Haberler:

Hukuk Forumumuza Hoşgeldiniz

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - Avukat

#1301
Merhabalar. Nesebin reddi yönünde dava açmanız halinde bu davada DNA testi yapılmasını talep edebilirsiniz. Türk Medeni Kanunu'nun konuyla ilgili maddeleri şu şekildedir:

B. Soybağının reddi

I. Dava hakkı

MADDE 286.- Koca, soybağının reddi davasını açarak babalık karinesini çürütebilir. Bu dava ana ve çocuğa karşı açılır.

Çocuk da dava hakkına sahiptir. Bu dava ana ve kocaya karşı açılır.

II. İspat

1. Evlilik içinde ana rahmine düşme

MADDE 287.- Çocuk evlilik içinde ana rahmine düşmüşse davacı, kocanın baba olmadığını ispat etmek zorundadır.

Evlenmeden başlayarak en az yüzseksen gün geçtikten sonra ve evliliğin sona ermesinden başlayarak en fazla üçyüz gün içinde doğan çocuk evlilik içinde ana rahmine düşmüş sayılır.

2. Evlenmeden önce veya ayrı yaşama sırasında ana rahmine düşme

MADDE 288.- Çocuk, evlenmeden önce veya ayrı yaşama sırasında ana rahmine düşmüşse, davacının başka bir kanıt getirmesi gerekmez.

Ancak, gebe kalma döneminde kocanın karısı ile cinsel ilişkide bulunduğu konusunda inandırıcı kanıtlar varsa, kocanın babalığına ilişkin karine geçerliliğini korur.

III. Hak düşürücü süreler

MADDE 289.- Koca, davayı, doğumu ve baba olmadığını veya ananın gebe kaldığı sırada başka bir erkek ile cinsel ilişkide bulunduğunu öğrendiği tarihten başlayarak bir yıl, (....)(*) içinde açmak zorundadır.

Çocuk, ergin olduğu tarihten başlayarak en geç bir yıl içinde dava açmak zorundadır.

Gecikme haklı bir sebebe dayanıyorsa, bir yıllık süre bu sebebin ortadan kalktığı tarihte işlemeye başlar.


Şayet sizi böyle bir davayı açmaya iten ortada gayet haklı sebepler varsa (ki bu sebeplerin yeri geldiğinde ispat edilebilir olması ve ilk ortaya çıktıkları tarihin üzerinden de bir yıllık sürenin geçmemiş olması önemlidir) Anayasada ifadesini bulan hak arama özgürlüğü çerçevesinde ve aşağıdaki Yargıtay kararı gereğince anneniz sizden bunun için bir manevi tazminat talep edemeyecektir:

T.C.
YARGITAY
4. HUKUK DAİRESİ
E. 2001/1909
K. 2001/5847
T. 4.6.2001

2709/m.36
743/m.242

DAVA : Davacı .... vekili Avukat .... tarafından, davalı ..... aleyhine 1.6.1999 gününde verilen dilekçe ile haksız olarak, doğan çocuğun nesebinin reddedilmesinden kaynaklanan maddi ve manevi zararın tazmininin istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulüne dair verilen 13.11.2000 günlü kararın Yargıtayca incelenmesi davalı vekili tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.

KARAR : 1 -Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları reddedilmelidir.

2-Manevi tazminata yönelik temyiz itirazlarına gelince; dava, haksız olarak açılan "nesebin reddi" davasından kaynaklanan tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece, istem kısmen kabul edilmiştir.

Hak arama özgürlüğü Anayasal bir haktır. Ne varki; her hakta olduğu gibi bu hakkında kullanılması sınırsız olmayıp, keyfi biçimde ve gerekli özen gösterilmeden kullanılmaması gerekir. Hakkın hukuka aykırı kullanıldığından sözedebilmek için, karşı tarafın suçsuzluğu bilinerek, zararlandırmak veya küçük düşürmek veyahut olayla ilgili ciddi ve inandırıcı delil ve emare bulunmaması gerekir.

Somut olayda, taraflar 7.7.1993 tarihinde evlenmişlerdir. Evlilikleri süresince üç yıldan fazla bir süre çocukları olmamıştır. Davalı tarafın çocuk olması amacıyla tedaviye başladığı bu sırada 23.11.1996 tarihinde tahliller yaptırdığı dosyadaki belgelerden anlaşılmaktadır. Bu arada davacı eşin işi gereği İstanbul'a kursa gitmesi ve burada başka erkeklerle gezdiğine, barlara gittiğine dair duyumlar alması üzerine davalı 13.2.1997 tarihinde boşanma,, davası açmış, davacı bu davayı kabul ederek 27.5.1997 gününde boşanmaları kesinleşmiştir. Boşanmadan bir süre sonra 21.8.1997 tarihinde davacı bir çocuk dünyaya getirmiştir. Davalı baba, bunun üzerine 26.8.1997 gününde açtığı ve yukarıda belirtilen olayları gerekçe göstererek çocuğun nesebinin reddini ve DNA testi yapılmasını istemiştir. Dava sırasında yapılan DNA testi sonucu çocuğun taraflara ait olduğu belirlenip, 1.3.1999 tarihinde dava reddedilmiştir. Davalı baba bundan sonra çocuğu benimseyerek şahsi münasebet kurulması için dava açmıştır.

Olayların gelişimi incelendiğinde, davalının, çocuğunun babası olduğu yolunda bazı kuşkulara kapıldığı anlaşılmaktadır. Uzun süre çocuklarının olmaması, labaratuvarda alınan sperm test sonuçlan, boşanma davasının açılmasına neden olan olaylar davalı babada şüphe uyandırmıştır. Bu şüpheyi gidermeni yolu olayın açıklığa kavuşturulmasıdır. Davalı bu şüphe ile birlikte yaşamaya zorlanamaz. Şu durumda, davalı birtakım emarelere dayanarak Anayasal dava hakkını kullanmış olup, hukuka aykırılıktan sözedilemeyeceğine göre manevi tazminat isteğinin reddi gerekirken yazılı şekilde kısmen kabul edilmiş olması bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ : Temyiz olunan kararın manevi tazminata ilişkin bölümünün yukarıda ( 2 ) sayılı bentte gösterilen nedenlerle oyçokluğuyla BOZULMASINA, diğer temyiz itirazlarının ilk bentteki nedenlerle oybirliğiyle reddine ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 4.6.2001 gününde karar verildi.

KARŞI OY AÇIKLAMASI

Davalı, davacı ile evli iken doğan müşterek çocuklarının, kendi çocuğu olmadığı iddiası ile nesebin reddi davasını açmıştır. Bu davanın reddedilip kesinleşmesi üzerine davacı, eldeki dava ile, davalının açtığı davadaki iddia konusunun kişilik değerlerine saldın teşkil ettiği iddiası ile maddi ve manevi tazminat isteminde bulunmuş mahkemece istem kısmen kabul edilmiştir. Davalının temyizi üzerine dairece, maddi tazminata ilişkin itiraz reddedilmekle birlikte, manevi tazminat için dava hakkının kullanıldığı gerekçesi ile karar bozulmuştur.

Dava hakkının veya hak arama özgürlüğünün Anayasanın ve Yasaların güvencesi altına alındığı tartışması kabul edilmesi gereken bir olgudur. Ancak bu hak da, tüm diğer haklarda olduğu gibi, hak arama özgürlüğü sınırlan içinde kullanılmalıdır. Bu hak, tüm haklarda olduğu gibi sınırsız değildir.

Somut olayda, davacı önce boşanma davasını açmıştır. Boşanma nedeni olarak da geçimsizliğe dayanmıştır. Davacının bu isteminin davalı tarafından kabul edilmesi üzerine dava anlaşma uyarınca sonuçlanmıştır. Davacı daha sonra nesebin reddi davasını açmış ve eşinin başka erkeklerle konuştuğunu, görüştüğünü neden göstermiştir. Gerçekten nesebin reddine ilişkin olan davada dinlenen tanıklar, davacının erkeklerle konuştuğunu belirtmişlerdir. Davacı bir güzellik salonunda çalışan bir iş kadınıdır. İşi ve içinde bulunduğu ortam itibariyle pek çok kişi ile görüşmesi, konuşması doğal karşılanmalıdır. Davalının, bir zamanlar eşi olan ve evlilik süresi içinde doğan bir çocuk için, çocuğun başkasına ait bulunduğu konusundaki iddia çok ağır bir iddiadır. Bu iddianın varlığını boşanma davasında ileri sürmemiştir. Böyle bir iddianın kişi ve o kişinin çevresi ve özellikle çocuk üzerinde bırakacağı olumsuz etkide düşünülerek son derece özenli kullanılması, belirgin ve somut kanıtlara dayanması gerekir. Davalı, o davada dava hakkım kullanmış olsa dahi, kusuru çok ağırdır. Bundan dolayı, manevi tazminata hükmedilmesine ilişkin olan karar doğrudur. Onanması gerektiği düşüncesindeyim.

KARSI OY AÇIKLAMASI

Dava, evlilik devam ederken hamile kalan davacının, boşanmalarından sonra doğum yaptığı, ancak davalının, çocuğun babası olmadığı iddiasıyla açılan nesebin reddi davasının red ile sonuçlandığı, ancak açılan bu dava nedeniyle kişilik değerlerinin saldırıya uğradığından 5 milyar lira manevi tazminatın tahsili istemine ilişkindir.

Yerel Mahkemede yapılan yargılama sonucunda saldın, olgusu kabul edilerek 1.5 milyar lira manevi tazminatın davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmiştir.

Karar, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dairemiz kurulunun sayın çoğunluğu tarafından verilen kararda; Davalının, evlilik içinde hamile kalan eski eşinden doğma çocuğun, babası olmadığı konusunda şüphe ve kuşku içinde olduğu ve bu duraksamayı gidermek üzere nesebin reddi davasının açmak suretiyle yasal dava hakkını kullanmış olduğunu, manevi tazminatın verilmesini gerektiren hukuka aykırı bir eylemin mevcut olmadığını kabul etmek suretiyle, dava reddedilmek üzere yerel mahkeme kararı bozulmuştur.

Yerel mahkemece verilen tazminatın kısmen kabulüne ilişkin kararın onanması görüşünde olduğumdan sayın çoğunluğun bozma kararına katılamıyorum.

Çünkü;

a )Tarafların boşanmak üzere açılan boşanma davasında davacı eşin 5 aylık hamile olduğu belirtilmiş, ancak davalı kocanın bu konuda bir itirazı olmadığı gibi herhangi bir beyanda da bulunmamıştır.

b ) Çocuğun doğmasından sonra, davalı tarafından açılan nesebin reddi davası reddedilmiş ve bu suretle çocuğun babasının davalı olduğu kesinleşmiştir.

c ) Evlilik içinde hamile kalan ve tarafların boşanmalarından sonra dünyaya gelen çocuğun babası davalı olduğu halde ve de bunu bilmesine rağmen nesebin reddine ilişkin dava dilekçesinde aynen "çok eskiden ve tarihten olmak üzere seks ilişiğini kesmiş olması sebebiyle çocuğun kendisinden olmasının imkansız olarak görmektedir" şeklinde beyanda bulunmak suretiyle bir anneye yapılacak en büyük saldın yapılmıştır.

Yukarıdan beri açıkladığı üzere evlilik içinde hamile kalan ve tarafların boşanmalarından sonra doğan çocuğun babası davalı olduğu ve davalı bunu bilebilecek durumda olmasına rağmen sırf içindeki kuşku ve şüpheyi gidermek üzere bir anne ve çocuk için çok ağır bir isnatla bulunarak nesebin reddi davasının ikamesinin yasal dava hakkı biçiminde nitelemek doğru değildir. Bunun yasal dava ve şikayet hakkı ile hiçbir ilgisi yoktur. Davalı koca nesebin reddi davasında davacı eski eşine çok ağır isnatlarda bulunmak suretiyle onu toplum içinde küçük düşürdüğü gibi evli olduğu halde başkaları ile cinsi ilişkide bulunduğu imajını vererek onu ve çocuğunu toplum dışına itmek istemiştir. Bu nedenlerle davalının bu eylemi hukuka uygun değildir. Davacının kişilik değerlerine ağır biçimde saldırıda bulunulmuştur. Hukuka uygun olarak verilmiş bulunan yerel mahkeme kararının onanması görüşünde olduğumdan sayın çoğunluğun bozma kararına katılamıyorum.
#1302
Merhabalar. Senetten kastınızın bono olduğunu anlıyorum. Bonolarda bonoyu düzenleyen borçluya karşı vade tarihinden itibaren üç yıllık zamanaşımı süresi içinde icra takibi yapabilirsiniz. Yine borçlunun limited şirket hissesine ve bu hissesine isabet edecek olan kar payına haciz koydurabilirsiniz. Ancak doğrudan şirkete ait malvarlığa haciz konulabilmesi mümkün değildir. Keza limited şirketlerde hacizli şirket hissenin cebri icra yoluyla satışı da TTK.m.522 gereğince mümkün değildir. Türk Ticaret Kanunu'nun 522. maddesi aynen şu şekildedir:

1. ŞİRKETİN FESHİNİ İHBAR VE İNFİSAHI

MADDE 522 - Ortaklardan birinin iflâsı halinde iflâs idaresi en az altı ay önce ihbar etmek şartiyle şirketin feshini istiyebilir. Ortaklardan birinin payını haczettirmiş olan alacaklı da ayni hakka sahiptir.

Böyle bir ihbar neticesinde şirket infisah ederek tasfiye haline girerse tasfiye memurları, aleyhine takibat yapılan ortağa düşen tasfiye payını iflâs idaresine veya icra dairesine vermeye mecburdurlar.


Buna göre alacaklının, şirketin feshini isteyip, alacağını hacizli hisseye isabet edecek olan tasfiye payından (bakiyesinden) alma imkanı bulunmaktadır.

Alıntı Yapsenette borçlu ortağın adres olarak şirketin ticaret sicilinde kayıtlı bulunan adresini vermesi şirket malvarlığına haciz koyabilmemiz için bir fırsat sağlar mı?

Sağlar, ancak haciz/muhafaza baskısı ile borcu ödetmek mümkün olamayadabilir ve böyle bir durumda yapacak başkaca bir şey kalmaz.

Alıntı Yapİcraya gidersek, avukatımızın masraflarını karşı tarafa ödetebilir miyiz?

Yasal vekalet ücreti karşı taraftan tahsil edilir. Ancak akdi vekalet ücretini sizin karşılamanız gerekecektir. Akdi vekalet ücretinin ne kadar olacağı ise müvekkil ile avukat arasında yapılacak olan anlaşmaya bağlıdır.

Alıntı YapBu senet emre yazılı bir senet olup, bu senedi borçlu şahsın rızası olmaksızın bir arsa, araç vb. alımı karşılığında üçüncü bir şahsa arkasını ciro ederek vermemiz mümkün müdür?

TTK'nın 690. maddesi yollaması ile bonolarda da uygulanan TTK'nın 602. maddesine göre ödememe protestosundan yahut bu protestonun tanzimi için belirli olan müddetin (vadeyi takip eden iki iş günlük sürenin) geçmesinden sonra yapılan ciro, alacağın temliki hükümlerini meydana getirir. Dolayısıyla bu hükümlere istinaden bonoyu belirttiğiniz şekilde bir başkasına devredebilmeniz mümkündür. Yargıtay, böyle bir bononun (veya çekin) beyaz ciro ile (yani sadece bononun/çekin arkasına imza atmak suretiyle) bile devredilebileceğini kabul ediyor. Ama devir hususunda en sağlam yol, "İşbu bonodan kaynaklanan tüm hak ve alacaklarımı ..............'na devir ve temlik ettim.......2010" gibi bir beyan yazıp altını ad-soyad yazarak imzalamanız olacaktır.

İyi çalışmalar.
#1303
3167 Sayılı Kanunun 16/2-3. fıkralarında hesap sahibi tüzel kişi hakkında cezai sorumluluk öngörülmüş, ancak; 31.12.2008 tarihinden sonra TCK'daki genel hükümlerin özel ceza kanunlarında da uygulanması sebebiyle bu tarihten itibaren TCK. nun 5. ve 7. maddeleri gereği tüzelkişinin cezai sorumluluğu hukuken ortadan kalkmıştır. Bu sebeple, eski çek kanunu olan 3167 Sayılı Yasanın tatbik edildiği dönemde tüzelkişiler suçun faili olmaktan çıkmıştı.
Yeni Çek Kanununda ise hesap sahibi tüzel kişi hakkında cezai sorumluluk öngörülmemiştir. Ancak, 5. maddenin 4. fıkrasına göre hesap sahibi tüzel kişi hakkında sadece koruma ya da güvenlik tedbiri olarak "çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı" verileceği öngörülmüştür. Dolayısıyla bugün için tüzelkişiler yönünden başkaca bir müeyyide bulunmamaktadır.
Bu bilgiler ışında sorunuza geçersek;
1) Para cezası sadece Ali Yetkin'e kesilecektir,
2) Para cezası ödenmezse Ali Yetkin hapse girmek durumunda kalacaktır.
Tüzel kişiler açısından 5941 sayılı yeni Çek Kanunu'nun m.5/2 hükmünü yeniden okursanız, sanırım zihninizde herhangi bir tereddüt kalmayacaktır. Ben diğer değerlendirmelerinizin doğru olduğunu belirtmekle yetineyim.
İyi çalışmalar...
#1304
Merhabalar. Hukukta genel olarak kanunların uygulanması yürürlüğe girdikten sonraki dönemi kapsar. Hukukun bu temel kuralının amacı, hukuka olan güveni sarsmamak ve herkesi bir işlemi yaptığı sıradaki kurallarla sorumlu tutmaktır. Bu sebeple hukuk kuralları ilke olarak geriye yürümez. Bu kural, kazanılmış (müktesep) hakları korumak için kabul edilmiştir ve "kanunların geçmişe yürümemesi (makable şamil olmaması)" olarak adlandırılır.
Ülkemizde kanunların yürürlük tarihi genellikle ilgili kanun metninin sonunda belirtilir. Eğer bir kanunun yürürlük tarihi belirtilmemişse, bu takdirde 1322 Sayılı Kanunların ve Nizamnamelerin Sureti Neşir ve İlanı ve Mer'iyet Tarihi Hakkında Kanun'a göre, Resmi Gazete ile yayımı takip eden günden itibaren 45 gün sonra yürürlüğe girer.
Kural olarak bir yasanın uygulaması ancak yürürlüğe girdiği tarihten sonraki olay ve ilişkileri kapsar. Bu, hem özel hem kamu hukuku alanındaki yasalar için geçerli olan bir ana kuraldır. Ancak bu ana kuralın da istisnaları mevcuttur. Bazı durumlarda yeni yasa, eski yasa dönemindeki olay ve ilişkilere uygulanabilir. Buna "yasaların geçmişe etkisi" ya da "yasaların geriye yürümesi" denir. Yasaların geriye yürümesi kamu düzeni ve genel ahlakı ilgilendiren kurallar için söz konusudur. Özellikle Ceza Hukuku normları açısından böyle bir istisna mevcuttur. Ceza Hukukunun yerleşik ilkeleri uyarınca yeni bir düzenlemeyle işlenen suç daha az bir cezayı gerektiren hale gelmişse, kanunun yürürlüğünden önce bu suçla yargılanan veya hüküm giyen kişinin durumu yeni duruma uygun hale getirilir. Fakat bunun aksi olursa, yani daha fazla cezayı gerektiren bir düzenleme kabul edilirse, bu durumda ilgili hüküm geriye yürümez. Bu durum da yasal dayanağını Türk Ceza Kanunu'nun 7. maddesinden alır. Bu madde aynen şu şekildedir:

Zaman bakımından uygulama
MADDE 7. - (1) İşlendiği zaman yürürlükte bulunan kanuna göre suç sayılmayan bir fiilden dolayı kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz. İşlendikten sonra yürürlüğe giren kanuna göre suç sayılmayan bir fiilden dolayı da kimse cezalandırılamaz ve hakkında güvenlik tedbiri uygulanamaz. Böyle bir ceza veya güvenlik tedbiri hükmolunmuşsa infazı ve kanuni neticeleri kendiliğinden kalkar.
(2) Suçun işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanun ile sonradan yürürlüğe giren kanunların hükümleri farklı ise, failin lehine olan kanun uygulanır ve infaz olunur.
(3) Güvenlik tedbirleri hakkında, infaz rejimi yönünden hüküm zamanında yürürlükte bulunan kanun uygulanır.
(4) Geçici veya süreli kanunların, yürürlükte bulundukları süre içinde işlenmiş olan suçlar hakkında uygulanmasına devam edilir.


Alıntı YapBu uygulama tüm çıkan ve eskiye göre yenilik getiren kanun veya başka düzenlemeler için geçerlimidir veya belli sınırları varmıdır ve bu hususun dayanağı nerden gelir

Yeni kanun kişilerin lehine de olsa geriye yürüme kendiliğinden gerçekleşmez. Şayet Ceza Kanunu'nda olduğu gibi bunun yasal bir temeli varsa (ki çoğu zaman ilgili düzenlemedeki tüm maddelerin veya belirli maddelerin yürürlük tarihlerinin açıkça belirtilmesi yolu kullanılır) kanunların geriye yürüyeceğinden söz edilebilir...
#1305
Merhabalar. "Hafta tatili" konusu 4857 sayılı iş Kanunu'nda düzenlenmiştir. İş Kanunu kapsamına giren işyerlerinde, işçilere tatil gününden önce çalışmış olmaları koşuluyla yedi günlük bir zaman dilimi içinde kesintisiz en az yirmi dört saat dinlenme (hafta tatili) verilir.

Çalışılmayan hafta tatili günü için işveren tarafından bir iş karşılığı olmaksızın o günün ücreti işçiye tam olarak ödenir (m. 46/II).

İşçinin hafta tatili ücretini hak edebilmesi için bir hafta içinde 45 saatlik çalışma süresini tamamlaması gerekir.
Kısmi süreli çalışma yapan işçinin hafta tatili ücretine hak kazanıp kazanmayacağı konusu tartışmalıdır. Kanunda, konu ile ilgili açık bir hüküm yoktur. Ancak, haftanın her günü yarım gün çalışan bir işçinin "hafta tatiline" ve "hafta tatili ücretine" hak kazanacağı yönünde bir görüş vardır (Tankut Centel, "Kısmi Süreli Çalışma ve Hafta Tatili Ücreti", 2006, s. 20).

Aksi görüşe göre ise, kısmi süreli çalışma yapan işçi haftalık 45 saatlik çalışma süresini tamamlamadığı için hafta tatiline ve hafta tatili ücretine hak kazanamaz (Tankut Centel, a.g.e., s. 21).

Sizin bahsettiğiniz olay bu tartışmanın da dışındadır. Haftada sadece iki gün ve toplamda 15 saat çalışacak olan işçi, İş Kanunu'nun hafta tatiliyle ilgili hükümlerinden istifade edemez.

Kolay gelsin.
#1306
Merhabalar. Öncelikle geçmiş olsun. Umarım arkadaşınıza "bir musibet bin nasihatten evladır" sözündeki gibi etki eder de hayırlı bir sonuca yol açar bu yaşanılanlar. Bazen ilk bakışta şer gibi görünen olaylarda bile bizim için nice hayırlar gizlidir de fark edemeyiz... Bu arada arkadaş seçimine de aman dikkat...

Konunun hukuki kısmına gelince, Türk Ceza Kanunu'nun, "Kullanmak için uyuşturucu veya uyarıcı madde satın almak, kabul etmek veya bulundurmak" başlıklı 191. maddesi aynen şu şekildedir:

MADDE 191. - (1) Kullanmak için uyuşturucu veya uyarıcı madde satın alan, kabul eden veya bulunduran kişi, bir yıldan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Kendisi tarafından kullanılmak üzere uyuşturucu veya uyarıcı madde etkisi doğuran bitkileri yetiştiren kişi, bu fıkra hükmüne göre cezalandırılır.
(2) Uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanan kişi hakkında, tedaviye ve denetimli serbestlik tedbirine hükmolunur.
(3) Hakkında tedaviye ve denetimli serbestlik tedbirine hükmedilen kişi, belirlenen kurumda uygulanan tedavinin ve denetimli serbestlik tedbirinin gereklerine uygun davranmakla yükümlüdür. Hakkında denetimli serbestlik tedbirine hükmedilen kişiye rehberlik edecek bir uzman görevlendirilir. Bu uzman, güvenlik tedbirinin uygulama süresince, kişiyi uyuşturucu veya uyarıcı maddenin kullanılmasının etki ve sonuçları hakkında bilgilendirir, kişiye sorumluluk bilincinin gelişmesine yönelik olarak öğütte bulunur ve yol gösterir; kişinin gelişimi ve davranışları hakkında üçer aylık sürelerle rapor düzenleyerek hakime verir.
(4) Tedavi süresince devam eden denetimli serbestlik tedbirine, tedavinin sona erdiği tarihten itibaren bir yıl süreyle devam olunur. Denetimli serbestlik tedbirinin uygulanma süresinin uzatılmasına karar verilebilir. Ancak, bu durumda süre üç yıldan fazla olamaz.
(5) Uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanan kişi hakkında kullanmak için uyuşturucu veya uyarıcı madde satın almak, kabul etmek veya bulundurmaktan dolayı hükmolunan ceza, ancak tedavi ve denetimli serbestlik tedbirinin gereklerine uygun davranmaması halinde infaz edilir. Kişi etkin pişmanlıktan yararlanmışsa, davaya devam olunarak hakkında cezaya hükmolunur.


Bu hüküm uyarınca arkadaşınız ve muhtemelen diğer şahıs hakkında ceza davası açılacaktır. Arkadaşınızın bulunan uyuşturucuyla ilgili emniyette gerçeği anlatmaması kötü olmuş. Şu duruma göre olayda ceza almaya en yakın duran kişi (diğer kişinin o esnada uyuşturucu kullanmış olduğu tespit edilmiş değilse) maalesef arkadaşınız. Arkadaşınızın ailesinin de bu durumdan haberdar olması pek muhtemel... Bana soracak olursanız, arkadaşınız durumu ailesine olduğu gibi anlatsın, bir avukat tutulmasını sağlasın ve hemen ifadesini değiştirerek olayı savcılığa başından sonuna ne şekilde geliştiyse aynen anlatma yoluna gitsin.

Öte yandan, diğer şahıs şayet uyuşturucu aldıktan sonra ve bu maddenin etkisi devam ediyorken aracın başına geçtiyse, bu şahıs hakkında Türk Ceza Kanunu'nun "Trafik güvenliğini tehlikeye sokma" başlıklı 179. maddesinin 3. fıkrası uyarınca iki yıla kadar hapis cezası istemiyle de dava açılacaktır. İlgili madde aynen şu şekildedir:

MADDE 179. - (1) Kara, deniz, hava veya demiryolu ulaşımının güven içinde akışını sağlamak için konulmuş her türlü işareti değiştirerek, kullanılamaz hale getirerek, konuldukları yerden kaldırarak, yanlış işaretler vererek, geçiş, varış, kalkış veya iniş yolları üzerine bir şey koyarak ya da teknik işletim sistemine müdahale ederek, başkalarının hayatı, sağlığı veya malvarlığı bakımından bir tehlikeye neden olan kişiye bir yıldan altı yıla kadar hapis cezası verilir.
(2) Kara, deniz, hava veya demiryolu ulaşım araçlarını kişilerin hayat, sağlık veya malvarlığı açısından tehlikeli olabilecek şekilde sevk ve idare eden kişi, iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(3) Alkol veya uyuşturucu madde etkisiyle ya da başka bir nedenle emniyetli bir şekilde araç sevk ve idare edemeyecek halde olmasına rağmen araç kullanan kişi yukarıdaki fıkra hükmüne göre cezalandırılır.



Önemli not: Çok kısıtlı ve yanıltıcı olabilecek açıklamalara istinaden yapılan yukarıdaki değerlendirmeler, bu bölümde yer alan konu/soru hakkında kişileri en temel düzeyde bilgilendirme amacına matuftur. Bu tür konular her yönden ayrıntılı bir inceleme/araştırma yapılmasını gerektirir ve bu da ancak profesyonel yardım ile mümkün olabilir. Bu sebeple haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz ve herhangi bir hak kaybına maruz kalmamanız için bir avukatla anlaşmanızı ve avukatınızın yönlendirmeleri istikametinde hareket etmenizi tavsiye ediyorum.
#1307
Merhabalar, hoşgeldiniz.

Karşılıksız çekte doğrudan hapis cezasına hükmedilmemesi açısından eski kanunla yeni kanun arasında hiçbir farklılık bulunmuyor. 3167 Sayılı Kanun'un 16/1. fıkrasına göre, her bir çek yaprağı için verilecek adli para cezası seksenbin liradan fazla olamazdı; yeni Çek Kanunu 5/1. maddesine göre ise, her bir çekle ilgili olarak azami binbeşyüz güne kadar adli para cezası verilebilecek, ancak hükmedilecek adlî para cezası, çek bedelinin karşılıksız kalan miktarından az olamayacaktır. Binbeşyüz gün adli para cezası asgari hadden (20 TL) adli para cezasına dönüştürüldüğünde otuzbin TL adli para cezası verilebilecek, azami hadden (100 TL) adli para cezasına dönüştürüldüğünde ise yüzellibin TL adli para cezası verilebilecektir. Evet, sizin de belirttiğiniz gibi, şayet bu para cezaları ödenmezse, hapis cezasına dönüşecektir.

Öncelikle 5941 sayılı yeni Çek Kanunu'nun "Ceza sorumluluğu, çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı" başlıklı 5. maddesine bir göz atalım:

MADDE 5- (1) Üzerinde yazılı bulunan düzenleme tarihine göre kanunî ibraz süresi içinde ibrazında, çekle ilgili olarak karşılıksızdır işlemi yapılmasına sebebiyet veren kişi hakkında, hamilin şikâyeti üzerine, her bir çekle ilgili olarak, binbeşyüz güne kadar adlî para cezasına hükmolunur. Ancak, hükmedilecek adlî para cezası, çek bedelinin karşılıksız kalan miktarından az olamaz. Mahkeme ayrıca, çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağına; bu yasağın bulunması hâlinde, çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağının devamına hükmeder. Bu davalar, çekin tahsil için bankaya ibraz edildiği veya çek hesabının açıldığı banka şubesinin bulunduğu yer ya da hesap sahibinin yahut şikâyetçinin yerleşim yeri mahkemesinde görülür.

(2) Birinci fıkra hükmüne göre çek karşılığını ilgili banka hesabında bulundurmakla yükümlü olan kişi, çek hesabı sahibidir. Çek hesabı sahibinin tüzel kişi olması hâlinde, bu tüzel kişinin malî işlerini yürütmekle görevlendirilen yönetim organının üyesi, böyle bir belirleme yapılmamışsa yönetim organını oluşturan gerçek kişi veya kişiler, çek karşılığını ilgili banka hesabında bulundurmakla yükümlüdür.

(3) Çek hesabı sahibi gerçek kişi, kendisi adına çek düzenlemek üzere bir başkasını temsilci veya vekil olarak tayin edemez. Gerçek kişinin temsilcisi veya vekili olarak çek düzenlenmesi hâlinde, bu çekten dolayı hukukî ve cezaî sorumluluk çek hesabı sahibine aittir.

(4) Karşılıksız çek düzenleyen, adına karşılıksız çek düzenlenen ve ileri düzenleme tarihli çek üzerinde yazılı tarihe göre kanunî ibraz süresi içinde ibrazında, karşılığını ilgili banka hesabında bulundurmayan gerçek ve tüzel kişi hakkında, soruşturma evresinde Cumhuriyet savcısının talebi üzerine, sulh ceza hâkimi tarafından, kovuşturma evresinde resen mahkeme tarafından, karşılıksız çıkan her bir çekle ilgili olarak, çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı verilir.

(5) Çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı ile ilgili olarak, herhangi bir adres değişikliği bildiriminde bulunulmadığı sürece ilgilinin çek hesabı açtırırken bildirdiği adrese 11/2/1959 tarihli ve 7201 sayılı Tebligat Kanununun 35 inci maddesine göre derhal tebligat çıkarılır. Adresin bankaya yanlış bildirilmesi veya fiilen terkedilmiş olması hâlinde de, tebligat yapılmış sayılır.

(6) Hakkında çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı verilmiş olan kişi, elindeki bütün çek yapraklarını ait olduğu bankalara iade etmekle yükümlüdür. Bu kişi adına yeni bir çek hesabı açılamaz.

(7) Hakkında çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı verilmiş olan kişi, kararın kendisine tebliğ edildiği tarihten itibaren on gün içinde, düzenlemiş bulunduğu ve henüz karşılığı tahsil edilmemiş olan çekleri, düzenleme tarihlerini, miktarlarını ve varsa lehtarlarını da göstermek suretiyle, muhatap bankaya liste hâlinde vermekle yükümlüdür.

(8] Çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararına ilişkin bilgiler, güvenli elektronik imza ile imzalandıktan sonra, Adalet Bakanlığı Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasına elektronik ortamda bildirilir. Bu bildirimler ile bankalara yapılacak duyurulara ilişkin esas ve usuller, Adalet Bakanlığının uygun görüşü alınarak Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası tarafından belirlenir.

(9) Karşılıksız kalan bir çekle ilgili olarak yapılan soruşturma veya kovuşturma neticesinde;

a) Cumhuriyet savcısı tarafından kovuşturmaya yer olmadığına,

b) Mahkeme tarafından, beraat, ceza verilmesine yer olmadığı, davanın düşmesi veya davanın reddine,

karar verilmesi hâlinde, aynı kararda, çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağının kaldırılmasına da karar verilir. Bu karar, kesinleşmesi hâlinde, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasına sekizinci fıkradaki usullere göre bildirilir ve ilân olunur.

(10) Koruma tedbiri olarak verilen çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararına yapılan itirazın kabulü hâlinde, bu kararla ilgili olarak da sekizinci fıkradaki bildirim ve yayımlanma usulü izlenir.

(11) Birinci fıkrada tanımlanan suç nedeniyle kamu davasının açılmasının ertelenmesine, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına, ön ödemeye ve 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 297 nci maddesinin üçüncü fıkrasındaki tebliğnamenin tebliğine ilişkin hükümler uygulanmaz.


Şimdi sorularınızı kısa kısa cevaplayalım:

1) 5941 sayılı yeni Çek Kanunu m.5/1-2 gereğince, "Üzerinde yazılı bulunan düzenleme tarihine göre kanunî ibraz süresi içinde ibrazında, çekle ilgili olarak karşılıksızdır işlemi yapılmasına sebebiyet veren kişi hakkında, hamilin şikâyeti üzerine, her bir çekle ilgili olarak, binbeşyüz güne kadar adlî para cezasına hükmolunur..."
"...çek karşılığını ilgili banka hesabında bulundurmakla yükümlü olan kişi, çek hesabı sahibidir. Çek hesabı sahibinin tüzel kişi olması hâlinde, bu tüzel kişinin malî işlerini yürütmekle görevlendirilen yönetim organının üyesi, böyle bir belirleme yapılmamışsa yönetim organını oluşturan gerçek kişi veya kişiler, çek karşılığını ilgili banka hesabında bulundurmakla yükümlüdür."
Buna göre, çekin ibrazı tarihinde karşılığını bankada hazır bulundurma yükümlülüğü OLMAYAN (yetkisinin devam edip etmemesi fark etmez) keşideci tüzelkişi temsilcisi veya vekili hakkında adli para cezası verilemez. Halbuki; 3167 sayılı Kanuna göre tüzelkişi adına karşılıksız çek keşide eden temsilci veya vekiller hakkında çek bedeli kadar adli para cezası ve çek hesabı açtırma yasağı verilmekteydi.

2) Para cezası, çek karşılığını ilgili banka hesabında bulundurmakla yükümlü olan kişiye verilir.

3) 5941 sayılı yeni Çek Kanunu m.5/3: "Çek hesabı sahibi gerçek kişi, kendisi adına çek düzenlemek üzere bir başkasını temsilci veya vekil olarak tayin edemez. Gerçek kişinin temsilcisi veya vekili olarak çek düzenlenmesi hâlinde, bu çekten dolayı hukukî ve cezaî sorumluluk çek hesabı sahibine aittir."
Buna göre verdiğiniz örnekteki sorunun cevabı "hayır" olacaktır. Fakat fiilen böyle bir durum yaşanırsa, çek geçersiz sayılmayacak, yukarıdaki fıkra uyarınca böyle bir çekle ilgili tüm hukukî ve cezaî sorumluluk çek hesabı sahibi gerçek kişiye ait olacaktır.

4) Sorunuzda siz her iki ihtimalde de Ahmet Durmaz'ı hapis cezasına mahkum etmişsiniz, adamcağıza kurtulma imkanı bırakmamışsınız :)  Yukarıda da belirttiğim gibi, tüm hukukî ve cezaî sorumluluk çek hesabı sahibine aittir. Ancak temsilci/vekil ile çek hesabı sahibi gerçek kişi arasında geçerli bir temsil/vekalet ilişkisi bulunmuyorsa, yani yetkisiz bir temsil (yahut temsil yetkisinin aşılması) söz konusu ise, böyle bir durumda çek hesabı sahibi gerçek kişinin sorumluluğuna gitmek hukuka aykırı olacağından, TTK m. 730/I,3'un atfıyla TTK m. 590 gereğince imzalamış olduğu çek/çekler sebebiyle yetkisiz temsilcinin hukuki yönden (cezai yönden değil) bizzat sorumlu olacağını da belirtmek gerekir.

Alıntı Yapayrıca 1500 güne kadar para cezasında 1 günlük ceza tutarı ne kadardır hesaplama nasıl yapılır ?

Adli para cezası; belirlenen gün sayısının, bir gün karşılığı olarak takdir edilen değer ile çarpılması suretiyle hesaplanan meblağın hükümlü tarafından Devlet Hazinesine ödenmesini gerektiren bir cezai müeyyidedir. Adli para cezasını ödemekle çek bedelini ödemek ayrı şeylerdir. Kişi adli para cezasını ödese bile çek bedeli yönünden icra yoluyla takibe maruz kalabilir.

Adli para cezasında bir gün için en az 20 TL en çok 100 TL tutarında bir karşılık belirlenebilir. Bu tutar kişinin ekonomik ve sosyal durumu nazarı itibara alınarak saptanır.

Adli para cezası, karşılıksız çek keşide etmek suçunda şu şekilde uygulanacaktır:

Örneğin 20.000 TL tutarında bir karşılıksız çek olduğunu düşünelim. Mahkeme günlüğü 100 TL'den adli para cezasına hükmederse, 20.000 / 100 = 200 gün adli para cezası ve ödenmediği taktirde de 200 gün hapis cezası söz konusu olacaktır. Aynı örnekte mahkeme günlüğü 20 TL'den adli para cezasına hükmederse, 20.000 / 20 = 1.000 gün adli parası ve ödenmediği takdirde de 1.000 gün hapis cezası uygulanacaktır.
#1308
Binlerce öğrencinin kayıt yaptırabilmek için kura sırasına girdiği Galatasaray Lisesi'nin (GS), yasak olmasına rağmen öğrenim ücreti aldığı ortaya çıktı. İki yıl önce çocuğu GS'de okuyan bir veli, okulun istediği bin 841 liralık öğrenim ücretini ödememek için açtığı davayı kazandı. Mahkeme, lisenin resmî devlet okulu olmasına rağmen paralı eğitim verdiğini kabul ederek mağdur öğrenciyi haklı buldu.

Ortaöğretim sınavlarında ter dökerek liseye giren öğrenciler, yerleştikleri popüler kurumlarda büyük sıkıntılarla karşılaşıyor. Devlet okulu diye tercih ettikleri okullarda bizzat devletin yasakladığı eğitim ücretiyle karşılaşan öğrenciler ya okulu bırakıyor ya da ailesini zor durumda bırakmak pahasına eğitimine devam ediyor. OKS sonrası okullarda kayıt parasının alınıp alınmamasının tartışıldığı dönemde devlet okulu olan Galatasaray Lisesi'nin öğrencilerden her yıl öğrenim ücreti aldığı ortaya çıktı. Bu durumdan şikâyetçi olan bir veli, okulu dava ederek bu statüsünü tartışılır hale getirdi. Dava sürecinde Milli Eğitim Bakanlığı da GS Lisesi'nin resmi devlet lisesi olmasına rağmen paralı eğitim verdiğini kabul ederek mağdur öğrenciyi haklı buldu. GS Lisesi'ne Ortaöğretim Sınavları (OKS) ile giren A.K. okula açtığı davayı kazandı. Mahkeme gerek Anayasa'ya aykırılık iddiasından gerekse MEB'den aldığı cevaplar doğrultusunda, kurumun bin 841 lirayı talep ettiği davayı reddetti.

Galatasaray Lisesi öğrencilerinden A.K., 2008-2009 öğretim yılının bin 841 liralık ilk taksitini ödeyemeyince evlerine icra yazısı gelmiş. İşin daha ilginç tarafı icra yazısının Galatasaray Üniversitesi Rektörlüğü'ne ait olması. Çünkü GS Lisesi GS Üniversitesi ile alakası olmayan ve MEB'e bağlı bir lise. Bu duruma anlam veremeyen baba C.K., avukat Muhammed Emin Özkan'a başvurur ve Galatasaray Rektörlüğü'ne dava açar. Avukat Özkan, rektörlüğün 'bizim sizden alacağımız var' diye karşı dava açması üzerine bazı gerçekleri de ortaya çıkarmış. Özkan, ailenin borcuna ilk olarak Galatasaray Lisesi'nin MEB'e bağlı bir okul olması ve isim benzerliğinin dışında rektörlükle uzaktan yakından alakası olmaması, ikinci olarak da devlet liselerinde öğretim ücretinin olmamasına itiraz etmiş. Özkan, öğrenciler okul tercihlerini yaparken kılavuzlarda hiçbir şekilde belirtilmeyen ücretin okula kaydedildikten sonra velilerinden talep edildiğini söylüyor.

Galatasaray Rektörlüğü'nün aktif dava ehliyeti olmadığını savunan Özkan, mahkemeye üniversitenin lise öğrencisinden niçin ücret istediğini sorduğunda Galatasaray Lisesi'nin çok istisnai bir şekilde GS Üniversitesi kanununa bağlı olarak çıkarıldığını öğrenmiş. Özkan, Türkiye'de tek olan bu durum için şu yorumu yapıyor: "Bir devlet lisesinin üniversite rektörlüğüne bağlı olması hukuk ve eğitim camiasının tasavvur edemeyeceği bir durum." Özkan, bu durumun Tevhid-i Tedrisat Yasası'na aykırı olduğunu söylüyor. Bu yasaya göre bütün ilkokul, ortaokul ve lise MEB'e bağlanmış sadece GS'de bu hüküm delinmiş. Ne var ki bu yasanın Anayasa'ya aykırı bir uygulama iddiasında bulunduğunuz zaman karşınıza Fransa ile Türkiye arasında yapılmış bir anlaşma çıkıyor. Uluslararası anlaşmalar Anayasa'nın üstünde kabul edildiği için Anayasa'ya aykırılık iddiasının da önüne geçilmiş oluyor. Özkan, bu durumun çok güzel kurgulanmış bir proje olduğunu öne sürüyor.

Özkan'a göre GS Lisesi'ne uygulanan yasa ile diğerlerine uygulanan yasanın farklı olması, fırsat eşitliğine aykırı. Böyle bir imkân varsa bundan diğer vakıf üniversitelerinin de yararlanması gerektiğini aktaran Özkan, "YÖK'e bağlı başka vakıf üniversiteleri de devlete bahçelerinde kendilerine bağlı liseler açtırsın. Öğretmenlerin maaşları devlet tarafından ödensin. Bu liseler yönetim itibarıyla o üniversitenin rektörüne bağlı olsun. Muhteşem bir hizmet olur. Ayrım da ortadan kalkmış olur." diyor.

AYŞE TOSUN İSTANBUL
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1014996&title=galatasaray-lisesinin-statusunu-degistiren-dava
#1309
İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisinin CHP'li üyeleri, kent genelinde plastik poşet kullanımının yasaklanması için önerge verdi.

Meclis üyeleri Dr. Hakkı Sağlam, Bülent Soylan ve Nurettin Tan tarafından verilen önergede, her yıl dünyada yaklaşık 500 milyar adet plastik poşet kullanıldığı ve bunun sadece çok küçük bir kısmının geri dönüşebildiği belirtildi.

Plastik poşetlerin doğada yok olmalarının 400 ile bin yıl sürdüğü ve hem bozulmalarındaki uzun süre hem de kullanım miktarının fazlalığı nedeniyle çevre kirliliğinin en büyük nedenleri arasında sayıldığı belirtilen önergede, ayrıca tüketiciler tarafından kontrolsüz kullanılan plastik poşetlerin, canlıların besin zincirlerini olumsuz etkilediği, ekolojik dengenin bozulmasına sebep olduğu ifade edildi.

Önergede, çevreye zararlı bu poşetlerin kullanımının bugüne kadar ABD, Fransa, Hindistan, Tayvan, İrlanda, Kenya, Güney Afrika gibi pek çok ülkede yasaklandığı dile getirilen önergede, şöyle denildi:

''Plastik poşet yerine, bezden üretilen çok kullanımlık torbaların ve filelerin veya poşet kullanımının mutlaka kullanılması gereken hallerde, aynı işlevi gören ve şekil olarak benzemesine rağmen 24 ayda çözünüp, çok daha az çevre sorununa yol açan biyolojik poşet kullanımı teşvik edilmelidir. Bu poşetler, mikroorganizmalar, nem, güneş ışığı, ısı ve oksijenin etkisiyle bulunduğu ortamlarda iki yılda parçalanıp, biyolojik olarak çözünmekte, doğayı daha az kirletmektedirler.''

Bu yeni uygulama için, plastik poşetle ilgili yasak kararının ilgili komisyonlarca çalışmalar yapıldıktan sonra Meclis tarafından karara bağlanması istenen önergede, şu taleplerde bulunuldu:

''Meclisin ilgili komisyonlarının raporuna göre, belli bir geçiş sürecinin sonunda karara uymayanlar hakkında 2872 sayılı Çevre Kanunu ile 5326 sayılı Kabahatler Kanunu hükümleri uyarınca yaptırım uygulanmasına başlanması; belediye ekiplerinin, meclis kararı sonrasında, mağazalar, alışveriş merkezleri, semt pazarlarına tebligat yapması; esnaftan çevre dostu ve çok kullanıma uygun torbalar kullanılmasının istenmesi, kent sakinlerinden de plastik poşet yerine çok kullanımlık torba ya da çevre dostu poşetler kullanmalarının istenmesi. Toplumun bilinçlenmesi amacıyla afişler hazırlanması, duyurular ve benzeri yapılması; bu torba, file, poşet ve benzeri materyalin ilk aşamada Büyükşehir Belediyesince dağıtılması ve kullanımının teşvik edilmesi. Belediyenin geçiş dönemini takip eden kısa bir dönem için geri dönüşebilir torba, file ve benzeri ürettirip veya satın alıp maliyetine satış yaparak, satıcılara yardımcı olması.''

CHP'li üyelerce verilen önerge, Belediye Meclisi üyelerinin oy birliğiyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlık Makamına havale edildi.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1014107&title=istanbulda-posetlerin-yasaklanmasi-istendi
#1310
Antalya'nın en değerli parkları, kamu binaları ve 5 yıldızlı otellerle, spor tesislerinin ve 10 bin civarında konutun bulunduğu Meltem ve Bahçelievler Mahallesi ile Konyaaltı Beach Park'ı kapsayan yaklaşık 4 bin dönümlük arazinin satışı ve üçüncü kişilere devrine karşılık ihtiyati tedbir kararı konuldu.

Antalya 4'üncü Sulh Hukuk Mahkemesi, Antalya'da 1800'lü yıllarda yaşamış ''Arap Süleyman''ın torunlarından olan ve Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü'nde uzman olarak görev yapan Hüsnü Yiğit'in ''Mirasçılık belgesinin iptali'' ve ''Tedbir'' amaçlı başvurusunu karara bağladı.

Hakim Canan Kırcı, Antalya 1. Sulh Hukuk Mahkemesi'nin 1992 yılında aldığı veraset ilamına ilişkin kararın iptali istenen başvuruyu ve Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü'nde bulunarak, mahkemeye sunulan Antalya Şeriye Sicillerine kayıtlı Osmanlıca yazılmış veraset ilamının orijinalini dikkate alarak, bölgedeki arazilerin üçüncü kişilere devrinin önlenmesi için ihtiyati tedbir konulmasına karar verdi.

Mahkemenin kararı Muratpaşa Tapu Sicil Müdürlüğü'ne bildirilerek, bölgedeki 4 bin dönüme yakın arazinin tapu kayıtlarına işlendi.

-VERASET İLAMININ ORİJİNALİNİ BULDU-
Hüsnü Yiğit AA muhabirine yaptığı açıklamada, Antalya Kadastro Mahkemesi'nin 2004 yılında arazinin Arap Süleyman'a ait olduğunu tescil ettiğini hatırlattı. Antalya 1. Sulh Hukuk Mahkemesi'nin de 1992 yılında bir veraset ilamı çıkarttığını ancak bu ilamda, isim benzerliklerinden yola çıkılarak, gerçekte mirasçı olmayan bazı kişilerin de adlarının yer aldığını ifade eden Yiğit, bu nedenle veraset ilamının iptali amacıyla dava açtığını kaydetti.

Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü'nde uzman olarak çalıştığını ve arşivde yaptığı araştırmalar sonucu 1888 yılında yazılmış Antalya Şeriye Sicili'ne kayıtlı orijinal veraset ilamını bulduğunu anlatan Hüsnü Yiğit, Osmanlıca olan belgeyi, tercümesiyle birlikte mahkemeye sunduğunu ve ihtiyati tedbir kararı alınmasını talep ettiğini bildirdi.

Antalya 4. Sulh Hukuk Mahkemesi'nin, başvurusunu, dün kabul ettiğini söyleyen Hüsnü Yiğit, mahkemenin ihtiyati tedbir konulması kararının Muratpaşa Tapu Sicil Müdürlüğü'ne bildirildiğini ifade etti.

Hüsnü Yiğit, şunları söyledi:

''Arap Süleyman'ın torunlarındanım. Dedem Arap Süleyman'ın torununun torununun oğlu. Sözü edilen arazinin Arap Süleyman'ın varislerine ait olduğu Antalya Tapulama Mahkemesi'nce 2004 yılında tescil edildi ve karar 2006'da Yargıtay'da onaylanarak kesinleşti. Ancak mirasçıların kim olduğuna dair bazı karışıklıklar ve eksiklikler vardı. İsim benzerliğinden yola çıkılarak, aslında Arap Süleyman'ın soyundan olmayan insanlar da veraset ilamında yer almış. Muhtar ilmühaberleri ve tanık beyanlarıyla uyduruk bir veraset ilamı çıkartılmış. Çalıştığım, Başbakanlık Devlet Arşivleri'nde yaptığım araştırma sonucu geçtiğimiz günlerde, Arap Süleyman'ın 1888 yılındaki orijinal veraset ilamını buldum ve mahkemeye sundum. 1992 yılındaki veraset ilamında ninem Havva'nın yerine başka bir Havva kaydedilmiş. Orijinal belge tüm mirasçıları ortaya koyuyor. Orijinal belgeye dayanarak, 1992 yılındaki veraset ilamının iptali davası açtım. Dava sonuçlanmadan mahkeme ihtiyati tedbir kararı koydu.''

-ARAZİDE ÇOK SAYIDA ÖNEMLİ TESİS VAR-
Davaya konu olan bölgede halen Özkaymak Falez Otel, Sheraton Otel, Hillside Su Otel, Konyaaltı Beach Park, Antalya Tenis İhtisas Kulübü, Atatürk Parkı, Cam Piramit, yeni ve eski Adliye Sarayı, Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Antalya Defterdarlığı, Bayındırlık ve İskan İl Müdürlüğü, Yüzüncü Yıl Spor Tesisleri, Dilek Sabancı Spor Salonu, çok sayıda okul, Antalyaspor Tesisleri, Antalya Müzesi, Meltem Mahallesi ile Akdeniz Üniversitesi Kampüsünü ayıran 6 şeritli Dumlupınar Bulvarı ve üzerinde 10 bine yakın konut bulunan Meltem siteleri yer alıyor.

-5 MİLYAR DOLARLIK BİR SERVET-
Hüsnü Yiğit, söz konusu arazideki bazı parseller için kamulaştırma bedelinin ödenmesi amacıyla davalar açıldığını da hatırlatarak, Antalya 4. Sulh Hukuk Mahkemesi kararıyla aslında 4 bin dönüm araziyi kapsayan yaklaşık 5 milyar dolarlık bir servete ihtiyati tedbir koydurduklarını söyledi.

Halen 130 civarında mirasçı bulunduğunu kaydeden Yiğit, mirasçılar arasında, kuzeni Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın doktoru kardiyolog Koray Gürsel'in de bulunduğunu bildirdi.

-DAVANIN GEÇMİŞİ-
Antalya'da Hazine aleyhine açılan ve yaklaşık 50 yıl süren ''Tapu iptal davaları'' yıllardır gündemden düşmüyor.

Bahçelievler Mahallesi'nde 552 bin 250 metrekare yüz ölçümündeki 556 Ada, 2 parsel sayılı taşınmaz ile 1 milyon 837 bin 750 metrekare yüz ölçümündeki 570 Ada, 3 parsel sayılı taşınmazların 1958 yılında, 2683 sayılı yasa hükümlerine göre yapılan şehir kadastrosu sırasında Hacı Bekirza Hacı Mehmet Ağa, Arap Süleyman ve ''mütegayyip eşhastan'' (kayıp kişi) Bakırcı Yorgi adlarına kayıtlı arazilerin Hazineye tescil edilmesiyle ilgili dava, yarım asır sonra, 2006 yılında davacılar lehine sonuçlanmıştı.

Davaların kesinleşmesi üzerine, hak sahipleri, Antalya Büyükşehir Belediyesi ile Muratpaşa Belediyesi aleyhine kamulaştırmasız el atma ve mülkün bedelinin tahsiline yönelik çok sayıda dava açılmıştı.

Kaynak: AA
http://www.cafesiyaset.com/haber/20100720/Antalyada-mahkemeden-tapu-soku.php
#1311
Şu açıdan içiniz rahat olsun, sizin durumunuzun polisle/emniyetle bir ilgisi yok. Polis ancak ve ancak, fuzuli şagillerin (herhangi bir hukuki sebebe yahut rızaya dayanmaksızın bir taşınmazı işgal eden şahısların) tahliyesi amacıyla illerde valiliğe, ilçelerde kaymakamlığa yapılan taleplerde devreye girebilir. Bunun da yasal dayanağı 3091 sayılı "Taşınmaz Mal Zilyedliğine Yapılan Tecavüzlerin Önlenmesi Hakkında Kanun"dur. Dediğim gibi, sizin durumunuz bu kanunun uygulama sahasının dışında kalıyor. Kaldı ki, 3091 sayılı kanunun 4. maddesi gereğince yapılacak başvurular, taşınmazın kullanılmaya başlandığı tarihten itibaren işleyecek olan bir yıllık süreyi geçmemek şartıyla, tecavüz veya müdahalenin yapıldığının öğrenildiği tarihten itibaren altmış günlük hak düşürücü süre içinde yapılmak zorundadır. Dolayısıyla anneniz böyle bir yola başvuramaz, başvursa bile hiçbir şekilde sonuç alamaz. Burada annenizin yapabileceği bir tek şey var, o da size karşı tahliye davası açmak... Tahliye davası açarsa, bulunduğunuz ilin barosuna giderek adli yardım bürosundan davada sizi temsil edecek bir avukat görevlendirilmesini isteyiniz. Size yardımcı olurlar. Bu arada umarım annenizle aranız düzelir...
#1312
Merhabalar. Ortak yerlerle ilgili yapılacak işlere dair sözleşme imzalanması bu bahsettiğiniz sorunların yaşanması ihtimalini azaltacaktır. Dolayısıyla tüm kat malikleri adına işlem yapan yöneticinin taşıdığı sorumluluğun bir gereği olarak bu tür sözleşmeleri yazılı olarak yapması gerekmektedir. Öte yandan, böyle yazılı bir sözleşme yapılması yöneticinin denetlenmesine de imkan oluşturur. Dolayısıyla sözleşme yapmayan yöneticinin ihmali söz konusudur.

Sizin de belirttiğiniz, gibi Kat Mülkiyeti Kanunu'nun 4. maddesi mutlak manada ortak yerleri açıkça belirtmiştir:

IV - Ortak yerler:
   
     Madde 4 – Ortak yerlerin konusu sözleşme ile belirtilebilir. Aşağıda yazılı yerler ve şeyler bu Kanun gereğince her halde ortak yer sayılır.
   
     a) Temeller ve ana duvarlar, taşıyıcı sistemi oluşturan kiriş, kolon ve perde duvarlar ile taşıyıcı sistemin parçası diğer elemanlar,bağımsız bölümleri ayıran ortak duvarlar, tavan ve tabanlar, avlular, genel giriş kapıları, antreler, merdivenler, asansörler, sahanlıklar, koridorlar ve buralardaki genel tuvalet ve lavabolar, kapıcı daire veya odaları, genel çamaşırlık ve çamaşır kurutma yerleri, genel kömürlük ve ortak garajlar, elektrik, su ve havagazı saatlerinin korunmasına mahsus olup bağımsız bölüm dışında bulunan yuvalar ve kapalı kısımlar, kalorifer daireleri, kuyu ve sarnıçlar, yapının genel su depoları, sığınaklar, (1)
   
     b) Her kat malikinin kendi bölümü dışındaki kanalizasyon tesisleri ve çöp kanalları ile kalorifer, su, havagazı ve elektrik tesisleri, telefon, radyo ve televizyon için ortak şebeke ve antenler sıcak ve soğuk hava tesisleri,
   
     c) Çatılar, bacalar, genel dam terasları, yağmur olukları, yangın emniyet merdivenleri.
   
     Yukarıda sayılanların dışında kalıp da, yine ortaklaşa kullanma, korunma veya faydalanma için zaruri olan diğer yerler ve şeyler de (Ortak yer) konusuna girer.


Ortak yerlere ait masraflar, ortaklaşa karşılanır.  Dolayısıyla sizin başvurunuz haklı ve yerinde olmuş. Müracaatınızın neticesi olumsuz çıkarsa o zaman yapılacaklar hususunda yeni bir değerlendirme yapılabillir.

Konuyla ilgili bir Yargıtay Kararı:

T.C.
YARGITAY
18. Hukuk Dairesi

E:2002/10884
K:2002/12160
T:16.12.2002

634 s. Yasa m. 4,18,19,33

   Dava dilekçesinde müdahalenin meni istenilmiştir. Mahkemece davanın kısmen kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir. Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
   KARAR : Davacı, davalının bağımsız bölümünden alt kattaki kendi bağımsız bölümüne pis su sızması nedeniyle zarara uğradığını belirterek banyo ve yatak odasının tavan ve ortak duvarında oluşan bu zarara sebebiyet veren davalı banyosundaki arızanın onarılıp zararın önlenmesini ve 200.000.000 TL. tamirat ve zarar ziyan masrafının davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiş ve B. Sulh Hukuk Mahkemesinin tespit dosyasını davasına dayanak göstermiştir.
   Mahallinde yapılan keşifte, sızıntı nedeni ve yeri konusunda teknik bir inceleme yapılmamış, düzenlenen 12.03.2002 günlü bilirkişi raporunda, sızıntının kullanılmayan davalı dairesinin suyundan olmadığı, fakat sızıntının bu kattaki tesisatın arızasından kaynaklandığı kanaatına varıldığı, arızanın gerçek yerinin tespiti ve onarılması bakımından davalılara ait banyo kısmının döşemesinin ve ana pis su borusunun veya içme su borularının bulunduğu duvarın bir kısmının kırılıp tesisatın kontrol edilmesi gerektiği açıklanmıştır. Dosyada mevcut 3.10.2001 tarihli tespit bilirkişisinin raporunda da teknik bir incelemeye dayalı olmadan aynı husus belirlenmiştir.
   Davalı taraf savunmasında, bağımsız bölümlerinin boş olup kullanılmadığını ve suyunun kesik bulunduğunu, daha öncede bu sızıntı şikayeti nedeniyle tesisatın yeniden yaptırılıp sağlıklı, işler hale getirildiğini, sızıntının üst katlardan gelebileceğini bildirmiştir. Hal böyle iken, davalının, sızıntının ortak tesisattaki arızadan veya diğer bağımsız bölümlerden kaynaklandığına ilişkin itirazlarını karşılayacak ve arızanın gercek yer ve niteliğini belirlemeye yönelik bir araştırma ve teknik inceleme yapılmaksızın bilirkişilerin yeterli olmayan raporlarına dayanılarak karar verilmiş olması dogru gorulmemistir.
   Mahkemece, davalının itirazları dıkkate alınarak arızanın nereden kaynaklandığı hususunda davalı banyosundan bol miktarda su akıtılması, renkli sıvıların kullanılması vb. yöntemler ile ve uzman bilirkişi marifetiyle yeniden inceleme yaptırılmalıdır. Bu araştırmanın sonucuna göre sızıntının davalının bağımsız bölümündeki arızadan kaynaklandığının saptanması durumunda arızanın giderilmesinden davalının tek başına sorumlu olacağı tabiidir.
   Ortak tesisat arızasından kaynaklanan zarardan ve arızanın giderilmesinden üst kattaki bağımsız bölüm maliki tek başına sorumlu tutulamaz ise de; ortak yerler tüm bağımsız bolüm maliklerinin ortak mülkiyetinde ve sorumluluğunda olduğundan davalının da diğer kat malikleriyle birlikte arsa payıyla sınırlı bir sorumluluğu vardır.
   Davaya konu teskil eden sızıntının bütun kat maliklerinin birlikte sorumluluğu altında bulunan ortak tesisat arızasından ileri geldiği saptandığında ise, dava ekonomisi de dikkate alınarak dava dilekcesinin diğer kat maliklerine de teblig edilip bunlarında davaya dahil edilmelerınden sonra tahkikatın tamamlanması ve hasıl olacak uygun sonuç doğrultusunda karar verilmesi gerekir.
   Kabule göre de; Davalı banyosundan sızıntıya neden olan arızanın, tanınacak uygun bir süre içerisinde davalı tarafça onarılmasına karar verilmesi ve bununla yetinilmesi gerekirken kararda "pis su sızdırılarak yapılan müdahalenin önlenmesine, sızıntının meydana geldiği davalıya ait duvar ve döşemin kırılarak kaynak teşkil eden boruların tamir edilmesine ve işlemlere ait masrafların davalıdan alınmasına" denilmek suretiyle infazın kimin tarafından yerine getirileceği ve bunun için gerekli masrafların ne olduğu hususlarında infazda duraksamaya meydan verilmiş olması da doğru değildir.
   SONUÇ : Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK'nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 16.12.2002 gününde oybirliğiyle karar verildi.
#1313
Merhabalar. Sorularınıza özetle şu şekilde cevap verilebilir:

1) Süre belirtilmeyen vekaletname süresiz düzenlenmiş sayılır. Vekaletnamenin iptali için en sağlıklı yol, vekaletnamenin çıkartıldığı noterliğe gidilip buradan vekile bir ihtarname ile durumun bildirilmesi istikametindedir.

2) Bir belgenin üstündeki imzaların aynı zamanda mı farklı zamanlarda mı atıldığı tespit edilebiliyor. Muhtemelen bu hususta tespit edilebiliyordur.

3) Konulabilir. Ama İş Kanunu'nun açıkça yasaklamadığı konularda da içtihat yoluyla Yargıtay'ın ve durumun özelliklerine göre de mahkemelerin şartlara müdahalesi her zaman için mümkündür. Zira bildiğiniz gibi İş Hukuku, işçi-işveren dengesinde zayıf olan işçiyi koruma anlayışına sahip bir hukuk dalıdır.

4) Bu kadar bilgiyle mesele hakkında sağlıklı bir değerlendirme yapılamaz. Daha fazla ayrıntı lazım.

5) CMK m.170 gereğince savcılığın hazırlayacağı iddianamede "açıklanmasında sakınca bulunması halinde ihbarda bulunan kişinin kimliği" açıklanmaz. Soruşturma aşaması için de benzer bir yaklaşım sergilenebilir. Burada yapılacak en iyi şey, şikayet öncesinde yetkili savcı ile bir öngörüşme yapılarak tüm bu hususları konuşmaktır.
#1314
T.C.
DANIŞTAY
Onuncu Daire
Esas No   : 2004/13990
Karar No   : 2007/739

Davacı   :...
Vekili   : Av....
Davalılar   : 1- Başbakanlık
2-İçişleri Bakanlığı
3-Ankara Valiliği

Davanın Özeti : Türkiye Kızılay Derneği Genel Başkanlığı, Genel Merkez Kurulu ile Yönetim Kurulu Başkanlıkları görevlerinde bulunan davacının bu görevlerine son verilmesine ve bu görevi yerine getirmek üzere ekli listelerde belirtilen geçici kurullar oluşturulmasına ilişkin 13.10.2003 tarih ve 2003/6256 sayılı Bakanlar Kurulu kararının iptali istemiyle açılan davada yürütülmenin durdurulmasına ilişkin olarak Danıştay Onuncu Dairesince verilen 28.7.2004 tarihli E:2004/1675 sayılı kararın gereğinin davalı İdarelerce yerine getirilmemesi nedeniyle uğranıldığı öne sürülen manevi zarar karşılığı 100.000.YTL nin (yüz bin YTL) davalı idarelerden yasal faiziyle birlikte tazmini istemiyle açılmıştır.

Başbakanlığın Savunmasının özeti: Danıştay 10. Dairesinin E:2004/1675 sayılı dava dosyasında verilen kararın gereğinin yerine getirildiği ileri sürülerek davanın reddi gerektiği savunulmaktadır.
İçişleri Bakanlığı ve Ankara Valiliğinin Savunmasının Özeti : Türkiye Kızılay Derneği Genel Merkez Yönetiminin delegelerin yazılı müracaatı üzerine yürütmenin durdurulması isteminin kabulüne ilişkin karardan 8 gün önce adli mahkemelerin kararıyla seçim  gündemli  olağanüstü  genel  kurulun  yapıldığı,  buna  göre  mahkeme  kararının uygulanmaması gibi bir durumun söz konusu olmadığı ileri sürülerek davanın reddi gerektiği savunulmaktadır.

D.Tetkik Hakimi: Demet Ünal
Düşüncesi   : Davanın reddi gerektiği düşünülmektedir.

Danıştay Savcısı: Sevil Bozkurt
Düşüncesi : Dava, Türkiye Kızılay Derneği Genel Başkanlığı, Genel Merkez Kurulu ile Yönetim Kurulu Başkanlıkları görevlerinde bulunan davacının bu görevlerine son verilmesi yönündeki 13.10.2003 tarih ve 2003/6256 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının iptali yolunda verilen yargı kararının yerine getirilmemesi nedeniyle uğranıldığı ileri sürülen 100.000.YTL tutarındaki manevi tazminatın yasal faiziyle birlikte ödenmesi istemiyle açılmıştır.
Anayasa'nın 138.maddesinin son fıkrası/'Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez" kuralını koymakta, 2577 sayılı Kanunun 4001 sayılı Kanunla değişik 28. maddesinin 1. fıkrası da "Danıştay, bölge idare mahkemelerî,idare ve vergi mahkemelerinin esasa ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre idare gecikmeksizin işlem tesis etmeye veya eylemde bulunmaya mecburdur.Bu süre hiçbir şekilde kararın idareye tebliğinden başlayarak otuz günü geçemez."hükmüne yer verilmiştir.
İdarenin yargı kararlarına uyması ve bu kararların gereklerine göre işlem yada eylemde bulunmak zorunda olması aynı zamanda "hukuk devleti" ilkesinin bir gereğidir.Anayasa'nın 2.maddesinde yer alan bu ilke karşısında idarenin mahkeme kararlarını "aynen" ve "gecikmeksizin" uygulamaktan başka bir seçeneği bulunmamaktadır.
Davacı hakkında tesis edilen işlemlerin hukuka aykırılığı yargı kararı ile saptandığından, yargı kararını etkisiz bırakarak yerine getirmeme idarenin ağır hizmet kusuru olup, olayın gelişimi ve sonucu, ilgilinin durumu itibariyle uğradığı manevi zarara karşılık manevi tatmin aracı olmasından dolayı zenginleşmeye yol açmayacak miktarda fakat idarenin olaydaki kusurunun niteliğini ve ağırlığını ifade edecek ölçüde takdir edilecek tutar üzerinden manevi tazminata hükmedilmesi gerektiği düşünülmektedir.

TÜRK MİLLETİ ADINA
Hüküm veren Danıştay Onuncu Dairesince , Bakanlar Kurulu kararının iptaline ilişkin olarak Dairemizce ilk derece verilen kararın uygulanmaması nedeniyle manevi tazminat istemiyle açılmış olan dava, 2575 sayılı Yasanın 24. ve 2577 sayılı yasanın 36. maddesinin 1. fıkrasının (a) bendi hükmü uyarınca ilk derece olarak incelenip, gereği görüşüldü:
Dava, Türkiye Kızılay Derneği Genel Başkanlığı, Genel Merkez Kurulu ile Yönetim Kurulu Başkanlıkları görevlerinde bulunan davacının bu görevlerine son verilmesine ve bu görevi yerine getirmek üzere ekli listelerde belirtilen geçici kurullar oluşturulmasına ilişkin 13.10.2003 tarih ve 2003/6256 sayılı Bakanlar Kurulu kararının iptali istemiyle açılan davada yürütülmenin durdurulmasına ilişkin olarak Danıştay Onuncu Dairesince verilen 28.7.2004 tarih ve E:20Q4/1675 sayılı kararın gereğinin davalı idarelerce yerine getirilmemesi nedeniyle uğranıldığı öne sürülen manevi zarar karşılığı 100.000.-YTL nin davalı idarelerden yasal faiziyle birlikte tazmini istemiyle açılmıştır.
Dosyanın incelenmesinden, Türkiye Kızılay Derneği Genel Başkanlığı, Genel Merkez Kurulu ile Yönetim Kurulu Başkanlıkları görevlerinde bulunan davacının 9.1.2004 günlü ve 25341 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 13.10.2003 tarih ve 2003/6256 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile bu görevlerinden alındığı, sözkonusu Bakanlar Kurulu Kararının Türkiye Kızılay Derneği Genel Başkanlığı, Genel Merkez Kurulu ile Yönetim Kurulu Başkanlıkları görevlerinde bulunan davacının bu görevlerine son verilmesine ve bu görevi yerine getirmek üzere ekli listelerde belirtilen geçici kurullar oluşturulmasına ilişkin kısmının iptali istemiyle açılan davada Danıştay Onuncu Dairesinin 28.7.2004 tarihli, E:2004/1675 sayılı kararıyla yürütmenin durdurulmasına karar verildiği, bu karara yapılan itirazın reddine ilişkin idari Dava Daireleri Genel Kurulunun 21.10.2004 tarih ve E: 2006 / 495 sayılı kararının 15.12.2004 tarihinde Başbakanlık'a, 29.12.2004 tarihinde İçişleri Bakanlığına tebliğ edilmesine karşın karar gereğinin 30 günlük süre içerisinde yerine getirilmemesi üzerine Danıştay Onuncu Dairesinin yürütmenin durdurulması kararının uygulanmaması nedeniyle uğranılan manevi zarar karşılığı 100.000.YTL nin tazmini istemiyle bu davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin hukuk devleti olduğu vurgulanmakta ve 138. maddesinin son fıkrasında «yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır, bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiç bir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez» yolunda kesin ve buyurucu bir kurala yer verilmektedir. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 28. maddesinin 4001 sayılı Yasayla değişik 1. fıkrasındaki «Danıştay, bölge idare mahkemeleri, idare ve vergi mahkemelerinin esasa ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre idare, gecikmeksizin işlem tesis etmeye veya eylemde bulunmaya mecburdur. Bu süre hiç bir şekilde kararın idareye tebliğinden başlayarak otuz günü geçemez» şeklindeki hükümle Anayasanın 2. maddesinde yer alan "hukuk devleti" ilkesine uygun bir düzenleme getirilmiştir. Anılan maddenin 3. fıkrasında da; Danıştay, Bölge İdare Mahkemeleri, İdare ve Vergi Mahkemeleri kararlarına göre işlem tesis edilmeyen veya eylemde bulunulmayan hallerde idare aleyhine Danıştay veya ilgili idari mahkemede maddi ve manevi tazminat davası açılabileceği hükme bağlanmıştır.
Anayasanın 2. maddesinde yer alan "Hukuk Devleti" ilkesinin doğal sonucu olarak idarenin mahkeme kararlarını "aynen" ve "gecikmeksizin" uygulamaktan başka bir seçeneği bulunmamaktadır. Bu kural, idareye kararın tebliğ tarihinden başlayıp otuz günün dolmasına kadar geçen sürede yargı kararını uygulamama yetkisi tanıyan bir hüküm değildir. Aksine maddede, kararların derhal uygulanması ilkesi benimsenmiş olup, her durumda bu sürenin otuz günü aşamayacağı, kararların uygulanması için idarelerin gereksinim duydukları sürenin nihayet otuz günle sınırlı olduğu hükme bağlanmıştır. Diğer taraftan, Anayasanın 11. maddesinde; Anayasa hükümlerinin, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu belirtilerek Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü vurgulanmış; bu bağlamda olmak üzere 129. maddenin 1. fıkrasında da, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlü oldukları hükme bağlanarak Anayasa hükümlerinin bağlayıcılığı ve üstünlüğü kamu görevlileri yönünden de teyit edilmiştir. Bu nedenle bir kamu hizmetinin yürütülmesi sırasında, hukuk kurallarına uyulmaması, hizmeti yürüten idarenin ağır hizmet kusuru işlediğini gösterir ve tazmin sorumluluğunu doğurur.
Davacının Genel Başkanlığını yaptığı Türkiye Kızılay Derneği , 2908 sayılı Dernekler Kanunu hükümlerine tabi kamu yararına çalışan bir özel hukuk tüzel kişisi olup yurt içinde ve yurt dışında felakete uğrayan insanlara yardım etmek üzere kurulmuş önemli bir kuruluştur.
Belirtilen niteliğe sahip derneğin organlarının Bakanlar Kurulu Kararıyla değiştirilmesine cevaz veren Dernekler Yasası hükümleri Anayasaya aykırı bulunarak Anayasa Mahkemesinin 13.7.2004 tarih ve E:2004/52,K:2004/94 sayılı kararıyla iptal edilmiş ve Dairemizin 28.7.2004 tarih ve E:2004/1675 sayılı kararıyla, Anayasa Mahkemesi kararı gerekçe alınarak davacının görevden alınmasına ilişkin Bakanlar Kurulu kararının yürütülmesinin durdurulmasına, ardından da 27.6.2006 tarih ve E:2004/1675,K:2006/4637 sayılı kararıyla, iptaline karar verilmiştir.
Bu iptal kararı üzerine davalı idarelerin, Danıştay 10. Dairesinin anılan kararının gereğini yerine getirmeksizin usulsüz olağanüstü genel kurul toplanmasına göz yummak ve bu genel kurul kararları gerekçe gösterilerek yargı kararının uygulanmasının imkansız olduğu gerekçesiyle yargı kararını uygulamamak suretiyle ağır hizmet kusuru işledikleri ve bu nedenle davacının manevi zararının doğduğunun kabulü ile bu zararın tazmini gerektiği açıktır.
Ancak, idare adına verilen kararlarla ortaya çıkan ve yukarıda idarenin ağır hizmet kusuru olarak nitelendirilen "yargı kararını uygulamama" eyleminin, gerçekte bu konuda idare adına yetki kullanan kamu görevlilerinin kişisel kusurlarından doğduğu tartışmasızdır. Çünkü bir hukuk devletinde, Anayasa'nın ve yasaların açık hükmüne karşın, (hiç bir hukuki veya maddi sebep gösterilmeden olayda olduğu gibi tekrar) Bakanlar Kurulu Kararıyla davacının eski görevine atanmasının sağlanması yerine, Dairemizce verilen yürütmenin durdurulması isteminin kabulüne ilişkin karar ve Dernek Genel Kurulunun almış olduğu olağanüstü toplantı kararına adli yargı yerince ihtiyati tedbir kararına rağmen Dernek genel kurulunun usulsüz olarak olağanüstü toplanmasına göz yumularak yargı kararının gereğinin yerine getirilmemesine neden olunmak suretiyle bilinçli olarak sergilenen keyfi bir davranışın idareden kaynaklandığını kabul etmek olanaksızdır.
Öte yandan, Anayasanın 129. maddesinin 5. fıkrasında; memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak ancak idare aleyhine açılabileceği şeklinde emredici bir kurala yer verilmiştir.
Anayasanın sözü edilen maddesindeki (kendilerine rücu edilmek kaydıyla) ibaresi; kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlar nedeniyle idare aleyhine açılan davalarda tazminata hükmedilmesi halinde, idarenin ödemek zorunda kaldığı tazminatı yasal yollara başvurarak ilgili kamu görevlisinden tahsil etme zorunluluğunu ifade etmekte ve bu Anayasal zorunluluk nedeniyle bu gibi hallerde davacıların, dava dilekçelerinde ayrıca ve mutlaka rücu talebinde bulunmaları gerekmemektedir.
Öte yandan, manevi tazminat, patrimuanda meydana gelen bir eksilmeyi karşılamaya yönelik bir tazmin aracı değil, tatmin aracıdır. Olay nedeniyle duyulan elem ve ızdırabı kısmen de olsa hafifletmeyi amaçlar. Belirtilen niteliği gereği manevi tazminatın, zenginleşmeye yol açmayacak şekilde belirlenmesi gerekmekte ise de, tam yargı davalarının niteliği gereği takdir edilecek miktarın aynı zamanda idarenin kusurunun ağırlığını ortaya koyacak bir oranda olması gerekmektedir. İlgililerin uğradıkları manevi zararın gerçek anlamda karşılanabilmesi, hükmedilen manevi tazminat tutarına yasal faiz uygulanmasını gerektirmektedir.
Bu itibarla, davacının Genel Başkanı olduğu derneğin ve dernek yönetimi ile ilgili tasarrufların kamuoyu tarafından yakından izlenmesi nedeniyle davacı hakkında tesis edilen işlemler de kamuoyunun bilgisi dahilindedir. Bu nedenle davacı hakkında verilen yargı kararının uygulanmamasının davacının kişisel haklarının zedelenmesine ve üzüntüsüne neden olduğu açıktır. Bu nedenle, davalı idarenin olaydaki ağır hizmet kusuru dikkate alınarak manevi tazminatın manevi tatmin aracı olma niteliği de gözönünde bulundurulmak suretiyle, davacının duyduğu acı ve üzüntünün kısmen de olsa giderilmesi amacıyla takdiren 30.000..-YTL.(otuz bin YTL) manevi tazminatın davalı idare tarafından yasal faiziyle birlikte davacıya ödenmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
Diğer yandan bu davada hükmedilen tazminatı ödeyecek olan idarelerin, yargı kararının uygulanmasını sağlamayan, uygulamadan kaçınan yetkili ve görevlilere Anayasanın yukarıda yer verilen 129. maddesi hükmü uyarınca adli yargıda dava açmak suretiyle rücu etmesi gerektiği açıktır.
Açıklanan nedenlerle, davalı idarece olayda kişisel kusuru bulunan kişi veya kişilere rücu edilmek kaydıyla davacının manevi tazminat isteminin kısmen KABULÜYLE 30.000. -YTL ( otuz bin YTL) manevi tazminatın davalı idarelerden alınarak davacıya verilmesine; davanın takdir edilen tazminat miktarını aşan kısmının REDDİNE, hükmedilen miktar üzerinden hesaplanan 1.620. - YTL nisbi harçtan peşin yatırılan 1.350.- YTL nin mahsubu ile kalan 270.- YTL ile noksan yatırılan 40- YTL posta pulu ücretinin davacıya tamamlattırılmasına; dava kısmen kabul, kısmet ret ile sonuçlandığından aşağıda dökümü gösterilen 1.755.90 YTL yargılama giderinin davadaki haklılık oranı gözönünde tutularak 1/3'ü olan 585.30- YTL kısmı ile Avukatlık Asgari Ücret Tarifesine göre davacı vekili için takdir olunan 3.200. YTL avukatlık ücretinin davalı idareden alınarak davacıya verilmesine; yargılama giderlerinin diğer kısmının davacı üzerinde bırakılmasına; olayda kişisel kusuru bulunan kişi veya kişilere rücu edilmek için kararın bir örneğinin Maliye Bakanlığına tebliğine; 27.2.2007 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
#1315
T.C.
D A N I Ş T A Y
BEŞİNCİ DAİRE
Esas  No   : 2007/7369   
Karar No   : 2008/3234

Temyiz İsteminde Bulunan (Davacılar):..............
Vekili  :..........................
Karşı Taraf    : Başbakanlık - ANKARA

İsteğin Özeti         : Ankara 2. İdare Mahkemesi'nin 1.5.2007 günlü, E:2006/1861, K:2007/1109 sayılı kararının dilekçede yazılı nedenlerle temyizen incelenerek bozulması isteminden ibarettir.

Cevabın Özeti               : Temyiz isteminin reddi gerektiği yolundadır.

Danıştay Tetkik Hakimi      : ............
                Düşüncesi  : Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı uyarınca Devlet tarafından ilgililere ödenen manevi tazminat tutarı konusunda, kişisel kusuru bulunan kamu görevlilerine rücu edilmesini sağlamak amacıyla Bergamalı yurttaşların idareye yaptığı başvurunun reddine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılan davada işin esasının incelenmesi gerekirken, İdare Mahkemesince davanın ehliyet yönünden reddine karar verilmesinde hukuki isabet bulunmadığından, temyize konu mahkeme kararının bozulması gerektiği düşünülmektedir.

Danıştay Savcısı            : ...............
                Düşüncesi   : İdare ve vergi mahkemelerince verilen kararların temyizen incelenerek bozulabilmesi için, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 49. maddesinin birinci fıkrasında belirtilen nedenlerin bulunması gerekmektedir.
                Temyiz dilekçesinde öne sürülen hususlar, söz konusu maddede yazılı nedenlerden hiçbirisine uymadığından, istemin reddi ile temyiz edilen Mahkeme kararının onanmasının uygun olacağı düşünülmektedir.

TÜRK MİLLETİ ADINA
                Hüküm veren Danıştay Beşinci Dairesi'nce işin gereği düşünüldü:
                Dava, Bergamalı 10 yurttaşın, yargı kararlarının uygulanmaması nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuruları sonucunda Türkiye aleyhine hükmedilen toplam 30.000.-Euro tazminatın Hazine tarafından ödenmesi üzerine, bu tutarın 1998 yılından bu yana T.C. Hükümetlerinin Başbakanları ve bakanlarına, Çevre, Orman ve Sağlık Bakanlığı müsteşarları ve müsteşar yardımcıları, ilgili genel müdür ve yardımcıları, daire müdürü ve imzası bulunan uzmanlarına rücuen ödetilmesi isteğiyle yaptıkları başvurunun reddine ilişkin 1.6.2006 tarihli işlemin iptali istemiyle  açılmıştır.
                Ankara 2. İdare Mahkemesi'nin 1.5.2007 günlü, E:2006/1861, K:2007/1109 sayılı kararıyla; Bergamalı 10 köylünün yargı kararlarının uygulanmaması sonrası Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuruları üzerine, anılan Mahkemenin B:46117/99 sayılı kararı ile Türkiye aleyhine 3000'er Euro'dan toplam 30.000.-Euro tazminata hükmedildiği; söz konusu tazminatın Dışişleri Bakanlığı Avrupa Konseyi ve İnsan Hakları Genel Müdürlüğü tarafından Hazine adına hak sahiplerine ödendiği; ödenen bu miktarın 1998 yılından bu yana görev yapan Başbakanlar ve bakanlara, Çevre, Orman ve Sağlık Bakanlığı müsteşarları ve müsteşar yardımcıları, ilgili genel müdür ve yardımcıları ile daire müdürü ve imzası bulunan uzmanlara rücuen ödetilmesi için yaptıkları başvurunun reddi üzerine bakılan davanın açıldığının anlaşıldığı; olayda, yargı kararı uyarınca hükmedilen tazminatın ödendiği; anılan bedel için sorumlu personele rücu edilip edilmemesinin yetkili amirlerin sorumluluğunu doğuran bir konu olup, bu hususun hakları ödenmiş olan davacıların doğrudan doğruya hak ve çıkarlarını etkilemediği; bir başka ifadeyle davacıların işlemin iptalini istemekte hukuken korunması gereken bir menfaat ilişkisinin bulunmadığı gerekçesiyle davanın ehliyet yönünden reddine karar verilmiştir.
                Davacılar, Devlet aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde açtıkları davada hükmedilen tazminatın Hazine tarafından ödendiğini, ancak sorumlu personele rücu mekanizması işletilmediği için dava yoluna başvurulduğunu, sorumlulara rücu etme konusunda idarenin takdir yetkisi bulunmadığını; maddi mağduriyetleri ödenen tazminatla tazmin edildiği gibi, sorumlu personele rücu edilmek suretiyle manevi mağduriyetlerinin de giderilmesi gerektiğini ileri sürmekte ve İdare Mahkemesi kararının temyizen incelenerek  bozulmasını istemektedirler.
                2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 2. maddesinin 1. fıkrasının (a) bendinde, iptal davalarının menfaatleri ihlal edilenler tarafından açılabileceği hükme bağlanmıştır.
                Menfaat ihlali koşulu, iptal davalarının kabulü ve dinlenebilmesi için aranılan koşullardan biridir. Gerek doktrinde, gerekse yargı içtihatlarında bu koşul, subjektif ehliyet koşulu olarak kabul edilmekte; ne tür bir menfaat ihlalinin gerçek ve tüzel kişilere iptal davası açma yeterliğini sağladığını gösterecek ilişki, kural olarak iptal davasına konu olan kararın niteliğine göre saptanmaktadır.
                Genelde, kişisel, meşru ve  güncel  bir  menfaatin  varlığı  ve  bunların ihlali,  menfaat ilişkisinin kurulmasında yeterli sayılmakta ve bu husus davanın niteliğine ve özelliğine göre idari yargı mercilerince belirlenmekte; davacının idari işlemle ciddi ve makul, maddi ve manevi bir ilişkisinin varlığı, dava açma ehliyeti için yeterli görülmektedir.
                Olayda, Bergamalı yurttaşlar, altın madeni işletilmesi amacıyla verilen izinler konusundaki karar sürecinin Sözleşmenin 2. ve 8. maddelerine aykırılık taşıdığını, Sözleşmenin 6/1 ve 13. maddelerine aykırı olarak etkin bir hukuki korumadan yararlandırılmadıklarını belirterek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuruda bulunmuşlardır. AİHM, Sözleşmenin 8. maddesinde düzenlenen özel ve aile yaşamlarına saygı gösterilmesi hakkına sahip olan başvurucuların bu hakkının güvence altına alınmasına ilişkin yükümlülüğün Devlet tarafından yerine getirilmediği ve 8. maddenin ihlal edildiği; ayrıca, ulusal makamların, ulusal yargı kararının Sözleşmenin 6/1. maddesinin gerekli kıldığı biçimde aynen ve makul bir sürede yerine getirilmesinde ihmalkar davrandığı kanaatine vararak, Sözleşmenin "Adil yargılanma hakkı"na ilişkin 6/1. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir. Anılan Mahkeme tarafından, ilgililerin maddi tazminat istemlerinin reddedildiği, ancak her başvurucuya  3000 Euro manevi tazminat ödenmesine hükmedildiği anlaşılmaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin davacılara manevi tazminat ödenmesi yolundaki kararının temel gerekçeleri, ulusal yargı kararının yasal süre içinde uygulanmamış olması, verilen izinlerin yeni Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporuna dayandırılmaması ve  ilgili şirketin Bergama ilçe sınırları içindeki Ovacık ve Çamköy civarında bulunan altın madenindeki faaliyetlerine devam edebileceği yolundaki 29.3.2002 tarihli Bakanlar Kurulu Kararının ÇED izni olmadan alınmasıdır.
                Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından davacılara ödenmesine hükmedilen manevi tazminat, Dışişleri Bakanlığı Avrupa Konseyi ve İnsan Hakları Genel Müdürlüğü tarafından hak sahiplerine 24.6.2005 tarihinde Hazine adına ödenmiş, ancak sorumlu personele rücu edilmemiştir. Kişisel sorumluluğu bulunan personele rücu edilmesini sağlamak amacıyla davacılar tarafından idareye yapılan başvuruda, 1998 yılından beri görev yapan Başbakan ve bakanların adları tek tek sayılmış, sorumlu diğer bürokratların ise idare tarafından belirlenmesi gerektiği belirtilmiştir. İdarece verilen cevapta ise, başvurunun incelendiği ve gereğinin yapılması için ilgili kurum/kurumlara iletildiği bildirilmiş; sonuç olarak, idare tarafından sorumlu personele rücu mekanizması işletilmemiştir.
                Anayasa'nın  2. maddesinde  Türkiye  Cumhuriyetinin  bir Hukuk  Devleti  olduğu belirtilmiş; 138. maddesinin son fıkrasında, "Yasama  ve  Yürütme organları ile idare,  mahkeme  kararlarına  uymak  zorundadır;  bu  organlar  ve idare mahkeme kararlarını  hiçbir suretle  değiştiremez  ve  bunların  yerine   getirilmesini geciktiremez." yolunda açık, kesin ve buyurucu bir kurala yer verilmiştir. Anayasa'nın 2. maddesinde Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu adaletli bir hukuk düzeni kurup sürdürmekle kendisini yükümlü sayan, kamu görevlileri tarafından gerçekleştirilen tüm etkinliklerinde hukuka ve Anayasa'ya uyan, işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir. Böyle bir düzenin kurulması, yasama, yürütme ve yargı alanına giren tüm işlem ve eylemlerin hukuk kuralları içerisinde kalması, temel hak ve özgürlüklerin Anayasal güvenceye bağlanması ve yargı kararlarının aynen ve gecikmeksizin uygulanmasıyla olanaklıdır. Anayasanın  11.  maddesinde,  Anayasa hükümlerinin, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını  ve  diğer kuruluş   ve   kişileri  bağlayan  temel  hukuk  kuralları  olduğu  belirtilerek Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü vurgulanmış; bu bağlamda olmak üzere  129. maddenin  1.  fıkrasında  da,  memurlar  ve diğer kamu görevlilerinin Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlü oldukları hükme bağlanarak, Anayasa hükümlerinin bağlayıcılığı ve üstünlüğü kamu görevlileri yönünden tekrar ve teyit edilmiştir.
                Bir  kamu hizmetinin yürütülmesi sırasında, hukuk kurallarına ve yargı kararlarına uyulmaması hizmeti yürüten idarenin ağır  hizmet  kusuru  işlediğini gösterir ve tazmin sorumluluğunu doğurur. Ancak,  idare  adına  verilen kararlarla ortaya çıkan ve idarenin ağır hizmet kusuru olarak nitelendirilen "yargı kararını uygulamama" eyleminin, gerçekte  bu konuda  idare adına  yetki kullanan  kamu görevlilerinin kişisel kusurlarından doğduğu  açıktır.
                Anayasanın kamu hizmeti görevlilerinin "Görev ve sorumlulukları, disiplin kovuşturulmasında güvence" başlıklı 129. maddesinin 5. fıkrasında, "Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir." kuralı öngörülmüş bulunmaktadır.
                Anayasanın anılan maddesindeki "kendilerine rücu edilmek kaydıyla" ibaresinin, kamu görevlilerinin  yetkilerini  kullanırken  işledikleri  kusurlar nedeniyle idareye karşı açılan davalarda tazminata hükmedilmesi halinde, idarenin ödemek zorunda  kaldığı tazminatı,  yasal yollara  başvurarak  ilgili  kamu görevlisinden tahsil etmeyi ifade ettiğinde kuşkuya yer bulunmamaktadır.
657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun "Kişilerin uğradıkları zararlar" başlıklı 13. maddesinde de, "Kişiler kamu hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak uğradıkları zararlardan dolayı bu görevleri yerine getiren personel aleyhine değil, ilgili kurum aleyhine dava açarlar...Kurumun, genel hükümlere göre sorumlu personele rücu hakkı saklıdır. /  (Ek fıkra: 26/03/2002 - 4748 S.K../3. md.) İşkence ya da zalimane, gayri insani veya haysiyet kırıcı muamele suçları nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nce verilen kararlar sonucunda Devletçe ödenen tazminatlardan dolayı sorumlu personele rücu edilmesi hakkında da yukarıdaki fıkra hükmü uygulanır." hükmüne yer verilmiştir.
        Devlet memurunun kasıt, kusur, ihmal veya tedbirsizliği sonucu idare bir zarara uğratılmışsa, bu zararın ilgili memur tarafından ödenmesi temel bir kuraldır. Kişilerin kamu hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak uğradıkları zararlardan dolayı başvurdukları mahkeme veya makamlarca verilen kararlar uyarınca zararlarının ilgili kurumlarca karşılanması ve kurumların genel hükümlere göre sorumlu memurlara rücu hakkı bulunması, ulusal yargı kararlarının uygulanması bakımından açık olarak düzenlenmiş bir konu olup; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nce verilen kararlar sonucunda Devletçe ödenen tazminatlardan dolayı sorumlu personele rücu edilmesi konusundaki tek açık düzenleme ise, kamu görevlisinin kişisel kusurunun belirgin bir biçimde ortaya çıktığı işkence yada zalimane, gayrı insani veya haysiyet kırıcı muamele suçları nedeniyle hükmedilen tazminatlarda sorumlu personel rücu edilmesi konusuna ilişkin bulunmaktadır. Ancak, yukarıda anılan Anayasa hükmü, Hukuk Devleti ve hukukun üstünlüğü ilkesi ile rücuyla ilgili genel kurallar göz önünde tutulduğunda, zarara uğradığı yargı kararıyla saptanan kişiye Devlet tarafından tazminat ödendikten sonra sorumlu personele rücu edilmesinin, Hukuk Devleti ve hukukun üstünlüğü ilkesinin bir gereği olduğu ortaya çıkmaktadır. Rücu kurumunun işletilmesi, kamu görevlisinin kişisel kusurunun doğurduğu zararların yine kendisi tarafından karşılanmasını ve yargı kararının uygulanmaması ya da etkisiz bırakılması gibi hukuka aykırı eylem ve işlemlerden titizlikle kaçınılmasını amaçlar.
        Rücu mekanizmasının işletilmesi, kamu kurumunun yetkileri arasında bulunmakla birlikte, idarenin bunu kendiliğinden yapmadığı durumlarda, yurttaşların bunu sağlamak amacıyla idareye başvurmalarına bir engel bulunmamaktadır. Kamu hizmeti görevlilerinin kişisel kusurundan kaynaklanan zararın karşılığı olarak ulusal ya da uluslararası bir Mahkemece hükmedilen tazminat devlet tarafından zarara uğrayan kişiye ödendikten sonra ilgili kamu kurumu tarafından sorumlu personele rücu edilmemesi, bu yükün toplum üzerinde bırakılması anlamına geleceğinden, her yurttaş ve özellikle kamu görevlilerinin kişisel kusuru nedeniyle zarara uğrayıp yargısal süreci başlatmış olan yurttaşlar, ilgili personele rücu edilmesini sağlamak amacıyla idareye başvurabilir ve bu başvurularının reddi üzerine de dava açma hakkını kullanabilirler. Kamu hizmeti görevlilerinin hukuka aykırı eylem ve işlemlerinden ve kendi kusurlarından doğan zararı toplum ödemek zorunda değildir.
        Belirtilen hukuki durum ve tüm bu değerlendirmeler ışığında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6/1 ve 8. maddelerinin ihlal edilmesi nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından hükmedilen ve Devlet tarafından ilgililere ödenen manevi tazminat tutarı konusunda, kişisel kusuru bulunan kamu görevlilerine rücu edilmesini sağlamak amacıyla Bergamalı yurttaşların idareye yaptığı başvurunun reddine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılan bu davada işin esasının incelenmesi gerekirken, İdare Mahkemesince davanın ehliyet yönünden reddine karar verilmesinde hukuki isabet görülmemiştir.
                Açıklanan nedenlerle, davacının temyiz isteminin kabulüyle Ankara 2. İdare Mahkemesi'nce verilen 1.5.2007 günlü, E:2006/1861, K:2007/1109 sayılı kararın 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 49. maddesinin 1/c. fıkrası uyarınca BOZULMASINA, aynı maddenin 3622 sayılı Kanun'la değişik 3. fıkrası gereğince ve yukarıda belirtilen hususlar da gözetilerek yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın adı geçen Mahkeme'ye gönderilmesine, 3.6.2008 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
#1316
Merhabalar. Aşağıdaki linkte konuyla ilgili açıklamalar var, bir okuyun, aklınızda tereddütler kalırsa yardımcı olmaya çalışırım.

http://www.vekil.net/forum/soru-cevap-ve-yardimlasma-bolumu/evden-atilan-gencin-haklari/
#1317
Merhabalar, hoşgeldiniz.

Alıntı Yaptakıldığım bir husus var; yeni çek kanununda takip yapabilmek için çekin ibraz süresinde ibraz edilmeli ve karşılıksızdır yazdırılmalı şimdilik 31.12.2011 tarihine kadar zaten vadesinden önce çekler ibraz edilemeyecek fakat 2012 yılından sonra vadeden öncede ibraz olunacak anlaşılıyor o zaman 2012 den sonra elimizde olan çeki vadesinden önce bankaya tahsile gittiğimizde karşılığı yoksa banka vadeden önce ibraz olan çek için karşılıksızdır yazısı yazmak zorunda mı yoksa vadeden önce ibraz edildiği için karşılıksızdır yazılmayacak mıdır?

5941 Sayılı yeni Çek Kanunu'nun 3/son maddesi aynen şu şekildedir: "Üzerinde yazılı bulunan düzenleme tarihinden önce ibraz edilen çekin karşılığının Türk Ticaret Kanununun 707 nci maddesi uyarınca kısmen veya tamamen ödenmemiş olması hâlinde, bu çekle ilgili olarak hukukî takip yapılamaz. İleri düzenleme tarihli çekle ilgili olarak hukukî takip yapılabilmesi için, çekin üzerindeki düzenleme tarihine göre kanunî ibraz süresi içinde bankaya ibraz edilmesi ve karşılıksızdır işlemine tabi tutulması şarttır."

Keza geçici birinci maddenin beşinci fıkrası da aynen şu şekildedir: "31/12/2011 tarihine kadar, üzerinde yazılı düzenleme tarihinden önce çekin ödenmek için muhatap bankaya ibrazı geçersizdir."

Görüldüğü üzere 2011 yılından sonra da Çek Kanunu m. 3/son gereğince ileri tarihli çekler bankaya ibraz edildiğinde kısmen veya tamamen karşılıksız iseler, bu çeklere istinaden hukuki takip yapılamayacaktır. Ancak 2011 yılından sonra bu tür çeklerin de arkasına bankaların karşılıksız olduklarını belirtmeleri gerektiğini düşünüyorum. Zira bu bir tespit işlemidir ve bu işlem yapılmazsa, hem çekin keşide tarihinden evvel bankaya ibraz edildiği hem de kısmen veya tamamen karşılıksız çıktığı belirlenemeyecektir. Maddede bu yönde yasaklayıcı bir hüküm de bulunmadığına, bilakis geçici birinci maddenin beşinci fıkrası sadece 2011 yılı sonuna kadar erken ibrazı yasakladığına göre, 01.01.2012 tarihinden itibaren çekin arkası banka tarafından yazılmalıdır diye düşünüyorum.

Kaynaktan kastınız kitap çalışmaları ise, aşağıdaki linkteki kitapları inceleyebilirsiniz:
http://www.hukukmarket.com/index.php?main_page=pubs_product_book_info&products_id=136455
http://www.seckin.com.tr/urun.aspx?productID=5347

Öğrencilik hayatınızda başarılar dilerim. Saygılar.
#1318
Merhabalar. İş sözleşmesinde fazla mesai yapmayı kabul ettiğinizle ilgili bir hüküm bulunuyorsa, bu hüküm sizi hukuken bağlar. Ancak fazla çalışma sürelerinin toplamı bir yılda 270 saatten fazla olamaz. Ayrıca fazla çalışma süreleriyle ilgili ücretiniz tam olarak ödenmelidir. Şayet yılda 270 saati aştığı halde fazla mesaiye zorlanıyorsanız ve/veya ücretiniz vaktinde ve tam olarak ödenmiyorsa, bu hususlara istinaden iş sözleşmenizi feshedebilirsiniz.

Tüm bunların dışında, "İş Kanununa İlişkin Fazla Çalışma ve Fazla Sürelerle Çalışma Yönetmeliği"nin 9. maddesi aynen şu şekildedir:

    Fazla çalışma ve fazla sürelerle çalışma yaptırmak için işçinin yazılı onayının alınması gerekir. Zorunlu nedenlerle veya olağanüstü durumlarda yapılan fazla çalışma ve fazla sürelerle çalışma için bu onay aranmaz.
   
    Fazla çalışma ihtiyacı olan işverence bu onay her yıl başında işçilerden yazılı olarak alınır ve işçi özlük dosyasında saklanır.


Bu hüküm gereğince işverenin her yıl için işçiden fazla mesai hususunda yazılı onay alması gerekmektedir. Yani sözleşmede fazla mesai yapılacağını belirten hükmün geçerlilik süresi bir yıldır. Bir yıl sonra işçi fazla mesai yapmak istemeyebilir.

4857 Sayılı İş Kanunu'ndaki konuyla ilgili hükümler ise şu şekildedir:

    FAZLA ÇALIŞMA ÜCRETİ
   
     Madde 41 - Ülkenin genel yararları yahut işin niteliği veya üretimin artırılması gibi nedenlerle fazla çalışma yapılabilir. Fazla çalışma, Kanunda yazılı koşullar çerçevesinde, haftalık kırkbeş saati aşan çalışmalardır. 63 üncü madde hükmüne göre denkleştirme esasının uygulandığı hallerde, işçinin haftalık ortalama çalışma süresi, normal haftalık iş süresini aşmamak koşulu ile, bazı haftalarda toplam kırkbeş saati aşsa dahi bu çalışmalar fazla çalışma sayılmaz.
   
    Her bir saat fazla çalışma için verilecek ücret normal çalışma ücretinin saat başına düşen miktarının yüzde elli yükseltilmesi suretiyle ödenir.
   
    Haftalık çalışma süresinin sözleşmelerle kırkbeş saatin altında belirlendiği durumlarda yukarıda belirtilen esaslar dahilinde uygulanan ortalama haftalık çalışma süresini aşan ve kırkbeş saate kadar yapılan çalışmalar fazla sürelerle çalışmalardır. Fazla sürelerle çalışmalarda, her bir saat fazla çalışma için verilecek ücret normal çalışma ücretinin saat başına düşen miktarının yüzde yirmibeş yükseltilmesiyle ödenir.
   
    Fazla çalışma veya fazla sürelerle çalışma yapan işçi isterse, bu çalışmalar karşılığı zamlı ücret yerine, fazla çalıştığı her saat karşılığında bir saat otuz dakikayı, fazla sürelerle çalıştığı her saat karşılığında bir saat onbeş dakikayı serbest zaman olarak kullanabilir.
   
    İşçi hak ettiği serbest zamanı altı ay zarfında, çalışma süreleri içinde ve ücretinde bir kesinti olmadan kullanır.
   
    63 üncü maddenin son fıkrasında yazılı sağlık nedenlerine dayanan kısa veya sınırlı süreli işlerde ve 69 uncu maddede belirtilen gece çalışmasında fazla çalışma yapılamaz.
   
    Fazla saatlerle çalışmak için işçinin onayının alınması gerekir.
   
    Fazla çalışma süresinin toplamı bir yılda ikiyüzyetmiş saatten fazla olamaz.
 
   
    Fazla çalışma ve fazla sürelerle çalışmaların ne şekilde uygulanacağı çıkarılacak yönetmelikte gösterilir.
   
    ZORUNLU NEDENLERLE FAZLA ÇALIŞMA
   
    Madde 42 - Gerek bir arıza sırasında, gerek bir arızanın mümkün görülmesi halinde yahut makineler veya araç ve gereç için hemen yapılması gerekli acele işlerde, yahut zorlayıcı sebeplerin ortaya çıkmasında, işyerinin normal çalışmasını sağlayacak dereceyi aşmamak koşulu ile işçilerin hepsi veya bir kısmına fazla çalışma yaptırılabilir. Bu durumda fazla çalışma yapan işçilere uygun bir dinlenme süresi verilmesi zorunludur.
   
    Şu kadar ki, zorunlu sebeplerle yapılan fazla çalışmalar için 41 inci maddenin birinci, ikinci ve üçüncü fıkraları hükümleri uygulanır.
#1319
Merhabalar. Evet, maalesef şirket iflas ettiğinde tüm malvarlığı iflas masasına intikal eder ve iflas kararından sonra böyle bir icra takibine devam edemezsiniz. Sizin bu aşamada alacağınızı iflas masasına kaydettirmeniz gerekir. Bundan sonraki aşamada ise taşınmaz iflas masası tarafından satılır ve müflis şirket işçileri gibi rüçhanlı (öncelikli) alacaklıların alacakları tamamen ödendikten sonra kalan meblağ diğer alacaklılar arasında paylaştırılır. Bu paylaşımdan da pek ümitli olmamak gerekir.

Adalet/haksızlık meselesine gelince, bu konuya nereden baktığınız önemli. Şirkette aylardır çalışıp da maaş alamayan işçilerin penceresinden bakarsanız haksızlık değil, bilakis adalet. Kendi pencerenizden bakmanız halinde ise haksızlık...

Saygılar.
#1320
Tekrar merhabalar.

1) Avukatlık ücretini siz ödeyeceksiniz. Bu ücretin, alacak rakamı düşük olduğu için (takip+açılması muhtemel dava) 1.000 - 1.500 TL civarında olacağı söylenebilir.
2) Öncelikle icra takibi yapılmalıdır. Bunu siz de yapabilirsiniz. Ancak bu sizin hem zor olur hem de işinizi bir avukata vermenize kıyasla birçok açıdan handikap yaşarsınız.
3) Avukatlık ücreti meselesi tamamen anlaşma şartlarına bağlı. Ücret konusunda tüm avukatların uyması gereken bir asgari tarife var, bunun üstündeki bölüm konuştuğunuz avukatın fiyat politikasına göre değişir. Fiyat anlaşmanıza, icra takibine itiraz edilmesi halinde açılması gereken itirazın iptali davasının avukat tarafından takibini de dahil edebilirsiniz veya bu kısmı sonradan ücretlendirme yoluna da gidebilirsiniz.

Kolay gelsin.