruz kalmasın.

4- "En büyük hıyanet, kendisini doğru gösterip de itimadını kazandığı insanlara yapılan hıyanettir!"

Evet, insanlara önce dürüst biri gibi görünüp itimadını kazandıktan sonra beklenmedik bir anda ihanet edip, aldatmaya yönelmek, tam manasıyla bir münafıklık alameti ve müminlikle izah edilemeyen bir ihanet örneğidir.

Halbuki mümin, içi dışı aynı olandır. Onun, dıştan güvenilir biri olarak görünüp içten gizli niyet ve hesaplar peşinde olması, müminliğine yakışmayan bir aldatmadır. Efendimiz (sas) ise, "Aldatan bizden değildir!" buyurmuştur.

5- "Birlik, beraberlikten ayrılmayın. Kurdun topluluktan ayrılan koyunu kaptığı gibi şeytan da birlikten ayrılan insanı kapar, vesveseye atar. Unutulmamalı ki, Allah'ın ikram ve ihsanı, birlikte olanların üzerinedir, ayrılıp dağılanların üzerine değil."

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=954504