Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#1461


Geçtiğimiz hafta "Bu ülkeye şeriat meriat gelmez" diyerek yıllar sonra büyük bir itirafta bulunan İlhan Selçuk yine kendisini tanıyanları çok şaşırtacak sözler söyledi.

Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Hikmet Çetinkaya dün köşesinde gazetenin imtiyaz sahibi İlhan Selçuk'la yaptığı görüşmeyi yazdı. Çetinkaya'nın Selçuk'un anlattıklarını okuyunca ister istemez akıllara "İlhan Selçuk değişti mi?" sorusunu getirdi. Çetinkaya, İlhan Selçuk'a Cumhuriyet'in yayın çizgisini, sivil vesayeti, iktidar-asker ve medya ilişkisini ve Cumhuriyet'in hem imtiyaz sahibi hem de başyazar: olarak, askeri darbelere ve baskıcı otoriter tek partili rejimlere nasıl baktıklarını sormuş. İşte o sohbetten akılda kalanlar.

"Temel hak ve özgürlüklerin olmadığı, basının teksesli hale getirilmek istendiği bir ülkede demokrasiden ve özgürlüklerden söz edilemez. Biz Cumhuriyet gazetesi olarak ne askeri vesayeti ne de sivil vesayeti sahipleniriz. Askeri vesayeti ortadan kaldıralım derken, bir bakarsınız sivil baskıcı bir rejimin vesayeti altına girmişiz. O zaman ne yapacağız? Biz demokrasiden ve özgürlüklerden yana tarafız."

"Biz tüm partilere eşit uzaklıkta duracağız. AKP'li bakanlarla da görüşeceğiz, Başbakan Erdoğan'a da, Cumhurbaşkanı Gül'e de. CHP lideri Baykal'a da ve MHP lideri Bahçeli'ye de.. BDP'lilerle de...

Biz ne bir siyasi partiyiz, ne de demokratik kitle örgütüyüz. Haberde yayın çizgimiz belli. Temel hak ve özgürlükleri savunuyoruz. AKP'ye karşı muhalif çizgimizi komyacağız. Irk ayrımcılığına karşıyız. Daha demokratik ve daha özgür bir Türkiye'den yanayız.

"Atatürkçülük ve ulusalcılık adı altında şoven milliyetçilik yapılıyor. Bu yanlış; Atatürk'ün milliyetçiliği şovenizm değil, kültür milliyetçiliğidir. Bir de sandıkla gelen sandıkla' gider. Türkiye'nin geleceği asker-sivil baskıcı rejimlerde değil, demokrasidedir. Bugün yaşadığımız sorunlara sınıfsal temelde bakmak zorundayız."

"Yılbaşında televizyonları seyredince Türkiye'ye irtica-mirtica gelmez dedim, ortalık ayağa kalktı... Bak Hikmet, kimse asker darbe yapacak diye siyaset yapmasın. Artık Türkiye'de askeri darbeler dönemi kapanmıştır. Ben Türkiye'nin zaman yitirmeden demokratikleşmesini istiyorum. Demokrasi ve özgürlükleri kim genişletirse ona gönülden destek veririm. Faili meçhul cinayetlerin aydınlatılmasından, ülkemize barış ve huzur gelmesinden, akan kanın durmasından yanayım. Türkiye kendisiyle yüzleşmeli. Başta söylediğim gibi, askerin de sivil rejimin de vesayetine giremem, giremeyiz Cumhuriyet olarak."

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=939256&title=ilhan-selcuktan-sasirtan-sozler
#1462


İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon'un edepsiz davranışına maruz kalan Türkiye'nin Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol, dün Ankara'ya geldi.

Büyükelçi Çelikkol bir kriz sebebiyle değil İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak'ın bugün Ankara'ya yapacağı ziyaret sebebiyle önceden planlandığı üzere Ankara'ya çağrıldı. Oğuz Çelikkol, yaşanan çirkin davranışla ilgili, "Diplomasi tarihi kitaplarına geçecek bir olaydır." dedi.

Kurtlar Vadisi adlı dizide, İsrail karşıtı mesajlar verildiği gerekçesiyle, Büyükelçi Çelikkol'un hafta başında İsrail Dışişleri Bakanlığı'na çağrılması esnasında büyük bir terbiyesizlik yaşanmıştı. Türk büyükelçiyi kendisinden daha aşağı seviyede bir kanepeye oturtan İsrailli yetkililere kameralara İbranice "Biz yüksekte oturuyoruz ve masada sadece İsrail bayrağı var, biz de gülümsemiyoruz, dikkatinizi çekerim." demişti. Ankara'nın "İsrail, haddini bilmeli" restinin ardından İsrail'in açıkça özür dilemesiyle sorun aşılmıştı. Çelikkol dün THY'nin tarifeli uçağıyla İstanbul üzerinden Ankara'ya geldi. Oğuz Çelikkol, ısrarlı sorular üzerine diplomatik krizin beklenen özür mektubunun gelmesiyle kapandığını kaydetti. Çelikkol, bakanlığın talimatı üzerine olağan olarak İsrail Savunma Bakanı Barak'ın ziyareti için geldiğini bildirdi. Skandalla ilgili, "Diplomasi tarihi kitaplarına geçecek bir olaydır." diyen Büyükelçi Çelikkol, odaya girerken gayet güzel karşılandığını ve İsrailli yetkiliyle tokalaştığını anlattı. Olayın öyle olmadığını daha sonra kendisini arayan İsrailli gazetecilerden öğrendiğini kaydeden Büyükelçi, "Yanımda İbranice bilen bir tercüman olsaydı, Ayalon'un İsrailli gazetecilere neler söylediğini anlamış olurdum ve bu mizanseni fark ederdim. Bunların senaryo ve mizansen olduğunu öğrenmek üzüntü verici." diye konuştu.

Ankara bugün İsrail hükümetinin ağır toplarından Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı Barak'ı ağırlıyor. Barak, günübirlik bir ziyaret için bugün Türkiye'ye gelecek. İşçi Partisi lideri Barak, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile görüşecek. Gündem ortak savunma projeleri ve İsrail'in Türkiye'ye bir türlü teslim etmediği insansız casus uçaklar. Ancak İsrail açısından ziyaretin en önemli amacı son bir yılda büyük sarsıntılar yaşayan ilişkileri onarmak ve gerilimi düşürmek. Türk tarafı ise özellikle Gazze'de süren insanlık trajedisinin sonlandırılması yönündeki kararlı duruşundan taviz vermeyecek. İsrail'de başbakanlık ve genelkurmay başkanlığı gibi önemli pozisyonlar üstlenen Barak, Ankara'da yaklaşık 13 saat kalacak. ZAMAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=941275&title=buyukelci-celikkol-barakin-ziyareti-icin-ankaraya-geldi
#1463
Diplomatik ayıbın 'başaktörü' İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon'dan kışkırtıcı bir açıklama geldi.

Ayalon, Türk dizisinde İsrail güçlerini "vahşi" gösteren sahnelerin devamı halinde Büyükelçi Oğuz Çelikkol'u sınırdışı edebileceklerini söyledi. İsrail'de yayın yapan Kanal 2'ye dün açıklamalarda bulunan Ayalon, Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman'in politikasını övdü. Ayalon, "Güttüğü siyaset etkili. Her ülkenin bize vurduğu bir durumun oluşmasına izin vermeyiz. İsrail'e saldırı varsa elçilerin kovulması da dahil her türlü seçeneği masada tutarız." diye konuştu. Çelikkol'u alçak koltuğa oturtarak elçiye hakaret etmeyi değil, Türkiye'ye "tehdit mesajı" göndermeyi amaçladıklarını ifade etti. Olayı anlatan Ayalon, "Kameralar planlanmıyordu. Kameraların kayıtta olduğunu düşünmemiştim. Kayıt ediliyorsa bile sessiz yayınlanır sanmıştım. Amacım hakaret değil, görüntülü mesaj yollamaktı. Erdoğan'ın, Davos'ta Peres'e yaptığı hakaretti; bu değil." diye kendisini savundu. Bakan Yardımcısı, Türk dizisinde tartışmalı bir sahne daha geçmesi halinde İsrail'in ne yapabileceğine yönelik bir soruya da, "Belki elçilerini sınırdışı ederiz." diye cevap verdi. DIŞ HABERLER SERVİSİ

ZAMAN
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=941274&title=ayalon-diziler-surerse-elciyi-sinirdisi-ederiz
#1464


12 Eylül 1980 askerî darbesini yapanlar hakkında idam istemiyle iddianame hazırladığı için meslekten atılan Savcı Sacit Kayasu, yeniden mesleğine dönmek için gün sayıyor.
 
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne açtığı davayı kazanan Kayasu, görevine başlamak için Adalet Bakanlığı'na başvurdu. Ergenekon hâkim ve savcılarının tartışıldığı HSYK'nın yaz kararnamesinde gündeme alınmayan başvurunun, hâlâ çıkmayan güz kararnamesinde ele alınması bekleniyor.

"İddianame yüzünden başıma gelecekleri bildiğim için emekliliğime yakın hazırladım." diyen Sacit Kayasu, yeniden savcılık görevine döneceği günü heyecanla bekliyor. Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) ihraç kararından sonra AİHM'ye müracaat eden Sacit Kayasu, davayı kazandıktan sonra 25 Şubat 2009 tarihinde mesleğe geri dönmek için Adalet Bakanlığı'na, verilen cezaların kaldırılması için de HSYK'ya dilekçe verdi. "Normalde iki ay içinde cevap vermeleri gerekirdi." diyen Kayasu, yaklaşık bir yıldır cevap bekliyor. Geçtiğimiz ekim ayında Ankara'ya gidip Adalet Bakanlığı müsteşarı ile görüşen Kayasu'ya, "Yaz kararnamesinde Ergenekon savcıları gündemi çok meşgul ettiği için senin müracaatını gündeme alamadık. Güz kararnamesinde gündeme alacağız." cevabı verilmiş. Kayasu, "En geç aralık ayında çıkması gereken güz kararnamesi de hâlâ çıkmadı. Duyduğum kadarıyla yine Ergenekon savcıları gündemdeymiş. Onun için gecikiyormuş. Eğer öyle bir şey varsa bizimki yine ertelenebilir. Bu; diğer savcıları da, hâkimleri de, beni de mağdur edecek bir durum. Bir sürü tayin bekleyen var, yalnız ben beklemiyorum ki. Tayin çıkınca kış ortasında taşınmak zorunda kalacaklar." dedi.

AVUKATLIK İÇİN DE BEKLEMEDE

Sacit Kayasu, Adalet Bakanlığı ve HSYK'nın ardından İstanbul Barosu'na da avukatlık yapmak için müracaat etmiş, İstanbul Barosu da başvurusunu reddetmişti. İstanbul Barosu'nu haksız bulan Türkiye Barolar Birliği'nin kararının ardından Sacit Kayasu, avukatlık yapabilmek için iki aylık yasal sürecin dolmasını bekliyor. Adalet Bakanlığı, 19 Ocak 2010 tarihine kadar dava açmazsa Sacit Kayasu İstanbul Barosu'na kayıtlı olarak avukatlık yapabilecek.

Sacit Kayasu, Adana cumhuriyet savcısı iken 12 Eylül darbesinden dolayı Kenan Evren hakkında iddianame hazırladığı gerekçesiyle 3 yıl açığa alınmıştı. Daha sonra Kasım 2003'te HSYK tarafından meslekten ihraç edilmişti. Hukuk mücadelesi başlatan Kayasu, konuyu AİHM'ye taşımış, mahkeme Kasım 2008'de eski savcıya haksızlık yapıldığı gerekçesiyle göreve iade edilmesini istemişti. HSYK'nın daha önce ihraç ettiği eski savcıların göreve dönüş yolunu açan AİHM kararını Anayasa'ya rağmen dikkate almayan HSYK'nın Kayasu'nun savcılığa dönme taleplerini 5 aydır cevaplandırmadığı ortaya çıkmıştı. Anayasa hukukçularına göre hem HSYK hem baroların AİHM kararından sonra avukatlık, savcılık gibi haklarını Kayasu'ya iade etmesi şart. Aksi takdirde Türkiye'nin AİHM nezdinde yeni davalar ve yeni tazminat davalarıyla karşı karşıya kalacağı belirtiliyor. ZAMAN

MUSTAFA KİRAZLI - İSTANBUL
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=941300&title=sacit-kayasu-savciliga-donmek-icin-gun-sayiyor
#1465
Son günlerde alevlenen bal tartışması tüketicilerin ağzının tadını bozdu. Sağlıklı beslenme ve şifa umuduyla alınan balların sahte olma ihtimalinden dolayı kafalar karışık.

Gerçek balı ayırt etme konusundaki kamuoyunda dolaşan bilgilerin önemli bir kısmı ise gerçek değil. Fırat Üniversitesi Arıcılık Bölümü Öğretim Görevlisi Mehmet Ali Kutlu, balda bulunan glikoz oranının hiçbir zaman dışarıdan bakıldığında anlaşılamadığını vurguluyor. Bunu ancak laboratuvar ortamında yapılacak tetkikler belirleyebiliyor. 'Ucuz etin yahnisi yavan olur.' sözü burada da geçerli. Gıda mühendisleri, ucuza satılan balda mutlaka hile olduğunun altını çiziyor.

Uzmanlara göre, 2,5 kilogram balın 10 TL'ye satılması mümkün değil. Bunlara bal demenin imkanı yok. Sadece şekerden elde edilen ve bala benzeyen ürünler. Kutlu, bu tür ürünlere bal aroması veya bir miktar süzme çam balı katıldığını anlatıyor. Kutlu, kovanlardaki arı sayısının 80 bin civarında olması gerektiğini söylüyor. Kıştan çıkan arılara baharda şurup vermenin de doğal olduğunu anlatıyor ve "3. aya kadar şurup verilebilir. Bal ise 7.–8. ayda elde ediliyor. Yani 3. ayda verilen şekerin emaresi kalmıyor. Şeker burada yavrunun büyümesi amacıyla veriliyor. Bazı üreticiler balın alındığı dönemde de şeker veriyor. Bu ticari ahlaka sığmayan bir durum. Mısır şurubu, glikoz, reçel, üzüm şurubu ve pekmez vs. arıya ne verseniz arı bunu bala dönüştürür. Tüketiciler birlik ballarını tercih etmeli. Arıcılar birliğinin paketleme tesislerinden alınacak bal, en güvenilir baldır. Göz kararı, sündürme ve dolaba koyma yoluyla balın gerçekliğini kontrol etmek imkânsız. Bal dolaba konmaz. Dolaba konulduğu zaman bal oradaki nemi hemen içine çeker. Yüzeyinde bir tabaka oluşur. O tabaka oluştuğu zaman bal şekerleşir. Bu, yanlış bir uygulamadır. Bu yöntemle balın gerçekliği anlaşılmaz." diyor.

***

Baldaki şekeri belirlemek için başvurulan geleneksel yöntem

Çiçek balı ile şeker karıştırılmış balı birbirinden ayırt etmek için kibrit çöpünün üstüne konulacak kadar bir bal damlası ışığa tutularak içerisinde şeker olup olmadığı ayırt edilebilir. Bal damlası şiddetli bir ışık kaynağına tutulur. Sarkmaya başlayan bal damlasında ışıklar sol tarafta toplanırsa çiçek, sağ tarafta toplanırsa şeker karıştırılmış baldır. Ancak sağ tarafta toplanan ışık her zaman şeker karıştırılmış bal anlamına gelmez, bazen kaynağı çam ve farklı bitkiler olan ballar da ışığı sağ tarafta toplar. Bizim için önemli olan aldığımız balın çiçek balı olmasıdır. Onun için alacağımız balın ışığı mutlaka sol tarafta toplanmalıdır.

***

Türk arıcısının emeği çalınıyor

Ziraat Yük. Müh. Bahri Yılmaz (TAB Yönetim Kurulu Başkanı): Bizim arıcılar olarak sloganımız; insanlara kalıntısız ve katkısız doğal arı balı yedirmek. Bu arıcıların sorumluluk anlayışının bir gereği. Bunu Arıcılık Kayıt Sistemi (AKS) ile sağlamış bulunuyoruz. Dört milyon arı kovanının her birinde bir barkot numarası var. Merkezi olarak bilgisayar ortamında izlenerek kavanozdan kovana kadar izlenebilir arıcılık yapıyoruz. Bal arıları balı doğal kaynaklardan yapar. Bal dışı ürünler tamamen sahtecilerin işi. Devletin laboratuvarları var, bal analizleri yapılıyor. Alo Gıda 174 hattı var, şikâyet edebilirler. Türk arıcısının emeğine saygı duymayan, yasal boşluklardan yararlanan sahte adamlar var. GDO üretilmiş glikozları balmış gibi satıyor olmaları, hatta ihraç bile etmiş olmaları Türk balına imaj kaybettiriyor. Balı yalnızca bal arıları yapar, sahte bal olmaz.

***

sahte bal yoktur, insanların yaptığı bal vardır

Türkiye Arıcılar Birliği Yönetim Kurulu Üyesi Fahri Saylak: Büyük bir denetim yetersizliği var. Dedektif gibi çalışıyoruz, yapay balları satanları tespit ediyoruz. İlgili kuruma bildiriyoruz. Kurum işlem yapmıyor. Öncelikle bu denetim sorununun çözülmesi gerek. Piyasada sahte bal yoktur, insanların yaptığı bal vardır. Çünkü arı hiçbir zaman sahte bal yapmaz.

***

Gerçek balla sahtesini ayırmanın yolları

Gerçek bal, soğuk ortamlarda şekerlenir; sahte bal şekerlenmez.

Gerçek balın çok özel, esans gibi hafif bir kokusu vardır. Balı keserken, saklama kabını açıp kapatırken bu koku daha yoğun algılanır.

Gerçek bal, glikozlu bala göre daha koyu kıvamdadır.

Gerçek bal, şerbet gibi aşırı tatlı değildir. Glikozlu bal daha tatlıdır. Bal ağza alındığında birkaç tür tat alınır. Yapay ballarda düz, tek bir tat olur.

Ucuz balda mutlaka şeker ve türevi maddeler vardır.

Bazı üreticiler şekerden elde edilen ürüne, süzme çam balı karıştırıyor. Çam balı ucuz olduğu için bu işte kullanılıyor.

Balı dolapta bekletme yöntemi doğru değildir. Yapısı itibarıyla her zaman nemi çeker. Üzerinde tabaka oluşur. Sonra kristalleşir. Bal olmayan ürünler bu özelliği göstermez.

Arı, tatlı olan her şeyi tüketir. Bazı üreticiler arıya, mısır şurubu, glikoz, reçel, üzüm şurubu ve pekmez vs. verir. Böyle bir balın reçelden farkı yoktur.

Arıcı birliklerinin paketlediği ballar tercih edilmeli. Arıcılar birliğinin paketleme tesislerinden alınacak bal en güvenilir baldır.

Gerçek balın dış görünümü ceviz kabuğu veya buna benzer grinin tonlarında olur. Glikoz katkılı ballar ise daha açık tonda beyaz renkte olur.

Gerçek bal, kekik, keven çiçeklerinin çeşitlerine göre açık mor, sarı, hafif kırmızı veya buzlu cam renklerinde veya bu renklerin değişik tonlarında olabilir. Glikozlu ballar ise açık cam renginde ve daha şeffaf olur.

Bir kaşığa bal koyup ateşe tuttuğunuzda gerçek bal oldukça akışkan olur, dayanıklıdır geç yanar; glikoz balı ise çabuk yanar ve kömürleşir.

Aynı ölçek iki kaba tam süzülmüş gerçek bal ve glikozlu bal koyup ağırlıklarını karşılaştırdığınızda, gerçek bal çok daha ağır gelir.

Düzenli bir şekilde tüketildiğinde gerçek bal şeker hastalarında, şeker değerini sadece birkaç puan artırır. Ancak aynı miktarda tüketilen glikozlu bal şeker hastalarını komaya dahi sokabilir. ZAMAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=931574&title=balin-sahtesi-nasil-anlasilir&haberSayfa=1
#1466
Selçuk Üniversitesi (SÜ) Meram Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Nefroloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Türk, suyun doğru zamanlarda, doğru miktarlarda içildiğinde insan sağlığı için birçok yararı olduğunu hatırlattı.

İnsan vücudunun yüzde 60-70'inin sudan oluştuğunu, bu nedenle vücudun su dengesinin büyük önem taşıdığını ifade eden Türk, "Bu sıvı dengesinin sağlanması ve metabolizma sonucu ortaya çıkan zehirlerin atılması için günde 1, 1.5 litre idrarın çıkarılması lazım. Bu 1 litre idrarın çıkması için de günde 2-2.5 litre su içilmesi gerekir" dedi.

Prof. Dr. Türk, kanın yüzde 80'inin sudan oluştuğunu, bu suyun kanın akışkanlığını sağladığını vurgulayarak, şunları anlattı: "Kanın akışkanlığının azalması, bazı sağlık sorunlarına neden olabiliyor. Özellikle kalp ve damar hastalığı olan kişilerde, vücudun aşırı sıvı kaybetmesi sonucunda kanın akışkanlığının azalması, kalp krizi ve felce neden olabiliyor. Kan akışkanlığında kanın içindeki sıvı miktarının önemli etkisi var. Akşamları biraz fazla yemek yendiğinde kan içindeki yağ, kolesterol ve protein miktarı artarak akışkanlık azalır. Akşam yemeğinde ve yatmadan önce içilen birkaç bardak su kanın akışkanlığını artıracağı için kalp krizi riskini de azaltıyor. Bu nedenle sağlımız için gün içinde 2-2.5 litre, yatmadan önce de en az birkaç bardak su içmeliyiz."

Yemeklerden en az yarım saat önce de bir bardak su içilmesi ile yiyeceklerin hazmedilmesinin kolaylaşacağını dile getiren Prof. Dr. Türk, aynı şekilde beden ısısının düzenlenmesinde de rolü olan suyun, idrar, ter, nefes ve gaita yolu ile vücuttaki atıkların atılmasında önemli etkisi olduğunu bildirdi.

Suyun, hücrelere gıda ve oksijen taşınmasını sağlama, yiyeceklerin vücutta enerjiye çevrilmesi gibi birçok konuda rolü olduğunu anlatan Türk, dengeli sıvı almanın önemli olduğunu belirtti.

SÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Türk, sıvı ihtiyacının da su, çay ve dengeli içeriği olan maden sularıyla giderilebileceğini sözlerine ekledi.

AA
http://www.haber7.com/haber/20100117/Gece-kalp-krizine-karsi-bir-bardak-su.php
#1467
Halk Sağlığı ve İç Hastalıkları Uzmanı Dr. M. Emin Dinççağ, kış aylarında "ev içi hava kirliliği"nin sağlık sorunlarına yol açtığını söyledi ve kışın kapalı mekanların sık sık havalandırılması gerektiği uyarısında bulundu.

Kış aylarında halk sağlığı açsından en önemli sağlık sorunlarından birinin ev içi hava kirliliği olduğuna dikkat çeken Dr. Dinççağ, "Kışın kapalı mekanlarda daha çok yaşama mecburiyeti, bu sorunu daha önemli kılmaktadır. Kışın ısınmada kullanılan fosil yakıtlar, otomobil egzozlarından çıkan gaz emisyonları, durgun havalar, sanayi bacalarından çıkan gazlar havanın yeterince kirlenmesine sebep olmaktadır. Bu ev dışı hava kirliliği olarak adlandırılmaktadır. Aynı şekilde, ev içi hava kirliliği de 1970'lerden sonra tarif edilmiştir. Dış ortamdan etkilenen ev havası, sigara içimi gibi diğer kirleticilerle önemli ölçüde sağlık sorunu olmaya devam ediyor. Kükürtdioksit, azotdioksit, 10 mikrometreden küçük partiküller, karbonmonoksit, kurşun ve ozon ev içi hava kirlenmesini yapan maddelerdir. Bazı evlerin rutubetli yapısı ve özelliği sebebiyle radon ve asbest gibi kanser yapıcı kirleticiler de ev içi hava kirliliğinin etkenleri olabilir" dedi.

Kışın ısınmada doğalgaz kullanımı, evde sigara içiminin önlenmesi, sık sık evlerin havalandırılması, bu konuda insanların bilinçlenmesinin ev içi hava kirliliğinin sebep olacağı sağlık problemlerini azaltacağını ifade eden Dr. M. Emin Dinççağ, "Ev içi hava kirliliği, kalp damar hastalıklarını ağırlaştırabilir. Astım hastalarının daha sık nöbet geçirmelerine sebep olur. Havayı kirleten maddelerin miktarına ve maruz kaldığı süreye bağlı olarak sağlık problemlerinin ağırlığı ve ciddiyeti artar. Kronik bronşitten, kanser hastalığının oluşumuna kadar ciddi pek çok hastalığın sebebidir. Sanayide kapalı ortamlarda benzin, gaz gibi petrol ürünlerinin yanması ile ortaya çıkan çeşitli maddeler kapalı ortamlarda ciddi ölçüde sağlık problemi yapan hava kirliliği oluşturur. Kapalı mekanlarda içilen sigaranın da en ciddi hava kirliliği yapan etken olduğu bilinmektedir. Son zamanlarda kapalı mekanlarda sigara içiminin engellenmesi, ev içi hava kirliliğini önleyecek en önemli tedbirlerdendir" diye konuştu.

http://www.stargazete.com/yasam/kisin-havalandirilmayan-ev-tehlike-saciyor-haber-236409.htm
#1468
Kardiyoloji Uzmanı Dr. Refik Emre Altekin, bilinen bir kalp hastalığı olan kişilerin gribe yakalandıklarında kalp krizinden ölme riskinin yüksek olduğunu belirtti.

Grip virüsünün damarlarda tıkanmaya yol açabileceğini söyleyen Altekin, kalp krizinin en önemli nedeninin kalp damarlarında daralmaya yol açan aterom plaklarında ani yapısal değişiklik ve bunun sonunda damarlarda ani tıkanma olduğunu ifade etti. Aterom plaklarındaki ani değişikliğin plaklardaki hücrelerde iltihap olduğunu vurgulayan Altekin, "Grip gibi hastalıklar vücuttaki iltihabi durumun artmasına yol açmaktadır. Bu iltihabi durum aterom plaklarını da etkileyerek kalp krizi oluşmasını tetiklemektedir" dedi,

KIŞ AYLARINDA FAZLA
Kalp ve damar hastalıklarına bağlı ölümlerin ortaya çıkışında mevsimsel farklılıklar bulunduğunu da sözlerine ekleyen An-Deva Hayat Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı Dr. Refik Emre Altekin, şunları söyledi:

"Kış aylarında ortaya çıkan üst solunum yolu rahatsızlıklarının büyük bir bölümü grip olarak adlandırılır ve influenza adı verilen bir virüs neden olur. Bu virüse karşı oluşturulan savunma mekanizmalarının kalp krizini tetiklediği düşünülmektedir. Bu virüsün etkisi dışında kış aylarında soğuk hava nedeniyle hareket imkânının azalması, daha standart bir yaşamın tercih edilmesi ve soğuğun kalp damarlarında ani kasılmaya yol açması da kalp krizi riskini artırır."

Stent takılmış ya da by-pass olmuş hastaların daha dikkatli olması gerektiğini belirten Altekin, "Bu hastaların ciddi olarak tespit edilip tedavi edilen damarları dışında, ciddi olamayan fakat aterom plağı içeren yaygın damar hastalıkları bulunmaktadır. Bu nedenle yeni bir kalp krizi geçirme ihtimalleri daha yüksektir. Ayrıca bu kişilerin tedavi öncesi olan damar tıkanıklığı nedeniyle kalbinin bazı bölgelerindeki hücre kaybına bağlı ortaya çıkan kalp yetmezlikleri mevcut ise bu hastalarda gripten dolayı ani nefes darlığı atakları ve akciğerde halk arasında su toplaması olarak bilinen akciğer ödemi tablosu gelişebilir. Ayrıca piyasada bulunan ve gribin neden olduğu şikâyetleri gideren ilaçların içeriğindeki maddeler ani tansiyon yüksekliği, çarpıntı, şeker hastalığı varsa şeker kontrolünde bozulmaya yol açabilir" şeklinde konuştu.

KALP HASTALARI GRİPTEN NASIL KORUNACAK
Kalp hastalarının gripten korunmak için, önlemler alması gerektiğini bildiren Altekin, ellerin sık yıkanması, bol sıvı tüketilmesi ve C vitamini alınması gerektiğini söyledi. ABD'deki Hastalıkları Kontrol ve Önleme Merkezi (CBC), koroner arter hastalığı olan, damar tıkanıklığı sürecini yaşayan, by-pass olmuş, stent takılmış ya da balonla damarları açılmış hastalara ve kalp yetmezliği olan bireylere grip aşısını önerdiğini hatırlatan Altekin, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Kalp sorunu yaşayanlar, gribe yakalanma açısından daha fazla risk taşımıyor. Ancak kalp yetersizliği olan hastalarda grip ataklarından sonra daha ciddi solunum yolları enfeksiyonlarının oluştuğunu ve zatürrelerin de arttığı biliniyor. Grip aşısı bunlara karşı da bir koruma sağlıyor.
Rakamsal veriler grip aşısının kalp hastalıklarına olan faydasını destekliyor. Bir yıl içinde erişkin bireylerin yüzde 10 ile 20'sinde grip hastalığı görülüyor. Koroner arter hastalığı olan bireylerde aşılanma oranı yüzde 30'lar seviyesinde. Herhangi bir kalp krizi, planlanmış bir anjiyoplasti stent işlemi için hastaneye yatan hastalara aşı yapıldığı takdirde, özellikle grip mevsiminde bu hastalardaki ölüm yaklaşık yüzde 50 oranında azalıyor.

Aşılanmayan bireylerde tekrar kalp krizi geçirme ya da ölüm oranı, yaklaşık olarak yüzde 23'ler civarında saptanırken, aşı olmuş bireylerde bu rakam yüzde 11'e düşüyor. "

Yapılan çalışmalara göre gribin her 100 bin kişiden 2'sinde öldürücü seyrettiğine de dikkat çeken Altekin, ölüm riskinin sağlıklı erişkinlere göre kalp-damar hastalığı olanlarda 52 kat, akciğer hastalığı olanlarda 120 kat, kalp-damar hastalığıyla birlikte şeker hastalığı olanlarda ise 241 kat arttığını söyledi.

http://www.stargazete.com/yasam/grip-kalp-krizini-tetikliyor-haber-235067.htm
#1469
Narın meme kanseri riskini azaltabildiği bildirildi.

Bilimadamları, laboratuvarda yapılan testlerde, narın içindeki "ellagitannins" adlı kimyasalların, kanser hücrelerinin çoğalmasına sebep olan östrojen hormonunun üretimini engellediğini belirlediler.

Araştırmanın, meme kanserine karşı yeni ilaçların geliştirilmesinin yolunu açabileceğini belirten bilimadamları, bu esnada bu mevyeyi daha çok tüketmenin yararlı olabileceğini kaydettiler.

Daily Telegraph'taki habere göre uzmanlar, faydası olması için bu kimyasallardan ne kadar gerektiğini henüz bilmediklerini belirttiler.

Ohio Devlet Üniversitesi Dahiliye Bölümü profesörü Gary Stoner, araştırmada, etki göstermesi için "görece yüksek seviyede ellagitannin bileşimine" ihtiyaç duyulduğunu söyledi.

Araştırma, Amerikan Kanser Araştırma Kurumunun yayın organı "Cancer Prevention research"de yayınlandı.

http://www.stargazete.com/yasam/nar-ye-kanserden-korun-haber-236218.htm
#1470
İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon'un Türkiye Büyükelçisi Oğuz Çelikkol'a yakışıksız davranışına Türkiye'nin tepkisi üzerine gönderilen özür mektubu, İsrail basınında genelde "teslimiyet" şeklinde yorumlandı.

İbranice yayımlanan gazetelerinden Maariv, "Teslimiyet. Ayalon özür diledi. Kriz sona erdi" başlığının altına "Bir sonraki krize kadar" alt başlığını kullandı.

Haberde, "Dışişleri Bakan Yardımcısı Ayalon artık o kadar yüksekte oturmuyor. Ayalon, dün (Cumhurbaşkanı Şimon) Peres ve (Başbakan Binyamin) Netanyahu'nun baskılarına boyun eğerek Ankara'ya ikinci bir özür mektubu göndermek zorunda kaldı. Aynen Türklerin istediği gibi: Sizi küçük düşürmek istemedim ve protestonun yansıma ve algılanma şeklinden dolayı özür diliyorum" ifadelerine yer verildi.

Haaretz gazetesinin İbranice nüshasında "İsrail, Türk ültimatomuna teslim oldu" manşeti atılırken, İngilizce nüshasında "Baskılara boyun eğen Ayalon, Türkiye'den yeniden özür diledi" başlığı kullanıldı.

Gazetede Zvi Barel'in "Türk kamuoyu affetmez ve unutmaz" başlıklı yorumunda ise Danny Ayalon'un özrüne rağmen, iki ülke ilişkilerine zarar verildiği belirtildi.

Türk kamuoyunun hassasiyetine dikkati çeken Barel, "Türk halkı, temsilcilerine yapılan hakaretleri sineye çekecek bir halk değildir. Hükümetinin icraatını beğenmediğinde sokaklara dökülen bu halktır. Hükümetin politikalarını beğenmediğinde sesini yükselten de bu halktır" görüşünü dile getirdi.

İbranice yayımlanan gazetelerden Yisrael Hayom, "İsrail'den Türkiye'ye özür" manşetini kullandı.

Bu gazetenin yorumunda, "Türkiye büyükelçisini kameralar önünde aşağılama fikrinin akıl yoksunluğundan başka bir şey olmadığı" vurgulandı.

İbranice yayımlanan gazetelerden Yediot Ahronot, "Teslimiyet ve özür" başlığıyla verdiği haberde, "Gün boyu süren baskılar, telefonlar, ricalar ve malum kelimeyi içeren bir mektup sonucunda Türkiye Büyükelçisi olayı kapandı" ifadelerini kullandı.

İsrail radyosuna açıklama yapan Kadima partisi milletvekillerinden Haim Ramon da "Türkiye ile gereksiz bir sürtüşme yaratıldı. Hükümet akılsızca davrandı" diye konuştu.

AA
http://www.haber7.com/haber/20100114/Israil-basinina-gore-ozur-mektubu-Teslimiyet.php
#1471
Pedagog Adem Güneş Türkiyede Pedagoji bölümlerinin kaldırılmasının doğru olmadığını ve bu durumun yarattığı risklere dikkat çekerek çeşitli uyarılarda bulundu.

MORAL DÜNYASI DERGİSİ-Ekrem Altıntepe'nin Ropörtajı-13 Ağustos 2008

Pedagoji eğitimini Hollanda'da yapan Pedagog Adem Güneş, Türkiye'de üniversitelerde Pedagoji bölümlerinin olmadığını söylüyor. Pedagogların olmadığı bir ülkeyi düşünmenin çok acı olduğunu ifade eden Güneş, bir ülkenin kendi pedagogları yoksa, çocuk terbiyesi konusundaki gelişmeleri dışarıdan ithal etmek zorunda kalacağını, Türkiye için de durumun bundan farklı olmadığını belirtiyor.

Pedagog Adem Güneş, Türkiye için yeni bir metod olduğunu söylediği "terapi hikayeleri" ile çocuklarda var olan "korku", "yalan söyleme", "hırsızlık yapma", "ergenlik problemleri" gibi sorunları çocukların bilinçaltına hikayelerle inerek davranış değiştirmenin mümkün olduğunu ifade ediyor. Güneş, Nesil Çocuk yayınları arasında çıkan "Terapi Hikâyeleri-1 / Korku" kitabı üzerine yaptığımız söyleşide çok ilginç açıklamalarda bulundu.
   
Türkiye'de pedagog yetişmediğini, çünkü üniversitelerden Pedagoloji bölümünün kaldırıldığını kaydeden Güneş, Türkiye'de Pedagoji kelimesine farklı bir anlam yüklenerek "eğitim bilimi" haline getirildiğini, oysa Pedagoji'nin "çocuk bilimi" olduğunu söylüyor.
   
Geçtiğimiz ay "Terapi Hikayeleri" isimli bir kitabınız çıktı. Korku yaşayan çocuklara yönelik özel olarak hazırladığınız bir kitap bu değil mi?
Evet... Hikâyelerle terapi, Türkiye için yepyeni bir uygulama. Bugüne kadar terapi metotları arasında, renklerle terapi, müzikle terapi, oyunla terapi, neo terapi gibi yöntemler biliniyordu. Nesil Yayınları'nın ve değerli Ömer Faruk Paksu Beyefendi'nin de destekleri ile Türkiye yepyeni bir metodla tanışmış oldu.

Nedir peki "hikayelerle terapi"?
Anormal davranışlar sergileyen çocukların davranışlarını yeniden düzenlemek için hikâyeler içine sıkıştırılmış bilinçaltı telkin yöntemidir. Bu yöntemle çocuk bir yandan heyecanlı bir hikaye dinlerken, diğer yandan farkında olmadan bir bilinçaltı terapi sürecinin içine giriyor. Böylece çocuk, bilinçaltına yerleşmiş bulunan ve kendisini anormal davranışlara sürükleyen dürtülerden kurtulma şansını yakalıyor.

Çok ilginç...
Hem ilginç hem de çok başarılı bir yöntem... Hikâyelerle bilinçaltına inmek anne-babalar için hem kolay hem de çok keyif verici bir uygulama. Kolay, çünkü terapi hikâyelerini uygulamak için ekstra bir bilgiye gerek yok. Yapılması lazım gelen şey, bir uzman tarafından hazırlanmış hikâyeler okunarak çocukların bilinçaltına inmek. Dolayısıyla anne-babanın uzman olmasına gerek yok... Ellerinde hazır bir iksir var, bunu çocuklarına hikâye tadında içiriyorlar...

Sadece korku yaşayan çocukların terapisine yönelik mi olacak terapi hikayeleri...
Hayır... Şu an 10 ayrı davranış problemine yönelik kitaplar hazırlıyoruz.  Terapi hikâyelerinin ikincisi "sosyal fobi" yaşayan gençlere yönelik oldu. Önümüzdeki günlerde kitabevleri raflarında yerini alır sanıyorum... Diğer konular da sırayla geliyor. Örneğin yalan söyleme, hırsızlık yapma, ergenlik problemleri gibi on ayrı konu okuyucu ile buluşacak inşallah.

Siz yurtdışında yaşıyorsunuz değil mi?
Evet Hollanda'da... Zaten biliyorsunuz, Türkiye'de olmuş olsaydım pedagog olmam imkânsızdı.

Nasıl yani? Türkiye'de olsaydınız neden pedagog olamazdınız, anlamadım!
Evet, olamazdım; çünkü 1980'li yıllarda Türkiye üniversitelerinde Pedagoji bölümleri kaldırıldı. Bu tarihten sonra Türkiye'de pedagog mezun olamadı.

Şu an Türkiye'de pedagog mezun olamıyor mu?
Evet, maalesef, şu an Türkiye'de bir tane bile mezun pedagog bulamazsınız. 

Peki neden?
Bilemiyorum. Bir şey de söylemek istemiyorum... Ama pedagogların olmadığı bir ülkeyi düşünmek bile çok acı. Eğer bir ülkenin kendi değerleri ile yetişen pedagogları yoksa, çocuk terbiyesi konusundaki gelişmeleri dışarıdan ithal etmek zorunda kalır; ki Türkiye için de durum bundan farklı değil. Türk Pedagoji literatürünü takip etmeye çalışıyorum... İnanın içim daralıyor... Teorilerin birçoğu Batılı kaynaklardan alınmış, Türk kültür ve değerleri ile doku uyuşmazlığı yaşayan tesbitler ve uzman tavsiyeleri hemen dikkat çekiyor. Ben belki yurtdışında olduğum için trajediyi daha iyi gözlemleyebiliyorum... Ama Türkiye'den bakınca olayın vahameti çok görülemiyor maalesef... 

Peki, yetkililer bilmiyor mu bunu?
İşin ikinci trajikomik yanı da bu ya... Ben bu eksikliğin yetkililer tarafından bilindiğini zannetmiyorum... Yani Türkiye'de sadece Pedagoji kaldırılmamış, aynı zamanda Pedagoji kelimesine farklı bir anlam da yüklenmiş. Örneğin şu an Türkiye'de Pedagoji denilince akla "eğitim bilimi" geliyor. Hâlbuki eğitim bilimi Pedagoji'nin altında bir alt branştır. Türk Dil Kurumu sözlüğüne bir bakın lütfen, Pedagoji'nin tarifinde "eğitim bilimi" yazıyor. Hâlbuki kelimenin aslı Yunancadır ve "Paisagogein" dir. "Pais", çocuk demek ve "Agogein" de bilim demektir. Yani Pedagoji "çocuk bilimi"dir. Pedagoji'nin tarifini "eğitim bilimi" olarak yapmak tarihi hatadır. Siz kalkar koskoca Pedagoji bilimini sadece "eğitim bilimi" diye tarif ederseniz, bir kültür katliamı yapmış olursunuz.

Kültür katliamı mı?
Bakın, Pedagoji'nin asıl uğraş sahası normal ve anormal davranışlardır. Bir ülkede çocukların normal ve anormal davranışları üzerine oluşmuş bilim dalını kaldırırsanız, o ülkenin din, ahlak, kültür ve evrensel kabul gören değerlerini de katletmiş olursunuz.

İnanın kafam karıştı... Pedagoji'nin bir toplumun geleceği ile ne ilgisi var?
Şöyle izah edeyim... Normal davranışlar nedir? Normal davranış, belli "norm"lar içinde kalan davranışlar demektir. Peki "norm" nedir? Yargılama ve değerlendirmenin kendisine göre yapıldığı ölçü birimi demektir... Yani, norm demek, din demek, kültür demek, örf ve âdet demek, bölgesel ve evrensel kabul gören değerler demektir. Eğer bir insan bu değerlerin dışında hareket ediyorsa, bu kişiye "anti norm" anlamına gelen "anorm", ya da "anormal" diyoruz... Yani bir çocuğun davranışının "anormal" olup olmadığının tesbitinde işte bu normları esas alıyoruz.

Sanırım şimdi anladım. Yani siz Pedagoji bilimini kaldırmakla "norm" tesbiti yapan bir bilim dalını da kaldırmış oluyorsunuz, öyle mi?
Aynen öyle. Yani bir ülkede pedagoji biliminin kaldırılması ile "normlar"ın tarifi de kalkmış oluyor. Hatta daha da ötesinde siz Pedagoji'ye eğitim bilimi derseniz, ikinci bir katliam daha yapmış oluyorsunuz.

Neden?
Çünkü Pedagoji'nin uğraş sahalarından biri eğitime destektir tamam, ama eğitimin bizzat kendisi değildir. Pedagojinin asıl uğraş sahası terbiyedir.

O halde hemen şöyle sorayım, eğitim ile terbiye arasında ne fark var?
Örneğin, ben desem ki, bir baba, kendi gençlik döneminin acı tecrübelerinden ders alarak, çocuğunu öyle bir eğitmiş, öyle bir eğitmiş ki, on dakikalık bir metro yolculuğu sırasında, metroda bulunan en az on kişinin cüzdanlarını çalabiliyor. Hatta daha da ötesi, boşalttığı cüzdanları hiç kimseye hissettirmeden geri yerine bile koyabiliyor. Bu babanın, çocuğunun eğitimine bu kadar önem vermesinin sebebi, kendi çocukluğunda defalarca polise yakalanmış olmasıdır. "Ben senelerimi karakollarda geçirdim, bari oğlum bu konuda iyi yetişsin" diyor. Şimdi sormak isterim, bu baba çocuğunu iyi eğitmiş mi?

Yankesicilik konusunda iyi eğitilmiş diyebiliriz...
Peki, iyi terbiye edilmiş mi?

Hayır... Böyle bir çocuk terbiyeli diyemeyiz tabii ki...
Şimdi anlıyor musunuz eğitim ile terbiye arasındaki farkı? Yani siz çocuk eğitiminde kültürel ve ahlakî değerleri hesaba katarak bir yol takip ederseniz buna "terbiye" diyoruz. Yok, eğer sadece eğitim konusuna odaklanır ve o sahada bilgi ve beceri kazandırırsanız, buna "eğitim" diyoruz. Siz, Pedagoji'yi kaldırmakla, "terbiye"yi de kaldırmış oluyorsunuz. Geriye kala kala sadece eğitimin kendisi kalıyor ki, sonra da Pedagoji'nin tarifini "eğitim bilimi" diye tanımlıyorsunuz; bu yaklaşım, çocuk yetiştirmede manevi değerlerin yok sayılması anlamına gelir.

Şimdi her şey biraz daha netlik kazanıyor. Bu noktada aklıma hemen bir soru daha geliyor, peki şu an "pedagog" olarak isim yapan kişiler var, bu kişiler hakkında ne söyleyeceksiniz?
Yani kimleri kastettiğinizi bilmiyorum. Ama benim gördüğüm kadarı ile eğitim ile uğraşan birçok değerli kişi kendilerini daha iyi profile etmek için "pedagog' olarak tanımlıyorlar. Kötü niyetli olduklarını düşünmüyorum, çünkü bir ülkede Pedagoji'nin tarifi "eğitim bilimi" diye yapılırsa, eğitim fakültesinden mezun olan bir eğitmen de kendini doğal olarak "pedagog" olarak tarif edecektir. Bunun yanı sıra bir de Adalet Bakanlığı kadrolarında çocuk suçları ile ilgili bilirkişi raporları düzenlemek ve bakanlığın bu konudaki ihtiyaçlarını gidermek üzere üniversitelerin Psikolojik Danışmanlık Rehberlik bölümü mezunları "pedagog" olarak istihdam ediliyorlar. Hâlbuki Pedagoji, "Rehberlik ve Danışmanlık"tan çok ayrı bir şey...

O halde nedir bu Pedagoji bilimi, biraz daha derinleşir misiniz?
Az önce de izahını yapmıştım. Pedagoji, çocuklardaki davranış sapmalarının normal ya da anormal oluşu üzerinde durur. Yani 18 yaşındaki bir erkek çocuğu kulağına küpe takmak istiyor, bu normal mi anormal mi? Eğer anormal ise bu davranış nasıl normal hele dönüştürülür? Ya da başörtüsü takmasını istediğiniz bir kız çocuğuna hangi yol ve yöntemleri izleyerek onu incitmeden ve kırmadan bunu nasıl gerçekleştirirsiniz? Yahut çocuk terbiyesinde televizyon nasıl kullanılmalı? Ya da, taciz yaşamış bir çocuk hangi davranış sinyallerini verir? Tüm bu ve buna benzer örnekler pedagoji biliminin kapsam alanına girer. Bu sorulara cevap bulabilmek için bir medya pedagojisi oluşmuştur, bir orthopedagoji oluşmuştur, bir transkültürel pedagoji oluşmuştur... 

Bir dakika... Bir dakika... Tüm bunlar benim için çok yeni... Medya pedagojisi, orthopedagoji, transkültürel pedagoji...
Evet, işte baştan beri anlatamaya çalıştığım şey de bu. Örneğin siz Pedagoji'yi kaldırırsanız, ülkenizde medya pedagogu yetişemez. Medya pedagogu olmayınca, hangi çizgi filmin, hangi yaş grubuna hitap edeceğini, hangi müziğin hangi yaş grubuna zarar vereceğini, reklamların çocuk davranışını hangi yönde tetiklediğini nereden bileceksiniz? Televizyonda çıkan bir çocuk dizisinin çocukları katlettiğinin tesbitini ve bilirkişiliğini kim yapacak? İşte "medya pedagogu" bu sahada uzmanlaşmış kişidir. Ya da, işitme engelli bir çocuğun üniversite hayatına kadar geçecek olan uzun süreçte hangi yol ve metodların izleneceğini nasıl tesbit edeceksiniz? İşte "eğitim pedagogu" bu sahada uzmanlaşan kişidir. Örneğin doğuştan yüzde yüz işitme engelli olup da, üniversitelerde okuyan kaç kişi gösterirsiniz bana? Ya da, taciz yaşamış olan bir çocuğun davranışlarını kim görüp de o çocuğun durumunu analiz edebilecek? İşte "orthopedagog" da bu sahada uzmanlaşan kişidir. Anlatabiliyor muyum?

Evet... Siz anlattıkça olayın vahameti daha da netleşiyor. Türkiye'de tüm bunlar farklı branşlardan kişilerin şahsi gayretleri ile doldurulmaya çalışılıyor...
Geçtiğimiz yıllarda çocuk yuvalarında yaşanan skandallar gündeme geldi. Aslında asıl skandal birkaç bakıcının çocukları dövmesi değil, çocukların topluca kaldığı bir kurumda bir tane bile uzmanın bulunmuyor oluşudur. Tüm bunlara bakarak diyebiliriz ki, Pedagoji bölümlerinin üniversitelerden kaldırılmış oluşu, domino taşı efekti oluşturmuştur. En baştaki taşa usulca dokundunuz, bakın nerelerde yıkıntılar oluşuyor.

Siz aynı zamanda Pedagoji'de bir akımın da temsilcisisiniz değil mi?
Evet. Biz "Antropedagoji" ismi ile ortaya koyduğumuz yeni bir düşünce akımını savunuyoruz.

Bu akım bir Türk Pedagog'un başlattığı akımdır diyebilir miyiz?
Evet, öyle diyebiliriz. Şöyle izah edeyim. Pedagoji teoriler üzerine inşa edilen bir bilim dalıdır. Yani önce teori ortaya atılır, sonra bu teorinin pratikte uygulanışı gözlenir. Örneğin denilir ki, "Bireysel düşünen insan modeli en başarılı insan modelidir." Sonra bu prensip doğrultusunda pedagojik metodlar üretilir. Çocuğun anne ile olan ilişkisi nasıl olursa bireysellik daha kalıcı olur? Ya da, çocuk hangi terbiye aşamalarından geçerse daha çok bireysellikte başarı yakalanabilir? Okulda ailede, çevrede hep bu teoriyi savunan kişilerin tez ve araştırmaları anne babaları yönlendirir.

Yani önce teori ortaya çıkıyor, sonra pratikte neler yaşanıyor o gözleniyor öyle mi?
Evet, çoğunlukla öyle... Ancak bu durumda yanlış bir teori ortaya atılmışsa, o takdirde, bunun acısı ancak yıllar sonra anlaşılabiliyor. O zaman geriye dönüp bakılıyor ve "şu konuları düzeltmemiz gerek" diyerek yeni bir teori geliştiriliyor. Böylece mükemmele doğru ilerleniyor... Hâlbuki biz diyoruz ki, tarihin derinliklerine inip, oradaki mükemmel insanlara bakılmalı, o kişilerin yetiştirilmesindeki tüm faktörler analiz edilmeli, daha sonra da o faktörlerin günümüz şartlarına uyup uymadığı kontrol edilerek, tecrübe kazanılmalıdır. Böylece, hata yapma riski en aza indirilmiş olur. Biraz önceki örneğe bakarsak eğer, "bireysel insan yetiştirmek" acaba doğru mu? Geçtiğimiz dönemde ortaya atılmış olan bu düşüncenin ürünü olan çocuklar bugün maalesef sokaklarda dehşet saçıyor... "Ego"su çılgına dönmüş insanların gözü ne anne görüyor ne kardeş... Böylesi bir hata neden yapıldı pedagojide? Çünkü tarihi veriler, yani "Antropedagojik" veriler dikkate alınmadı. Hâlbuki "Antropedagojik" yaklaşıma göre bakacak olsak, "bireyselcilik" ya da "kendine güven" hissi daha çok Mısır firavunlarının yetiştirilmesinde görülüyor. Tarihteki örnek insanlara baktığımızda hiçbirinin "ben" vurgusu yapmadığını, "bireysel" düşünmediğini, aksine "kollektif" bir ruh ile hareket ettiğini görüyoruz. İşte bugünün "Pedagoji"sinin daha sağlıklı yol alabilmesi için "Antropedagoji"ye ihtiyacı var. Gidin, tarihin en derin noktalarına fokus yapın, oradan örneğin bir Erasmus'u alın, bir Sokrates'i alın, bir sahabe efendilerimizi alın, bir Fatih Sultan Mehmet'i alın ve inceleyin; o günden bugüne veri transferi yapın ki, hata riskiniz en aza insin...

Böylesi bir akımın öncülüğünün de bir Türk tarafından yapılıyor olması ayrıca bir övünç kaynağı. Son olarak, yeni çalışmalarınızın olup olmadığını sorsam...
Evet var... Şu an Sistem Yayınları'ndan çıkacak olan "Çocuklara Yönelik Tacizler" isimli çok kıymetli bir eserimiz var. Bu eser umuyoruz ki Türkiye'nin her noktasına ve her anne babanın eline ulaşır. Medyada takip ediyoruz, çocuklara yönelik taciz olayları hiç hız kesmeden devam ediyor. Anne baba olarak bu konuda ne biliyoruz, çocuklarda böylesi sinyaller nasıl alınmalı, tüm bunlar bu eser içinde büyük emek sarf edilerek toparlandı. Umuyorum ki yaz tatilinde raflarda olur. Bu arada "Tatil Psikolojisi" üzerine bir çalışmamız var ki, Nesil Yayınları'ndan önümüzdeki günlerde piyasaya çıkacak. Benim için çok özel bir eser oldu bu... Değerli kardeşimiz Editör Özlem Gölcü Hanımefendi'nin büyük sabır ve uğraşlarla ortaya koyduğu bu eser tatile çıkmadan okunması gerekli olan çok hoş bilgilerle dolu bir kitap oldu.
#1472
Çocuklarını iyi yetiştirme kaygısı taşıyan bütün kadınların ortak bir kanaati vardır: Anne olmak çok zor. Peki neden? Pedagog Adem Güneş bu soruya, "Çünkü anneler omuzlarındaki birçok başka yükten dolayı annelik sorumluluğunu hakkıyla yerine getiremiyor, hatta anneliğin tatlı duygularını yaşayamıyor." diye cevap veriyor.

Nesil Yayınları'ndan çıkan 'Annelik Sanatı' adlı kitabına "Anneler neden annelik yapamaz?" sorusuyla başlayan Fatih Üniversitesi Öğretim Görevlisi Adem Güneş, bu sorunun cevabını 28 farklı soruyla arıyor. Örneğin, annenin yaşama sevinci var mı, anneye annelik statüsü verilmiş mi, anne ilk dört yaşında annesinden uzun süre ayrı kalmış mı, eşini seviyor mu, benimsemiş mi, eşi tarafından seviliyor mu, empati yeteneği var mı, cinsel yaşantısı normal mi, çocuk terbiyesinde bilinçli mi? Buna benzer soruların üzerinde düşünen annelerin kendilerine verecekleri puanlarla omuzlarındaki yükü hesaplamaları mümkün. Bu yöntemle annelerin kendilerini tanımalarını sağlamayı amaçlayan Güneş, annelerin kendilerinden kaynaklanmayan veya geçmişte yaşadıkları sorunlarla ortaya çıkan sıkıntılarının annelik kabiliyetlerini azalttığını ifade ediyor.

Adem Güneş'e göre, çocuğuna bakamayan, beceriksiz gibi görünen çoğu annenin arkasında baskıcı bir eş çıkıyor. Veya aile içinde kadına annelik statüsü verilmemiş olabiliyor. Çocuğunu istediği gibi terbiye etme özgürlüğü olmuyor. Bazı kayınvalideler çocuğunun bezini değiştirmesine bile müdahale ediyor. Eşinden sevgi alamayan kadın hırçınlaşıyor, sonra bunu çocuğuna yansıtıyor. Kitaptaki 28 maddenin aynı zamanda babaların da anneye karşı sorumluluklarını gösterdiğini ifade eden Güneş, "Bir anne düşünün kendi çocukluğu ve genç kızlığı babasından dayak yiyerek geçmiş. Böyle bir kişi geçmişte yaşadığı şeyleri çocuğuna yansıtıyor. Buna benzer faktörler annenin üstünde yük oluşturuyor. Bu yüklerle annelik yapmaya çalışıyor. Eşinden çocuğunu iyi yetiştirmesini bekleyen erkeklerin de annenin omuzlarındaki bu yükleri bilmesi, kendine bakması ve 'ben ne yapıyorum eşime' diyebilmesi lazım. Babalar unutmasın ki, anne mutsuz ise o annenin elindeki çocuk da mutsuz olacaktır." diye konuşuyor. Güneş, kendini tanıyan ve içinde bulunduğu halin farkında olan annelere, 'Neden daha iyi bir anne değilim?' diye kendilerini suçlamaktan vazgeçmelerini, bir taraftan da tespit ettikleri sorunları kökten çözmeye çalışmalarını tavsiye ediyor.

İlk dört yaşta duygu dengeleri oluşur

İlk dört yaşı birlikte geçirmenin çocuk ve anne için çok önemli bir kazanım olduğunu ifade eden Adem Güneş, çocuğun bu süre içinde duygu dengelerinin oluştuğunu vurguluyor. Bunların en önemlisi de güven duygusu. Erken yaşta annesinden uzun süre ayrılan çocuklarda hırçınlık, mutsuzluk, agresiflik, güvensizlik gibi ortak sorunların görüldüğü tespitini yapan Güneş şöyle konuşuyor: "2,5 yaşında çocuğu olan bir aile 'Hacca gidip geleceğiz bir aylığına, sorun olur mu?' diye soruyor, evet olur, diyorum. Çünkü bu ayrılık çocukta anneye karşı güvensizlik oluşturuyor. Çalışan annelerin uzun süre mesai yapması sorununu modern toplumun çözmesi gerekiyor. Batı'da mesai tanzimi tartışılıyor. İşyerindeki yöneticilerin anne olan çalışanının bu topluma bir fert yetiştirdiğini görmesi, ona herkesle aynı muameleyi yapmaması lazım."

Günün tamamını evde annesiyle geçiren çocukların duygusal ihtiyaçlarının karşılanması da annenin bilincine ve kabiliyetlerine bağlı. Güneş'e göre, evde olmak iyi çocuk yetiştiriyor olmak anlamına gelmiyor. Hatta, sürekli evde bulunan bir annenin çocuğuyla duygu bütünlemesini sağlayamaması dışarıda çalışıyor olmasından çok daha tehlikeli. Çünkü çocuk çalışan anneden en azından akşamları ihtiyacı olan duyguları alır. Ama sürekli beraber olduğu annesi yetersizse çocuk duygu dünyasını geliştiremiyor. Böyle bir çocuk 18 yaşından sonra annesine önyargıyla bakıyor. Çalışan ama çocuğuyla kaliteli zaman geçiren anneye karşı güven eksikliği olsa da 'Annem beni sevemez, beni anlamaz' gibi bir önyargı oluşmuyor.

Çocuklarınızı sevmekten korkmayın

İyi çocuk yetiştirmenin ilk şartını 'empatik olabilmek' şeklinde açıklayan Adem Güneş, annelere doğal olmalarını ve çocuklarını sevmekten korkmamalarını tavsiye ediyor:

"Empatik olmak, çocuğun yerine kendini koyabilmek değil, çocuk gibi hissedebilmektir. Mesela çocuk tavandan aşağı sarkan lambadan korkuyor, belki onu ayaklarından tavana bağlanmış gözünden ışık saçan bir yaratığa benzetiyor. Korktuğunu söyleyen çocuğa 'ne var işte lamba' derseniz duygu bütünlüğünü sağlayamazsınız. Annelik bir kız çocuğunun doğduktan sonra ruhunda adım adım gelişen bir şeydir. Hiç kimse çocuğu kendi annesi gibi sevemez. Anneler, yakınlık gösterirse, kucağına alırsa çocuğun kendisine bağımlı olacağını sanıyor. Oysa ilk 4 yıl içinde anne ilgi ve sevgisine doyan çocuk, ondan sonra rahatlıkla ayrılır annesinden. Ama anne çocuğu terk etmişse, yalnız yatıracağım diye ağlatarak uyutmuşsa, çocuğu bir yerlere bırakmış güvensizlik oluşturmuşsa, çocuğun nazarında her an bırakıp gidebilecek bir güvensizlik duygusu oluşturmuşsa, o zaman anneye bağımlı oluyor."

Anadolu pedagojisi

Çocuklarla ilgili yaklaşımlarında Anadolu pedagojisini öne çıkaran Pedagog Adem Güneş, bu ekolü şöyle anlatıyor: "Türkiye'de genellikle davranışçı ve Darwinist ekoller benimseniyor. Batı'da gelişen bu akımlar aynen alınarak Anadolu kültürüyle yetişmiş insanlara uygulanmaya çalışıldığında sorunlar çözülemiyor. Oysa 'hümanist ekol' Anadolu topraklarıyla daha uyumlu. Sadece Batı ölçüleriyle bakıldığında belki çok yetenekli bir çocuk 'asosyal' veya 'sorunlu' ilan edilebilir. Örneğin, çocukluğunda minarelerin şerefelerinde korkusuzca yürüyen Bediüzzaman Hazretleri'ne, Batı normlarına göre bir pedagogun karşısına götürülse hiperaktif teşhisi konulur, belki ilaçla tedavi edilmeye kalkışılırdı. Oysa bu çocuklara hasta muamelesi yapmak yerine yönlendirmek gerekiyor. Bu durum nörolojik sebeplerden oluyorsa uzmanın onu görmesi lazım. Batı'dan öğrenilen bilgilerin filtreden geçirilerek kendi kültürümüze göre uyarlanmasına 'Anadolu pedagojisi' diyoruz."

Aile Sağlık-Şemsinur Özdemir
http://www.zaman.com.tr/wap.do?method=getHaber&haberno=916977&bolumno=0&altbolumno=0&sirano=5&sayfa=0&maxRead=maxRead
#1473
Araştırmalara göre çocukların en çok tacize uğradığı yaş aralığı 4-11. Bu dönemde onlara daha çok dikkat etmeniz gerekiyor.

Ama onları nasıl koruyacağınızı bilmiyorsanız kaçınılmaz sonucu çocuğunuz da yaşayabilir. Pedagog Adem Güneş, yeni çıkan 'Çocuklarda Mahremiyet Eğitimi: Labirent' adlı kitabında, ebeveynlerin korkulu rüyası haline gelen bu soruna karşı ne gibi önlemler almaları gerektiğini anlatıyor. 'Anadolu pedagojisi' diye adlandırdığı 'mahremiyet eğitimi'ni ebeveynlerin mutlaka öğrenmelerini tavsiye ediyor.

Adalet Bakanlığı'nın, mahkeme kayıtlarına dayanarak hazırladığı rapora göre 1992-2007 yılları arasında ülkemizde 21 bin çocuk (tacize değil) tecavüze uğramış. Oysaki pedagog Adem Güneş, yaşanan her 10 tecavüz olayından sadece birinin mahkemeye intikal ettiğini söylüyor. Çocuklara yönelik cinsel suistimal, bir çocuğun hayatında yaşayacağı en büyük travmalardan biri. Akla karayı bilmediği bir dönemde güvendiği, sevdiği insanlardan zarar görmek onun duygu dünyasını altüst ediyor, ruhunda derin yaralar açıyor. Buna rağmen ne anne-babalar ne de gerekli kurumlar konunun vahametini kavramış değil.

Okulda verilen cinsel eğitimin ise Güneş'in araştırmalarına göre ciddi anlamda olumsuz sonuçları var. Güneş, "Cinsellik, çocuğun özel dünyasıdır. Bu dünyanın sınıf ortamı gibi kalabalıklarda genele açılması onun sınırlarını ayarlayamamasına neden olur. Okullarda ve kalabalık bir grup içinde hangi çocuğun, hangi oranda cinsel bilgiyi sindirebileceği önceden kestirilemez. Örneğin istimna (mastürbasyon) hakkında hiçbir şey bilmeyen bazı çocukların, derste bu konuyu gördükten sonra merak edip başladığına dair yaşanmış örnekler var. Ayrıca böyle bir ortam çocuğun utanma duygusunu zedeler. Cinsel eğitimi verecek kişinin ruhu, çocuğun ruhuyla özdeşleşmiş bir ruh mu, yoksa negatif bir etki oluşturacak bir ruh mu? Bu da önemli bir sorun. Babanın ruhu bile çocukta aksi tesir oluşturuyorsa siz okulda rastgele bir öğretmeni karşılarına çıkarıp bu eğitimi verdiremezsiniz. Örneğin erkek çocuklara mahremiyet eğitimi vermek için dayılar bu konuda en uygun isimlerden biri. Yine erkek çocuklarda abi de çocukta birtakım hayal kırıklıklarına neden oluyor. Çünkü çocuk abisinden bu tür bilgileri duymak istemiyor. Kaldı ki, böylesi konuları sınıf ortamı gibi genel açık bir yerde duymak çocuk ruhunu incitiyor. Çok somut örneklendirir isek, geçenlerde bir kız çocuğu okulda aldığı cinsel eğitimden hemen sonra ablasına gelerek anne ve babasına karşı tiksinti hissettiğini söylemiş. Rica ederim olur mu şimdi böyle, ulu orta çocukları bir araya toplayıp onlara en mahrem konular hakkında bilgiler sunmak?" diyor.

Peki çözüm ne? Adem Güneş, 'Anadolu pedagojisi' olarak adlandırdığı ve ailede verilmesi gereken ama günümüzde unutulan, anne-babaların ihmal ettiği ya da önemsemediği 'mahremiyet eğitimi'ni öneriyor. Güneş, 'mahremiyet eğitimi' ile 'cinsel eğitim'in iki farklı kavram olduğunu söylüyor ve aralarındaki farka ebeveynlerin dikkat kesilmesini istiyor. Cinsel eğitim, bir grup çocuğa topluca verilir. Halbuki mahremiyet eğitimi kişiye özeldir. Adem Güneş, uzun yıllardır Avrupa'da çocuklara yönelik şiddet ve suistimaller konusunda çalışan bir uzman. Henüz bir yıldır Türkiye'de yaşıyor. Gelir gelmez, karşılaştığı suistimal rakamları ve yetersiz uygulamalar karşısında üzüldüğünü anlatıyor. Anne ve babalara da bir uyarıda bulunuyor: "Mahremiyet eğitimi ya da Anadolu pedagojisini mutlaka öğrenin." s.ozarslan@zaman.com.tr

Cinsel suistimale karşı çocuklar nasıl eğitilmeli?

Adem Güneş'e göre, öncelikle çocuklara 'temel davranış refleksi' kazandırılması gerekiyor. Yani, çocuğa yönelik anormal davranışlar karşısında çocuğun ani bir refleks halinde kendisini koruması öğretilmeli. 4-7 yaş dönemi bu eğitim için çok önemli. Temel davranış refleksine, eskiler 'haya duygusu' adını veriyor. Peki bir çocuğa bu refleks nasıl kazandırılabilir?

Çocuğunuz üzerini çıkartırken ondan izin alın

Bunun mahremiyet eğitimindeki adı 'bedenim bana aittir' bilinci oluşturmak: Bedeninin kendisine ait olduğu hissini kazanamayan çocuk, çok rahatlıkla tacize uğruyor. Çünkü herkesin bedeni üzerinde bir şeyler yapabileceğini düşünüyor. Bu nedenle çocuğun altı değiştirilirken, çocuğa saygısızca ve hırçınca davranarak ve hatta zorla yatırarak altını değiştirmemeli ya da çocuğun üzerini çıkartırken ondan izin almalı! 'İstersen atletini çıkartayım, çok terlemişsin kızım' şeklinde cümleler kurmayı ihmal etmeyin. Güneş, "Çocuk başlangıçta kendisinden neden izin alındığını anlayamaz. Ama ilerleyen zaman içinde, kendisinden izni alınmadan bedenine yapılacak müdahaleleri hisseder ve bundan rahatsız olur." diyor.

Severken bile onun rızasını gözetin

'İzin verirsem dokunabilirsin' bilinci: Çocuğunuzu severken bile 'seni öpebilir miyim?' diye müsaade isteyin ki, bu bilinç oluşsun. Çocuğa herkesin izinsiz dokunması; öpmesi, mıncıklaması vs. bedenini koruma refleksini kırıyor.

Dört yaşından itibaren genital bölgesine mümkün olduğunca dokunmayın

'Dokunulması yasak olan yerlerim' refleksi: Anne-babalar, banyo ya da alt temizliği nedeniyle çocuğun sıkça genital bölgesine dokunuyor. 4 yaşından itibaren mümkün olduğu ölçüde bunu yapmamaya gayret edin. Eş-dost ve akrabaların da, çocukların genital bölgesine dokunarak ya da vurarak sevmesine de izin vermeyin.

Çocuğunuzu yaka-paça eve sokmaya çalışmayın

Fiziksel baskıya direnme refleksi: Çocuğunuza, fiziken sizden güçsüz olduğunu asla hissettirmeyin. Mesela yaka paça eve sokmayın, itip kakmayın, zor kullanmayın. Sevgi gösterileri sırasında ise oyun oynamak için sizden kaçan çocuğu köşeye sıkıştırmayın. Siz onu sevdiğinizi düşünebilirsiniz ama çocuk bu sırada kendisinden büyük birinden kaçamayacağını hafızasına yazıyor. Araştırmalara göre, cinsel suistimale uğrayan çocukların birçoğu çırpınmanın ve o anda kaçmanın çözüm olmadığını düşündüğü için kaçmayı denemiyor.

Evde çıplak dolaşmasına izin vermeyin

'Vücudum görünmemeli' hissi: Dört yaşından itibaren çocuğunuzu ev içinde çırılçıplak dolaştırmayın. Giysilerini kendisinin giyip çıkartmasına izin verin. Kendisini başkalarının yanında çıplak görmeye alışkın olmayan çocuk, elbisesinin birileri tarafından çıkartılmasından ciddi rahatsızlık duyar.

Çocuğunuzla birlikte banyo yapmayın

'Banyoda çıplak olunmaması' bilinci: Bazı anne babalar, bebeklikten itibaren çocuklarıyla birlikte yıkanır. Dört yaşından itibaren buna son verin. Ona banyo yaptırırken de üzerinde mutlaka alt çamaşırının olmasına dikkat edin. 7 yaşından itibaren ise mutlaka ve mutlaka çocuğunuzun genital bölgesini başkalarının; eş, dost, akraba görmemesine özen gösterin.

Çocuğunuz tuvalet ihtiyacını giderirken yanında durmayın

'Tuvalette benden başkası olmamalı' bilinci: Çocuğunuza dört yaşından itibaren tuvalet ihtiyacının yalnız başına giderilmesi gereken bir durum olduğunu öğretin. Yanında durmayın. Korktuğunu söylese bile onu ihtiyacını yalnız gidermesine alıştırın.

Başkalarının yanında üst-baş değişimi yapmayın

Soyunma ve giyinmede yalnızlık ilkesi: Temel davranış refleksinin kazandırılmasında çocuğun kıyafetlerini yalnız başına giyip çıkarması büyük önem taşıyor. Dört yaşındaki bir çocuk yalnız başına kıyafet giymekte zorlanabilir. Bu durumda anne ya da baba başka bir odada ona yardımcı olmalı. Asla salonda başkalarının yanında üst-baş değiştirilmemeli.

Onun özel dünyasına saygıyla yaklaştığınızı hissettirin

'İzin verirsem kabul edilirsin' ilkesi: Anne-babalar, çoğu zaman çocuklarının bir birey olduğunu unutuyor ve farkında olmadan ona kendi tekelindeki bir mal muamelesi yapıyor. Buna göre özellikle 7 yaşından sonra çocuğunuzun odasına izin almadan girmeyin. Mesela onu odasında üzerini giyerken gördüğünüzde, özel dünyasına saygıyla yaklaştığınızı hissettirin ve özür dileyip kapısını kapatın. Çocuk, odasının kendisine özel olduğunu anlamalı ve izin vermeden kimsenin giremeyeceğini bilmeli.

***

Taciz yaşayan çocuk nasıl anlaşılır?

- Cinsel suistimale uğrayan çocuğun kaybettiği en önemli duygu; 'güven'... Güven kaybı insan yaşamında oldukça önemli. Böyle bir küçük kız çocuğu ise, içe kapanır, kendini sorgular, kendini suçlu hisseder, depresif olur, erkek çocuğu ise kimlik bunalımı geçirir. Kendisinin hâlâ erkek olduğunu ispat etmeye çalışır, anlamsız 'maço' davranışlar sergiler, agresif bir hale bürünür. Böyle bir durumda kalan çocuğun en önemli ihtiyacı güven duyabileceği bir eldir. Bunun için Avrupa'da birçok ülkede taciz yaşayan çocuklar için özel 'güven kazandırma merkezleri' bulunuyor. Çocuk burada yeniden hayata tutunup daha sonra travma sonrası terapiye alınıyor. Maalesef ülkemizde ne "güven merkezleri" ne de "travma sonrası terapi merkezleri" gerçek anlamda işlemiyor.

- Erkek çocuk da kız çocuk da oyun arkadaşı olarak erkeklerle oynamayı tercih eder. Suistimalin, erkek çocuklarda bıraktığı en derin iz, kimlik bunalımıdır.

- Erkek çocuk güç kazanmak, kız çocuk güçlüye sığınmak ister.

- Kız çocuk, kimliğini değiştirtme eğilimindedir. Geçmişine ait bütün izleri üzerinden atmaya ve silmeye gayret eder.

- Suistimale uğrayan çocuklar, geçici hafıza kaybına uğruyor. Hayatının ilerleyen dönemlerinde geriye dönüp baktığında küçüklüğünün o günlerini hatırlayamıyor.

Sevinç Özarslan
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=906888&title=cocugunuzu-cinsel-suistimalden-korumanin-en-etkili-yolu-anadolu-pedagojisi&haberSayfa=0
#1474


Uzunca yıllar yurt dışında eğitim sistemleri üzerinde araştırmalar yapan Fatih Üniversitesi Öğretim Görevlisi Uzman Pedagog Adem Güneş'ten ezberbozan bir yaklaşım: Anadolu Pedagojisi

Anadolu aile yapısının özelliğinden kaynaklanan fıtrata uygun çocuk yetiştirme metodudur Anadolu Pedagojisi.

Çocuk eğitiminde en büyük sorumluluk aileye düşmektedir. Gerek çocukluğun okul öncesi dönemlerinden gerekse de okul yıllarında ailenin verdiği eğitim çocuğun kişilik gelişiminde oldukça etkilidir. Özellikle modern çağla birlikte çocuk eğitiminde batılı öğretiler egemen oldu. Anadolu'da da uygulamaya sokulan bu öğretiler, Anadolu'nun çocuk eğitimindeki binlerce yıllık medeniyet birikimiyle uyuşmadı. Ailelerin çocukları ile iletişiminde sorunlar arttı, modern çağa özgü hastalıklar arttı, psikologların kapısını aşındırma moda haline geldi. Aile içi eğitimin yanlış olması modern insanı yalnızlığa itti. Aileyi ön plana çıkararak yayın hayatını sürdüren Moral Dünyası dergisi, batı endeksli pedagoji usullerinin yaşadığımız coğrafya ile uyuşmadığından hareketle Anadolu Pedagojisini öneriyor.

Uzman Pedagog Adem Güneş, çocuk terbiyesinde batıyı değil kendi kültürümüzü referans almamız gerektiği üzerine hacimli bir yazı kaleme almış. Osmanlı döneminde, Anadolu'da çocuk yetiştirme sorumluluğunun bugün olduğu gibi sadece anne üzerine atılmadığını, çocuğun yetişmesinden herkesin sorumlu olduğunu belirterek Osman Gazi'nin eğitiminde Şeyh Edebali'nin rolünü örnek gösteriyor. Aslında, sadece Osmanlı'da değil; Osmanlı'dan önceki dönemlere de bakıldığında bu milletin ortak karakterinin "insan yetiştirmek" olduğunu söylüyor Adem Güneş.

Psikolojinin kelime manası itibariyle ruh bilimi olduğu ve insanda bozulmuş  olan ruh dünyasını yeniden inşa etmeye çalıştığını  bu nedenle reformcu bir yapıya sahip olduğunu belirten Adem Güneş, pedagojinin ise çocuk bilimi olduğu ve henüz bozulmamış, tertemiz bir vaziyette anne-babanın elinde bulunan çocukların dünyasını  yakından inceleyerek anne-babaya, eğiticiye çocukların ruhunu bozmadan nasıl yetiştirilmesi gerektiği üzerine tavsiyelerde bulunduğundan, psikolojinin yeniden inşa, pedagojinin ise sıfırdan inşa etmek olduğunu vurguluyor.

Anadolu Pedagojisi mi? O da ne?

Göz kamaştırıcı  bir hassasiyetle çocuk yetiştiren Anadolu insanını gören Batılı  bilim adamları, çocuğa bakış açısını değiştirdi. Bir zamanlar, içinde günah ve şeytan ile dünyaya geldiği konusunda şüphe duyulmayan ve onun için vaftiz edilerek günahlarından arındırılan çocuk, bir süre sonra batıda daha değerli hale gelmeye başlıyor. Batıda, medya pedagojisi, transkültürel pedagoji, ortopedagoji, eğitim pedagojisi gibi branşlar ortaya çıkıyor.

Batılı öğretinin Anadolu'da uygulanmasında, eğer Doğu Anadolu'da yaşayan halkı  tanımamış, onların yaşamlarını görmemiş, duymamış, bilmemiş  olursak, Said Nursi'nin çocukluk yıllarında minarelerin tepesinde yürümesini hiperaktif bir çocuk olarak tespit edecek, Hacı  Bayram Veli'ye halk içine çıkmıyor, çilehanesinde gözyaşı döküyor diye asosyal kişilik olarak adlandıracağımızı belirtiyor Adem Güneş. Peki bu anlamda Anadolu Pedagojisi nedir? Adem Güneş'e göre, çocuğu fıtratı üzerine yetiştirmektir. Çocuğun fıtratını  bozacak her türlü davranış ve tazyikten uzak durmaktır. Anadolu Pedagojisi'nde her bir çocuk ayrı bir çocuktur. Çocuklara eşit davranılmaz, adaletli davranılır. Çocuk farklılıkları gözönünde bulundurularak ona göre davranılır. Çocuğa koşulsuz bir sevgi sunulur.

Ne yapmalıyız?

Adem Güneş, sonuç  olarak Anadolu Pedagojisi'nin felsefesini su yüzüne çıkartmak gerektiğini ifade ediyor. Madem ki bu topraklar üzerinde Yunuslar, Mevlanalar, Hacı Bektaş-ı Veliler, Hacı Bayramlar, Muhammed Raşit Erollar, Bediüzzamanlar, Esat Coşanlar, Fatihler, Yavuzlar, Alparslanlar yetişmiş ve onları yetiştiren anneler ve babalar bu topraklarda yaşamıştı, o halde bugün yapılacak şey, gözümüzü farklı kültürden kanımıza karışan ve bizimle doku uyuşmazlığı yapan çocuk terbiyesi usulleri değil, Anadolu insanın pedagojik usullerini kullanmak gerektiğini vurguluyor Adem Güneş.

Dergide başka neler var?

Ekrem Altıntepe'nin konuyla ilgili olarak psikolog Mustafa Merter'le yapmış olduğu söyleşi, Yavuz Bahadıroğlu'nun "Çocuk Yetiştirmede Kurumsallaşan Tek Devlet: Osmanlı" başlıklı yazısı, Prof.Dr. Sadettin Ökten'in bir Osmanlı alimi olan babası Celaleddin Ökten'in çocuk terbiyesindeki yaklaşımı üzerine söyledikleri, Mustafa Özçelik'in Anadolu ninnileri üzerinden Anadolu Pedagojisi yaklaşımı dosyaya ilişkin dikkati çeken eserler.

Her ay bizlere dolu dolu bir dergi hazırlayan Moral Dünyası'nı takip etmenizi ve Adem Güneş'in çocuk yetiştirmekle ilgili kaleme aldığı birbirinden değerli kitapları okumanızı tavsiye ediyoruz.
#1475


Anneler 'sütüm yetmiyor' endişesiyle bebeklerine mama verirler. Ancak bir noktayı da atlarlar. Bilimin onlarca yıllık uğraşına rağmen anne sütüne eşdeğer bir mama henüz üretilemedi. Anne sütünün özellikleri ve bebek sağlığına etkileri:

Selahattin Dönmez'in haberi

Bütün sağlık kuruluşları, Sağlık Bakanlığı desteği ile anne sütünün korunması, yaygınlaştırılması ve desteklenmesini teşvik ediyor. Yine de bebeğini 6 ay sadece anne sütüyle besleyen anne oranı istenilen düzeyde değil. Anne sütünün üstünlüğünü belirten en önemli noktalardan biri de anne sütüne benzer bir süt veya yerine geçen formül mamanın bulunamayışı. Ancak yine de annelerin bir kısmı sütünün yeterli olmadığını düşünüp formül mamaya yöneliyor.

Oysa, anne sütünün yeterli olduğunu bebek yeterli tartı almasından ve bezini günde en az 5 defa kirletmesinden anlayabiliriz. Anne sütünün devamlılığını bebeğin emmesi sağlar. Yani aralarda verdiğiniz her mama sütünüzü eksiltir. Bu nedenle bebeğiniz her istediğinde emzirmelisiniz.

Unutmayın emzirmenin saati ve süresini bebeğiniz belirler. Anne sütünün azalmasında bu da etkili. İlk altı ay bebeğe su bile vermemelisiniz. Toplumda maalesef doğum sonrasında şekerli su, meyve suyu, formül mama kullanılması çok yaygındır.

SAĞLIKLI PRATİK VE KORUYUCU

Bu kadar önemli bilimsel verilerin ışığında anne sütünün özellikleri ve bebek sağlığına etkilerini maddeler halinde sıralayalım:

• Anne sütü her zaman steril ve ısı derecesi idealdir

• Ekonomiktir, özel bir hazırlama gerektirmez.

• Bebeğin D vitamini hariç bütün kişisel gereksinimlerini karşılar.

• Bebeği enfeksiyonlardan koruyucu özel maddeler içerir

• Bebeğin sindirimini kolaylaştırıcı yardımcı aktif enzimleri vardır.

• Anne sütü içerisinde hormon ve büyüme  faktörlerini içerir.

• Anne sütü alan bebeklerin demir, çinko gibi  mineralleri daha iyi kullanabilmeleri için içerisinde kendine özgü bu minerallerin biyo-yararlılığını artırıcı özel maddeleri içermesi onu eşsiz kılar.

• Anne sütü alan bebekler, orta kulak iltihabı, obezite, koroner kalp hastalığı, tip 1 diyabet, çölyak hastalığı gibi hastalıklardan korunur.

• Alerji ve pişik sorunu anne sütü alan bebeklerde görülmez.

• Anne sütündeki kalsiyumun, çene ve diş gelişiminde rolü bulunur.

•  Mucizevi gıdanın en önemli etkisi ise, ruhsal, bedensel ve zeka gelişimine yardımcı oluşudur.

•  Anne sütünü yine eşsiz kılan en önemli özelliklerden; beyin-göz gelişimi için gerekli esansiyel (vücutta yapılmayan dışarıdan besinle alınması gereken) yağ asitlerini önemli ölçüde içermesi ve büyüme için gerekli olan 'Taurini' içermesidir.

• Anne sütü ucuzdur, hazırlama gibi özel bir işlem gerektirmez.

• Anne sütü ile beslenen bebeklerde emme ile anne ve bebek arasında duygusal bağı güçlendirerek sevgi bağını artırır.

• Annenin sağlığını korur. Göğüs, yumurtalık kanseri gibi...

Star Gazetesi
http://www.haber7.com/haber/20100113/Anne-sutunun-yetip-yetmedigi-nasil-anlasilir.php

Anne sütü almayan çocuklarda ölüm oranı 5 kat daha fazla

Anne sütüyle beslenen bebeklerin, hastalıklara karşı daha dirençli olduğu bildirildi. Uzmanlar, çocuk ölümlerinde anne sütü almayanların, anne sütü ile beslenenlere göre 5 kat daha fazla risk altında olduğuna dikkat çekti. 
 
Beslenme yetersizliğine bağlı olarak bebeklerde gerçekleşen ölüm oranlarında da yine anne sütü almayan bebeklerin sayısının azımsanamayacak kadar fazla olduğu vurgulandı. Kayseri Özel Tekden Hastanesi Çocuk Hastalıkları Uzmanı Dr. Mustafa Fındık, bebekler için ilk 6 ayda en ideal besin kaynağının anne sütü olduğunu belirterek, kesinlikle bu beslenmeden taviz verilmemesini istedi. ZAMAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=892065&title=anne-sutu-almayan-cocuklarda-olum-orani-5-kat-daha-fazla
#1477
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye'nin Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol'a yönelik davranışla ilgili olarak, ''Bu akşama kadar (İsrail'e) süre verilmiştir. Ya düzeltirler ya da büyükelçimiz yarın ilk uçakla Türkiye'ye gelir'' dedi.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol'a yapılanlardan İsrail'in sorumlu olduğunu belirterek, ''İşi düzeltmesi gereken İsrail üst yönetimidir.'' dedi.

Çankaya Köşkü'nde gazetecilere açıklama yapan Gül, elçi Çelikkol'a yapılanların kabul edilemez olduğunu belirterek, işin düzeltilmemesi halinde Türkiye'nin Tel Aviv elçisini, istişare için Ankara'ya çağıracağını bildirdi. Gül, bu konuda şunları aktardı:

''Tabi ne yaptığını bilmez bir adamın yaptığı bir iş bu. Yapılan davranış, nihayetinde İsrail'i bağlar. Sonuçta İsrail bu konuda sorumludur. Dışişleri Bakanlığı'nın yaptığı açıklama gereği İsrail'den bu işi düzeltmesini istiyoruz. Bu akşama kadar süre verilmişti. Yoksa büyükelçimiz yarın sabah ilk uçakla istişare için gelir. Sonrasında değerlendirme yaparız.''

Türkiye-İsrail ilişkilerinde neden gerginlik yaşandığına ilişkin bir başka soruya ise Gül, ''Onların yaptıkları işe bakın. Bunu İsraillilere sormak lazım. Niye kendinizi bölgeden ve dünyadan dışlıyorsunuz diye sormak lazım. Kendilerine çeki düzen vermeleri gerekiyor.''

Gazetecilerin, 'elçimize neden bu muamele yapıldı' sorusuna ise Gül, alt düzeyde bir kişiyi muhatap almayacağını söyleyerek, ''İşi düzeltmesi gereken İsrail üst yönetimidir.'' dedi. Gül, yaşanan süreçte İsrail Cumhurbaşkanı Perez ile görüşmediğini de aktardı. (CİHAN)

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=939638&title=aksama-kadar-ozur-gelmezse-buyukelci-yarin-gelir
#1478


HÜSEYİN KELEŞ-İSTANBUL

Uğur Mumcu'nun oğlu Özgür Mumcu'nun babasının katiliyle ilgili açıklamalarına amcası Ceyhan Mumcu'dan destek geldi. Cinayeti İslamcıların işlemediğine inandığını belirten Mumcu, suikasttan hemen sonra, 'Cinayeti İran bağlantılı İslamcılar işlemiştir' şeklinde açıklamalar ve değerlendirmeler yapıldığına dikkat çekti. Mumcu, "Ben de 1 yıl kadar bu konu üstünde durdum. Uğur'un 92 yılındaki yazıları, bazıları için bardağı taşıran son damlaydı. Ölüm kararı verilmişti. İran aleyhtarı bir yazı yok. İslami değerlerle ilgili bir tartışma yok. Tesettürle ilgili bir yazısını bulamazsınız. Bu yüzden cinayetin İslamcılar tarafından işlendiğine ihtimal vermiyorum." dedi.

Ceyhan Mumcu, olayın Eşref Bitlis cinayetine benzediğini, iki suikastın aynı merkezin ürünü olduğunu öne sürdü. Söz konusu merkezin ulusal bir merkez olmadığını düşünen Mumcu, CIA ve MOSSAD'ı adres gösterdi. PKK'yı ise şu sözlerle ihtimal dışında tuttu: "Militanların kullandığı yöntemleri de ele alırsak Uğur Mumcu suikastı, PKK'nın suikast tutumuna benzemiyor. Zaten PKK bir yolunu bulup Mumcu ile röportaj yapmaya çalışıyordu. Bir de kendileri, bizzat Öcalan'ın ağzından kendilerinin ilgisi olmadığını açıkladı. Mesela İran'la ilgili yazısı yoktu ama1.Körfez Savaşı'na itiraz yazılarının oranı yüzde 64. Barzani ve Talabani'ye güven duyulmaması PKK ile bir anlaşma sağlanamayacağı ile ilgili yazıları çok daha fazla."

Zaman Gazetesi-13.01.2010-15. sayfa
#1479


Gazeteci-yazar Uğur Mumcu'nun öldürülmesinin üzerinden 17 yıl geçti. 24 Ocak 1993'te arabasına konulan bombayla suikasta uğrayan Mumcu'nun katilleri bulunamadı.
 
Birçok kesim suikastı 'İslamcı grupların' yaptığını ileri sürmüş, cinayetin ertesi günü çıkan bazı gazeteler de bu iddiayı öne süren cümleler kullanmıştı. Uğur Mumcu'nun oğlu, yıllar sonra babasının ölümüyle ilgili önemli açıklamalar yaptı. İnternet sitesi T24'e konuşan Özgür Mumcu, İslamcılar, eski ülkücüler, kontr-gerilla, PKK gibi her sene çeşitli senaryoların ortaya atıldığını anlattı. "Bu cinayeti kontrgerillanın işlediğini duysam şaşırmam. PKK'nın yaptığını duysam yine şaşırmam. Elbette ciddi bir delile dayanarak söylemiyorum, ama ben bu cinayetin bir İslamcı operasyonu olduğuna inanmıyorum." diyen Mumcu, başından itibaren böyle düşündüğünü vurguladı. 'İslamcılar'ın suikast yapması için bir sebep olmadığını, babasının da ifade özgürlüğü açısından siyasal İslam'la problemi bulunmadığını belirten Özgür Mumcu şöyle devam etti: "Babamın, MİT ile PKK arasındaki bağlantılar üzerine yaptığı araştırmaların meyvelerini alacakken öldürüldüğü ortada. Cinayetten bir yıl geriye doğru tarama yapıldığında görülecektir; laiklik ya da İslamcılar üzerine kaleme aldığı yazı sayısı ciddi bir oran teşkil etmez."

Özgür Mumcu, babasının da ifade özgürlüğü açısından siyasal İslam'la problemi bulunmadığını anlattı. Ölümünden önceki bir yıllık yazılarına bakıldığında bunun görüleceğini söyleyen Özgür Mumcu, babasıyla ilgili şu bilgileri verdi: "TCK'nın 141-142. maddeleriyle birlikte 163'ün kaldırılmasını da savunurdu. Tarikat-siyaset-ticaret üçgenine eleştirileri vardı, ama ifade özgürlüğü açısından siyasal İslam ile ilgili problemi yoktu. Babam öldürüleli 17 yıl oldu. Neredeyse her sene çeşit çeşit senaryolarla karşılaştık. İslamcılar, eski ülkücüler, kontrgerilla, PKK... Birçok şey iddia edildi. Bu cinayeti kontrgerillanın ya da PKK'nın yaptığını duysam şaşırmam. Elbette ciddi bir delile dayanarak söylemiyorum; ama ben bu cinayetin bir İslamcı operasyonu olduğuna inanmıyorum."

Özgür Mumcu, başörtüsü yasağına da karşı olduğunu anlatıyor. Laikliği korumaya çalışmanın başörtüsü yasağını savunmakla olmayacağının altını çiziyor. CHP'nin, iktisadi politikalarının yanı sıra yer yer milliyetçiliğe kayması ile de eleştirdiği bir parti konumunda bulunduğunu söyleyen Mumcu, Atatürk'ün sözlerini sloganlaştırıp politika yapmanın doğru bir yöntem olmadığını dile getiriyor. CHP'nin güttüğü muhalefet yöntemiyle hiçbir yere varamayacağını kaydediyor. 'Babanız yaşasaydı Cumhuriyet Gazetesi'nde yazar mıydı?' sorusuna, "Babam bugün Cumhuriyet'te yazar mıydı; bilemeyiz. Babam olsaydı Cumhuriyet bu Cumhuriyet olur muydu; onu da bilemeyiz." diyerek manidar bir cevap veriyor. Kürt sorununa da değinen Mumcu, babasının Kürt sorununun Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı çerçevesinde daha fazla demokratik haklarla sağlanacağını düşündüğünü aktarıyor. Bugün 'reaksiyonel Kemalizm' olarak tanımladığı 'ulusalcılık' akımı ile karşı karşıya olduklarını ifade eden Mumcu, bu görüşe sahip kişilerin Kürt açılımı ya da siyasal İslam konularında babasının duruşuna dair belirli noktaları görmek istemediğini vurguluyor.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=938953&title=ugur-mumcunun-oglu-babami-islamcilarin-oldurdugune-inanmiyorum
#1480
Domuz gribiyle ilgili bugüne kadar bir çok iddia ortaya atıldı. Özellikle de işin içinde para kazanmak isteyen ilaç firmalarının olduğu söylendi. Ancak bugüne kadar bu iddiaları dile getirenlerden hiçbiri de onun kadar güvenilir ve güçlü değildi. Avrupa Konseyi Sağlık komisyonu başkanı "Domuz gribi ilaç firmalarının başlattığı sahte bir salgındır" iddiası üzerine konuyla ilgili inceleme başlatılmasına karar verdi.
 
Avrupa Konseyi Aile ve Sağlık Komisyonu Başkanı Wolfgang Wodarg, "Domuz gribi, ilaç firmalarının başlattığı sahte bir salgındır. Bu olay yüzyılın en büyük tıp skandallarından biridir" dedi. İngiliz Daily Mail'e açıklama yapan Wodarg, grip ilaçlarının ve aşılarının üreticilerini Dünya Sağlık Örgütü'nün salgın ilanı yapma kararını etkilemekle suçladı. Wodarg'a göre Dünya Sağlık Örgütü'nün salgın ilanıyla ilaç firmaları 'devasa kazançlar' elde etti. Buna göre, Domuz gribi salgını 'sahte bir salgındı' ve dünya genelinde milyarlarca dolar kazanmak amacıyla ilaç şirketleri tarafından ortaya atıldı.

Wodarg şöyle konuştu: "Domuz gribi, ilaç firmalarının başlattığı sahte bir salgındır. Yüzyılın en büyük tıp skandallarından biridir. İlaç firmaları, domuz gribine karşı geliştirdikleri patentli ilaçlarını satmak için, bilim insanlarını ve halk sağlığından sorumlu resmi kurumlara telkinlerde bulunarak, dünya çapında hükümetlerin alarm durumuna geçmesini sağladılar." Aşıları üreten şirketleri Dünya Sağlık Örgütü'nün domuz gribini bir salgın olarak tanımlama kararını etkilediğini savunan Wodarg, "Tüm bu korku tohumları, 5 yıl önce kuş gribi salgınında atıldı. Kuş gribinin insana geçecek şekilde mutasyona uğraması riski pompalamasıyla panik atmosferi nedeniyle hükümetler milyonlarca dolarlık aşı kontratları imzaladı. İlaç şirketleri hiç finansal risk almadan milyonlarca dolarlık gelir elde etti."

Dr. Wodarg'ın ilaç firmalarının rolüyle ilgili bir soruşturma başlatılmasını öngören yasa tasarısı da Konsey'den geçti. Gelecek ay bu konuda Avrupa Konseyi acil olarak toplanacak.

Wodarg, geçen hafta aralarında AK Parti İstanbul Milletvekili Lokman Ayva ile Karabük Milletvekili Mustafa Ünal'ın da yer aldığı 14 Avrupa milletvekiliyle birlikte Avrupa Konseyi'ne "domuz gribi sahte bir salgın mıydı, araştırılsın" başlıklı bir araştırma önergesi vermişti. Geçen ay Uluslararası Şeffaflık Örgütü Yönetim Kurulu Üyesi Anke Martiny kuşkularını dile getirmişti.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=939149&title=domuz-gribini-ilac-firmalari-uydurdu