Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - Avukat

#1441
İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti üyesi hakim Oktay Kuban, ''oy çokluğu'' ile kabul edilen ''Kafes Eylem Planı'' iddianamesinin tensip tutanağına, sanıkların askeri mahkemede yargılanması gerektiğini belirterek muhalefet şerhi koydu.

İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi heyetince kabul edilen iddianamenin tensip tutanağında, tutuklu sanıklar Albay Mücahit Erakyol, Albay Levent Gülmen ve Yarbay Halil Özsaraç ile tutuksuz 30 sanığın ''Ergenekon silahlı terör örgütü üyesi olmak'' suçundan yargılanmalarına hükmedildiği yer aldı.

Suç tarihini ''30 Ekim 2009 ve öncesi'' olarak gösterilen tutanakta, kabul edilen dava dosyasının, daha önce kabul edilen ''Poyrazköy'de bulunan mühimmata ilişkin'' dava dosyasıyla birleştirilmesine yönelik Cumhuriyet Savcılığı talebinin duruşmada değerlendirilerek bu konuda bir karar verilmesinin daha sonra düşünülmesine hükmedildiği kaydedildi.

''Sanıklara isnat edilen suçun mahiyeti, sanıkların suçu işlediklerine dair kuvvetli şüphe sebeplerinin bulunması, delil durumu ve atılı suçun CMK'nın 100/3. maddesinde sayılan suçlardan olmasını'' göz önüne alan heyet, tutuklu sanıklar Erakyol, Gülmen ve Özsaraç'ın tutukluluk hallerinin devamına karar vererek, avukatlarınca yapılan tahliye taleplerinin reddine hükmetti.

Davayla ilgili duruşmaların 15, 17 ve 18 Haziran günü saat 10.00'da üç gün süreyle yapılmasına hükmeden heyet, iddianamede sanık olarak yer alan müşteki avukatlarına son duruşma günü olan 18 Haziran tarihli davetiyelerin yazılmasını kararlaştırdı.

Beşiktaş'taki İstanbul Adliyesi'nde duruşma günleri tutuklu ve tutuksuz bütün sanıkların güvenliklerini tehlikeye sokabilecek hareketlere, adliye çevresinde bazı gösteriler ve taşkınlıklara karşı çok sıkı güvenlik önlemlerinin aldırılmasını ve duruşmaların ses ve görüntülü kayıt yapılan en büyük duruşma salonunda yapılmasını öngören heyet, bu konuda İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına yazı yazılmasına karar verdi.

-HAKİM KUBAN'IN MUHALEFET ŞERHİ-

Mahkeme heyetinin davayla ilgili kararlarının yer aldığı tensip tutanağına, üye hakim Oktay Kuban, ''muhalefet şerhi'' yazdırdı.

Hakim Kuban, ''üzerlerine atılı suçları işlediklerine dair ileri sürülen delillerin hukuki niteliği ve sanıklar hakkında kuvvetli suç şüphesi varlığını gösteren olgular ile bir tutuklama nedeninin bulunmaması'' nedeniyle tutuklu sanıklar Erakyol, Gülmen ve Özsaraç'ın tahliye edilmeleri gerektiği görüşünde olduğunu belirterek, sanıkların tutukluluklarının devamı yönündeki çoğunluğun görüşüne katılmadığını dile getirdi.

Hakim Kuban, Anayasa'nın 37, 142 ve 156/1. maddeleri ile CMK'nın 3 ve 4. maddelerine göre mahkemenin görev konusunun öncelikle ve özenle değerlendirilmesinde zorunluluk bulunduğunu savunarak, ''Anayasanın 145. maddesine göre askeri mahkemelerin, asker kişilerin, askeri olan suçları ile bunların asker kişiler aleyhine veya askeri mahallerde yahut askeri hizmet ve görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevli olduklarını'' hatırlattı.

353 sayılı Askeri Mahkemelerin Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanunu'nun 9. maddesi ile Askeri Ceza Kanunu bünyesine giren suçları tanımlayan Kuban, Anayasa Mahkemesinin 21 Ocak 2010 tarihli ''5918 sayılı yasa ile yapılan değişikliğin iptaline yönelik kararını'' da örnek gösterdi.

Askeri Ceza Kanunu'nun 54. maddesinde, ''Vatan aleyhinde cürüm yapan asker şahıslar hakkında Türk Ceza Kanunu'nun 125 ile 145. maddeye kadar olan hükümler tatbik olunur'' ifadesinin yer aldığını aktaran Kuban, bu madde ile yeni TCK'nın 302 ve devamı maddelerinde yer alan ''devlet güvenliğine karşı suçlar'' hükümlerine atıfta bulunulduğunu belirtti.

Eski Türk Ceza Kanunu'na yapılan yollamaların yeni TCK maddelerine yapılmış sayıldığına dikkati çeken Kuban, ''Bu düzenlemeye göre, 5237 sayılı TCK'nın 302 ve devamı maddelerinde yer alan suçlar, yollama suretiyle asker kişiler açısından da askeri mahkemelerin görevine girmektedir'' ifadelerini kullandı.

Yine Askeri Ceza Kanunu'nun 12 ile 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluş ve Yargılama Usulü Kanunu'nun 21/2. maddelerine atıf yapan Kuban, 5271 sayılı CMK'nın genel, Askeri Mahkemeler Kuruluş ve Yargılama Usulü Kanunu'nun ise özel bir ceza yargılama yasası olduğunu dile getirdi.

Kuban, ''Genel yasa, özel yasa uygulamasını ve önceliğini belirlemeye çalıştığımızda 5271 sayılı CMK'nın 250/3. maddesindeki istisnai düzenleme itibarıyla öğretide ve yargısal uygulamalarda öncelikle özel yasa hükümlerinin uygulanacağı kabul görmektedir. Bu düzenlemeye göre, askeri mahkemelerin görevine giren ve askeri suç kapsamında yer alan suçlar terör suçu olsa bile CMK 250. madde ile yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılamaya konu olmayacaktır'' diye anlattı.

-İCRAİ HAREKETİN YOKLUĞU-

İddianamede, sanıkların terör örgütü olarak TSK içerisinde yapılanma faaliyetleri gerçekleştirdiği, TSK içerisindeki irtibatlarını örgütün amaç ve hedefleri doğrultusunda kullanmaya çalıştığı ve 'Kafes Operasyonu Eylem Planı'nın Deniz Kuvvetleri bünyesinde oluşturulan bir örgütlenme olduğu'' iddialarına yer verildiğini belirten Kuban, ''İddianamede sanıklar hakkında üzerlerine atılı suçun yasal unsuru olan cebir ve şiddete yönelik icrai bir hareketlerinin olduğuna dair anlatım ve iddiaların ise bulunmadığını ve sanıkların eylemlerinin TSK içerisindeki emir komuta yapılanması içerisinde kalmış olduğunu'' savundu.

Hakim Kuban, ''Bu iddianameyle irtibatlı olduğu gerekçesiyle birleştirilme talep edilen diğer iki iddianamede örgüt için TSK içerisinde yapılanmanın çok önemli olduğu, örgütün TSK içinde karargah evleri olarak isimlendirilen hücre yapılanmasını oluşturduğu, başlarında asker kişilerin olduğu, bu yapının askeri liseler, harp okulları öğrencileri ile irtibata geçip askeri öğrenci ve subaylardan sempatizan ve örgüt mensubu kazandıkları, bu yolla TSK içerisinde yapılanma oluşturulduğu ve örgütün TSK içerisinde mesleki olarak başarılı olan subayları ileride üst düzey görevlere gelmeleri için örgütsel faaliyetler dışında tuttuğu''nun iddia edildiğini aktardı.

''İddianamede sanıkların üyesi oldukları örgütün TSK içerisindeki örgütlenmeyi yaşamsal değerde gördükleri, hücre yapılanması yürüttükleri, kara, deniz ve hava kuvvetlerinde birimler kurup bu birimlerin sorumluları oldukları, kara kuvvetleri içerisinde yer alan örgüt üyelerinin askeri mühimmatları değişik yerlere sakladıkları ve asker olan şahısların örgütün askeri yapılanmasında yer aldıklarının'' aktarıldığını anlatan Kuban, iddianamede sanıkların ayrıca askeri mahallerde, askerlik hizmeti sırasında, aralarında askerlik görevi gereği ilişki kurarak araç, gereç ve irtibatlarının askerlik görevleri sırasında yaptıklarının anlatıldığını'' da dile getirdi.

Hakim Kuban, mahkemelerin yürürlükte bulunan yasalara göre karar vermek zorunda olduğunu belirterek, muhalefet şerhini şu sözlerle noktaladı:

''Mevcut yasal düzenlemede de 5271 sayılı CMK'nın 250/3'üncü maddesinde 'bu maddede yazılı suçları işleyenlerin sıfat ve memuriyeti ne olursa olsun bu kanunla görevlendirilen ağır ceza mahkemelerinde yargılanacaklarını hükme bağlayıp, aynı fıkrada Anayasa Mahkemesi ve Yargıtayın yargılayacağı kişiler ile askeri mahkemelerin görevine ilişkin hükümleri saklı tutmasını, Anayasa'nın 145. maddesindeki düzenleme ile iddianamede sanıklara atılı suçların anlatımı birlikte değerlendirildiğinde sanıklar hakkındaki yargılamanın yürürlükte olan Anayasal ve yasal düzenleme itibarıyla Askeri Mahkemede yapılması gerektiği ve görevsizlik kararı verilmesi görüşünde olduğumdan mahkemenin kendisini görevli sayması ve duruşma hazırlığı kararı alması yönündeki çoğunluğun görüşüne katılmıyorum.''

AA
http://www.haber7.com/haber/20100319/Kafes-Iddianamesine-hakim-serh-koydu.php
#1442
Merhabalar. 5352 Sayılı Adli Sicil Kanunu'nun "Arşiv bilgileri, ilgilinin ölümü üzerine ve her halde kaydın girildiği tarihten itibaren seksen yılın geçmesiyle tamamen silinir." şeklindeki 12. maddesinin 1.fıkrası, Anayasa Mahkemesi'nin 14.4.2011 tarih ve 27905 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan, 20.1.2011 T., 2008/44 E. ve 2011/21 K. sayılı Kararı ile iptal edilmiş, bu iptal kararı üzerine Mecliste ilgili maddenin değiştirilmesi yoluna gidilmişti. Maddenin son hali aşağıdadı. Öte yandan, sizin durumunuzla ilgili olarak Yönetmeliğin 8. maddesinin uygulama alanı bulup bulamayacağı tartışılabilir. Askeri Ceza Kanunu'nda öngörülen bir suçtan dolayı ceza almış olmanız sebebiyle bu maddenin hakkınızda uygulanabileceği ileri sürülebilir, ancak konu yoruma açıktır.

İlgili mevzuatı aşağıdaki linkten inceleyebilirsiniz:
http://www.vekil.net/forum/soru-cevap-ve-yardimlasma-bolumu/adli-sicil-kaydi-(sabika)-nasil-silinir-nereye-basvurmak-gerekir/


Adli sicil ve arşiv bilgilerinin silinmesi

MADDE 12.- (1) (Değişik : 6290 - 5.4.2012 / m.2) Arşiv bilgileri;

a) İlgilinin ölümü üzerine,

b) Anayasanın 76 ncı maddesi ile Türk Ceza Kanunu dışındaki kanunlarda bir hak yoksunluğuna neden olan mahkûmiyetler bakımından kaydın arşive alınma koşullarının oluştuğu tarihten itibaren;

1. Yasaklanmış hakların geri verilmesi kararı alınması koşuluyla onbeş yıl geçmesiyle,

2. Yasaklanmış hakların geri verilmesi kararı alınması koşulu aranmaksızın otuz yıl geçmesiyle,

c) Diğer mahkûmiyetler bakımından kaydın arşive alınma koşullarının oluştuğu tarihten itibaren beş yıl geçmesiyle,
tamamen silinir.

(2) Fiilin kanunla suç olmaktan çıkarılması halinde, bu suçtan mahkumiyete ilişkin adli sicil ve arşiv kayıtları, talep aranmaksızın tamamen silinir.

(3) Kanun yararına bozma veya yargılamanın yenilenmesi sonucunda verilen beraat veya ceza verilmesine yer olmadığı kararının kesinleşmesi halinde, önceki mahkumiyet kararına ilişkin adli sicil ve arşiv kaydı tamamen silinir.
#1443
Aleykümselam, hoşgeldiniz.

Alıntı Yap"Anksiyete" tehlikeli bir uyarana karşı duyulan huzursuzluktur. Türkçeye endişe, kaygı ve bunaltı olarak çevrilmiş olan bu terim halk arasında huzursuzluk, sıkıntı, korku, tedirginlik olarak da tanımlanabilmektedir. İnsanlığın doğuşundan bu yana var olan bu duygu aslında tehlikeye karşı bedenin ve beynin verdiği doğal bir tepkidir. Ayrıca normal anksiyete, biraz gerekli ve kişiyi motive edici bir ruh halidir. Herkes hayatında en az bir kere anksiyete hissetmektedir. Ancak ne zaman ki anksiyete yoğun, sürekli ve kişiyi rahatsız eden bir hal alır, o zaman anksiyetenin bir hastalığa dönüşmesi olasıdır. Anksiyete bozukluğu tanısı koyulabilmesi için aşağıdaki durumların oluşması gerekmektedir;

* Kişinin mesleki ve ailevi yaşantısını etkilemeye başlamışsa
* Kişilerarası ilişkilerinde zorluklar oluşturuyorsa
* Gün içinde çok sık karşısına çıkıyor ve gününün büyük bir bölümünü kapsıyorsa
* Bu duygulanımını kontrol edemiyor ve başa çıkamıyorsa
* En az 6 aydır bu durumu yaşıyorsa

http://www.pandost.com/index.php?ne=icerik_detay&icerik_id=109

Ağır anksiyete bozuklukları hastanın fiil ehliyetini tartışmalı bir duruma getirir; bu durumda hastanın yakınları hastaya vasi tayin edilmesi için mahkemeye müracaat edebilir. Böyle bir başvuru yapılmış ve mahkeme bilirkişi raporları istikametinde hastanın fiil ehliyetine sahip olmadığı kanaatine varmışsa, hastaya mahkeme kararıyla bir vasi tayin edilir. Vasi tayini yoluyla kısıtlı hale gelen bir hastanın salt kendi rızasıyla yapmış olduğu evlilik itiraza/iptale kapı aralar. Şayet hastanın vasisi yoksa ve hasta temyiz kudretine de sahipse (yani hareketlerinin sonuçlarını öngörebiliyor ve hareketlerine makul ölçülerde yön verebiliyorsa) o zaman evliliğin önünde hukuken hiçbir engel kalmamış olur. Medeni Kanunu'nun konuyla ilgili maddeleri şu şekildedir:

II. Ayırt etme gücü
MADDE 125.- Ayırt etme gücüne (=temyiz kudretine) sahip olmayanlar evlenemez.

2. Kısıtlılar hakkında
MADDE 127.- Kısıtlı (=mahcur), yasal temsilcisinin izni olmadıkça evlenemez.

3. Mahkemeye başvurma
MADDE 128.- Hâkim, haklı sebep olmaksızın evlenmeye izin vermeyen yasal temsilciyi dinledikten sonra, bu konuda başvuran küçük veya kısıtlının evlenmesine izin verebilir.

İşin hukuki tarafı böyle olmakla birlikte, (vasi kararı yok ve kız temyiz kudretini sahipse bile) ileride ailevi ilişkilerde sorun yaşamamak için kızın ailesini ikna edebilmek için tüm yolların denenmesini şiddetle tavsiye ederim. Haklarında hayırlısı olur inşallah.
#1444
Meclis'te geçtiğimiz hafta içerisinde referandum süresini 120 günden 60 güne indiren kanun Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanarak yayımlanmak üzere Başbakanlığa gönderildi.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ''Arsa Üretimi ve Değerlendirilmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'', ''Türkiye Cumhuriyeti ile Sırbistan Cumhuriyeti Arasında Serbest Ticaret Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun'' ve ''Anayasa Değişikliklerinin Halkoyuna Sunulması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun''u onayladı.

Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezinden yapılan açıklamaya göre, Cumhurbaşkanı Gül, 5953, 5954 ve 5955 sayılı kanunları yayımlanmak üzere Başbakanlığa gönderildi.

REFERANDUM SÜRESİ 60 GÜNE İNDİ

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün onayladığı ''Anayasa Değişikliklerinin Halkoyuna Sunulması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun'' ile Anayasa değişikliklerinin halk oylamasına sunulma süresi 120 günden 60 güne iniyor.

Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezinden yapılan yazılı açıklamada, Cumhurbaşkanı Gül, 5953 sayılı ''Arsa Üretimi ve Değerlendirilmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun''u, 5954 sayılı ''Türkiye Cumhuriyeti ile Sırbistan Cumhuriyeti Arasında Serbest Ticaret Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun''u ve 5955 sayılı ''Anayasa Değişikliklerinin Halkoyuna Sunulması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun''u yayımlanmak üzere Başbakanlığa gönderdi.

Gül'ün onayladığı 5955 sayılı ''Anayasa Değişikliklerinin Halkoyuna Sunulması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun''a göre, Anayasa değişikliğinin halk oylamasına sunulmasında öngörülen süre 120 günden 60 güne inecek. Yurt dışında yaşayan vatandaşların halk oylamasında oy kullanacakları süre ise 40 günden 20 güne çekilecek.

http://www.haber7.com/haber/20100308/Cumhurbaskani-Gulden-60-gune-onay.php
#1445


"Bu olay sadece filmlerde olur" denecek bir olay bu. Eyüp Direkli, Şanlıurfa Çevre Yolu'nun 5 bin 400 metrelik bölümünün hukuken sahibi.

Direkli'yi otoyol sahibi yapan olay şöyle gelişti: Devlet, Eyüp Direkli'nin dedesinden kalma arazisinin de bulunduğu güzergaha otoyol yapmaya karar verdi. Direkli, memleketi bir otoyol kazanacak diye arazisinin kamulaştırılmasına ses çıkarmadı. Ancak olaylar Direkli'nin tahmin ettiği şekilde gelişmedi. Çünkü Direkli'nin arazisi için herhangi bir kamulaştırma işlemi yapılmadan 2000 yılında otoyol çalışmaları başladı ve araziden yol geçirildi. Bunun üzerine Direkli, mahkemeye başvurdu ve kamulaştırma bedelinin ne kadar olması gerektiği hakkında karar çıkarttırdı. Ancak yine bedel ödenmedi. 2007 yılına kadar kendisine bir bedel ödenmesini bekleyen Direkli, daha fazla dayanamadı ve aynı yıl dava açtı.

Mahkeme, Direkli'yi haklı buldu ve kamulaştırma bedelinin ödenmesine karar verdi. Olay Karayolları tarafından temyiz yoluyla bir üst mahkemeye taşındı. Temyiz de Direkli'yi haklı buldu. Ancak sorun bütün mahkeme kararlarına rağmen çözülmedi.

Bir türlü parasını alamayan Direkli, Karayolları ile anlaşma yoluna gitti. Ancak denenen yolların hiçbiri otoyoldaki çözümsüzlüğe çare olmadı.

OTOYOLU ÇİTLE ÇEVİRDİ

Eyüp Bey, bunun üzerine avukatlarıyla birlikte arazisinin üstündeki "otoyolun, yolunu tuttu" ve kendi arazisine icra koydu. Direkli, bu süreci şöyle anlattı: "Otoyolun bir kısmına önce çit çektik sonra da duvar ördük ve 'Bu yol özel mülkiyettir girilmez' diye tabela koyduk. Üç gün boyunca yolu kapattık. Tabii yolu kapatmamız kaosa neden oldu. Yol işlemiyordu, insanlar yollarını değiştirmek zorunda kalmıştı ve hatta bazı büyük araçlar yolda arıza yapmıştı. Durum böyle olunca da Karayolları anlaşmak istediklerini söyledi." Anlaşma yolunda bir umut ışığı doğması üzerine çitleri kaldırdıklarını ve yolu trafiğe açtıklarını belirten Direkli, Valiliğin araya girmesiyle birlikte arazilerinin bedelinin kendilerine ödenmesi için 31 Ocak'a kadar süre verdi. Ama tabii yine anlaşma sağlanamadı ve şimdi karayolları Eyüp Direkli'ye 'Yerin değerini tespiti ile kamulaştırma davası' açtı. Üç ay içinde de bir cevap gelmesi gerekiyor.

'Anlaşma olmazsa yine kapatırız'

Eyüp Direkli'nin dava sürecinin detaylarını ise Avukat Ahmet Türkmen'den öğrendik. Türkmen yasaların her anlamda kendilerinden yana olduğunu belirterek şöyle devam ediyor: "Yasalara göre bir özel alanda ya da mülkte kamulaştırma gerekiyorsa kamulaştıracak taraf kamulaştırma kararını alır, arazi ya da mülk sahibiyle pazarlık eder, gidip tapuda işlemler yapılır, mahkemeye yansımadan kişiler kendi arasında halleder. Bu ister devlet kurumu olsun ister başka bir kurum. Zaten yasa diyor ki; iki taraf kendi arasında anlaşamadıysa, anlaşamadıklarını bir tutanağa geçirip, hangi kurumsa kamulaştırmak isteyen gidip mahkemeye dava açar. Yani kurum diyecek ki "Bu alan bana lazım", mahkeme de alanın ücretini tespit edecek ve kuruma "O zaman şu kadar parayı ilgili kişiye yatır" diyecek. Tüm bu süreçleri geçirmemize rağmen Eyüp Bey'in davasında bunların hiçbiri olmadı. Karayolları kesinlikle anlaşmaya yanaşmadı. Şimdi Eyüp Bey'e dava açıldı. Üç ay içinde cevap gelmezse başka yollara başvurulacak. Hiçbir anlaşma olmazsa da yolu kapatacağız."

HALE CEYLAN BARLAS
http://www.stargazete.com/pazar/karayollari-direkli-ye-carpti-haber-248354.htm
#1446
Amerika ile Türkiye arasında gerilime yol açan Ermeni tasarısı dün ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komitesi'nde kabul edildi. Beyaz Saray'ın son dakikada yaptığı, 'kabul etmeyin' tavsiyesi de yeterli olmadı. Nefeslerin tutulduğu oylamada tasarı son anda 22'ye karşı 23 oyla kabul edildi. Gözler, tasarının Temsilciler Meclisi gündemine alınıp alınmayacağına çevrilmiş durumda.

Amerika ile Türkiye arasındaki ilişkileri testten geçiren 'Ermeni soykırımı' iddialarına ilişkin tasarı kabul edildi. Amerikan Kongresi'nin alt kanadı olan Temsilciler Meclisi'nin 46 üyeli Dışişleri Komitesi'nde dün görüşülen tasarıya 23 evet, 22 hayır oyu çıktı. Kamuoyuna karşı net bir tavır açıklamayan ABD Başkanı Barack Obama, oturumun başlamasına dakikalar kala Dışişleri Bakanı Hillary Clinton vasıtasıyla vekillere tasarının kabul edilmemesi yönünde tavsiyede bulundu. Son dakikada gelen müdahalenin ardından yapılan oylamada nefesler tutulurken, 252 No'lu tasarı konusunda sevinen taraf Ermeni lobisi oldu. Bundan sonraki süreçte gözler, Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi'nin tasarıyı meclis gündemine alıp almayacağına çevrilmiş durumda.

Oylamada Cumhuriyetçi kanattan 13 milletvekili tasarının aleyhine, 6 milletvekili lehine; Demokrat kanattan ise 9 milletvekili tasarının aleyhine, 17 milletvekili lehine oy kullandı. Yaklaşık 5 saat 45 dakika süren ve tasarının tek oy farkla kabul edildiği oylamayı Türkiye ve Ermenistan'ın Washington büyükelçilerinin yanı sıra, Ankara'dan 8, Erivan'dan ise 3 milletvekili izledi. Salonda 1915 olaylarını yaşayan birkaç yaşlı Ermeni ve yakınları da yer aldı.

Sabah saat 10'dan öğleyin saat 2.15'e kadar devam eden oylama öncesi oturumda söz alan vekiller tasarının lehinde ve aleyhinde görüşlerini beyan etti. Görüşmenin açılışında konuşan Dışişleri Komitesi Başkanı Howard Berman, ''hiçbir şeyin Türkiye'nin 'Ermeni soykırımı' gerçekliğine gözünü kapamasını haklı çıkarmadığı'' görüşünü savundu. Tasarı lehinde söz alan vekiller, Türkiye'nin misilleme yapmasından korkulmaması gerektiği, zira tasarıyı daha önce kabul eden ülkelere karşı somut adımlar atılmadığını ifade etti. Amerika'nın insan haklarına sahip çıkması gerektiğini dile getiren vekiller, olayların yaşandığı Osmanlı ile bugünkü Türkiye arasında bir bağ olmadığını da öne sürdü. Aleyhte söz alan vekiller ise bir 'soykırımın' yaşandığını kabul etmekle birlikte, tasarının kabulünün Amerika'nın çıkarlarına hizmet etmeyeceğini, Türk-Ermeni normalleşme sürecine darbe vuracağını, tarihî meseleler konusunda meclislerin söz söylememesi gerektiğini, Amerika'nın da geçmişte Kızılderili ve siyahlara karşı soykırım işlediğini sıraladı. Tasarı karşıtı vekiller, "şimdi zamanı değil" derken, destekçiler ise "tam zamanı" vurgusunda bulundu.

Türkiye blöf yapmıyor

Geçmiş yıllara nazaran bir oy farkla kaybedilen oylamanın ardından konuşan Türkiye Büyük Millet Meclisi Dışişleri Komisyonu Başkan Murat Mercan, "Bu oylama hiçbir şekilde tarih hakkında hüküm veremez. Bir oy farkla geçmişte ne olduğuna karar verme hakkı olamaz." dedi. Oy verme sürecinin uzatılmasına tepki gösteren Mercan, yaşananı "bir komedi" olarak niteledi. Mercan, Ermenistan'la imzalanan protokollerin bu karardan etkilenip etkilenmeyeceği yönündeki soru üzerine "Bunu en başından beri söylüyoruz. Biz blöf yapmayız." diye konuştu. Türkiye - ABD Dostluk Grubu Başkanı Suat Kınıklıoğlu da Türk halkının çok üzgün olduğunu belirterek, "Türkiye blöf yapan bir ülke değildir." ifadelerini kullandı.

Oylamanın ardından gazetecilerin, oylama oturumunun uzun tutulmasının adil olup olmadığına ilişkin sorusuyla karşılaşan Dışişleri Komitesi Başkanı Demokrat Howard Berman ise "Bundan daha adil olamazdı." karşılığını verdi. Berman, Clinton'ın son dakikada yapmış olduğu girişimde aralarında geçen konuşmanın içeriğine ilişkin soruyu da karşılıksız bıraktı.

Dışişleri Komitesi'nde ele alınan tasarı 2007'de de yine komitede görüşülmüş ve 21 oya karşı 27 oyla kabul edilmişti. Ancak bu aşamadan sonra devreye giren dönemin ABD Başkanı George Bush, tasarının Kongre'ye gelmesi için gayret gösteren Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi'yi ikna etmiş ve tasarı genel kurul gündemine alınmamıştı. Obama'nın, selefinin benzeri bir müdahalede bulunmaması durumunda tasarının Pelosi tarafından gündeme alınacağına kesin gözüyle bakılıyor.

Nefes nefese geçen oylamayı Teksas'lı vekil noktaladı
Ermeni soykırımı iddialarının tanınmasını içeren 252 No'lu tasarının dün Temsilciler Meclisi Dışişleri Komitesi'nde kabul edildiği oylama nefes kesti. Adeta bir sinir harbine dönüşen oylama şöyle gelişti:

10.00: Ermeni tasarısının görüşüldüğü komite oturumu başladı. Komite Başkanı Demokrat Howard Berman, vekillerin lehte ve aleyhte konuşmalar yaptığı oturumlara iki kez ara verdi.
14.15: Tasarının oylanmasına geçildi.
14.45 : Normal oylama süresi, 19 evet, 22 hayır'la bitti. Oylamaya katılmayan 5 üye beklenmeye başlandı.
15.05: 5 vekilden Barbara Lee gelerek evet oyu verince durum 20 evet 22 hayır oldu.
15.12: Berman, oturum başkanlığını tasarının destekçisi olan Brad Sherman'a bıraktı. Sherman ise oylamaya katılmayan 4 kişinin adını anons ederek, arkadaşlarından kendilerine ulaşmasını istedi.
15.32: Tasarı için son oylama süresi ve ek beş dakika için süreç başladı.
15.36 : Oylama sona erdi. Ek 5 dakikalık süreye geçildi.
15.37: Berman, gelerek başkanlığı devraldı.
15.40: Kalifornialı vekil Lynn Woolsey ile New York'tan Joseph Crowley gelerek evet oyu verdi. Böylece durum 22 evet 22 hayır oldu. Kararı netleştirecek olan son iki vekil beklenmeye başlandı.
15.41: Teksaslı vekil Gene Green'in gelerek evet oyu vermesi durumu 23'e karşı 22 hayır oyla tasarının lehine çevirdi.
15.42: Gözler, oylamanın son dakikasında salona gelen Teksaslı bayan vekil Sheila Jackson Lee'ye çevrildi. Ancak Lee, birkaç kişiyle istişare ettikten sonra oy vermeden salondan ayrılınca tasarının düşme ihtimali ortadan kalkmış oldu.
15.43: Dışişleri Komitesi Başkanı Howard Berman, tasarının 22 hayır oyuna karşı 23 evet oyuyla kabul edildiğini ilan etti. Tasarıyı destekleyen vekil ve seyirciler salonda zafer çığlıkları attı. WASHINGTON ZAMAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=958236&title=ermeni-tasarisi-kil-payi-gecti
#1447
AİHM'de görülen mülkiyet davaları ile ilgili Rum mülkleri konusunda KKTC Tazmin Komisyonu'nu adres gösterdi. Bu komisyonda iç hukuk yollarının açık olduğunu bildirdi. Kararın çok önemli bir anlamı var.

Bu kararla 1500'den fazla Rum mülkiyet davası AİHM'in gündeminden düşüyor.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Kıbrıslı Rumların Türkiye aleyhine açtığı binin üzerinde mülkiyet davasının akıbetini belirleyecek 8 pilot davayı KKTC lehine sonuçlandırdı. Mahkeme, Rum mülkleri konusunda KKTC Tazmin Komisyonu'nu adres gösterdi.

Bu durumda, AİHM'deki mülkiyet davalarının tümünün KKTC Tazmin Komisyonu'na havale edilmesi bekleniyor.

KKTC'nin uluslararası arenada tanınmaması ve AİHM'in KKTC'yi "Türkiye'nin etkin ve fiili kontrolü altındaki bir bölge olarak kabul etmesi" nedeniyle, Tazmin Komisyonu Türkiye'nin mahkeme yetkisiyle kararlar alıyor.

"Mahkeme" statüsündeki Tazmin Komisyonu'nda iki Avrupalı yetkili görev yapıyor.

Komisyon bugüne kadar Türkiye adına 105 Rum'un başvurusunu sonuçlandırdı ve 65 milyon dolar ödedi.

AİHM'de 1100 Rum'un mülkiyet davası bulunuyor. Önce bugün karara bağlanan 8 pilot davanın, ardından da tüm Rum davalarının Tazmin Komisyonu'na gönderilmesi bekleniyor. Ancak bu Türkiye'nin tazminatlardan kurtulduğu anlamına gelmiyor, çünkü komisyonun karar verdiği tazminatları da Türkiye ödüyor.

Rumlar, kararları kabul etmezse yine AİHM'e gidebiliyor. Türkiye bu yöntemle Rum davalarına karşı zaman kazanmış olacak.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Kıbrıs konusunda önemli bir karar alarak, KKTC'de kurulan Taşınmaz Mal Komisyonu'nun (TMK) etkin bir iç hukuk yolu olduğunu hükme bağladı.

AA'nın edindiği bilgiye göre, bu karar KKTC'de işleyen bir hukuk düzeninin mevcudiyetinin, uluslararası hukuka uygunluğunun AİHM tarafından teyit edilmesi anlamına geliyor. Bu kararla AİHM önündeki 1500 civarındaki Rum mülkiyet başvurusunun önce KKTC'deki TMK'ya yönlendirilmesinin yolu açılmış oldu. Böylece TMK işlemlerinin uluslararası hukuka uygunluğu AİHM tarafından tescil edildi.

Kararla AİHM önünde bekleyen ve milyarlarca Avro'ya malolabilecek Kıbrıs Rum mülkiyet tazminat talepleri TMK'ya havale edilmiş, böylelikle Türk tarafı kararla AİHM'de büyük bir kazanım elde etmiş oluyor.

Bu kararla bundan sonra da dava açabilecek olan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi vatandaşları, KKTC'de 1974 öncesinde sahip oldukları taşınmazlarıyla ilgili talep ve iddialarını öncelikle TMK'ya götürmek durumunda kalacaklar.

Böylece, TMK, Kıbrıs sorununun en önemli veçhelerinden birini teşkil eden mülkiyet meselesinde Ada'da bugüne kadar hayata geçirilmiş yegane etkin çözüm mekanizması haline gelmiş oldu.

-TMK NEDİR-

Taşınmaz Mal Komisyonu (TMK), AİHM'nin 22 Aralık 2005 tarihinde verdiği Xenides-Arestis mülkiyet kararı çerçevesinde, KKTC makamları tarafından kurulan ve Nisan 2006'dan bu yana faaliyet gösteren bağımsız bir organ.

TMK, Rum yönetimi vatandaşlarının mülkiyet konusundaki taleplerini dostane çözümle sonuçlandırmak ve Rumların Kuzeydeki mülkiyet iddialarına kesin bir çözüm getirmek amacıyla faaliyet gösteriyor. TMK'nın hükmettiği tazminatların ödenmesinden sonra Rum vatandaşlarının Kuzeydeki mülkleri üzerinde herhangi bir hak veya yetkileri kalmıyor.

TMK'ya bugüne kadar Rumlar tarafından 450'yi aşan başvuru yapıldı. Başvurulardan 100'e yakını dostane çözümle sonuçlandırıldı. Sınırlı sayıda bazı başvuru sahiplerinin taşınmazlarının iade talebi de karşılandı. TMK, bugüne kadar sonuçlanan başvurulara ilişkin olarak yaklaşık 40 milyon Sterlin tutarında tazminat ödeyerek, kamulaştırma yaptı.

-GÜNEYDE BÖYLE BİR MEKANİZMA YOK-

Öte yandan, Kıbrıslı Türklerin Güney Kıbrıs'ta bulunan mallarıyla ilgili olarak halen benzer bir çözüm mekanizması bulunmuyor.

Rum Yönetimi'ndeki Kıbrıs Türklerinin malları, halen Vasilik Yasası altında tutuluyor. Bu yasa çerçevesinde, Kıbrıslı Türklerin Rum yönetimindeki mallarına ulaşmaları ve bu malları kullanmaları engelleniyor.

Kıbrıs Türklerinin Rum yönetimindeki mülkleri için AİHM'ye yaptıkları başvurular da bulunuyor ve bu başvurular da işleme konmaya başlandı.

-ORAMS KARARIYLA KIYASLAMA-

Diplomatik kaynaklar, TMK'nın etkinliğine ilişkin bu kararın, 19 Ocak 2010 tarihinde İngiliz İstinaf Mahkemesi tarafından açıklanan Orams kararının sağlam bir temele oturmadığını ortaya koyduğunu belirtiyorlar.

Avrupa Birliği Adalet Divanı'nın (ABAD) tavsiyesi doğrultusunda alınan Orams kararının, Rum yönetimi mahkemelerinin Kıbrıs'taki mülkiyet sorununa ilişkin aldığı kararların diğer AB üyesi ülkelerde de uygulanması gerektiğini hükme bağladığını hatırlatan aynı kaynaklar, Orams kararının, mülkiyet iddiası bulunan Rum yönetimi vatandaşlarının haklarını öncelikle KKTC'deki iç hukuk yollarını kullanarak TMK'da aramaları gerektiğini teyit eden bu son AİHM kararıyla çelişkili hale geldiğine dikkati çekiyorlar.

"AİHM kararı etkinlikle uygulanabilir bir karar iken, Orams kararının tam olarak uygulanması mümkün değildir. Avrupa hukuk sistemi içinde aynı alanda iki çelişkili karar çıkması kayda değerdir" yorumunda bulunan kaynaklar, Orams kararının halen İngiltere Yüksek Mahkemesi'nde temyiz aşamasında olduğunu da hatırlattılar.

-AİHM KARARI ÇÖZÜM ÇABALARINI NASIL ETKİLER-

Türk tarafı, Kıbrıs meselesinin en karmaşık boyutunu oluşturan mülkiyet sorununun, kapsamlı bir çözüm içinde bir bütün olarak ele alınması ve BM parametreleri çerçevesinde çözümlenmesini esas hedef olarak belirlemiş bulunuyor.

Ada'da halen BM aracılığıyla sürdürülmekte olan kapsamlı çözüm müzakerelerine bu anlayışla destek veren Ankara, Türk tarafının adil ve kalıcı bir çözüme en kısa sürede ulaşılması için sarf ettiği tüm çabalara karşın, Kıbrıs Rum tarafının, çözüm hedefine odaklanmak yerine, uluslararası yargı organları da dahil olmak üzere çareyi farklı mercilerde aramakta ve çözümden kaçmakta olduğunu dile getiriyor.

"AİHM kararı Rum tarafının uluslararası mahkemeleri istismara yönelik bu çabalarına (dur) demiştir" görüşünü paylaşan diplomatik kaynaklar, bu kararla birlikte, Rum tarafının, aslında ulaşılması hiç de zor olmayan çözüm hedefinden uzaklaşması halinde TMK'nın Rumların mülkiyetle ilgili talepleri açısından tek çözüm yolu olarak kalacağına işaret ediyorlar.

Aynı kaynaklara göre Ankara, Kıbrıs'ta en kısa sürede adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılmasını ve mülkiyet dahil tüm boyutların karşılıklı mutabakat ile sonuçlandırılmasını temenni ediyor.

AA-İHA
http://www.haber7.com/haber/20100305/Mulkiyet-davasinda-AIHMin-tarihi-karari.php
#1448
Batı'da siyasi partiler, şu veya bu sınıfı iktidara taşımak üzere kurulurlar. Biz tarihsel olarak sınıflı toplumlar değil isek bile, eşitsiz kalkınma ve devletçe empoze edilen modernizasyon politikaları sayesinde giderek katmanlar arasındaki iktisadi gelir farklılığı sınıflara dönüşüyor. Bizde de zengin zümreler, süreçlerin avantajlarını kullanarak servetlerine servet katıyorlar, yoksullar daha yoksul olurken, orta sınıf kar topu gibi eriyor.

Türkiye'nin açıklanan en zengin 100 işadamının geçen yıla göre servetleri 31 milyar dolarlık ve yüzde 55 artışla, 87 milyar dolara çıkmış. Aslında sıralamayı ilk 500 zengine kadar yapmak lazım. Görülecek ki, rakam 500'de duracak. Ötesinde bu skalada zengin yok. Kısaca Türkiye'de ekonomisi iyi giden, 500 kişilik küçücük bir zenginler müfrezesidir.

Araştırma şirketlerine göre seçimlerde neticeyi belirleyen asıl faktör yüzde 90 ekonomidir. Ekonomik tabloya baktığımızda işsiz rakamı 3 milyon 47 bin. Aslında bu sayı 6 milyondur. 3 milyon çalışan da asgari ücretle geçiniyor. Adil Gür'ün araştırmasına göre, işsizlerin yüzde 26,9'u 25 ve 30 yaş arasındaki kişilerden oluşuyor. Bunu, yüzde 24,7 ile 20 ve 25 yaş arasındakiler izliyor. 30-40 yaş arasındaki işsizlerin oranı ise yüzde 24,4. (Akşam, 1 Mart)

Zenginlerin aile ve soyadlarına dikkatle bakın, servetin belli bir kabile içinde dönüp dolaştığını görürsünüz. Bu kabilenin SDK (sivil devlet kuruluşu) hükmünde örgütlendiği kuruluş TÜSİAD'dır. TÜSİAD, Ümit Boyner'in başa gelmesiyle ufak bir hareketlilik kazandı. TÜSİAD öteden beri risk almaz, devletin otoriter, antidemokratik diretmelerine açıktan ses çıkarmaz; şu veya bu tarafa kolayca çekilebilecek esnek demeçler verir.

Dünyayı ekonomik krizin sarstığı bir dönemde, büyük sermaye yüzde 55 büyürken, orta sınıf ve yoksullar ne alemde dersiniz? Süleyman Yaşar, rakamları veriyor (Taraf, 1 Mart): "Türkiye'nin en yoksul yüzde 5'inin ödediği tüketim vergisi yükü, en zengin yüzde 5'inin ödediğinin iki katı... OECD üyesi 30 ülke içinde Meksika'dan sonra gelirin en adaletsiz dağıtıldığı ikinci ülkeyiz." Toplanan vergilerin yüzde 70'e yakını tüketim üzerinden, yani halktan toplanıyor. Dahası, devlete ödedikleri vergileri bizden topluyorlar. Dünyanın en pahalı enerjisini tüketiyoruz, en pahalı suyunu içiyoruz. Kar ve yağmurdan barajlar taştı, hiç değilse 2 ay su bedava verilmedi veya ucuzlatılmadı.

Bu ülkenin yükünü orta sınıf ve yoksullar çekiyor. Bugün demokratikleşme yolunda, cuntacıların ve çetelerin tasfiyesi yönünde büyük bir mücadele veriliyor. Bu mücadeleye destek toplumun ana gövdesinden, orta sınıftan, muhafazakâr kesimlerinden geliyor. Riski onlar alıyorlar. TÜSİAD her zaman olduğu gibi aşırı ihtiyatlı, hem nalına hem mıhına bir tutum içinde. Yeni Başkan Boyner'in bir nebze dikkat çeken demecine Güler Sabancı hemen "balans ayarı" yaptı: "TÜSİAD'ın ana rotasında değişiklik olmaz. Yaklaşımlarda değişiklikler olabilir."

Küresel sermaye ve imtiyazlı zenginler; büyük alışveriş merkezleri ve bu sene sadece İstanbul'da sayıları 109'a çıkacağı söylenen AVM'ler üzerinden esnafı piyasadan siliyorlar. AVM'ler ve büyük marketler sadece mal satmıyor, bir kültür ve yaşama biçimini de empoze ediyorlar. Serbest sularda ördeklere karşı timsahların özgürlüğünü savunanlara göre, bu dev "alışveriş merkezlerini yasaklamaya kalkışmak sosyal hayata darbe indirmek anlamına gelecek. Çünkü hafta sonlarında zaman geçirecek mekân bulamayan vatandaşlar bunalıma giriyor."

Önümüzde seçim var. Ekonomi hâlâ belirleyici. Eğer seçim öncesinde piyasaya birkaç milyar dolar pompalayarak bu handikabın aşılacağı düşünülüyorsa bunun faydası olmayacaktır. Asıl yapılması gereken, temel iktisat politikalarının orta sınıfın güçlendirilmesi ve yoksulların korunması yönünde yeniden şekillendirilmesidir. Bizde ekonominin asıl sorunu "büyüme" değildir, adaletsiz bölüşümdür. Bu adalet sağlanamıyor.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=957356&title=zenginler-orta-sinif-ve-yoksullar
#1449
Dünya Seks İşçileri Hakları Günü dolayısıyla Mevlana türbesine giden hayat kadınlarını temsilen konuşan Şefkad Der Başkanı, devletin kadın satıcılığı yaptığını belirterek Başbakan'a sözünü tutması çağrısında bulundu.

3 Mart Dünya Seks İşçileri Hakları Günü nedeni ile Konya'da düzenlenen dikkat çekici basın toplantısında Şefkat Der Başkanı Hayrettin Bulan önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı ardından devletin genelev işletmeciliğini eleştirdi.

3 Mart Dünya Seks İşçileri Hakları Günü dolayısı ile Şefkat Kapısı Derneği tarafından Konya'da ilginç bir basın toplantısı düzenlendi. Basın toplantısı için Mevlana Hazretlerinin türbesinin de bulunduğu Mevlana müzesinin önünün seçilmesi dikkat çekti.

KEFENLİ, ZİNCİRLİ TOPLANTI

Üzerine kefeni simgeleyen beyaz çarşaf giymiş boyunlarından zincirli ve kimisinin yüzü değişik simgelerle boyanan hayat kadınlarının da katıldığı toplantıya Şefkat Der Genel Başkanı Hayrettin Bulan'ın Başbakan ve Devlete yönelik sarf ettiği ağır sözler damgasını vurdu.

100 BİNE YAKIN SEKS KÖLESİ VAR

Dünya da 30 milyon civarında hayat kadınının bulunduğunu ve bunların büyük bir bölümünün ise 18 yaşından küçük olduğunu dile getiren Hayrettin Bulan, "Türkiye de 60 ilde resmi genelev var. Türkiye de 3 bini gayri resmi olmak üzere toplam 100 bine yakın kadın seks köleliği yapmaktadır" dedi.

'HAYAT ONLARI BU YOLA İTİYOR'

Hayat kadınlarının bu yola isteyerek düşmediğini dile getiren Hayrettin Bulan "Siz hiç ben büyüyünce hayat kadını olacağım diyen bir kız çocuğu gördünüz ya da ilerdeki hedefim hayat kadını olmak diyen bir genç kıza rastladınız mı? Bu insanları bu iğrenç hayata iten yine toplum sorunları ve toplumun bizzat kendisidir. Bu insanlar aslında hayat kadını değil hayatı olmayan hayatsız kadınlardır. Onları bu iğrenç hayattan kurtarmak da onlara kurtaracağız sizi diyenlerin başlıca görevidir" dedi.

BAŞBAKAN SÖZÜNÜ TUTSUN

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken hayat kadınlarına onları bu hayattan kurtaracağına dair söz verdiğini belirterek Başbakan Erdoğan'a "Ey Başbakanımız genelev kadınlarına bir zamanlar bacılarım diyen sizleri kurtaracağım diyen Kasımpaşalı Tayyip abiye sesleniyoruz. Bu hayat kadınlarına sizi kurtaracağım dediğiniz zaman Belediye Başkanı idiniz şimdi Başbakan oldunuz. Bu kadınları unuttunuz mu?" hatırlatmasını yaptı.

'DEVLET DE KADIN SATIYOR'

Konuşmasının her geçen dakikasında daha da hararetlenen Hayrettin Bulan Devleti de ağır bir dille eleştirdi. Devletin Hayat kadınlarından özür dilemesini isteyen Bulan, "Devletin seks köleliği gerçeği ile yüzleşmesini ve bu hayat kadınlarından devletin özür dilemesini istiyoruz. Ayrıca başta Cumhurbaşkanı olmak üzere Başbakana, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanına ve tüm devlet yetkilileri ile Milletvekillerine soruyoruz. Bir kadını satan kişiye pezevenk deniyor. Peki devletin bir kadının satılması için mekân açmasına bu mekânın kapısına bekçi diye polis dikmesine viziteyi onaylayıp burada yapılan kadın ticaretinden vergi almasına ne denir? Buna ne isim verilir? " diyerek devleti ağır bir dille eleştirdi.

'NE OLURSAN OL GEL'

Mevlana müzesine ziyaret için gelen vatandaşların Bulan'ın basın açıklaması için Mevlana Müzesi önünü seçmesine tepki göstermesi üzerine Bulan "Biz 'Ne olursan ol gel' diyen Mevlana hazretlerinin huzurunda bu toplantıyı yapıyoruz. Bunun tek nedeni insan ayrımı yapmayan hoşgörüde sınır tanımayan Mevlana hazretlerinin hoşgörüsünün hatırlanmasını istememizdir" diye cevap verdi.

Toplantının son bölümünde hayat kadınları Mevlana müzesi önünde el açıp dua etti.

ZEDHABER-KONYA
http://www.haber7.com/haber/20100303/Devlet-kadin-saticiligi-yapiyor-elestirisi.php
#1450
Merhabalar Admin. Kat Mülkiyeti Kanunu gereğince her kat maliki ortak giderlere katılmak ve varsa belirlenen aidatı ödemekle yükümlüdür. Dairenin kullanılmadığını ya da gidere yol açan faaliyetin kendi dairesini ilgilendirmediğini ileri sürerek (örneğin zemin katta oturan kişi de çatının onarımıyla ilgili giderlere katılmak zorundadır)  ödemesi gereken bedeli ödememe yoluna gidemez. Bu durum Kat Mülkiyeti Kanunu'nun 20. maddesinde aynen şu şekilde ifade edilmiştir:

III - Anagayrimenkulün genel giderlerine katılma :
   
     Madde 20 – (Değişik birinci fıkra: 13/4/1983 - 2814/9 md.) Kat maliklerinden her biri aralarında başka türlü anlaşma olmadıkça:
   
     a) Kapıcı, kaloriferci, bahçıvan ve bekçi giderlerine ve bunlar için toplanacak avansa eşit olarak;
   
     b) Anagayrimenkulün sigorta primlerine ve bütün ortak yerlerin bakım, koruma, güçlendirme ve onarım giderleri ile yönetici aylığı gibi diğer giderlere ve ortak tesislerin işletme giderlerine ve giderler için toplanacak avansa kendi arsa payı oranında; (1)
   
     Katılmakla yükümlüdür.
   
     c) Kat malikleri ortak yer veya tesisler üzerindeki kullanma hakkından vazgeçmek veya kendi bağımsız bölümünün durumu dolayısıyla bunlardan faydalanmaya lüzum ve ihtiyaç bulunmadığını ileri sürmek suretiyle bu gider ve avans payını ödemekten kaçınamaz.
   
     (Değişik: 13/4/1983 - 2814/9 md.) Gider veya avans payını ödemeyen kat maliki hakkında, diğer kat maliklerinden her biri veya yönetici tarafından, yönetim planına, bu Kanuna ve genel hükümlere göre dava açılabilir, icra takibi yapılabilir. Gider ve avans payının tamamını ödemeyen kat maliki ödemede geciktiği günler için aylık yüzde beş hesabıyla gecikme tazminatı ödemekle yükümlüdür. (1)
   
     Birinci fıkradaki giderlere, kat maliklerinden birinin veya onun bağımsız bölümünden herhangi bir suretle faydalanan kişinin kusurlu bir hareketi sebep olmuşsa, gidere katılanların yaptıkları ödemeler için o kat malikine veya gidere sebep olanlara rücu hakları vardır.


Öte yandan, bir taşınmaz satıldığında, aksi taraflar arasında kararlaştırılmadığı sürece o taşınmazın satış tarihine kadar birikmiş olan borçları yeni malikten talep edilemeyecektir. Dolayısıyla
Alıntı Yapdaireyi alan kişiden tahsile gitme gibi bir durum söz konusu olur mu
derken şayet eski borçları yeni malikten tahsil etmeyi kastediyorsanız, bu hukuken mümkün değildir.

Konuyla ilgili yol gösterici bir Yargıtay Kararı:

T.C.
YARGITAY
18. Hukuk Dairesi

E:2003/7152
K:2003/8944
T:17.11.2003

   Dava dilekçesinde itirazın iptali istenilmiştir. Mahkemece davanın reddi cihetine gidilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
   Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
   KARAR : Dava, kat mülkiyeti kurulu anagayrimenkuldeki 2002 Ocak aidat borcunun tahsili ile ilgili olarak yapılan icra takibine vaki itirazın iptali istemine ilişkindir.
   Mahkemece, işletme projesi ve bu konudaki kat malikleri kurulu kararının davalıya tebliğ edilmediği gerekçesiyle dava reddedilmiştir.
   Kat Mülkiyeti Yasasının 20.maddesi hükmüne göre; kat maliklerinden her biri anagayrimenkulün tüm giderlerine ve bu giderler için toplanacak avansa katılmak zorundadır. Kat malikleri kurulu kararının ya da işletme projesinin daha önce ilgililere bizzat tebliği zorunlu olmayıp, işletme projesinin düzenlenmesi veya ortak gider ve avansla ilgili olarak kat malikleri kurulu kararının alınması yeterlidir. Bunların davalıya daha once tebliğ edilmemiş olması, asıl alacağın icra müdürlüğü marifetiyle yapılacak tebligat tarihinden itibaren teferruatı ile birlikte borcludan tahsiline engel teşkil edemez.
   Davalı da diğer kat malikleri gibi anagayrimenkulün gerektirdigi genel giderlere katılmak zorundadır. Bu konuda işletme projesi hazırlanmamış olması yada davalının kat malikleri toplantısına katılmamıs olması onu bu yükümlülukten kurtarmaz. Kat malikleri kurulunun kendisini de ilgilendıren konuda usul ve yasaya aykırı karar alındığı iddiasında bulunan kat maliki bu konuda Kat Mülkiyeti Kanunu'nun hükümleri dairesinde her zaman mahkemeye başvurma hakkına sahiptir. Yanlış olduğunu iddia ettiği kat malikleri kurulu kararını iptal ettirmeyen davalı yasadan doğan yükümlülüğünü yerine getirmeye zorunludur.
   Somut olayda, 24.6.2001 tarihli kat malikleri kurulu kararında Temmuz ayından sonraki aylarda doğalgaz faturalarının miktarına göre aidatların artırılması yönünde yönetime yetki verildiği ve buna dayanılarak yonetimin, 1.1.2002 tarihli kararla Ocak 2002 aidatını 150 milyon TL olarak belirlediği ve üstelikte 1.1.2002 tarihindeki istisare amaclı yapılan olaganüstu kat malikleri toplantısı ıle de bu gelen faturaya göre 2002 yılı Ocak ayından başlamak üzere aidatların 150 milyon TL'ye çıkarılması yönünde karar alındığı anlaşılmaktadır.
   Kat malikleri kurulu kararları iptal edilmedikçe geçerli oldukları da gözönüne alınarak davalının sorumlu bulunduğu avans ve ortak gider aidatı miktarı saptanıp, hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile reddi doğru görülmemiştir.
   SONUÇ : Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 17.11.2003 gününde oybirliğiyle karar verildi.
#1451
AİHM, Yukos petrol firmasının iflas ettirilmesi iddiasıyla Rusya hükümetine karşı açılan 89 milyar dolarlık davayı görüşecek.

Yukos yöneticilerince açılan davada, Rusya mahkemelerince yedi yıldır verilen kararlara itiraz ediliyor. Davacılar, dönemin devlet başkanı olan, bugünkü Başbakan Vladimir Putin'in, zengin oligarklar karşısındaki otoritesini güçlendirmek amacıyla Yukos'un iflasa sürüklenmesine yol açıldığı, bunun milyarlarca dolarlık zarara neden olduğu ileri sürülüyor. Hadarkovski'nin tutuklanması sonrasında çeşitli davalarla karşılaşan Yukos firması, 2006'da iflasını açıklamıştı.

İstenen 89 milyar dolarlık tazminatın, 50 yıllık AİHM tarihinin en yüksek miktarı olduğu kaydedildi. Duruşma perşembe sabahı başlayacak ve hem firma hem de Rusya Hükümetinin avukatları, tezlerini sunacak. Davacıların sözcüsü Claire Davidson, Rusya Federasyonu ve Yukos'un ilk kez bağımsız bir yargı organında karşı karşıya geleceğini söyledi.

AİHM tazminata hükmederse, Rusya hükümetine, kararın yerine getirilmesine yönelik diplomatik baskılar gündeme gelebilecek.

AA
http://www.haber7.com/haber/20100302/AIHMde-en-yuksek-tazminat-davasi.php
#1452
Danıştay 12. Dairesi, Bakanlar Kurulu'nun, TEKEL işçilerinin de aralarında bulunduğu geçici personelin 4-C'ye geçişi için 30 günlük süre içinde ilgili kurumlara başvurmasını öngören hükmünün yürütmesini durdurdu.

Danıştay 12. Dairesi, 4 Şubat 2010 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı'nın, TEKEL işçilerinin de aralarında bulunduğu geçici personelin 4/c'ye geçiş için 30 günlük süre içinde ilgili kurumlara başvurmasını öngören hükmünün yürütmesini durdurdu.

DAVA AÇILMIŞTI

TEK GIDA-İŞ Sendikası, Bakanlar Kurulu'nun, 'Kamu Kurum ve Kuruluşlarındaki Geçici Mahiyetteki İşleri Yürütmek Üzere Geçici Personel İstihdamı ve Bu Personele Ödenecek Ücretler Hakkında Karar'ın 2. maddesi (1/a) bendinde yer alan '30 günlük süre içinde' ibaresi, bunun dayanağı Bakanlar Kurulu Kararının 1. maddesinin 1. fıkrasında yer alan '30 gün içerisinde' ibaresinin iptali ile davacı sendika üyeleri açısından, 31 Ocak 2010 itibariyle iş akitleri kamu tarafından feshedilmiş ve 30 günlük sürenin 2 Mart 2010'da doluyor olması da gözetilerek, öncelikle idarenin savunması alınıncaya kadar yürütmenin durdurulmasına karar verilmesi istemiyle Danıştay'da dava açmıştı.

SÜRE ZORUNLU OLMAMALI

Davayla ilgili ilk incelemesini yapan Danıştay 12. Dairesi, geçici personelin 4-C'ye geçiş için 30 günlük süre içinde ilgili kurumlara başvurmasını öngören hükmünün yürütmesini durdurdu.

31 Ocak 2010 itibariyle iş akitleri kamu tarafından feshedilen TEKEL işçilerine 4-C'ye geçiş için tanınan 30 günlük süre bugün doluyordu.Daire kararının gerekçesinde, temel hak ve çalışma hayatına ilişkin bir konuda Bakanlar Kurulu'nun başka bir kararına atıfla süre zorunluluğunun getirilmesinin hukuka aykırı olduğu kaydedildi.

HAKLARINI KORUDUK

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer, hükümetin 4-C'lilerin yasal haklarını sonuna kadar savunduğunu ifade etmiş ve bu statüye geçmek için başvuran işçilerin kendilerine en yakın kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilmeleri yönünde sıkı bir çalışma başlattıklarını belirtmişti. 77 gündür eylemde bulunan işçiler Danıştay'ın kararı ile birlikte sevinirken,Tekel işçileri özelleştirmeden gelen tüm işçiler tüm 4/d'liler de diledikleri zaman 4-C'ye geçebilecekler.Tek-Gıda-İş Sendikası Avukatı Halil ormanoğlu tarafından Danıştay'a verilen dava dilekçesinde 30 günlyük sürenin iptali isteminde bulunulmuştu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise daha önce yaptığı açıklamada tekel işçilerinin tazminat dahil tüm haklarını korumakta kararlı olduklarına vurgu yapmıştı.

TÜRKEL: YENİ BİR SÜREÇ

Hükümet, Tekel işçilerinin 4-c'ye geçiş sürecini uzattıktan sonra İş Kaybı Tazminatı imkanı da sunarken, konfederasyonlar 13 Şubat 2010 tarihinde eylemin sürdürülmesi ve 4-C'nin iptali için Danıştay'a başvurma kararı almışlardı. Danıştayın kararı ile birlikte yeni bir sürecin başladığına işaret eden TEK-GIDA İŞ Sendikası Başkanı Mustafa Türkel, 4046 sayılı yasa gereği 8 ay boyunca iş kaybı tazminatı kullanma haklarının doğduğunu bildirdi. Bir başka ifade ile sözleşme imzalamayan Tekel işçileri 8 ay boyunca asgari ücretin 2 katı maaş alacaklar.Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Öker Dinçer de Tekel işçilerinin ilgili 1 aylık süre içerisinde 4-C'ye geçmelerinin lehlerine olacağını belirtmiş ve işsiz kalmamaları için bu süreyi çok iyi değerlendirmeleri gerektiğinin altını çizmişti.

4-C'nin kapsamı

4-C statüsü 2004 yılında özelleştirme kapsamındaki işçilerin işsiz kalmasını önlemek amacıyla getirildi. 4-C , 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 4'üncü maddesinin (C) fıkrasından geliyor. 4-C kapsamında çalışanların tanımında "Bir yıldan az süreli veya mevsimlik hizmet olduğuna Devlet Personel Dairesi'nin ve Maliye Bakanlığı'nın görüşlerine dayanılarak Bakanlar Kurulunca karar verilen görevlerde, ücret ve adet sınırları içinde sözleşme ile çalıştırılan ve işçi sayılmayan kimselerdir" deniliyor.

Statüde iyileştirme yapılmıştı

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı 26 Şubat'ta yaptığı açıklamada Ankara'da eylem yapan tekel işçilerinin bu eylemlerini son vererek imza atmalarını istemişti. 4-C statüsünde çalışan işçilerinin durumlarının her geçen gün daha da iyileştiğini hatırlatan Yazıcı, bu statüdeki sürecin dinamik bir süreç olduğunu da belirtmişti. İşçilerin 4-C'ye geçmek için gelip imza attığını belirten Yazıcı, 4-C'ye geçen 2 bin 152 işçinin evraklarını imzaladığına vurgu yapmıştı.İşçi temsilcilerinin 2008 yılında Başbakan Erdoğan ile yaptığı görüşmede kendilerine 2010 yılına kadar süre verilmesini istediklerini hatırlatan Yazıcı, ancak bugün bu sözlerin unutulduğunu kaydetmişti. O zamanki 4-C statüsü ile bugünkü statünün farklı olduğunu ifade eden Yazıcı, "4-C statüsü dinamik bir süreç. Şartlar her geçen gün daha da iyiye gidiyor. İşçiler imza attıktan sonra da bu süreç sona ermeyecek ve gündemimizde çıkmayacaktır. Şartlar daha da iyiye gidecektir" demişti.

http://yenisafak.com.tr/Ekonomi/?i=244395
#1453
Merhabalar. Anladığım kadarıyla çekleri verdiğiniz kişi size çek bedellerini ödemediği gibi, bu kişiye çekleri teslim ettğinize dair de herhangi bir belge elinizde bulunmuyor. Bu durumda çekleri teslim ettiğiniz kişiye gecikmeksizin noter kanalıyla bir ihtarname göndermeniz ve bu ihtarnamede yaşanan olayları kısaca anlatıp çeklerin iadesini, aksi halde Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunmak da dahil olmak üzere tüm yasal yollara müracaat edileceğini belirtmeniz faydalı olacaktır. Çekler ihtarnameye rağmen teslim edilmezse, bu durumda suç duyurusunda bulunup diğer yasal yollara müracaat etmeyi gündeminize almanız gerekecektir. Geçmiş olsun.

Önemli not: Çok kısıtlı ve yanıltıcı olabilecek bilgilere istinaden yapılan yukarıdaki değerlendirmeler, bu bölümde yer alan konu hakkında kişileri en temel düzeyde bilgilendirme amacına matuftur. Bu tür konular her yönden ayrıntılı bir şekilde inceleme/araştırma yapılmasını gerektirir ve bu da ancak profesyonel yardım ile mümkün olabilir. Bu sebeple haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz ve herhangi bir hak kaybına maruz kalmamanız için bir avukatla anlaşmanızı ve avukatınızın yönlendirmeleri istikametinde hareket etmenizi tavsiye ediyorum.
#1454


Adı meslektaşlarıyla ilgili ortaya attığı zimmet ve rüşvet ithamlarıyla gündeme gelen 95099 sicil numaralı Hakim Çağatay Çetin, Van'daki görevinden istifa ederek sahte Bulgar pasaportuyla Hollanda'ya giriş yaptı ve Türkiye'de siyasi ve etnik nedenlerden dolayı baskı gördüğünü ileri sürerek sığınma istedi.

Ünal ÖZTÜRK'ün haberi

Van'ın Özalp İlçesi'ndeki görevinden istifa ederek sahte Bulgar pasaportuyla Hollanda'ya giriş yapan 95099 sicil numaralı Adli Yargı Hakimi Çağatay Çetin, Türkiye'de siyasi ve etnik nedenlerden dolayı baskı gördüğünü ileri sürerek sığınma başvurusunda bulundu.

Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü İşlemler Bürosu'na 25 Ocak 2010'dan geçerli olmak üzere, 11 Ocak 2010 tarihinde "özel" nedenlerden dolayı istifasını sunan ve 15 Ocak tarihinde sahte Bulgar pasaportuyla Hollanda'ya giriş yapan Çetin, aynı gün sığınma başvurusunda bulunduğunu söyledi. Ter Apel kentindeki sığınma yurdunda iki hafta geçirdiğini belirten Çetin, başvurusuyla ilgili Hollanda makamlarının Nisan ayı başında kesin karar vereceğini ifade etti.

'Yargı baskı altında'

Çetin, siyasi düşüncelerinden ve annesinin Ermeni-Kürt kökenli olmasından dolayı baskı gördüğünü ileri sürerek, hem Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e, hem de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a yazı göndermesine rağmen sonuç alamadığını söyledi.

Orhan Pamuk ve Hrant Dink ile aynı görüşleri paylaştığını belirten Çetin, hakkında soruşturmalar açıldığını, can güvenliğinin tehlikede olduğunu ve yasal yollardan hakkını arayamadığını iddia etti. Ankara'da yaşayan anne ve babasının da can güvenliği nedeniyle adres değiştirmek zorunda kaldığını ileri süren Çetin, "Her şeyi göze alıp canımı zor kurtardım" iddiasında bulundu.

Türkiye'de yargının görevini yapamadığını ileri süren Çetin, şu iddialarda bulundu: "Yargı görevini yapamıyor, sürekli etki ve baskı altında. Hakimler önümüze siyasi dava gelmesin diye dua ediyorlar. Türkiye'de artık yürütme ne derse o oluyor. AKP'nin ya da hükümetin aleyhine bir karar mı verdiniz ya da herhangi bir düşünceniz mi var? Hemen gönderiyorlar Adalet Bakanlığı müfettişlerini."

'Başka hâkimler var'

"Hükümetle sorunum var" diyen Çetin, şöyle devam etti: "Avrupa İnsan hakları Mahkemesi'ne de gideceğim. Maddi bir tatmin beklemiyorum, yalnızca hakkımı aramak için başvuracağım."

Çağatay Çetin, sığınma talebiyle ilgili olarak Hollanda'nın alacağı kararı Türkiye'de çok sayıda hakim ve savcının merakla beklediğini de ileri sürdü ve şunları söyledi: "Olumlu netice alırsam, başkaları da gelebilir. Kürt kökenli hakim ve savcıların da durumu kritik. Soruşturmalardan bıkmış durumdalar, 'Ya intihar edeceğim, ya ben de geleceğim' diyorlar."

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/13965799.asp


Müstafi Hakim Çağatay Çetin'le ilgili Edirne'de görev yaptığı sıralarda ortaya çıkan enterasan olaylarla ilgili Habertürk Gazetesi 01 Eylül 2009 tarihinde bir haber yapmıştı. İşte o haber:

O Hakimi Bitiriyorlar mı?

"Edirne Adliyesi'nde rüşvet ve zimmet olayları var" iddiasında bulunan Hakim Çetin, açığa alındı. Peki Çetin'in çarpıcı suçlamaları neydi?

"Edirne Adliyesi'nde rüşvet ve zimmet olayları var" iddiasında bulunarak neredeyse bütün hakim ve savcıları şikayet eden Hakim Çağatay Çetin, devam eden soruşturmalar nedeniyle açığa alınırken "Yargının temiz kalması için çalışmaya devam edeceğim" dedi.

İDDİALARLA İLGİLİ SORUŞTURMA SÜRÜYOR
Hakim  Çetin, 2005 yılında Enez Adliyesi'nde göreve başladı, bir süre sonra Edirne Adliyesi'ne geçti. İki adliyeye 2 yılı aşkın süre görev yapan Çetin, rüşvet ve zimmet olaylarının gerçekleştiğine ilişkin iddialılarda dolu 15 sayfalık ihbar dilekçesini Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na gönderdi.
Çetin'in ihbarı üzerine ise Adalet Bakanlığı, iddiaları incelemek üzere Edirne 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nden soruşturmacı tayin etti. Soruşturma hala sürüyor.

ÖNCE TAYİN EDİLDİ SONRA AÇIĞA ALINDI
Bu olayları araştırırken Savcı M.B.'nin, Enez'deki İstanbul Üniversitesi kampında herkesin içinde annesinin yanında kendisine tokat attığını anlatan Çetin'in şikayet dilekçesinde bu olaya da yer verdi. Daha sonra Edirne Başsavcısı tarafında "akıl sağlığının yerinde olup olmadığının" belirlenmesi için İstanbul'a gönderilen Çetin daha sonra Kars'a tayin edildi. Ancak Kars'ta görev yaptığı sırada "Edirne'de hakkında sürdürülen soruşturmaların selameti gereği" açığa alındı.
Çetin, Edirne'de mafya ile mücadelesi nedeniyle meslektaşlarının tepkisini çektiğini, imzasının taklit edilerek sahte belgeler hazırlandığını, açığa alınmasına neden olan bu soruşturmalarla ilgili aklanıp mesleğine döneceğini belirtti.

"MAKUS TALİHİ DEĞİŞTİRMEK"
Çok büyük ideallerle okuyup hakim olduğunu belirten Çağatay Çetin Habertürk'e "Bu ülkede, şimdiye kadar yolunda gitmeyen şeyleri görüp de gördüğü şeyleri açıklayanlar, hep deli damgası yemiştir. Ben bu makus talihi değiştirmeyi düşünerek, yargının temiz kalması için  çalışacağım" dedi.
Çetin, "akıl sağlığının yerinde olup olmadığının" tespiti için Adli Tıp'a sevk edilmesinin kendisine çok dokunduğunu belirterek, "Bana 500 soru sordular, 'Allah'a inanıyor musun, içki içiyor musun' diye sordular. 6 ay sonra ikinci bir muayene daha yapıp ' akıl sağlığı yerinde' raporu verdiler" dedi.

İŞTE SUÇLAMALAR
Çetin'in ihbar dilekçesinde yer alan bazı suçlamalar şöyle:
Savcı M.B. ile Enez Savcısı E.D., insan kaçakçılığı yapan Diyarbakırlı O.D.'nin suçu sabit olmasına karşın hakkındaki soruşturmada rüşvet karışlığında takipsizlik kararı verdi.
Hakim N.K. ve Savcı M.Ö. Enez'in Karaincilrli Köyü eski muhtarı ile yolsuzluk olayına karıştı. Bu yargıçlar muhtarla köyün kahvehanesindeki bilgisayardan sahte celse tutanağı düzenledi. Davanın istenilen şekilde sonuçlanmasından sonra Hakim N.K. ile İcra Mahkemesinin Yazıişleri Müdürü L.K. (zimmet olayı üzerine intihar etti) aldıkları rüşvetle Keşan'da otelde hayat kadınlarıyla beraber oldular.
Katip A.K., bir dosyayla ilgili telefonda bilgi isteyen TSK mensubu O.K.'den 1000 TL rüşvet istedi. Rüşvet verilmezse bazı belgeleri O.K.'nin aleyhine sumen altı edeceğini beyan etti.

Kaynak: Gazete Habertürk
http://www.aktifhaber.com/news_detail.php?id=242504
#1455
İstanbul Barosu meslektaşlarına bilgiye erişimde büyük kolaylık sağlayacak Avukata Yardım Sistemini hizmete soktu. Meslektaşlarımız İstanbul Barosuna kayıtlı cep telefonlarından 0212 444 18 78, Avrupa yakasında sabit telefonla aramalarda sadece 444 18 78 numarayı aradıklarında pin kodunu tuşlayarak menüdeki bilgilere kolayca ulaşabilecekler.

Meslektaşlarımız sisteme kayıtlı cep telefonu dışında sabit hatlardan sisteme ulaşmak için Baronet'e şifreyle girerek pin kodu bölümünden pin kodlarını öğrenebilirler.

AVUKATA YARDIM Sisteminde erişim menüsü şöyle:

Avukat Hakları Merkezi İletişim Bilgileri

Kan Bilgi Havuzu

Baro Levhası

Adliye ve Karakol İletişim Bilgileri

Şikâyet ve Disiplin İşlemleri

Muhasebe İşlemleri

Sosyal Yardım ve Dayanışma Fonu Hakkında Bilgi

CMK Menüsü

Adli Yardım Menüsü

Stajyer Avukat Menüsü

http://www.istanbulbarosu.org.tr/avukat_yardim.asp
#1456
TBB BAŞKANI AVUKAT ÖZDEMİR ÖZOK'UN 16.06.2005 GÜNÜ AZERBAYCAN'DA YAPTIĞI "TÜRKİYEDE AVUKATLIĞIN TARİHÇESİ"
KONULU KONUŞMASI:

Sayın konuklar;

Azerbaycanlı meslektaşlarımızdan aldığımız anlamlı davet nedeniyle büyük heyecan ve coşku duyduk, kendilerine nazik davetleri nedeniyle teşekkür ediyor, Azerbaycan'da bulunmaktan çok mutlu olduğumuzu iletmek istiyorum. Ayrıca çeşitli ülkelerden toplantıya katılan sayın meslektaşlarımıza ve toplantıyı onurlandıran sayın konuklara Türk avukatlarının iyi dileklerini iletir, saygılarımı sunarım.

Toplantı çağrı metninde benden "Türkiye'de Avukatlık Mesleği ve Gelişimi" konusunda bilgi vermemi, açıklamalar yapmamı istemişlerdir. Bana ayrılan zamanı en verimli bir şekilde kullanarak genel hatlarıyla ülkemizde savunma mesleğinin gelişimiyle ilgili bilgiler sunmaya çalışacağım.

Sayın konuklar,

Hak ve adalet kavramları insanlık tarihi kadar eskilere gitmektedir. İnsanlar, uzun süre birey olarak tek başlarına yaşama olanağına sahip değillerdir. İnsan doğası, gereği toplumsal bir varlıktır bu anlamda, fiziksel ve ruhsal varlığını, başka bir anlatımla bedensel sağlığını, ancak toplumsal yaşamla sürdürebilir. İşte birlikte ve topluluklar halinde bulunma durumunda ve zorunda olan insanların bu ortak yaşamları sırasında başından beri, ortaya çok ciddi çekişmeler, çok ciddi sorunlar çıkmıştır. En ilkel topluluklardan, en gelişmiş çağdaş topluluklara kadar tümünde, bireylerin bir birleriyle ya da, içinde yaşadıkları toplulukla olan çekişmelerini ve ilişkilerini çözen ve düzenleyen bir sistem hep var olmuştur. Bu sistemin tümüne yargı, işlevi doğrudan yürüten kuruma da başından itibaren mahkeme adı verilmiştir.

Taçlı diktatörler yönetimindeki topluluklardan, çağdaş topluluklara kadar, hep mahkemeler olmuş ve her devrin koşullarına göre yargılama yapılmıştır.

İşte insanların yaşam kadar önemsediği, hak ve adaletin gerçekleştirilmesini sağlayan yargı ise üç temel unsur üzerine kurulur; Sav-Savunma-Hüküm(Karar). Yargılamanın tarihsel süreci içinde, savunmayı farklı isimler altında hep avukatlar üstlenmiş, avukatların örgütlerini de barolar oluşturmuştur.

Ülkemizde ilk baro örgütü cumhuriyetten önce 1876 yılında çıkarılan "Nizamiye Mahkemeleri Dava Vekilleri Hakkındaki Tüzük" le tarif edilmiş ve tüzük, 30.madde ile kurulması öngörülen "Cemiyeti Daime" , "Baro" ya tüm dava vekillerinin kayıt olması zorunluluğunu getirmiştir. Bu tüzükten iki yıl sonra, şimdiki İstanbul Barosu'nun ilk adımını oluşturan "İstanbul Dava Vekilleri Cemiyeti" kurulmuştur. İlk kez kurulan bu Cemiyete 62 dava vekili üye olmuş, bunlar Rum, Ermeni, Rus, İngiliz, İtalyan ve Fransız uluslarından olmalarına karşın hiç Türk üye kayıt olmamıştır.

Kuşkusuz bu kısmi gelişmelere karşın ülkemizde çağdaş anlamda avukatlığın başlangıcı Cumhuriyet devrimi ile başlar.

Ulusal Kurtuluş savaşının sonunda batının laik hukuk sistemini yasalaştırma yoluyla ülkemize kazandırmak isteyen büyük önder Atatürk ve çalışma arkadaşları, Cumhuriyet'in ilk Avukatlık Yasasını, 20 Nisan 1924 Anayasası'ndan önce 3 Nisan 1924 gün ve 460 sayılı "Muhamat Yasası" ile kabul etmişler, böylece savunma hakkına verdikleri önemi vurgulamışlardır. Bu yasa ile ilk kez yabancıların tekelinde olan avukatlık mesleği kurumsallaşmış ve Türk vatandaşlarının da icra edeceği, yapabileceği bir meslek haline getirilmiştir. Yine ilk kez 10 kişinin üzerinde avukatlık mesleğinin yürütüldüğü illerde baro kurulması hüküm altına alınmıştır. 1926 yılında 708 sayılı yasa ile yapılan değişiklikte yasada dava takip eden kişilere verilen muhami adı avukat olarak değiştirilmiş ve yasanın ismi avukatlık yasası olmuştur.

01.12.1938 tarihine kadar süren bu süreç içinde ilk avukatlık yasası sorunları çözmeye çalışmış ancak, zamanın Adalet Bakanı Şükrü Saraçoğlu'nun yasanın gerekçesinde yer alan "..memleket adliyesinde hakkı hak olduğu için ortaya çıkaran bir hakimler topluluğuna ne derece ihtiyaç varsa hakimin faaliyetini aydınlatan ve yalnız bilgiyi, doğruluğu kendisine rehber tanıyan bir avukatlar topluluğuna da o derece gerek vardır. İşte bu bakış açısı ile avukatlık konusunun önemle dikkate alınması icap etmiş, baştan başa yeni esaslara göre hazırlanan avukatlık yasası tasarısı adli yenileşmede yeni bir aşamaya ulaşmayı hedef almıştır." sözleriyle bu tarihte 3499 sayılı yeni avukatlık yasası çıkarılmıştır.

1938'den 1969 yılına kadar yürürlükte kalan 3499 sayılı yasa geçen dönem içinde ülkemizde savunma mesleği temsilcileri avukatlar ve onların örgütleri olan baroların hukuki statülerini düzenlemiş ve oldukçada başarılı olmuştur. Ancak gelişen ve değişen koşullar karşısında yeni bir avukatlık yasasına gereksinim doğmuştur.

Bu gelişmelerin sonucu olarak 19.03.1969 gün ve 1136 sayılı "Avukatlık Yasası" çıkarılmıştır. Yeni bir yasa hazırlanarak avukatlık mesleğinin yeniden şekillendirilmesinin önemli bir nedeni de, 1924 Anayasasının yerine, çağın en modern anayasaları arasında yer alan kuvvetler ayrılığı ilkesini en geniş boyutta yaşama geçiren 1961 Anayasasının yürürlüğe girmesi ve bunun sonucun da ülkemizde Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere, yeni Anayasal kurumların oluşmasıdır. Bu bağlamda kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütlerinin en önemlilerinden olan barolar, bir meslek örgütü olarak avukatların yönetim ve denetiminde etkili rol oynamalarına karşın, Anayasa'da yer alan anlamda meslek örgütü olabilmeleri için bütün baroları ve avukatları görev ve yetki sahası içine alan bir birliğin kurulması gereksinimi doğmuştur.   

Bu amaçla Türkiye Barolar Birliği adıyla bir birlik kurulmuş ve daha önceleri Adalet Bakanlığı'nın yaptığı pek çok görev birliğe devredilmiştir. 1136 sayılı avukatlık yasası getirdiği yeni kurum ve kavramlarla ülkemizde savunma mesleğinin örgütleri baroları ve onun üyeleri olan avukatların statülerini çağdaş standartlara kavuşturmuştur. Bu yasada tüm yasalar gibi uygulama sırasında, çeşitli değişikliklere uğramış, ama en köklü değişiklik 10.05.2001 gün ve 4667 sayılı yasayla yapılmıştır.

4667 sayılı yasa getirdiği yeni kurum ve kavramlarla, daha önce çıkarılan 460, 3499 ve 1136 sayılı yasalarla ülkemizde avukatlık mesleğinin ulaştığı noktayı çok ileriye götürmüştür.

Yasa ile yapılan en önemli değişiklik, avukatlık mesleğinin bir kamu hizmeti olmasından farklı olarak, avukatı yargının kurucu öğelerinden olan bağımsız savunmayı serbestçe temsil eden kişi olarak tanımlamasıdır. Bu tanımla ülkemizde avukatlık yargının bütünleyici parçası olan savunma kurumu adına kurumsal yetki kullanan bir erke dönüşmüş olmaktadır.

Bunun yanı sıra avukatlara, "hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını sağlama" (Av.Y.md.2); Barolara (Av.Y.md.76) ve Türkiye Barolar Birliği'ne (Av.Y. md.110/17) "hukukun üstünlüğü ve insan haklarını savunmak ve korumak" görevi verilmiştir.

Yasasının getirdiği önemli bir değişiklikte, baroların ve Türkiye Barolar Birliği'nin daha bağımsız konuma getirilmesidir. Türkiye Barolar Birliği'ne başta avukatlık yasası yönetmeliği olmak üzere staj, kredi, sınav, avukatlık ortaklığı, adli yardım, baro hakem kurulu konularında yönetmelik çıkarma yetkisi verilerek avukatlık mesleğinin yasaya aykırı olmamak koşuluyla meslek örgütünce yeniden yapılanmasını sağlanmasına olanak tanınmıştır. Ayrıca Türkiye Barolar Birliği yönetim kuruluna, avukatlık asgari ücretini belirlemek ve yıllık avukatlık ücret tarifesini yapmak yetkisi verilmiştir.

Yasayla avukatlık stajı, çağdaş ilkelere kavuşturulmuş, stajyerlere staj süresince kredi verilmesine başlanmıştır. Avukatların temel hakları genişletilmiş, sermaye şirketlerinden anonim ortaklıkları ile ortak sayısı yüzün üzerinde olan yapı kooperatiflerine sözleşmeli avukat bulundurulma zorunluluğu getirilmiştir.

Avukatlık Yasası madde 35 ile uyuşmazlıkların yargıya gelmeden önce avukatlar aracılığı ile çözümlenmesi için avukatlara uzlaşma toplantısı isteme ve uzlaşılması halinde uzlaşma tutanağı düzenleme yetkisi verilmiş, düzenlenecek uzlaşma tutanağının ilam niteliğinde belge sayılması kuralı getirilmiştir.

Bu temel değişiklik konularının yanı sıra detay sayılacak önemli konularda başkaca değişikliklerde yapılmış, adeta yasa yarı oranda ama çok önemli konularda yeniden yazılmıştır. 4667 sayılı yasa ülkemiz avukatlık mesleğinin dördüncü dönemini başlatan bir yasa olarak meslek tarihinde yerini almıştır. Kuşkusuz yasalar durağan ama toplum dinamiktir, toplumun dinamizmine uyum sağlamak için yasaları günün gelişen ve değişen konuşlarına göre yenilemek gerekmektedir.

Bu nedenle Türkiye Barolar Birliği bünyesinde oluşturduğumuz "Avukatlık Yasası Komisyonu" tüm barolarımızla da işbirliği yaparak ve Avrupa Birliği uyum sürecide dikkate alınarak yeni bir yasa çalışması başlatılmıştır.

Sonuç olarak, avukatlık mesleği ülkemizde tüm insanların insan haklarından yararlanabilmeleri, haksızlıklara karşı koyabilmelerini, haklarını savunabilmelerini sağlamakta ve bu nedenle de savunma hakkının en önemli unsurunu teşkil etmektedir.

Hukuk devletinin özü, adalet esasına göre devlet otoritesinin hukukla sınırlandırılmasında temelini bulur. Hukuk devleti, bu sınırlandırmayı, savunmaya güçlü ve bağımsız konum tanıyarak gerçekleştirebilir. Avukat halkın hak arama özgürlüğünün teminatıdır. Avukatlık insan onuruna özen mesleği olarak serbestçe yapılan bir kamu görevidir.

http://www.barobirlik.org.tr/tbb/baskan/konusmalar/050616_azerbaycan.aspx
#1457
Sonuç

Mesleğin tarihi sürecine bakıldığında görülecektir ki; Modern toplumun kurucu aktörleri arasında yer alması, rejimle uyum içinde ve rejimin bekasını korumaya yönelik davranışlar sergilemesi karşılığında bu meslek örgütüne bir takım mesleki haklar verilmiştir. Bu haklar; avukatın mesleğini bağımsız olarak sürdürebilmesi, mesleki örgütün başkanını bağımsız olarak seçebilmesi, meslektaşlar arası disiplin suçlarına bağımsız bir mesleki örgüt olarak müdahale edebilmek, muhakeme esnasında bağımsızlık, duruşmayı terk, davayı bırakmak gibi birtakım haklardır. Ve mesleğin bu modernleşme süreci içinde, mesleğin ticari olmaması, reklam yasağı, mesleğin şahsen, doğrudan, bağımsız, özenle ifa edilmesi, müvekkilin talimatları ile hukuka saygı temelinde bağlılık, müvekkile karşı sır sorumluluğu, güven ilkesi, sadakat yükümlülüğü gibi klasik ilkeler oluşmuştur. Ve bu klasik ilkeler avukatın düşünce dünyasını belirleyen temel öğeler haline gelmişlerdir.
Ancak burada bir noktaya daha temas etmek zarureti vardır. Mesleğin tarihçesine baktığınızda değişimin zaruri olduğunu görebiliriz. Peki bizler bu değişime karşı nasıl bir tavır takınacağız;
Değişimin kendilerini ilerici, çağdaş yapacağını düşünenler gibi, avukatlık mesleğinde meydana gelen değişimleri, zamanın getirdiği zorunluluklar olara görüp karşı çıkmayı anlamsızlık olarak mı niteleyeceğiz. Yoksa klasik muhafazakarlar gibi, değişimin güzel bir şey olduğunu ve güzel şeyleri almanın gerekli olduğunu mu düşüneceğiz. Yoksa katı bir tavır takınıp, değişimin mesleği kötüye götüreceğini, olumsuzlaştıracağını, bu nedenle değişime karşı direnmenin gerekli olduğunu mu savunacağız.
Ya da farklı düşünce ile; değişimi görüp, karşımıza çıkan kavramlarla hesaplaşma içerisine gireceğiz. Önümüze çıkan kavramlardan korkmadan, karşımıza çıkan engellerden yılmadan. Fakat bunu yapmak; ancak birikim ile yani deontolojimizin zenginliği ile olabilir. Bunu yapmak; değişimi değerlendirebilecek eleştirel bir perspektif yakalamakla ve bu yönde çalışmakla olabilir. Bunu yapmak; yaptığımız mesleğin toplumsal faaliyetini düşünüp diğer toplumsal alanlardaki ilişkilerle bağlantısını kurmakla olabilir.
Neticede yasaları yapanlar ve uygulayanlar bu toplumun kendisidir, başkaları değil. (Başkalaşmış olmaları ayrı bir konu.) Özellikle biz hukukçular yapılan ve uygulanan normların toplumsal anlamını her aşamada düşünmek zorundayız. Bu anlamda bunu düşünmek faaliyetimizi politikleştirmek demektir. Politikaya müdahale etmek, gidip bir yerlerde politik nutuklar atmak demek değildir.
Faaliyetin toplumsal anlamını düşündüğümüz anda bu memlekette hangi politik güçler neler yapmaya çalışıyor, bunu düşünmeye başlayabiliriz. İşte bu noktada belki de yeni bir şeyler önerme şansımız olabilir.
İşte ancak böyle bir düşünce, birikim ve düşünce dünyasının zenginliği ile; mesleğimizi nasıl kuracağımızı, ya da rüzgara karşı nasıl bir tavır takınacağımızı belirleyebiliriz.
Mesleğimizi yeniden inşa etmek şansını yakalayabiliriz.
Bu bizim hukukçu olarak ve insan olarak hem topluma, hem kendimize, hem de Allah'a karşı görevimizdir.

Kaynakça
Tebliğ ve Makaleler
BALCI, Muharrem; Tanzimat'tan Ulusal Programa Yeniden Yapılanmanın Hukuki Gelişim Süreci. 23.06.2001 (Tebliğ)
BATTAL, Şener; Avukatlık Mesleğinin Tarihçesi, Ankara Barosu Dergisi, Sayı: 1985/56
Demokratikleşme, İnsan Hakları ve Hukuk Devleti Bağlamında Avukatlık Mesleği Sempozyumu; (SorunlarÇözümlerPerspektifleri) Antalya 1995
EREM, Faruk; Savunma Hakkının Tarihsel Gelişimi, Ankara Barosu Dergisi, Sayı: 1985/56
Hakimiyeti Milliye Gazetesi; 1 Ağustos 1933
İNANICI, Haluk; Türkiye'de Avukatlık İdeolojisi, Toplum Ve Bilim Dergisi, Sayı: 87
———, Cumhuriyet Türkiye'sinde Bir Meslek: Avukatlık, İstanbul Barosu Dergisi. Sayı: 2000/3.
ÖZCAN, Mehmet Tevfik; Hukuk İdeolojisi: Adalet Sorununa Sosyolojik Bir Yaklaşım, Çağdaş Hukuk Felsefesi ve Hukuk Kuramı İncelemeleri, Alkım Yayınları, 1997
ÖZMAN, Aylin; Erken Cumhuriyet Döneminde Hukukçu Kimliği, Toplum Ve Bilim Dergisi. Sayı: 87.
TAŞ, Ali Galip; Bizim Tarih, İstanbul Barosu Dergisi. 1931.
Kitaplar
ATAAY, Aytekin & SUNGURBEY, İsmet; Medeni Kanun  Borçlar Kanunu. Filiz Kitabevi. İst. 1963
AYDIN, Mehmet Akif; İslâm Ve Osmanlı Hukuku Araştırmaları, İz Yayıncılık. İst. 1996
AYNİ BEY, Mehmet Ali; Darülfünun Tarihi, Pınar Yayınları. İst. 1935
BOZKURT, Mahmut Esat; Türk Medeni Kanunu Nasıl Hazırlandı, İst. 1944
ÇELEBİ, Evliya; Seyahatname
ÇELİK, Adil Giray; Tarihte Savunma ve Meslek Kuralları, Basım Ajans Matbaası Denizli 1999
ÇULCU, Murat; Hilafetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlanı ve Lütfi Fikri Davası, Kastaş Yayınları, İstanbul. 1992
EREM, Faruk; Meslek Kuralları, TBB Yayınları. Ankara 1977
———, Türkiye'de Savunma Mesleğinin Gelişimi "Metinler", (2 Cilt) TBB Yayınları. Yörük Matbaası. İst. 1972
İNSEL, Ahmet; İktisat İdeolojisinin Eleştirisi, Fransız Devriminde Bireysel Hak ve Toplu Çıkarlar "La Chapelier Kanunu" Birikim Yayınları. İst. 1993
MUMCU, Ahmet; Ankara Adliye Hukuk Mektebinden Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine, Sevinç Matbaası, Ankara. 1977
ONAR, Sıddık Sami; Adli İnkılabın Anahatları. İst. 1933
ÖZKENT, Ali Haydar; Avukatın Kitabı. Arkadaş Basımevi 1940.
PAYEN, F; Baro (Çev.) A. Haydar ÖZKENT, Arkadaş Basımevi. İstanbul 1935.
TİFTİKÇİ, Ender & TİFTİKÇİ, Mehmet; Atatürk ve Hukuk,Yargıtay Yayınları. No: 27, Ankara 1999
#1458
Avukatlık Mesleğinin Tarihçesi

1. Avukatlık Mesleğinin Avrupa'daki Gelişimi Eski Yunan ve Roma'da Avukatlık Mesleği

Avrupa'da bugünkü anlamıyla 13. yüzyılın sonlarında doğmaya başlayan ve lonca içinde örgütlenen avukatlık mesleği yaklaşık 800 yıllık bir süreçte "modern" anlamını bulan bir meslektir.
Savunma mesleğinin (Avukatlık) tarihini gerilere, Eski Yunan ve Roma'ya kadar götürmek mümkündür. Avukat sözcüğü de zaten eski Yunanca'da, üstün, ayrıcalıklı ve güzel konuşan anlamına gelen "AdvoCatus" sözcüğünden dilimize ve diğer dillere yerleşmiştir.
Nitekim tarihçiler, savunmanın Sokrates ile başladığını yazarlar. Sokrates'in yargılandığı halk mahkemesinde yaptığı dillere destan savunma, savunma tarihinin yazılı belgelerdeki başlangıç tarihidir.
Eski Yunan'da savunmanlar, sanıkların hür ve erkek olan dost ve akrabalarından seçiliyordu. Bunlar, sanığın yanında sanığa yardım eden, sanığın izahlarını tamamlayan kimselerdi. Bunlara "synagore" deniyordu. Bir süre sonra taraflara evvelden savunma hazırlayan ve "legographes" adını alan yardımcılara rastlandı. Bunlar, mahkemede söylenecek sözleri, bir nutuk halinde yazıyor, ilgililere ücret mukabili veriyorlardı. İlgililer de bunları ezberleyerek hakim önünde tekrarlıyorlardı. İlgililerin iyi ezberleyememeleri, şaşırmaları, unutmaları karşısında bu kimseler mahkemelerde onların yanında bulunmaya başladılar. Bunların yazdığı dilekçeler davaya giriş niteliği taşıyordu ve tartışmalar bunların yazdıkları üzerinde yapılıyordu.
İlk baro Atina'da kurulmuştur. Atina şehir devleti yöneticilerinden Draca ve Salon, Atina Barosuna çok sert bir disiplin getirmiştir. Ancak hür kişiler avukatlık yapabiliyordu. Esirlere bu hak tanınmamıştı. O dönemin koşullarına göre böyle bir görevi esirler yapamazdı. Ayrıca ana-babalarına saygısızlıktan cezalandırılanlar, vatan savunmasına veya bazı kanuni görevlere katılmayı reddedenler, ahlaka aykırı işlerle uğraşanlar, sefahat yerlerinde görülenler, miras yolu ile kendilerine geçen serveti lüks içinde yiyip bitirenler avukatlık yapamazlardı.
Roma'da da sadece erkekler avukat olabiliyordu. Roma'da avukat davaya başlarken doğruluk yemini ediyordu. Bu yemin, adaletin zaferini sağlamak, müvekkilin haklarını eksiksiz savunmak, dürüstlük yolundan ayrılmamak unsurlarını kapsıyordu.
Avukat davanın haksızlığını anlayınca davadan çekilmek zorunda idi. "Davadan çekilme hakkının" doğuşu bu dönemde başlar.
Roma'da avukatlık onur mesleğiydi ve bu yüzden avukatlar hizmetleri karşılığında bir ücret almıyordu. Romanın tanınmış avukatlarından ve şairlerinden. Ovidus, "Güzel kadınların güzelliklerini satmaları ne kadar utanç verici ise bir avukatın yardımını satması da o kadar utanç vericidir." diyerek Eski Roma döneminde avukatların ücret almasının onur kırıcı bir davranış olduğunu ifade etmiştir.
Ancak ücret almasalar bile, Avukatlık Roma'da Cumhuriyet Döneminde yüksek görevlere giden yolu açıyordu. Çiçeron Consul olduğu zaman avukattı. Cesar da Roma Barosu'nda kayıtlı bir avukattı.
Roma hukukunda "guato litis" yani ücret sözleşmesi yasağı vardı. Bu da avukatın bağımsızlığı fikrinden çıkmıştı. Çünkü böylesine bir ücret sözleşmesi Avukata bağımsızlığını kaybettirir, onu müvekkilinin ortağı haline getirirdi.
359 yılından itibaren, İmparatorluk döneminde avukatlar topluluklar halinde örgütlenmeye başladı. Daha sonraları barolar ortaya çıkmaya başladı. En kıdemli avukat başkan oluyordu. Avukatlar bir sayı ile bağlı idiler ve adetleri sınırlı olarak resmen tayin olunurlardı.
Bu eski dönem; avukatın bağımsızlığı, mesleğin niteliği, ücret alıp almaması, örgütlenmenin gerekliliği vs. konularda sonraki yüzyıllardaki tartışmaların ilk çıkış noktası olarak kabul edilebileceğinden yukarıdaki kısa tarihçe, mesleğin gelişmesini göstermek bakımından ilginçtir.
Eski Yunan ve Roma Döneminden sonra Ortaçağda avukatlık mesleği önemsiz bir meslek haline gelmişti. Bu çağda sadece hukuk davalarında avukata ihtiyaç duyuluyordu. Ceza davalarında avukatlık yapılamıyordu. Çünkü Avrupa'da Ortaçağ, "Savunma hakkının olmadığı" bir çağdı. Davalar, "İşkence"ve "İtiraf" ile sonuçlandırılıyordu. Bu nedenle "Savunma" lüzumsuz sayılıyordu.

Avukatlık Mesleğinin Lonca Dönemi
Fransa ve İngiltere'de Avukatlık

Yazımızın başında Avukatlık mesleğinin bugünkü anlamıyla 13. yüzyılın sonlarına doğru doğmaya başladığını söylemiştik. Bu Rönesans ile başlayan bir gelişme idi. Bu dönemde avukat; "yumuşak, sakin, Tanrı'dan korkan, hakikati ve adaleti seven kimse" olarak tanımlanıyordu.
14. yüzyıl Fransa'sında Avukatların başka başka şehirlere giderek savunma yapmaları bu dönemde onların "adaletin gezici şövalyeleri" olarak adlandırılmalarına yol açtı.
Fransa'da 1327 yılında bir "Avukatlık levhası" yapıldı. 1344 yılında Staj Müessesesi kuruldu ve avukatlar üç gruba ayrıldı.
"Cansiliari/Müşavirler. Bunlara mahkemelerde hukuki konularda danışılıyordu.
"Advucati/ Mahkemede iddia ve savunma yapanlar
"Novi/Stajyerler
Avukatlık bu dönemlerde Şövalyelik gibi bir düzene bağlandı. "Kamu Şövalyeleri" olarak da adlandırılan avukatlar şövalyelik onuru ile bağlı idiler. Onurlarını, olayların üstünde tutmak zorunda idiler.
Avukatlar bu dönemde lonca halinde örgütlenmişlerdir. 1574-1715 yılları arasında loncaların güçleri arttırılmış, bir loncaya kabul edilmeden meslek icra etmek yasaklanmıştır. Loncalar, elde ettikleri bu ayrıcalıklara karşı yüksek vergi ödemişlerdir. Lonca ustaları bu vergi yükünü çıraklık dönemini uzatarak ve ustalığa geçiş bedelini yükselterek karşılamaya çalışmışlardı.
Loncaların ayrıcalıklı kurumlar olduğunu, Avukat loncasının bayrağını taşıyan asanın isminin, baro başkanı ismine bile kaynaklık etmesinden anlayabiliriz (le baton, le batonnier). Mesleğe kabul yemini, baroya takdim gibi ritüeller ve peruk, cübbe gibi simgeler hep lonca döneminde ortaya çıkmış kurum ve ayrıcalık işaretleridir.
İngiltere'de ise 11. yüzyıldan sonra avukatlıktan bahsedilmeye başlanmış, ilk lonca örgütlenmesi 13. yüzyılda kendini göstermiş, 15. yüzyıla gelindiğinde 3 avukat loncası kurulmuş bulunuyordu.
Loncalar hiyerarşik toplumsal örgütlenmenin en ince düzenlendiği, mesleğe girişten ayrılışa kadar her aşamanın ayrıntılı bir biçimde kurallara bağlandığı cemaat veya dinsel kurum benzeri toplumsal örgütlerdir.
Loncada haklar yerine, görevlerden bahsedilirdi. Görevini iyi yapanlar, kurallara uyanlar çırak/usta hiyerarşisine yükselirlerdi. Lonca mensupları yaptıkları işi bir toplumsal faaliyet olarak değil, bir ayrıcalık olarak algılardı.
"Geleneksel Toplumlar", yani kapitalizm öncesi toplumlar içinde tüm mesleki örgütlenmeler "lonca" dolayımından geçerek gerçekleşmiştir. Bu mesleki örgütler; mensuplarının, faaliyetlerini, belli bir düzen içinde yapabilmelerini sağlamasının yanısıra vatandaşlarla ve henüz vatandaş olmamış kişilerle devlet arasındaki ilişkiyi de sağlıyorlardı. Parlamentoda da bizzat temsil edilen Avukat Loncaları, Parlamentoya yasa konusunda yardımcılık görevinde bulunuyordu.

Avukatlık Mesleğinin Klasik Dönemi

Avukatlık mesleğinin Lonca tipi örgütlenmeyle bağlarını koparması Fransız İhtilali ile olmuştur. Özgürlük, kardeşlik, eşitlik temelinden yola çıkan Fransız İhtilali tüm geleneksel kurumları dağıttığı gibi Lonca Kurumunu da yıkmıştı. Çünkü lonca tipi kurumlar ayrıcalıklı üst sınıfların oluşmasına sebep oluyordu.
Fransa'da 1791 yılında La Chapelier Kanunu ile her türlü mesleki eylem birlikteliği yasaklanmıştır. Ancak birlikte eyleme girişmeme koşulu ile dernek şeklindeki örgütlenmelere pek dokunulmamıştır.
Loncalar ve feodal ayrıcalıklar kaldırıldıktan sonra, "Özgür İnsan" temelinde ortaya çıkan yeni toplumsal düzende, aynı meslekten kişilerin örgütlenme hakkı yönünden yeni bir tartışma konusu ortaya çıkar. 1848 Şubat Devriminden sonra La Chapelier Kanunu'nun ortadan kaldırılması ile meslek örgütlenmeleri açısından yeni bir aşamaya gelinir. Bundan böyle mesleki ayrıcalıklar etrafında örgütlenmelerin yerini mesleki çıkarlar etrafında örgütlenmeler alır.
Diğer loncalarla birlikte ortadan kaldırılan avukat loncaları, avukatlardan nefret eden Napolyon tarafından, 1810 yılında bu defa mesleki örgütler olarak tekrar canlandırılmıştır. Bu tarihten sonra "Asri Baro"lar kurulmaya başlanmıştır. 1852-1870 yılları arasında yapılan düzenlemelerle avukatlar, baro başkanlarını seçme özgürlüğüne kavuşurlar. 1920 ve 1930 Kararnameleri ile baroların bugünkü klasik biçimi ortaya çıkar.
Loncadan kopuşla avukatların ideolojik dünyasında çok ciddi bir dönüşüm yaşandı. Lonca dönemi avukatlığı "İmtiyaz" sistemine dayanıyordu. 1850'lerden sonra, Modern düşüncenin etkisiyle tüm imtiyazlar dünyevileşmiş ve avukatlara bu dönemde toplumsal bir fonksiyonu yerine getirmesi karşılığında mesleki tekel imtiyazı tanınmıştır.
Avukatlık ideolojisinin belirlenmesi açısından bu önemli bir sonuçtur. Avukatlar; birden bire ortaya çıkan yeni toplumun kurucu unsurları arasına katılmışlardır. Bu dönemde avukat; bir yandan mesleğini yapıp para kazanırken, bir yandan da toplumsal bir faaliyet içinde yer aldığını düşünmeye başlamıştır. Bu esasen, modern dönemin bireye anlam yüklemesi ile ilgili bir durumdur. Modernliğin özünde bireyin (öznenin) kolektif yapı karşısında bağımsızlığını kazanması vardır. Bu bağımsızlık, insanın, kendi kendinin ürünü olduğu, ölçütlerini ve yasalarını sadece kendinin belirleyebileceği düşüncesiyle ortaya çıkmış bir durumdur. İnsanı merkeze koyan öznellik anlayışının düşünce dünyasına hakim olması bu dönemin en temel belirleyici özelliğidir. Bu dönemde birey gelenek ve kutsallıklardan bağımsızlaşma mücadelesi içine girmiştir. İşte bu dönem avukatı da bu düşünce ile mesleki faaliyetini yürütmüş ve yaptığı işle toplumsal adaletin gerçekleşmesine katkıda bulunduğunu ve bunun en önemli toplumsal faaliyet olduğunu düşünmüş ve bu doğrultuda çalışmaya başlamıştır.
Bu anlayışın egemen olduğu klasik dönemde an'anevi kaide şu idi: Avukat mahkemede bile müşterisini temsil etmez, müşterisinin vekili değildir. Onun yerine ispatı vücud eder, ona yardımda bulunur. Avukatın rolü, ne olursa olsun müşterisinin bütün iddialarını, hakimlere serdetmek de değildir. Mahkemeye getirmesi icap eden şey yapmış olduğu incelemenin ve kontrolün doğurduğu şeydir. Yani şahsi düşüncesidir.
Hukuk davalarında ve ticaret mahkemelerinde iş almayan ve bunu onursuzluk olarak niteleyen klasik dönem avukatları, hak takibi, resmi dairelerde iş takibi gibi işlere hiçbir zaman önem vermemiştir. Bu dönem avukatı açısından mesleğin temel belirleyeni "Savunma görevini ifa" idi.
Bu dönemin temel ilkeleri şunlardı:
Avukatlık mesleğinin bağımsızlığı,
Mesleğin onuru, namusu ve dürüstlüğünün mesleğin temeli olması.
Kamu inancı ve meslek güveni,
Meslek itibarı,
Savunma görevinin ifasında objektiflik,
Avukatın savunma ve iddianın sadece hukuki yönüyle ilgili olması,
Reklam yasağı,
Mesleğin ticari olmaması,
Müvekkilin talimatları ile "hukuka saygı" temelinde bağlılık,
Mesleğe yakışır kılık-kıyafet giyme,
Savunma için zorunlu olmadıkça davanın sonuçlanmasını uzatacak isteklerden kaçınma gereği vb...
Klasik Dönem Sonrası (Modern Dönem Sonrası) Avukatlık Mesleği
Modernlik bir varlık olarak insanı tanrı karşısında temellendirirken, insan, eyleyen-yapan özne olarak insana; toplumu-doğayı akılla kavrama, dönüştürme imkanına sahip bir varlığa; iktisadi bir özne olarak "çıkarını arayan insan'a; hukuki bir özne olarak ise hakkını arayan kişiye dönüşmüştür.
Ancak bu görünür değişiklik daha sonraları değişik bir temele bürünmüştür: İktisadi aklın bant sistemini bulup üretim faaliyetini parçalara ayırması, modern dönemin mal, ürün, üreten ve doğal kaynaklara dayanan yapısı yerine hem üretimde bilginin artan kullanımına hem de enerji, demir, kömür gibi tükenen kaynaklara dayalı üretim yerine bilgisayar ve elektronik teknolojisinde olduğu gibi bitmez kaynaklara, yani bilgi ve yaratıcılığa dayalı yeni üretim yapısına geçilmesi, üretim toplumundan tüketim toplumuna doğru bir dönüşüme zemin hazırlamış ve bu dönüşüm tüm toplumsal faaliyetleri etkilemiştir. Üretim alanında profesyoneller ve teknik işçiler önem kazanmıştır. Yapılan faaliyetin şekli de değişmiştir. Yapılan faaliyet iş olarak görülmeye başlanmış ve ortaya çıkan bu ayrışmaya da "uzmanlaşma" denilmiştir.
Bu durum bireyin yaptığı faaliyet ile, yapılan faaliyetin toplumsal anlamı arasında bir uçurum oluşturmuştur. İktisadi verimlilik adına, birey yapılan faaliyete yabancılaşmış, faaliyet teknik bir işe indirgenmiştir.
Bireysel çıkarın, iktisadi çıkara dönüşmesi ve kar güdüsünün belirleyici toplumsal motivasyon olmaya başlaması ile mesleki dönüşüm bir ileri aşamaya geçmiştir. Mesleki faaliyet ve toplumsal faaliyetlerde iktisadi akıl belirleyici bir rol oynamaya başlamıştır. Bu dönemin en belirgin özelliklerinden birisi serbest meslek, salt para kazanılan bir iş olarak algılanmaya başlanmıştır.
Serbest piyasa ekonomisi, kar, verimlilik, borsa, globalleşen dünya, Küreselleşme, Yeni Dünya Düzeni, Avrupa Birliği, Avrupa Birliği Hukuku gibi kavram ve kurumlar meslek anlayışının düşünce yörüngesini değiştirmiştir.
Modern sonrası dönem olarak adlandırılacak bu dönemde iktisadi aklın, toplumsal tahayyül dünyasını belirlemesi hukuku ve hukukçu kimliğini de etkilemiştir.
Klasik Dönem ya da Modern Dönem Avukatıyla, Modern Sonrası Dönem Avukatını Karşılaştıracak olursak;
Modern dönemde avukat, kamunun tarih sahnesine çıkışına, oluşumuna toplumsal aktör olarak katılır. Bilindiği gibi modern dönem ulus devletlerin ortaya çıktığı dönemdir. Ve bu dönem kamunun oluşum dönemidir. İşte modern dönem avukatı, bu oluşumun önde gelen aktörüdür.
Modern sonrası dönem ise, kamunun çözülüş dönemidir. Modern toplumun çözülüş dönemidir. Ulus devlet aşamasından, global dünya aşamasına gelinen dönemdir. Toplumda asıl kimliklerin değer kaybedip, bir takım alt kimliklerin değer kazandığı dönemdir. (Çevrecilik, Hayvan severlik vs. derneklerde faaliyet göstermek gibi). İşte bu dönem avukatı, tüm bu kamunun çözülüş sürecine tanık olur. Hatta bu çözülüşte onun da payının olmadığı söylenemez.
Modern dönemde, mesleğin niteliği bir yönden serbest meslek iken, diğer yönden kamusal nitelik taşıyan(amme hizmeti) bir meslektir. Ancak kamu hizmeti olması, yanlış bir anlayışla devlet hizmeti anlamına da gelebilir. Avukatlık mesleğinin amacı, avukatların hukuki bilgi ve tecrübelerini adalet hizmetine bağlama, tarafların hukuki ilişkilerinden doğan uyuşmazlıkların, hakka uygun olarak uygulanması konusunda yardımda bulunmaktır (A.K.md.1.). Bu anlamda kamusal nitelik taşıyan bir meslek olmasının yanı sıra, serbest meslektir de. Avukatın mesleki faaliyette bulunmak veya bulunmamakta ya da bu faaliyetin yoğunluğunu düzenlemekte, türünü seçmekte herhangi bir denetim altında bulunmaması; kendisine teklif edilen herhangi bir davayı almaya veya kendisinden istenilen bir hukuki mütalaayı vermeye zorlanamaması, avukatlığın serbest meslek olmasının sonucu olarak görülmektedir.
Modern Avukat, kamunun sözcüsü olduğu oranda, kamusal kurumlarda mesleki kimliği ile boy gösterir.
Modern Sonrası dönemde Avukatlık mesleği, pazar'ın konusu haline gelmiş, ticarileşmiştir. İktisat İdeolojisi, avukatlık alanını kontrolü altına almıştır.
Ayrıca Modern Sonrası Dönemde, avukatların mesleki kimlikle siyasi hayatta boy göstermesi önemsiz hale gelmiştir. Bu dönemde müvekkilin çıkarının adaletle ilişkisi de avukatı ilgilendirmez olmuştur.
Burada aklımıza gelen ilk soru, "Türkiye'de de avukatlık mesleğindeki değişiklik bu anlamda mı yaşanmıştır?" olacaktır. Belki yapılacak farklı bir okuma ile mesleğin Türkiye'de de Lonca dönemi, Klasik dönemi, Modern sonrası dönemi gibi dönemler geçirdiği gözlemlenebilir. Ancak Türkiye'nin farklı bir durumu vardır. Bu farklılık aslında batılı olmayan toplumların tümü için geçerlidir.
Bu tür değişimler Batı'da, iç dinamiklerin etkisiyle ve tedrici olarak meydana gelirken bizde tamamen dış dinamiklerin etkisi sonucu içteki elitlerin, iktidar seçkinlerinin ve siyasilerin ortak çabası ve icrası sonucu ve birdenbire vücuda gelmiştir. İthal bir süreçtir. Batılı olmayan toplumlar dayatılmışlık, ithal edilmişlik ve mecbur bırakılmışlık tahtında modernleşme serüvenini yaşamışlardır. Ali Şeriati'nin deyimiyle bu; "empoze edilmiş modernizm"dir.
Bu nedenle bizdeki bu değişimi biz "batılılaşma" kavramı etrafında inceleyeceğiz. Bu bağlamda batılılaşma zihniyetinin, mesleğe ve avukata nasıl bir misyon yüklediğine dikkati çekeceğiz.

2. Avukatlık Mesleğinin Türkiye'deki Tarihçesi

Avukatlık mesleğinin ve diğer serbest mesleklerin seyrinin izlenmesi, bir anlamda Türkiye'nin modernleşme serüvenine değişik açıdan bakma imkanı verir.
Mesleği Türkiye açısından inceleyecek olduğumuzda, bunu Tanzimat'tan önce ve sonraki dönemler ile, Meşrutiyet, Cumhuriyet dönemleri ve 1960 ile 1980'den sonraki dönem ve en son olarak ta 10.05.2001 tarih ve 4667 sayılı Kanunla, 1136 sayılı Avukatlık Kanununda yapılan değişikliklerden sonraki dönem olmak üzere 7 başlık altında toplayabiliriz.

Tanzimat'tan Önceki Dönem
Osmanlı tarihinde 1800'lü yıllara kadar "Dava Vekili" adıyla meslek yapan bir sınıf yoktu. Fakat bu tarihlerde ve bundan çok önceleri, "Arzuhalciler" sınıfı diye bir sınıf vardı.
Evliya Çelebi bunlardan şöyle bahseder: "Esnafı YazıcıyanDükkan 400, Nefer 500. Bu tayfa ordu ve pazarda, Sadrazam kapısında arzuhal ve mekatip tahrir ederler. Pirleri Kasım İbni Abdulkufi'dir. Selmanı Farisi belini bağladı. Kabri Cidde kurbinde, ceddemiz Hz. Havva yanındadır.
Bunlar bugünkü anlama göre avukatın iki esaslı vazifesi olan "yazı ile müdafaa ve sözle müdafaa"dan birincisini yaptıklarına göre, Türk avukatlık mesleğinin çekirdeği sayılabilirler.
Osmanlı İmparatorluğunda, her mesleğin bir ocak kurduğu ve mensuplarının belli bir nizama bağlandığı devirlerde, halkın, devlet kapısında ve çeşitli özel durumlarda, halini arz edebilmek için dilekçe ve mektup yazma ihtiyacı, "arzuhalcilik" mesleğini ortaya çıkarmıştır. Evliya Çelebinin, esnafı yazıcıyan diye bahsettiği bu mesleğe herkes giremezdi. Çünkü Şeriat kapısına müracaat etmek bir usüle tabiydi ve arzuhalci olmak için "ocaktan yetişmek" gerekiyordu. Ellerinde "izni müş'ir teskere" (Ruhsatname) olmayanlar icrayı san'attan memnu idiler.
İlk dönemlerde bu meslek mensupları, kişilikleri üzerinde titizlikle durulan, çalışmaları ruus almalarına bağlı ve örgüte mensup kimselerdi. Ancak sonraları gelişi güzel bazı okuryazarların aralarına girmeleri ve işlere karışmaları mesleği yozlaştırmaya başlamıştır.
Tanzimat öncesi, davalar ve anlaşmazlıklar Şer'i hükümlere göre çözümleniyordu. Bir anlaşmazlık hakkında savunma yapmak, o anlaşmazlıkla ilgili hüküm vermek, fıkıh kitaplarını ve fetvaları inceleme neticesi, olası olabiliyordu. Kadılar her iki tarafı dinler ve olayın oluş şekline şer'i hükümleri uygulayarak karar verirdi.
İşte bu ihtiyaçtan dolayı, karmaşık bir hukuk sistemi olan fıkıh içinde bazı hükümlerin seçilmesi gerektiğinden taraflara bu anlamda dışarıdan yardımcı olmak için kadı yanında çalıştıktan sonra ayrılmış, davaları ayrıntılı bilen "muhzir"ler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu kişiler giderek mahkemeye de başvurmaya başlamışlardır.
Bunlardan başka bir de mahkemelerde iş yapan, Karamanlı, İncesulu, Niğdeli mahalle bakkalları vardı. Bunlar İstanbul'un lüks yazlık semtlerinde oturur, alışveriş nedeniyle kadı ve mahkeme çalışanları ile tanış olmaları nedeniyle vatandaşlar tarafından dava vekili olarak görevlendirilirlerdi. Asıl işleri bakkallık olan bu kimseler bakkal dükkanlarını çıraklarına bırakıp, mahkeme koridorlarında dolaşırlardı. Bu kişiler genellikle cepleri zarf ve kağıtlarla dolu olduğu için "Kağıt Kavafı", ya da büroları olmayıp ayakta dolaşmaları nedeniyle "ayak kavafı" olarak adlandırılmışlardır.
Çoğunlukla okuma yazması bile olmayan kavaflar, insanları kandırarak para alırlar ve ciddi zararlara yol açarlardı. Halk bu kimselere bu nedenle "yalancı, müzevir" isimlerini takmıştı. Bu mesleklerin avukatlıkla doğrudan ilgisi olmamakla beraber, toplum tarafından avukatlar için kullanılan birçok sıfat ilk defa bu meslekler için kullanılmıştır.

Tanzimat ve Sonrası Dönemi
Osmanlı'da Adli Modernizasyon
Tanzimat dönemi diye adlandırılan Osmanlının son 100 yıllık döneminde; Batının siyasi gücünü arttırması, Osmanlı'nın zayıflaması ve hukuk yönünden de zaafa uğraması, Batı kültürü ve hayranlığı ile yetişen bir grup bürokrat ve aydının batı hukukunun ithal edilmesiyle çağdaş medeniyet seviyesine ulaşılabileceğini düşünmesi v.s. sebeplerle bir takım kanunlaştırma hareketlerine gidilmiştir.
Batı dünyasının ve azınlıkların desteklemesi temelinde ortaya çıkan bu kanunlaştırma hareketleri her ne kadar kimilerince kaçınılmaz görülüp kimilerince de Batı öykünmeciliği içerdiği ifade edilse de , gerçekte şer'i hukuk merkezde olmak üzere, örfi hukuk, dini gruplar hukuku, katılan ülkeler hukuku v.b. bileşenleriyle kompleks bir yapıdan oluşan Osmanlı Hukuk Sistemini ve bürokratik yapıyı yeniden gözden geçiren ve işleyişi için yeni kurallar ve kurumlar oluşturan kanunlaştırma hareketleri olarak göze çarpar.
1839 Tazminat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı ile ortaya çıkan bu dönemde hedeflenen amaç devlet yapısının yenilenmesi amacını taşır.
Ancak reformcu bir nitelik taşıdığı Batılılaşma hareketinin başlangıcı sayıldığı ve gerek kanunlar düzeyinde ve gerekse hukuk eğitimi ve adliye teşkilatına ilişkin düzenlemelerle İslam'ın hukuk alanındaki mutlak otoritesine son veren bir dönem olması bu dönemi oldukça önemli kılmıştır.
Bu dönemle birlikte yabancılar ile Osmanlı tebaası arasındaki ihtilafların çözümünde rol oynamak üzere bir yandan bazı özel mahkemeler kurulmaya diğer yandan da başta Ticaret Kanunu olmak üzere birçok kanun batıdan aynen alınıp uygulanmaya başlandı. Bazı ceza kanunları ve buna ilişkin usul kanunları da tercüme edilerek alınmıştır.
Fakat belirtmek gerekir ki bunların hiçbiri temel kanun niteliğinde düzenlemeler değildir. Örneğin, Medeni Kanun olarak Fransız Cod Civil'in ticaret hukukuna ilişkin maddeleri iktibas edilmiş, fakat Aile ve Borçlar Hukukuna ilişkin hükümleri alınmamıştır. Bu nedenledir ki, Tanzimat sürecinde "iktibas" edilen hukuklarla "ana hukuk"arasında çok kısa süre içinde boy gösteren uyuşma sorunlarının akabinde "medeni kanun" tartışmalarının ortaya çıkması da çok gecikmemiştir.
Ticaret ve Nizamiye Mahkemelerinin kurulmasıyla (1864) diğer Avrupa ülkelerinin Medeni Kanunlarına benzer bir medeni kanuna ihtiyaç duyulmuştur.
Dönemin en önemli devlet adamlarından Ali Paşa medeni kanun konusunda, milli bir kanun yapmaktan ziyade Fransız Medeni Kanunu (Cod Civil)'nun aynen iktibas edilmesini savunuyordu. Buna karşın başta Ahmet Cevdet Paşa olmak üzere hamiyetli bazı devlet ve ilim adamlarının karşı çıkmasıyla Osmanlı Hukukunun, tam anlamıyla Batı Hukukunun etki alanına girmesine uzunca bir süre engel olunmuş ve Türk Aile Hukukunun Fransız Aile Hukuku ile aynılaşması 1926'lara kadar engellenmiştir.
İşte bu dönemde Ahmet Cevdet Paşa Başkanlığında Mecelle hazırlanmış ve 8 yılda 16 ayrı kitap halinde yayınlanmıştır.
Mecelle, Türk Hukuk sisteminin Resepsiyonunu uzun süre geciktirmesi bakımından çok önemli bir eserdir. Bir kanun olmaktan çok, fıkhın (İslam Hukukunun) dağınık kitapları içinde bulunan hükümlerden ihtiyaca uygun olanların ve evrensel nitelikte olanların derlenmesiyle ortaya çıkan mecelle 1926 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.

Tanzimat ve Sonrası Avukatlık Mesleği
Gerek dünya görüşü gerekse mesleki formasyon açısından sistem içerisinde "Batı"yı temsil eden avukatlık mesleği Tanzimat kanunlaştırma hareketleri kapsamında Batıdan Osmanlı hukuk sistemine ithal edilen "yeni bir meslek"tir. Bu dönemden başlamak üzere bu meslekle ilgili birçok düzenleme yapılmıştır.
1864 tarihli, "Usulü Muhakematı Ticaret Nizamnamesi'nin 28. Maddesinde "tarafların mahkemeye bizzat gelmeleri veya vekil tayin etmeleri mecburiyeti konmuş", vekalet akdinin şekli hakkında da açıklayıcı hükümler yer almıştır.
1885 tarihinde "Mehakimi Nizamiye Dava Vekillerinin Usulü İntihap ve İmtihanlarına Dair Kararname" gereğince; dava vekilliği mesleğine girecekler için imtihan usulü konmuş ve şartları açıklanmıştır. Bu tüzük 1901'de neşredilmiştir.
13.01.1876 tarihinde yürürlüğe giren Dava Vekilleri Nizamnamesi Türkiye'de avukatlık mesleğini düzenleyen ilk metin olarak kabul edilir. Zira ilk defa bu nizamname ile, vekalet işlerini üzerlerine alanlara resmen "dava vekilliği" unvanı verilmiştir. Nizamnameye göre dava vekili olacakların Hukuk Mektebi mezunu olmaları şartı konmuş ve rasgele şahısların mesleğe girmeleri önlenmiştir. Yine aynı tarihlerde Mektebi Sultaniye'de yeni bir sınıf açılarak hukuk dersleri okutulmaya başlanmıştır. Buradan mezun olanların Adalet Bakanlığı'na bağlı bir komisyonda sınav vererek başarı gösterdikleri takdirde dava vekilliği yapabilecekleri esası kabul edilmiştir.
Bu nizamnamenin 30. Maddesinde,
"Dava vekillerinin umur ve hususatına bakmak ve Nezaretı Ahkamı Adliye tarafından icra olunacak tebligatı resmiyeye vasıta ittihaz kılınmak üzere bir cemiyeti daime tesis olunacaktır."
demek suretiyle yeni kurulan bu cemiyete bazı görevler yüklenmiş ve baro işlevi kazanması amaçlanmıştır.
Tanzimat döneminde filizlenmeye başlayan avukatlık mesleği hem "mesleki" yönden hem de "meslek kuruluşu" yönünden doğrudan adliye nezaretine bağlıydı. Bu nedenle dava vekillerinin mesleklerini bağımsız olarak ifa etmeleri mümkün değildi. Üstelik müvekkilleri de dava vekillerini özgürce seçme hakkına sahip değildi.
Mithat Paşa ve arkadaşlarının meşhur Yıldız mahkemelerinde yargılanmaları ve 3. günde cezanın kesinleşmesi düşünüldüğünde savunmanın bir kurum olarak henüz teşekkül etmediği söylenebilir.
Ayrıca bu nizamname tüm avukatları kapsamıyordu. Çünkü yabancı avukatların konsolos mahkemelerinde ve ticaret mahkemelerinde görev yapmaları mümkündü. Hatta bu avukatlar kendi barolarını "Dava vekilleri Cemiyetinden" çok önce "Bareau de Constantinople" adıyla kurmuşlardı.
Dava vekilleri nizamnamesinin önemi, savunma mesleğinin ilk yazılı metni olması ise de asıl önemi gerek Tanzimat sürecinde gerekse Cumhuriyet Türkiye'sinde avukatlık mesleğine bakışı belirleyecek temel ilkeyi 1876 yılında koymasıdır."Avukatlar ya doğrudan Adliye Nezaretine bağlı çalışacaklardı ya da nezaret altında"
1876 tarihli dava vekilleri nizamnamesi gereği, dava vekilleri ilk toplantılarını 5 Nisan 1878 tarihinde yaptılar. Bu ilk toplantıya 63 kişi katılmıştır. Bu üyelerden on biri Müslüman otuz sekizi Ermeni'dir. Geri kalanlar Rum, İngiliz, Fransız ve İtalyan'dır.
İlk genel kurulu en yaşlı üye olması hasebiyle Kostaki Sardenski açmıştır. Yapılan seçimlerde ise Meryem Kuli Efendi, Reisi Evvel; Mehmet Şehri Efendi, Reisi Sani; Karabet Gürcü Efendi, Katiplik ve Saymanlık görevlerine getirilmiştir. Bedros Şaşıyan, Kostaki Sardenski, Agop Mırcikyan yönetim kurulu üyeliklerine seçilmişlerdir.
O tarihlerde Müslümanlar, Kafkaslarda, Balkanlarda, Yemen Çöllerinde savaştan savaşa koşmaktaydılar. Bu nedenle hizmet sektörü azınlıkların ve Müslüman olmayan halkın elindeydi. Müslüman ve Türk Osmanlı vatandaşı devleti adına askerlik, memurluk, kadılık yapmaktaydılar. Dava Vekilliği gibi ayak kavafı, müzevir olarak aşağılanan bir mesleğe ilgi göstermiyorlardı. İlk Baro Levhası 1879 yılında düzenlendiğinde levhada bulunan 105 avukattan birçoğu azınlıklardandı.
17 Haziran 1880 tarihinde ise hukuk derslerini programına alan bir hukuk mektebi öğrenime başlamıştır. Okul yönetmeliğinin 35. Md.'si gereğince okuldan mezun olanlar dava vekilliği yapma hakkını kazanıyorlardı. 17 Haziran 1880 tarihi aynı zamanda İstanbul Hukuk Fakültesinin kuruluş tarihidir. Bu mektebin ilk mezunlarının tamamı azınlıklardır. Bunlar; Artin Mustiçyan, Diran Bedrosyan, Vartan Muradyan, Vasidis, Yanko Mamopulos, Artin Toptaş'tır.
1884 tarihinde Padişahın iradesi ile "Rumelii Şarki Vilayetine Mahsus Avukatlık Kanunu" çıkmış ve Türkiye'de ilk defa bir kanun metninde "avukat" tabiri kullanılmıştır.
1886 yılında çıkan 2. Abdülhamit'e ait bir iradei seniye ile, dava vekilliğinin; çok yeni bir meslek olması, halkın fakir olması gibi gerekçelerle, ceza davaları dışında, diplomalı dava vekilleri bulunmayan yerlerde başkaları tarafından da yapılabileceği emir buyurulmuştur. Böyle bir fermanın çıkmasında Hukuk Mektebi mezunu olmayan fakat 1876 tarihli Dava Vekilleri Nizamnamesine kadar bu yoldan para kazanan, ayak kavafı ya da müzevirlerin de etkisinin olduğu söylenebilir.

Meşrutiyet Dönemi
Meşrutiyetin ilanından sonra Dava Vekilleri, 31 Temmuz 1908 'de Divan yolunda Arif'in Kıraathanesinde toplanıp birtakım kararlar almışlardır. Bu kararlar:
(a) Toplum içinde dava vekilleri hakkında oluşan kötü düşünceleri ortadan kaldırmak, en kutsal haklardan olan savunma hakkını halka anlatmak
(b) Kanuni ve ahlaki yönden niteliksiz insanların mahkemelere kabullerine engel olmak ve bu konuda resmi makamları uyarmak.
(c) Hukuk Mektebi mezunlarına basit bir sınav neticesi ruhsatname vermek.
(d) Dava Vekilleri ile ilgili bir levha düzenlemek "
şeklinde olmuştur.
İstanbul Barosunun bugün yürürlükte olan levhası 21 Ağustos 1908'de alınan kararla hazırlanan levhanın devamıdır.
1908 Birinci Meşrutiyetin ilanından sonra, Meşrutiyet İdaresince vekalet görevi ile ilgili çeşitli kanun ve nizamnameler çıkarılmış ve bu tarihten sonraki nizamnameler tüzük mahiyetinde sayılmıştır.
1911 tarihinde yabancı hukuk mekteplerinden mezun olan ve 3 yıl Türk Mahkemelerinde vekalet görevi yaptığını belgeleyen ve verecekleri imtihanla bunu ispat eden dava vekillerinin "Dava Vekilleri Cemiyeti"nden ruhsat alabilecekleri kabul edilmiştir.
1916 tarihli "Memaliki Osmaniye'de bulunan ecnebilerin Hukuk ve Vezaifi" Hakkındaki Geçici Kanunda da avukatlık mesleğinin yalnızca Türklere ait olacağı belirtilmiştir.

Cumhuriyet Dönemi
Bu başlık altında önce Lozan Antlaşması ve sonrası dönemi inceleyerek Türk Hukukunun tam anlamıyla batılılaşma sürecine girişini, Resepsiyon hareketlerini, Cumhuriyet Dönemindeki hukukçu kimliğine yüklenen Kemalist Rejimi koruma misyonu ile "eski" hukukçu kimliğinin yeniden inşasını, Kemalist Modernleşme Projesi çerçevesinde Hukukun Laikleştirilmesi sürecini inceleyeceğiz.
Bununla beraber İstanbul Darulfünun'un tasfiyesini, buranın İstanbul Hukuk Fakültesi olarak yeniden yapılandırılmasını, Ankara Hukuk Mektebinin kurulmasını ve yüklendiği misyonu, bu arada eski zihniyeti taşıyan hukukçu kimliğinin yok edilmesi gerektiğini, tüm bu bağlamlarda yapılan 1924 tarihli Muhamat Yasasını, 1938 tarihli 3994 sayılı Avukatlık Kanununu, 1969 tarihli ve 1136 sayılı Avukatlık Yasasını inceleyeceğiz. 2001 tarihli Avukatlık Yasasını ayrı bir çalışma konusu yapacağımızdan şimdilik bu yasaya özetle değineceğiz.

Lozan Sonrası Dönem
Hukukun laikleştirilmesi süreci hukuk alanında İslam/Batı hukuku karşıtlığında gelişen tartışma ve uygulamalar çerçevesinde belirginlik kazanmıştır. Bu tartışmalar sonucu gelinen nokta Tanzimat Dönemi Kanunlaştırma Hareketleri kapsamında Batı hukukunun kısmi olarak benimsenmesidir.
Ancak bu dönemde başlamış olduğu kabul edilse de hukukun laikleşmesi yani dini unsurlardan ve İslam Hukukundan tamamen uzaklaşması, Kıta Avrupa Hukukunun toptan benimsenmesi yolu ile gerçekleştirilen Erken Cumhuriyet Dönemi hukuk reformları ile olmuştur.
Burada akla gelen ilk soru şudur:
"Cumhuriyetin ilk yıllarında, yabancı hukukun toptan benimsenmesi yoluyla hukuk düzeninin yeniden yapılandırılması (Resepsiyon)nın amacı hukuki yapıdaki birliği sağlamaktan ziyade Cumhuriyet Projesi kapsamında planlanan kültürel ve siyasal dönüşümlerin meşruluk zeminini hazırlamak mıdır?"
Bir başka soru da şudur:
"Yapılan bu düzenlemelerle hukuk, yeni bir toplumsal yapının inşa edilmesi için bir araç rolü mü oynamıştır?."
Kemalist Modernleşme Projesinin temel referans noktası "medeniyet" kavramıdır. Çünkü hedeflenen yapı ile hedefin gerçekleştirilmesine ilişkin politikalar açısından "medeniyet" kavramı hep temel belirleyen olmuştur.
"Unutmamak lazımdır ki, Türk Milletinin kararı muasır medeniyeti, kayıtsız şartsız tüm prensipleri ile kabul etmektir. Bunun en bariz ve canlı delili inkılabımızın kendisidir. Muasır medeniyetin Türk topluluğu ile uygun olmayan noktaları görülüyorsa bu, Türk Milletinin kabiliyet ve istidadındaki noksandan değil, onu fuzuli bir suretle kuşatan ortaçağ teşkilatı ve dini kurallar ve kurumlardır."
Ancak kastedilen medeniyet, Batı Medeniyetidir. Geri kalmışlığın kaynağı, medeni dünyadan kopukluk ya da uzaklıkla açıklanırken Türk halkının çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştırılması Kemalist Modernizasyon sürecinin ana hedefi olmuştur. Bu hedefe ulaşmak için yapılması gereken şey de, geçmişe bağlı zihniyetin yok edilmesidir:
"Sayın Arkadaşlar!
Türk İhtilalinin kararı, Batı medeniyetini kayıtsız şartsız, kendisine mal etmek, benimsemektir. Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki; önüne çıkacaklar, demirle, ateşle yok edilmeye mahkumlardır. Bu prensip bakımından, kanunlarımızı oldukları gibi batıdan almak zorundayız. Böylelikle, Türk ulusunun iradesine uygun harekette bulunmuş olacağız. Keyif ve isteklerimize göre değil, milletimizin dileklerine göre iş başarmağa borçluyuz."

Lozan Konferansından sonra başlayan dönemde devrim kanunları başta olmak üzere birçok alanda kanunlaştırma hareketine girişilmiştir. Bu anlamda Lozan Konferansı, Türkiye Cumhuriyetinin hukuk ve dış siyaset alanında yaşadığı en önemli gelişmedir.
Başlangıçta 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sonrasında sınırların, tazminatların, arazi ve esir mübadelesi gibi konuların ele alınacağının sanıldığı bu konferansta, Türk Hukuk Sistemini etkileyecek önemli kararlar alınmıştır .Batılı devletlerin müdahaleleriyle yeni Türk Devletinin İslami kimlikten uzaklaşması amacına yönelik, Türk devletinin iç işlerini ilgilendiren meseleler ele alınmış ve bu doğrultuda hukuki düzenlemelere gidilmesi öngörülmüştür.
Antlaşmaya "Türk Hükümeti, gayrimüslim azınlıkların aile hukuku veya ahkamı şahsiyeleri konusunun, azınlıkların örf ve adetlerine göre çözümlenmesine imkan sağlayacak düzenlemeler yapmaya muvafakat eder. İşbu hükümler, Türk Hükümetiyle, ilgili azınlıklardan her birinin eşit miktarda temsilcilerinden oluşan Özel Komisyonlar tarafından düzenlenecektir. İhtilaf vukuunda Türk hükümetiyle Cemiyeti Akvam Meclisi Avrupa hukukçuları arasından oybirliği ile seçilmiş bir hakem tayin edilecektir." gibi bir hüküm konulması Batılı devletlerin Türkiye'nin iç işlerini ilgilendiren bir meselede nasılda açıkça vesayet ettiğini gözler önüne sermektedir.
24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması ile birlikte "Yargı Yönetimine ilişkin Bildiri" ile de Türk Hukuk Sistemine açıkça müdahale edilmiştir. Bu bildiriye göre Türk Hükümeti, hukuk reformları yapacak olan komisyonların çalışmalarına katılmaları için Avrupalı hukukçu danışmanlar alma mecburiyeti altında bırakılmıştır.
Bu tarihten başlamak üzere batı hukukunu toptan benimseme anlamına gelen resepsiyon hareketine girişilmiş ve 1926 yılında İsviçre Medeni Kanunu iktibas edilerek Türk Kanunu Medenisi olarak yürürlüğe konmuştur. Daha sonra da sırasıyla İsviçre Borçlar Kanunu, Alman, Fransız ve İtalyan Ticaret Kanunlarından hükümler içeren Türk Ticaret Kanunu, İtalyan Ceza Kanunu'nun iktibas edilmesiyle Türk Ceza Kanunu yürürlüğe konmuştur. Adliye teşkilatında Fransız Sistemi örnek alınarak yapılan düzenlemelerle, 1930'lu yıllara gelindiğinde hukuk reformunun (resepsiyon) ana hatlarıyla tamamlandığı görülmektedir.
Hukuk tarihi alanında en radikal hareketlerden biri olarak nitelendirilebilecek bu durumun hukuk mesleği açısından oldukça önemli sorunları olmuştur. Bunlar:
a) Ortaya çıkan bu yeni hukuki sistemin, genç Cumhuriyet Türkiye'sinde gelişiminin sağlanması için yeni bir hukukçu neslinin yetiştirilmesi
b) "Eski" zihniyetin ve "eski" hukukun temsilcisi olarak nitelendirilen hukukçunun Cumhuriyet ilkeleri ve yeni hukuk sistemi doğrultusunda sosyalleştirilip kimliklendirilmesi.
Her hukuk sistemi, kendisinin temel değerlerini benimsemiş hukukçulara gereksinim duyar. Çünkü hukuk, merkezi iktidarın en önemli araçlarından biridir. Hatta egemen ideolojinin ta kendisidir. Merkezi iktidarın, etkinliğini gerçekleştirdiği toplumsal çevreye karşı bir tehdit veya kuvvet kullanma unsurudur.
Bu açıdan bakıldığında hukukçu kimliğinin, rejimle ya da iktidarla bir bağlantı ya da özdeşleşme içinde olması egemen ideolojinin istikrarı anlamına gelir.
Bu düşünceden hareketle hukuk eğitiminin yeni rejimin esaslarına göre düzenlenmesi yoluna gidilmiş ve 1920'lerin başından beri Ankara gündeminde yer alan, devrimci bir hukuk öğretim kurumunun kurulması fikri, Kıta Avrupa'sı kanunlarının toptan benimsenmesinin kesinleşmesi ile hız kazanmış ve 5 Kasım 1925 tarihinde Cumhuriyetin ilk yüksek öğretim kurumu olarak Ankara Adliye Hukuk Mektebi kurulmuştur.
Bu tarihe kadar İstanbul Darülfünunu Hukuk Mektebinde hukuk eğitimi verilmekteydi. Ancak yılda kırk mezun kapasitesiyle hukukçu açığını kapatmak da yetersizdi. Ayrıca müfredat bağlamında gelenekçi bir çizgiye sahipti.
Bunun yanı sıra yeni rejimin felsefi ve siyasal temellerine de kayıtsızlık olarak nitelendirilebilecek bir duruşa sahipti.
İşte bu itibarla, tercüme edilen/edilecek kanunları uygulayabilecek bir kadro yetiştirilmesinin yanı sıra gerek "ilmi"ve gerekse "ideolojik" anlamda eski zihniyeti yansıttığı düşünülen İstanbul geleneğine bir alternatif yaratılması amacıyla Ankara Adliye Hukuk Mektebi kurulmuştur.
5 Kasım 1925 yılında Ankara Hukuk Mektebinin açılışı münasebetiyle yaptığı konuşmasında M. Kemal:
"Bugünkü hukuki faaliyetlerimizin esbabını izah etmiş oluyorum ümidindeyim. Büsbütün yeni kanunlar vücüda getirerek eski esasatı hukukiyeyi temelinden kal'etmek teşebbüsündeyiz. Ve yeni esasatı hukukiye ile elifbasından tahsile başlayacak bir yeni hukuk neslini yetiştirmek için bu müessesatı açıyoruz. Bütün bu icraatta mesnedimiz milletin istidat ve kaabiliyeti ve iradei kat'iyesidir.
Bu teşebbüslerde arkadaşlarımız, yeni hukuku, bizimle beraber, bahsettiğim mahiyette anlamış olan güzide erbabı hukukumuzdur. Hayatı umumiyemizin yeni esasatı hukukiyesi nazari ve tatbiki sahada tecelli ve tahakkuk edinceye kadar geçecek zamanı temin eden bizzat milletimiz ve onun inkılabındaki yorulmaz ve yıpranmaz kuvvet olacaktır.
Talebe Efendiler!
Yeni Türk hayatı içtimaiyesinin bani ve müeyyidi olmak iddiası ile tahsile başlayan sizler; Cumhuriyet devrinin hakiki ulemai hukuku olacaksınız; bir an evvel yetişmenizi ve arzuyu milleti fiilen tatmine başlamanızı millet sabırsızlıkla beklemektedir. Sizi yetiştirecek olan profesörlere terettüp eden vazifeyi hakkıyla ifa edeceklerine eminim.
Cumhuriyetin müeyyidesi olacak bu büyük müessesinin küşadında hissettiğim saadeti hiçbir teşebbüste duymadım; ve bunu izhar ve ifade etmekle memnunum"

diyerek bu yeni eğitim kurumundan ne çok şey beklediğini açıkça ifade etmiştir.
Ankara Hukuk Mektebi kuruluşundan itibaren 10 yıl Adliye Vekaletine bağlı kalmıştır. Müfredat, laik hukuk kültürünün ve resmi ideolojinin yeni hukukçu nesline aktarılması amacında yapılandırılmış olup akademik kadro da başta Adliye Vekili M. Esat Bozkurt olmak üzere çoğunluğu yurtdışında eğitim görmüş hukukçu milletvekillerinden oluşturulmuştur.
Hukukçu kimliğinin şekillendirilmesine yönelik temel araçlardan birini oluşturan yeniden yapılanma projesi kapsamında yapılan bir diğer yenilik de, İstanbul Darülfünununun tasfiyesi ve İstanbul Üniversitesi bünyesinde İstanbul Hukuk Fakültesi olarak yeniden yapılandırılmasıdır.
Tasfiyenin temellendiği ana eksen, Darülfünunun kadro ve müfredat açısından Kemalist İdeoloji karşıtı olarak nitelendirilen eğilimidir. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey:
"Memlekette siyasal, sosyal büyük devrimler oldu. Darülfünun bunlara tarafsız bir gözlemci kaldı. Ekonomik alanda köklü hareketler oldu. Darülfünun bunlardan habersiz göründü. Hukukta radikal değişiklikler oldu. Darülfünun yeni kanunları öğretim programına almakla yetindi. Harf devrimi oldu, özdil hareketi başladı Darülfünun hiç tınmadı"
diyerek hükümetin Kemalist ideoloji doğrultusunda verilecek olan hukuk eğitimine ne kadar önem atfettiğini göstermektedir.
Gerek kadro olarak, gerekse müfredat olarak geleneği temsil eden İstanbul Darülfünunu 31 Temmuz 1933 yılında tasfiye edilmiş ve akabinde yeni bir çehre ile İstanbul Üniversitesinin kurulmasına temel hazırlanmıştır. Bu tasfiye hareketi neticesinde bazı akademik personel işten çıkartılmış, müfredat yukarıda çizilen çerçeve doğrultusunda yenilenmiş ve ders kitapları Türkçeleştirilmiştir.
Hukuk eğitimi alanında yapılan bu değişiklikler, hukuk alanına ilişkin taşıdığı anlamın ötesinde, rejimin amaç ve ihtiyaçları ile uyumlu olarak şekillendirilen yüksek öğrenim politikasının yapısına ilişkin olarak da çok önemli ipuçları vermektedir.

Muhamat Yasası
(Cumhuriyet Avukatı/Muhami)

Hukukun tam anlamıyla laikleştirilmesi ve resepsiyon hareketi sonucu yapılan kanun reformunun önemli sonuçlarından birinin de "eski" zihniyetin ve "eski" hukukun temsilcisi olarak nitelendirilen hukukçunun Cumhuriyet İlkeleri ve yeni hukuk sistemi doğrultusunda sosyalleştirilip kimliklendirilmesi olduğunu yukarıda belirtmiştik.
Bu eksende yapılan en büyük yeniliklerden birisi de 1924 tarihli "Muhamat Kanunu"dur. 17 maddeden oluşan Muhamat Kanunu Türk avukatlık mesleğini düzenleyen ilk ciddi yasadır. Bu yasa bir tatbik talimatnamesi ve İstanbul Barosu İç Nizamnamesi ile birlikte bir bütün teşkil etmektedir. Bu yasanın önemi "baro" ve "avukat" kavramlarını ilk defa hukuk sistemimize sokmasından gelmektedir. Öte yandan yasa ikili sisteme son vermiş ve savunma mesleğini ulusal düzeyde düzenlemeyi hedeflemiştir. Kanunun Geçici Maddesine göre 1876 tarihli nizamname uyarınca dava vekilleri dernekleri teşkil etmiş mahallerde, dava vekillerinin bu kanuna göre gerekli vasıf ve şartları taşıyıp taşımadığına karar verilmek üzere "Adliye Vekilince" tayin edilecek kişilerden oluşacak "Tefrik Meclisi" kurulacaktır. Bu meclis gerekli incelemeyi yaparak gerekli şartları taşımayanları "levha"dan silecektir. Nitekim İstanbul Dava Vekilleri Çerçevesinde kurulan komisyon 960 dava vekilinden 473'ünü "levha"dan silmiştir. Bu tasfiye hareketi, savunma mesleği tarihinde eşi görülmemiş bir tasfiye hareketidir.
Modernleşme deneyimi çerçevesinde avukatlık mesleğinin yeniden yapılandırılması süreci rejim ile hukukçu arasındaki ilişkinin niteliğine ve yönüne dair açılımları barındırması ve bu paralelde hukuk, siyaset, ideoloji arasındaki kesişmeyi görece bir açıklıkla yansıtır bir görüntü sergilemesi açısından dikkat çekici bir kesit teşkil etmektedir.
Yeni Rejimin, avukatlık mesleğindeki bu düzenlemeleri yapmasının iki sebebi vardır. Birincisi, mesleğin icrasına yönelik Osmanlıdan miras kalan hukuki belirsizliklerin ortadan kaldırılarak avukatlığın adli mekanizmanın bir parçası haline getirilmesiydi. İkincisi ise "eski" hukukçuya ve dönemin kurumsallaşma açısından en gelişmiş meslek örgütlerinden birini oluşturan İstanbul Barosuna ve avukatlık camiasına karşı duyulan güvensizliktir.
Bu açıdan bakıldığında yeni yasayı ve yapılan yeni düzenlemeleri, rejimin ilkelerine sadık ve bu doğrultuda çalışan baroların oluşturulması ve toplumun modernleşme örgüsü içerisinde yeniden inşasına doğrudan katılım sağlayacak avukatlar oluşturma çabası olarak görebiliriz.
Kanunun 2. md.'sindeki "Cinayet veya muhilli namus veya haysiyet bir cünha ile mahkum veya sui şöhretle maruf ve müştehir olmamış bulunmak" şartı, özellikle yeni rejimin karşısında yer aldığı düşünülen avukatların meslekten men edilmeleri yönünde etkili olmuştur. Zira söz konusu şart yetkili kurullar tarafından mesleğe hıyanetin yanı sıra Türk Milletine ve vatana hıyanet olarak yorumlanmıştır.

Baro Reisi Lütfi Fikri Bey
Bu çerçevede gerçekleştirilen tasfiye işlemleri, günümüzde de halen varolan Baro/Devlet çatışmasının ve Adliye Bakanlığının baroların iç işleyişine müdahalesi meselesinin Cumhuriyet tarihindeki başlangıç noktasını oluşturması bakımından ilgi çekicidir.
Ancak ilgi çekici başka bir nokta vardır ki; Kemalist Rejimin tüm baskılarına ve yıldırmalarına karşın avukatların sistemle bir uyuşma ve sözcülüğünü yapma durumu içerisine girmediğini göstermektedir.
Baroda yapılan büyük tasfiye işleminden hemen sonra yapılan genel kurulda Kemalist Rejim karşısında muhalif tutumuyla dikkat çeken Lütfi Fikri Bey 264 oydan 142'sini alarak Baro Reisliğine seçilmiştir.
Lütfi Fikri Bey meşrutiyetçi/hilafetçidir. Meşrutiyetçi-Cumhuriyetçi zıtlaşması çerçevesinde Ankara ile sert bir muhalefet içerisindedir. Halife Abdülmecit Efendinin istifası söylentileri üzerine hilafetin kaldırılmasını millet için bir intihar olarak değerlendirdiği "Huzuru Hilafetpenahiye Açık Arıza" başlıklı mektubunun 10 Kasım 1923'te Tanin gazetesinde yayınlanması, daha sonra 15 Kasım günü Akşam Gazetesinde açık bir dille meşrutiyet idaresini Cumhuriyete tercih ettiğini belirten yazısının yayınlanması üzerine 19 Aralık 1923 İstiklal Mahkemesinde yargılanmak üzere Hıyaneti Vataniye Kanununun 1. md.'si uyarınca tutuklanmış ve 5 yıl küreğe mahkum olmuştur. Ancak daha sonra TBMM tarafından çıkarılan özel yasa ile affedilmiştir.
Tüm bu baskıya rağmen Lütfi Fikri Bey'in tekrar baro başkanlığına seçilmesi Ankara'yı fena halde kızdırmıştır. Bizzat M. Kemal Ankara Hukuk Fakültesinin açılış konuşmasında;
"Muhterem Efendiler!
Hatta cumhuriyet ilan olunduktan sonra vukua gelen feci bir hadiseyide nazarı intihabınız önünde canlandırmak isterim. En büyük mamuremizin bu memlekette belki Avrupa'da tahsil etmiş yüksek mütehassıslardan mürekkep baro heyeti alenen hilafetçi olduğunu ilan eden ve ilan etmekle iftihar duyan birisini seçip kendisine reis intihab eylemiştir. Bu hadise köhne hukuk erbabının cumhuriyet zihniyetine karşı deruni ve hakiki olan vaziyet ve temayülünü ifadeye kafi değil midir? Bütün bu hadisat erbabı inkılabın en büyük fakat en sinsi hasmı canı, çürümüş hukuk ve onun bi derman müntesipleri olduğunu gösterir. Milletin hummalı inkılab hamleleri esnasında sinmeye mecbur kalan eski ahkamı kanuniye, eski erbabı hukuk; erbabı himmetin nüfuz ve ateşi yavaşlamağa başlar başlamaz derhal canlanarak inkılap esaslarını ve onun samimi muakiplerini ve onların aziz mefkurelerini mahkum etmek için fırsat beklerler.
Bu fırsat eski kanunların mevcudiyeti ve eski esasatı hukukiyenin mer'iyeti ile ve eski zihniyetini deruni ve kalbi olarak muhafazadan mütemerrit hakimlerin ve avukatların mevcudiyeti ile müemmendir"

diyecek ve Lütfi Fikri Bey'in yeniden baro başkanlığına seçilmesini acıklı bir olay olarak niteleyecektir. Bu konuşma Cumhuriyeti ilan edenlerin "eski" hukukçuya nasıl da güvensiz bir bakış açısına sahip olduklarını açıkça gözler önüne sermektedir.

27 Haziran 1938 Tarih ve 3499 Sayılı Avukatlık Kanunu
Lütfi Fikri Bey'in baro başkanlığına seçilmesinin bir başka önemli sonucu da; bundan sonra yapılacak düzenlemelerin bu olay ışığında daha sıkı tertibatlar alınmasını ve avukatlık mesleği üzerindeki kontrolün sıkılaştırılmasını sağlamasıdır.
Bu bağlamda 27 Haziran 1938 tarihinde yeni bir avukatlık kanunu hazırlanmıştır. Bu kanunun hazırlanma gerekçesi 1924 tarihli Muhamat Yasasının yetersizliğidir. Ancak bu yetersizlik, Devleti yönetenlerin, meslek üzerindeki devlet kontrolünün yetersizliğini düşünmesi ve sıkı düzenlemeler yapılmasını düşünmeleri anlamında bir yetersizliktir.
İlkine göre daha kapsamlı sayılabilecek bu kanunda yer alan bazı düzenlemeler aslında avukatlığa bakışta "devletçi zihniyetin" derinleştiğini göstermektedir.
Özellikle bu yasada yer alan bir hüküm avukatların Cumhuriyetin ilk döneminde hangi koşullar içinde çalıştığını çok net bir biçimde gözler önüne sermektedir. Kanunun 117. Maddesine göre:
"Mevzuu irtica olan yahut milli vahdet ve şuurla telifi mümkün olmayan fiillere müteallik davaları deruhte etmeyi itiyat edenler, disiplin takibatına lüzum kalmaksızın baro idare meclisinin talebi üzerine Haysiyet Divanı kararıyla meslekten çıkartılabilirler. Muhitindeki temas ve faaliyetleri itibariyle muayyen bir baro mıntıkası dahilinde avukatlık yapmaları milli, mesleki, ahlak veya menfaat bakımından tecviz edilmeyenlerin isimleri baro idare meclislerinin talebi üzerine haysiyet divanı kararıyla mensup oldukları baro levhasından silinir. (....) Haysiyet Divanı lüzum gördüğü hallerde alakalı avukatı da dinleyebilir. Bu maddeye göre haysiyet divanı tarafından verilecek kararlar kat'i olup aleyhine hiçbir mercie müracaat edilemez."
Bu madde bir kaç yönden önemlidir .Öncelikle bu maddeye göre "suç isnadı altında" tutulan avukatın savunmasının alınmasına gerek yoktur. Yani savunma mesleğini ifa eden avukatın bizzat kendisi çok ağır bir iddia ve müeyyideye karşı savunmadan mahrum bırakılmaktadır. Ayrıca bazı davaları almakta alışkanlık gösterdiği düşünülen avukatların meslekten men edilmesinin önü açılmıştır. Bu ise söz konusu avukatın müvekkillerinin avukatsız, savunmasız bırakılması anlamına gelmektedir. Kanun yine avukatsız kalmasını istediği insanları tanımlamakta; irtica, milli şuur ve vahdet'e aykırı davranan kişilere savunma hakkını uygun görmemektedir. Biraz dikkatli düşünüldüğünde engizisyon kaynaklı, dehşetli bir madde ile karşı karşıya kalındığı görülecektir.
Hüküm özellikle "siyasi suç" sınırları içinde kalan bazı suçlarda sanıkların savunmasız kalmasını arzulamakta ve bu arzuya uymayan avukatları meslekten men tehdidi altında tutmaktadır.
Kanunu hazırlayan komisyonun, Cumhur Reisliği'ne sunduğu kanunun gerekçeleri ile ilgili layihasında;
"Teşkilatı Esasiye Kanunumuzun İkinci Maddesi ile Türkiye Cumhuriyetinin ana vasıfları tespit edilmiş olmasına göre bu esaslara aykırı fiillere müteallik davaları deruhte etmeği bir avukatın itiyat etmesi sathi bir görüşle mesleki vazifenin ifası sayılabilirse de maddede tasrih edilen irtica, milli vahdet ve şuurla telifi mümkün olmayan komünizm ve buna benzer Türkiye'nin rejimine aykırı ef'ale ait davaların itiyatla kabulü, bu davalarda müdafaa bahanesiyle beyanatta bulunmak ve müdafaanın mukaddes tanınması ve serbest olması gibi yüksek adalet prensiplerini siper ittihaz ederek muhakemelerin aleni olmasından ve sözlerin gazetelerde de intişar edebilmesinden istifade eyleyerek failinin bu yollarla muzır propagandalar yaptığına açık bir delil teşkil etmekte olduğundan Cumhuriyet Rejimine karşı çok hassas olan bütün devlet kuvvetleri memlekete mazarrat iras edeceği kat'iyyete yakın denecek tarzda meczum olan bu hal karşısında nazari düşüncelere bu kadar zararlı bir işde seyirci kalmağı tercihe tahammül edemeyeceğinden bu gibi işleri itiyatla kabul eden avukatı kendi mensup olduğu baronun idare meclisinin talebile haysiyet divanı tarafından meslekten çıkarılmasına karar verilebilmesinin kabulü memleketin yüksek menfaatleri namına milli bir vazife telakkisile lüzumlu görülmüş bir hükümdür."
denilmek suretiyle kanunun çıkarılma gerekçesinin, rejimin korunması amacına yönelik olduğu açıkça ifade edilmiştir.
Nitekim Adliye Vekili Şükrü Saraçoğlu TBMM'de yaptığı bir konuşmada yeni kanunun rejimin ilkeleri doğrultusunda şekillendirildiğini açıkça ifade etmiştir.
"İnkılap yapmış, yeni bir rejim kurmuş olan her yerde avukatlık mesleğini o inkılabın esaslarına göre tanzim zarureti belirmiştir. Nitekim İtalya Avukatlar Kanunu süratle faşizmin icaplarına uygun bir hale geldiği gibi Alman Avukatlar kanunu da bugün nasyonel sosyalizmin damgalarını taşımaktadır. Biz de layihamızı cumhuriyetçi, milliyetçi, laik, devletçi, realist rejimimizin bir kelime ile Kemalizm'in derin izleri ile takviyeye çalıştık."
Kanunun 22. Maddesinde "Avukatlık, amme hizmeti mahiyetinde bir meslektir." denilmek suretiyle avukatlık mesleğinin mahkeme ve makamlar nezdinde yardımcı bir kuvvet olduğu bu nedenle amme hizmeti niteliğinde bir meslek olduğu vurgulanmıştır.
"Avukatlığın tam bir serbest meslek sayılmayıp adli otoritenin devamlı murakabesi altında bulundurulduğundan avukatın vazifesi hakkında layihaya konan bu esaslı hükümlerin isabeti encümenimizce de izahtan müstağni bir hakikat olarak kabul edilmiştir."
Gerek kanunun hazırlanma aşamasında gerekse kanun yayımlandıktan sonraki tartışmaların odak noktasında mesleğin bir amme hizmeti mi yoksa serbest meslek mi sayılacağıdır.
Zira süreç, biri avukatlık mesleğinin icrasında birincil dürtünün adaletin sağlanmasından ziyade girişimci ruh olduğunu iddia eden ve bu bağlamda avukatlığın tamamen serbest meslek olarak örgütlenmesini savunan görüş ile, mesleğin tamamen devletin kontrolünde icra edilmesini ve devlet memuriyetinin bir parçası haline dönüştürülmesi olmak üzere iki görüşün çatışması etrafında yapılanmıştır.
Sonuçta meslek "serbest" ancak "amme hizmeti" niteliğine sahip bir meslek olarak tanımlanmıştır. Bu tartışmanın önemi; Rejimin genelde hukukçuya, özelde avukata yüklediği misyon ile sıkı sıkıya irtibatlı olmasından gelir. Bu nedenle 117. Maddedeki gibi ağır sonuçlar doğuracak düzenlemelere gidilmiştir. Savunma hakkının dokunulmazlığı ve avukatlığın bir "meslek" olarak varoluş nedeniyle tam bir zıtlık teşkil eden bu düzenlemelerle avukatın adli rolünden ziyade siyasal rolü ön planda tutulmak istenmiş ve avukata "rejimin bekasını koruma misyonu" uygun görülmüştür.

19 Mart 1969 Gün ve 1136 Sayılı Avukatlık Kanunu
1961 Anayasasının anayasal anlamda getirdiği birtakım değişiklikler avukatlık mesleğine de yansımış ve bu doğrultuda 1969 yılında 1136 sayılı Avukatlık Kanunu yürürlüğe sokulmuştur.
Yeni yasa avukatların mesleki çıkarlar etrafında örgütlenmesinin kurallarını düzenlemiş ve Türkiye Barolar Birliği adı altında yeni bir üst örgüt getirmiştir. Mesleğin bağımsızlığı ve modern bir vecheye bürünmesi anlamında önemli bir adım olarak görülmesine rağmen devletin meslek örgütü üzerindeki denetimini zayıflatmayı düşünmediğini 1136 sayılı Yasa Tasarısının hükümet gerekçesinden anlıyoruz. Tasarı gerekçesinde,
"Ancak şunun da hemen ilave edilmesinde zaruret vardır ki; Barolar birliğinin kurulmuş olması dahi, Adalet Bakanlığının barolar ve avukatlar üzerindeki yetkilerinin tamamen ortadan kalkmasını gerektirmeyecektir. Çünkü Adalet Bakanlığı, Barolar Birliğinin faaliyetini de içine alan geniş bir sahanın, yani adli hayatın genel siyasetini yürüten ve bu itibarla adalet uzvunda doğrudan doğruya veya dolayısıyla faaliyette bulunan bütün elemanlar ile az veya çok irtibatı olan bir bakanlıktır. Yargı yetkisinin kullanılması bakımından idareden tamamen bağımsız olan hakimlerin dahi hiç olmazsa mahkemenin idari işlemleri yönünden Adalet Bakanlığı ile bir ilgileri bulunduğu düşünülürse Anayasanın 122. md.'si muvacehesinde idari hiyerarşiye tabi olmaları tabii ve hatta zaruri bulunan Türkiye Barolar Birliği ve baroların Adalet Bakanlığı ile hiçbir ilgileri olmamasını düşünmek caiz değildir."
denilmek suretiyle devletçi zihniyetin, mesleğin denetimini asla bırakmak istemediği vurgulanmıştır.
1136 sayılı Avukatlık Yasasında avukatlık mesleğinin "kamu hizmeti" olduğuna ısrarla vurgu yapılmıştır. Bununla beraber mesleğin bir serbest meslek olduğu da kanunda belirtilmiştir. Bundan başka avukatın hak ve sorumlulukları bakımından devlet memurlarına, daha doğrusu C. Savcılarının mertebesine yakın bir statüye sokulduğunu görüyoruz. Vekaletname olmaksızın dosya tetkiki, evraktan suret çıkarma, tebligat icrası gibi yetkilerin üzerinde önemle durulmuştur. Avukatlık ruhsatının Adalet Bakanlığından değil meslek örgütünden Barolar Birliğinden alınması esası getirilmiştir. Avukatlık mesleğinin kapsamı genişletilerek "savunma mesleği" olmasının yanı sıra "hak arama mesleği" olduğu da kanunda vurgulanmıştır. Böylelikle avukat çekişmesiz işlerin de takibini yapabilecektir. Gerçi "hak arama faaliyetine" ilk zamanlar hoş bakılmamış, mesleğin bozulma nedeni olarak algılanmışsa da zaman içinde avukatlık mesleğinin ikinci ve önemli bir faaliyeti konusu haline gelmiştir.
Bir önceki avukatlık yasasındaki 117. Madde 1136 sayılı Kanunda yer almamıştır. Ancak maddenin arkasındaki zihniyet; "devlet katındaki" hakimiyetini sürekli muhafaza etmiştir. Siyasi davalarda yargılanan sanıkların avukatlığını üstlenen avukatlar üzerine maliye gönderilmiş, avukatların defterleri incelenmiş, ciddi para cezaları verilmiş, siyasi dava alma itiyadını gösteren avukatlara devlet ve hatta yargı organları da "iyi gözle" bakmamıştır.
#1459
İtalya'da 3 Google yöneticisi, Down Sendromlu bir çocuğun itilip kakılmasını gösteren bir video klibin siteye yüklenmesine izin vermek suçundan 6'şar ay hapse mahkum oldu.

Mahkeme, yöneticilerin cezalarını tecil ederken, Google şirketinin Genel Merkezi, temyize başvuracağını açıkladı.

Cezaya çarptırılan yöneticilerin hiçbirinin şu anda İtalya'da yaşamadığı belirtildi.

İtalya'da Down Sendromlu insanlara yardım için kurulan Vivi Down Derneği ve videoda gösterilen erkek çocuğun babası, cep telefonu ile çekilen görüntülerin Eylül 2006'da Google Video sitesine yüklenmesinden sonra dava açmıştı.

Savcı, karardan sonra mahkeme önünde gazetecilere yaptığı açıklamada, "bir şirketin hakları, bir kişinin onurundan daha üstün değildir. Bu karar açık bir mesaj veriyor" dedi.

Google Genel Merkezi'nden yapılan açıklamada ise mahkum olan yöneticilerin "bu videoyu ne çektikleri, ne siteye yükledikleri, ne de izledikleri, ama yine de suçlu bulundukları" belirtilerek, bu tür sitelere yüklenen görüntülerden sitelerin sahibi şirketlerin sorumlu olamayacağı savunuldu.

Açıklamada, kararın "internetin üzerine kurulduğu özgürlük açısından hayati bir sorunu gündeme getirdiği" de ileri sürüldü.

Google mahkemede videoyu, kendilerine bilgi verilir verilmez kaldırdıkları ve soruşturma boyunca görüntülerdeki çocuğu taciz edenlerin belirlenip adalet önüne çıkarılması için İtalyan yetkilileri ile işbirliği yaptıklarını savunmuştu.

Mahkemenin ceza verdiği Google yetkililerinden David Drummond ise yaptığı açıklamada, kararın "tehlikeli bir örnek oluşturduğunu" ve kendileri gibi herhangi bir internet sitesinin her yöneticisinin benzer şekilde sorumlu bulanabileceğini belirtti.

Drummond, İtalya ve Avrupa yasalarının bu konuda açık olduğunu, kendileri gibi internet şirketlerinin, sitelerine yüklenen videoların içeriğini izlemelerinin gerekmediğini savundu.

Savcı ise duruşmalarda, Google'ı ihmalle suçladı ve bazı internet kullanıcıların videoyu gördükten sonra rahatsız olup kaldırılması için not yazmalarından sonra bile, videonun 2 ay yayında kaldığını ifade etmişti.

AA
http://www.haber7.com/haber/20100225/Google-gizli-bilgileri-desifre-etti.php
#1460
Bu akşam Erdek Deniz Üs ve Garnizon Komutanlığı'nda nöbet tutacak erlere, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı hakkında "Adi Başbakan" dedirtilecek. Askeri tarihte böyle bir rezalet enderdir.

Askerlik yapanlar bilir. Havanın kararmasıyla birlikte gün doğumuna kadar Garnizon ve kışlalarda, nöbetçilere o gün kullanılacak parola ve işaret verilir. Amaç, yabancı kişilerin birliklere sızmasını önlemek ve gece karanlığında askerlerin birbirlerini tanımalarını sağlamaktır. Gece karanlığında muhtemel bir kazaya sebebiyet vermemek için parola ve işaret hayati önem taşır. Nöbetçi akşam karanlığında kendisine yaklaşan kişiye yüksek sesle parolayı söyleyip, karşı taraftan bunun işaretini bekler. Bu gece Balıkesir'de nöbetçi, yüksek sesle "Adi" dedikten sonra, karşı taraf "Başbakan" kelimesini kullanacak. Ortaya da "Adi Başbakan" cümlesi çıkacak. Bu haberin bugün Tarafta yer alması üzerine muhtemelen parola ve işaret değiştirilip, yenileri belirlenecek.

İşaretler aylık belirleniyor

Parola ve işaretler, Garnizon Komutanlıklarının İstihbarat Daireleri tarafından aylık olarak belirleniyor. Erdek Deniz Üs ve Garnizon Komutanlığı da 25 Ocak 2010 tarihinde şubat ayı içerisinde tüm garnizonun kullanacağı işaret ve parolalarını gün gün belirlemiş. Erdek Deniz Üs Komutanı Deniz Kurmay Kıdemli Albay Bülent Keçeci ve İdari Üs Çavuş Çağrı Güler'in altında imzaları bulunan bu parola ve işaretler de "3700-76-10" resmi numarasıyla "Gizli" damgası vurularak tüm birliklere gönderilmiş.

Bugün kullanılacak parolanın "Adi", işaretinin ise "Başbakan" olarak belirlenmesi, T.C. Başbakanı'na resmi bir yazıyla alenen hakaret edildiğini açıkça ortaya koyuyor. Bugünkü parola ve işareti "Adi-Başbakan" olarak belirleyenler, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül için ise yarın "Reis-Cumhur" işaret ve parolasının kullanılmasına karar vermiş.

Tümamiral Kezek'in bilgisi var

Albay Keçeci tarafından belirlenen bu parola ve işaretler, Erdek Mayın Filo Komutanı Tümamiral Atilla Kezek'in bilgisine de sunulmuş. Resmi yazıda Tümamiral Kezek'e bu bilginin sunulduğu açıkça görülüyor. Tümamiral Kezek, içerisinde Başbakan'a ağır hakaretin olduğu bu parolayı iptal edip, sorumlular hakkında soruşturma açmak yerine, uygulamaya yeşil ışık yakmış.

GENELKURMAY: 'PAROLA' KONUSUNDAKİ HABERLE İLGİLİ OLARAK DENİZ KUVVETLERİ KOMUTANLIĞINCA SORUŞTURMA BAŞLATILMIŞTIR

Genelkurmay Başkanlığı, bugün bir gazetede yer alan ''Parola'' iddialarını içeren haberle ilgili olarak Deniz Kuvvetleri Komutanlığınca soruşturma başlatıldığını bildirdi.

Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinde yer alan bilgi notunda, ''Bugün bir gazetede yer alan 'parola' konusundaki haberle ilgili olarak Deniz Kuvvetleri Komutanlığınca soruşturma başlatılmıştır'' denildi.

Skandal parola için AK Parti'den ilk açıklama Konuyla ilgili olarak konuşan AK Parti'nin Medyayla İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik bugün Taraf Gazetesinde yer alan haberle ilgili araştırma yapacaklarını açıkladı.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=954261&title=tskda-skandal-parola-adi-basbakan