Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#1301
Bir ülke halkı komşulardan oluşur. Komşular birbirleriyle sevgi, saygı ve yardımlaşma içinde iseler ülke halkı da aynı şekilde karşılıklı sevgi, saygı ve dayanışma içinde olurlar, birlik beraberliklerini korurlar.

Komşularda birlik beraberlik zedelenmiş, yardımlaşma zaafa uğramışsa ülke halkında da aynı tezahürler görülür, birlik beraberlikte gevşeme ve zaafa uğramalar söz konusu hale gelir.

Bunun içindir ki Allah Resulü Efendimiz, komşu hakkına büyük önem vermiş, komşunun komşusu ile iyi geçinmesi, hakkını gözetmesi, sevgi ve saygının korunması konusunda yeminli uyarılarda bulunarak buyurmuş ki:

Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, kul tam Müslüman olmaz, çevresindeki insanlar onun elinden ve dilinden emin olmadıkça ve yine kul tam iman etmiş sayılmaz, komşuları onun kötülüğünden selamette bulunmadıkça!..

Bu neden böyle?

Çünkü komşular birbirinden emin olursa ülke halkı da birbirinden emin olur. Birbirine kenetlenmiş insanlardan oluşan ülke halkı meydana gelir. Komşular arasında bu birlik sağlanmazsa komşulardan oluşan ülke halkı arasında da istenen gönül birliği sağlanamamış sayılır...

Bundan dolayı komşu haklarını, ana-baba haklarına benzeten Efendimiz buyurmuş ki:

Komşunun komşu üzerindeki hakkı, annenin evlatları üzerindeki hakkı gibidir. Anne ile evlat nasıl birbirilerini sevmeleri, saymaları, haklarına dikkat etmeleri, kırıp incitmemeleri gerekiyorsa, komşular da birbirlerini böyle sevmeli, saymalı, karşılıklı haklarına dikkat etmeliler ki, ülke halkı da benzeri sevgi, saygı ve beraberlik içinde olsunlar, gevşeyip çözülmeler söz konusu olmasın..

Efendimiz (sas) komşu hakkı konusundaki uyarılarından birinde de şöyle buyurmuştur:

Komşu hakkına dikkat edin. Ben komşu hakkı konusunda Cebrail'den o kadar ısrarlı tembih aldım ki, neredeyse komşunun komşuya mirasçı olacağını dahi zannettim!.

Bundan dolayı meşhur sahabi Abdullah bin Amir bin As, kestiği kurbanın etinden Yahudi komşusuna da vermesi için oğluna ısrarla tembihte bulunurken şöyle demiştir:

Yahudi de olsa komşumuza yardımda bulunmalıyız. Allah-ü Teala komşuya yardım konusunda o kadar sık ikazda bulundu ki, neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettik biz.

Bu yüzden sahabeler komşuyu üzen bir tutum içinde olmaktan öylesine çekinmişler ki, evindeki fareler komşusuna kaçar da komşuyu rahatsız etmiş olurum endişesiyle evine kedi getirmekten vazgeçenler bile olmuştur.

Bir başka sahabi de, komşunun avlusundaki ağacın dallarından kendi avlusuna gece dökülen hurmaları sabah kalkan çocuklar alıp da komşu hakkını yemiş olurlar endişesiyle sabah namazını mescitte kılar kılmaz evine koşup avluya dökülen hurmaları toplayarak komşusunun avlusuna atmış, çocuklarına komşu hakkı yedirmiş olma tehlikesinden böylesine kaçınma dikkati göstermiştir.

Fıkıhta komşu hakkı, birinci derecede kapı komşuluğuyla başlar, bundan sonrası duvar komşuluğuyla çevreye doğru genişleyip gider.

Kapı komşusundan şikâyetçi olan aceleci bir komşuya Efendimiz'in ilk yol göstermesi şöyle olmuştur:

İlk olarak sen komşunu incitmekten sakın, sonra ondan gelecek olan incitmelere de birazcık sabırlı ol, bundan sonra konuşup anlaşarak yanlışı düzeltip, helalleşmeye bakın.

Komşu hakkı, kul hakkından sayıldığından dolayı sahabeler komşu hakkından hep titremişlerdir. Bunun için imkân sahibi komşular yoksul komşularının ihtiyaçlarını karşılayıp dualarını almak için yardımdan asla geri kalmamışlardır. Böylece ülke halkının birlik beraberliğini de, kendi aralarındaki komşu haklarına riayetle sağlamışlardır.

Bu konuda uzun söze hacet yoktur. Sadece şu söz komşu hakkının önemini anlatmaya yetmektedir:

Komşunun komşuya olan saygısı, evladın annesine olan saygısı gibi olmalıdır. (Tenbih-ül'gafilin) a.sahin@zaman.com.tr

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=954949
#1302
Birlik beraberliğimizi, dostluk ve akrabalığımızı koruyan özel ve güzel âdetlerimizden biri de, sıla-i rahim'dir. Yani, akraba ve dostlarla ilgiyi kesmemek, ziyaret edip hal hatır sorarak akrabalık bağlarını hep canlı tutmaktır.

Ayetlerde ve hadislerde akrabalarla ilgiyi kesmeme mükellefiyetimize dikkatimiz çekilmekte, önemine çarpıcı ifadelerle işaret olunmaktadır.

Nitekim Rabb'imiz Müslüman'ın önemli görevlerini sıralarken akrabalarına karşı göstermesi gereken ilgisini hemen üçüncü sıraya koyarak buyurmuş ki:

-Önce Allah'a ibadet edin, sonra anne babaya itaat edin, üçüncü olarak da akrabaya olan yakınlığınızı koruyun, ilginizi kesip de yabancılaşmayın!..

Efendimiz (sas) Hazretleri ise yakınlarıyla ilgisini kesenlere çarpıcı ikazlarda bulunarak:

-Akrabalarıyla ilgisini kesenler meclisimizde oturmasınlar, buyurmuştur.

Bu ikazı dinleyenlerden bir kişi hemen sessizce kalkıp meclisten dışarı çıkarak ihmal ettiği akrabasına koşar. Neden sonra geri gelip yerine sessizce oturunca Efendimiz sorar:

-Bir akraba ihmalin mi söz konusu idi yoksa?

Cevap ibretlidir:

-Beni kendisinden uzaklaştıran bir teyzem vardı, ikazınız üzerine onu ziyarete gittim, kapısında beni görünce hem şaşırdı, hem de sevinerek, 'Sen kolay gelmezdin, nasıl oldu da geldin?' diye sordu. Ben de akrabayı ihmal edenlerle ilgili ikazınızı anlatınca ellerini açıp bana dua etti, ben de ona dua ettim, böylece akrabamla helalleşerek geldim ki meclisinizde oturacak duruma gelmiş olayım.

Bunun üzerine Efendimiz'in açıklaması şöyle olur:

-Şunu unutmayın ki, akrabalarıyla ilgisini kesmiş olan kimsenin bulunduğu meclise Rabb'imizin rahmeti inmez. Sen bu ziyaretinle hem meclise gelecek olan rahmete engel olmaktan kendini kurtarmış, hem de bir vefa örneği vermiş oldun..

Demek akrabalarıyla ilgisini kesenler İlahi rahmetten mahrum kalmaya aday olurlar. Bu mahrumiyet de göze alınacak, basit görülecek bir mahrumiyet olmasa gerektir. Öyle olunca akraba ile ilgi kesmenin bu dehşetli sonucu dikkatlerden kaçmamalıdır.

Bu sırada bir akraba sorusu da şöyle gelir:

-Ben akrabama gidiyorum, ama o gelmiyor, ben affediyorum ama o affetmiyor. Ben de onlara aynı şekilde karşılık vermek istiyorum. Buyrulur ki:

-Akrabalarının sana yaptıkları yanlışı sen de onlara yaparsan, yanlışa yanlışla karşılık vererek eşit duruma düşmüş olursun, farkın kalmaz. Sen yanlışa doğru ile karşılık ver ki, hataya ortak olmayasın. Şunu unutma ki, senin akrabaya vefalı tavrın seni Cennet'e, onların vefasız tavrı da onları layık oldukları yere yaklaştıracaktır.

Bu gibi ağır ikazlardan anlaşılan odur ki, akraba ve dostlarla olan sevgi bağlarını koparmanın vebali göze alınamayacak kadar büyük olmaktadır. Nitekim "İnsanı Cehennem'den uzaklaştırıp Cennet'e yakınlaştıran ameller hangisidir?" diye soran bir zata Efendimiz'in cevabı da bu mealde olmuştur:

-Namazını kılan, orucunu tutan, haramlardan kendini koruyan, bir de akrabalarıyla ilgisini kesmeyip sürdüren kimse, Cehennem'den uzaklaşıp Cennet'e yakınlaştıran amelleri işlemiş kimselerden sayılır..

Demek ki, namaz, oruç gibi önemli dinî görevlerimizin hemen yanında akraba ziyaretleri de yer almaktadır. Akraba ziyaretinin bu öneminden dolayı irşat kitaplarında deniyor ki, akrabasını yürüyerek ziyarete gücü yetenler, adım başına kazanacakları sevabı düşünerek yaya olarak gitmeyi tercih etmeliler. Mümkün değilse vasıtaya binerek gitmeli, uzaklığı bahane etmemeli, mütevazı hediyelerle de olsa akrabalık bağlarını güçlendirmeye gayret göstermeliler. Yerine göre bir telefonla, bir selamla da olsa bu bağlar tazelenmeli, bulundukları meclise rahmetin inmeyeceği vefasız akrabalardan olmadığını bu kadarcık bir ilgi ile de olsa ispatlamalıdır. a.sahin@zaman.com.tr

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=964652
#1303
Soru: Bazen arkadaşlarla halı sahaya giderek top oynuyor, bu sırada güzel sohbetler ediyor, faydalı konuları konuşma fırsatı da bulabiliyoruz.

Çıkarken ise halı sahanın ücretini kimi zaman ortaklaşa ödüyoruz, kimi zaman da yenilen taraf ödüyor. Bazı dostlarımız ise buna itiraz ediyor, 'Kahvede oynanan oyun sonunda da yenilen taraf çay, kahve parasını ödüyor, bu da aynı ona benziyor.' diyerek bizi şüpheye düşürüyorlar. Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz? Halı sahada hep birlikte oynadığımız futbolun sonunda saha kirasını yenilen tarafın ödemesi kumar sayılabilir mi? Halı sahadaki sporla, kahvedeki oyun bir tutulabilir mi?

Cevap: Bu yeni konulardan biri olduğundan farklı değerlendirme ve yorumlar yapılabilir. Ben görüşlerine değer verdiğim Hayreddin Karaman hocaefendinin yorumunun bir özetini arz etmek istiyorum bu konuda. Farklı yorum sahiplerine de saygımızı koruyarak tabii..

Kumar hakkında bilgi verdikten sonra halı sahadaki futbola ait yorumlarını şöyle ifade ediyor Hayreddin hocaefendi:

"-Halı sahada futbol oynamaktan maksat, kumar yoluyla para kazanmak değildir; yani futbol kumar değildir, futbol oynayanlar ortaya para koyarak yenenin buna sahip olmasını amaçlamıyorlar. Ancak parasız halı sahalar bulunmadığı için oyun süresince sahanın kiralanması gerekiyor. Bu kiranın bedeli şu şekillerde ödenebilir: a) Taraflar eşit olarak öderler, b) Taraflardan başkası öder, c) Sırayla öderler, d) Yenilen taraf öder!. Yalnızca bu son şekilde ödeme yapıldığında bir kumar şüphesinden söz edilebilir. Bize göre bu da kumara girmez; çünkü bu durumda yenen taraf bir mal veya para kazanmıyor, yenen takım ile beraber yenilen takım da menfaatten istifade ediyor; yani kiralanan ve taraflardan birinin kirasını ödediği sahadan iki taraf da ortak yararlanıyor; halbuki kumarda yalnızca bir taraf kazanır, karşı taraf kaybeder. Kirayı taraflardan birinin ödemesi, meşrû ve faydalı bir sporu daha iyi yapmayı teşvik ediyor.

Kahvehanelerde oynanan oyunlar ise faydalı bir spor değildir. Bu oyunlar hiçbir menfaat elde etmeksizin oynandığında bile, ancak bazı ek şartlarla caiz olabilir!. Mesela, müptelâ olmamak, yani bağımlı hale gelmemek, zamanı aşırı derecede israf etmemek, namazı ve gerekli işleri ihmâle sebep olmamak.. gibi..

Bu oyunlar oynanırken de, kâğıt, tavla, bilardo vb. kiralanmaktadır. Kullandıkları bu malzemenin kira bedelini taraflardan biri ödeyebilir. Ama bunun dışında, başkasının içtiği çay ve kahve parasını ödemek kumara girer; yani yenen, içilen çay ve kahve parasını bu oyun sâyesinde kazanmış olan adam, kumar oynamış olur, bu ise câiz olmaz.. Bu farkı fark etmek gerek.

Aslında soruyu şöyle sormak mümkün:

-Futbol şans oyunları arasına girer mi? Yani kumar sayılır mı?

Cevap: Futbol şans oyunu değildir. Kumar oyunları arasına girmez. Ancak futbol oynanırken birileri ortaya para koyar ve "filân yenerse ona oynayanların, falan yenerse buna oynayanların olsun" diyerek dışarıda böyle bir oyun düzeni kurarlarsa, futbol oynayanlar değil, onların üzerinden, dışarıda para kazanmak isteyenler kumar oynamış olurlar.

Bu da oynanan futbolu kumar haline getirmez, dışarıdan bazı kimseler kendi aralarında kumar oynamış olurlar. Vebal kumar oynayanların kendilerine ait olur.

Gençlerin kötü alışkanlıklar edinmeleri yerine sporla vakitlerini (bağımlılık haline getirmeden) değerlendirmeleri, zarar değil yarar getirebilir. Bu vesile ile iyi arkadaşlıklar kurup birbirlerini hayra teşvik etmeleri de mümkün olabilir. Yeter ki, spor gibi iradeyi güçlendiren bir meşguliyet, ara verilmez bir alışkanlık haline getirilmesin, helale haram karıştırma gibi yanlışlar söz konusu olmasın.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=949920
#1304
Okuyucum, 'Günün ekonomik ve sosyal şartlarını düşünerek sahip olunacak çocuk sayısına bir sınır koymak meşru olabilir mi?' diye başladığı sorusunu, 'Belli sayıda çocuk sahibi olduktan sonra fazlasını önlemek için tedbir almak da caiz sayılır mı?' diye sürdürdükten sonra, 'Peygamberimiz'in kaç çocuğu vardı acaba?' diyerek de tamamlamış.

Sahip olunacak çocuk sayısını, her ailenin kendi gücüyle ilgili özel bir meselesi olarak görmek mümkündür. Çünkü farklı imkân sahibi ailelerin farklı istek ve arzuları olabilir. Hem maddi bakım hem de manevi terbiye açısından gücünün yeteceğini düşünenler, başkalarının fazla bulduğu çocuk sayısını az bile bulabilirler. Buna yanlış gözüyle de bakılmaz.

Demek ki aile bu konuda kendi gücünü gözden geçirmeli, ne kadarına bakabileceğini, terbiye edip eğitiminde muvaffak olabileceğini düşünüyorsa o kadarını Rabb'inden dileyerek tedbirini almalıdır.

Ancak hemen ifade etmeliyim ki, çocuk sayısını belli sınırda tutmak için hamile kalmayı önleyen tedbir almak caizdir. Fakat hamilelikten sonra oluşan cenini aldırarak sınırı korumak ise caiz değildir. Bu farkın farkında olmak gerekir. Çünkü hamile kalmayı önlemek için, ilaç kullanıp belli çarelere başvurmakta sadece oluşumu önlemek var, bir varlığı yok etmek gibi vebal söz konusu değildir. Buna mahzursuz gözüyle bakılmaktadır.

Ama hamilelikten sonra oluşmaya başlamış insan adayını aldırmanın caiz olmayacağı bilinmelidir. Rahimdeki bu varlığı aldırmanın caiz olabilmesi için, annenin hayati tehlikesinin bulunması gibi mazeretlerin mevcut olması gerekmektedir.

Hatta çocuk sayısını sınırda tutmak için doğum yapabilen hanımı kısırlaştırmaya sebep olacak tedbirin de caiz olmadığı görüşü benimsenmiştir.

Çünkü günün birinde şartların değişmesi halinde yeniden çocuk sahibi olmayı isteyecek insanın önüne kısırlık gibi çaresiz bir engel çıkabilir. Böylece gerektiğinde doğum yapabilecek kusursuz kadını kusurlu hale getirmenin vebal ve pişmanlığı derin olabilir.

Bu konuda geniş bilgi için bizim Yeni Aile İlmihali'ndeki doğum kontrolü yazılarına bakılmasında fayda vardır.

Peygamberimiz (sas) Hazretleri'nin kaç çocuğu olduğu sorusuna gelince: Efendimiz, ashabının hamile kalmayı önleyen tedbirler almalarına mani olmamış, o günün şartlarına göre oluşumu önleyecek korunma ilaçları kullanılmasına yasak koymamıştır. Ancak kendisi, "Ben ümmetimin çokluğuyla iftihar ederim." buyurarak, çocuk sayısını azaltma yönünde bir tercihi de ve teşebbüsü de görülmemiştir. Nitekim ilk hanımı Hatice validemizden tam altı çocuğu, Mısırlı Mariye validemizden de İbrahim'i dünyaya geldiğinden, üçü erkek, dördü kız olmak üzere tam yedi çocuk babası olma mutluluğunu yaşamış, böyle örnek olmuştur. Ne var ki, yedi kişilik nesl-i Nebi'den altısı, Efendimiz (sas) Hazretleri'nin hayatında vefat etmiş, hepsinin de ölüm acısını yaşayan Efendimiz, ümmetine sabırlı bir aile reisi örneği de vermiştir.

Sadece geriye kendisinden altı ay sonra vefat eden Fatıma validemiz kalmış, Hazreti Ali ile evlendirdiği Fatıma validemizden devam etmiştir nesl-i Nebi. Kız çocukları Zeyneb, Rukiye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma validemiz. Erkek çocukları Kasım, Abdullah, İbrahim.

Sözün özü: Efendimiz, ümmet olarak iftihar edeceği bir nesil yetiştirmemizi istemiştir bizden.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=972825
#1305
Evet, ilim ve tasavvuf büyüklerinin hayranlık duyduğumuz hallerine bugün geçmişten daha çok ihtiyaç duymaktayız. Onların bizlere aşk ve şevk veren menkıbe ve ahlaki tavırları, bizim bu konuda ne kadar geride bulunduğumuzu göstermesi açısından da manidardır.

Gerçek tarikat ve tasavvuf büyüklerinin özel olduğu kadar da güzel hallerini hafife alanlar, şüphesiz ki onların feyizlerinden mahrum kalırlar; değer verip hürmet duyanlar ise dinî hayatta tekamül eder, manevi inkişaflara mazhar olurlar. Bu anlayış içinde geçmişin ilim ve tasavvuf büyüklerinden örnekler sunmak istiyorum bugün sizlere. Sanıyorum siz de günümüze mesaj yüklü bu misalleri ibretle okuyacak, takdirle tefekkür edeceksiniz.

Hemen ifade etmeliyim ki, bu gibi hayranlık uyandıran güzel örnekler sadece geçmişte yaşanmış, günümüz büyüklerinde görülmemiştir, diye hayıflanmamak için çoğunuzun tanıdığı benim ilk hocalarımdan olan Gönenli Mehmet Efendi'den (1991) bir tevazu örneği vererek başlamak istiyorum.

Kur'an kurslarında yetiştirdiği öğrencileriyle hemen her tarafta tanınan Gönenli Hoca Efendi'yi görenlerin ilk işi hemen eline sarılıp öpmekti. Ancak o, bundan hiç de memnun olmaz, "Ben kendimi eli öpülecek biri olarak görmüyorum." diyerek elini cebine saklardı. Buna rağmen ısrar edenlere de kitaplık çaptaki şu unutulmayan sözünü söylerdi: "Benim elimi öpeceğine kendi elini öp! Çünkü derdi, benim elimi öpecek kadar tevazu sahibi insanın eli öpülür!"

Bu sözüyle kendini, eli öpülecek biri olarak görmediğini ifade eder, asıl eli öpülecek kimsenin, el öpmeye nefsini razı edecek kadar tevazu sahibi kimse olduğunu söylemek isterdi.

Benzeri bir tevazu örneğini de Bağdat'ın mübarek müctehidi Ahmed bin Hanbel'den (241) verelim. Alışveriş yaptığı pazardan dönüyordu. Onu elinde çantasıyla gören biri koşarak gelip çantasını taşımak istedi. Vermek istemeyince de ısrar etti:

-Efendim, bizim vazifemizdir büyüklerimize hizmet etmek! Zamanın müctehidi şu karşılığı verdi:

-Bizi çantası taşınacak büyüklerden biri olarak bilmek size sevap kazandırsa bile bize günah getirir. Biz kendimizi çantası taşınacak büyüklerden biri olarak göremeyiz. Görürsek bu kibir olur. En iyisi, kendi yükümü kendim taşımalıyım. Çünkü mahşerde de herkes kendi yükünü kendisi taşıyacak, kimse kimsenin yükünü yüklenmeyecektir. Kimin büyük kimin küçük olduğu da işte o zaman belli olacaktır. Burada büyüklenenler orada küçülürler.

Bir örnek de Şam'ın ileri gelen mutasavvıf ve muhaddislerinden biri olan İbni Muhayriz'den (99) verelim. Alışveriş için kimsenin dikkatini çekmeden girdiği dükkândan alacağı malları seçiyordu ki, bu sırada kendisini fark eden birinin dükkân sahibine, "Mallara bakan şu zat Şam'ın alim ve mutasavvıflarından İbni Muhayriz'dir, ona ucuza ver." dediğini duydu. Bu tanıtımdan memnun olmayan ihlas abidesi din alimi, kitaplık çaptaki ikazını şöyle yaptı: "Biz buraya paramızla mal almaya geldik, dinimizle değil!" Arkasından da şunları ekledi: "Bizim ilmimiz İslam'ı doğru yaşamak içindir, ucuza mal almak için değil. Lütfen herkese nasıl satıyorsanız bize de aynı fiyattan satın, ilmini menfaatine alet eden din adamı durumuna düşürmeyin bizi!.."

İsterseniz bu konuya ait kitaplık çapta kısa bir değerlendirmeyi de Aişe validemizden dinleyelim. Kendisine sıkça sorular soran hanımlardan biri bir gün şöyle bir soru sorar:

- Valide! der, bir insanın büyüklerden biri olduğu ne zaman belli olur?

Cevaba bakın lütfen:

-Ne zaman kendini küçüklerden biri olarak görürse o zaman.

-Ya küçüklerden biri olduğu ne zaman belli olur?

-Ne zaman kendini büyüklerden biri olarak görürse o zaman.

Hadis-i şerifin ikazı: "Kim tevazu gösterirse Allah onu yüceltir, kim de kibre dalarsa Allah onu da alçaltır."

"Fatebiru ya ülil'ebsar! " Düşünün ey basiret sahipleri!

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=970179
#1306
Faruk Çetin'in hazırlayıp Seyit Nurfethi Erkal'ın önsözünü yazdığı 125 sayfalık kendi küçük ama muhtevası ve faydası büyük olan (Dilini Tutan Kurtuldu! ) kitabını, ağzındaki dilinin sorumluluğunun farkına varmak isteyen her dil sahibine ısrarla tavsiye ediyorum.

Dille yapılan gıybetin tüm çeşitlerinin ve sahibine yüklediği ağır veballerin çarpıcı misallerle anlatıldığı kitabın önsözüne şöyle bir göz atmayı dahi konunun önemini anlamak açısından yeterli buluyorum. Işık Yayınları'nın istifademize sunduğu bu değerli eseri siz de benim gibi ibret ve istifade ile okuyacak, iyi ki bu kitabı okudum, dilimi gıybet tehlikesinden korumak için daha fazla titizlik göstermem gerektiğini bir daha anladım, diyeceğinizi düşünüyorum. Böyle bir dikkat ve titizliğe yönelme kararı almak ise, dilimizi gıybet felaketinden koruma adına küçümsenmeyen bir kazanç olacaktır.

***

Ahlak yasalarının en temel kanunu; "Sana yapılmasını istemediğini başkasına da yapmamaktır". Bu öyle temel bir esastır ki, insanlar arasında sadece bu kanun gözetilse çözülmedik bir problemin kalmayacağı söylenebilir.

"Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden selamette olduğu kişi" ise eğer, bu kanuna uymak müminler için mutlak bir vecibe demektir. Bütün varlığın kendisinden emin olduğu insan olan Müslüman, tabii hali içinde kendisine bu emniyeti öylesine telkin edebilmelidir ki; kendisine bir iftira atılsa, o iftirayı işitenlerin müfterilere tepkisi "o böyle bir şey yapmaz" şeklinde olmalıdır.

Mümin, insanların yanındayken de uzağındayken de onlar için bir emniyet vesilesidir. İnsanlar bilirler ve emin olurlar ki, bir müminden kendilerine fiil veya söz suretinde bir zarar dokunması söz konusu değildir.

Ancak şeytanın desiseleri çoktur ve çoğu zaman zehrini, insana bal diye yedirir. "Ben hak için söylüyorum" derken, çok kez aldanır insan. Halbuki söyleyen nefis, söyleten de şeytandır. İnsan hiç fark etmeden dilini bu iki düşmanın kullanımına verdiği zaman öyle feci neticeler ortaya çıkabilir ki, bu tahribe topların tüfeklerin yetişmesi mümkün olmaz. İşte bu yüzden "kılıç yarası iyileşir ancak dil yarası iyileşmez" denmiştir.

Ancak asıl yara, dilini gıybette kullanan adama aittir. Bu öyle iyileşmez bir yaradır ki, ahirette dahi acı çektirecektir. İnsan yalnız birkaç cümle ile öyle bir toplulukların gıybetini yapabilir ki, bütün hayatı boyunca uğraşsa o insanlara ulaşıp haklarını helal ettirmesi mümkün olmaz!. Zira "söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı" denmiştir. İşte gıybet, terk edilmediği takdirde sahibinin başını mahşerde bir şekilde kestiren çok tehlikeli bir sözdür.

Yaydan fırlayan okun, namludan çıkan kurşunun geri dönmesi mümkün olmadığı gibi, ağızdan çıkan sözün de dönüşü yoktur. Eğer insan ahiret hesabına taşıyamayacağı yüklerin, ödeyemeyeceği hesapların altına girmek istemiyorsa, öncelikle diline sahip çıkmalıdır ve Allah'ı anmak için verilen o dilini, müminlerin aleyhinde kullanmamak için yemin etmelidir.

Bu kitabı okuyan bütün kardeşlerimizin mümine hiç yakışmayan gıybet denilen felaketten daha bir nefretle uzaklaşacakları ve dillerini selamette tutmak üzere bir kez daha yemin edecekleri ümidindeyim.. Mütekellim-i Ezeli'den lisanımızı ve dahi kalbimizi her daim zikrullahla meşgul etmesi için inayet ve istiane talebinde bulunuyor, Rabb'imiz dilini tutup kurtulan kullarından eylesin, diyoruz.

Cenab-ı Hak hepimizi emaneti kabzetmek vaktine dek emanette emin kılsın. Amin!.

***

Gıybetin hem dünya hem de ahiretimizi tehdit eden tehlikelerine dikkat çekilen kitaptan önemli bir tespit:

- Gıybetin en korkuncu, helalleşmesi en zoru, sahibini tümüyle iflasa götüren en vahimi, şahsı manevinin, yani cemaatlerin gıybetidir!. Çünkü gıybetçi, gıybetini yaptığı cemaat fertlerinin her biriyle ayrı ayrı helalleşmek zorunda kalacaktır mahşerde. Bu yüzden, önce tüm sevaplarını verecektir gıybetini yaptığı tüm insanlara. Sonra sevapları yetmeyince bu defa da günahlarını yüklenmek zorunda kalacaktır. Bu ise gıybetçiyi tam iflasa götüren dehşetli bir sonuç olacaktır ahirette!.

İşte gıybetin bu korkunç sonucundan dolayı herkesin ittifak ettiği çare hep aynı olmaktadır: DİLİNİ TUTAN KURTULDU!.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=982620&title=dilini-tutan-kurtuldu
#1307
Adana'da şehit cenazesinde Kürşad Tüzmen'e saldıranların gerçek niyetini ele veren, yazının başlığına aldığım bu slogan. Üzerinde dikkatle duralım. Asker gerçekten hapiste mi?

Ergenekon soruşturmasından tutuklu olanlar, asker oldukları için mi içerdeler? Askerlik mesleği ile ilgili bir kusur veya haddi aşan bir hata mı onları cezaevine gönderen? Ve PKK Meclis'te mi? BDP, Meclis'te PKK kimliğiyle var olabilir mi? Slogan bize taşların bağlandığını, köpeklerin ise serbest bırakıldığını anlatıyor. Peki doğru mu?

Bu slogan kimin işine gelir? Kimin ekmeğine yağ sürer? Bu sloganla kime destek çıkılıyor? Bu sloganın arkasında duran haklı bir öfke var mı? Oraya başsağlığı ve cenaze namazı için gelen Kürşad Tüzmen hedef mi seçiliyor? Kaybettiğimiz şehitlerin komutanları neden muaheze edilmiyor?

Bir yanlış var öyle değil mi? Yanlışın nerede yapıldığını, nasıl oyuna getirildiğimizi anlamak için terörün mantığını hatırlayalım. Teröristler planlarını yapıyorlar. Sonra icra ediyorlar. Amaç, Hakkari'nin Yüksekova ilçesine bağlı Dağlıca karakolunu ele geçirmek mi? Hayır. Peki bu karakola altıncı kez neden saldırıyorlar? Şöyle düşünün: Silahtan çıkan mermi, Uzman Çavuş Metin Can'ın bedenini geçiyor; kilometrelerce yol alıp Adana'da Haskadem Camii'nde bizi vuruyor. Veya o meş'um mayın, caminin avlusunda toplanan cemaatin tam ortasında patlıyor. Bir terör eyleminin menzilini bu kadar uzağa taşıyan sebep ne? Camide atılan o slogan. Birileri camide o sloganı atıp, öfke ile saldırıp patlamanın etkilerini bütün Türkiye'ye yayıyor. Terör eylemi işte o mübarek cenazenin yanı başında atılan bu sloganla hedefine ulaşmış oluyor. Herkesin kendisine çekidüzen vermesi için açıkça söylüyorum: O sloganı icat edip, olan bitenden habersiz gençlere attıranlarla; Uzman Çavuş Metin Can'a o mermiyi sıkan, o mermiyi sıkanın eline o silahı ve eylem talimatını verenler aynı amaca hizmet ediyorlar.

Daha ötesini söyleyelim: Uzman Çavuş Metin Can'a o kahpe mermi, birileri Haskadem Camii'nin avlusunda o sloganı atabilsin diye sıkılıyor. Allah aşkına düşünün: Dağlıca baskını talimatını verenlerin bekledikleri sonuç, o caminin avlusunda o sloganların atılması, bir hükümet mensubuna saldırılması değil de, başka ne olabilir? Kimin oyununa alet oluyorsunuz? Gençleri kimin adına oyuna getiriyorsunuz?

Terör artarsa kim derin bir nefes alacak? İçerdeki Ergenekoncular değil mi? Niye? Slogan bu sorunun cevabını veriyor: Çünkü terörle mücadele etmesi gerekenler içerde imişler.

Doç. Dr. Hüseyin Yayman'ın Güneydoğu'da sahadan devşirdiği gözlemlerini anlattığı Yeni Şafak'taki mülakatını, o sloganı atanların satır satır okuması lâzım. Saldırıya uğrayan karakolların hiçbiri, terörle mücadeleye uygun değil. Binalar bu amaç için yapılmamış veya saldırıya karşı direnmek için yeterli mühimmat ve önlem yok. Şu basit sorunun cevabını verecek bir komutan bulamazsınız: O karakolların çoğu ne için var?

Birileri de ordumuzun sosyal tesislerinin eksiğini-gediğini konu alan bir araştırma yapsa? Sayıları ne kadar? Meselâ aralarında jakuzisi çalışmayan kaç fitness merkezi var? General lojmanlarında mobilyalar ne kadar zamanda bir değişiyor? Yine meselâ ordunun elindeki golf sahalarında, standarda uymayanlar ne kadar?

"Asker hapiste, PKK Meclis'te" sloganını atanlar, Uzman Çavuş Metin Can'ın hesabını Kürşad Tüzmen'den değil de, karargâhtaki orgenerallerden sormaları gerektiğini bilmiyorlar mı? Suç işleyen askerlere bu kadar yakınlık hissettiklerine göre, askerleri tanımaları ve hatanın nerede olduğunu bilmeleri gerekmez mi? Sormak lâzım: Geçmişte bir hükümet üyesi olarak Kürşad Tüzmen, hangi karakolun tahkimatına ve yeniden inşasına karşı çıkmış?

Terörü durdurmanın, yaptığı eylemlerin işe yaramadığını göstermenin en etkili yollarından biri, camilerde şehit cenazelerinde bu asil milletin gösterdiği vakar ve olgunluktur. "Asker hapiste" diyenler, şehit kanını Ergenekon davasına alet edenler, bilerek veya bilmeyerek terörün amacına hizmet ediyorlar.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=982614
#1308
Türkiye ile Rusya arasında vizelerin uygulamasının kalkması için son adımlar atılıyor.

MOSKOVA - Türkiye ile Rusya arasında vizesiz dolaşımı öngören anlaşmayı iki ülke yetkilileri parafe etti.

Rusya Devlet Başkanı Dimitriy Medvedev'in gelecek hafta Ankara'ya yapacağı ziyarette imzalanması halinde, anlaşma yürürlüğe girecek.

Anlaşma Türk ve Rus vatandaşlarının bir aya kadar olan turistik ziyaretlerinin vize zorunluluğu dışında tutulmasını öngörüyor. Rusya'da çalışan ve eğitim görenlerin ise uygulama dışında kalması bekleniyor.

Türkiye'nin Moskova Büyükelçisi Halil Akıncı, vizenin kaldırılmasına yönelik anlaşmanın iki ülkenin konsolosluk daireleri arasında parafe edildiğini ve karşılıklı iç onay sürecinin başladığını söyledi.

Akıncı, her iki ülke yetkili makamlarının anlaşmaya varılan metin üzerinde kendi değerlendirmelerini netleştirdikten sonra anlaşmanın imzalanabileceğini kaydetti.

Büyükelçi Akıncı, Türkiye ziyareti sırasında Medvedev ile cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün iç onay sürecinin sona ermesini beklemeden anlaşmayı imzalayabileceklerini belirtti Son dönemde Türkiye başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere, birçok ülke ile vize uygulamasını kaldırdı.

http://www.ntvmsnbc.com/id/25091902/#storyContinued
#1309
Türk demokrasisi için tarihi bir gün yaşandı. Meclis, anayasa değişikliği paketi ile 12 Eylül darbesinin izlerini silmeye yönelik önemli bir adım attı.

Teklifin tümü üzerindeki oylama 72 ret oyuna karşın 336 oyla kabul edilerek yasalaştı. Oylamanın ardından AK Partili vekiller Başbakan Tayyip Erdoğan'ın etrafında sevinç yumağı oluşturdu. CHP sonuç açıklanmadan salonu terk etti. Reform paketinin Meclis'ten geçmesinden sonra gözler Köşk'e çevrildi. Cumhurbaşkanı isterse, anayasa değişiklik paketini bir daha görüşülmek üzere TBMM'ye geri gönderebilir. Meclis'te 330 ile 367 arasında oyla kabul edilen anayasa değişikliğini Cumhurbaşkanı'nın da halkoyuna sunma yetkisi var. Paket, Cumhurbaşkanı'nca Meclis'e iade edilmediği takdirde, halkoylamasına sunulmak üzere Resmi Gazete'de yayımlanıyor.

TBMM Genel Kurulu'nda geçtiğimiz ay başlayan anayasa maratonu sona erdi. Meclis, teklifin ikinci tur görüşmelerini dün gece geç saatlerde tamamladı. Paketin tümü üzerine yapılan oylamaya 409 vekil katıldı. 336 kabul, 72 ret oyu kullanılırken bir oy da boş çıktı.

Genel Kurul, dün görüşmelere 24. maddeyi ele alarak başladı. Teklifin 'Ekonomik ve Sosyal Konsey'le ilgili 24. maddesi gizli oylama sonrası 336 'evet', 71 'hayır' oyu ile Meclis'ten geçti. Söz konusu düzenlemeyle Anayasa'nın 166. maddesinde değişiklik yapılıyor. 12 Eylül darbecilerine yargılama yolunu açan anayasa değişikliğinin 25. maddesi de 337 oyla kabul edildi. Oylamaya toplam 409 milletvekili katılırken, 72 vekil ret oyu verdi. Düzenlemeyle Anayasa'nın 12 Eylül dönemindeki Milli Güvenlik Konseyi üyeleri ile o dönemde kurulan hükümetler ve Danışma Meclis'inde görev alanların yargılanmasını önleyen geçici 15. maddesi yürürlükten kaldırılıyor. Paketin yürürlük maddesi de 336 oyla kabul edildi. 72 vekil ret oyu kullanırken, 1 oy da boş çıktı. Buna göre anayasa değişikliği teklifi, tümüyle halkoyuna sunulacak.

Başbakan Erdoğan, Anayasa görüşmelerini son gününde de yakından takip etti. Oylamalar boyunca Erdoğan, TBMM'den ayrılmadı. Oylamalar sırasında Genel Kurul Salonu'na giren Başbakan, zaman zaman da kuliste vekillerle sohbet etti. Anayasa görüşmelerini Genel Kurul Salonu'nda devamlı izleyen lider ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli oldu. Genel Kurul da maratonun ardından tatile giriyor. Meclis, daha önce alınan kararın aksine, bugün ve 9 Mayıs Pazar günleri çalışmayacak; 11 Mayıs Salı, 12 Mayıs Çarşamba ve 13 Mayıs Perşembe günlerinde de çalışmalarına ara verecek.

Geçici 18. madde paketten düştü

Teklifinin 26. maddesine bağlı geçici 18. madde, paketten düştü. Oylamaya 282 vekil katıldı. 203 kabul, 72 ret oyu kullanıldı. Geçici 18. maddede, parti kapatma davalarına ilişkin, Anayasa'nın 69. maddesinde planlanan değişikliklerin görülmekte olan davalara da uygulanması hükmü yer alıyordu. Değişiklik teklifinin, Anayasa'nın 69. maddesinde değişiklik öngören ve parti kapatmayı zorlaştıran 8. maddesi, 327 kabul oyu alarak paketten düşmüştü. 8. maddenin kabul edilmesinin ardından gözler, düzenlemeye ilişkin olan geçici 18. maddeye çevrilmişti.

Teklifin 26. maddesine bağlı geçici 19. maddesi ise 71 ret oyuna karşı 337 oyla kabul edildi. Düzenleme, Anayasa Mahkemesi'nin yeni üyelerinin seçimine ilişkin esasları belirliyor. 336 oyla kabul edilen 26. maddeye bağlı geçici 20. maddesi ise HSYK'nın yeni yapılanması kapsamında 30 gün içinde üye seçimi yapılmasını ve buna ilişkin esasları da düzenliyor. Bunun ardından çerçeve 26. madde de 338 oyla Meclis'ten geçti.

ÖMER ŞAHİN, SELİM KUVEL ANKARA 
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=981414&title=anayasa-paketi-kabul-edildi-referandum-sureci-basladi
#1310
BDP İstanbul Milletvekili Ufuk Uras'ın, Anayasa Mahkemesi'nin yapısında değişiklik öngören kritik 17. maddeye 'evet' oyu vermesi parti içinde rahatsızlığa yol açtı.

Pakete hiçbir şekilde destek vermeyen BDP, demokratik tavrı nedeniyle Uras'ı dışladı. Bir basın toplantısı düzenleyen İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel, sorular üzerine, "Sayın Uras, bizim partimizin geleneğinden gelmiyor. Kendisi biliyorsunuz bir başka partinin (ÖDP) genel başkanı idi." dedi. Böylece, Meclis'te grup kurmalarını sağlayan Uras'a tavır koydu. Tuncel, partisinin oylamalara katılmama kararını hatırlatarak, "Ufuk Bey, bizim grubumuzla birlikte yürürken tercihini bu noktada kullandı. Biz yolumuza devam ediyoruz." göndermesinde bulundu.



Sebahat Tuncel, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın "Talimatla hareket ediyorlar." eleştirisine de cevap verdi. "Talimat almıyoruz, kendilerine baksınlar." diyen BDP Milletvekili, kendilerinin görüşleri ile teröristbaşı Abdullah Öcalan'ın görüşlerinin aynı olmasının eleştirilmesini 'demokrasi ayıbı' olarak niteledi. Tuncel, BDP olarak tartışmaları parti içinde en demokratik şekilde yaptıklarını ve bunun sonucunda kendi kararlarını aldıklarını iddia etti.

URAS: ERGENEKON'UN SEVİNÇ ÇIĞLIĞINI DUYDUM

Ufuk Uras ise siyasi partilerin kapatılmasını zorlaştıran 8. maddenin Meclis'te kabul edilmemesi sonrasında Ergenekon'un sevinç çığlıklarını duyduğunu ve Anayasa Mahkemesi'nde değişikliğin şart olduğunu düşündüğü için 17. maddeye destek verdiğini kaydetti. Almanya'dan gelen 20 gazetecinin sorularını cevaplandıran Uras, askerlerin sivil mahkemede yargılanması ve 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasıyla ilgili maddelerin de çok önemli olduğunu söyledi. Uras, HSYK ile ilgili tereddütlerinin bulunduğunu belirtti.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=980982&title=ufuk-uras-ergenekonun-sevinc-cigligini-duydum-oy-verdim
#1311
TBMM Genel Kurulunda, Anayasa değişikliği görüşmelerinin 2. turunun dördüncü gününde, teklifin 6 maddesi daha kabul edildi.

Genel Kurul, Anayasa değişikliği teklifine ilişkin 2. tur görüşmelerinin dördüncü gününde saat 12.00'de toplandı.

Anayasa mesaisinin 4. gününde, değişiklik teklifinin 18, 19, 20, 21, 22 ve 23. maddeleri kabul edildi.

Teklifin görüşmeleri sırasında Genel Kurulda, üç kez tartışma yaşandı.

Tartışmanın ilki, 18. maddenin görüşülmesi sırasında meydana geldi. AK Parti ve CHP milletvekilleri arasında yaşanan karşılıklı sataşma sırasında, her iki partinin bazı milletvekilleri ayağa kalkarak birbirlerine laf attı.

AK Parti Grup Başkanvekili Nurettin Canikli'nin konuşmasını tamamlayıp yerine doğru geçtiği sırada, CHP Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk, arka sıralardan ön sıralara gelerek laf atmayı sürdürdü.

Arka sıralardaki AK Parti Diyarbakır Milletvekili Abdurrahman Kurt da ön sıralara doğru hareket ederek, Öztürk'e doğru yürüdü. Ali Rıza Öztürk ''Gel buraya'' diye bağırarak, AK Parti sıralarına doğru yöneldi. Kurt da el hareketiyle Öztürk'ü dışarıya çağırdı. Öztürk ve Kurt'u, araya giren milletvekilleri durdurdu.

Genel Kurulda, AK Parti ile CHP milletvekilleri arasında, 20. maddenin görüşmeleri sırasında da ''Hitler benzetmesi'' tartışması yaşandı. Her iki partinin bazı milletvekilleri, birbirlerinin üzerine yürüdü. AK Parti ve CHP'li milletvekillerini, araya giren grup başkanvekilleri ve diğer milletvekilleri sakinleştirmeye çalıştı.

Genel Kurulda, üçüncü tartışma da 22. maddenin görüşmeleri sırasında, yine AK Parti ve CHP'li milletvekilleri arasında meydana geldi. Birbirlerinin üzerine yürümek isteyen ve birbirlerine ''buraya gel'' diye bağıran CHP Ankara Milletvekili Tekin Bingöl ile AK Parti Ordu Milletvekili Enver Yılmaz'ı araya giren milletvekilleri engelledi.

CHP Kayseri Milletvekili Şevki Kulkuloğlu ile AK Parti Erzurum Milletvekili Muhyettin Aksak'ın yumruklaşmasını, araya giren Katip Üye, CHP Bilecik Milletvekili Yaşar Tüzün önledi. Bu sırada, her iki partinin diğer milletvekillerinin de ayağa kalkması üzerine, salonda arbede yaşandı.

TBMM Genel Kurulunda, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın mal varlığı tartışması da yaşandı.

Her maddede yaklaşık 50 değişiklik önergesi verildi. İçtüzük gereğince çekilen kura sonucu belirlenen 7 önerge işleme alındı, milletvekilleri bu önergeler üzerinde konuşma yaptı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, oy sırası illerine geldiği zaman oylarını kullandı.

Milletvekilleri, teklifin görüşmeleri sırasında kuliste, Fenerbahçe-Trabzonspor ile İnter-Roma maçlarını izledi.

Kuliste, Afyon'dan getirtilen kaymaklı ekmek kadayıfı ile simit-kaşar dağıtıldı.

-OYLAMA SONUÇLARI-

Genel Kurulda, Anayasa değişikliği teklifine ilişkin 2. turda görüşülen maddeler ile gizli oylamalara ilişkin sonuçlar şöyle:



-İÇTÜZÜK HÜKÜMLERİ-

TBMM İçtüzüğüne göre, Anayasa değişikliği teklifinin 2. tur görüşmelerinde, maddeler üzerinde konuşma yapılamıyor. Ancak, maddeler üzerinde değişiklik önergesi verilmiş ise o önerge üzerinde milletvekillerinin konuşma hakkı bulunuyor. 2. turda da maddelerin yanı sıra teklifin tümüyle birlikte toplam 31 gizli oylama yapılacak.

Teklifin kabulü, Meclisin üye tam sayısının beşte üç çoğunluğunun (330) gizli oyuyla mümkün oluyor.

Cumhurbaşkanı, Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları bir daha görüşülmek üzere TBMM'ye geri gönderebiliyor. Meclis, geri gönderilen kanunu, üye tam sayısının üçte iki çoğunluğuyla aynen kabul ederse Cumhurbaşkanı bu kanunu halkoylamasına sunabiliyor.

Meclisin üye tamsayısının beşte üçü (330) ile üçte ikisinden (367) az oyla kabul edilen Anayasa değişikliği hakkındaki kanun, Cumhurbaşkanınca Meclise iade edilmediği takdirde, halkoylamasına sunulmak üzere Resmi Gazetede yayımlanıyor.

Anayasa hükümlerine göre, ''Doğrudan veya Cumhurbaşkanının iade üzerine, Meclis üye tam sayısının üçte iki çoğunluğuyla kabul edilen Anayasa değişikliğine ilişkin kanun veya gerekli görülen maddeleri Cumhurbaşkanı tarafından'' halkoyuna sunulabiliyor. Halkoylamasına sunulmayan Anayasa değişikliğine ilişkin kanun veya ilgili maddeler Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giriyor.

TBMM Genel Kurulu, saat 12.00'de toplanarak, Anayasa değişikliği teklifinin 2. tur görüşmelerine 24. maddeden itibaren devam edecek. Alınan karar gereğince Genel Kuruldaki görüşmeler gece yarısına kadar sürecek.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=981016&title=4-gunluk-anayasa-maratonda-neler-yasandi
#1312
Ergenekon davası görülürken, Erzurum Adliyesi'nin üzerinden iki savaş uçağının uçtuğunu duyunca bir tuhaf oldum. Çünkü bizim jetlerimiz, daha önce Rumlara korku salmak için Kıbrıs üzerinde uçuyordu. Adliye üzerinden bu uçuş neyin nesiydi?

Genelkurmay Başkanı'mız her fırsatta; "Biz, daima demokrasiye bağlı, yargıya saygılı olduk." dediği için, bu uçuş, yargıya saygı uçuşu olamazdı. Kaldı ki, adliye binası üzerinden savaş uçağı uçurmak ve yargıya korku salmaya çalışmak, ancak aklı başından gitmiş olanların işidir. Hangi komutan, milletin parasıyla alınmış ve düşmana karşı kullanılacak savaş uçaklarını, milletin hukukunu savunan yargı mensuplarının üzerinden uçurur?

Bütün baskılara, HSYK'nın operasyonel hamlelerine rağmen, Erzincan'daki Ergenekon uygulamalarını açığa çıkarmak gayesiyle bir dava açılmış. Bugüne kadar korkmamış, yargı önünde kimsenin ayrıcalığı olmadığına yürekten inanmış savcı ve hâkimlerin, şimdi iki uçak uçunca korkacaklarını düşünmek, zaten paranoya değilse, nedir? Onun için, bu uçuşu, 3. Ordu Komutanı Org. Saldıray Berk'in, dolayısıyla Genelkurmay'ın yaptırdığına inanamayız, inanmak istemeyiz.

Nitekim tam bu satırları yazarken Hava Kuvvetleri Komutanlığı'ndan açıklama yapıldı. İki uçağın, önceden planlı rutin uçuş eğitim görevini, Erzurum Meydanı bölgesini de kapsayacak şekilde, usullere uygun olarak icra ettikleri söylendi. Keşke, yanlış anlaşılmalara meydan vermemek için, uçaklar adliye üzerinden uçurulmasaydı. Neyse...

Biz, Ergenekon davasına direnenlere, vesayet rejimini, yani statükoyu devam ettirmek isteyenlere bir hatırlatma yapalım. Gerçek görülmez, hele kabul edilmez ise her yanlış adımı, başka bir yanlış adım takip eder. Gerçek şudur: Yargı ve medya payandalı bu vesayet sistemini artık kimse ayakta tutamaz. Çünkü Türkiye değişti, dünya değişti. Çünkü bu vesayet rejimi, insanımızı korkutmaya dayalı zalim, insanlık dışı bir zihniyetin ürünüdür.

Kanlı provokasyonlarla, milli bünye içinde nasıl ayrılıklar tezgâhlandığını artık çok iyi biliyoruz. Artık, Savcı Doğan Öz, Çetin Emeç, Uğur Mumcu ve Abdi İpekçi cinayetlerinin ne anlattığını çok iyi biliyoruz. Laik kesimi tahrik etmek, onları irtica tehlikesi ile korkutup, vesayet rejimini sürdürmek için işlendi bu cinayetler. İşte en son Danıştay saldırısı... Ergenekon davası ile birleştirilince, orada da kanlı eller görünüverdi. Adı Sezer olmasına rağmen, bir Cumhurbaşkanı, cunta planlarını hiç sezemedi. Saldırıdan birkaç saat sonra, vesayetçilerin istediği gibi konuştu. Bakın, şimdi susuyor. Kendi arkadaşları katledildiği halde, yüksek yargı mensupları bile yangına körük salladılar...

Bu kanlı cinayetlerin ardından kozmik gazeteciler, kozmik yazarlar, velhasıl kozmik medya sayesinde, insanların nasıl dehşete düşürüldüğünü, onların "kahrolsun şeriat" diye nasıl meydanlara döküldüğünü artık herkes biliyor... Bütün kanlı cinayetler, hem de öldürülenler kendi arkadaşları olduğu halde, gazeteci-yazar yapılmış kozmik adamlar marifetiyle, dindar insanların üzerine yıkılmak istendi. Başbakan asarak siyasetçiler, gazeteci-yazar katlederek medya korkutuldu.

Yassıada'da bir masum başbakan da, bu korku salma psikolojik harbinin gereği ipe çekildi. Yine Sivas'ta Madımak Oteli, içinde Alevi kardeşlerimiz varken yakıldı. Misilleme diyerek Başbağlar katliamı yapıldı. 1 Mayıs 1977'de Taksim'de işçiler katledildi. Hepsi korkutmak, sindirmek, vesayeti sürdürmek içindi...

Ama bitti... Vesayetçiler, artık gözü açılan, gerçekleri gören milyonları bir daha kandıramaz. Artık korkutamazlar. Bu milletin içinde Türk-Kürt, Sünni-Alevi, laik-dindar kavgaları, kutuplaşmaları yoktu. Bunların hepsini, fitne ateşleri ile kendini memleketin asıl sahibi görenler tutuşturdu. Ergenekon davası, şimdi bunu sorguluyor. Eğer Erzurum Adliyesi üzerinden iki savaş uçağı rutin olarak geçmişse, bilinsin ki adalet, demokrasi ve özgürlük isteyenler bundan hiç korkmamışlardır...

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=980880&title=adliye-uzerinden-savas-ucagi-gecerse-korkulur-mu
#1313
Pazar yazısının devamı: Benim de katıldığım "zuhr–i âhir kılınmamalıdır" diyenler de gerekçeleri bakımından iki guruptur:

a) Birinci gruptakiler, şüphenin ibâdeti ifsâd edeceğinden hareket ederek zuhr–i âhiri kılmak mekrûh olur diyenlerdir. Bunlara göre cuma gibi mübârek ve çok sevaplı bir ibâdeti edâ edenler, "bu namaz şu ihtilâf sebebiyle belki sahih olmamıştır" şüphesiyle son öğle namazını (zuhr–i âhiri) de kılarlarsa, cuma namazlarını ifsad ve iptâl etmiş olurlar. Ayrıca bunu gören halk, cuma namazının farz olmadığını, öğlenin farz olduğunu, yahut da bir vakitte ikisinin de farz olduğunu zanneder. İşte bu sebeple zuhr–i âhiri kılmak mekrûhtur.

Bu görüşü İbn Nüceym (v. 970/1563) el–Bahru'r–râık'ta ileri sürmüş, Alâuddin el–Haskefî de (1088/1677) ed–Durru'l-muhtâr'da benimseyerek nakletmiştir.

İbn Abidin de el–Makdisî'ye uyarak şöyle demiştir: "Eğer bu namazı kılmak böyle bir yanlış anlayış ve fesada sebep olursa açıkça kılınmamalıdır; havâs (okumuş yazmış kimseler) bunu evinde kılmalıdır."

Hanefî mezhebinde tercih edilen görüş, Cuma namazının bir yerleşim merkezinde birden fazla camide kılınmasının caiz ve sahih olduğudur.

b) İkinci grupta olan zevat bid'at esasından yürüyerek zuhr–i âhirin kılınmasını meneden ve günah sayanlardır. Şevkânî, Sünen–i Ebû Dâvûd şârihi allâme M. Şemsuddin el–Azimâbâdî, Cemâlüddin el–Kâsımî, Mustafa el–Galâyinî, Ali eş-Şebrâmellisî, M. Reşîd Riza el–Huseynî gibi zevatın içinde bulunduğu bu grubun delilini şöylece hülâsa etmek mümkündür: "Bâtıl olduğunu bilerek cuma namazı kılmak haramdır; cumanın sahih olduğuna inanılıyorsa öğle namazını kılmaya ihtiyaç yoktur; böyle bir namaz (zuhr–i âhir) sahâbe, tâbiûn ve müctehid imamlar devrinde kılınmamıştır; dinde olmayan bir ibâdeti âdet haline getirip ona yamamak bid'attır; bunu yapan günahkâr olur..."

Dört mezheb imamı içinde "zuhr-i ahir kılınmalıdır" diyen birisi yoktur.

Sonuç:

Buraya kadar zuhr–i âhirin lehinde ve aleyhinde olan âlimler ile delillerini arzetmiş olduk.

Bizim kanâatimize göre de zuhr–i âhir kılınmamalıdır. Şüphe ve ihtiyat sebebiyle kılınmasını müdâfaa eden zevata karşı şunları hatırlatmakta fayda vardır:

1. Fıkhın ibâdât, muâmelât ve ukubâta ait her bölümünde müctehidlerin sayısız ihtilâfı, ictihad ve görüş farkları vardır. Müslümanlar —şâyet bizzat ictihad edecek kadar âlim değil iseler— bu ictihadlardan birine uymakla mükelleftirler. İctihadlarına veya tâbi oldukları müctehide (mezhebe) göre yaptıkları ibâdet sahih ise artık başka bir mezhebe ve müctehide göre sahih olmaması onları ilgilendirmez ve ibâdetlerine zarar vermez. Üzerinde ihtilâf edilmiş binlerce meselede bir müctehide tâbi olarak ibâdet ederken sâdece cuma namazında ihtilâfı gözönüne alıp ihtiyata riâyet etmeye kalkışmak lüzumsuz bir davranıştır.

2. Her bid'at bir sünneti öldürür. Bu zuhr–i âhir sebebiyle, cumanın farzından sonra kılınacak namaz arttırıldığı için halk cumanın son sünnetini de terketmeye başlamıştır. Halbuki farzdan sonra sadece iki veya dört rek'at namazın sünnet olduğu anlatılsa ve tatbikat da buna göre olsa, bu sünneti yerine getireceklerin sayısı artacaktır.

3. İhtiyata ancak faydalı olduğu zaman riâyet edilir. Yola çıkacak adam belki yolda yiyecek bulamam diye bir oturuşta ihtiyaten üç öğünlük yemek yese, ihtiyaten doktorun tavsiyesinden fazla ilâç alınsa zararlı olur. Allah ve Rasûlü müslümanları ne ile mükellef kılmış ise onları yerine getirmek, buna bir şey ilâve etmekten kaçınmak ihtiyatın tâ kendisidir.

4. Biz bu kanaâti serdederken Allah'ın bizden istediği bir ibâdeti kaldırmak veya azaltmak değil, müslümanları sünnet hudûdu içinde tutmak, cemâati arttırmak ve manevî değeri çok üstün olan cuma ibâdetini sakatlanmaktan korumak istiyoruz.

http://www.yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=22060&y=HayrettinKaraman
#1314
Danıştay cinayetiyle ilgili güvenlik kamerası kayıtlarının silindiğini ortaya çıkaran TÜBİTAK raporu, kamuoyunda büyük yankı uyandırdı.

Toplumun farklı kesimleri skandala tepki gösterirken, 1993'te uğradığı bombalı suikast sonucu hayatını kaybeden gazeteci Uğur Mumcu'nun ağabeyi Ceyhan Mumcu'dan çarpıcı açıklamalar geldi. Görüntülerin silinmesini Zaman'a değerlendiren Mumcu, Danıştay saldırısı ile kardeşine yönelik suikast arasındaki benzerliklere dikkat çekiyor. Başından beri Danıştay cinayetine dinsel tepki olarak bakmadığını vurgulayan Ceyhan Mumcu, "1993'ün adamları değişmiş olabilir. İki cinayet de aynı merkezden. Tepkiler benzer oldu. Halkımızı böyle şeylere inandırmak çok kolay oluyor." diyor. Kayıtların silinmesini tetikçi Alparslan Arslan'ın arkasındaki örgütün varlığının kanıtı olarak değerlendiren Mumcu, "Her zamanki plan. Bu bir organizasyon ve örgütlenmedir. Bu örgüt bugüne kadar ortaya çıkarılmadı." tespitinde bulunuyor.
Danıştay saldırısından bir gün evvel keşif ve hazırlıkların olduğunun açık bir şekilde ortaya çıktığını aktaran Mumcu, kayıtların neden silinmiş olabileceği konusunda ise şu görüşleri dile getiriyor: "Silenlerin amaçları, ertesi gün gerçekleşecek suikastın kanıtını yok etmek. Tetikçiyi rahatlatmak için yaptılar. Alparslan Arslan yeniden sorgulanmalı. Güvenlik şirketinin açıklama yapmaması da kafalarda soru işaretleri oluşturuyor. Şirket mutlaka soruşturulmalı."

Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından Uğur Mumcu, 1993 yılında otomobiline yerleştirilen bombanın patlaması sonucu hayatını kaybetti. Mumcu, özellikle 1990'lı yıllarda 'Kontrgerilla'yla ilgili yazılar kaleme aldı. İtalya'da ortaya çıkartılan 'Gladyo' örgütünün Türkiye'deki adının 'Kontrgerilla' olduğunu yazdı. Ölümünden önceki dönemde ise PKK-derin devlet-MİT bağlantısıyla ilgili araştırmalar yaptığı biliniyor. Mumcu'ya yönelik suikastın ardından tıpkı Danıştay saldırısından sonra olduğu gibi 'irtica' söylemleri dillendirildi. Bir kesim saldırının 'dincilerin işi olduğu' tezini işlemeye başladı. Olayın failinin hiçbir zaman bulunamaması da bu kesimlerin ekmeğine yağ sürdü.

Danıştay eyleminde saldırgan kıskıvrak yakalandı. Ancak buna rağmen yine belli bir kesim saldırının 'dincilerin' işi olduğunu savundu. Aradan geçen zaman ise onların yanıldığını ortaya koydu. Zira Danıştay saldırısı da tıpkı Uğur Mumcu cinayeti gibi tam anlamıyla organize bir işti.

Uğur Mumcu'nun ağabeyi Ceyhan Mumcu, iki olay arasındaki bağlantılara dikkat çekiyor. Danıştay'daki kameraların bozuk olmadığını, kayıtların silindiğini ortaya koyan TÜBİTAK raporunun olayın failleri hakkında önemli ipuçları verdiğini anlatan Ceyhan Mumcu, şu ifadeleri kullanıyor: "Ben hiçbir zaman 'Danıştay saldırısını dinciler düzenledi' iddiasına inanmadım. Her zamanki plan devreye sokuldu. İki saldırı arasında benzerlikler var. Ben öyle görüyorum. Aynı merkezdir. 1993'ün adamları değişmiş olabilir. Tepkiler benzer oldu. Bu dinci bir şey değil. Uğur Mumcu'da da böyle yapıldı. O bakımdan benzerlik var. O baskından sonra da aynısı yapıldı. Halkımızı inandırmak çok kolay oluyor böyle şeylere."

Ceyhan Mumcu, özellikle kamera kayıtlarının silindiğinin ortaya çıkmasından sonra bunun bir organizasyon ve örgüt işi olduğuna inandığını anlatıyor. Kayıtların silinmesinin Alparslan Arslan'ın arkasındaki örgütün varlığının kanıtı olduğunu dile getiren Mumcu, şöyle diyor: "Bu bir toplu organizasyon ve örgütlenmedir. Bu, bir kişinin kendi kendine yapabileceği bir şey olabilir mi? Böyle riskli bir iş. Yani bu Danıştay baskını bir kişinin 'gördüm tepki gösterdim' demesi değil. Bu bir örgütlenme. Bu örgüt bugüne kadar ortaya çıkarılmadı. Her zamanki plan. Uğur Mumcu öldürüldüğünde de aynısı yapılmıştı. Saldırının arkasındaki güç MOSSAD olabilir."

TETİKÇİ YENİDEN SORGULANMALI

Ceyhan Mumcu, Danıştay tetikçisi Alparslan Arslan'ın saldırıdan bir gün önce yaptığı keşfin görüntülerinin silinmesinin çok önemli olduğunu anlatıyor: "Silenlerin amaçları, ertesi gün gerçekleşecek suikastın kanıtını yok etmek. En azından görünmeyecek. Tetikçiyi rahatlatmak için yaptılar. 'Korkma, senin görüntün kamerada olmayacak.' Çocuk bir gün evvel oraya gitti, keşif yaptı biliyorsunuz. Orada bir gün evvel bir hazırlık var. Alparslan Arslan'ın yeniden sorgulanması lazım tabii. Güvenlik şirketinin açıklama yapmaması kafalarda soru işaretleri oluşturdu. Şirket sonuna kadar soruşturulmalı. Güvenlik şirketi açıklama yapmaya mecburdur. Yoksa zan altında kalır." ZAMAN

Hüseyin Keleş - İstanbul
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=978031&title=delilleri-yok-etmek-tetikciyi-rahatlatmak-icin-kayitlari-sildiler
#1315
Bursa'da bir camide Cuma namazını kıldık, çıkarken baktım birisi eline birçok kitapçık almış dağıtıyordu, bir tane de bana verdi. Kitapçığın üzerinde "Zuhru Ahir" yazıyordu, bunu görünce meseleyi anladım, kırk yıl önce bu konuda bir yazı yazmış ve Diyanet dergisinde yayınlamıştım (Cuma Günü ve Namazı). Daha sonra bu yazıyı "İslam'ın Işığında Günün Meseleleri" isimli kitabıma da aldım. Artık bu konu kapanmıştır zannederken cami önlerinde kitapçık dağıtıldığını görünce bütün hararetiyle devam ettiğini anladım.

Konu şudur:

Cuma namazının sıhhat şartları üzerinde de ihtilaf vardır, bu sebeple cumanın farzından sonra o günün öğle namazını veya onun yerine geçecek bir namazı (zuhr-i âhir) kılmak gerekir mi, gerekmez mi?

Asıl konuya girmeden önce hatırlatmak gerekir ki, Cuma namazından önce sünnet kılınır, iki rek'at Cuma namazının farzı kılınır, bundan sonra da sünnet kılınır. Ön ve son sünnetin kaçar rek'at olduğu konusunda da ihtilaf bulunmakla beraber genellikle kabul edilen ve uygulanan dörder rekat sünnettir.

Bunlardan başka, cumanın son sünnetinden sonra bazı kimselerin zuhr–i âhir adıyla dört, vaktin sünneti adıyla da iki rek'at daha namaz kıldıkları görülmektedir. Yukarda anlatılanlar dışında vaktin sünneti diye bir namaz yoktur.

Zuhr–i âhire (son öğle namazı) gelince bunu, adını andığım yazımdan nakledeyim (kaynakları merak edenler yazının aslına kitabımdan veya sitemden bakabilirler):

Şartlarındaki ihtilâf dolayısıyla cumanın sahih olmaması ihtimâline dayanarak zuhr–i âhiri kılmanın hükmü nedir? Yani bu namazı kılmak farz mı, sünnet mi, mekrûh mu, bid'at veya memnû mudur? Bu mevzûdaki görüşleri iki grupta toplamak mümkündür:

1. Kılınmasına Taraftar Olanlar:

Bunlar da kılınmasında birleşmekle beraber farz mı, sünnet mi, ihtiyat mı olduğu konusunda farklı kanaatler ileri sürmüşlerdir. Hemen hepsinin hareket noktası bir şehir veya büyük köyde, birden fazla camide cumanın sahih olmaması ihtimâlidir.

a) İmam Şâfiî "bir şehirde iki veya daha fazla yerde cuma kılınmış ise önce kılanların cuması sahihtir. Sonra kılanların cuması olmamıştır (bâtıl) ve öğleyi yeniden kılmaları farzdır" demiştir. Şâfiî'ye göre hangisinin önce kıldığı belli değilse, hepsinin öğleyi yeniden kılmaları gerekir. Dikkat edilirse İmam Şâfiî "zuhr-i ahirden bahsetmiyor, öğle namazını yeniden kılmaktan söz ediyor.

İmam Şâfiî'den sonra gelen ve ona tâbi bulunan Şâfiî müctehid ve fakihleri yukarıdaki hükmün, ihtiyaç olmadığı halde cumanın birden fazla camide kılınmış olmasına ait bulunduğunu; şayet caminin mükelleflere göre küçük olması gibi bir mazeret varsa birden fazla camide kılınabileceğini, böyle olunca da öğle namazını kılmanın farz olmayacağını, ancak sünnet mahiyetinde olabileceğini ifade etmişlerdir.

Hanbelilerin görüşü de Şafiîlerinki gibidir.

Bu iki mezhebin tatbikatında cuma namazı, ihtiyaç olmadığı halde birden fazla camide kılınmışsa ilk kılınandan sonrakiler bâtıl sayılmakta -şüphe halinde hepsi bâtıl sayılmakta- ve öğle namazı yeniden kılınmaktadır.

Eğer cuma namazı ihtiyaca binâen birden fazla camide kılınmış ise bu takdirde bâtıl sayılmamakta, ancak ihtiyaten öğle namazının kılınması tavsiye edilmektedir. Bugün hemen her şehir ve büyük köyün -cumayı kılsın kılmasın- namaz ile mükellef bulunanlarını bir cami almayacağına göre kılınan cumalar Şâfiîlere göre de sahihtir ve öğleyi kılmak farz değildir.

b) Hanefîlerden bazılarına göre birden fazla camide veya köyde kılınan cumanın sıhhatinde şüphe bulunduğu için ihtiyâten, cumadan sonra, herkesin kendi başına şu niyetle bir namaz kılması iyi olur: "Vaktine yetiştiğim halde henüz edâ etmediğim veya henüz üzerimden düşmeyen son farzı yahut son öğleyi kılmaya niyet ettim." İşte bu namaz zuhr–i âhir denilen namazdır, dört rek'attır, birinci oturuşta ettahiyat okunur, dört rek'atta da fatihaya bir sûre veya yeteri kadar âyet ilâve edilir.

Şüphe mevcutsa bu namazı kılmak vâcib, şüphe yoksa menduptur.

Zuhr–i âhirin kılınmasını müdâfaa edenlerin delilleri şüphe ve ihtiyattır. Aslında Şâfiîler ihtiyaç sebebiyle birkaç camide kılınan cumanın sahih olduğunu kabul ediyorlar. Hanefî mezhebinden sahih ve tercihe şayan görülen mütâlâa da birkaç camide kılınan cumanın sahih olduğudur; hattâ bu mezhep ihtiyacı da şart koşmamıştır. İşte buna rağmen, "mâdem ki sahih olmaz diye de bir görüş vardır ve madem ki bu görüşe göre cumanın sıhhati şüphelidir, şu halde ihtiyaten öğle namazı kılınmalıdır ki borçlu kalınmasın" denilmektedir.

Bu görüşün isabetli olmadığını söyleyen fakihlere ben de katılıyorum ve onların söylediklerini de gelecek yazıda sunacağım.

http://www.yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=25.04.2010&y=HayrettinKaraman
#1316
Ümraniye'deki bir evde yakalanan cephanelik, "Ergenekon" örgütünün ortaya çıkmasına neden olmuştu.

O cephaneliğin peşinden gidenler geniş bir ağa ulaşmışlardı.

Şimdi sanırım "Ümraniye cephaneliği" gibi "kritik bir ilmik" Danıştay baskınıyla ilgili olarak ele geçiriliyor.

O cinayetin arkasında çok büyük bir örgüt olduğu anlaşılıyor.

İşin üstüne gittikçe, "cinayetin" çevresindeki kuşkulu ağ da genişliyor.

Ordu Yardımlaşma Kurumu OYAK'a ait bir güvenlik kuruluşunun Danıştay'ın "kameralarındaki" cinayetle ilgili kayıtları sildiğinin kanıtlanması birdenbire bu "cinayetin" tahminlerimizden daha da "derin bir operasyon" olduğunu yüzümüze çarptı.

İpin ucunu çektikçe "olta ağırlaşıyor" ve balığın büyüklüğü hissediliyor.

Bir kere işin içinde OYAK olduğu anlaşıldı.

OYAK'ın "kamera kayıtlarını silen" personeli ise ortada yok.

Kimse onların nerede olduğunu söylemiyor.

OYAK'a ait güvenlik kuruluşunun başındaki eski MİT görevlisi emekli albay da sırra kadem bastı.

Ama "kararan" tek kamera Danıştay'daki değil.

Danıştay'ı gören Sıhhiye'deki "Orduevi'nin kameraları" da karardı.

O kamera kayıtları istenmiş ama Orduevi'nin kayıtları gönderildiğinde bu kayıtlar "açılamamış" bir türlü.

Bunu yazılı olarak Genelkurmay'a sormuşlar, onlar da yazılı bir cevap vermiş.

Cevap pek anlaşılabilir gibi değil ama "sezebildiğim" kadarıyla "bizdeki kayıtlar artık yok" diyorlar.

Danıştay cinayetiyle ilgili "ordunun kayıtları" da kaybolmuş anlayacağınız.

Eldeki "açılamayan Orduevi kaydı" neden TÜBİTAK'a gönderilmemiş, o anlaşılamıyor.

Zaten bu cinayetin yargılama aşamasında yaşanan ve anlaşılması imkânsız birçok tuhaflık var.

Bütün o mahkeme safhalarının bir daha gözden geçirilmesi gerekiyor.

Mahkeme, Danıştay'ın kameralarının "bozuk" olmasını hiç sorgulamamış.

Orduevi'nin kayıtlarının "açılamamasını" da sorun etmemiş.

Danıştay'daki cinayetin katil zanlısının "arkasında" kimin olduğunu ortaya çıkarmak için kılını bile kıpırdatmamış.

Tam aksine, neredeyse aceleyle bunun "örgütsüz bir cinayet" olduğunu karara bağlamaya uğraşmış.

Dava, İstanbul'daki Ergenekon Mahkemesi'ne geldikten sonra işin seyri değişti, kameralardaki kayıtların silindiği resmî raporla belirlendi.

Ankara'daki mahkeme neden bunu yapmadı?

Sadece bu mu...

Bu cinayetin bir görgü tanığı var, bu tanık, katilin keşfe geldiği gün yanında iki kişi daha olduğunu söylüyor ve katili teşhis ediyor.

Ama bir şey daha söylüyor:

"Beni Emniyet'te susturmaya çalıştılar" diyor.

Böylece karşımıza işin bir de "polis" bacağı çıkıyor.

Emniyet'teki bu cinayeti soruşturan polisler neden "tanığı" susturmaya çalıştılar?

O polisler kimlerdi?

O polisler hakkında bir soruşturma açıldı mı?

Tanık, kendisinin Emniyet'te "susturulmak istendiğini" mahkemede söylediği halde neden mahkeme bu açıklamayı kaale almadı?

Ordu, kendine ait bir kuruluştaki elemanların "kameralardaki kayıtları silmesiyle" ilgilenmiyor, kendine ait Orduevi'nin kameralarının görüntülerini arşivlerinden siliyor.

Polis, tanığa "susması" için baskı yapıyor.

Mahkeme bunlara hiç aldırmadan, cinayetin Ergenekon bağlantısını soruşturmadan dosyayı kapatmaya uğraşıyor.

O zamanki cumhurbaşkanı aceleyle bir açıklama yapıp bu cinayetin "laik cumhuriyete karşı yapılmış bir saldırı" olduğunu iddia ediyor.

Gazeteler ortaklaşa manşetlerle cinayeti "şeriatçıların" üstüne yıkmaya çabalıyor.

Danıştay cinayetinin faili eğer olay yerinde yakalanmasaydı bütün Türkiye karmakarışık olacaktı.

Bu çok planlı, organize bir saldırı.

Ve, arkasında büyük bir güç var görülebildiği kadarıyla.

Şimdi İstanbul'daki Ergenekon Mahkemesi bu saldırının üstüne gittikçe daha çok belge ve bilgi ortaya çıkacak.

Ergenekon'un daha derinlerine inilecek.

O derinliklerde belli ki "büyük balıklar" bekliyor.

Keskin dişli, zehirli balıklar.

Yakalanmaya yaklaştıkça daha da canavarlaşacaklar herhalde.

Kendimizi sakınarak ama kararlı bir şekilde ipin ucunu çekmeliyiz.

Bütün bu zehirli balıkları yakalayıp, tarihimizde belki de ilk kez temiz sularda yüzeceğiz.

ahmetaltan111@gmail.com
http://www.taraf.com.tr/makale/11010.htm
#1317
Danıştay 8. Dairesi, YÖK'ün 17 Mart 2010 tarihinde aldığı yeni katsayı kararının iptali ve yürütmesinin durdurulması istemini reddetti.

Anadolu öğretmen lisesi son sınıf öğrencisi olan davacı tarafından, Yüksek Öğretim Genel Kurulunun 17 Mart 2010 gün ve 270 sayılı kararının 1'inci ve 2'nci maddelerinin iptali ile yürütmesinin durdurulması istemiyle Danıştayda dava açılmıştı.

Danıştay 8. Dairesi, yürütmenin durdurulması istemini oy birliğiyle reddetti.

Dairenin kararında, ''Bir mesleğe yönelik program uygulayan ortaöğretim mezunlarının aynı alanda bir yükseköğretime yerleştirilmesinde ek katsayı uygulaması 2547 sayılı yasanın 45. maddesinde yer alan kuraldan kaynaklanmakta olup, açıklanan sınav sistemi değişikliği nedeniyle yeni bir katsayının belirlenmesinde hukuka aykırı bir yön bulunmamıştır'' denildi.

Kararda, bir başka anlatımla ''düzenleyici işlemlerin, yargı kararlarında da belirlendiği üzere maddi olay ve hukuk düzenindeki değişikliğe bağlı olarak değiştirilmesinin mümkün olduğu ve bu nedenle kazanılmış hakka dönüşme olanağı bulunmadığı'' belirtildi.

YÖK'ÜN SON DÜZENLEMESİ

17 Mart 2010'da toplanan YÖK Genel Kurulu, yaptığı katsayı düzenlemesi ile alan içi ve alan dışı tercihlerdeki puan farkını 15'e çıkarmıştı.

Lisedeki alanına göre bir fakülte tercih eden öğrencinin Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanı 0,15 ile, alanı dışında tercih yapan öğrencinin puanı ise 0,12 ile çarpılacak. Böylece, bir meslek lisesi öğrencisi ile genel lise öğrencisi arasında 8 ile 15 puan arasında fark olacak. Bu fark sınavda 10-12 soru ile aşılabilecek. 10 yıldır öğrencileri mağdur eden eski katsayılar (0,3-0,8) 50 puana kadar fark oluşturuyordu.

Bir önceki katsayı oranı alan içinde 0,15, alan dışında 0,13 idi. Bu katsayı öğrenciler arasında 10 puanlık (7-8 soruluk) bir fark oluşturuyordu. YÖK'ten yapılan açıklamada, "Sonuçta alan dışı tercihlerde aynı soruları cevaplayan adayların yerleştirme puanlarında 3 ila 15 puanlık bir fark değil, asıl öğrenci kitlesinin yoğunlaştığı aralıkta aşılması oldukça zor olan 8 ila 15 puanlık fark ortaya çıkacaktır." denildi. 'Yargı kararlarının gerekçeleri esas alınarak' karar verildiği belirtilirken, sınavda bir puanlık farkın bile binlerce öğrencinin sıralamasını değiştirdiği hatırlatıldı. "Bölüm kontenjanlarının ortalama 40-100 arasında olduğu düşünüldüğünde, yerleştirme puanında meydana gelen 15 puanlık bir fark çok ciddi bir farklılık doğurmaktadır." denilen açıklamada, 15 puanlık farkın 2009 yılı için yerleştirme sırasını SAY-2 puan türünde 17 bin 381 ile 70 bin 694 arasında değiştirdiği ifade edildi. 15 puan, SÖZ-2 puan türünde 4 bin 994 ile 85 bin 64 arasında, EA-2 puan türünde ise 15 bin 907 ile 122 bin 241 arasında sıralamayı değiştiriyor.

İstanbul Barosu'nun açtığı davalar üzerine Danıştay önce YÖK'ün 'eşit katsayı'sını, daha sonra 2-10 puanlık fark getiren 0,13-0,15'lik katsayıları durdurmuştu. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, YÖK'ün itirazını 14'e karşı 15 oyla reddetmişti. 10 puanlık katsayı farkını 'sembolik' bulan Kurul, farkın açılmasını istemişti. İstanbul Barosu Başkanlığı, ilk önce Yükseköğretim Genel Kurulu'nun yükseköğretime girişte farklı katsayı puanı uygulamasını kaldıran 21 Temmuz 2009 tarihli kararının iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle dava açmıştı. Danıştay 8. Dairesi, YÖK'ün eşit katsayı kararının yürütmesini oy birliğiyle durdurmuştu. Bunun üzerine YÖK, 17 Aralık 2009'da 'farklı katsayı' uygulanması kararı almış ve puanlar hesaplanırken adayların kendi alanıyla ilgili program tercihinde Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanları'nın 0,15, alan dışı tercihte 0,13 ile çarpılmasını kararlaştırmıştı. YÖK'ün üniversiteye girişte öğrenciler arasındaki katsayı adaletsizliğini gideren kararı aleyhine dava açan İstanbul Barosu, yeni katsayı düzenlemesini de şikayet etmişti.

29 Aralık'ta herhangi bir açıklama yapmadan dava dilekçesini mahkemeye ulaştıran Baro, YÖK kararını yeterli bulmayarak iptalini istemişti. Danıştay 8. Dairesi, 8 Şubat 2010'da YÖK'ün üniversiteye girişte farklı katsayı uygulanmasına ilişkin 17 Aralık tarihli kararının yürütmesini de oy birliğiyle durdurmuştu. Daire, yürütmeyi durdurma kararına ilişkin gerekçesinde, "alan içi tercihlerde 0,8, alan dışı tercihlerde 0,3 katsayısının esas alınacağına ilişkin düzenlemenin değiştirilerek alan içi 0,15, alan dışı 0,13 katsayı farkına dönüştürülmesine ilişkin dava konusu kararın hukuken geçerli bir sebebe dayanmadığı sonucuna ulaşıldığını" belirtmişti.

-YÖK'ÜN SAVUNMALARI-

Kararda, davalı YÖK'ün, daha önce açılan davalarda savunmalarını, yeni sınav sisteminin niteliğinin katsayı farklılaşmasını ortadan kaldırdığı iddiasına dayandırdığı, bu davada verdiği savunma ve eklerinde ise sınav sistemi ile yargı kararı gereği oluşturduğu katsayıların bağlantısını, katsayı oranlarının yeni sınav sistemi içindeki işlerliğini, önceki sınav sistemi ile yeni sistem arasındaki farkları da ortaya koyarak bilimsel ve ayrıntılı olarak hazırladığı raporlarla açıkladığı belirtildi.

YÖK'ün, yeni sınav sistemini getiren kararları ile bu savunması ekinde sunduğu raporlar incelendiğinde, ''daha önce iki oturumda tek aşamalı yapılan sınavın iki aşamalıya dönüştürüldüğü, birinci aşamanın ortak ve tek bir sınavdan oluşan Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS), ikinci aşamanın Lisans Yerleştirme Sınavları (LYS) olarak adlandırılan beş sınavdan oluştuğu, sınavların ağırlıklı puanlarının her birinin kendi içinde en büyüğü 500, en küçük 100 olan puanlara dönüştürülerek, ağırlıklı ortaöğretim başarı puanlarının da 50-100 olan puan aralığının 100-500 olarak değiştirildiğinin'' anlaşıldığı ifade edildi.

Kararda, yine bu belgelerin incelenmesinden, çoklu sınav ve çoklu soruyu esas alan bir ölçme yöntemi belirlendiği, önceki sistemde yüzde 38 olan alan bilgisinin yüzde 60'a çıkarıldığı, puan türleri içindeki soruların yüzdelik olarak ağırlığının farklılaştırıldığının görüldüğü aktarıldı.

-KATSAYI DIŞINDA BAŞKA ARAÇLAR-

Dairenin kararında, şöyle denildi:

''Sınav sisteminin aktarılan bu niteliği ile sınavın birinci ve ikinci aşamasında bir çok puan türünün bulunması ve bu puan türlerinin her birinde soru sayısının ve soru ağırlığının farklı olduğu göz önüne alındığında, getirilen yeni sınav sisteminde farklı puan türleri yöntemi ile alan yönlendirilmesinde katsayı dışında başka araçların da kullanılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır.

Bu durumda, alan/bölüm yönlendirmesi amacına hizmet ettiği anlaşılan farklı sınav ve puan türlerinin bulunduğu yeni sınav sisteminin farklı katsayı ile desteklenmesi sonucunda oluşturulan dava konusu yeni düzenlemenin 1'inci maddesi ile getirilen katsayı oranlarının Milli Eğitim Temel Yasası'nın alanlara yönlendirmeye ilişkin amacına ve bu konudaki yargı kararlarına aykırı olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.''

Dava konusu düzenlemenin 2'nci maddesinin de bu açıklamalar ışığı altında değerlendirilmesi gerektiği vurgulanan kararda, sınav sisteminde yapılan köklü değişiklik ile özellikle yeni sistemde standart puan aralıklarının değişmiş olmasının, daha önce uygulanan katsayı oranlarının uygulanma kabiliyetini ortadan kaldırdığı belirtildi.

Kararda, şöyle denildi:

''Böylece, bir mesleğe yönelik program uygulayan ortaöğretim mezunlarının aynı alanda bir yükseköğretime yerleştirilmesinde ek katsayı uygulaması 2547 sayılı Yasanın 45. maddesinde yer alan kuraldan kaynaklanmakta olup, açıklanan sınav sistemi değişikliği nedeniyle yeni bir katsayının belirlenmesinde hukuka aykırı bir yön bulunmamıştır. Bir başka anlatımla düzenleyici işlemlerin, yargı kararlarında da belirlendiği üzere maddi olay ve hukuk düzenindeki değişikliğe bağlı olarak değiştirilmesinin mümkün olduğu ve bu nedenle kazanılmış hakka dönüşme olanağı bulunmadığı açıktır.''

Davacı öğrencinin, karara itiraz hakkı bulunuyor. İtirazı, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu görüşecek.

Danıştay 8. Dairesi, dava konusu kararın iptal istemini daha sonra esastan karara bağlayacak.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=975691&title=danistaydan-katsayi-kararina-onay&haberSayfa=0
#1318
İsveçli araştırmacılar, anne sütünde bulunan bir maddenin kanser hücrelerini öldürebilme yeteneğine sahip olduğunu keşfettiler.

PLoS One Journal isimli dergide yayınlanan çalışmada, "HAMLET" olarak bilinen maddenin yıllar önce keşfedildiğini belirten araştırmacılar, bugüne kadar bunun insanlar üzerinde denenmediğini açıkladılar.

İsveç'te Lund Üniversitesi tarafından yürütülen deneyde, mesane kanseri hastaları HAMLET ile tedavi edildi. Her tedaviden sonra, hastalar idrarlarındaki ölü kanser hücrelerini dışarıya çıkardılar.

Önceki laboratuar deneyleri HAMLET'in 40 çeşit kanser hücresini öldürebildiğini göstermişti, ancak bu araştırma insanlar üzerinde test edilen ilk çalışma oldu. Araştırmacılar, bir sonraki adımda ise bu maddeyi cilt ve beyin tümörleri üzerinde test edecekler.
#1319
GÜLDEN Aydın, Hürriyet'te son zamanların en çarpıcı gazetecilik başarılarından birine imza attı ve Siirt'teki bir ilköğretim okulunda 7 kız öğrencinin tecavüz kurbanı olduğu, bununla ilgili olarak yaklaşık 100 erkeğin sorgulandığı dehşet verici bir skandalı gün ışığına çıkarttı.
Olayı araştırmak üzere gittiği Siirt'te bir suskunluk perdesiyle karşılaşmış Gülden Aydın; "Herkes susuyordu, kimse konuşmuyordu" diye anlatıyor...
Haber, küçük bir kentte kız çocuklarına tecavüz olgusunun nasıl yaygın bir suç kalıbına dönüştüğünü ve bu büyük utanca nasıl yüz kızartıcı bir suskunlukla göz yumulduğunu anlatan son derece rahatsız edici bir dosyayı dikkatimize getiriyor, bütün çıplaklığıyla.
Önem taşıyan bir nokta, olayın çocukların gittiği ilköğretim okulundaki rehber öğretmen tarafından ortaya çıkartılmış olmasıdır. Ancak kız öğrencinin anlattıkları rehber öğretmeni de şoke edecektir. Çünkü, tecavüzcüler arasında okulun müdür yardımcısı da bulunmaktadır.

TECAVÜZ YAYILMA EĞİLİMİ GÖSTERİNCE
Konunun savcılığa intikal etmesinden sonra başlatılan ve 15 kişinin tutuklanması ve 25 kişinin de gözaltına alınmasıyla dallanıp budaklanan soruşturma, insanı dehşete düşüren bir dizi gerçeği ortaya çıkartır. Tecavüze uğrayan kızların yaşları 14 ile 16 arasında değişmektedir. Ayrıca, bu olayların iki buçuk yıl önce başlamış olması, kızların tecavüze çok daha küçük yaşta maruz kaldıklarını gösteriyor.
Tecavüze uğrayan ilk gruptaki H.T. ile S.T., babaları hamallık yapan 7 çocuklu çok fakir bir ailenin çocuklarıdır. Ve bu iki kız öğrencinin 3 ile 5 lira arasında değişen para ile çikolata ya da çubuk kraker karşılığında kendilerinden yaşça çok büyük insanlarla birlikte oldukları anlaşılıyor. Tecavüzcülerin en yaşlısı 70 yaşındadır.
Düşündürücü olan, küçük kızları hedef alan tecavüzün, başlaması ve duyulmasıyla birlikte çevreyi de içine alacak şekilde genişleme, yayılma eğilimi göstermesidir. Soruşturmanın açılmasından sonra tutuklananlardan bazıları kentin tanınmış ailelerine mensup esnaftan insanlardır.
Soruşturma, ayrıca kızların gittikleri okuldaki bazı erkek öğrencilerin de tecavüzüne uğradıklarını da gösteriyor.

SUSKUNLUK DA SUÇ DEĞİL Mİ?
Dosya, pek çok soru işaretini karşımızda asılı tutuyor.
Siirt'te olayın geçtiği ilköğretim okuluna giden Gülden Aydın'ın en önemli tespitlerinden biri, neredeyse çocukların hepsinin tecavüz olayını konu savcılığa intikal etmeden çok önceden biliyor olmasıdır.
Gülden Aydın'ı şoke eden bir sahne, okula gittiğinde çocukların tecavüze uğrayan kız arkadaşlarını kastederek "Ellere var, bize yok mu" diye gülerek şarkı söylemeleridir.
Burada bütün çocukların dilinde olan bir konunun okul yönetimi tarafından fark edilmemiş olması düşündürücüdür; keza mağdurların devam ettiği okulun karakolun hemen karşısında olması gibi...
Son tahlilde bütün bunlar idari ve cezai soruşturmaların konusudur. Bir de meselenin soruşturamayacağınız, hukuk sisteminde, yazılı yasalarda karşılığı olmayan, yaptırıma bağlanmamış yönleri var.
İlkokul öğrencisi kızları hedef alan bu ölçüde yaygın bir tecavüz şebekesinin varlığının çevre tarafından bilindiği halde, zımnen onay görmesi işte böyle bir durum.

KÖTÜLÜĞÜN KUŞATMASI
Bilenlerin bir bölümü durumdan yararlanmaya kalkmakta, bilip de yararlanma yoluna gitmeyenler ise durdurmak için hiçbir şey yapmayıp kayıtsızlık içinde olanları seyretmektedir. Belki rahatsızlar, belki de değiller...
Buradaki suskunluk da suç ortaklığı
değil midir?
Bir tecavüz olayının bu kadar yayılabilmiş olması ve kabul görmüş olması kötülüğün kuşatması dışında başka nasıl adlandırılabilir?
Bu arada, Siirt Cumhuriyet Savcılığı'nın haberi yazarak soruşturmanın gizliliğini ihlal ettiği gerekçesiyle ifadesini almak için Gülden Aydın'a çağrıda bulunması tecavüz dosyasının ulaştığı en son aşamayı gösteriyor.

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/14516084.asp?yazarid=308
#1320
Hakikaten Türkiye'de neler oluyor? Bu ülke nasıl bir ülke? İnsan bazen öğrendiklerini taşımada, buna tahammül etmede çok zorlanıyor. 7 eri şehit eden mayınların TSK'nın malı çıkmasının şokunu hâlâ atlatabilmiş değilken öğrendiğimiz başka bir gerçekle yerle bir oluyoruz.

Evet; TÜBİTAK'ın, Danıştay saldırısı esnasında kameraların bozuk olmadığı, kayıtların ortadan kaldırıldığını tespit ettiğini açıklaması kamuoyunu tam anlamıyla şoke etti.

Yüksek yargıda cinayetin işlendiği gün kamera kayıtlarının silinmesi ne demektir? Nasıl izah edilir? Daha doğru olan soru ise bunu kim izah edebilir? Hani Danıştay saldırısı Türkiye'nin 11 Eylül'ü idi. Yıllardır meğer nasıl bir ülkede ve nasıl bir simülasyon içinde yaşıyormuşuz. Dünyanın hangi ülkesinde gerçekler böylesine sündüre sündüre değiştirilebilir? Kim böylesine bir yalancılığa cesaret edebilir?

Keşke bütün bu yaşadıklarımızı bir aklı başında insan bize izah etse, edebilse! Kemah'ta şehit düşen dokuz askeri, 7 erin şehit olduğu mayının TSK'nın çıkmış olmasını, Reşadiye katliamını... Yok, bütün bu şaibeli olayları burada tekrar yazmaya niyetim yok. Bunu yazmaya kalksam bu satırlar, bu sayfalar yetmez tabii ki. Onları bir tarafa bırakmadan, zihnimizin bir köşesinde sürekli tutarak; en azından bu son kayıt silme olayının bir izahının yapılması gerekir.

TÜBİTAK, güvenlik şirketinin kamera kayıtları üzerinde işlem yaptığını tespit etti. OYAK'a bağlı olan bu güvenlik şirketi kamuoyuna 3-17 Mayıs arasındaki kayıtların olmadığını açıklamıştı. Ancak TÜBİTAK'ın yapığı çalışmalar sonucunda Alparslan Arslan'ın saldırıdan bir gün önceki keşif görüntülerinin silindiği anlaşıldı. Bilirkişi mahkeme için yazdığı raporda, 16 Mayıs'ta silinen dosyaların bir kısmının isimlerinin değiştirildikten sonra, bilinçli olarak yok edildiğini söylüyor. Baskının yapıldığı güne ait görüntüler ise şimdilik ortada yok.

Yani tam taammüden bir eylem! Olayları başka bir yöne çekebilmek için delilleri yok etme, ortadan kaldırma, gerçekleri taammüden katletme eylemi... Danıştay'ın karşısındaki orduevinin kameralarının da arızalı olduğunu söylemişlerdi. O zaman söylenen bu sözün doğruluğunun da acilen araştırılması, bu kamera bozukluğunun gerçek olup olmadığının açığa çıkartılması lazım.

Danıştay cinayetini ezberden dindarların üzerine yıkanların, daha neyin ne olduğu belli olmadan, ağız dolusu laf eden devlet yetkililerinin, medya yöneticilerinin ve köşe yazarlarının ortaya çıkan gerçekler karşısında, normalde sokağa çıkamaması gerekmez mi?

Dört yıl önce meydana gelen olay bütün çıplaklığıyla ortaya çıkarken, Türkiye'de karanlık eylemler varlığını hâlâ sürdürüyor.

Önceki gün Jandarma, bazı terör örgütü mensuplarının Samsun Ladik civarlarında dolaştıklarını 12 gün önceden haber aldığını, bunu da Emniyet'e bildirdiğini açıkladı. Ahmet Türk pazartesi günü yani 12 Nisan'da Samsun'da yumruklandı. Bunu gerekçe gösteren PKK, 17 Nisan'da Ladik'te iki polis memurunun şehit olduğu eylemi gerçekleştirdi.

Yani PKK Samsun'da bir yumruklama olayının olacağını biliyormuş sanki. 12 gün önce oraya konuşlanmış, yumruklama olayı olur olmaz da misilleme yapmış. Bu kendine PKK diyen örgüt nereden biliyordu Samsun'daki yumruklama olayını... Yoksa yumruklatanlarla aynı şirketten mi?

Şırnak'ta şehit edilen yüzbaşıyla ilgili Zaman'ın dün sorduğu sorunun da cevabı hâlâ verilmiş değil.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=975910&title=keske-biri-izah-edebilse