Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#1381
Bundan 30 yıl önce tereyağı kalp hastalığını tetikliyor, damar sertliği yapıyor diye mutfaklarımızdan çıkarıldı. Yıllar sonra hak ettiği değer verildi. Bilim adamları "Tereyağı zararsızdır, kalp ve damar hastalıklarına yol açmıyor" dedi.

SEVİM ŞENTÜRK'ün haberi

Tereyağının itibarının iade edilmesine, süt ürünleri firmaları, üretip reklamını yaparak, beslenme uzmanları faydalarını anlatarak, halk ise mutfağı onsuz bırakmayarak destek veriyor.

Çok değil bundan 30 yıl önce tereyağı kalp hastalığını tetikliyor, damar sertliği yapıyor diye mutfaklarımızdan çıkarıldı. Hayvansal yağ, yemeyin denildi. Tereyağının yerine alternatifleri konuldu. Haliyle, her daim tekrar edilen "Tereyağı insanın canına can katıyor." destanları yerini margarinin faziletlerine bıraktı. 90'lara doğru ise bu arbede televizyon ve reklamlar sayesinde iyice hızlandı. O tarihlerden itibaren "Tereyağı yerine margarin yiyin." diyecek kadar yoğun bir beyin yıkaması yaşadık. Ekmeğin üzerine bal sürer gibi katı yağ sürüp yemeyi teşvik eden reklamlar hayatımızın bir parçası haline geldi. Kahvaltılarda reçelin, balın eşsiz katığı tereyağının yerini margarinler aldı. Öyle ki, kırsal kesimde yaşayanlar tereyağı yapacağına şehirden margarin getirtmeye başladı. Bu süre zarfında margarin firmaları artı da artı. Bir de fiyatı tereyağından 10 kat ucuz olunca cebi kurtarma hesabı margarini mutfağımızın kralı yaptı.

Bir nesil, tereyağı kültüründen, tereyağının nasıl yapıldığından, lezzetinden bihaber büyüdü. Ne zaman obezite en riskli çağ hastalıklarından kabul edildi, o zaman beslenme uzmanları kilo almaya elverişli gıdaları incelemeye tabi tuttu. Atalarımız boşa dememiş, "Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner." diye. Yapılan araştırmalar neticesinde margarinin vücutta erimediği, içinde çeşitli katkı maddelerinin olduğu ortaya çıktı. Televizyonlarda izlenme rekorları kıran yemek programlarının kahramanı aşçılar bile, beslenme uzmanı edasıyla margarinin zararlarına değinip, "Bir yemeğin hakkını vermek için tereyağı kullanmak gerekir." diye öğütler veriliyor artık.

Anlayacağınız margarinin iktidarı kısa sürdü! Dolayısıyla margarin firmaları telaşa kapıldı. Ne de olsa Türk mutfağının vazgeçilmezini küstürmüş, onu hor görmüşlerdi. Kimsenin ahı kimse de kalır mı? "Alt tarafı yağ, insan mı ki ah etsin?" deyip sakın yanlışa düşmeyin.

80-90 yaşında kaşık kaşık tereyağı yiyen nineler, dedeler, etin üstüne dökülen tereyağına ekmek bandıranlar, hepsi 'turp' gibiler maşallah! Sorsanız 'Bu dinçliğin hikmeti nedir?' diye hepsi bir ağızdan "Yayık ayranının yağı var ya ölüyü bile diriltir." derler. Haksız da sayılmazlar, siz hiç tereyağı yiyip de obez olan, 'kolesterolüm yükselmiş' diye dert yanan birini duydunuz mu?

Tereyağına karşı bu yapılanların yanlışlığı ortada. Süt ürünleri firmalarının tereyağı üretmeye başlaması bunun telafisi gibi görünüyor. İnsanlar artık buzdolabından tereyağını eksik etmiyor; mantıyı, pilavı, balı ondan ayrı tutmuyor. Aşçılar, yemek kültürü uzmanları küskünlüğü, Türk mutfağındaki yerini anlatarak gidermeye çalışıyor. Beslenme ve gıda uzmanları ise tereyağının kaybedilen itibarını geri kazandırmaya çalışıyor.

***

Tereyağından korkmayın

Kanadalı bilim adamları, kalp ve damar hastalıkları başta olmak üzere birçok hastalığa neden olduğu ileri sürülen tereyağını temize çıkardı. Yurt dışından böyle bir açıklama gelince Türkiye'de de tereyağına 'itibarının iade edilmesi' konuşulmaya başlandı. Tereyağının insan vücudu üzerine etkilerini anlatan metabolizma uzmanı Doç. Dr. Selçuk Can, "Tereyağının besin değeri yüksek. Bu yüzden bir gramında 9 kalori var. Onun ötesinde de bir zararı yok. Dengeli bir kullanımı olduktan sonra bahsedilen hastalıkların riskini artırma özelliği yok." diyor.

***

İskenderle tereyağının buluşması sevenlerin kavuşması gibidir

Oktay Usta: Tereyağından vazgeçmek demek Türk mutfağının lezzetinden taviz vermekle eş değerdir. O olmadan birçok yemeğimiz yarım kalır. Mesela, çorbalara tereyağında nane, biber kızdırıp dökemeyiz. Margarinle aynı tat yakalanmaz. Yine İskender ile tereyağının buluşması sevenlerin kavuşması gibidir. Pilav o olmadan tam kıvamını almaz. Bu yüzden tereyağının kıymetini unutmamak, ona yapılan haksızlığı Türk mutfağındaki yerini anlatarak gidermek lazım.

***

Herkes kıymetini bilmeli

Nevin Halıcı: Ne su böreği, ne mantı margarinle olacak lezzetler değil. Onların tadı tereyağı ile gelir. Burada tereyağının sağlıksız olduğunu düşünenler önce her şeyin fazlasının zararlı olduğunu unutmamalı. Tereyağına zararlı demek Türk mutfağını hiçe saymak gibi bir şey. Kalorisi yüksek, besin değeri fazla ama bu tereyağının hiç yenmemesi gerektiği anlamına gelmiyor. Şükür ki tereyağına yıllarca söylenen o sözler; gıdacılar, araştırmacılar tarafından geri alınıyor. Artık herkes tereyağının kıymetini bilmeli, çocuklar ekmeğine margarin sürerek değil tereyağı ile balı katık ederek büyümeli.

http://www.haber7.com/haber/20100305/Tereyagina-30-yil-sonra-iadei-itibar.php
#1382
Göz Hastalıkları Uzmanı Op.Dr. Timuçin Yıldırım, bilgisayardan kaynaklanan göz şikayetlerinde yüzde 100 artış olduğuna dikkat çekerek, göz kuruluğu ve yanması konusunda insanları uyardı.

Dr. Yıldırım, bilgisayar ekranından mümkün olduğu kadar uzak durulması gerektiğini belirterek, "Zorlandığınızda ekrana yaklaşmak yerine büyük puntoları ve karakterleri tercih edin" önerilerinde bulundu.

Dr. Yıldırım, özellikle astigmat ve hipermetrop rahatsızlığı olan kişilerin bilgisayar kullanırken daha çok rahatsız olabileceklerini belirterek, göz ağrısı, sulanması ve kaşıntısının en çok rastlanan şikayetler olduğunu dile getirdi. Dr. Yıldırım, uzağı görmeyle sorunu olmayan bir kişide bilgisayar rahatsızlığı çok ise, gözünde gizli bir kırma kusuru olabileceği konusunda da uyarılarda bulundu.

-"30-40 CM" MESAFE GÖZÜ YORAR-

Dr. Yıldırım, insan gözünün optik bir sistem olarak düşünüldüğünde, 6 metre ve daha uzak mesafelere ayar gerektirmeksizin bakabildiğini belirterek, bu mesafelerde kullanılan gözün az yorulduğunu ifade etti. Dr. Yıldırım, okuma, örgü örme, bilgisayar kullanımı gibi 30-40 cm'den yapılan aktivitelerin tamamının gözü yorduğunu söyleyerek, "Buna bilgisayar ekranındaki titreşim, hareketli görüntüler ve parlaklık da eklendiğinde, göz yoran aktivitelerin başında bilgisayar kullanımı yer alır" dedi.

Dr. Yıldırım, ekrana bakarken göz kırpma sayısının da dakikada 25'ten 10'a düştüğüne de değinerek, "Saatlerce böyle çalışmak göz kuruluğu ile sonuçlanır. Gözleriniz kızarır, yanar ve batar" diye konuştu.

Dr. Yıldırım, bilgisayar kullanımının çocukların da gözlerinde kanlanma ve yakından bakma sonucu miyopiye kayma durumlarına yol açabileceğini belirterek, aileleri uyardı.

-BÜYÜK PUNTO KULLANIN, ODA IŞIĞINI KAPATMAYIN-

Dr. Yıldırım, gözleri bilgisayar ekranının zararlarından korumak için mümkün olduğu kadar uzak durulması gerektiğini dile getirerek, şunları önerdi:

"Zorlandığınızda ekrana yaklaşmak yerine büyük puntoları ve karakterleri tercih edin. Ekranınızı çalışabildiğiniz en düşük parlaklığa ve en yumuşak kontrast değerlerine ayarlayın.

Odanızın ışığını kapatmayın ekran ışığının tersine odanızı tercihen indirekt bir aydınlatma ile ortalama bir seviyede aydınlatın. Uzun saatler bilgisayar kullanmak zorunda iseniz, suni göz yaşları damlatarak gözünüzü nemlendirin. Mümkünse tazeleme hızı yüksek monitörler kullanın."

Dr. Yıldırım, ışıl ışıl yanan bir ekranın da gözü çok çabuk kurutup yoracağını belirterek, "Her saat başı en az 10 dakika ara verin .Bu arayı okumayla değil, gözünüzü kapatarak veya uzak mesafelere bakarak geçirin. Ayağa kalkmak ve biraz dolaşmak kas, iskelet ve dolaşım sisteminize de iyi gelecektir. Oturarak birkaç saat geçiren, sabit pozisyonlar, ayak-bacak toplar damarlarında kan akımının yavaşlamasına neden olarak pıhtı oluşmasına sebep olabilir. Bütün bunlara rağmen hala zorlanmanız devam ediyorsa gözünüzde doktor kontrolünü gerektiren bir görme bozukluğu olabilir" uyarılarında bulundu.

-PC KASASINI AŞAĞIDA KULLANIN-

Dr. Yıldırım, eski tip monitorlerin(tüplü), lcd veya tft monitörlerden daha çok elektromanyetik dalga yaydıklarını ifade ederek, bilgisayar kasasından da elektromanyetik dalga yayılımı olduğunu söyledi. Dr. Yıldırım, pc kasasının masa üstünde tutulmaması gerektiğini belirterek, aşağıda kullanmanın doğru olacağını kaydetti.(ANKA)

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=957523&title=gozlerinizi-bilgisayardan-korumak-icin-bunlari-yapin
#1383
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, Yükseköğretim Kurulunun (YÖK) farklı katsayı kararının yürütmesinin durdurulmasına yaptığı itirazı reddetmesinin gerekçesi belli oldu. Gerekçede bir nokta dikkat çekici.

Kurulun, 14'e karşı 15 üyenin oyuyla aldığı kararın gerekçesinde, üniversiteye girişte Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanı'nın (AOBP) 0.15 ve 0.13 çarpılmasının öngörüldüğü hatırlatıldı.

Böylece bir önceki, yani 21 Temmuz 2009 günlü YÖK Kararı hakkında verilen yürütmenin durdurulması kararı ile alan içi, alan dışı tercihte farklı katsayı uygulamasının kaldırılamayacağının ortaya konulması üzerine dava konusu karar ile yeni bir düzenleme getirildiği ve adayların mezun olduğu alan, bölümle ilgili veya bu alan, bölümle ilgili olmayan tercihlerde uygulanacak katsayı farkının 0.02 olarak belirlendiği kaydedildi.

YÖK'ün 21 Temmuz 2009 günlü kararının, Danıştay 8. Dairesince yürütmesinin durdurulduğu ve karara yapılan itirazın Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca reddedildiği anımsatılan gerekçede, bu nedenle idarenin bu konuda yeniden bir düzenleme yapabileceği vurgulandı.

''Ancak, bir yargı kararı üzerine ortaya çıkan hukuki boşluğun doldurulması için idarece yapılacak yeni düzenlemede yargı kararında yer alan ve hükme esas olan gerekçelerin dikkate alınması gerekir'' denilen gerekçede, Kurulun, 21 Temmuz 2009 tarihli YÖK kararının yürütmesinin durdurulmasına yapılan itirazın reddi gerekçelerine yer verildi.

Gerekçede, kurulun bu gerekçesi karşısında, dava konusu düzenlemelerin bu karara ve gerekçesine uygun olup olmadığı, yeni düzenleme ile getirilen katsayı farkının ölçülülük ilkesine, eğitimin örgütleniş biçimindeki bütünlüğe uygun olup olmadığı, alan, bölüm, mesleki eğitim ve genel lise eğitimi gibi ayrımları dikkate alıp almadığının tespit edilmesinin gerekli olduğu belirtildi.

Dava konusu düzenlemeyle getirilen katsayı farkının, adayların alan içi ve alan dışı tercihleri arasında en fazla 10, en az 2 puanlık bir fark oluşturacağı görüldüğü ifade edilen gerekçede, ''Esasında dava konusu düzenlemenin 2. maddesi ile getirilen katsayı farkının yargı kararlarını tam anlamıyla karşılamadığının ve ölçülülük ilkesine uygun olmadığının davalı idare tarafından da zımnen kabul edildiği savunmasından anlaşılmaktadır'' denildi.

-YÖK'ÜN SAVUNMASI-

Davalı YÖK'ün gönderdiği savunmasında, katsayı farkının yargı kararı ile ortaya konulan gerekçelere aykırı olduğu gerçeğini bu şekilde izah etmeye, kanıtlamaya çalıştığının görüldüğü belirtilen gerekçede, şu tespitler yapıldı:

''Ancak, davalı idarenin bu savları hukuken geçerli bilimsel verilere dayanmadığı gibi, 0.15 - 0.13 katsayı oranının önceki yargı kararları ile ortaya konulan alan, bölüm yönlendirmesi amacını sağlamaya yönelik ve etkili olduğu da hukuken geçerli bilgi ve belgelere dayanılarak kanıtlanamamaktadır. İdarenin yeni sisteme göre bir katsayı oranı belirlerken geçmiş uygulamaları da dikkate alması ve yargı kararları ile ortaya konulan ilke ve esasları da gözetmesi gerekmektedir.

Sonuçta, dava konusu düzenlemenin 2. maddesindeki düzenleme ile ölçülülük ilkesine uygun olarak bir katsayı belirlemesi yapılmadığı, 0,02 puanlık katsayı farkının yargı kararlarını biçimsel olarak uygulamaya yönelik ve sembolik nitelikte olduğu ve bu haliyle eğitim sisteminin örgütleniş biçimini bozabilecek nitelikte olduğu sonucuna varıldığından, dava konusu düzenlemenin 2. maddesinde amaç yönünden hukuka uyarlık görülmemiştir.''

-İLK BİN KİŞİ ARASINA GİREN ADAYLARA EK PUAN VERİLMESİ-

Gerekçede, YÖK kararının, Türkiye genelinde ilk bin kişi arasına giren adayların yerleştirme puanı hesaplanırken, Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanı'nın tercih edecekleri bütün programlar için, alan içi katsayı değerinin 0.15 olarak kullanılacağı kuralına yer verildiği anımsatıldı.

2547 sayılı Yükseköğretim Yasası'nda öğrencilerin ortaöğretimdeki başarı durumlarının sınav sonucuna ya da yükseköğretim kurumuna yerleştirme işlemine nasıl yansıtılacağının belirlendiği kaydedilen gerekçede, sınav sunucunda belli bir başarı düzeyine erişenlere yönelik herhangi bir kural ve istisnaya Yasa'da yer verilmediği belirtildi.

Gerekçede, şöyle denildi:

''Bu uygulama mesleki eğitim, genel lise eğitimi, alan/bölüm gibi ayrımlardan hareketle farklı katsayı uygulamasının gerekliliğine işaret eden yargı kararlarına ve eşitlik kuralına da aykırılık oluşturmaktadır.

Ayrıca, Yükseköğretime Geçiş Sınavı ve Lisans Yerleştirme Sınavı'nda birçok puan türünün bulunduğu ve her puan türünde ilk bine giren öğrenci sayısının bu kuraldan yararlanabileceği göz önüne alındığında, bu uygulamanın mevcut haliyle dava konusu düzenlemenin 6. maddesinde belirtilenden daha fazla sayıda adayı kapsayacağı açıktır. Kaldı ki puan türü artırıldığı takdirde buna bağlı olarak uygulamanın kapsamının daha da genişleyebileceği anlaşılmakta, dolayısıyla kesin sınırları bulunmayan ve ileriye dönük olarak kapsamı genişletilebilecek nitelikte bir düzenleme getirildiği görülmektedir. Bu itibarla, dava konusu düzenlemenin 6. maddesinde de hukuka uyarlık görülmemiştir.''

Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, Yükseköğretim Kurulunun (YÖK) farklı katsayı kararının yürütmesinin durdurulmasına yaptığı itirazı reddetmesinin gerekçesi belli oldu.

Kurul çoğunluğunun kararına katılmayan 14 üyenin karşı oy gerekçesinde, katsayı farkı uygulamasının alan, bölüm yönlendirmesinde kullanılan bir araç olduğu, bu nedenle katsayı farkı getirilmesinin hukuka aykırı olmadığının kesinleşen yargı kararları ile ortaya konulduğu belirtildi.

YÖK'ün 21 Temmuz 2009 tarihli kararı ile getirilen yeni sınav sistemiyle birlikte katsayı farkının eşitlenmesi üzerine açılan davada, katsayı farkının kaldırılmasının yürütmesinin durdurulduğu ve bu karara karşı yapılan itirazın da reddedildiği anımsatıldı.

Karşı oy gerekçesinde, şöyle denildi:

''Bu nedenle, gelinen noktada 21 Temmuz 2009 tarihli kararla getirilen yeni sınav sisteminde de yükseköğretime giriş sınavında alan içi ve alan dışı tercihlerde katsayı farkının bulunması gerekliliği tartışmasızdır.

Ancak, katsayı farkının kaldırılmasına ilişkin bir önceki düzenlemenin yürütülmesinin durdurulması üzerine dava konusu düzenleme ile alan dışı tercihlerde farklı ve daha az, alan içi tercihlerde ise daha fazla bir katsayı uygulanması öngörülerek katsayı farkının bulunması noktasında yargı kararının uygulandığı görülmektedir.''

Karşı oy gerekçesinde, yeni belirlenen katsayı oranlarının, Milli Eğitim Temel Yasası'nın amacına, yargı kararları ile ortaya konulan ilkelere uygun olup olmadığının, yeni getirilen sınav sisteminin bütünlüğü içinde ve sistemin katsayı dışındaki özelliklerinin de dikkate alması suretiyle değerlendirilmesi gerektiği vurgulandı.

Katsayı farkını kaldıran 21 Temmuz 2009 günlü YÖK kararı ile ayrıca getirilen iki aşamalı ve birçok puan türünden oluşan sınav sistemine karşı açılmış bir dava bulunmadığı belirtilen gerekçede, bu yeni sisteme yönelik verilmiş bir yargı kararı bulunmadığı, bu nedenle yeni sınav sistemi halen yürürlükte olduğu belirtildi.

-''KATSAYI EŞİTLENEMEZ''-

Yeni sistemde standart puan aralıklarının 100-500 aralığı olarak belirlenmiş olması nedeniyle artık bu yeni sistemde 0.8-0.3 katsayı oranlarının uygulanma kabiliyetinin kalmadığı ifade edilen gerekçede, şunlar kaydedildi:

''Yükseköğretime girişte ortaöğretim başarı puanının esas alınması gerektiği, katsayı uygulamasının da bu amaçla getirilmiş olduğu kuşkusuzdur. Katsayı farkının olması gerektiği, katsayının eşitlenemeyeceği de önceki yargı kararları ile ortaya konulmuştur.

Ayrıca, 4 Mayıs 2004 tarihli 5171 sayılı Kanun'un, Cumhurbaşkanı'nca onaylanmayarak tekrar görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine iade gerekçelerinin arasında, katsayı oranlarının yasa ile belirlenmemesi gerektiği, alan, bölüm yönlendirmesinde bir araç olarak kullanılan katsayı oranlarının ihtiyaca göre bu konuda yetkili olan Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenmesi gerektiği görüşüne de yer verildiği görülmektedir.

Dolayısıyla, alan, bölüm yönlendirmesinde kullanılan bir araç olan katsayı farkının olması zorunlu ise de, bu fark aşılamayacak oranda olmamalıdır. Başka bir anlatımla, katsayı farkı adayların mezun olduğu alan, bölüm ile ilgili olmayan bir programı tercih etmeleri halinde bu programa yerleştirilmelerini imkansız kılmamalıdır.''

Karşı oy gerekçesinde, 1999 yılından 2003 yılına kadar uygulanan 0.5-0.3 katsayı oranının 2003 yılında yine YÖK kararı ile 0.8-0.3 oranı ile değiştirildiği ve bu katsayı farkının arttırılmasıyla ilgili çeşitli davalar açıldığı anımsatıldı.

Davalarda, ''o tarihte uygulanan sistemin bütünlüğü ve özellikleri içinde konunun değerlendirilerek, sistemin özelliklerine göre yönlendirmede tek aracın katsayı olduğu da dikkate alınarak, bu konuda alınan katsayı farkının arttırılmasına ilişkin kararın sistemin amacına uygun olduğu ve Yükseköğretim Kuruluna bu konuda tanınan yetkinin kamu yararına uygun kullanılmış olduğu'' sonucuna varıldığı ve davanın reddedildiği belirtildi. Danıştay 8. Dairesinin bu yöndeki kararlarının Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nca da onandığı anımsatıldı.

-''KATSAYI DIŞINDA BAŞKA ARAÇLARIN DA KULLANILDIĞI GÖRÜLMEKTEDİR''-

Karşı oy gerekçesinde, şöyle denildi:

''Alan içi ve alan dışı tercihlerde geçerli olacak katsayı oranlarının belirlenmesine ilişkin idari kararların yargısal denetimi yapılırken uygulanan sınav sisteminin bütünlüğü içinde yasanın öngördüğü amaç ve bu amacın gerçekleştirilmesi için kullanılan yöntemin özellikleri dikkate alınarak konunun değerlendirilmesi gerekir. Bu yaklaşım, önceki katsayı davalarında da esas alınmış ve sistemin özellikleri dikkate alınarak söz konusu yargı kararları verilmiştir.

21 Temmuz 2009'da getirilen yeni sistemde, sınavın birinci ve ikinci aşamasında bir çok puan türünün bulunduğu ve bu puan türlerinin her birinde soru sayısının ve soru ağırlığının farklı olduğu göz önüne alındığında, getirilen sistemde farklı puan türleri yöntemi ile alan yönlendirmesinde katsayı dışında başka araçların da kullanıldığı görülmektedir.

Bu durumda, katsayı oranları, uygulamadan kalkan ve alan yönlendirmesinde tek aracın katsayı olduğu eski sisteme göre değil, alan, bölüm yönlendirmesi amacına hizmet eden farklı sınav ve puan türlerinin bulunduğu yeni sınav sistemine göre değerlendirildiğinde, dava konusu düzenlemenin 2. maddesi ile getirilen katsayı oranlarının Milli Eğitim Temel Yasası'nın amacına, bu konudaki yargı kararlarına aykırılık oluşturmadığı, ölçülü olduğu sonucuna ulaşılmıştır.''

AA
http://www.haber7.com/haber/20100303/Iste-Danistayin-katsayiyi-ret-gerekcesi.php
#1384


28 Şubat sürecinde Refahyol Hükümeti en zor dönemlerini yaşarken o dönem Refah Partisi için de sonun başlangıcı idi. O dönemde ekranlara yansıyan bazı görüntüler ise adeta belleklere kazındı.

Yargı bağımsızlığı, bir toplumun kendini güvende hissetmesi, devletine güvenmesi açısından olmazsa olmaz. Peki ya devletin en üst yargı kurumlarının görevlileri askerlerin verdiği brifinglere katılırsa...

Görüntüler 1997'nin Haziran ayına ait... Yani Refah yol hükümetinin iktidarda olduğu, irticanın belli bazı çevrelere göre hortladığı bir zaman... Dönemin askeri yetkilileri, Yargıtay hakim ve savcılarına ülkede irticanın hangi boyutlara geldiğini aktarıyor. Herhangi bir yargı kararı, mahkumiyet olmadan bir anlamda insanlar yargılanıyor. Danıştay'dan bazı hakimlerin de katıldığı toplantıya ilgi o kadar büyük ki salonda yer bulamayan bazı hakim ve savcılar merdivenlerde oturuyor.

Dönemin Yargıtay Başkanı Müfit Utku, Refah Partisi'ne kapatma davası açan Vural Savaş asker brifingini ön sıralardan izliyor. Biraz arkada bugünün Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu oturuyor.Üst rütbeli askerler, hakim ve savcılar brifingin ardından birbirlerini dakikalarca alkışlıyor.

Toplantı gizli değil. Hafızalar tazelendiğinde hatırlanması, arşivler tarandığında ulaşılması mümkün. Soru şu... Yargı bağımsızlığını savunması gereken insanların bu brifinglerde yer alması ne kadar etik ve bir diğer soru; yargı bağımsızlığının göstergesi acaba hangi fotoğraf?

http://www.haber7.com/video-galeri.php?cID=3454
http://www.haber7.com/haber/20100301/28-Subattaki-bagimsiz-yargi-Video.php
#1385
Başbakan Tayyip Erdoğan, Erdek'teki "Adi-Başbakan" parolasını hazırlayanlar hakkında suç duyurusunda bulunma kararı aldı. Erdoğan'ın avukatları, emekli korgeneral Yalçın'a ait olduğu öne sürülen ses kaydı hakkında da dava açıyor.

Başbakan Erdoğan'ın avukatları, "Adi Başbakan" parolasını yargıya taşıyor. Konuyla ilgili Deniz Üs Komutanlığı'nda görevli bir astsubay bilgi sızdırdığı gerekçesiyle tutuklanırken, Erdoğan'ın avukatları parola talimatnamesinde imzası olan tüm isimler hakkında Pazartesi günü suç duyurusunda bulunacak. Ayrıca Başbakan Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan'la ilgili hakaret içeren internetteki ses kaydı nedeniyle Emekli Korgeneral Metin Yavuz Yalçın'a dava açılacak.Parola ile ilgili suç duyurusu kararının dün Köşk'te Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ arasında yapılan zirveden hemen sonra gelmesi dikkatleri çekti. Zirve sonrası yapılan kısa açıklamada meselelerin anayasal düzen ve kanunlar çerçevesinde çözüleceği mesajı verilmişti. Bu arada Genelkurmay Başkanlığı gazetede haberin yer aldığı gün konuyla ilgili bir soruşturma açıldığını duyurmuş Erdek Deniz Üs Komutanlığı Mayın Filosu Komutanlığı'nda görevli bir astsubayın evinde arama yapıldıktan sonra, "bilgi sızdırma" gerekçesiyle astsubay tutuklanmıştı.

http://yenisafak.com.tr/Gundem/?t=27.02.2010&i=243983
#1386


Erkan ÇELEBİ-Hürriyet Gazetesi

Çocuk koltuğu zorunlu olacak

İÇİNDE çocuk bulunan tüm araçlarda güvenlik koltuğu bulundurma zorunluluğu 1 Haziran 2010'da başlıyor. Uygulamanın taksi, dolmuş, okul servisi ve şehirlerarası yolcu taşımacılığında kullanılan tüm araçları kapsaması, çocuk oto koltuk pazarının 10 kat büyüyerek 300 bin adede ulaşmasını sağlayacak. Pazarın yıllık hacmi 4.5 milyon liradan 45 milyon liraya çıkacak.

YILDA 1 milyon 400 bin bebeğin dünyaya geldiği Türkiye'de, 1 Haziran 2010'dan itibaren içinde çocuk bulunan tüm motorlu taşıtlarda güvenlik koltuğu bulundurma zorunluluğu getiriliyor. Bu da yıllık satış adedi 30 bin olan çocuk oto koltuk pazarının bir anda 10 kat büyüyerek, 300 bin adetlere ulaşmasını sağlayacak. Bu da, pazarın yıllık hacminin 4.5 milyon TL'den 45 milyon TL'ye çıkmasına yol açacak.

Trafik ceza kesecek
Arkadaşımız Mehtap Özcan'ın araştırmasına göre, Avrupa Birliği'ne uyum çerçevesinde çıkarılan yeni Trafik Yönetmeliği, 1 Haziran 2010'dan geçerli olacak ve cezai yaptırımları beraberinde getirecek. Boyu 135 santimetrenin, ağırlığı da 36 kilogramın altındaki (12 yaş) çocukları kapsayan oto çocuk koltuğu bulundurma zorunluluğuna uymayanlar, trafik kontrollerinde 55 TL'den başlayan para cezalarını ödemek zorunda kalacak. Uygulama taksi, dolmuş, servis gibi şehiriçi ve şehirlerarası yolcu taşımacılığında kullanılan tüm araçları da kapsayacak.

70 TL'den başlıyor
Pazarın ilk etapta hızla büyümesine, özellikle 18 bini İstanbul'da olmak üzere toplam 90 bin taksi, yine 6 bin 200'ü İstanbul'da bulunan 20 bin hatlı minibüs ve okul öncesi eğitim gören 950 bin öğrencinin taşınmasını üstlenen 33 bin servis aracı neden olacak. Bu koltukların fiyatı 70 liradan 1300 liraya kadar ulaşıyor. Pazarın yüzde 83'ü ithal markaların hakimiyetinde bulunuyor. Tek yerli marka olarak Pilsan'ın rekabet ettiği pazarda, Recaro, Maxi Cosi, Britax Römer, Concord, Chicco, Storchenmuhle, Kraft, Baby Max, Koala, Nania, Bebe Confort, Sunny Baby gibi ithal ürünler ön plana çıkıyor.

Ölümlü kazalar azalıyor
Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) verilerine göre, doğumdan itibaren çocuk oto güvenlik koltuğu kullanımının zorunlu olduğu gelişmiş ülkelerde trafik kazalarında çocuk ölüm oranı yüzde 3'lere geriliyor. Yasal zorunluluk olmayan ülkelerde ise yüzde 46'lara kadar çıkıyor. Bu oto koltukları doğru kullanıldığı taktirde kaza sırasında ölümlerin yüzde 71 azalmasına yol açıyor. Oto çocuk koltuklarında fiyat, ürünün markasına, çarpışma testlerindeki güvenilirlik derecesine, kullanılan malzemenin kalitesine, Isofix (sabitleme yöntemi) standartlarına uygunluğuna göre değişiyor.

Yasak savmanın yolu
Maxi Cosi çocuk oto güvenlik koltukları Türkiye Distribütörü Grup Baby'nin Satış ve Pazarlama Direktörü Ayla Müstecaplıoğlu, yasal zorunluğun ucuz ve standart dışı kalitesiz modellere yönelimi artırabileceğini söylerken, "Bu da yeterli koruma sağlamayan kalitesiz çocuk oto koltuklarının kullanımının artışına neden olabilir" uyarısında bulundu. E-bebek Genel Müdürü Halil Erdoğmuş ise, "Yasal zorunluluk, çocukların ön koltukta ve kucakta seyahat etmesinin önüne geçmede en önemli etken olacak" dedi.

Her 100 çocuktan 13'ü oto koltuğunda oturuyor

E-bebek adlı kuruluşun araç sahibi çocuklu aileler üzerinde yaptığı araştırmaya göre, Türkiye'de her 100 çocuktan 26.3'ü ön koltukta oturuyor. Oto güvenlik koltuğuna oturtulması gereken her 100 çocuktan da sadece yüzde 13'ü bu koltuklarda seyahat ediyor. Çocuk güvenlik koltuklarının da sadece yüzde 7'si kuralına uygun olarak araca bağlanıyor. Geri kalan, ya yanlış bağlantı yapıyor ya da bağlamadan araca koymakla yetiniyor.

12 yaşına kadar 3 farklı koltuğa ihtiyaç duyuluyor

Bir bebek doğumundan itibaren 36 kilogram oluncaya kadar (12 yaş) 3 farklı oto güvenlik koltuğuna ihtiyaç duyuyor. Bunlardan ilk grup, 9 aya kadar olan bebekleri kapsıyor.
Bu koltukların otomobilin arka koltuğuna, bebeğin yüzü sürüş istikametinin tersine gelecek şekilde bağlanması gerekiyor.
9 aylıktan 3.5 yaşa kadar kullanılan ikinci grup çocuk oto güvenlik koltukları ise sürüş istikametine doğru aracın koltuğuna yerleştirilmesi gerekiyor.
3.5 yaş ile 12 yaş arası çocukların kullandığı güvenlik koltukları da çocuğun doğrudan aracın emniyet kemerlerine bağlanmasını sağlıyor.

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/13958044.asp?yazarid=18&gid=61
#1387
Dün gece Peygamber Efendimizin doğumu vesilesi ile kutladığımız Mevlid Kandili'ni idrak ettik.

Bugün sizlere, Mekke Ümmü'l Kura Üniversitesi'nden Tarih Doktorası olan ve 30 yıla yakındır Mekke'de yaşayan Necati Öztürk Bey'den dinlediğim bir anektodu aktaracağım. Birinci elden kendim bizzat dinlememiş olsaydım asla paylaşmayı düşünmezdim. Aktaracağım olayın ardından sizlere bir çift sorum olacak.

Necati Öztürk Bey kendi başından geçen aşağıda aktaracağım anekdotu, aralarında milletvekili, vali, bürokrat ve gazetecilerin bulunduğu bir ortamda, Mekke'de bulunan Diyanet İşleri Ataşelik Binası'ndaki bir sohbet ortamında anlattı.

Bugün Mekke'de özel bir kütüphanenin yöneticiliğini yapan Dr. Öztürk'ün, Medine-i Münevvere'de, Peygamber Efendimizin mescidinde başından geçen olay şöyle.

Peygamber Efendimizin mescidinde kılınan bir namazın ardından Necati Bey mescitten çıkarken, direklerden birine yaslanmış, ayaklarını tam da Peygamber Efendimizin kabrine doğru uzatmış bir adam gözüne ilişir. Görüntüsünden Arap olduğu bellidir.

Necati Bey gönlünden, "şu adamın yaptığı münasebetsizliğe bak, dünyanın dört bir yanında insanlar kıbleye karşı ayaklarını uzatmazken, adam gelmiş hem de Peygamberin mescidinde ayaklarını hem kıbleye, hem de tam da Peygamber Efendimizin kabrine uzatmış" diye geçirir. Bu tür hayıflanma ile adamın yanından geçer gider.

Adamın yanından 5-10 adım kadar uzaklaşmıştır ki, arkadan bir ses duyar ama nasıl olsa kendisine değildir diye aldırmaz. Ardından omuzuna bir el dokunur. Arkasına dönüp baktığında, omuzuna dokunan kişi direğe yaslanmış adamı gösterir ve 'sana sesleniyor' der.

Necati Öztürk Bey duruma çok şaşırır ama, direğe yaslanmış adamla gözgöze gelince yanına gitmekten başka çare de bulamaz. Adamın yanına gider, "buyurun" der.

Adamın dediği aynen şudur: "Sana ne oluyor? Sen neden karışıyorsun benim burada nasıl oturduğuma... İnsan çok sevdiği komşusunun ve arkadaşının yanında şöyle rahatça oturamaz mı? Onun sorun etmediğini sen neden sorun ediyorsun? Sen iki yakın dostun arasına neden giriyorsun, aralarındaki ilişkiye neden karışıyorsun, sana mı düştü arkadaşların kendi aralarında nasıl davranacağını belirlemek? Lütfen, üstünüze vazife olmayan şeylere karışmayınız" der.

Ne diyeceğini bilemeyen Necati Bey, adamın önüne diz çöker. Aralarında uzun bir sohbet ve hasbihal gerçekleşir.

Kim daha saygılı?

Sizlere sorumu yöneltmeden evvel kısa bir anekdotta ben anlatayım.

Peygamber Efendimizin mescidinde mihrabın hemen yanında, önümü Peygamber Efendimizin kabrine, sağ yanımı kıbleye doğru vermiş Kur'an okuyordum. Malum, Türk İslam Kültüründe Kur'an-ı Kerim belden aşağıda tutulmaz.

Derken, hangi ülkeden olduğunu bilemediğim ama Ortadoğu menşeli olduğu belli olan bir adam geldi, karşıdaki raftan büyük boy Kur'an-ı Kerim aldı, yanıma oturdu ve Kur'an-ı Kerim'i halının üzerine koyarak okumaya başladı.

Bizdeki gelenek malum. Yerde üzerinde Arapça harflerle yazılmış bir kağıt bile bulsak ne yazıyor diye bakmadan hürmeten kaldırırız. Ayet hadis vardır diye takvim yaprakları bile yere atılmaz bu ülkede.

Hemen yanıbaşınızda, bir Kur'an-ı Kerim'in halının üzerine konulduğunu gördüğünüzde bir insanın neler hissedeceğini tahmin etmişsinizdir. Çok huzursuz oldum.

Yanından hemen kalkmakla, kibar bir dille durumu anlatmak arasında ikilemde iken, beyefendinin hemen okumaya başlaması üzerine okuyuşunu bölmek de istemedim. Yakınıma oturduğu için rahatsız olduğum düşüncesi ile kalktığımı sanmasın diye, birkaç dakika daha beklemeyi düşünürken, Kur'an okumaya henüz yeni başlamış beyefendinin okuyuşunu gözyaşları içinde sürdürdüğünü gördüm. Giderek gözyaşlarına hıçkırıkları eşlik etmeye başladı.

İçimden, 'ne zaman başladın okumaya, nasıl da hemen iklimine girdin, ne zaman ruh dünyan hemencecik Allah kelamı ile sarmalandı?' diye düşünmeye başlamıştım ki, kendime o can alıcı soruyu sordum: "Kur'anı Kerim'e ben mi daha saygılıyım, yandaki beyefendi mi?"

Kur'an'a gerçek saygı yere koymamak mı, gönle nakşetmek mi?

Okurken Kur'an'ın haşyeti karşısında gözü yaşarmayanlar mı daha saygılı, kelamı ilahinin etkisi ile içleri titreyenler mi?

Öyleyse, Necati Öztürk Bey'in anlattığı olaya dönerek sorumuzu soralım:

Çok mu şekilci olduk?

Şekli tastamam edelim derken özü çok mu ihmal ettik?

İkisini bir arada gerçekleştirmeyi neden başaramadık, neleri ihmal ettik?

Ayaklarımızı uzatmadığımız doğru olabilir ama, gönlümüzü ne kadar uzattığımız konusunda tatmin edici cevap vermek ne ölçüde mümkün?

Peygamber Efendimizin doğumu vesilesi ile kutladığımız Mevlid Kandili'ni idrak ederken bu sorular geldi aklıma.

Bu kadar derin mevzular aşıyor bu satırların yazarını.

Okuyucularımız arasında 'tam da erbabına sordun' diyen varsa, mümkünse onların cevabını alsak...

Ne dersiniz?

Not: Yazı periyodunda değişiklik oldu. 1 Mart'tan itibaren Pazartesi – Cuma günleri yayınlanacak bu köşede yazım. Salı – Perşembe ise Yenişafak gazetesinde olacağım. Arzu edenler gazeteden takip edebilirler.

www.osmanozsoy.com.tr
http://www.haber7.com/haber/20100226/Peygamber-kabrine-ayaklarini-uzatinca.php
#1388
Bankaların, GSM şirketlerinin ve teknoloji markalarının çağrı merkezlerini aramaya görün! Sesten bir labirentte kaybolmuş gibi hissediyorsunuz kendinizi.
 
Şunun için 1'e, bunun için 2'ye, menüyü baştan dinlemek için 7'ye... Müşteri sayısının artmasından mıdır, şirketlerin çözüm üretmedeki yavaşlıklarından mıdır bilinmez müşteri hizmetlerini arayanlar artık sinir krizine giriyor.

İnternetin bu kadar yaygın olmadığı zamanlarda fatura ödemek, havale yapmak ya da bir şikâyet için bankaya bizzat gitmek, sıra beklemek gerekiyordu. Tabii o zamanlar çağrı merkezleri yoktu. Eve telefon bağlatmak için bile aylarca bekleniliyordu. Satın aldığınız teknolojik cihaz bozulduğunda da mağazanın yolunu tutardınız. Şimdi öyle mi? Faturalarınızı internetten ödeyebiliyor, para transferi yapabiliyorsunuz. Herhangi bir sorununuzu dile getirmek için telefonu elinize almanız yeterli. Müşteri hizmetleri hattını çeviriyorsunuz, karşınıza çıkan elektronik sesin yönlendirmesine göre tuşlara basıyorsunuz. İlk başlarda bu büyük bir kolaylıktı. Ama zamanla çağrı merkezlerini aramak büyük bir strese dönüştü. Müşteri sayısının artmasından mıdır, şirketlerin çözüm üretmedeki yavaşlıkları mıdır bilinmez, artık müşteri hizmetlerini arayanlar sesten bir labirentte kayboluyor. Ya da sinir krizine giriyor.

Tüketiciler Derneği Başkanı Nazım Kaya, son zamanlarda çağrı merkezlerine dair şikâyetlerin arttığını söylüyor. Kaya, tüketicinin hızlı hizmet alması için kurulan çağrı merkezlerinin artık "Evet efendim, haklısınız efendim." üslubu ile tüketicinin avutulduğu yerler olduğunu düşünüyor.

Müşteri Hizmetleri Uzmanı Akın Başal, eleştirileri haksız buluyor. Bundan 15 yıl öncesine kadar işini halletmek için uzun zaman ve emek harcayan günümüz insanının telefonda 7 dakikada bir işlem yapmaya bile tahammül edemediğini düşünüyor. Sesli yanıtlama sisteminin tam da soracağı soruya uygun bir seçenek olmadığı için şikâyet edildiğini belirtiyor. Başal'a göre şirketler daha iyi hizmet vermek için çağrı merkezi birimlerinde çok sayıda müşteri temsilcisi istihdam ediyor. Başal, her soruya ve soruna özel sesli yanıtlama sisteminin geliştirilemeyeceğini belirtiyor ve "Bunun için 100 farklı tuşlama seçeneği koymak gerekir. Hatta bölgesel şivelere uygun menü oluşturulmasını ister mi acaba müşterilerimiz? Her telefonu açanı, hiç bekletmeden, hemen cevap verebilmek için de müşteri sayısı kadar müşteri temsilcisini telefon başında bekletmek gerekir." diyor. Başal, tüketiciye şu uyarıda bulunuyor: Sesli yanıtlama sistemlerinden bir çözüm beklemek doğru değil çünkü o sistem sadece kısa bilgi aktarımı için kuruluyor. Çözüm aradığınızda müşteri temsilcisiyle görüşmelisiniz. Hep aynı şeyi söylüyorlar diyenler, ürün veya hizmet satın alırken lütfen sözleşmelerini okusun.

Başal, sözleşmeye/garanti şartlarına aykırı durumda çözüm getirilmediğini iddia ederek, müşteri ilişkileri çalışanına bağıran/hakaret eden müşterileri kastediyor: "Haklı olduğunuzu düşündüğünüz durumda tüketici mahkemelerine başvurabilirsiniz. Müşteri her zaman haklı olsa bile hiçbir zaman haksız değildir."

Tüketici Hakları Uzmanı Avukat Bülent Deniz, geçtiğimiz yıl otomotivden bankaya, teknoloji ürünlerinden GSM'ye kadar onlarca sektörde bulunan firmaların çağrı merkezlerini arayarak raporlama yapmış. Bu çalışmadan şu üç sonuca ulaşmış: Çağrı merkezlerinin numaralarını düşürmek çoğu kez sorun. İkinci sonuç; cevap veren çağrı merkezlerinde canlı operatöre ulaşmak imkansız denecek kadar zor. Deniz, canlı operatöre ulaşmak için tüketicinin türlü hilelere başvurmak zorunda kaldığını söylüyor. Kendi yöntemi ise şöyle; banka çağrı merkezi arandığında canlı operatör için tahsis edilmiş sınırlı sayıdaki seçenekleri mesela kredi kartı kayıp ihbarı tuşluyormuş. Üçüncüsü ise; çağrı merkezlerinde çalışan personelin sınırlı bilgiye sahip olması.

Deniz, sınırlı olarak bilgilendirilmiş ve yetkilendirilmiş operatörlerin tüketicinin sorununu çoğu kez çözemediğini vurguluyor. Deniz, müşteri memnuniyeti için şirketlerin müşteri hizmetleri birimlerini daha çok geliştirmesi gerektiğini söylüyor. Çağrı merkezlerinde çalışanların durumu ise daha zor. Çözüm arayışındaki müşteri ile çözüm vaat eden şirket arasında kalıyor. Çağrı sisteminde 1-2-3 tuşlarına basarak kaybolmuş sinirli müşterinin hakaretlerine maruz kalıyor.

***

Çağrı merkezi çalışanları da muzdarip
Çağrı merkezi çalışanlarının çoğunlukla psikolojileri bozuluyor. Zaten uzun yıllar bu işi yapmak mümkün değil. En fazla 3 yıl. Çağrı merkezi çalışanları bu sorunlarını dile getirmek ve özlük haklarını iyileştirmek için dernek kurmuş. Çalışma saatlerinin uzunluğu, düşük ücret almaları gibi sorunlarını dile getiren derneğin adı Çağrı Merkezi Çalışanları Derneği. Dernek yöneticisi Utku Dinç, firmaların çalışanlarının müşteri tarafından hakarete uğramaması için önlem alması gerektiğini söylüyor. Dinç, çağrı merkezi çalışanlarının da müşterinin de şirketler tarafından mağdur edildiğini düşünüyor. ZAMAN-GÜLİZAR BAKİ

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=955931&title=musteri-hizmetleri-mi-oyalama-merkezi-mi
#1389
İstanbul Üsküdar'da oturan turizmci 35 yaşındaki Kübra Koldaş Egemen, 29 Ağustos 2009 günü marketten 6'lı pakette satılan elmalı soda aldı. Eve döndüğünde sodaları mutfak rafının üzerine bırakan genç kadın, eşi ile birlikte kahvaltı etti. Ardından sodaları yerleştirmek için tezgahın üzerinden aldı ve paketi makasla kesip buzdolabına yerleştirmeye başladı. İlk iki şişeyi yerleştirdikten sonra paketteki üçüncü şişeyi eline alan Egemen, bir patlama sesi ile neye uğradığını şaşırdı. Talihsiz kadın önce sağ elinden fışkıran kanı daha sonra da parmaklarının parçalandığını gördü. Eşi ile birlikte Acıbadem Hastanesi'ne giden Egemen'in, sağ el serçe ve yüzük parmağının boğum yerlerinden kopma noktasına geldiği tespit edilerek, mikro cerrahi ameliyata alındı. 6.5 saat süren bir operasyonla kopan sinirler tek tek dikildi. 2 parmak için eline 34 dikiş atılan bir süre hastanede tedavi gören genç kadının kolu alçıya alındı. İki ay rapor alan ve iki ay da fizik tedavi gören genç kadının parmakları hâlâ patlamanın izlerini taşıyor.

'ŞİŞE DARBE ALARAK PATLAMIŞ'

Egemen, olayın ardından sodayı üreten şirketin hem yurtiçi, hem de yurtdışındaki yetkilileriyle temasa geçti. Patlayan şişeyi alıp test uygulayan şirket, şişenin darbe aldığını ve bu darbeye bağlı olarak patladığına karar verdi. Egemen, bir süre sonra durumuna ilgisiz kalındığını belirterek, olayı mahkemeye taşıdı. Avukatı aracılığıyla İstanbul Tüketici Mahkemesi'ne 100 milyar liralık manevi tazminat davası açan ve olaydan beri soda içmediğini, şişesini eline dahi alamadığını belirten Egemen, "Şirkete dava açmayı düşünmüyordum ama ilgisizlikleri nedeniyle bu davayı açmaya karar verdim. Benim başıma gelen bu olayın başkalarının da başına gelmemesi için önlemler alınmalı" dedi.

'Ayıplı mal davası açılabilir'

Avukat Bülent Deniz (Tüketiciler Birliği Onursal Başkanı): Patlayan soda şişeleri, 'ayıplı mal' kapsamında değerlendirilmeli. Şişenin defolu olması, üretici firmayı sorumluluktan kurtarmaz. Tüketiciler böyle bir olayla karşılaştığı takdirde önce Tarım İl Müdürlüğü'ne, ardından da Cumhuriyet Savcılıklarına başvurmalı. Yargının hızlı hareket etmesi gerekir.

Nizamettin Şentürk (Madensuyu Üreticileri Derneği Genel Sekreteri): Münferit olaylar. Yılda 2 milyar maden suyu şişesi piyasaya sürülüyor. Bu tip bir olay 2 milyarda 1 veya 2'dir. Bunlar da, üretim ve dolumdan kaynaklanmıyor. Şişelerin, değişik ısı ortamlarında tutulması ve uzun süre sallandıktan sonra darbe almasından kaynaklanıyor.

Özür şişesi de patladı

2006: Sakarya'da büfede çalışan 21 yaşındaki Tuncay Sarı, soda şişesinin patlamasıyla yaralandı.

2007: Bodrum'da Dr. Hayati Şener'in dolaba yerleştirdiği sodalardan biri patladı. Firmanın özür için gönderdiği 5 şişe de peşpeşe patladı.

2007: İzmir'de Mine Orhan, patlayan kapakla gözünden yaralandı.

2008: Ankara'da Vahide Ünal sodanın patlaması sonucu kolundan yaralandı.

2009: Eskişehir'de 2.5 yaşındaki bir çocuk soda şişesinin patlaması sonucu gözünden yaralandı. SABAH

http://www.haber7.com/haber/20100227/Patlayan-soda-siseleri-tehlikeli-oluyor.php
#1390
Medine'nin kaynaklarda 80'e yakın ismi geçiyor.Bunlardan birisi de "Dâru's-Selam"...

"Barış, Esenlik ve Adalet Yurdu" anlamına gelen bu isim, çağlar önce Hz. Süleyman tarafından şimdiki Küdüs hakkında da kullanılmıştı: Jarusalem...

Bunlar, aynı zamanda, Müslümanların yeryüzündeki ezeli hedefini gerçekleştirme teşebbüsü oluyor: "Allah Dâru's-Selam'a çağırıyor." (Yunus; 25).

Peygamberimiz Medine'ye gelince şehrin "Yesrib" olan ismini "O Medine'dir" diyerek değiştirdi. Medine, 'din' kökünden geliyor ve "dinin zamanda ve mekanda ete kemiğe bürünüşü" demek oluyor.

Bakın, bir din zamanda ve mekanda nasıl ete kemiğe bürünüyor ve bu bürünüşün temelinde neler yatıyor. Yani "Medine" nasıl kuruluyor. Sahneler halinde sıralıyorum, her bir sahnede nice mesajlar var...

***
Hz. Ali ve Suheyb hicrette Medine'ye en son gelenlerdi. Ali Mekke'de kalmıştı çünkü müşriklerin peygambere bıraktıkları emanetleri sahiplerine iade edip öyle gelecekti... Öte yandan bu müşrikler Mekke'de mahzur kalan Suheyb'i ancak "mal" karşılığı serbest bırakmaya razı oldular... Peygamberimiz Ali'yi Medine'ye gelince yanına aldı, Suheyb'in çöl sıcağından pişmiş ayaklarını elleriyle ovdu ve her şeyini geride bırakıp gelmiş birisi için "Büyük kazanç işte budur! dedi...

Böylece "kuruluş" başladı...

***
Kuba denilen yerde ilk Cuma namazını kıldırdı. Verdiği hutbede şunları söyledi; "Ey insanlar! Ne bir aracı ne de bir tercümana ihtiyacı olmayan Rabbiniz ile karşılaştığınızda size "Resulüm size gelmedi mi? Size onca mal mülk verdim, bana ne getirdiniz?" diye soracak. Kişi sağına soluna bakacak ve kimseyi göremeyecek, önünde ateşi görecek. Ey insanlar! Kendinizi bir hurma vererek de olsa bu ateşten koruyun. Verecek bir şeyi olmayanlar kardeşine tabessüm etsin zira tebessüm de sadakadır. Allah bire yüz verecektir. Allah'ın selamı üzerinize olsun...!

Medine'yi kuran "hutbe" işte buydu.

***
Medine'de "bahçe sahipleri", bahçelerinin etrafına duvar çevirmişti. Onlara şöyle dedi: "Ey Ensar! Mallarınızı saklamak ve yetim ve yoksullardan esirgemek için mi böyle yapıyorsunuz? Halbuki bahçeleriniz ve oradaki mallarınızdan yerdeki Ademoğullarının ve gökteki kuşların hakkı vardır. Sevap kazanmak istiyorsanız duvarları yıkın!" Böylece Medine'de bahçe duvarını yıkmayan kimse kalmadı.

Medine'yi kuran "yıkım" işte buydu.

***
Şehrin içlerine doğru devesi Kusva ile ilerledi. Kabile zenginleri önünü keserek "Ey Allah'ın Resülü bizde mal çoktur. Evimiz çardaklı ve geniştir. Servetimiz boldur, bize buyur" diyorlardı. Böyle böyle her kabilenin mahallesinden geçerken önünü kesip kendilerine buyur ettiler. Her defasında "Malınız, servetiniz sizin olsun, hayrını görün. Devenin yularını bırakınız, o gideceği yere gidecektir" dedi. Deve nihayet Sehl ve Süheyl adında iki öksüz ve evsizin durduğu yere çöktü. Burası bir hurma kurutma yeriydi. Buraya en yakın ev de Ebu Eyyub el-Ensari'nin eviydi ve Medine'nin en yoksul eviydi. "Burada konaklıyoruz" dedi. Ve oraya mescid yapıldı. Mescidin yapımında bizzat çalıştı, oraya Mescid-i Nebi dendi.

Medine'yi kuran "bina" işte buydu.

***
Beş ay kadar sonra "Kardeşlik" antlaşması yapıldı. 186 aile birbiriyle kardeş oldu. Malda mülkte ortak oldular. Birbirlerine mirasçı bile oluyorlardı. Onar onar evlere yerleştiler. Bir ineğin sütünden on aile içiyordu. Arazisi olan olmayanla bölüşüyor, tarlalarda nöbetleşe çalışıyorlardı. Tam bir kardeşlik devrimi gerçekleşmişti. "Yar yanağından gayrı her şey ortak" oldu. Öyle ki kardeş yapılan Medine'li, Mekke'liye "İşte mallarım, yarısını sana veriyorum. İki eşim var, senin seçtiğin birini hemen boşayayım, sen evlen!" bile diyebilmekteydi. Bölüşmüşlerdi ne varsa ekmeği aşı, harç yapmışlardı şehre sevgiyi, barışı...

Medine'yi kuran "aşk" işte buydu.

***

Medine'de pazar ve panayırlar vardı. Satın alınan bir yerde pazar kurdurdu. Panayır mafyasının itirazına rağmen "Burada kim erken gelirse yer onun olacak, yer kondu parası alınmayacak" dedi. Böylece yoksul satıcıların bu pazara rağbet etmesini sağlayarak, ötekilere alternatif alış veriş alanları açtı. Gençlik yıllarında Arabistan'ın çeşitli yelerinde kurulan panayırlara katıldığından neyin yapılması gerektiğini çok iyi biliyordu. Ticaret yaparak zenginleşen arkadaşlarını gördüğünde "Cennete zor girer" veya "Elinden tutmasam ateşe düşüyordu" gibi imalarla fazla mallarını infak ettiriyordu. Mal ve mülkün belli ellerde toplanmasını ve sınıflaşma meydana gelmesine asla göz yummuyordu. Böyle böyle örneğin Abdurrahman b. Avf'ın ticaret kervanlarından elde ettiği malları beş kez infak ettirerek sıfırlatmıştı. Sürekli olarak ihtiyaçtan fazla malın infak edilmesini emrediyordu. Büyük mülkiyetlere ortaklaşa, küçük mülkiyetlere de şahsi olarak sahip olunabilirdi. Bundan fazlasına izin vermiyordu. Tarlada çalışanlara buranın sahibi nerede diye sorunca, tarlayı kiraladık dediklerinde, "Böyle olmaz, ya kendisi de gelecek, ortaklaşa üretip paylaşacaksınız, ya da burayı size infak edecek" diyordu. Emeksiz kazanca asla izin vermiyordu. Medine'de alternatif üretim (halk) ve paylaşım (kerem) düzeni böyle kuruldu.

Medine'yi kuran "emek" işte buydu.

***
18 kabileyi bir araya getirerek 47 maddelik "Medine Sözleşmesi"ni imzaladı. İçlerinde gayr-ı muslimlerin de bulunduğu bu sözleşme şöyle başlamaktaydı: "... İşte bunlar diğer insanlardan ayrı tek bir ümmettir." Sözleşme metninde en çok geçen kelime adalet ve ma'ruf (ortak iyi) idi. Sürekli olarak yeni kurulan topluluğun (komün/cemaat) karşılıklı yardımlaşması ve dayanışması vurgulanmaktaydı.

Medine'yi kuran "anayasa" işte buydu.

***
Toplumda tartışmasız liderlik rolü üstlenmesine rağmen benzerleri arasında birinci (primus inter pares) kuralına göre hareket ediyordu. Ne tantana ve ne de debdebeli törenlere tenezzül ediyordu. Giydiği elbiseler, oturduğu ev ve konuşma tarzı vs. bakımından diğer insanlardan hiçbir farka sahip değildi. Onunla konuşulurken "Ey Allah'ın elçisi!" veya "Ya Muhammed!" ya da künye adıyla "Ya Ebe'l-Kasım!" şeklinde hitap edilirdi. Asla onun kapısında bir düşman saldırısı hariç bir muhafız nöbet beklememiştir. Bu durum Medine'deki evi için olduğu kadar yolculuk sırasında karargah kurduğu sırada da sözkonusudur. Halk yığınları arasına girip karışırdı. Halk arasında en sıradan kişiler bile onunla rahatlıkla görüşebilirdi. Şehrin cadde, mahalle ve çarşılarında herhangi bir insan gibi yürürdü. Elbiselerini kendi yamar, ayakkabılarını kendi tamir ederdi. Hasta olan Yahudi bir çocuğu ziyarete gider, cenaze geçtiğini görünce gayr-i Müslim de olsa ayağa kalkardı. Bir gurup arkadaşı ile piknikte koyun kesildiğinde birisi yüzme, diğeri etleri doğrama işiyle meşgül olurken o da çalı çırpı toplamaya çıkardı. "Hayır biz yaparız, siz oturun" demelerine rağmen kabul etmezdi. Yolda birisine arkadan yaklaşarak kolunu tutup kaldırır "Bunu kim satın almak ister" diye çağırarak veya arkadaşının yüzüne ağzından su püskürterek şakalaşırdı. Eşiyle koşu yarışı yapardı. Pazarda satıcının torbasına eline daldırır, altı yaş çıkınca "Bunu alıcıya haber ver yoksa aldatmış olursun" derdi. Savaşta mübarezeye (düello) çıkmış, yaralanınca arkadaşlarının omuzlarına yaslanarak çadıra taşınmıştı...

Medine'yi kuran "önder" işte böyleydi.

***

Bir gün namaz kıldırırken aniden namazı kısa keserek bitirdi. Hızla evine gitti ve bir müddet sonra döndü. "Ne oldu ey Ebe'l-Kasım!" diye sordular. "Eve bir kesede altın ve gümüş (para) getirmişlerdi. Namazda aklıma geldi, gidip yoksullara verdim. Aksi halde helak olacaktım." dedi...

Medine'yi kuran "korku" işte buydu.

***
Ve son sahne...
Son nefesini verirken eşi Aişe'ye sordu; "7 dirhemimiz vardı, o ne oldu? Duruyorsa hemen infak et." Aişe infak edip gelince "Rabbimin huzuruna üzerimde mülkiyet olduğu halde çıkmaktan haya ederim" dedi...

Medine'yi kuran "haya" işte buydu.

***
Ne zaman onun adını duysam bu sahneler aklıma gelir.

Yerden ve gökten kaçar, yerin dibine geçerim.

Bu "haya" olmazsa Medine kuramazsınız.

Böyle kuruldu Medine, böyle...

(Tavsiye kitap: Muhammed Hamidullah; İslam Peygamberi; "İktisadi Sistem" ve "Devrin Sosyal Yapısı" bölümleri, c.2, M. Asım Köksal; İslam Tarihi; "Peygamberimizin Medine'ye Gelişi" bölümü, Medine Dönemi; c.1-2, Kütüb-i Sitte; "Mudâraba" ve "Müzârea" bölümleri).

recepihsan@gmail.com
http://www.haber10.com/makale/18633/
#1391
Vatikan kilisesinin balkonundan halkı selamlayarak "kutsayan" Katolik papaları...

Kilisede dev sakalı ve simsiyah cübbesi ile tütsüler içinde ayin yaptıran Ortodoks rahipleri...

Tapınakta nirvanaya duran Budist keşişleri...

Camide vaaz veren kırmızı fes üzerinde beyaz sarığı ile Sünni hocalar...

Kum şehrinde kum gibi kaynayan siyah, beyaz sarıkları ile Şii mollalar...

Dergahta post üzerinde muridlerine feyz dağıtan tarikat şeyhleri...

Cemevinde semah yaptıran upuzun beyaz sakalıyla Alevi dedeleri...

Velhasıl kendilerine özgü renkli kıyafetleriyle dünyanın değişik yerlerinde görmeye alışık olduğumuz o "din adamı" görüntüleri...

Acaba İslam'ın peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v) böyle birisi miydi?

Hz. İbrahim, Musa, İsa bunlar gibi miydi?

Yazının başlığında geçen "din adamı" tabirinden, bir sınıf ve meslek olarak din adamlığını kastediyoruz. Çünkü insanların çoğu "Nasıl ki her mesleğin bir adamı var; din de bir meslek olduğuna göre onun da adamları olur" diye düşünüyor.

Acaba öyle mi?

Din bir meslek midir?

Meslek, kişinin geçimini sağlamaktan öte, üzerinden zengin olabildiği, mal mülk yığabildiği vasıta olduğuna göre, din de bu vasıtalarından birisi mi olmaktadır?

Peygamber denilince insanların aklına yazının girişinde tasvir edilen "din adamı" tipolojisi neden geliyor?

***

Dikkatle baktığımızda başta Hz. Peygamber olmak üzere o her gün adını duyduğumuz peygamberlerin hiç birisinin böyle olmadığını görürüz.

Her şeyden önce Hz. Peygamber, hiçbir zaman kendine özel bir "din adamı" kıyafetiyle dolaşmamıştır. Onu içinde yaşadığı toplumdan ayıran özel bir kıyafeti asla olmamıştır. Bu konuda kendini toplumdan ayırmamıştır. Ömrü boyunca Ebu Cehil nasıl giyiniyorsa öyle giyinmiştir.

Demek ki peygamber bugün yaşasaydı, hangi toplumda yaşıyorsa o toplumun genel, yaygın ve makul kıyafeti neyse öyle dolaşacaktı. Onu kıyafet bakımından halkından ayıramayacaktık. Onun bu konudaki sünneti budur.

İkinci olarak Hz. Peygamber, şimdiki din adamlarının çoğu gibi yaşlı değildi. Peygamberliğe başladığında henüz 40 yaşına yeni girmişti. Onda "din adamı" denilince aklımıza gelen yaşlı, piri fani, "yeşil sarıklı ulu hoca" görüntüsü yoktu. Saçları kulak memelerinin altına inecek kadar uzundu ve genellikle de ortadan ikiye ayırırdı. Bugünkü tabirle "yağız bir delikanlı" görüntüsü vardı.

Keza Hz. İbrahim de Babil İmparotorluğu'nun resmi devlet tanrısı putlarını kırdığında "İbrahim adında bir delikanlının putlarımıza dil uzattığını duymuştuk" sözünden de anlaşılacağı gibi hayli gençti. Hz. Yusuf da vezirin karısının "delikanlısı" idi. Hz. Musa da Firavun'un sarayında yetişmiş ve tam gençlik çağında Mısır'ı terk etmişti. Hz. Zekeriya ise yaşlılığın son haddine varmışken Allah'tan çocuk istediğinde, peygamberlik görevine başlayalı yıllar olmuştu. İlk gençlik yıllarından beridir halkını uyarıyordu. Yani peygamberlerin hemen tamamı işe genç denilecek yaşta başlamışlardır. Dolayısıyla peygamber denilence insanların aklına din adamı görüntüsündeki yaşlı piri fanilerin gelmesi yanlıştır.

Üçüncü olarak, şu ana kadar göründüğü kadarıyla din adamları nedense hep zengin olur. Oysa Hz. Peygamber vefat ettiğinde peygamber olmaktan kaynaklanan bir serveti yoktu. "Geride birkaç kap ve bir kitap"dan başka bir miras bırakmadı. İslam'ın ilk halifelerinden üçü (Ebubekr, Ömer, Ali) de vefat ettiklerinde aynı durumdaydılar. Fakat onlardan sonra ne yazık ki bunu göremiyoruz.

Dördüncü olarak, din adamlığının mantığında dünya lezzetlerinden uzaklaşma vardır. Ruhbanlar böyle iddia etmelerine rağmen buna tam da uymazlar. Oysa Hz. Peygamber böyle bir şeye iyi görmediği gibi her normal insan gibi yedi, içti, kadınlarla evlendi.. Eşleriyle zaman zaman sorunlar yaşadı. Her normal insan gibi acı ve tatlı günleri oldu. Torunlarını omuzunda gezdirdi, her gördüğünde yukarı atıp tutarak sevdi ve sevindirdi. Eşi Aişe'ye Fatma'ya Fatoş dememiz gibi "Aiş" diyerek takıldı. Onunla koşu yarışları yaptı, başını omuzuna yaslayarak birlikte folklor oyunları seyretti. Yani dolu dolu diyebileceğimiz bir aşk ve evlilik hayatı yaşadı. Oysa bunlar din adamı mantığına göre "ruhaniliği" bozan şeylerdir. Öyle ya, dünya lezzetlerini alabildiğine tadan, "beyaz tenden" veya "cins-i latîf"den uzak durmayan birisi nasıl "veli" veya "aziz" olabilir (!).

Dördüncü olarak Hz. Peygamber tapınaktan gelen birisi değildi. Hiçbir ayin yönetmemiş, dini fetvalar vermemiş, kutsal kitapları okumamıştı. Yörenin tanınmış "dini otoritesi" filan değildi. Bir okulda okumamış, diploması, "akademik kariyeri" vs. yoktu. Dağda koyun güdüyordu. Amcaları ile ticaret kervanlarına katılıyordu. 25 yaşında "Hilfu'l-Fudul" (Erdemililer İttifakı) adlı bir teşkilata "adalet" üzerine yemin ederek girmişti. Teşkilatın kurucuları arasında yer almıştı. Bu teşkilat Mekke'de haksızlığa uğrayan, zulme maruz kalan garibanları, kimsesizleri, yoksulları, yolu kesilenleri (İbn'us-Sebil) koruma ve kollama amacıyla kurulmuştu.

Örneğin böylesi bir olayda, Mekke'ye kızı ile birlikte gelen bir köylünün yolu kesilmiş, satmak için getirdiği malına ve kızına şehre hükmeden yedi-sekiz tefeci bezirgandan birisi el koymuştu. Adam yana yana derdine çare arıyordu. Oradan birisi "Muhammed adında bir genç var, ona git, böyle işlerle ilgileniyor, sana yardımcı olur" dedi. Adam, o yıllarda henüz 25 yaşlarında olan genç Muhammed'e gelerek derdini anlattı. Muhammed, derhal kendisi ile aynı yaşlarda olan 10-12 kişilik bir gurubu göndererek tefeci bezirganın evine kuşattırdı. Grup kapıya vurarak adamın malını ve kızını geri vermesini istedi. Mekkeli kodaman, önce itiraz etti sonra da hiç olmazsa kızın bir gece kendinde kalmasını istedi. Grup bu söze öyle sinirlendi ki alınlarındaki damarlar görüyordu. Grup lideri etrafındakilere işaret ederek kapıya yüklendi. Omuzuyla kapıyı kırmak için yükleniyordu. Derken gürültüden iyice rahatsız olan kodaman aşağı inerek kapıyı açtı. Kızı ve malı teslim etti. Yine buna benzer bir olayda Muhammed, tefeci bezirganın yakasını toplayarak öyle bir sarstı ki, Ebu Cehil daha sonra "Azgın bir deve gibi üzerime geliyordu" diyecektir. (İbn Habib, El-Muhabber)

Böylesi olaylar gösteriyor ki Hz. Peygamber, daha ilk gençlik yıllarından itibaren post üzerinde köşesine çekilmiş oturan "yeşil sarıklı ulu bir hoca" tipinde değildir. Genç, aktif, dinamik, canlı ve hayatın doğrudan içinde birisidir.

35 yaşından itibaren de içten gelen bir yalnızlığa bürünmüş, dağlarda, ıssız tepelerde gökleri seyretmeye, yaşadığı şehre tepeden bakarak "Ben kimim ve bu hal neyin nesi?" diye sormaya, sorgulamaya başlamıştı. Çektiği varoluş sancısı onu geleceğe hazırlamaktaydı. Allah bu sancıyı karşılıksız bırakmadı. Hira mağarasından şehre inip, tarihin önüne çıkarak kendini peygamber olarak tanıttığında yanında Allah'tan başka hiç kimse yoktu.

Yine peygamber olduktan sonra, 60 yaşındaki şu olaya bakınız:

Mekke'nin fethinden sonra Hz. Peygamber (s.a.v) Hevazin ve Sakif kabilelerinin üzerine yürüdü. Yeni katılanlarla birlikte 15 bin civarında hayli kalabalık bir orduyla fatih ve muzaffer bir edayla, 4 bin civarındaki düşman kuvvetleriyle karşılaştılar. Müslümanların içinden "Mekke'yi de fethettik, artık kimse bize karşı koyamaz, topu topu dört bin kişiler." sesleri yükselmekteydi. Dağılan düşman ordusuna bakarak ganimet toplamaya dalan Müslümanlar, düşmanın toparlanıp şiddetli bir ok yağmuruna başlamasıyla gerisin geri kaçmaya başladı. Eline ganimetten bir parça geçiren geri dönüp kaçıyordu. Ordunun dağılmaya yüz tutması üzerine ovada bir ses yankılamaya başladı; "Ben nebiyim, yalan yok, Ben Abdulmuttalib'in torunuyum!" diye bağıran bu ses, atını mahmuzlayarak düşmanın üzerine atılıyordu. Atın hemen yanındaki bir kaç kişiden "Ey Allah'ın kulları! Ey Ashabu'l-Şecere, Ey Ashab-ı Suretu'l-Bakara! Kaçmayın, geri dönün!" sesleri yükseliyordu. Bunun üzerine kaçmakta olanlar gerisin geri dönerek kişneyerek şaha kalkan, elindeki çakıl taşlarını ata ata düşmanın üzerine yürüyen bu cesur sesin etrafında kenetlendi. Hepsi birden tekrar yekvücut oldular ve son bir hamleyle düşmanı bozguna uğrattılar. Doğruluk ve dürüstlük timsali (el-emin) olmakla beraber, cesareti ve yiğitliği ile de gerçek bir lider olduğunu gösteren ve orduyu dağılmaktan kurtaran bu atlı Hz. Peygamber (s.a.v)'den başkası değildi. (Razi, Kurtubi, İbni Kesir, Taberi).

Demek ki onun dikkat çeken özellikleri, kılık kıyafetinde, din otoritesi olmasında, tapınak rahipliğinde, gizemli, sırlı, büyülü, tütsülü tavır ve edalarında değil; dürüstlük abidesi (el-emin) karakterinde, benliğini kuşatan yetim yüreğinde, muazzam ahlakında (hulg azim), haksızlıklara tahammülü olmayan karakterinde, adalet özleminde, yalnızlığa bürünüşünde (müdddesir), ağır sorumluluklar hissedişinde (müzzemmil), ufuklara dalarak yaşadığı korku ve titreme (huşu) ile kalabalıklar içinde kendini gösteren atılgan ve cesur kişiliğinde aranmalıdır.

Şimdi, böylesi bir kişilik hiç bugünkü "din adamı" profiline benziyor mu?

***

Öte yandan dikkatle baktığımızda, Hz. Peygamber'in, dini özel bir meslek olmaktan çıkarıp, genele yayarak (umum/ummi) hava gibi herkesin soluduğu bir hayat kaynağına döndürmek amacında olduğunu görürüz. Bunun içindir ki Kur'an onu "ummi nebi" olarak tanıtmıştır.

Şöyle ki:

Eski dünya dinlerinin (Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusîlik, Manihaizm, Hinduizm, Budizm vs.) tekelinde olan tanrı ve din konularını sokaktaki adamın aklına ve vicdanına hitap eder tarza indirmiştir. Yani dini muhayyileyi daha rasyonel hale sokmuştur. Her tür Haman, Ruhban, Brahman, Şaman vs. sultasını tarihe gömmüştür.

Örneğin, eski çağlarda göğe merdivenle çıkıp Tanrı ile konuşma anlamına gelen ve sadece din adamlarına mahsus olan miracı (u'ruc/mi'rac) "Namaz mu'minin miracıdır" diyerek sokaktaki adamın "tek kişilik" eylemine indirmiştir. "Ruhbanlık yoktur, cihat vardır" diyerek din adamlığının köküne kibrit suyu dökmüştür.

Tanrı'nın ne din adamlarına ne de krallara yönetme yetkisi vermediğini, hiç birisinin Tanrı'nın oğlu olmadığını ilan etmiş ve krallarla Tanrı arasındaki dini-politik bağı kesip atmıştır. Oysa eski çağlardan beri Tanrı'nın oğlu olma iddiasında olmayan bir kral neredeyse yoktu. Japon imparatoru Tanrı'nın oğlu olduğu iddiasından daha 1946 yılında resmen vezgeçmiştir. Bu nedenle "Allah birdir. Bölünmez bir bütündür. Doğurmaz ve doğurulmaz" diye başlayan İhlas suresi, Lehep ve Kafirun sureleri gibi son derece siyasi-politik mesajlarla yüklüdür.

Yine eski dünya dinlerinde din adamlığı bir meslek olarak icra edilir ve en önemli servet yığma kaynakları arasında yer alırdı. Toplum "tapınak" etrafında örgütlenmişti ve tapınak görevlileri de din adamlarıydı. Vergiler tapınakta toplanır ve din adamlarınca yönetilirdi. Tapınağa getirilen mallara "Tanrı malı" diye etiket vurulur ve sahipliğini de Tanrı veya onun yeryüzündeki oğlu olduğuna inanılan kral adına din adamları idare ederdi.

Eski çağlardaki Sümer, Akkad, Babil, İbrani, Arami, Hitit, Asur, Pers, Mısır, Roma tapınakları bunların örnekleriyle doludur.

Din adamları en eski çağlardan beri Şaman, Kâm (Türk), Brahman (Hind), Mog, Mithra (İran), Haman (Mısır), Druid (Britanya), Rişama (Sabiî), Sangha (Tayland), Lama (Tibet), Afkallu (Nebati), Flamen (Roma), Haham (Yahudi), Rahip (Hristıyanlık) vb. isimlerle anılırlardı.

Bunlardan özellikle MÖ.400-MS.200 yılları arasında bugünkü Suriye'de yaşayan Nebatiler önemlidir. Çünkü onlarda Allat, Manotu, Hubalu, Uzza gibi birçok tanrı veya tanrıça ile Afkullu adında din adamları sınıfı ve Tanrı kültleri için Bayta denilen kutsal mekanları vardı. Tanrılar genellikle abstrakt denilen dikili taşlar ile sembolize edilirlerdi.

Bunlar Müslümanlar için pek yabancı gelmeyecektir.

Çünkü bunun benzeri bir düzen Mekke'deki Kabe çevresinde kurulmuştu. Nebati tapınak rahiplerinin (Afkallu) yerini Mekke'ye hükmeden 7-8 tefeci bezirgan almıştı. Bu tefeci bezirganların başını da Hz. Peygamber'in amcası Ebu Lehep çekiyordu. Bu düzene Kur'an "Yeda Ebu Lehep" dedi ve ilk inen ayetlerde doğrudan hedef gösterdi: "Kahrolsun Ebu Lehep iktidarı, kahrolsun!" (Lehep Suresi: 1).

Eski dünya dinlerinin din adamları gibi, Mekke'ye hükmeden bu tefeci bezirganlar, Kabe'ye getirilen hediye kurbanlık ve malları yönetiyorlardı. Aralarında pay ederek üleşiyorlardı. Allah'ın evi Kabe'yi eski dünya dinlerinin tapınaklarına çevirmişlerdi. Kendileri de din adamlığı rolü üstlenerek böylesi bir menfaat çarkı kurmuşlardı. Kur'an, bu hediye ve malların (en'am) iç edilmesine dayalı menfaat çarkını en sert şekliyle eleştirdi. En'am suresini okuyun, bunu anlatır.

Hz. Peygamber'in ilk elden politik hedefi, menfaat tapınağına dönüştürülen Allah'ın evini, işte bu tefeci bezirganların elinden kurtarmak ve asli haline döndürmekti. Onun içindir ki bu düzenden nemalananlarca şiddetli tepkiyle karşılaştı ve asla affedilmedi.

Bu açıdan bakarsak Hz. Peygamber'in çıkışı, kendinden altı asır önceki Hz. İsa'nın çıkışına ne kadarda benzer. Hz. İsa'nın tapınağı basarak "din adamlarına" meydan okuyuşu İncil'de şöyle anlatılır:

"Tapınağa bir genç geldi. Avluda sığır, koyun ve güvercin satanları, orada oturmuş para bozanları gördü. İpten bir kamçı yaparak hepsini koyunlar ve sığırlarla birlikte tapınaktan kovdu. Para bozanların paralarını döküp, masalarını devirdi. Bir yandan da şöyle bağırıyordu: "Tanrı'nın evini ticarethaneye çevirdiniz, ey engerek soyu! Bu tapınağı yıkın, onu yeniden yapacağım..." (Mat. 21:12-13, Mar.11:15-17, Luk. 19:45-46. Yuh.2-13-19).

Bu sözlerle sığırlar, koyunlar anlamına gelen En'am suresinde anlatılanlar ne kadar da birbirine benziyor. Hz. Muhammed de, Kabe'de, amcası Ebu Lehep'in yüzüne buna benzer sözlerle haykırmıştı.

Demek ki, başta Hz. Muhammed olmak üzere, peygamberlerin ilk elden hedefi, tapınak bezirganı bu din baronlarıdır. Çünkü bunlar Allah'ın evini ticarethaneye çevirmekte, para bozmakta, mal yığmakta ve din adına servet biriktirmektedirler.

Nitekim tarihe baktığımızda Budha'nın Hind din adamları sınıfı Brahmanlara, Zerdüşt'ün İran din adamları Moglara (Molla?), Musa'nın Mısır din adamları Hamanlara, İsa'nın Yahudi din adamları Hahamlara karşı çıktığını, dahası çoğunun onlar tarafından yargılanarak ölüme mahkum edildiğini görürüz.

Bu tesadüf müdür?

Nasıl oluyor da bir peygamberin en azılı düşmanı bir din adamı olabiliyor? Bu ne yaman bir çelişkidir. Demek ki kafamızdaki "din adamı" imajını ciddi bir şekilde gözden geçirmemiz lazım.

***

Kuran'ı eline yeni alan sıradan bir Yahudi veya Hıristiyan vatandaşı, Bakara suresinin 40. ayetinden başlayıp 152. ayetine kadar yoğun ve oldukça sert bir Kitab-ı Mukaddes (Yahudi-Hıristiyan) geleneği eleştirisi ile karşılaşır. Buradaki eleştirileri okuyup da sarsılmaması mümkün değildir.

Aslında bu eleştiriler sokaktaki sıradan Yahudi veya Hıristiyan'a değil tümüyle "din adamları" (Haham-Ruhban) sınıfına yönelik eleştirilerdir.

Allah'ın ayetlerini az bir paha karşılığı satmaktan Allah adına ayet uydurmaya, halkın parasını din namına karınlarına doldurmaktan kitabı kendi tekellerine almaya kadar ne kadar "din adamı" karakteristiği varsa hepsi en sert ifadelerle yerden yere vurulur; "zillet, alçaklık, maymun iştahlılık, haram yiyicilik, nimeti inkâr, zalimlik, nankörlük" vs. bunlardan sadece bir kaçıdır.

Bu nedenle Kuran'ın din adamlarına yönelik eleştirisi, sokaktaki adamın, o dönemde artık birer "Tanrı A.Ş" veya "mabet bezirgânlığına" dönüşmüş "tapınağa" yönelik öfkesini yansıtır.

Keza Hz. Peygamber'e daha ilk günden itibaren sürekli karşı çıkan, kendisi dururken daha 40 yaşına yeni basmış bir yetimin Allah'ın peygamberi seçilmesini içine sindiremeyen, bu nedenle de başta Bedir ve Uhut olmak üzere bütün savaşlarda karşısına çıkan, karşısına çıkanları kışkırtan, yerel düzeyde başarılı olamayınca dönemin küresel gücüne (Bizans) giderek kendi ülkesini işgale davet eden, bunun için de Medine'deki adamlarına karşılama için bir mescid yaptırtan (Mescid-i Dırar) kişinin de 70 yaşında bir din adamı (rahip) olan Ebu Amir olduğu unutulmamalıdır. O Ebu Amir ki ihtirası onu yakıp bitirmiştir. Sonunda ağırlandığı Bizans saraylarında ölüp gitmiştir. Demek ki ihtirasların en tehlikelisi ve zararlısı din adamlarında görülenidir. Bu diğerlerine hiç benzemez.

***

Görülüyor ki Hz. Peygamber'in şahsında karşımızda, "hayatın dışında ve fakat üzerinde etkili" bir din adamı profili değil; bütün renkliliği ile "bizzat hayatın içinde yaşayan" bir peygamber örnekliği vardır.

Din adamı mantığı, bir yıldız veya sanatçı mantığı gibidir. Hayatın dışına çıkmayı, insani yönlerini mümkün mertebe insanlara göstermemeyi esas alır. İnsanlara hep etkileyici görünmek ister. Aksi halde gözden düşecektir.

Mantık bu olunca örneğin bir din adamı güya giderek ruhanilik kazanacak, azizliğe yükselecek ve hatta tanrılaşacak, gündelik hayatta fazla görünmeyerek "karizması" sarsılmayacak, böylece insanların ruhlarına uzaktan nüfuz edecektir.

Bu nedenle bütün din adamları veya din adamı özentisi içindeki kişiler kasıntılıdır. Alabildiğine kasılarak hem kendilerini hem de karşısındakileri gererler. Sıradan birisi gibi görünmeyi kendilerine yediremez, kıyafetleriyle, kisveleriyle, tavır ve edalarıyla toplumdan ayrı olmak isterler. Ağızlarını yayarak, ruhani pozlara bürünerek konuşurlar. Yanlarında rahat edemezsiniz. Bakmanız haram, kalkmanız haram, gülmeniz günah vs. gibi hisse kapılırsınız. En tabiî halleriyle kendileri olmak yerine, toplumun onlara biçtiği rolü oynarlar. Bu rolü oynamazlarsa insanların kendilerini terk edeceği endişesine kapılırlar. Yalnızlığa dayanamazlar. Çünkü kendilerini her daim ayakta tutacak bir yalnız yürekten aslında yoksundurlar. Bu yalnız yüreğin ancak ve sadece, hiçbir yere sığmayıp sadece oraya sığabilen Allah aşk ve sevgisi ile ayakta kalabileceğini, sadece O'nunla güçlüklere göğüs gerebileceklerini bilmezler. Çocuklar gibi sevilmek, alkışlanmak, pohpohlanmak isterler. Bunun içindir ki insanlar nazarında en şöhretli kişi, aslında insanlar tarafından en çok sevilme ihtiyacı içindeki kişidir.

İnsanlar muhayyilelerinde ideal prototipler yaratır ve onlarla deşarj olurlar. Kimimize din adamı, kimimize sanatçı, kimimize yıldız, kimimize kahraman rolü vererek. Biz de bu sahte rolleri oynamak için kasıldıkça kasılır ve ona mahkum oluruz.

Oysa Allah'ı neden göremiyoruz diyen birisine "O'nu görmediğim an yoktur" diyenden daha mü'min, selamlamak için önünde secde eden birisine, yakasından tutup kaldırarak "Dik dur ve öyle selam ver, bizim selamlamamız budur" diye uyarandan daha asil ve "Ben kuru hurma yiyen bir kadının oğluyum" diyenden daha özgür kim olabilir?

Böyle birisi neden "din adamı" kisvesine bürünmeye ihtiyaç duysun?

recepihsan@gmail.com
http://www.haber10.com/makale/6477/
#1392
Adamlar kendi 'yurt savunması' görevlerini bir yana bırakmışlar; Hükûmet'e ve milletin büyük çoğunluğuna karşı 'Balyoz' adını verdikleri darbe plânları hazırlamışlar... 2003'teki 1. Ordu Komutanı Org. Çetin Doğan bütün karargâhını ve bağlı birliklerini toplayarak 'plân semineri' kamuflajı altında bal gibi darbe hazırlıkları yapmış. Buna göre, camilere bombalar konulacak, uydurma irtica gösterileri hazırlanacak, 200 bin kişi stadyumlara doldurulacak ve 'irtica'(!) şiddet kullanılarak bastırılıp AK Parti iktidardan indirilecekmiş... Bu arada Türkiye'nin güvenliği de kendi uçağımız kasten düşürülerek tehlikeye sokulacakmış...
Darbe hazırlıkları konusunda Genelkurmay'ın 'plân semineri' açıklaması, hiçbir şekilde tatminkâr olmadığı gibi, TSK'nın 'ocakçı' anlayışını ortaya koyup itibarını büsbütün zedelemiştir. Hiç, camileri bombalayıp vatandaşlarını öldürmek için plân semineri düzenleyen bir ordu olabilir mi?
Mızrak çuvala sığmıyor... Bizim 'Allah, Allah!' diye taarruz eden ve yurt savunması görevini hakkıyla ifa eden orduya ve askere sözümüz yok. Lâkin siyasete müdahale eden ve milletin verdiği silâhı milletin bağrına çeviren bir darbecinin en 'adi' bir şakîden başka hüviyeti olamaz (Ülkenin Başbakanı için 'adi başbakan' diye parola yazdıranlar da şerefli Türk ordusunun mensubu olmaya lâyık değildir).
***
Bu durumda, kendilerine intikal eden darbe belgelerini teknik yetkililere inceletip doğruluğunu gören cumhuriyet savcılarının, belgelerde açıkça suç işlediklerini tespit ettikleri kişileri -geçmişte ve hâlen makam ve rütbeleri ne olursa olsun- sorgulamaları ve gerekli görürlerse gözaltına almaları kadar tabiî bir işlem olamaz.
Savcılar ne yapsalardı yani?... Onlar da mı bazı subaylar gibi politika yapsalardı? 'Fincancı katırlarını ürkütmeyelim' diye göz göre göre -son yarım asırdır yapıldığı gibi- suç işlediği iddia edilenlerin üzerine gitmeseler miydi? Ya da korkak bazı politikacılar gibi, 'Üzerlerine gidersek asker darbe yapar' diyerek kaçacak delik mi arasınlardı?...
Baykal'ın o nezih deyişiyle 'hukukun ırzına geçildiği' bir dönemde, kendilerine milletin adaleti tevdi edilmiş cumhuriyet savcıları, HSYK kendilerini de görevden alır diye korkup vazifelerini yapmasalar mıydı?...
Türkiye'de hukukun ırzına geçildiği doğrudur. Lâkin bu 'tecavüzcüler' görevini yapan savcılar ve hâkimler değil, tâ Şeflik Dönemi'nden beri bizzat CHP'liler ve onların siyasallaştırdığı yargı mensuplarıdır.
Baykal, bir de Malta Sürgünü benzetmesi yapıyor. Yani, darbecileri sorgulayanları hiç sıkılmadan İngiliz İşgalcilerine benzetiyor. Bu arada Hükûmeti de -hiç dahli olmadığı halde- en ağır şekilde suçluyor.
***
Yargının bu usulüne uygun işlemleri karşısında, Genelkurmay Başkanı'nın bütün orgeneralleri Genelkurmay karargâhına toplayarak gözdağı vermesi, Türkiye demokrasisi ve TSK için hiçbir şekilde hoş görülemeyecek bir skandaldır.
Bu hareket, 21. yüzyılın başında TSK 'ya ve onun demokrasiye ve hukuka bağlı olduğunu ikide bir tekrarlayan Genelkurmay Başkanı'na yakışmamıştır. Komutanları toplayarak Hükûmete ve daha da acısı yargıya gözdağı veren bir ordu, artık meşru zeminden uzaklaşmaya başlamış demektir.
Hele 'ciddî durum' açıklaması yaparak, özellikle 'darbe izlenimi' vermeye çalışması, hoşgörülecek ve hak verilecek bir rezalet değildir.
TSK'nın yargıya bu açık müdahalesi karşısında, siyaset yapmaktan pek ziyade hoşlanan yüksek yargı mensuplarının seslerini hiç çıkarmaması da gerçekten şâyân-ı ibrettir. İşte, tam da bu nokta, geçmişte olduğu gibi, ayak dîvanı yapan askerle ulemanın işbirliğini andırmaktadır.
***
Bu arada, Genelkurmay çevrelerinden sâdır olan bir rivayete göre, eski kuvvet komutanları tutuklanırsa, bütün orgeneraller güya istifa edeceklermiş... Bu rivayeti duyunca, Org. Başbuğ'un, medyaya ve yargıya karşı ustalıkla bir 'asimetrik psikolojik harekât' uyguladığını düşündüm. İstifa edecekleri, doğru su aklımın ucunda dahi geçmedi. Kaldı ki, böyle toplu bir istif anın açıkça suç teşkil edeceği ve ortaya çıkacak güvenlik boşluğundan müstafilerin sorumlu tutulacağı da açıktır.
Bütün bu baskıların, Türkiye'de yargı bağımsızlığını nasıl paçavraya çevirdiğini ise herhalde uzun uzun anlatmaya lüzum yoktur.
***
Bu 'son yeniçeri kıyamı', gelecekte Türk Demokrasisi açısından utanç verici eylemlerden biri olarak anılacaktır. Umarız sonuncusu olsun.

http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=982307&Yazar=HASAN CELAL GÜZEL&Date=25.02.2010&CategoryID=97
#1393
Muhammet Önder Tekin... Danıştay Tetkik Hâkimi imiş... İsmini ilk kez duyuyorum. Ama galiba bundan sonra daha sık duyacağız.

Değerli Hâkim Muhammet Önder Tekin, eski YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu'nun "güvensizlik" nedeniyle liste dışı bırakıldığı Genel Kurul'da, YARSAV Genel Sekreterliği'ne seçilmiş.

Hayırlı olsun...

Daha önce de, "Genel Sekreter" sıfatıyla bazı açıklamalar yapmıştı ama, bunlar pek dikkat çekici değildi. Ya da Muhammet Bey'in açıklamalarına biz yeterli dikkati veremedik. Neyse...

Dün bir açıklama daha yaptı...

Bir hukukçudan, bir yargıçtan, bir meslek kuruluşu mensubundan duymaya alışık olmadığımız türden, sert, öfkeli, (militan tavırlı demek istemiyorum), "dik duruşlu" bir açıklama.

Kızıyor Muhammet Bey...

Her şeye kızıyor.

İktidara, siyaset kurumuna, bir kısım yargıya, medyaya, Ergenekon soruşturmasına. Her şeye...

Bazı konularda haklı... "Hukuk devletinde tutuklama bir önlemdir ve asla ceza niteliğine bürünmemelidir. Tutukluluğun devamında sürenin azlığına değinilmesi ise sadece ve sadece tutuklamanın bir ceza olarak kabul edildiğine delalet edebilir"  cümlesi, sanırım, pek de itiraz görmeyecektir.

Muhammet Bey bazı şeylere kızarken, "kızılması iktiza" bazı konuları da, niyeyse, es geçiyor.

Mesela, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek'in Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner'i aramış olmasını eleştiriyor, ama İlhan Cihaner'in gözaltına alınması sırasında HSYK Başkan Vekili Kadir Özbek'in aynı Cihaner'i ve aramayı gerçekleştiren savcıyı aramasını hiç sorun yapmıyor... "Gizli tanık" uygulamasını anayasaya aykırı buluyor, ama "anayasaya aykırı" olarak elde edilmiş gizli tanığa yönelik ana muhalefet partisi CHP'nin özel ilgisinden hiç rahatsızlık duymuyor.

Muhammet Bey, birçok konuda, bir önceki başkan Ömer Faruk Eminağaoğlu gibi düşünüyor.

En az onun kadar celadetli...
İtiraz kalemleri de Eminağaoğlu'nunkilere benziyor...

Mesela, Türkiye'de uzun zamandan beridir "anayasal yargı erkine karşı planlı, kapsamlı ve dozu artan oranda yıpratma, kuşatma ve egemen olma çabalarının sürdürüldüğünü" iddia ediyor.

Bunu kim yapıyor?

Muhtemelen siyaset kurumu...

Eminağaoğlu da siyaset kurumundan şekvacıydı...

Bir Başbakan'a sallıyordu... Dönüp, bir parlamentoya... Bir bakanlara... Bir Cumhurbaşkanı'na...

Herkes payını alıyordu söylediklerinden.

Muhammet Bey daha da öteye geçiyor, "siyaset kurumunun hesaplaşmasının sadece sandıkla olamayacağını" söylüyor.

Nasıl mı?

Buyurun okuyalım: "Hiç kimse bize, siyaset kurumunun hesaplaşmasının sadece sandıkta yapılacağı gibi çağdışı bir anlayışı dayatmaya kalkmasın. Bugün millet iradesi diye ortaya çıkanlar, bağımsız yargıyı yok etme girişimi ile demokrasiye verdikleri telafisi imkânsız zararların her seçim döneminde sandığa giderek hesabını verebileceklerini mi sanıyorlar?"

Sizi bilmem ama, ben korktum bu açıklamadan.

Ne demek istiyor Muhammet Bey?

Siyaset kurumunun hesaplaşması sandıkta olmayacak da, nerede olacak?

Memlekette (ve bu arada yargıda) ne olup biteceğine parlamento karar vermeyecek de, kim karar verecek?

Muhammet Bey'in, konuşmasının sonunda, "Cübbelerimizi çıkarmamızı isteyenler, YARSAV cübbesine daha sıkı sarılacağımızı bilmeliler" şeklinde bir meydan okuyuşu var ki, bütün korkularımıza tuz biber ekiyor.

Bütün mesele de bu zaten...

Hukukçunun kuşanacağı şey "hukuk cübbesi" mi olmalı, YARSAV cübbesi mi olmalı?

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/ahmet-kekec/ben-korktum-bu-yargictan-246412.htm
#1394
Tuğgeneral Osman Özbek'i hatırlayan var mı?  28 Şubat post-modern darbe döneminde, yani 1990'ların sonunda Jandarma Bölge Komutanı'ydı Erzurum'da.
Bir akşam vakti televizyon kameralarının karşısına çıkıp, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'na küfür etmişti.
'Pezevenk' demişti Başbakan Erbakan'a.
Kimsenin kılı kıpırdamamıştı.
Erbakan Hoca da suskunlaşmıştı.
Siyaset kurumu da çalkalanmamıştı.
Genelkurmay'dan da tık çıkmamıştı.
Hatta Osman Özbek bir sonraki Yüksek Askeri Şura'da terfi ettirilmiş, tümgeneral olmuştu.
Başbakan'a küfürün karşılığında rütbe alabilmek!
Derhal kapının önüne konulması ve yargıda hesap vermesi gereken bir mensubuna, ülkenin başbakanına küfür edebilen bir generale kol kanat geren böyle 'askeri zihniyet'le ne disiplin, ne hukuk, ne de demokratik rejim bağdaşabilirdi.
Ama 28 Şubat'ta bunlar yaşandı.
Peki, bugün yaşanmıyor mu?
Maalesef daha hâlâ yaşanıyor.
Erdek Deniz Üssü.
Üs Komutanı Kurmay Kıdemli Albay Bülent Keçeci, 25 Ocak 2010'da bir nöbet yönergesi imzalıyor. Yönergeye göre, 22 Şubat 2010 için kararlaştırılan garnizon parolası:
ADİ!
İşareti:
BAŞBAKAN!
Kısaca:
Erdek Deniz Üssü'nde 22 Şubat günü bir nöbetçiye adi diye seslenildiğinde, yanıt başbakan diye gelecek, (22 Şubat 2010 tarihli Taraf'ta Mehmet Baransu'nun haberi)
Olacak şey değil!
İnsan merak ediyor, şimdi bu komutan kapının önüne mi konacak, yoksa 28 Şubat'ın Paşası gibi omuzuna bir yıldız daha eklenecek mi diye...
Burada zihniyet ortamı önemli.
Bu öylesine bir ortam ki, burada sivil siyasetçiye sonsuz bir güvensizlik besleniyor. Öylesine bir iklim ki, sivil başıbozuk takımı olarak görülüyor.
Bu zihniyeti taşıyan, kendi dünyasında böyle yetiştirilen asker kişiler, toplumdan kendilerini tecrit ederek, kendi mahfellerinde ya da fildişi kulelerinde yaşıyorlar.
Bu onları gerçek hayattan koparıyor. Bu kopukluk, askerin siyasal ve toplumsal gerçeklerle arasına büyük mesafe koyuyor. Bu mesafe de, askerin memlekette ne olup bittiğini anlamasını zorlaştırıyor.
Bu nedenle de, asker ne zaman tankıyla topuyla siyasete yön vermek istese, ülkede bir şeyleri daha beter bozuyor, kendisi de hayal kırıklığına uğruyor.
Ama hayal kırıklığına uğradıkça, değişen fazla bir şey olmuyor, kendi kötü alışkanlıklarından bir türlü vazgeçmiyor, vazgeçemiyor.
27 Mayıs'ta böyle oldu. Tasfiye ettiği, liderlerini astığı siyasal hareket, ilk seçimde iktidara geri döndü.
12 Mart da, 12 Eylül de farklı olmadı. Darbeyle yok etmek istediği siyasal kadrolar yine seçim sandığından çıktılar. Kürt sorunu daha beter derinleşti.
28 Şubat'ta belki çok daha büyük bir hayal kırıklığı yaşadı asker. Bir hükümeti devirdi, partisini kapattı, Tayyip Erdoğan'ı hapse atıp siyaset yasağı koydu, irtica diyerek dindarlara, Müslümanlara baskı yaptı ama sonuç...
Yine akıllanmadı asker.
27 Nisan'da muhtıra verdi ama bu kez yüzde 47 ile halkın muhtırası geldi. Erdoğan'la partisi iktidar oldu.
Şunu yazın bir kenara:
Hep aynı şeyi yapıp farklı sonuç bekleyen adama akıllı adam denilmez.
Lütfen bırakın, siyaset kendi mecrasında aksın. Doğru yol ancak böyle bulunur. Demokrasi ve hukuk yolu ancak böyle açılır.
Yazımın başlığına gelince...
Geçen akşam televizyon izlerken, dan dan dan diye gelen bir son dakika haberi sapsarı çerçeveledi ekranın etrafını:
Genelkurmay'da or'lar toplantısı!
Sonra 'Ankara gazetecileri'nin yorumlarını dinlemeye koyuldum.
Ben de bir zamanlar bir 'Ankara gazetecisi' olduğum için, böyle kritik konjonktürlere özgü hassasiyetleri gözeterek seçilen sözcüklere, ne şiş yansın ne kebap türü analizlere gülümseyerek kulak verdim.
Ertesi sabah da, Taraf'ın sürmanşetini yazıma başlık koydum:
Ne yani darbe mi yapacaksınız?..

http://www.milliyet.com.tr/ne-yani-darbe-mi-yapacaksiniz-/hasan-cemal/siyaset/yazardetay/25.02.2010/1203562/default.htm?ver=12
#1395
Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi, taş atan 13 çocukla ilgili iddianameyi suçlananlardan ikisi 15 yaşından küçük olduğu için savcılığa iade etti.

DİYARBAKIR - Sürekli eleştirisi konusu olan polise taş atan çocukların ağır ceza mahkemelerinde yargılanmaları konusunda Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi çok önemli bir karara imza attı. Mahkeme Şanlıurfa'da PKK lideri Abdullah Öcalan'ın cezaevi koşullarından şikâyet etmesi nedeniyle düzenlenen izinsiz gösterilerde, polise taş attıkları iddiasıyla biri kız 13 çocuk hakkında hazırlanan iddianameyi iade etti. Mahkeme, iddianameyi iade kararına gerekçe olarak sanık olarak gösterilen çocuklardan ikisinin gözaltına alındığı tarihte, sağlık kuruluşundan alınan ve 'suçun sonuçlarını anlamadıkları, davranışlarını yönlendirme yeteneklerinin gelişmediği' yönündeki raporu gerekçe gösterdi.

Şanlıurfa'da, 5 Aralık 2009 tarihinde izinsiz gösteri düzenleyenlerin, polise molotofkokteyli, havai fişek ve taşlarla saldırması üzerine çıkan olaylarda, 15-17 yaşlarındaki biri kız 13 çocuk gözaltına alındı. Gözaltına alınan çocuklar savcılık sorgularının ardından serbest bırakıldı. Dosyayı inceleyen Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, 13 çocuk hakkında, 'terör örgütünün propagandasını yapmak', 'Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na muhalefet etmek', 'tehlikeli maddeleri izinsiz bulundurmak' ve 'örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek' suçlarını işledikleri gerekçesiyle iddianame hazırladı. Savcılık iddianamede çocuklar hakkında 14 yıla kadar hapis cezası talep etti.

Dosyayı inceleyen Diyarbakır 6'ncı Ağır Ceza Mahkemesi, eylem tarihinde 15 yaşından küçük olan Fidan K. ile İsmail Ç.'ye Şanlıurfa Çocuk Hastalıkları Hastanesi'nden verilen 'cezai sorumluluk' raporununda 'Çocuklar suçu anlamıyor ve sonuçlarını algılayamıyor' tespitine dikkat çekerek iddianameyi iade etti. Mahkeme iade kararında, "Terör örgütünün propagandasını yapmakla suçlanan çocuklar, suçun anlam ve sonuçlarını algılayamıyor, suçla ilgili davranışlarını yönlendirme yetenekleri henüz gelişmiş değil" dedi.

Diyarbakır Barosu Çocuk Hakları Komisyonu üyesi Canan Atabay, Türk Ceza Kanunu'nun 31'inci maddesine göre, 12- 15 yaş grubundaki çocuklarla ilgili ceza yargılamalarında mutlaka cezai sorumluluk raporunun alınması gerektiğini söyledi. Atabay, şunları söyledi: "Bu raporlarda 'Bu çocukların bu suçu anlama yetileri yoktur, eylemlerini yönlendirme yetileri yoktur' denildiğinde, dava açılmaz. Savcının bu tür durumlarda tedbir uygulaması gerekir ve çocuğu aileye teslim eder. Dolayısıyla mahkemenin kararı yerinde bir karar."

Bir de kötü haber
Diyarbakır'dan bir de kötü haber var. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Diyarbakır gezisi sırasındaki  izinsiz gösterilere katıldıkları ve polise taş attıkları gerekçesiyle Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanan Fadıl G., Mehmet A., Şahin A., Baver Ç. ve Bilal S. adlı çocuklar yedişer yıl beşer ay ay hapis cezasına çarptırıldı. Gerekçeler şöyle: 'Terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek, terör örgütünün propagandasını yapmak, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na muhalefet. (dha, aa)

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&Date=24.02.2010&ArticleID=982083
#1396
Sevgili okuyucular, bir haftadan beri kulislerde AK Parti'nin kapatılması için Yargıtay Başsavcılığı'nın iddianame hazırlıklarını tamamlamak üzere olduğuna dair rivayetler dolaşıyor. Güya, Org. Başbuğ'un Yargıtay Başsavcısı Yalçınkaya ile görüşüp
AK Parti'nin kapatılmasını istediği anlatılıyor.
İnsanın bu anlatılanlara inanası gelmiyor ama içinden de bir ses 'Sakın, Org Başbuğ'un açıklama tehdidinde bulunduğu dosyalar bununla ilgili olmasın!' diyor.

Hep aynı film...
Değerli okuyucular, bu Pazar efkârlıyım. Hâl-i pürmelâlimi sizinle paylaşmak istiyorum. Eğer millî iradeyi önemseyenlerdenseniz, lûtfen şikâyetlerime kulak veriniz.
Bu mazlum ve mağdur millet tam 100 yıldan beri, kendisini hor gören, aşağılayan ve câhil sayan yarı aydınların tahakkümü altında eziliyor. Yeni Osmanlılar, Jöntürkler, İttihatçılar derken genç nesiller, halkına yabancılaşmış bu cühelâ tâifesi tarafından heba edildi. Koskoca bir Cihan İmparatorluğu, bu basiretsiz ve ferasetsiz jakoben elitler yüzünden tarih sahnesinden silindi.
Millî Mücadele'nin önderi Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), bu kutsal mücadelesini 'irade-i milliye'ye dayanarak gerçekleştirdi. 'Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir' düsturu O'na aittir ve millet iradesinin önemini en güzel şekilde ifade eder.
Lâkin, Cumhuriyet'in ilk döneminden itibaren, hâkimiyet millete değil, bir avuç oligarşik azınlığa ait olmuştur. Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF/CHP), İttihat Terakki'den devraldığı Merkez-î Umûmî Cuntası yöntemiyle tek parti egemenliğini kurmuş ve 1938-1950 döneminde bunu ideolojik bir tek parti diktatörlüğü (Millî Şeflik Diktası) hâline getirmiştir.
1925'te, irtica iddiasıyla kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'na da (TCF), 1930'da kapatılan Serbest Cumhuriyet Fırkası'na da (SCF) tahammül edilemeyişinin asıl sebebi 'millî irade düşmanlığı'dır. Zira, bu iki partinin kapatılmadan seçimlere girmesi hâlinde, baskıcı ve zorba CHF'nin karşısında iktidara gelmesine muhakkak nazarıyla bakılmıştır. Halbuki, Tanzimat'tan beri milletin mukadderatına âdeta ambargo koymuş olan seçkinci oligarşik bürokrasi, irtica ve benzeri bahanelerle tahakkümünü devam ettirmek istemiştir.
14 Mayıs 1950'de esmeye başlayan on yıllık demokrasi rüzgârı, 27 Mayıs Darbesi'yle kesintiye uğratılarak, Türkiye yeniden, CHP'nin tertibiyle İttihatçı kalıntılarının tahakkümü altına girmiştir. 27 Mayıs'ta DP'nin, 12 Eylül'de AP'nin kapatılması, yüksek yargıyı emellerine âlet eden darbecilerin millî irade düşmanlığının somut örnekleridir.
28 Şubat Darbesi'nde, TBMM'de en fazla milletvekiline sahip bulunan RP ve FP'nin kapatılması da, CHP ile işbirliği hâlindeki yüksek yargının sebep olduğu hukuk skandallarıdır.

Oynanan oyun ortada Efendim, sizin anlayacağınız, biz bu filmi 100 senedir seyrediyoruz. Millî iradeyi hor görerek menfaatlerini ve tahakkümlerini devam ettirmek isteyen oligarşik despotizm, antidemokratik ve gayrimeşru dayatmalarını yaparken, ne yazık ki, bu aziz milletin en fazla değer verdiği 'ordusunu' ve 'yargı sistemini' istismar etmiştir.
Demokrasiye geçildikten sonra, seçimlerden döne döne 'sandık düşmanı' hâline gelen CHP jakobenizmi, çareyi orduyu kışkırtıp darbe düzenlemekte bulmuştur.
Bu arada, 'Yüksek Adalet Divanı' (Yassıada Mahkemesi) adıyla adalet tarihimize kara leke olarak geçecek bir mahkeme kurdurulup, memlekete hizmetten başka suçu olmayan, milletin sevgilisi bir Başbakan ve iki bakan alçakça şehit edilmiştir. 27 Mayıs'ta 'Kurucu Meclis', 12 Eylül'de 'Danışma Meclisi' adıyla seçkinci oligarşiden oluşan bir yapılanmaya gidilerek gayrimeşru darbe anayasaları hazırlattırılmış ve zorla oylattırılmıştır.
Darbe anayasalarında millet iradesine dayanan yasama ve yürütme organlarının üzerine jakoben jüristokrasinin kılıcı asılmıştır. Böylece, yasama ve yürütme işlemez hâle getirilerek Türkiye'nin önü tıkanmıştır.
Mekanizma gayet basittir: Milletin seçip iktidara getirdiği millî irade temsilcilerine karşı darbeler düzenleyip onları alaşağı edeceksin. Bazen partilerini kapatıp yöneticilerini cezalandıracaksın; bazen de sadece iktidardan uzaklaştırmakla yetineceksin.
Bu arada yargıyı siyasallaştırıp özellikle yüksek yargıyı siyasî emellerine hizmet eder hâle getireceksin. Baktın ki, gene de seçimleri kazanamıyorsun, o zaman millet iradesiyle iktidara gelen siyasî partiyi yargıyı kullanarak kapatacaksın. Hele bir de liderlerine siyasî yasak getirtebilirsen tadından yenmez olur...

Kapatsanız ne yazar?
Efendim, herkes bu kepazeliğin farkında... Gözü öfkeden ve hırstan kararmış bu oligarşik jakoben tâifesi artık şu gerçekleri görmek zorundadır:

* Millî Şeflik Diktatoryası bile 1950'nin dünyasında tutunamamışken, 2010'un küresel ve demokratik dünyasında bu nevi dayatmaların kimseye faydası yoktur.

* 27 Mayıs'tan sonra kurulan AP, 1965 Genel Seçimlerinde uygulanan Millî Bakiye Sistemi engellemesine rağmen, kapatılan DP'den de daha fazla oy alarak iktidara gelmiştir.

* 12 Eylül'den sonra kurulan ANAP, militarizmin dayatmasına rağmen tek başına iktidara gelmiştir.

* 28 Şubat'tan sonra AK Parti 2002'de tek başına iktidara gelmiştir. 27 Nisan 2007 Muhtırası'ndan sonra AK Parti Temmuz 2007 seçimlerinde yüzde 47 oy alarak oy patlaması yapmış ve gene tek başına iktidara gelmiştir. 2008'deki haksız kapatma dâvasından sonra ise 2009'daki mahallî seçimlerde yüzde 39 oy alarak başarısını devam ettirmiştir.
Kısaca, milletimiz askerin ve yargının bu dayatmalarına karşı sandıkta açıkça tavrını koymaktadır.
Yargıtay Başsavcısı, bu defa da AK Parti'ye kapatma dâvası açarsa, netice olarak AK Parti'nin oyları yüzde 50'nin üzerine çıkacaktır.
Sakın Yargıtay Başsavcısı AK Partili olmasın?!..

http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=981546&Yazar=HASAN CELAL GÜZEL&Date=21.02.2010&CategoryID=97
#1397
Yavru kutup ayısı babasının yanına gelip sormuş: "Baba ben gerçekten kutup ayısı mıyım?"
"Elbette yavrum, nereden çıkardın bunu?"
Yavru kutup ayısı "Allah Allah?!" deyip bu sefer annesinin yanına sokularak sormuş: "Anne ben gercekten kutup ayısı mıyım?" 
"Tabii evladım kutup ayısısın."
"Yani sen babamı hiç aldatmadın degil mi, ben gerçekten babamın oğluyum?"
"O ne biçim söz, baban duymasın ikimizi de öldürür!"
Yavru kutup ayısı "Allah Allah?!" deyip yeniden babasının yanına gitmiş ve bir daha sormuş: "Yav baba, Allah aşkına doğru söyle, bak beni evlatlık falan almadınız değil mi? Yani ben sizin öz oğlunuzum?"
Baba dayanamamış artık, "oğlum sen manyakmısın, dedim ya sana bizim oğlumuzsun diye, hem sen neden ikide bir soruyosun ki bunu?"
Yavru ayı:

"Donuyorum anasını satayım, donuyoruuuum yaaaa!"
#1398
Temel bir gün arabasıyla giderken arabanın freni patlar. Durabilmek için ya sağ taraftaki pazar yerine girmesi ya da yoldaki küçük çocuğa çarpması gerekmektedir. Temel de tercihini çocuktan yana kullanır ve arabayı çocuğun üstüne doğru sürer... Mahkemede hakim temele sorar: "Freni patlayan arabayı neden pazar yerine sürerek birçok kişinin ölmesine sebep oldun?" Boynunu büken Temel: "Hakim bey, herşey çocuğun pazar yerine kaçmasıyla başladı" der.
#1399
Temel günlerden bir gün yolda tek başına giderken boş bir şişe gözüne ilişir, şişeye sıkı bir tekme sallar, şişe biraz yuvarlanıp ilerdeki kaldırıma çarparak durur ve şişenin içinden bir anda bir cin çıkar ve Temel'e "dile benden ne dilersen" der. Temel de cine mahcup mahcup şöyle cevap verir: "Haçan özür dileyrum!"
#1400
Bu olayın Kayseri-Bünyan ilçe sınırları içerisinde yaşandığı iddia edilmektedir. Alfred Hitchcock'un meşhur korku filmlerini bile çok gerilerde bırakacak kadar esrarengiz şekilde gelişen komik hadise özetle aşağıdaki şekilde yaşanmış:

Kendisi Bünyanlı olmayan, politikayla uğraşmis ve halen Kayseri'de yaşayan işadamı, Bünyan sınırında, Kayseri Malatya kara yolu üzerinde, bir benzin istasyonuna girer. Lokantaya oturur ve orada kalabalık toplulukla birlikte bir ufak rakı içer.

Yürüyüş mesafesindeki Bünyan'a gitmek için, lokantadan çıkar. Ancak dışarıda hem zifiri karanlık hem de korkunç bir kar-tipi fırtınası başlamıştır. Benzin istasyonuna yaklaşık 300 metre mesafedeki Bünyan'a dönmek için yol kenarına varır. Oradan geçen bir arabaya binip, Bünyan'a ulaşma derdindedir.

Fırtına daha da şiddetlenir. Adam bir-kaç adım ötesini bile görememektedir. Gelip-geçen bir araba da yoktur. Nihayet karanlıklar içerisinde, hayalet gibi yavaş yavaş yaklaşan bir arabanın iki farını fark eder. Arabanın, tam önünde yavaşlamasıyla birlikte hemen arka kapıyı açar ve arabaya biner. Kapıyı kapatır, araba yeniden hareket eder. İçeridekilere merhaba demek ister. Ama o da ne?

Araba da kimse olmadığı gibi, direksiyonda da kimse yok; araba kendi kendine gidiyor! Birden paniğe kapılır. Korkuyla, hemen arabadan atlayıp, oradan koşarak uzaklaşmak ister ama hem araba hızlanmış, hem de korku ile dizleri bağlanmış, hareket edemez hale gelmiştir. Araba keskin bir viraja doğru yaklaşır. Adam dua etmeye başlar.

Tüm günahları için tövbe eder. Arabayı durdurması için Allaha yalvarır. Tam bu esnada, pencereden bir el uzanır ve direksiyonu kıvırarak, sert virajdan arabanın doğru yola dönmesini sağlar. Her tehlikeli dönemece yaklaştıkça, Allah'a yalvarış ve yakarışı artar ve her seferinde de bir el dışarıdan uzanıp, direksiyonu çevirir.

Sonunda kendisini biraz toparlar, ayaklarını kımıldatır. "Ya Allah koru beni..." deyip, kapıyı açmasıyla kendisini arabadan dışarı atması bir olur. Birkaç takla attıktan sonra, şarampolde kendisine gelir. Defalarca üç İhlas-bir Fatiha okuyarak, Bünyan'a yürüyerek ulaşır ve bir kahvehaneye girer. Üstübaşı ıslak ve şok haldedir.

Kendisini tanıyanlar hemencecik sobanın başına alırlar. Eline bir çay verirler. Bir müddet sonra kendisine gelip, sesi titreyerek, başına gelen bu doğa üstü korkunç olayı anlatır. Olayı dinleyenler inanmak istemeseler de, anlatan kişinin aklı başında ve toplumun itibar ettiği bir kişi olduğunu bildiklerinden, herkeste derin bir sessizlik oluşur.

Yaklaşık yarım saat sonra, aynı kahvehaneye Koyunabdal Köyü'nden iki kişi gelir. Bir masaya oturur ve iki bardak çay söylerler. Bu arada, gelenlerden birisi, diğerine şunları söyler:

-Hasan, baksana, şu sobanın başında oturan kel kafalı, biz bozulan arabamızı binbir zahmetle iterken, bize yardım edeceğine, yardım etmediği gibi bir de izinsiz arabaya binip yükümüzü artıran, sonra da deli gibi kendini araçtan dışarı atan salak değil mi?