Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#1441
KÂZIM Karabekir, zaferden sonra liberal bir muhalefet partisi kurduğu için, Nutuk'ta Atatürk'ün ağır suçlamalarına maruz kalmıştı. Yeni nesiller için hiçbir önemi olmayan 'Celalettin Arif Olayı'na Nutuk'ta 42 paragraf ayıran Atatürk, Milli Mücadele'nin ilk zaferinin Karabekir tarafından kazanılması, bu zaferle Sevr'in doğu ayağının çökertilmesi ve Ermenistan'la sınırımızın çizilmesi gibi büyük olaylara sadece 10 paragraf ayırmıştı.
Karabekir'in adının geçtiği tek cümle de "Karabekir Paşa'yı Şark Cephesi kumandanı yaptık" demekten ibaretti.
Evet, İnönü'nün Abdi İpekçi'ye söylediği gibi, Atatürk 1927'de Nutuk metnini yazarken muhalefete çok kızıyordu, sonraki yıllarda ise onlarla barıştı bile.
Ama resmi tarih yazımı Nutuk'tan etkilenecek, Karabekir'e hak ettiği yer verilmeyecekti.
Genelkurmay'da Karabekir için ilk defa bu sene panel yapıldı; panelde Prof. Azmi Süslü, Prof. Reşat Genç ve Doç. Dr. Vahdet Keleşyılmaz Karabekir'in büyük bir komutan ve diplomat olduğunu anlattılar.
Karabekir'in kızlarından Hayat Feyzioğlu ve Timsal Yıldıran, babasının 1930'larda yaşadığı ağır sıkıntıları kibar bir dille hatırlattılar.

Özkök ve Başbuğ
Panelde Karabekir'in muhalif yönü konuşulmadı. Murat Yetkin'in, "Karabekir'e İstiklal Mahkemesi'nin yaptığı haksızlığı" soran yazılı sorusunu, İlber Ortaylı "Bu uzun bir konu" diyerek işleme koymadı.
Nihayet askeri bir paneldi bu.
Atatürk'ten başka İnönü, Mareşal ve Karabekir'in bundan böyle vefat yıldönümlerinde Genelkurmay'da anılacak olması, Org. İlker Başbuğ'un gerçekleştirdiği çok önemli bir açılımdır.
Tarihe 'kavrayış'la bakmak, günümüze de öyle bakmayı getirecektir.
Bu zihniyet değişiminin Org. Hilmi Özkök'le başladığını düşünüyorum. Org. Özkök'ün "Demokrat olmak suç mu?!" sözü, hem değişimin yönünü, hem önündeki engelleri ifade eden tarihi bir beyandı.
27 Nisan Muhtırası değişim sürecinde talihsiz bir parantezdi!
Org. İlker Başbuğ'un Nisan 2009'da Harp Akademileri'nde yaptığı konuşma zihniyet değişiminin en önemli belgelerinden biridir: Bildik otoriter ve şematik üslubun yerine, analitik bir düşünme biçimi ve bilhassa resmi dogmalardan çok akademik kaynaklara referans yapan yeni bir zihniyet...

Disiplin içinde değişim
Org. Başbuğ'un "Demokrasiye aykırı düşünenleri barındırmayız" şeklindeki sözleri de bu sürece ışık tutan çok önemli beyanlardır; içi boş retorik değildir.
Nitekim 'darbe hazırlığı' denilen her şey, önceki yıllarla ilgilidir ve Org. Hilmi Özkök tarafından önü kesilmiştir.
Kamuoyu halen muvazzaf olan bu tür elemanların ciddi bir araştırma sonucunda ordudan uzaklaştırılmasını Başbuğ'dan haklı olarak bekliyor.
28 Şubat'ın komutanlarından Genelkurmay Başkanı Org. Kıvrıkoğlu, 2001 Ağustos'unda Org. Edip Başer'in Kara Kuvvetleri Komutanı olmasını teamüllere aykırı olarak engellemişti... Şimdi görüyoruz ki, bu şekilde önü açılan atamalar zinciri bir "28 Şubat kadrolaşması"ymış!
Tartışmalarda adı geçenler hep o dönemin 'kadro'su!
Bu tecrübe, Org. Başbuğ'un "Barındırmayız!" sözünün ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Gerçekten, demokrasiye bağlılık 'iyi asker' olmanın da şartıdır çağımızda.
Toplumsal gelişme sürecinde askeri ideolojinin de demokrasiye bağlılık yönünde değişeceğini en az elli yıldan beri bilimsel kitaplar yazıyor zaten.
Bu değişimin kurumsal yapı, yani hiyerarşi ve iç disiplin bozulmadan başarılması son derece önemlidir. Asker, sivil herkes buna özen göstermelidir.

http://www.milliyet.com.tr/orduda-neler-oluyor-/taha-akyol/siyaset/yazardetay/28.01.2010/1191205/default.htm?ver=18
#1442
BUGÜN aslında Genelkurmay'da yapılan Kâzım Karabekir panelini yazacaktım.  Fakat panelden sonra Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ güncel darbe tartışmalarına ilişkin önemli açıklamalar yaptı. İzlenimlerimi sizinle paylaşmak istiyorum.

'Ordu bugün temiz'
Org. İlker Başbuğ "Balyoz Planı"nın yedi sene öncesine ait olduğunu vurguladı. Hem tarihini hem hiyerarşideki yerini hatırlattı: 7 yıl önce, Birinci Ordu bünyesinde, onun üstünde Kara Kuvvetleri var, onun üstünde Genelkurmay... Balyoz planını araştırmanın zorluğunu ve zaman gerektirdiğini anlattı böylece...
Balyoz konusunda KKK'nın "detaylı, derinlemesine incelemeleri devam ediyor"du; "insaflı ve biraz da sabırlı" olmak gerekirdi.
Bunları dinlerken, 'Org. Başbuğ geçmişte böyle şeyler olmuş olabilir ama bugün ordu temizdir, demokrasiye bağlıdır' mesajını veriyor diye düşündüm.
Nitekim konuşmasında 27 Mayıs'ta askeri lise öğrencisi olduğunu, aradan geçen elli yılda "elbette bazı olayların yaşandığını" ve yaşananlardan "herkesin üzerine düşen dersi çıkardığını" söyledi...
"O olaylar artık geride kaldı" diye vurguladı. "Darbeden bahsetmek hicap vericidir" dedi.
"İktidarlar seçimle gelir, seçimle gider" vurgusu yaparak ordunun artık demokrasi ve hukuka bağlı olduğunu kuvvetli cümlelerle ifade etti. Garanti de verdi:
"Hata edeni TSK'da barındırmayız!"

Cami Allah'ın evi
"Balyoz Planı"nın müellifi Org. Çetin Doğan TV'lerdeki konuşmalarında cami için "halkımızın kutsal saydığı mekânlar" deyimini kullanmıştı. Org. Başbuğ ise camilerin "Allah'ın evi" olduğunu iki defa ifade etti! Askeri talimnamelerde Mehmetçiğin "Allah! Allah!" diyerek hücuma geçirileceğinin yazılı olduğunu vurguladı.
Ya 'irticai tehdit' yaratmak için camileri bombalamak?
"Allah'ın evi camilere bomba... Kendi uçağını düşürme... Lanetliyorum! Bu ordu elinde silah ülkeyi bekliyor. Bu ordunun tümünü nasıl itham edersiniz!"
Özetini aldığım bu sözleri konuşurken Başbuğ hayli öfkeliydi. Dinlerken heyecan ve duyarlığını beğendim ve şöyle düşündüm: Bunu sadece o yayınları yapan medyaya değil, 'tatbikat planı'na bu herzeleri yazanlara da söylüyordu.
Hem nalına, hem mıhına yani...
Zaten Başbuğ ve Genelkurmay, baştan itibaren hiçbir açıklamasında "bunlar yalan, uydurma" demedi, araştırma başlatıldığını söyledi. Bu konuda Genelkurmay'ın daha önceki açıklamaları da "Hem nalına, hem mıhına" tarzındaydı zaten.

Hükümete mesaj
Org. Başbuğ TSK'ya karşı sistemli kampanya olduğu görüşünü tekrarladı. "Ama görevimiz sadece şikâyet etmek değil" dedi.
"Genelkurmay Başkanı olarak görevim, şikâyetle yetinmeyip bu sorunları çözmektir... Türk Silahlı Kuvvetleri'nin de bir sabrı vardır."
Org. Başbuğ "Cumhurbaşkanımıza" ve "Başbakanımıza" uygun platformlarda bunları aktardığını söyledi ve ekledi:
"Elbette sonuçlandırılmasını takip edeceğiz!"
Başbuğ'un bu sözlerinde Çankaya ve hükümete mesaj açık değil mi?
Kime yarıyor?
Başbuğ'un öyle bir vurgusu oldu ki, izleyen gazeteciler hepimiz eksiksiz not aldık:
"Darbe iddialarını devamlı gündemde tutmaktan kim yarar sağlıyor?!"
Bu cümlesini üzerine basarak, dikkatimizi çekerek söyledi.
Kim?
Tabii çıkarken gazeteciler kendimize de sorduk bunu. Hemen hepimiz "Ak Parti iktidarını mı ima ediyor?" diye düşündük. Başbuğ neyi ima etmiş olursa olsun, darbenin kokusu çıktığında halkın tepki gösterdiği ve Ak Parti'nin oylarının arttığı bir gerçek.

Başbuğ'la birkaç cümle
Çıkarken Başbuğ gazetecileri el sıkarak uğurladı.
Sıra bana gelince sordu:
- Nasıl buldunuz?
- Hem nalına, hem mıhına konuştunuz gibi geldi. Sadece bu yayınları yapan medyaya değil, konularla ilgili herkese, her kesime hitap ettiniz.
Org. Başbuğ bu sözlerimi onaylar gibi başını salladı.
Başbuğ'un "Camiler Allah'ın evi, darbe utanç verici" gibi sözleri bana göre aynı zamanda askeri unsurlara da mesajdı. Ayaküstü kısa konuşmamızda Başbuğ'a dedim ki:
- Bakın, orduya da seslendiniz, ayrıntılı ve derinlikli araştırma yaptırdığınızı da söylediniz.
Başbuğ, "Evet araştırma... Araştırma peşinen kabul anlamına gelmez tabii" dedi.

http://www.milliyet.com.tr/hem-nalina-hem-mihina/taha-akyol/siyaset/yazardetay/28.01.2010/1190758/default.htm?ver=59
#1443
AK Parti Hükümeti'nin yarınlarda eleştirileceği en önemli konu, demokratikleşme alanında yeterli yasal adımları atamamış olması olacaktır. Şayet başına bir şey gelmiş olsa, peşinden gelecek yorum, "Bunu önleyecek bir şey yapmadılar, işte olacak olan oldu" şeklinde olacaktır.
Yarınlarda hükümetin önüne gelecek net eleştiriler şunlardır:
- Parti kapatmayı zorlaştıracak Anayasa değişikliğini neden yapmadınız?
- Seçim Kanunu'nu, Siyasi Partiler Yasası'nı neden değiştirmediniz?
- EMASYA protokolünü neden iptal etmediniz ya da sivil iradenin belirleyici olacağı bir duruma getirmediniz?
- TSK İç Hizmet Kanunu 35'inci maddeyi, neden iptal etmediniz ya da hükümetin- Meclis'in belirleyici olduğu bir duruma getirmediniz?
Bu sorular çok net olarak sorulacaktır.
Çünkü şu anda bu sorular, toplum zemininde dolaşım halindedir.
Gittiğimiz her yerde, bize "Hükümet bunları neden yapmıyor" sorusu sorulmaktadır.
EMASYA'yı ele alalım:
28 Şubat günlerinde çıkmış bir protokol bu. "Gizli"lik damgası taşıyor. Bilinen kısmında, jandarmaya, sivil mülki erkana sormadan meydana gelen olaylara müdahale yetkisi veriyor.
Jandarma, bu protokole dayanarak istihbarat yapıyor, yaşanan olayları, süreci değerlendiriyor ve ne yapacağına "re'sen" karar veriyor. Jandarma, yasal anlamda İçişleri'ne ama komuta hiyerarşisi itibarıyla Genelkurmay'a bağlı. Bu niteliği ile EMASYA hadisesi, askeri kadrolarla iç içe gerçekleşiyor.
TSK İç Hizmet Kanunu 35'inci maddedeki "Cumhuriyeti koruma-kollama" görevi de bugüne kadar TSK tarafından "re'sen" işletilen bir görev. Yani ortamı değerlendirme, 28 Şubat'ta Çevik Bir tarafından ifade edilen jargon gereğince, "durumdan vazife çıkarma..." ve en hafifi e-bildiri olmak üzere, sonra balans ayarı, sonra, MGK'nın kullanımı, sonra muhtıra, sonra darbeye kadar uzanan fiili inisiyatif...
Asker, bu mantıkla defalarca hareketlenmiş... Kendini göstermiş. "Ben buradayım, demiş. Rahatsızım, demiş. Kafam kızıyor, demiş. Canımı sıkmayın" demiş.
Bir de bakmışsınız, sivil iradenin ayakları yerden kesilmiş... Askerin silah gücüyle yargı kullanılmış, medya kullanılmış, sivil toplum kuruluşları kullanılmış, üniversite kullanılmış... Seçimle gelen muallâkta kalmış...
Silahlı Kuvvetler, dışa karşı bir harekâtta Meclis'in ve hükümetin kararını beklerken, içerideki bir silahlı harekâtta, kimseye danışma gereği duymamış.
Üstelik bunu "yasal bir görev" olarak yaptığına inanmış.
Elindeki silahı, halk iradesi ile oluşan Meclis'i ve hükümeti devirmek için kullanırken, en doğrusunu kendisinin bildiğini düşünmüş.
Yasal çerçeve ona bu imkânı vermiş.
Şimdi bunun nasıl abes bir durum olduğunu dünya alem biliyor.
Bu düzenlemeler üstelik asker-egemen bir ortamda gerçekleşmiş.
Durum, neresinden bakarsanız bakın abesten başka türlü izah edilemez.
Askerin bütçesini Meclis ve hükümet yapıyor ama asker, üstelik bir kurum olarak, Meclis'i ve hükümeti izliyor, değerlendiriyor ve alaşağı edilmesi kararını verebiliyor.
Abes.
Peki, hükümetler ne yapıyor, Meclisler ne yapıyor?
Yutkunuyor.
Durumun abes niteliğini biliyor, bunun değiştirilmesi gerektiğine inanıyor ama yutkunuyor.
Neden?
"Asker ne der" sorusuna takılıyor.
AK Parti 8 yıldır iktidarda.
Askerin kaç kere hareketlendiğini biliyor. "Bunları biliyorduk" diyor Başbakan.
Peki, ne yaptınız?
"Gerilim olmasın diye bir şey yapmadık."
İşte böyle yapıyor sivil irade.
Ve bir gün, hareketlenen, plan yapan, yeni dönemi kurgulayan asker, diyelim kendi planının dış konjonktürün hesaplarına uygun düştüğü anı buluyor ve son sözü söylüyor, ondan sonra sivil irade hiçbir şey yapamaz hale geliyor.
AK Parti hükümetleri, yaylım ateş altında canını korumuş, bunu anlıyoruz.
Anadolu'nun yüreğine sorarsanız, "Dualarla ayakta duruyor" deniyor.
Oysa dua kültürü, bir de "Fiili dua"yı bilir.
Herkes şu anda, EMASYA protokolünün masaya yatırılmasını bekliyor.
Herkes şu anda, TSK İç Hizmet Kanunu'nun, Genelkurmay Başkanı ile haftalık görüşmede "Bu böyle olmuyor Sayın Başbuğ, Cumhuriyeti korumak kollamak tamam ama bu, hükümetin ve Meclis'in iradesi dahilinde olmalı, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde böyle kıpırdanmalara, fesat oluşumlarına sebebiyet veren bir düzenleme bir an önce sona ermeli. Bu yasayı, 'TSK Cumhuriyeti, hükümetin ve Meclis'in görevlendirmesi çerçevesinde korumakla yükümlüdür' şeklinde değiştirilmeli" diyerek gündeme konmasını bekliyor.
Herkes şu anda, Anayasa değişikliği paketinin devreye sokulmasını bekliyor.
Herhalde bir iktidar için en kötü şey, "8 yıl, on yıl geçti, neden sakatlığı bu kadar aşikâr olan düzenlemelerin değiştirilmesi için bir şey yapılmadı" diye sorgulanmak, yargılanmaktır.

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/91037-neden-yapmadiniz-denilecek-ahmet-tasgetiren-makalesi.aspx
#1444
Zararlı maddelerin vücuttan atılmasını kolaylaştıran su, saçların da bunlardan kurtulup beslenerek gürleşmesini sağlıyor.

Uzmanlar, saçlarında sorun yaşayan kişilere bol su içmelerini ve sağlıklı beslenmelerini tavsiye ediyor. Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ekrem Aktaş, bol su sayesinde saçların yeterli besini alabileceğini söyledi. Prof. Dr. Aktaş, gıdaların iyi sindirilmemesi, zararlı toksinlerin atılamaması halinde kan dolaşımının düzenli çalışamayacağını, bu durumda yeterince beslenemeyen saçların, yağlı ve donuk renkli olacağını vurguladı.

Prof. Dr. Aktaş'ın verdiği bilgilere göre, C vitamini içeren turunçgiller, E vitamini içeren bitkisel yağlar ve B vitamini içeren buğday, pirinç gibi gıdalar, silikon, selenyum, demir, amino asitler ve çinko, saç sağlığı için gerekli temel besinler. Taze meyve, yağlı balık ve zeytinyağlı taze salata da saçlar için yararlı. Saç dökülmesine ve sağlığının bozulmasına sebep olmamak için doymuş katı yağlardan, kahve ve kolalı içeceklerden uzak durmak gerekiyor.

Sentetik şampuanlar yüzünden saçların doğal asit dengesinin bozulduğunu belirten Prof. Dr. Aktaş, "Saçların asit dengesi ortalama 4,6'dır. Çoğu alkalin esaslı şampuanların ise asit faktörü 8 civarındadır. Bu da saçın doğal asit dengesini bozar. Özellikle uzun saçların kurumasına sebep olur. Saçın doğal asit dengesini telafi için sirkeli ya da limonlu su ile durulanması faydalı olacaktır." diye konuştu.

Stresin ve hava kirliliğinin de saç dökülmesinde önemli etken olduğunu dile getiren Aktaş, şu bilgileri verdi: "Sıkıntı sebebiyle deride oluşan gerginlik saç dökülmesini başlatabilir. Böyle durumlarda saç derisinin masajla gevşetilerek nefes alması sağlanmalı. Egzoz dumanları, kalorifer yakıtları ve kömürle oluşan hava kirliliği de saç dökülmesinde etkendir. Kükürt, selenyum, demir ve çinko içeren sular saçları kuvvetlendirir. Ayrıca, saçların haftada 2 seferden fazla yıkanmaması gerekir."

Saçlar neden dökülür?

Kanser ve tümör ilaçları, A vitamininin çok yüksek dozda alınması, tifüs, tifo, frengi, romatizma, şeker, mantar, deri, tiroit bezi hastalıkları, kansızlık, çinko-selenyum-demir eksikliği, doğum kontrol hapları, yanlış kullanılan şampuanlar, özellikle saçların hava almasını önleyen jöleler, saçların fazla gerilmesi, çok fazla yıkamak, sık dişli tarak kullanımı gibi etkenler de saç dökülmesine sebep olur. ZAMAN
MUSA ÖZYÜREK

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=941556&title=saglikli-ve-gur-saclar-istiyorsaniz-bol-su-icin
#1445
Türkiye'de sezaryenle doğum oranının yüzde 40'lara çıkması ve bunun bir türlü önüne geçilememesi Sağlık Bakanlığı'nı yeni önlemler almaya itti. Bakanlığın hazırladığı 'Doğum Eylem Yönetimi Rehberi'ne göre artık sezaryen için gerekli bazı şartların oluşması istenecek. Sezaryenle doğum yapacaklar için özel bir form doldurulacak.
 
Türkiye'de sezaryenle doğum oranının yüzde 40'lara çıkması Sağlık Bakanlığı'nı harekete geçirdi. Bakanlık, gerekli şartlar dışında, bu yöntemle doğumun yapılmasını istemediği için 'Doğum Eylem Yönetimi Rehberi' hazırladı. Rehberde, sezaryen ile doğumların yüzde 40'lara ulaştığı belirtilerek, sadece "Anne istiyor" diye sezaryen yapılmaması gerektiği belirtildi. Rehberde, sezaryen ile doğumlara form düzenleneceği bildirildi.

Dünya Sağlık Örgütü'nün sezaryenle doğum hedefinin yüzde 5-15 olduğu hatırlatılan rehberde şu bilgilere yer verildi: "Bakanlığımızca anne sağlığını korumak amacıyla ülke genelinde kamu ve özel sağlık kuruluşlarında doğum eylemi ve sonuçlarının izlenmesi çalışmalarına başlanmıştır."

Sezaryen ile doğumun cerrahi bir girişim olduğuna dikkat çekilen 'Doğum Eylem Yönetimi Rehberi'nde bu şekildeki doğumların tıbbî gerekçelerle yapılmasının esas olduğuna, normal doğuma alternatif olmadığına işaret edildi. "Sezaryen planlanırken, hamileye özgü yararları ve riskleri göz önüne alınmalıdır. Annenin istemi, sezaryen için tek başına yeterli bir neden olmamakla beraber, kişiye ait aşırı korku, endişe, panik gibi psikolojik durumların varlığı göz önünde bulundurulmalıdır. Bu durumlarda yeterli ve doğru danışmanlık verilmelidir." denilerek tüm tıbbi müdahalelerde olduğu gibi, sezaryen olgularında da bilgilendirilmiş ve aydınlatılmış hasta onay formu alınması gerektiği belirtildi. Uygun olan vakalarda sezaryen sonrası normal doğum önerilmesi gerektiği anlatılarak, uygulama öncesi girişimin risklerinin anne adayına, aydınlatılmış hasta onay formu ile açıklanması gerektiğine vurgu yapıldı.

Daha önce sezaryen ile doğum yapmış gebelere gebelik, eylem ve doğum sırasında sürekli ebe bakımı almaları önerilmesi gerektiği belirtilerek önceden hem normal doğum hem de sezaryen ile doğum yapmış olan gebelerin normal doğuma daha yatkın olduğu açıklaması yapıldı.

Hangi hallerde sezaryen yapılacak?

Rehberde sezaryen yapılacak durumlar ise şöyle anlatıldı: "Sezaryenle doğum ancak, bebekte sıkıntı hali, çoğul gebelikler, bebeğin anne karnında normalden farklı durması, boyunda kordon dolanması, annenin HIV virüsü taşıması gibi durumlarda tercih edilebilir. Anneden çocuğa bulaşma, hiçbir müdahale yapılmayan doğumların yaklaşık yüzde 25,5'inde görülür. Sezaryen ile doğumda çocuğa bulaşma anlamlı bir şekilde azalmaktadır (0,05-0,55). HIV pozitif gebelere planlanmış sezaryen önerilmelidir." ZAMAN
Aslıhan Aydın - Ankara

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=944521&title=artik-anne-istiyor-diye-sezaryen-yapilmayacak
#1446
İdrarda kan görülmesi (hematüri) önemle üzerinde durulması gereken bir tıbbi durumdur...

İSTANBUL - Normalde bir insanın idrarında gerek gözle görülen, gerekse idrar tahlilinde mikroskopla belirlenen kanama olmaması gerekir.

İdrarda kanama, aksi kanıtlanıncaya kadar çok ciddi bir bulgu olarak kabul edilir. Bu nedenle kanamaya neden olan etkenin tanısı konuncaya kadar, gereken tanı yöntemleri kullanılarak araştırılmalıdır. Çünkü idrardaki kanama çok basit bir üşütmeden kaynaklanabileceği gibi üriner sistemde oluşan bir tümörün ilk belirtisi de olabilir.

Böbrek taşları, veremi, kötü huylu tümörleri ya da enfarktüsü, akut glomerülonefrit, idrar borusu taşları, idrar kesesi tümörleri, veremi, taşları ya da basit bir idrar kesesi iltihabı ya da siyek (üretra) taşları ve iltihabı buna yol açabilir.

Bazen sık taş düşüren hastalar, idrarlarında kanama olduğunda yine taş düşürdüğünü düşünerek olayı önemsemezler. Birçok durumda olduğu gibi, doktora danışmadan kendi başına antibiyotik veya antiseptik ilaçlar alıp kanamanın geçirilmesi yanıltıcı olur. En sık rastlanılanı idrardan bir kez kan gelmesi, ama başka hiçbir ağrı ve rahatsızlık olmamasıdır. Bu kanama tekrarlamasa da mutlaka tetkiklerle sebebinin bulunmasında fayda vardır. Ayrıca düzenli kontroller (check-up) yaptırıp tesadüfen idrarlarında mikroskopla kanama belirlenen hastalarda da, tanısı konuncaya kadar tetkik edilmesi gereklidir. Yapılacak olan görüntüleme yöntemleri (Ultrasonografi, ürografi, gerekirse de bilgisayarlı tomografi veya MR) tanı koymada yetersiz kalırsa, idrar kesesine (mesane) bir optik yardımıyla direkt bakma (sistoskopi) yöntemini mutlaka uygulamak ve olası sinsi bir mesane kanserini erken teşhis ederek, tedavisine olanak sağlamak gerekmektedir. Özellikle hanımlar sistit (mesane enfeksiyonu) olmaya daha yatkındırlar. Bu nedenle olası bazı kanamaları onlar da önemsemeyebilir ve sistitten olduğunu düşünürler. Asıl tehlike de, nedeni ve tanısı belirlenmeden sistit gibi sanılan durumların sonradan yol açtığı ciddi sağlık sorunlarıdır.

Kanlı idrarın rengi içerdiği kan miktarına göre açık pembeden koyu kırmızı ya kadar değişir. Kanlı idrar bulanıktır; cam bir kap içinde bir süre bekletilirse üstte görece duru, altta ise kanlı çökelti nedeniyle daha koyu renkli ve bulanık iki bölüme ayrılır. İdrarda kan her zaman gözle görülmeyebilir. İdrarın rengini değiştirmeyecek kadar azsa ancak kimyasal deneylerle ya da idrar çökeltisinin mikroskopla incelenmesiyle saptanabilir.

NEDENLERİ DAHA AYRINTILI İNCELERSEK:
Sistit, çeşitli mikrobik organlar tarafından oluşturulan mesane enfeksiyonudur. Yani Sistit idrar kesesi (mesane) nin iltihaplanmasıdır. İdrar yolları ve üreme sisteminde en sık görülen hastalıklardan biridir. Zamanında tedavi edilmezse hastalık böbrekleri de etkileyecek biçimde yayılabilir ve mesane ve böbreklerde kalıcı hasarlar oluşturabilir. Cinsel ilişki, idrar yolundan yapılan müdahaleler, doğum, nörolojik problemler, mesanede taş veya herhangi bir yabancı cisim varlığı, su tüketiminin az olması, mesanenin enfeksiyon ajanlarına karşı biyolojik savunma bariyerlerinin yetersiz olduğu durumlar sistit gelişimine sebep olurlar. Hamilelik sırasında, özellikle erken dönemde idrarda önemli derecede bakteri çıkışı (bakteriüri) saptanır. Kadınlar hamilelik sırasında ve hemen ertesinde idrar yolları enfeksiyonu açısından risk altındadırlar ve saptanan herhangi bir enfeksiyon hemen tedavi edilmelidir.
Belirtileri : Sık işeme, acil işeme hissi, idrar yaparken yanma, geceleri idrara çıkma, karnın alt kısmında ağrı ve rahatsızlık hissi sık görülen yakınmalardır. Sıkışma şeklinde idrar kaçırma ve kanlı idrar yapma görülebilir, yüksek ateş ise nadir görülür. İdrar bulanık, kötü kokulu olabilir. Cinsel ilişki esnasında ağrı hissi olabilir.

Böbrek taşı : Böbrek taşının genellikle ilk belirtisi şiddetli bir yan ağrısıdır. Bu ağrı genellikle, taş idrar yolunun bir kesimini tıkadığında veya hareket ettiğinde meydana gelir. Taşın bulunduğu yere göre, ağrı kasıklara ve uyluğun iç yüzüne yayılabilir ve bulantıya ve kusmaya neden olabilir. Eğer taş idrar yolunda tahrişe neden olmuşsa, idrarda bir miktar kanda görülebilir.

* Şiddetli yan ağrısı
* İdrarda kan
* Ateş ve titreme (genellikle enfeksiyonun göstergesidir.)
* Kusma
* Kötü kokulu bulanık idrar
* İdrar yaparken yanma şikayetleri taş hastalığını akla getirmelidir.

Üretrit : Sarımtrak bir akıntı , karnın alt kısmında ağrı, sık sık idrara çıkılması, ancak az miktarda kanlı idrar,idrar yaparken yanma ve kadınlarda cinsel ilişkide acı görülür. Üretrit cinsel yolla bulaşan ya da kişisel temizliğe önem vermemekten kaynaklanan bakteriyel bir iltihaptır.

Glomerülonefrit : İdrarda kanla birlikte ayak bileklerinde, gözlerin etrafında şişlik, nefes darlığı ve yorgunluk bulunur. Böbreğin kanı süzen yapılarında ani veya kronik bir iltihaplanma olmuş olabilir.

Tehlikesiz hematüri : Sadece idrarda kan olup, başka bir belirti yoktur. İdrar viral enfeksiyonlardakinden daha kanlı görünse de, bu durum herhangi bir hastalıkla veya organ hasarıyla ilişkili değildir. Bazen çocuklukta meydana gelir ve zamanla geçer, sıkıntı yaratmadan ömür boyu sürebilir.

Hemolitik anemi : Yorgunluk ve güçsüzlükle birlikte idrarda kan görülür, nefes darlığı çekilir. Hemolitik anemi kanın alyuvarlarındaki genetik bir anormallikten veya bazı ilaçlardan ya da alyuvarları yok eden bazı hastalıklarından kaynaklanır. Alyuvarlar yıkıma uğramıştır ve kemik iliği bunların yerine yenilerini yeteri kadar hızla üretememektedir. Genetik olarak bazı enzimleri eksik olanlar ile bazı ilaçları kullananlarda hemolitik anemi ortaya çıkabilir

Mesane taşı : İdrarda kan ,sık sık idrara çıkma, ancak az ve sadece belli bir pozisyonda idrar yapabilme, sırtın alt kısmında ve karında ağrıyla birlikte düşük ateşiniz görülebilir.

Mesane Kanseri : Mesane Kanserinin tipik ön belirtisi gross hematuria yani idrarda kan bulunmasıdır. Bu en genel klinik bulgu hastaların yaklaşık % 75 görülmektedir. Ayrıca idrarda mikroskopik seviyede kan da sıklıkla görülmektedir. Hastalığın ileri evrelerinde mesane tahrişi ve disüri yani zor ve sancılı idrar yapma da sıklıkla gözlemlenmektedir. Kanamalar karekteristik olarak ara sıra oluşmakta, idrarın temiz görülmesi doktorun çalışmalarını ertelemesine sebep olabilmekte bu da teşhiste gecikmelere neden olabilmektedir. Mesane Kanseri en sık görülen kanser türlerinden biridir.

Özet olarak idrarında kan görülen veya idrar analizinde mikroskopik kanama belirlenen her kişinin kesinlikle ayrıntılı ürolojik muayeneden geçmesi ve tanı konuncaya kadar gereken tüm tetkiklerin yapılması önemli bir gerekliliktir.

http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/350902.asp
#1447


Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Neonatoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nejat Narlı, yeni doğan bebekleri sarılıktan korumak için yüzlerine örtülen sarı ya da kırmızı duvakların hiçbir tıbbi geçerliliği olmadığını bildirdi.

Prof. Dr. Narlı, yaptığı açıklamada, 21'nci yüzyılda olunmasına rağmen halen kırsal kesimlerde, halk arasındaki yanlış inanışlarla yeni doğan bebeklerin sağlıklarının ciddi tehlikeye atıldığını belirtti.

Yeni doğan bebeklerde en büyük tehlikenin ''sarılık'' olduğuna işaret eden Prof. Dr. Narlı, bu hastalığın ilk etapta bebeğin cildinin ve göz aklarının sarıya dönüşmesiyle kendini belli ettiğini vurgulayarak, şunları söyledi:

''Bu durumdaki bebekler, kırsal kesimlerde halen yüzlerine örtülen sarı ya da kırmızı renkteki duvaklarla korunmaya çalışılıyor. Oysa bunların hiçbir tıbbi geçerliliği yok. Bir de sarılık bebeklerin yüzde 60'ında görüldüğü için önemsiz sanılıyor. Halk arasında 'her çocukta sarılık olur' denilerek, belirtileri dikkate alınmıyor. Oysa erken önlemi alınmayan sarılık, tedaviyi güçleştirerek bebeğin kanının değişmesine, yüzde 26'ının üzerine çıkması durumunda ise beyin hasarı ya da sakatlığa yol açabiliyor.''

Prof. Dr. Nejat Narlı, sarılığın ''eritrosit'' denilen kırmızı kan hücrelerinin yıkımı sonucu ortaya çıkan ''bilirubin'' diye tabir edilen sarı renkli bir maddenin kanda aşırı birikimi nedeniyle oluştuğunu belirterek, ''Yüzde ve gözlerde başlayan sarılık, önlem alınmadığında vücuda hatta ayaklara kadar iner. İlerleyen sarılıkta bebeğin hareketlerinde kısıtlama olur, refleksleri ve yeme isteği azalır'' diye konuştu.

Zamanında önce doğan ve bu nedenle düşük ağırlıklı olan prematüre bebeklerde sarılığın daha yoğun yaşandığını bildiren Prof. Dr. Narlı, RH negatif kan grubundaki annelerin bebeklerinin de daha fazla risk taşıdığını ifade ederek, şöyle devam etti:

''Annenin kanının RH değeri negatif ise hamileliğin 7'nci ayında bir iğne yapılması gerekir. Bebek doğduğunda da kanı hemen kontrol edilir. Bebeğin kanı ile annenin kanının RH değerleri tutmuyorsa yani anne negatif, bebek pozitif değerde ise bu kez bebeğe iğne yapılır. Bu bebeklerin sarılığı daha yoğun yaşayacakları dikkate alınarak, özellikle ilk bir ay daha sıkı gözlem altında tutulması gerekir.

Anneler, kan grubu sorunu olsun ya da olmasın bebeklerini doğumunun üçüncü gününde mutlaka genel sağlık muayenesinden geçmesini sağlamalı. Genel kontrol sırasında da özellikle sarılık belirtileri dikkate alınmalı. Sarılık derecesi düşükse ışık tedavisi yeterli olur. Bu tedavi sırasında bebeğin gözü bağlanarak, gözlerinin tedavi sırasında verilen ışıktan olumsuz etkilenmesinin önüne geçilir. Bu yapılmadığı takdirde yükselen sarılık nedeniyle bebeğin kanının değişmesi zorunlu hale gelir. Yüzde 26'ının üzerine çıkan sarılıkta ise bebekte beyin hasarı ya da sakatlık oluşabilir.''

Prof. Dr. Nejat Narlı, sarılık süresinin her bebekte farklı olduğunu, ancak ailelerin yüzdeki sarılık, yüksek ateş, mama yememe ve kilo kaybı gibi sorunları dikkate alarak, bebeği özellikle ilk bir ay içinde sıkı gözlemlemelerinin, bebek açısından hayati önem taşıdığını söyledi.AA

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=640125
#1448
Yeni doğan bebeklerde sarılığa neden olan kandaki 'bilirubin' maddesinin normalin üstüne çıkması, beyinde kalıcı hasara neden olabiliyor. Türkiye'de yeni doğan bebeklerin yaklaşık yüzde 60'ında, her 10 bebeğin ise 6'sında yeni doğan sarılığı görülüyor.

Bursa Dörtçelik Çocuk Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Uz. Dr. İsmail Özcan, yenidoğan sarılığının, sadece yeni doğan bebeklerde görülen, kandaki 'bilirubin' maddesinin artışına bağlı oluşan bir hastalık olduğunu açıkladı. Zamanında doğan bebeklerde bir haftayı, erken doğan bebeklerde 2 haftayı aşmayan, belli düzeyleri geçmeyen ve bebek için tehlikeli olmayan 'fizyolojik sarılık' ile tehlikeli olabilen yeni doğan sarılığının karıştırılmaması gerektiğini kaydeden Özcan, "Bu iki sarılığın, ancak kandaki bilirubin düzeylerine bakılarak kesin olarak ayırt edilebileceğini bilmemiz lazım. Bunun için bilirubin ölçümü yapılabilen bir merkeze başvurulması gerekir. Kan grubu uyuşmazlığı, anne sütünün yeterli verilmemesi, kandaki mikroorganizmalara bağlı enfeksiyon gelişmesi gibi çeşitli faktörlerin de araya girmesiyle 'bilirubin' maddesi kanda çok aşırı düzeylere çıkabilir ve bebek için tehlikeli olabilir. Bu tür durumlarda 'bilirubin' maddesi beyine oturabilir ve beyinde kalıcı hasar yapabilir, zihinsel özür bırakabilir. Yeni doğan sarılığı pek çok nedeni olan ve mikropla ilişkisi olmayan, sadece yeni doğana özgü bir durum. Mikrobik sarılık ise tüm yaş gruplarında görülebilen karaciğer iltihaplanmasına bağlı bir durum" dedi.

Yenidoğan sarılığının görülme sıklığının çok sık olduğuna dikkati çeken Başhekim Özcan, yeni doğan bebeklerin yaklaşık yüzde 60'ında, her 10 bebeğin ise 6'sında yenidoğan sarılığı görüldüğünü belirtti. Yenidoğan sarılığı görülen bebeklerin bir kısmının hastanede tedavi altına alınması gerektiğini vurgulayan Özcan, "Yenidoğan sarılığı hastalığında, ilk olarak göz akındaki sarımsı rengin yüzden başlayarak gövdeye, ayaklara ve ellere doğru yayılır. Sarı renk ne kadar belirginleşirse, hastalık o derece ilerlemiş demektir. Bu, en kolay bebeğin yüzüne ve gözüne bakarak anlaşılır. Kan testlerinden sonra sarılığın düzeyi tespit edilir. Eğer, belirtiler ilk 24 saat içinde çıkmışsa, bu mutlaka patolojik hastalık belirtisidir ve mutlaka doktor tarafından değerlendirilmelidir" diye konuştu. (CİHAN)

http://www.zaman.com.tr/wap.do?method=getSondakikaDetay&haberno=763397&sirano=7&sayfa=3
#1449
Türk mühendisler, yeni doğanların sarılık tedavisinde kullanılan florasan ve halojen lambaların yerini alacak ve pek çok üstünlüğü bulunan yeni nesil ''LED Teknolojisi'' ne sahip tedavi cihazı geliştirdi.
 
Türkiye'de ilk kez üretimi yapılan ''LED Fototerapi Cihazı'', mevcut teknolojilerdeki istenmeyen zararlı mor ve kızıl ötesi ışınlar yaymıyor; ayrıca kuvözlerde yatan bebeklerin florasan veya halojen lambaların etkisiyle vücut ısılarının artmasının da önüne geçiyor.

AA muhabirine bilgi veren Bilkent Üniversitesi Teknoparkında (Cyberpark) yer alan TENDE Elektronik Yazılım Genel Müdürü Ferhat Yıldız, yeni doğan bebeklerde önemli bir sorun olan sarılığın tedavisinde uzun yıllardır mavi ışık teknolojisinin kullanıldığını belirtti.

Işık yoluyla tedavinin, 1958'de Kanada'da kanlarındaki bilirubin seviyesi yüksek olan sarılık hastası bebeklerin güneş ışığı görmeleri ile birlikte renklerinin açılmasıyla tesadüfen bulunduğunu anlatan Yıldız, ilerleyen teknolojiyle birlikte mavi ışık yoluyla geliştirilmiş tedavi için öncelikle halojen lambaların kullanıldığını kaydetti.

Halojen ve Florasan lambaların yaydığı ultra viyole ve diğer bazı istenmeyen ışınların (harmonik ışınların) bebeğin cildinde kırmızı döküntüler, bronzlaşma, sık ve sulu dışkılama gibi bir takım yan etkiler yaratabileceğini vurgulayan Yıldız, ayrıca bu tedavi yönteminin yeni doğanın vücudunun ısınarak ısı dengesinin bozulmasına da yol açabileceğini dile getirdi.

Yıldız, bu nedenle son dönemde özellikle yeni doğanlardaki sarılık tedavisinde bu yan etkilerinin ortadan kaldırılması için ''LED'' teknolojilerinin kullanımının gündeme geldiğini söyledi.

Türkiye'de de halojen veya florasan lambalı fototerapi cihazların kullanıldığını belirten Yıldız, kızıl ötesi ve mor ötesi ışıma yapmaması nedeniyle ''LED'' lambaların son derece güvenli olduğunu ve bilirubin seviyesinin düşürülmesinde önemli bir tedavi yöntemi haline geldiğini söyledi. Yıldız, bu teknolojinin üstünlükleri konusunda şu bilgileri verdi:

''LED teknolojsinde, LED'in sadece kendisi ısınabiliyor. Ancak ön yüzeye yaydığı ışık hemen hemen hiç ısı vermiyor. Bu durum, özellikle sarılığı olan yeni doğan bebeğin cilt ısısının artarak ısı dengesinin bozulmasının önüne geçiyor.

Ayrıca, mevcut teknolojilerdeki gibi istenmeyen dalga boylarındaki ışınlar da yaymıyor. Gerçekte florasan ve halojen teknolojilerin yaydığı ışığın zararı tam olarak bilinmese de ileride yaratacağı sonuçlar da henüz kestirilemiyor. Bu nedenle söz konusu LED'ler pek çok üstünlüğü beraberinde getiriyor.''

Ar-Ge ekiplerinin TÜBİTAK Yenilik ve Destek Programları Başkanlığınca (TEYDEP) desteklenen ve yaklaşık 2 yıl süren çalışmalarının sonucunda, LED teknolojisine sahip fototerapi cihazını Türkiye'de ilk olarak üretmeyi başardıklarını bildiren Yıldız, cihaz için tüm yasal mevzuat sürecinin de tamamladığını kaydetti. Yıldız, cihazın uluslararası ''CE'' belgesini de alarak Türkiye'de kullanıma sunulduğunu dile getirdi.

Yıldız, LED teknolojisine sahip fototerapi cihazının bir süre önce yalnızca ABD ve İngiltere'de geliştirilebildiğini ve söz konusu teknolojinin dünya genelinde yeni yeni kullanılmaya başlandığını, Türkiye'de ise bir kaç ay önce sundukları yerli cihazın bazı hastanelerde bulunduğunu bildirdi.

''Türk Mühendisliği Teknolojisine'' sahip ürünleri sayesinde yakın zamanda Türkiye'ye ithalatı hızlanacak ve maliyeti çok pahalı olan LED teknolojili fototerapi cihazının çok daha düşük maliyetlerle üretilmesinin sağlanacağını kaydeden Yıldız, bu sayede de kullanım alanının yaygınlaşmasını beklediklerini ifade etti.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=870010
#1450
Yeni doğan bebeklerde çeşitli nedenlerle görülen sarılık, tedavi edilmediği takdirde beyinde ciddi hasarlara neden oluyor. Zeka bozukluğu başta olmak üzere, sağırlık, öğrenme güçlüğü, istemsiz hareketler, spastisite ve zeka geriliği gibi etkiler görülebiliyor.
 
Bebeklerde sarılık doğar doğmaz yapılan bir takım testlerle anlaşılabilirken özellikle gözde ve ciltteki sarı renk hastalığın habercisi olarak biliniyor. Kayseri Erciyes Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Kendirci, yeni doğan bebeklerde en sık görülen klinik bulgulardan birisi olan sarılığın, tedavi edilmemesi halinde ciddi sağlık sorunlarına neden olabileceği uyarısında bulundu.

Sarılığı, 'vücuttaki yaşlı veya işlevsiz alyuvarların karaciğer, dalak ve kemik iliğinde parçalanması sonucunda oluşan hemoglobinin yıkım ürünlerinden bilirubin denilen maddenin kanda artması sonucu ciltte oluşturduğu bulgu' olarak açıklayan Prof. Dr. Kendirci, bu maddenin vücuttan atılması gerektiğini söyledi.

Bu işlemden sonra hastalığın safra yoluyla bağırsaklara geçerek atılabileceğine dikkat çeken Kendirci, "Eğer altta yatan ciddi bir neden yoksa yeni doğan sarılığı, yaşamın ilk 24 saatinden sonra görülür. Zamanında doğmuş bir bebekte ilk 7 günden sonra, erken doğmuş bebeklerde ise ilk 10 günden sonra görülmez. Aksi halde uzamış sarılıktan söz edilir ve ayrıntılı incelenmesi gerekir." dedi.

Doğum öncesi yaşamda bebeklerin alyuvarlarının oksijen taşıma kapasitelerinin daha fazla olması gerektiğinden alyuvar kitlesinin erişkin insana göre daha fazla olduğunu hatırlatan Prof. Dr. Kendirci, kandaki ömürlerinin de erişkinlere göre daha kısa olduğunu, dolayısıyla erişkine göre yeni doğan bebekte fazla sayıda alyuvarın daha kısa sürede parçalandığını kaydetti. Artmış bilirubin yüküne karşın yeni doğan bebeğin karaciğerinin bu yükü arındıracak kadar olgunlaşmamış olduğunu aktaran Kendirci, "Bu nedenle biliruninin kandan temizlenmesi zaman alır ve ciltte sarılık ortaya çıkar. Prematüre dediğimiz zamanından önce doğmuş bebeklerde ise yeterince olgun olmadıklarından sarılık daha sık ve daha yüksek değerlerle karşımıza çıkar. Anne sütüyle beslenen bebekler erken dönemde sararabilirler. Ancak bu durumda bebeğin temel besin kaynağı olan anne sütü kesilmemelidir. Tersine daha sık emzirilerek bebeğin sıvı ve kalori gereksinimi giderilmelidir." şeklinde konuştu.

Konjuge olmamış bilirubinin kanda çok yüksek düzeylere eriştiğinde yeni doğan bebeğin sinir sistemi üzerinde çok ciddi kalıcı hasarlara neden olabileceğine değinen Prof. Dr. Kendirci, bilirubinin kanda çok yüksek düzeylere eriştiğinde, kan-beyin engelini aşarak yağdan zengin bir organ olan beyinde birikerek ciddi zedelenmelere yol açacağını vurguladı. Bu zedelenmelerin, etkilenmenin derecesine göre, sağırlık, öğrenme güçlüğü, istemsiz hareketler, spastisite, zeka geriliği gibi etkenlere yol açabileceği uyarısında bulunan Kendirci, "Yeni doğan sarılığı önce gözlerin beyazında ortaya çıkar, bilirubin düzeyleri arttıkça yüzde, gövdede belirgin hale gelir. Özellikle sarılık bacakların üst kısmında görülmeye başlandığında cilde basmakla kaybolmayan sarı bir renk gözleniyorsa; bu durum, bilirubinin kanda yüksek düzeylere eriştiğinin işareti olabilir. Ancak özellikle deneyimsiz anne-babaların gövdede sarılık belirgin hale geldiğinde hekimlerine başvurması gerekir. Eğer gerekli görülürse bebekten topuktan alınacak az bir miktar kanla kandaki bilirubin düzeyleri tetkik edilebilir." açıklamasında bulundu.

AİLE'NİN YAPACAKLARI

Bebeğin anne tarafından sık sık emzirilmesi teşvik edilmeli ve anneye yardımcı olunmadır. Uzun süre beslenemeyen bebeklerin daha çok sararacağı unutulmamalıdır. Her ne kadar yeni doğan bebeklerin büyük çoğunluğunda sarılık gözleniyorsa da, bunların bir kısmı tedavi gerektirdiğinden; sarılık fark edildiğinde bebek dikkatle gözlenmeli, sarılık gövdede belirgin olduğunda bir çocuk hekimiyle temas kurulmalıdır. Özellikle emmede zayıflık, sürekli uyuma, normal hareketlerinin azalması, geç dönemde tiz sesli ağlama ve vücutta kasılma kanda bilirubinin çok artığının göstergesi olabilir. Zaman yitirmeden hekime başvurulmalıdır. (CİHAN)

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=933410&title=tedavi-edilmeyen-sarilik-bebeklerde-zeka-bozukluguna-sebep-oluyor
#1451
Hrant Dink'in bir "nefret nesnesi" haline getirilmesi sürecinin, Sabiha Gökçen'in Ermeni asıllı olduğu haberinin Agos'tan iki hafta sonra Hürriyet'te yayımlanmasıyla başladığını söylemek yanlış olmaz. Fakat hepimiz biliyoruz ki böyle bir haber, böyle bir amaç uğruna çalışanlar bakımından uygun bir araç olsa da, "Hrant Dink'i ortadan kaldırma bilinci" yaratmaya yetecek kadar güçlü değildir.

Bu haberin etkisini abartıp Hürriyet'i ve gazetenin o dönemdeki genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök'ü suçlamak, ona gollük bir pas vermekten başka bir anlama gelmez. Nitekim Özkök bu pası çok iyi değerlendirdi ve "Duyduk duymadık demeyin, katil benim" başlıklı yazısıyla (20 Ocak) golünü de attı!

Özkök'ün yazdığına göre bu haberin Agos'tan sonra Hürriyet'te yayımlanmasını bizzat Hrant Dink istemişti. Hatta, onun isteği üzerine gazete Pars Tuğlacı ile görüşmüş, Sabiha Gökçen'in Ermeni olduğunu o da doğrulamıştı.

Hrant Dink'in böyle bir haberin Hürriyet'te yayımlanmasını istemesi bana gayet makul geliyor. Çünkü, Anadolu'da daha on binlerce "Sabiha Gökçen" olduğuna inanan biriydi o ve son yıllarında bu insanların hikâyelerinin peşine düşmüştü. Böyle bir gazeteciliğin, iki halkın dostluğuna hizmet edeceğini düşünüyordu. Haberin Hürriyet'te yayımlanmasının ardından gelen Genelkurmay açıklaması ve bazı "apoletli" gazetecilerin askerlerle aynı dalga boyunda tepki vermelerinden sonra, ilk düşüncesinin biraz fazla iyimser olduğunu düşünmüş müdür, bilmiyorum.

Bana sorarsanız ne Hrant Dink ne de Hürriyet gazetesi ve Ertuğrul Özkök, bu haberin Genelkurmay açıklamasına varacak bir sonuç üreteceğini düşünüyordu. Nitekim Hatta Oktay Ekşi, Sabiha Gökçen'in Ermeni asıllı olmasında ne gibi bir fenalık olduğunu anlayamadığını söyleyerek Genelkurmay'ı eleştirmişti de...

"Cinayet öncesindeki eylemler"

Dediğim gibi, asıl mesele o değil... Asıl mesele, "Türk'ün kanının zehirli olduğunu söyledi ve Türklüğe hakaret etti" diyerek Hrant Dink'i 301. maddeden mahkûm eden mahkeme ve Yargıtay kararlarıydı.

Fethiye Çetin, Taraf'tan Tuğba Tekerek'e verdiği söyleşide "cinayet öncesindeki eylemler"den söz ediyor, Tekerek'in bunu açmasını istediğinde de şöyle diyordu:

"Bu profesyonel planın bir hazırlık aşaması var. Hazırlık sürecindeki bütün eylemler incelenmeli. Dink'in hedef gösterilmesi, aleyhinde kamuoyu oluşturulması, bir nefret nesnesi haline getirilmesi, medyadaki haberler...

Sürecin bir de yargı boyutu var. (...) Tüm bunlar bu sürecin son derece örgütlü bir şekilde hazırlandığını gösteriyor."

Ne kadar can alıcı bir değerlendirme! Ben de aynen böyle düşünüyorum. Hrant Dink'in o meşhur yazısındaki o tek cümleyi bütün bağlamından kopartarak "Türk'ün kanının zehirli olduğunu söyledi" sonucuna varmak ancak ve ancak bir eylemci kararlılığıyla mümkündür.

Hrant Dink için adalet arayışı her şeyden önce "adalet"in kararından başlatılmalıdır. O korkunç karar nasıl alındı ve o yargı hükmü hangi araçlarla (medyanın rolü) Ogün Samastların beynine boca edildi?

Adalet mekanizmasının ve medyanın "cinayet öncesindeki eylemler"deki rollerini tam olarak ortaya koyamazsak, ne yargının iki yılı aşkın bir süredir devam eden cinayet davasındaki isteksizliğini anlamlandırabiliriz ne de medyanın yargı üzerinde baskıda bulunma isteksizliğini...

O mahkeme kararında kim, ne yaptı

Bir yazar düşünün, sekiz hafta sürmesini planladığı uzun yazısının ilk beş bölümünde, her fırsatta ifade ettiği "Ermenilerdeki, özellikle Diaspora'daki Ermenilerdeki Türk algısının ve düşmanlığının Ermeni kimliği üzerindeki olumsuz etkisini anlatsın, bunun "zehirli" bir etki olduğunu ve mutlaka kurtulunması gerektiğini söylesin... İlaveten, bağımsız bir Ermenistan'ın bulunmadığı koşullarda (yani 1991'den önce) bunun mümkün olmayabileceğini, fakat şimdi onun verdiği manevi güçle, bilhassa da Diaspora'daki Ermenilerin Ermenistan'la ilişki kurması sayesinde Ermenilerin bu zehirli duygudan (Türk düşmanlığı) kurtulmasının mümkün olduğunu anlatsın. Ve yazısının beşinci bölümünü (ki başlığı "'Türk'ten kurtulmak"tır) şu satırlarla bitirsin:

"Ermeni kimliğinin 'Türk'ten kurtuluşunun yolu gayet basittir: 'Türk'le uğraşmamak... Ermeni kimliğinin yeni cümlelerini arayacağı yeni alan ise artık hazırdır: Gayrı Ermenistan'la uğraşmak."

Ve yazının altıncı bölümü... Diyelim ilk beş bölümü okumadınız ve şu satırlarla başlayan bir yazı çıktı karşınızda:

"'Türk'ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni'nin Ermenistan'la kuracağı asil damarında mevcuttur."

Böyle bir cümleyle karşılaşsanız "Türklerin kanının zehirli olduğunu" söyleyen bir Ermeni ırkçısıyla karşı karşıya olduğunuzu düşünüp ürperebilirsiniz... Fakat ilk beş bölümü okuyup da bu cümleyle "Türklerin kanı"nın değil, tam tersine "Ermeni kimliğindeki Türk algısının zehirli olduğunun" kast edildiği sonucunu çıkarmamak mümkün müdür?

Hrant Dink, işte en çok buna çıldırıyordu. Dink'in katledilmesinden bir hafta sonra Nokta'nın kapağını bu akıl, mantık, vicdan dışı karara ayırmıştık. Üç dil uzmanına, o yazılardan ve o cümleden mahkemenin ve Yargıtay'ın nasıl o sonucu çıkardığını, o yazılar nasıl yorumlanırsa böyle bir sonucun çıkartılabileceğini sormuştuk. Üçü de, ne yapılsa ne edilse o sonucun çıkartılamayacağını anlatmışlardı dergi için kaleme aldıkları yazılarında...

Hürriyet isteseydi...

Ben hep şöyle düşündüm: Eğer Hürriyet isteseydi, o yazılardan asla öyle bir sonuç çıkartılamayacağı hususunda kamuoyunu ikna edebilir ve Hrant Dink'in "nefret nesnesi" haline getirilmesini engelleyebilirdi.

Başka bir gazetenin gücü yetmeyebilirdi buna, fakat Hürriyet yapabilirdi.

Ne var ki Hürriyet gücünü, bunun tam tersinden sonuç doğuracak bir tarzda kullandı. En etkili yazarı olan Emin Çölaşan, o sekiz yazıdan sadece altıncısının yukarıda alıntıladığım ilk iki cümlesini yayımladı ve işi bitirdi:

"Ülkemizde fikir ve ifade özgürlüğü gelişiyor, AB yolunda hızla ilerliyoruz! Her şey serbest, her şey özgür! İmam nikâhından Arapça yazıya, Türk'ün zehirli kanına kadar..."

Nasıl Sabiha Gökçen yazısı Hürriyet'te yayımlandıktan sonra sanki küfürlü bir içeriğe sahipmiş gibi algılandıysa (burada Ertuğrul Özkök'e hitap etmek istiyorum: Sayın Özkök, sizin Sabiha Gökçen haberinizin Agos'taki masum içerikli haberden hiçbir farkı yoktu, fakat sizin gazetede Agos'taki gibi durmadı, bambaşka bir içeriğe bürünüverdi, sizin asıl büyük başarınız burada işte), Çölaşan'ın sekiz yazının birinden cımbızla çektiği o iki cümle de aynı şekilde algılandı.

Çölaşan'ın Hürriyet'ten atılmasından sonra yazdığı kitaptan öğrendik; Özkök, birçok yazısına müdahale etmiş, ya değiştirtmiş ya hiç kullanmamış... Fakat görüyorsunuz, burada herhangi bir müdahaleye gerek görmemiş.

Yine de Özkök'ün hakkını yemeyelim, bir başyazar (Güngör Mengi, Vatan) ondan daha cevval çıkmış ve şöyle yazabilmişti:

"'Eğer hakaret etmediğimi bu topluma inandıramazsam, bu ülkeyi terk ederim' demiş. Bu kadar lafa ne gerek var? Önce maksadını aşan bir yoruma sebebiyet verdiği için vatandaşlarından özür dilesin Hrant Dink. Bavulunu toplamaya sonra karar versin. Belki gerek kalmaz!"

Daha "aşağılama" davası başlamadan Hrant Dink'e böylesi alaycı-aşağılayıcı köşe-mektuplar gönderen Mengi, bakın cinayetten sonra ne yazdı:

"(...) Oysa Dink Türklüğü tahkir ve tezyif suçu işlemediğini, hedefinin dışarıdaki Ermeniler olduğunu, onları hedef alarak 'Türk saplantısı kanınızı zehirliyor' uyarısı yaptığını söylüyordu. Bu sözlerine inanan oldu, inanmayan oldu. Ama samimi olduğunu kanıtlayan 1 Kasım 2004 tarihli yazısını bulup yeniden okumak ancak o uğursuz cinayetten sonra aklımıza geldi."

O mahkeme kararını hallaç pamuğu gibi atmak, hakikatin ve adaletin peşinde gitme iddiası taşıyan bir medyanın birinci görevi olmalıydı. Fakat kâh vicdansızlıktan kâh düşünce ve pratik tembelliğinden bunu yapmadık, yapamadık.

"Biz" diyorum evet, çünkü kabul etmeliyiz ki Hrant Dink'i samimiyetle seven ve onun düşmanlaştırılmasına samimiyetle direnenler de o mahkeme kararının önemini ve anlamını doğru bir biçimde analiz edemediler ve teşhir edilmesi için gerekli çabayı göstermediler.

Hrant Dink'in "kırmızı pazartesi"sini başlatan şeyin o karar olduğunun bugün dahi hak ettiği güçle vurgulanmamasında bu vicdan yükünün payı olabilir mi acaba?

http://taraf.com.tr/makale/9631.htm
#1452


Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, kamu hizmetlerinde elektronik dönemi başlatan e-devlet Kapısıyla, artık imza, mühür, aslı veya 'aslı gibidir' şeklinde istenen evrakların tarihe karışacağını açıkladı.

Bunun için 30 kanunda değişiklik yapılmasını öngören yasa değişikliğinin Bakanlar Kurulu'nda imzaya açıldığını belirten Yıldırım, "Yasal değişiklikler hayata geçtiğinde, www.türkiye.gov.tr adresine giren vatandaşımız, istediği evrakın çıktısını alabilecek. Islak imza yerine elektronik imza kullanarak evrakını alacak. Aldığı evrak resmi evrak olarak kabul görecek. Böylece, imza, mühür, aslı veya 'aslı gibidir' şeklindeki evraklar tarihe karışacak." dedi.

e-devlette gelinen son noktayı, TÜRKSAT'ın Gölbaşı'ndaki yerleşkesinde düzenlediği basın toplantısıyla açıklayan Bakan Yıldırım, e-devlet kapısının aynı zamanda bir zihniyet dönüşümünü de beraberinde getireceğini söyledi. "Devletin memuru da vatandaş da, evrak üzerinde mührü, imzayı görmeyince onu resmî evrak olarak kabul etmiyor." diyen Bakan, zihniyet dönüşümüyle beraber, vatandaşın da memurun da işinin hafifleyeceğini kaydediyor. Bakan, şöyle devam ediyor: "Bazı devlet kurumları, devletin resmî sitesi 'e-devlet' üzerinden alınan belgeleri kabul etmiyor. Çünkü, evraka bakıyor; mühür yok, imza yok, 'aslı gibidir' yok. Bunları görmeyince devleti görmüyor gibi geliyor memura. Vatandaş da öyle. Üzerinde imza olmayan evrakı, kâğıt parçası olarak gördüğü için, kafalar karışıyor. Bu iş oldu mu olmadı mı diye başlıyor düşünmeye. Türkiye, bir zihniyet dönüşümüne girmiştir. Dönüşümle, artık vatandaş devletin kapısına gitmeyecek. Devlet vatandaşın kapısına, hatta evinin içine, cebine kadar gelecek."

Bakan Yıldırım, bilişim hizmetlerindeki zihniyet dönüşümüne olan ihtiyacı, bir yıl önce hayata geçen 'e-devlet' kapısının kullanım rakamlarını vererek anlatmaya çalıştı. Bir yıl içinde e-devlet kapısını kullanarak işini gören vatandaş sayısının 107 binde kaldığını vurguladı. Rakamı oldukça düşük bulduğunu belirtirken sebeplerini şöyle sıraladı: "Birincisi, halen vatandaş evrakta imza/mühür arıyor. Bunun için elektronik imzanın yaygınlaşması lazım. İkincisi, hem kurumların kendi internet sitesi var hem de e-devlet kapısında kurumlarımızın siteleri var. Vatandaş kurumların sitesini daha çok kullanıyor. Üçüncüsü ise, e-devlet sitesinde, vatandaş her aradığını bulamıyor. İleriki günlerde bu sorun ortadan kalkacak." ZAMAN-SELİM KUVEL

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=942856&title=resmî-evrakta-muhur-ve-imzasiz-donem
#1453
Ankara Çocuk Suçlularını Soruşturma Bürosu Cumhuriyet Savcısı Cengiz Köksal, yasaların çocuklarını ekonomik olarak istismar eden ailelere hapis cezası verilmesi gerektiğini söyledi. Ancak sıkıntı delil toplama da çıkıyor dedi.

Ankara Çocuk Suçlularını Soruşturma Bürosu Cumhuriyet Savcısı Cengiz Köksal, yasaların çocuklarını ekonomik olarak istismar eden ailelere hapis cezası verilmesini bile öngördüğünü belirterek, ''Bunun için sağlam bir takibe ve delillere ihtiyaç var. Ancak bizim polisimiz yeterli değil'' dedi.

Köksal, AA muhabirinin sorularını yanıtlarken, çocukların toplumun geleceğini oluşturduğunu, ancak konunun öneminin yeterince anlaşılmadığını belirterek, gerek suça sürüklenen gerekse mağdur edilen çocuklar için önlem alması gereken kurumların titizlikle çalışmasının önemli olduğunu söyledi. 

Çocukların yararına yasal düzenlemeler olduğunu, ancak uygulamada birtakım sıkıntılarla karşılaşıldığını anlatan Köksal, çocukları ekonomik olarak istismar edenlerin 3 aydan 1 yıla kadar hapisle cezalandırılabileceğini, suçun aile bireylerine yönelik olması durumunda cezanın 2 katı arttırılabileceğini dile getirdi. Ancak, bunun için etkin fiziki takibe ve sağlam delillere ihtiyaç duyulduğunu ifade eden Köksal, ''Ne yazık ki polisimiz bu konuda yeterli değil'' dedi.

''Anne babayı hapse atmanın ya da çocukları ailelerinden ayırmanın en son çare olması'' yönündeki inancını dile getiren Köksal, bu noktaya gelinmemesi için koruyucu tedbirler alınması gerektiğini söyledi.

Köksal, sivil toplum örgütleri, il özel idaresi, kolluk kuvvetleri, yargı ve basının ortaklaşa yapacağı çalışmalarla başkentte sokakta çalıştırılan çocuk oranının önemli ölçüde azalacağını kaydetti.   

''BAŞKENTTE AYNI 60 ÇOCUK''

Ankara'da suça sürüklenen çocuklarla ilgili verileri topladıklarını anlatan Köksal, 2008'de 2 bin 716 çocuk hakkında 2 bin 87 evrak düzenlendiğini söyledi. Bu çocuklardan 60 tanesinin 5 ya da daha fazla suça karıştığına ve haklarında 506 evrak bulunduğuna dikkati çeken Köksal, ''Yani 5 ya da daha fazla suç işleyen çocukların oranı yüzde 2,5 ama gelen evrakın yüzde 25'i bu çocuklarla ilgili'' diye konuştu.

Daha önceki yıllar için de benzer verilerin bulunduğunu anlatan Köksal, şunları söyledi: 

''Adli mekanizmada çocuk suçluluğu için tutuklama son çare. Ancak bu çocukları tutuklamak zorunda kalıyoruz. Bu çocukların süreç içerisinde işledikleri suçların tipleri de sürekli daha ağır ve nitelikli hale geliyor. Önce hırsızlık suçundan gelen bir çocuk, sonra yağma, daha sonra adam öldürme suçlarından önümüze çıkıyor.

Suça sürüklenen çocukların, ağırlıklı olarak çocuk mağdurlara karşı yağma suçu işlediklerini göz önüne alırsak, mağdur çocukların yaşadığı psikolojik sorunlar, artık tek başlarına dışarıya çıkamaz olmaları, ailelerin sürekli aynı sorunla karşılaşacakları endişesi taşımaları, toplumda büyük bir kargaşaya sebebiyet veriyor. Tüm bu nedenlerle suça sürüklenen çocuklar için Adli Kontrol ve Tutuklama arasında güvenlikli rehabilitasyon merkezleri oluşturulmalı.''

Cengiz Köksal, savcılıklarda sosyal inceleme uzmanı bulunmasının, çocuk bürolarında genç polislerin istihdam edilmesinin önemli olduğunu da dile getirdi.

AA
http://www.haber7.com/haber/20100116/Cocuklarini-sokakta-calistiran-aileye-hapis-yolu.php
#1454


İstanbul Haliç Köprüsü üzerinde temizlik işçilerince bulunan Bedrettin K.'nin (5), ailesi tarafından dilendirildiğinin ortaya çıkması dikkatleri sokakta çalıştırılan çocuklara çevirdi.

Türkiye'de sokakta çalıştırılan veya dilendirilen çocuk sayısı 41 bine ulaşırken, bunların yüzde 98'i (30 bin 109) İstanbul'da yaşıyor. İstismar edilen küçüklerin sayısının her geçen gün artması yetkilileri caydırıcı önlemler almaya yöneltti. İstanbul Valiliği, 18 Kasım 2009 tarihinde yayımladığı kararname ile çocuk polisinin elini güçlendirdi. Çarpıcı tedbirlerin yer aldığı karara göre sokak, cadde, meydan, gar, otogar, durak, tarihî ve kültürel mekânlar, ibadethaneler, inşaatlar, terk edilmiş yapılar, köprü altları gibi yerler barınmak amacıyla kullanılamayacak. Geniş yetkilerle donatılan polis, bu mekanlarda dilenen ya da çalıştırılan çocukların aileleri hakkında işlem yapabilecek. Kararın en can alıcı kısmı ise küçüklerden mendil, su, çiçek vb. satın alan vatandaşlara yönelik. Bundan böyle 18 yaşından küçüklerden mal ve hizmet (kâğıt mendil, çiçek, su, tartıcılık, ayakkabı boyacılığı) satın alanlara 143 TL para cezası kesilecek.

"Sokağın Tehlikelerine Maruz Kalan Çocukların Korunması, Eğitim-Öğretimin Sağlıklı Devamı ve Kamu Esenliğinin Sağlanması" amacıyla yayımladığı kararnamenin çıkmasının ardından İstanbul'da sokaklarda dilendirilen veya çalıştırılan çocukların sayının azaltılması için çalışmalara hız verildi. Çocuk polisi ekipleri, sadece 20 günde 486 çocuk ve ailesi ile ilgili işlem yaptı. Yeni dönemde çocuk istismarcılarıyla mücadelede kurumlar el ele verecek. İl Emniyet Müdürlüğü Çocuk Şube Müdürlüğü'nün hazırladığı 'İstanbul Çocuk Koordinasyon Projesi' ile 9 kurum ortak çalışacak. Valilik koordinasyonundaki çalışmalara Büyükşehir Belediye Başkanlığı, üniversiteler, Cumhuriyet Başsavcılığı, Emniyet, Milli Eğitim, Sağlık, Sosyal Hizmetler ve Gençlik ve Spor il müdürlükleri ile İş-Kur katılacak. Proje kapsamında, her kurum amacına uygun olarak yönergede belirtilen talimatlar doğrultusunda kendilerine mahsus 'kullanıcı adı' ve 'parola' ile geliştirilen veri tabanına giriş yapacak. Gerekli yasal izinleri alınan proje, 'Veri Tabanı' ve 'Çocuk Koordinasyon Merkezi' olarak 2 ana bölümden oluşuyor. Kurumlar, günlük verileri inceleyerek kendi görev alanına giren konularda çocuğun yüksek yararına uygun olarak yapılması gereken tüm faaliyet ve işlemleri yapıp sonuçları veri tabanına girecek. Verilerin yüklenme işlemlerinin tamamlanmasının ardından proje, önümüzdeki günlerde faaliyete geçecek.

7 bin çocuk hakkında işlem yapıldı

İstanbul Çocuk Polisi son 4 yılda sokakta çalıştırılan, dilendirilen ve yaşamaya zorlanan çocuklarla ilgili istatistik yayımladı. Çocuk Şube Müdürlüğü 2006 yılından 2009 sonuna kadar, Bedrettin K. ve onu döven çocuklarla aynı kaderi paylaşan 7 bin 348 çocukla ilgili işlem yaptı. Bu çocukların 5 bin 377'si erkek, 1 bin 971'i ise kız. Bunlardan 5 bin 454'ü Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu'na, bin 894'ü ise ailelerine teslim edildi. Ayrıca 2008 ve 2009 yılında bu çocuklardan 21'inin ailesine uyarı ve para cezası verildi.

Amaç çocukları çetelerden uzak tutmak

Valilik kararnamesinin genel esasları şöyle:

Sokakta yaşamak, çalıştırılmak, dilenmek zorunda bırakılan çocukların, beden, ruh ve ahlaki gelişmelerini, güvenli ve huzurlu bir ortamda yaşamalarını sağlayarak, gerekli eğitimi aldırıp topluma faydalı birer birey haline getirmek.

Çocukları alkollü, içki, uçucu ve uyuşturucu maddeleri kullanma alışkanlığından, fuhuş, cinsel tacize uğrama, hırsızlık, yaralama, öldürme ve benzeri sokakta olabilecek muhtemel suç ve tehlikelerden uzak tutmak.

Okul, dershane, yurt gibi eğitim ve öğretim mekânlarıyla ilgisi olmayan şahısların, bu yerler etrafında bekleme yaparak, eğitim ve öğretimi doğrudan etkileyerek, eğitim ve öğretimin huzur ve sükûn içinde devamının sağlanması yoluyla muhtemel risk gruplarının ve çeteleşmenin önüne geçilecektir.

Kafe ve oyun salonlarına öğrenciler okul saatlerinde alınmayacaktır. İnternet kafelerde çocukların fiziksel ve ruhsal gelişimlerini bozacak mahiyette oyun oynamaları ve ahlaki yapılarına zarar verecek sitelere girmeleri yasaktır. Bunun denetimi başta okul idareleri olmak üzere aile ve kolluk işbirliği ile sağlanacaktır.

Karara uymayanlar, eylemleri aykırı bir suç teşkil etmediği takdirde, Kabahatler Kanunu'nun 32'nci maddesi uyarınca 143 TL para cezasına çarptırılacaktır.

'Hedefimiz 10 yıl içinde çocuk işçiliğini bitirmek'

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer, 10 yıl içinde Türkiye'de çocuk işçiliğinin en kötü biçimlerinin ortadan kaldırılmasının hedeflendiğini bildirdi. Dinçer, CHP Denizli Milletvekili Ali Rıza Ertemür'ün, çocuk işçiliğine ilişkin yazılı soru önergesi üzerine TÜİK tarafından 1994, 1999 ve 2006 yıllarında Çocuk İşgücü Anketi hakkında bilgi verdi. 6-17 yaş grubunda 1994 yılında yüzde 15,2 olan ekonomik işlerde çalışan çocukların oranının 1999'da yüzde 10,3, 2006'da ise yüzde 5,9'a düştüğünü kaydetti. Bakan, Çalışma Genel Müdürlüğü'nce, ilgili tüm kurum ve kuruluşların katkılarıyla çocuk işçiliğinin en kötü biçimlerinin ortadan kaldırılmasına yönelik olarak 'Çocuk İşçiliğinin Önlenmesi İçin Zamana Bağlı Ulusal Politika ve Program Çerçevesi' hazırlandığını aktardı. Bu program ile "çocukların çalışma yaşamına girmesinde temel nedenleri oluşturan yoksulluğun ortadan kaldırılması, eğitimin kalitesi ve ulaşılabilirliği ile toplumsal bilinç ve duyarlılığın artırılması" gibi tedbirlerle çocuk işçiliğinin 2015'e kadar önlenmesinin hedeflendiğini vurguladı.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=939945&title=sokaktaki-cocuktan-mendil-alana-143-lira-para-cezasi-kesilecek
#1455
Mendil satan çocuklar tarafından feci şekilde dövülen 5 yaşındaki Bedrettin, annesini görmek istedi.

Haliç Köprüsü'nde ailesi tarafından dilendirilmek için bırakılan ve mendil satan çocuklar tarafından feci şekilde dövülen 5 yaşındaki Bedrettin Karaduman'ı, tedavi gördüğü Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ile AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşcu ziyaret etti. Minik Bedrettin, ziyarete gelenlere annesini görmek istediğini söyledi.

Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ile AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşcu, feci şekilde dövülen Bedrettin Karaduman'ı, ziyaret etmek için Saat 20:30 tedavi gördüğü Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde geldi. Kadir Topbaş ile Aziz Babuşcu, hastanenin Başhekimi Uzman Dr. Hayri Özgüzel'den bilgi aldı. Psikologların isteği üzerine Bedrettin'in odasına basın mensupları alınmadı. Yaklaşık 10 dakika süren ziyaret sonsanı Kadir Topbaş ile Aziz Babuşcu açıklama yaptı.

Çocukların sattığı mendilleri kimse almasın

Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, "En önemli görev ailelere düşmektedir. Gelecekte Bedrettin'lerin sayısı artmamalıdır. Bedrettin hiç bir çocuğun yaşamaması gereken acıyı yaşıyor. Çocukların sattığı mendilden aldığımızda o çocuğa kütülük yapmış, diğer çocukları da sokağa atmış oluyoruz. Bedrettin'e elimizden gelen desteği vereceğiz. Bizi gördüğünde devamlı annesini istedi. Çok üzüldük" dedi. AKP İl Başkanı Aziz Babuşcu ise, "Bizim çocuklarımız evde, Bedrettin ise hastanede acı çekiyor. Bu yaştadaki çocuk evde olmadır. Şefkat kollarımızı açacağız" dedi.

http://www.haberayna.com/Yasam-Masum-kucuk-annesini-istedi_24919.html
#1456


Haliç Köprüsü orta refüjünde İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı temizlik görevlileri tarafından yerde hareketsiz bir şekilde yatarken bulunan 5 yaşındaki Bedrettin Karaduman hastanedeki tedavisi sürüyor. Küçük çocuğun sağlık durumuyla ilgili tedavi gördüğü Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde basın toplantısı düzenlendi.

Haliç Köprüsü orta refüjünde İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı temizlik görevlileri tarafından yerde hareketsiz bir şekilde yatarken yaralı halde bulunan ve hastanede tedavisi süren 5 yaşındaki Bedrettin Karaduman ve kardeşleri, suç duyurusunda bulunulan ailesinden alınarak Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu'na verilecek.

Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde düzenlenen toplantıda başhekim Doç.Dr. Adem Akçakaya, Bedrettin'e ilk müdahaleyi yapan Opr. Dr. Cumali Aksoy, talihsiz çocuğun sağlık durumuyla ilgili bilgiler verdiler. Toplantıya Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu İl Müdürü Önal İnaltekin de katıldı.

Başhekim Doç.Dr. Adem Akçakaya, Bedrettin'in boğazından çamaşır ipiyle bağlanmış ve yaralı olarak hastanelerinin acil servisine getirildiğini belirterek, "Kafatasında çökme kırığı sol elinde kesik, sol kulağında bir miktar kanama, sol göz çevresinde şişlik ve morarma tespit edildi. Yapılan ilk değerlendirmede genel durumu orta seviyede bilinci açık olduğu tespit edildi" dedi. Akçakaya, küçük Bedrettin'in, beyin cerrahi yoğun bakımda yatmakta olduğunu söyledi.

YÜKSEKTEN ATILMIŞ OLABİLİR
Bedrettin'e ilk müdahaleyi yapan Dr. Cumali Aksoy ise, hayati tehlikenin sürdüğünü ifade ederek, şöyle konuştu:
"İple bağlanıp yüksekten atılmış izlenimi var. Zannediyorum köprünün altından yukarı kendisi çıkmış. Devamlı 'Annemle beni döven birisi vardı' sözlerini polise söylüyordu. Biz kulak misafiri olduk. Çocuk uykuya meyilli olduğu için kontrol altında tutmak zorunda kaldık. Ameliyatlık bir durumu yok. Genel durumu bugün daha iyi. Ne kadar iyi olursa olsun hayati tehlikeyi atlattığını düşünmüyoruz. Halen yoğun bakımda. Çocuk çok zeki, bütün bilgileri alabiliyorsunuz. Bu bir çocuk. Çocuklar travmaya dayanıksızdır. Ziyaretine gelen olmadı ama polis annesini getirdi. Boğazının sol kesiminde bir sıyrık var. Muhtemelen ip izi. Ailesinden gelen olmadı. Çocuk annesini istedi. Polis eşliğinde annesiyle görüştürüldü. Tedavi böyle devam ederse 3-4 gün içinde iyileşir"

Dr. Aksoy, "2-3 saat geç bulunsaydı ne olurdu?" sorusuna ise, " "Hayati tehlikesi vardı. Kanama yapabilirdi. 3-5 saat, vefatına gidebilecek bir durum" yanıtını verdi.

BEDRETTİN VE KARDEŞLERİ AİLEDEN ALINACAK
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu İl Müdürü Önal İnaltekin de aile hakkında suç duyurusunda bulunduklarını söyledi. İnaltekin, "Çocuk koruma altına alınacak. 5 kardeşler. Nüfusları Adana'nın Kozan ilçesine kayıtlı, dilencilik yapmak için zaman zaman İstanbul'a geldiklerini öğrendik. Çocuğa sahip çıkmak ve görmek için geldik. Ağlıyor 'Annemi seviyorum' diyordu. Çok akıllı bir çocuk. Bakıcı annemiz ve psikologlarımız hazır bekliyor. 5 kardeşin hepsi ailesinden alınacak" dedi.
İnaltekin, "Boğma izi var mı?" sorusuna, "Çok hafif bir sıyrık var. İple boğulmaya çalışılmış anlatılanlardan bunu anlıyoruz. Polisin izniyle annesiyle görüştürüldü. Bir sorgulama gibiydi. Bu gün daha iyi çocuk toparlamış görünüyor" yanıtını verdi.

EMNİYET: BEDRETTİN'İ 2 ÇOCUK DÖVDÜ

Emniyet kaynaklarından edinilen bilgiye göre 5 yaşındaki Bedrettin Karaduman'ı 'yer tartışması' sebebiyle 2 çocuk dövdü. Emniyetten edinilen bilgiye göre olay cumartesi günü öğle saatlerinde gerçekleşti. Mendil satan 2 çocuk tarafından Zincirlikuyu'da köpek ile korkutularak Halıcıoğlu'na getirilen Bedrettin, 'bizim bölgemizde mendil satamazsın denilerek' önce boğazına çamaşır ipi bağlandı ardından da feci şekilde dövüldü. 2 çocuk, Bedrettin'i dayak sonrası orada bırakarak kaçtı. Olay sonrası başlatılan operasyon sonucu gözaltına alınan çocukların olayı doğruladığı öğrenildi. Olayı gerçekleştirdiği öne sürülen M.F. (12) ile E.F. (11) kardeşler ile arkadaşları olduğu belirtilen 2 çocuğun emniyetteki işlemleri devam ediyor

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=973959&Date=12.01.2010&CategoryID=77
#1457
İstanbul 10.İdare Mahkemesi tarafından metrobus ücretlerine ilişkin verilen durdurma kararı üzerine bir açıklama yapan İETT, yeni fiyatları 25 Ocak'ta açıklayacağını duyurdu.

Ulaşım Koordinasyon Merkezi (UKOME), İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ın çağrısıyla 25 Ocakta toplanacak.

Büyükşehir Belediyesinden yapılan yazılı açıklamada, İstanbul 10. İdare Mahkemesi tarafından metrobüs ücretlerine ilişkin verilen durdurma kararı üzerine UKOME'nin, Topbaş'ın çağrısıyla 25 Ocak Pazartesi günü toplanacağı duyuruldu.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, metrobüs ücretlerini artıran kararın yürütmesinin durdurulmasına ilişkin karara itiraz edeceklerini belirterek, ''Mevcut ücret tarifeleri devam edecek. Yargının verdiği karar anında uygulanacak diye bir şey yok'' dedi.

Saraçhane'deki Büyükşehir Belediye Sarayı'nda gazetecilere açıklama yapan Topbaş, idare mahkemesinin verdiği kararın gerekçesinde, ''enflasyonun üzerinde bir zam yapıldığının'' ifade edildiğini söyledi.

''Yapılan düzenlemenin asla bir zam olmadığını'' ifade eden Topbaş, metrobüs hattının uzunluğunun 42 kilometre olduğunu belirterek, eskiden bu mesafenin 3-4 biletle geçildiğini kaydetti.

Kendilerinin bu ücreti, 3-4 bilet yerine 2 lira yaptıklarını hatırlatan Topbaş, ''Şu anda bile diğer otobüslerden, halk otobüslerinden köprü geçişlerinde 2 bilet alınmakta. İzmir ve Ankara'da çok daha kısa mesafeden bu bedel alınmakta. Burada yapılan uygulamanın bir zam olarak değerlendirilmemesi gerekir. Yargının vermiş olduğu bu karara itirazımızı yapacağız. Bu kararla ilgili bir ay içerisinde UKOME, toplantısını yapacak ve bununla ilgili bir değerlendirmeyi ortaya koyacak'' diye konuştu.

İstanbul'da yaşayan vatandaşlara ulaşım hakkını ucuz ve konforlu sunmanın görevleri olduğunu kaydeden Topbaş, sözlerini şöyle sürdürdü:

''Ama takdir edilir ki bu mesafe uzun bir mesafe. Buna benzer diğer noktalarda da mesafeleri birleştirdiğinizde birkaç bilet yerine tek biletle gitme imkanı tabii ki olmaması gerekir. Yaptığımız yatırımların bedelini halkımıza ödetmek gibi bir niyetimiz de yok. Çünkü o kadar ciddi bir yatırım ki bu bilet bedelleriyle bunun çıkması mümkün değil. Böyle bir hesap da yapmadık. Yaptığımız hesap, 3-4 bilet yerine hiç değilse 2 lira alınması.''

Topbaş, düzenlemenin ardından metrobüs hattında kısa mesafe gidecek olanların daha az bedel ödemesi gibi bir uygulama düşündüklerini daha önce açıkladıklarını söyledi.

Beylikdüzü'ne kadar metrobüs hattını uzatma çalışmalarının devam ettiğini ifade eden Topbaş, böylece metrobüs hattının uzunluğunun 50 kilometreyi geçeceğini ve burada tek biletle yolculuk yapmanın doğru olmayacağını vurguladı.

Kararla ilgili görüşlerini yargı önünde açıklayacaklarını dile getiren Topbaş, ''Ama öncelikle UKOME'de bu konu değerlendirilecek. UKOME'nin vereceği karar doğrultusunda yeni bir uygulama sistemi oluşabilecek mi, yeni bir düzenleme yapılacak mı, o zaman açıklanır'' diye konuştu.

Topbaş, gazetecilerin mevcut ücretlerin devam edip etmeyeceğini sorması üzerine de ''Mevcut ücret tarifeleri devam edecek. Yargının verdiği karar anında uygulanacak diye bir şey yok. UKOME bir ay içerisinde bir değerlendirme yapacak. Değerlendirmeye göre de düzenleme yapılacak'' yanıtını verdi.

AA
http://www.haber7.com/haber/20100115/Mahkemenin-metrobus-kararini-IETT-takmadi.php
#1458
İstanbul 10. İdare Mahkemesi, metrobüs biletlerine yapılan zammı durdurdu.
 
Tüketiciler Birliği, metrobüs ücretlerinin 1,5 liradan 2 liraya çıkarılması üzerine zammın iptali için Bölge İdare Mahkemesi'ne başvurmuştu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi UKOME yeni bir karar alana kadar zamlı fiyattan devam karar verirken, Tüketiciler Birliği Genel Başkanı Nazım Kaya zammın bugün (dün) itibarıyla kaldırılması gerektiğini söyledi. Mahkemenin zam kararını durdurmasının tüketici açısından sevindirici olduğunu kaydeden Kaya şöyle konuştu: "Belediye 16 Kasım'dan bu yana tüketiciden aldığı fazla parayı da iade etmeli. Nasıl iade edebilir diye bir soru sorulduğunda o zaman idare bundan böyle aldığı kararları daha hassas almalı. Yöneticiler aldığı kararları yargı kararlarına uygun olacağına dikkat etmelidir. Adil davranmalıdır. Yargının iptal durumu söz konusu ise bu hareketlere de fırsat vermeyecek kararlar almalıdır. Belediye tüketiciden aldığı fazla bedeli mutlaka geri iade etmelidir. Tüketici açısından çok sevindirici bir karar. Çünkü ulaşıma harcanan paralar vatandaşın kesesini etkiliyor. Dolayısıyla bugünkü kararla birlikte hem büyükşehir belediyesi, hem de merkezi idarenin bundan sonra alacağı kararlarda tüketiciyi düşünmesi gerektiği gerekiyor. Yapılan zamların enflasyondan yüksek olmaması gerektiği ortaya çıkmıştır." İstanbul Büyükşehir Belediye yetkilileri, UKOME yeni bir karara alana kadar zamlı tarifenin devam edeceğini dile getiriyorlar. Tüketiciler Birliği Genel Başkanı Nazım Kaya "Belediye'nin mahkeme kararını uygulamak zorunda olduğunu belirtti. Bugün itibarıyla zammın kaldırılması gerektiğini belirten Kaya, "Aksi takdirde Belediye yetkilileri suç işlemiş olur."dedi.

İstanbul 10. İdare Mahkemesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin metrobüse yaptığı yüzde 33 ile yüzde 50 arasında değişen zammın yürütmesini durdurdu. İstanbul 10. İdare Mahkemesi, Tüketiciler Birliği, Tüketici Hakları Derneği, CHP ve Halk Evleri Genel Sekreteri Oya Ersoy'un yaptığı başvuruyu karara bağlayarak zammın kamu yararı yoktur, hukuka aykırıdır ve sosyal adalet ilkesi ile bağdaşmıyor diyerek yürütmesini durdurdu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Ulaşım Koordinasyon merkezi tarafından geçtiğimiz kasım ayında metrobüse yapılan yüzde 33 ila yüzde 50 oranında değişen zammın yürütmesinin durdurulması ve iptali için Tüketiciler Birliği, CHP, Halk Evleri ve Tüketici Hakları Derneği idare mahkemesine dava açtı. İstanbul 10. İdare Mahkemesi zammın yürütmesinin durdurulmasına karar verdi. Mahkeme yürütmeyi durdurma kararında şu ifadelere yer verdi:

"Yüzde 33 ila yüzde 50'yi aşan şekilde yapılan zammın haklı gerekçelerinin bulunmadığı görülmektedir. Zam objektif ölçütler içermiyor, kapsamlı bir inceleme ve araştırmaya dayanmıyor. Tamamen idareye iç kaynak teminine yönelik bir karardır. Özellikle düşük ve orta gelirli vatandaşlarca kullanılan toplu taşıma ücretlerine bir yıl içinde toplamda enflasyon oranını fahiş oranda aşacak şekilde yapılan zam hukuka ve hakkaniyete uygun değil. Zamda, kamu yararı amacına uyarlık yoktur. Toplu taşımanın hedefi olan sosyal adalet ilkesiyle de bağdaşmıyor. Bu zam hukuka aykırıdır. Bu zamlı tarifenin uygulanmasından dolayı telafisi mümkün olmayan zararlar doğabileceğinden dolayı yürütmenin durdurulmasına karar verildi." ZAMAN-YASİN KILIÇ 

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=940941&bolgeno=372&title=istanbul-10-idare-mahkemesi-metrobus-zammini-durdurdu
#1459
#1460


Başa gelen idarecileri darbelerle/isyanlarla, yani "silah zoruyla" devirmeye çalışmak bu toprakların kötü bir mirası. Osmanlı'da askerî isyanlar ve darbeleri, Fatih Sultan Mehmed'in ilk hükümdarlığına kadar götürmek mümkün.

Yeditepe Yayınevi'nin çıkardığı, Osmanlı İmparatorluğun'nda Askeri Darbeler ve İsyanlar isimli kitap konuyla ilgili ilginç ayrıntılar içeriyor.

Erhan Afyoncu-Uğur Demir-Ahmet Önal'ın birlikte hazırladığı "Osmanlı İmparatorluğu'nda Askeri İsyanlar ve Darbeler" kitabı (Yeditepe Yayınevi), bugünkü olayları anlatmak için geçmişe ayna tutuyor.

Türkiye'de demokrasiyi sık sık kesintiye uğratmak, uğraş verilmesi aslında bizim kötü bir alışkanlığımız. Osmanlı'da askerî isyanlar ve darbeleri, Fatih Sultan Mehmed'in ilk hükümdarlığına kadar götürmek mümkün. 1446'da Buçuktepe İsyanı ile başlayan bu alışkanlık 1913'teki Bâbıâli baskınıyla sona erer. 36 Osmanlı padişahından 12'sinin isyan ve darbeyle tahtını kaybettiği göz önüne alındığında durumun vahameti daha iyi anlaşılır. İşte kitaptan öne çıkan detaylar.

KATLEDİLEN PADİŞAHLAR
Günlerce, hatta aylarca devam eden isyanlar, İstanbul halkına korkulu günler yaşatıyor, günlük hayat tamamen felç oluyordu. İsyanlar zaman zaman o kadar ileri boyutlara ulaşıyordu ki; bazen devlet adamlarının cesetleri köpeklere yem ediliyor, bazen sadrazamların kelleleri alınıyor, bazen de padişahlar acımasızca katlediliyorlardı.

II. Bâyezid, II. Osman, I. Mustafa, Sultan İbrahim, IV. Mehmed, II. Mustafa, III. Ahmed, III. Selim, IV. Mustafa, Sultan Abdülaziz, V. Murad ve II. Abdülhamid askerî bir isyan veya darbe sonucu tahtını kaybetti. Tahtını kaybeden padişahların da yarısı, II. Bâyezid, II. Osman, Sultan İbrahim, III. Selim, IV. Mustafa, Sultan Abdülaziz tahttan indirildikten sonra öldürüldü.

YAVUZ'UN ÇADIRINA KURŞUN ATTILAR
Askerin isyan etmediği padişah yok gibiydi; ilk isyan Fatih zamanında meydana gelmiş, Yeniçeriler Yavuz Sultan Selim'in çadırına kurşun atmış, Kanuni döneminde devlet adamlarının saraylarını yağmalamışlardı.

DEDEDEN TORUNA HEPSİ İSYANLA DEVRİLDİ
Sultan İbrahim, 1648'de isyanla tahtını kaybetmiş ve yerine oğlu IV. Mehmed geçmişti. O da 1687'de isyan ile saltanatını kaybetmişti. İsyanla tahttan indirilmek baba ve oğuldan sonra torunlara da nasip oldu! 1695'te tahta çıkan II. Mustafa, 1703'te Edirne vak'asıyla tahttan indirilirken, bu isyanın sonucunda başa geçen III. Ahmed de Patrona İsyanı'yla tahttan indirildi.

SULTANAHMET CAMİİ'NE ATILAN KURŞUN
1648'de Sultan İbrahim'in öldürülmesinden sonraki kaos ortamında Yeniçerilerle sipahiler arasında büyük bir çatışma meydana geldi ve Sultanahmet Meydanı'nı cesetler kapladı. Yeniçeri ve sipahilerin karşılıklı tüfek atışları, caminin kapı ve pencerelerinde büyük hasar meydana getirdi. Ölen 200'den fazla sipahinin cesedi, "asi" olduklarına hükmedilerek cenaze namazları kılınmadan denize atıldı.

SADRAZAMINI, DÖRDÜNCÜ MURAD'IN ÖNÜNDE PARÇALADILAR
IV. Murad'a isyan eden asiler, sadrazamın kellesini istemişlerdi. IV. Murad, isyan eden askerleri yine ikna etmeye çalıştı ama nafile. Sadrazam Hafız Paşa, padişahın nasihatlerinin asiler tarafından dinlenmediğini görünce, "Padişahım! Hafız gibi bin kulun yoluna fedadır, ancak ricam budur ki; beni sen katletmeyip bırak. Bu zalimler beni şehit etsinler ve lütfedip cenazemi Üsküdar'da defn ettiresin." dedikten sonra "Bismillâhirrahmânirrahim" diyerek askerlerin arasına daldı. Birkaç dakika sonra veziriazam paramparça edildi.

OSMANLI HANEDANINI DEĞİŞTİRME TEŞEBBÜSÜ
II. Mustafa, 1699 Karlofça Antlaşması'ndan sonra Edirne'ye çekilip devlet işlerinden uzaklaşmıştı. Seferlerde halktan asker yazılan binlerce kişinin antlaşmadan sonra ordudan çıkarılmak istenmesi padişah ve çevresine karşı bir havanın doğmasına sebep oldu. 1703'te meydana gelen isyan sonucunda II. Mustafa tahttan indirilip, yerine III. Ahmed geçirildi. 1703'teki isyan sırasında Osmanlı hanedanının sona erdirilip Kırım hanlarından veya İbrahim hanzâdelerden birinin tahta çıkarılması gündeme gelmişti. 1703'teki isyan sonucunda II. Mustafa tahttan indirilmiş, Şeyhülislam Feyzullah Efendi, önce zindana atılmış sonra da öldürülerek Tunca Nehri'ne atıldı.

NEYSEKİ OKUMA YAZMA BİLMİYORMUŞ!
Patrona Halil İsyanı sonucunda III. Ahmed tahttan indirilip, yerine I. Mahmud geçirilmişti, ancak otorite yeni padişahın değil asilerin elindeydi. Padişah, 1730'da asileri ortadan kaldırmak için kolları sıvadı. Bu plana göre, Patrona Halil ve adamları İran harplerini görüşmek üzere çağrılacak ve defterleri dürülecekti.

Planı öğrenen İstanbul kadı vekili, bunu saraya girmek üzere olan Patrona'ya bir mektupla ulaştırdı. Ancak okuma yazma bilmeyen Patrona, mektubu okumadan cebine koydu. Patrona Halil, sarayda Revan Köşkü'nde padişahı beklerken, Yeniçeriler tarafından öldürüldü.

YANGINLA SADRAZAM DEĞİŞTİRME PLANI
I. Abdülhamid'in hükümdarlık döneminde (1774-1789) yönetime hakim olmak isteyen güçler, yangın çıkarmaktan padişahı tehdit eden bildiri dağıtmaya kadar her yola başvurmuşlardı. Yangın çıkartarak kaos ortamı yaratılmış ve yangın sonucunda sadrazamları değiştirilmişti. En ilginç kundaklama olayı ise dönemin güçlü ismi Kaptanıderya Cezayirli Gazi Hasan Paşa'nın Mısır'a gitmek üzere İstanbul'dan ayrılışının ertesi günü meydana gelmişti. Yapılan araştırmada, yangının Hasan Paşa'nın adamları tarafından çıkarıldığı anlaşıldı. Bu şekilde padişaha Cezayirli Hasan Paşa'nın yokluğunda emniyet altında bulunmadığı mesajı verilmek istenmişti.

YENİ ORDU KURULDU
Kılıcını kuşanıp, halkın ve ulemanın desteğini alan İkinci Mahmud, 1826'da Yeniçeri Ocağı'nı ortadan kaldırdı. Yeniçeri Ocağı'nın yerine halkın ve ulemanın sempatisini ve desteğini kazanmak amacıyla, Hz. Muhammed'in ismine izafeten "Asâkir-i Mansure-i Muhammediye", yani Hazreti Muhammed'in Muzaffer Askerleri adıyla yeni bir ordu kuruldu.

REJİMİ KORUYUP KOLLAMA GÖREVİ ASKERDE!
1826'da Yeniçeri Ocağı'nın ortadan kaldırılmasıyla 'Yeniçeri Ağalığı' tarihe karışmış, yerine de 1826'da "Seraskerlik Kurumu" kurulmuştu. Başlangıçta seraskerlik makamı, Mansure Ordusu'nun komutanı olarak teşkil edilmekle birlikte, kısa sürede bütün kara ordularının komutanı hâline geldi.

Askeri sistemdeki değişim ve dönüşüm süreci seraskerliğin statüsünü ve önemini artırdı. 1836'daki teşrifat, yani protokol düzenlemesiyle serasker, protokol bakımından şeyhülislam ve sadrazamla denk hale geldi. Bu durum askeri sınıfı, idari ve siyasi yapının temel dayanakları birisi yaptığı gibi ordunun iktidar üzerindeki etkinliğini de artırdı. Yeni rejimi koruma ve kollama görevi de artık yeni ordunundu.

İHBARLA ÖNLENEN DARBE
1839'da başlayan Tanzimat dönemi uygulamalarının bazı kesimlerde ortaya çıkardığı hoşnutsuzluk, 1853'te başlayan Kırım Savaşı'ndan sonra devletin malî du­rumunun sarsılması, 1856'da ilân edilen Islahat Fermanı'nda gayrimüslimlere tanınan haklara karşı tepkiler Sultan Abdülmecid'e karşı bir darbe teşebbüsüne yol açtı. Ulema, bürokrasi ve asker el ele vererek, 1859 yılı başlarında gizli bir örgüt kurdular.

Topluluğun planı, kendilerine katılmaya davet ettikleri Mirliva, yani General Hasan Paşa'nın durumu üstlerine ihbarıyla suya düştü. Hasan Paşa, gizli topluluğu serasker, yani dönemin genelkurmay başkanı Rıza Paşa'ya bildirdi ve örgütü de tuzağa düşürerek darbeyi önledi.

YENİ ORDU, İLK DARBESİNİ 50. YILINDA YAPTI
1826'da Yeniçeri Ocağı'nın ortadan kaldırılmasıyla isyan ve darbe çağı bitmiş gibi gözüküyordu. Ancak yeni kurulan ordu, kuruluşunun 50. yılında ilk darbesini yaptı. 1876'da Sultan Abdülaziz, bir darbe ile tahttan indirilip daha sonra öldürüldü.

İTTİHATÇILAR'IN KÖTÜ MİRASI, SİYASİ HAYATIMIZA BÜYÜK DARBE VURDU
Siyasi cinayetler ve darbe ile II. Abdülhamid'i tahttan indirip muhaliflerini ortadan kaldırarak iktidara gelen İttihad ve Terakki Cemiyeti, 1908-1918 yılları arasında imparatorluğun kaderine hükmetmişti. İttihat ve Terakki, 20. yüzyılın başlarında darbe yaparak vatan kurtarmayı bir gelenek haline getirdi. ZAMAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=941155&title=tarihte-ne-cok-darbeci-varmis&haberSayfa=1