Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#1501
"Sen benim siyasetimi benimsemezsen ben de doğru bildiğim şeyi silah gücüyle elde ederim, dağa çıkarım arkadaş" diye bir yaklaşım kabul edilebilir mi; Türkiye'de siyâsi hayat, işte böyle bir erginlik imtihanından geçiyor. Siyasi partilerin çoğu, milli iradenin desteğini kazanmak için çabalıyor; birkaçı ise halkta bulamadığı desteği (gâhi dağlarda, gâhi toprağa gömdüğü MKE envanterine kayıtlı) silahta arıyor. Gide gide bir arpa boyu yol mu gitmişiz; dünün Celâlisi de aynı şeyi yapıyordu.

Akşam gazetesinden Özlem Çelik, eski DTP'li Emine Ayna'ya soruyor: "Kürt sorununun çözümü için yola çıkan hiçbir hareket PKK'dan bağımsız hareket edemiyor eleştirileri de var, öyle mi??" Cevap şöyle, "Kürtler PKK'dan bağımsız hareket etmeli diye bakarsak çözümsüzlüğü istiyoruz demektir" ve devam ediyor, "Ben demokratik siyaset içinde yer almak istiyorum, ben barış istiyorum. Buna niye karşı çıkayım? PKK'nın söylediklerine, taleplerine bakıyoruz. Reddedilir talepler değil..."

Sonra bir soru daha soruyor Özlem Çelik, "PKK barış istiyorsa Reşadiye'deki saldırı neydi o zaman?"

El cevap: "Siz demokratik kanalları açarsanız silahlar susar. Silahlı bir örgütü terörist ilan edip operasyonlar düzenleyip sivil vatandaş eylem yaparken öldürüp sonra silahlı örgüte niye silah kullandın diyemezsiniz. Ben bunu olumlamak anlamında söylemiyorum. Reşadiye olmasın mı istiyoruz? O zaman demokratik kanalları açalım. Devlet silah kullanırken, terörist ilan ederken, teslim olmaya zorlarken siz silahlı örgüte ne diyeceksiniz?"

Bu cevabı anlayabilmek için biraz zihnimizi toparlamamız gerekiyor; meselâ, "Silahlı bir örgütü terörist ilan edip operasyonlar düzenleyip sivil vatandaş eylem yaparken öldürüp sonra silahlı örgüte niye silah kullandın diyemezsiniz" cümlesi düz mantığın, hemen anlayabileceği cinsten bir mânâyı işaretlemiyor, sanki trans halinde söylenmiş, dolayısıyla sahibini hukuken bağlamayan hipnotik bir ibâre gibi; fakat zihni karışıklığın evc-i bâlâsında durduğu kesindir.

Yine de Emine Ayna'yı tebrik etmeli; Akşam gazetesine verdiği cevaplar, Kürt meselesinin, etnik, sosyal, iktisadî değil de, en evvel zihnî bir kavrayış farkından beslenip büyüdüğünün ifşâsı hükmündedir; ve o notu unutmayalım: Emine Ayna, açılımın sona erdiğini pek gevrek bir kahkahayla ilan eden DTP milletvekiliydi. Tebrik edilmeli çünkü daha önce kimse bu netlikte konuşmamıştı.

Demokratik açılımın muradı ile, Emine Ayna'nın zihnindeki teşevvüş mukayese edilmez; kendisi bunu anlamayabilir fakat birileri anlatmalı ki Kürt meselesinin önündeki en büyük engel, dağdaki silahlara ve silahlı adamlara yaslanarak düzde siyaset yapılamayacağı gerçeğidir. Türkiye olanca enerjisiyle diğer bazı çetelerin toprağa gömdüğü silahlara dayanan siyaseti tasfiye etmeye uğraşırken, PKK'nın silahlı şantajına boyun eğmez; Türkiye, hukukun hakemliğine ve milli iradeye dayanan bir siyaset üslubuna geçmek için sancılanırken, koyun cebinden silah namlusu görünen sözde siyasetçilere meşruiyet tanımaz, tanıyamaz. Bu tarz fikir yürütmenin âkıbeti tasfiye edilmektir ve bu gibilerin yakın zamanda yine Kürtler tarafından, "kusura bakma, artık davaya zarar veriyorsun" diyerek kapı önüne bırakılmaları kaçınılmazdır.

Bu memleketin insanlarını dağdaki silahla, saklı cephaneliklerdeki silah arasında tercih yapmaya zorlayanların geleceği yok. "Mahallenin en harbî, en delikanlı, en patavatsız kızı" olmak Emine Hanım'ın hoşuna gidiyor olabilir fakat dünyanın hiçbir parlamentosunda yeri yok böyle garip lâfların. Ama psikiyatri kliniğinde evet...

Binaenaleyh lütfen bir susunuz Emine Hanım, Kürtlere zarar veriyorsunuz!

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=936496&title=bir-sus-emine-ayna-bir-sus
#1502
Alman Federal Kalkınma Bakanı Dirk Niebel, elde kalan domuz gribi aşılarının Afrika'ya yardım olarak gönderilmesini teklif etti.

Afrika'da domuz gribi tehdidi olmadığını belirten yardım kuruluşları, bu teklifin Afrikalılara değil ilaç endüstrisine yardımcı olacağını belirtti. Almanya satın aldığı 50 milyon aşının sadece yüzde 10'unu tüketebilmiş, geri kalanını satışa çıkarmıştı.

Federal Kalkınma Bakanı Dirk Niebel'in Almanya'nın elinde kalan domuz gribi aşılarının bir kısmını Afrika'ya yardım olarak göndermek istemesine yardım kurumlarından tepki geldi. Kalkınma Bakanı Niebel, Afrika ülkelerinde yardım faaliyetinde bulunan kuruluşlara 14 milyon Euro'luk mali yardımı 'domuz gribi aşısı' olarak vermek istiyor. Bu açıklamanın kabul edilemez olduğunu vurgulayan sivil toplum kurumu Dünya İçin Ekmek (Brot für die Welt) Başkanı Cornelia Füllkrug- Wietzel, "Bakan Niebel, ilaç endüstrisinin temsilcisi gibi hareket ediyor." dedi. Bakanın Afrika'da domuz gribi ile mücadele için 14 milyon Euro'luk aşı yardımı isteğini, vatandaşları ilgi göstermediği için elde kalan ilaçların elden çıkarılması olarak değerlendiren Füllkrug-Wietzel, "Niebel'in bu düşüncesi problemlidir." şeklinde konuştu.

Stuttgarter Gazetesi'ne konuşan yardım kuruluşu başkanı Füllkrug-Wietzel, yardım olarak verilmek istenen ilaçların fakirlikle ve açlıkla mücadele yerine ilaç endüstrisine yardım olduğunu söyledi. Afrika'da domuz gribi aşısına ihtiyaç olmadığını belirten Füllkrug- Wietzel, Alman vatandaşlarının bu aşıya daha fazla ihtiyacı olabileceğini vurguladı. Afrika'daki sağlık problemlerinin daha küçük bütçelerle finanse edilebileceğini dile getiren yardım uzmanı, Bakan Niebel'in bu zamana kadar hiçbir Afrika ülkesini ziyaret ederek insanların yaşam şartlarını yerinde incelemediğine dikkat çekti. Bakanın yardım düşüncesini Alman ekonomisinin, ilaç endüstrisinin ve işletmelerin çıkarları ile bağdaştırdığını ileri süren uzman Füllkrug- Wietzel, Kalkınma Bakanı'nın yardımın ne anlama geldiğini anlamak için daha fazla kafa yorması gerektiğini belirtti.

Almanya satın aldığı 50 milyon domuz gribi aşısının sadece yüzde 10'unu tüketebilmiş ve birkaç aylık kullanım süresi kalan aşıları satışa çıkarmıştı. Federal hükümetin ise domuz gribi aşısı için bu zamana kadar 700 milyon Euro harcama yaptığı bildirildi.

Bakan Niebel daha önce yaptığı bir açıklamada da Afganistan'da faaliyette bulunan yardım kurumlarına verilecek mali destekleri Alman Ordusu ile işbirliğine bağlaması eleştirilere neden olmuştu. Bakana tepki veren yardım kuruluşları kalkınma yardımlarının askeri araç olarak görüldüğünü ileri sürmüştü.

NİEBEL: YARDIM POLİTİKASI YENİDEN TANIMLANACAK

İlk yurtdışı gezisini Ruanda'ya gerçekleştirecek olan Bakan Niebel, gezi öncesi Kalkınma ve İşbirliği Yardımı Bakanlığı'nın çalışmalarının yeniden tanımlanacağını söyledi. Bakanlığın "Dünya sosyal fonu" olarak görülmemesi gerektiğini belirten Bakan, kalkınma yardımlarının Almanya'nın çıkarları ile birleştirileceğini ve dış politikanın bir aracı olacağını ifade etti. Bakan, yardımların Alman ekonomisine de kapıları açabileceğini vurguladı. Niebel, Almanya'ya göçmen akımının durdurulması, iklim değişimi, güvenlik konularının yardımlarda öncelikli olacağını sözlerine ekledi.

Kalkınma yardımlarını askeri araç olarak gördüğü eleştirilerine de cevap veren Bakan Niebel, "Ben sadece asker ile sorunum olmadığını göstermek istedim." dedi. FDP'li Bakan, kalkınma yardımı bütçesinin 2015 yılına kadar gayri safi milli hasılanın yüzde 0,67'sine ulaşacağını ve şu an itibarı ile yüzde 0,51 olduğunu açıkladı. Perşembe günü ilk yurtdışı gezisine çıkacak olan Bakan Ruanda, Kongo ve Mozambik'i ziyaret ederek kalkınma yardımları konusunda görüş alışverişinde bulunacak.

(CİHAN)
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=936461&title=almanya-elinde-kalan-asilari-afrikaya-yardim-olarak-gondermek-istiyor
#1503
Domuz gribinin endişe edilen şiddette bir salgına dönüşmemesi ve aşı kampanyalarının beklenen düzeyde ilgi görmemesi, bazı Avrupa ülkelerini zor durumda bıraktı. Fransa, Almanya ve Hollanda, kullanım süreleri 1 yıl olan domuz gribi aşılarının bir bölümünü başka ülkelere satarak elden çıkarmaya çalışıyor. 94 milyon doz aşı alan Fransa, aşıların 300 binini Katar'a, 9 milyonunu Dünya Sağlık Örgütü'ne sattı.
 
Harvard Üniversitesi'nin domuz gribinin mevsimsel gripten daha az tehlikeli olduğunu açıklaması gündeme bomba gibi düştü. ABD'de 10 bine yaklaşan domuz gribi ölümlerini inceleyen üniversitenin, "Dünya genelindeki aşılama kampanyası gereksiz." açıklamasının ardından Fransa, Almanya ve Hollanda'nın ellerinde kalan domuz gribi aşılarını satışa çıkardığı öğrenildi. Nüfusu 60 milyon olan Fransa'da şimdiye kadar sadece 5 milyon kişinin aşı yaptırdığı belirtiliyor. Türkiye'de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın aşının kimseye zorunlu olarak vurulamayacağını açıklamasının ardından Sağlık Bakanlığı'nın kampanyası büyük kan kaybetmişti. Sipariş edilen 43 milyon aşının sadece 2 milyonu uygulanabildi. Bunda oluşturulan panik havasının zamanla yumuşaması da etkili oldu. Ülkede ocak ayında zirve yapması beklenen hastalık inişe geçti. Hastanelere başvurularda yüzde 50'ye varan düşüşler yaşanıyor.

Uzmanlar, "Bu sonuçları öngörmüş olsaydık dünya genelinde aşı kampanyaları gibi önlemlerin alınması söz konusu olmayacaktı." diyor. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, 6 aydır gereksiz panik havası estirildiğini söylediğini hatırlatıyor. Virüsün bulaştığı çoğu insanın hastalığı ayakta atlattığını vurgulayan Küçükusta, hastalığın normal gripten farkının bulunmadığını söylüyor. Küçükusta, "Domuz gribinin her yıl görülen olağan grip kadar öldürücü olmadığı ortaya çıktı. Olağan gripten her sene 250-500 bin kişi ölürken, domuz gribinden şu ana kadar tüm dünyada ölen insan sayısı 12 bin 500." bilgisini veriyor.

ALMANYA, 50 MİLYON DOZU SATIŞA ÇIKARDI

Fransa, Almanya ve Hollanda'nın kullanım süreleri bir yıl olan domuz gribi aşılarının bir bölümünü başka ülkelere satarak elden çıkarma uğraşında oldukları ifade ediliyor. İtalyan gazetesi La Repubblica'da yayımlanan habere göre, domuz gribiyle mücadele çerçevesinde 675 milyon Euro vererek 94 milyon doz aşı alan Fransa, bu aşıların 300 binini Katar'a, 9 milyonunu Dünya Sağlık Örgütü'ne sattı. Mısır ile 2 milyon dozluk aşı satımında mutabakat sağlayan Fransa'nın Meksika, Bulgaristan, Romanya ve Ukrayna ile de görüşmeleri sürdürdüğü belirtildi. Nüfusu 65 milyon civarında olan Fransa'nın, elindeki domuz gribi aşılarının 70 milyon dozunu bir an önce satarak eritmeyi hedeflediği kaydedildi.

Fransa Sağlık Bakanlığı nezdinde A/H1N1 virüsüyle mücadele amacıyla oluşturulan kriz ünitesinin sözcüsü Gerard Gachet, gazetedeki demecinde, "Başlangıçta iki doz aşılama öngörülüyordu. Uzmanlar bir dozun yeterli olacağını belirttiklerinde aşıları almıştık. Bir başka sorun da, hükümet olarak yürüttüğümüz kampanyaya karşın şu ana dek sadece 4 milyon 600 bin kişi aşı yaptırdı." diyor. Gachet, domuz gribi aşısının bir dozunun şu anki fiyatının 6,25-10 Euro arasında değişebildiğini belirterek, "Aşıları aldığımız fiyattan satmaya razıyız. Rekabet olduğu için tabii ki pazarlık payı da var." ifadelerini kullanıyor. Yaklaşık 50 milyon doz aşı satın alan Almanya'nın da elindeki aşıların büyük bölümünü satışla eritmek için Kosova, Moğolistan ve Maldiv Adaları gibi ülkelerle görüştüğü bildirildi. Hollanda ise elindeki 34 milyon doz aşının 19 milyonunu satmak istiyor. La Repubblica'daki habere göre, öngörülen şiddette bir salgın yaşanmaması, vatandaşların domuz gribi aşısına fazla ilgi göstermemelerinde önemli bir rol oynadı. Haberde, 24 milyon doz aşı satın alan İtalya'da henüz sadece 800 bin kişinin aşı yaptırdığına, İspanya'nın da satın aldığı 13 milyon doz aşının sadece çok küçük bir miktarını kullandığına dikkat çekildi. Bu arada dünya genelinde domuz gribinden dolayı aşı firmalarının kazanacağı paranın 50 milyar dolara yakın olduğu belirtiliyor. ÇAĞLAR AVCI İSTANBUL; ROMA AA

Aşı, korku ticaretinin ürünü

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta:

Domuz gribi aşısı, korku ticaretinin bir ürünü. Grip aşısı ve grip ilacı üreten firmalar, "sonbaharla beraber bu virüsün çok daha büyük salgınlara yol açacağını, bunu önlemenin tek yolunun ise bir an önce aşı olmak olduğunu" beyinlere kazıdı. Sonra da başarılı oldu. Salgın ilanından sonra aşı üreticisi firmalardan birinin borsadaki hisselerinde bir günde yüzde 3,6 ve 3,1 gibi çok ciddi artışlar yaşandı. Aşı başına ödenen 5,2 Euro çok fazla. Çeşitli hesaplamalarla aşının maliyeti 1,2 Euro olması gerekirken, firmalar ekstradan 4 Euro kâr elde ediyor. Aynı kâr pastasından, içinde hastaneler olmak üzere birçok sektör de istifade ediyor.

Aşı firmaları kazandı

Klinik Farmakoloji Derneği Baş-kanı Prof. Dr. Cankut Tolunay:

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) içinde aşı firmalarına yakın bazı insanların yaptığı lobicilik faaliyetleriyle salgın abartıldı. Maalesef Sayın Sağlık Bakanı, DSÖ içinde yer alan yerli ve yabancı kişilerin etkisiyle yanıltıldı. Milyonlarca aşı alındı. Bu süreçte en fazla aşı firmaları kazanç elde etti, kaybeden ise vatandaş ve ülke oldu. Şu ana kadar tespit edilen domuz gribi vakalarının yüzde 30'u negatif. Ülkeler ellerindeki aşıları başka yerlere satmaya başladı.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=936104&title=avrupa-domuz-gribi-asilarini-elden-cikariyor&haberSayfa=0
#1504


Konya'da 2 müvekkili tarafından kaçırılan 31 yaşındaki kadın avukat darp edilip tecavüze uğradı. 2 saldırgan tutuklandı. Çiftçilik yapan R.A. (39) ile M.Ö. (25), daha önce çeşitli davalarına bakan Konya Barosu avukatlarından 31 yaşındaki A.Y.'yi, "Bir arkadaşın davası var, bürosuna gidelim" diyerek otomobile bindirdi. Yanlarına bira da alan iki çiftçi daha sonra bekâr olan kadın avukatı Karapınar ilçesine bağlı Sazlıpınar köyü yakınlarına götürdü. Şüpheliler, kaçırıldığını anlayan avukatı otomobil içinde darp ettikten sonra, tecavüz ettiler. Daha sonra bir akaryakıt istasyonundan yakıt aldıkları sırada avukat, aracın penceresini açıp, ''Kaçırıldım. Beni kurtarın'' diye bağırdı. Bunun üzerine istasyondan uzaklaşıp tali yolları kullanarak 27 kilometre uzaklıktaki ilçe merkezindeki bir gazinoya giren saldırganlar, avukat kadının durumundan şüphelenen gazino müşterilerinin ihbarı üzerine yakalandı. Saldırgan R.A.'nın çeşitli suçlardan sabıkası bulunduğu belirtildi. Avukat A.Y.'nin yapılan muayenesinde de, darp edildiği ve tecavüze uğradığı belirlendi.

http://www.sabah.com.tr/Gundem/2009/12/25/2_muvekkili_kadin_avukata_tecavuz_etti
#1505
Bankalar SMS ücretinde duruma bakacaklar

1 Ocak'tan itibaren bankacılık işlemlerinde hayatımıza giren yeniliklerden biri, internet bankacılığı kullanımında tek kullanımlık şifre uygulaması.

Bu tarihten itibaren Türkiye'deki tüm bankaları kapsayan uygulama ile hesap sahiplerinden internet bankacılığı hizmetlerinden yararlanırken müşteri numarası, parola ve şifre bilgilerine ek olarak "tek kullanımlık şifreleri"ni girmeleri de zorunlu oldu.

Bankacılık işlemlerinin sanal ortamda daha güvenli yapılabilmesi amacıyla bankalar müşterilerine, SMS, şifrematik (OTP)  veya mobil imza ile üretilecek bu şifrelerden gönderecek.

SMS TEK SEÇENEK DEĞİL

Tüketici derneklerinden son günlerde gelen tepkilere bakılırsa bankalarla tüketici dernekleri arasında bu konuda mahkeme savaşları başlayacak gibi görünüyor.

Çünkü bankaların internet üzerinden yapılacak bu tür hizmetleri müşteriye yansıtacağı iddia ediliyor.

Ancak bankaların büyük çoğunluğunun tek kullanımlık şifre uygulamasında bekle gör politikası uygulayacağı öğrenildi.

Özellikle büyük ve orta ölçekli bankaların uygulamanın ilk yılında, SMS maliyetlerinin bilançolarına getirdiği yüke bakıp, ona göre fiyatlama politikasını gözden geçireceği belirtiliyor.

Bu düşünce inter bankacılığının ilk yıllarını hatırlattı. Bilindiği gibi bankalar ilk yıllarda internet bankacılığı işlemlerini ücretsiz olarak sunarken daha sonra ücret almaya başlamışlardı.

Öte yandan tek kullanımlık şifre için SMS tek seçenek değil. Bankalardan alınacak OTP denilen şifrematiklerle ya da cep telefonlarına yüklenecek bir yazılımla da şifre öğrenilebilecek.

4-5 yıl kullanılabilen OTP cihazları bazı bankalar tarafından 20 TL'ye satılırken, bazı bankalar müşterilerine ücretsiz veriyor. Şifrematik yazılımı ise ücretsiz.

MERKEZ BANKASI: IBAN UYGULAMASINA ERTELEME YOK 

Merkez Bankası, Uluslararası Banka Hesap Numarası'nın, 1 Ocak 2010 tarihinden itibaren vatandaşların bankalardan yapacakları yurtiçi para transferlerinde kullanılmasının zorunlu olduğunu belirterek, alıcının IBAN'ının öğrenilerek söz konusu transferlerde belirtilmesi gerektiğini vurguladı.

Merkez Bankası, Uluslararası Banka Hesap Numarası'nın (IBAN), 1 Ocak 2010 tarihinden itibaren vatandaşların bankalardan yapacakları yurtiçi para transferlerinde kullanılmasının zorunlu olduğunu belirterek, alıcının IBAN'ının öğrenilerek söz konusu transferlerde belirtilmesi gerektiğini vurguladı.

Merkez Bankası IBAN ile ilgili yaptığı açıklamada, 1 Ocak 2010 tarihinden itibaren yapılacak para transferlerinde IBAN kullanılması gerektiği belirtilerek, Uluslararası Banka Hesap Numarası Hakkında Tebliğ'e eklenen geçici madde uyarınca yurt dışındaki bankaların ve diğer finansal kuruluşların bankalarda bulunan hesaplarından yapacakları para transferlerinde 1 Ocak 2012 tarihine kadar IBAN kullanma zorunluluğunun aranmayacağı anımsatıldı.

Açıklamada, "Buna göre, yurt dışında kurulu bulunan bankalar ile finansal kuruluşların bankalarımız nezdindeki hesaplarından yaptıracakları para transferlerinde alıcıya ait IBAN'ın kullanılma zorunluluğu 1 Ocak 2012 tarihine kadar ertelenmiştir.

Söz konusu işlemler bankalararası işlemler olup vatandaşların gerçekleştirdiği işlemleri kapsamamaktadır" denildi.

1 Ocak 2010 tarihinden itibaren, vatandaşların bankalardan yapacakları para transferlerinde IBAN kullanılmasının zorunlu olacağına dikkat çekilen açıklamada, alıcının IBAN'ının öğrenilerek söz konusu transferlerde belirtilmesi gerektiği ifade edildi.

VATANDAŞLARA IBAN'I KENDİ BANKALARI DIŞINDA KİMSEYLE PAYLAŞMAYIN UYARISI

Açıklamaya, şöyle devam edildi:

"Bununla birlikte, alıcının IBAN'ının bilinmediği durumlarda müşteri bankaya beyanda bulunmak suretiyle transfer işlemini gerçekleştirebilecek.

Örneğin, vatandaşlar tarafından yazılı olarak verilecek transfer talimatlarına ilişkin beyanın da yazılı olarak alınması gerekmektedir. Telefon veya internet bankacılığında müşteri tarafından telefon ve internet üzerinden verilen beyanlar geçerli kabul edilecek.

Diğer taraftan, vatandaşlar mevcut hesap numaraları yerine kullanılacak olan ve kendi bankasınca üretilmiş IBAN'ı, hesaplarının bulunduğu banka şubesinden veya bankaların internet sitelerinden temin edebilirler.

Güvenlik sebebiyle IBAN'ların yalnızca bankalardan temin edilmesi ve hesap sahiplerinin kişisel bilgilerini IBAN temin edeceğini belirten diğer kişiler ile paylaşmaması gerekmektedir."

http://www.haber7.com/haber/20091223/IBANda-mecburiyet-iki-yil-ertelendi.php
#1506
Amerika'nın ünlü ekonomi dergisi Forbes, tedavisi en pahalı 10 hastalığın listesini yayımladı.

Michigan'daki Altarum Enstitü-sü'nde görevli sağlık ekonomisti Charles Roehrig'in hazırladığı listede tedavisi en pahalı hastalık ruhsal bozukluklar. Bu hastalıkların tedavisi de ilaçları da pahalı. Bunu kalp rahatsızlıkları ve kanser takip ediyor.

Ruh sağlığı bozuklukları

Hükümet, bu hastalığın tedavisine yaklaşık 142,2 milyar dolar harcıyor. Yıllık artan harcama oranı ise yüzde 6. Alzheimer ve Parkinson hastalığı, depresyon, bunalım ve şizofreni gibi hastalıklar ruh sağlığı bozuklukları arasında yer alıyor. Psikiyatrik bozukluklar için maliyet artışı, faydası sınırlı olmasına rağmen yeni çıkan pahalı ilaçlar ile yükseliyor.

Kalp hastalıkları

Hükümet, bu hastalığın tedavisine yaklaşık 123,1 milyar dolar harcıyor. Yıllık artan harcama oranı yüzde 5. Kalp krizleri halen ülkelerin bir numaralı ölüm nedeni. Ancak, bu hastalığın masrafları düşen bir ortalamada ilerliyor. Çünkü, daha az insan sigara içiyor. Sigara kalp krizi için büyük bir risk faktörü. Kolesterol düşürücü ilaçlar da kalp krizlerini önleyebilir.

Travma (Zihin sarsıntısı)

Bu hastalığın tedavisine yaklaşık 100,2 milyar dolar harcanıyor. Arabalar artık daha güvenli olmasına rağmen, travma maliyetleri artmaya devam ediyor. Çünkü, her vakayı tedavi etmek için daha fazla para gerekiyor. Bilgisayarlı tomografi taramaları ve diğer teşhis amaçlı testler çok fazla paraya mal oluyor.

Kanser

Hükümet, bu hastalığın tedavisine yaklaşık 99,4 milyar dolar harcıyor. Yıllık artan harcama oranı yüzde 7. 1996 yılından 2005 yılına kadar tüm tıp maliyetlerinin artmasıyla tüm kanser tedavilerinin maliyeti de artış gösterdi. Ancak, kolon, göğüs ve prostat kanserlerinin tedavi maliyetleri iki haneli oranlarda arttı.

Göğüs hastalıkları

Bu hastalığın tedavisine harcanan miktar 64,6 milyar dolar iken, yıllık artan harcama oranı yüzde 6. Akciğer hastalıklarının bu kategorisinde astım, kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) bulunuyor. KOAH'ın maliyetleri, sigara içme oranlarında azalma ve birkaç iyi tedavinin varlığından dolayı yavaş yavaş artıyor.

Hipertansiyon

Hükümet bu hastalığın tedavisine yaklaşık 50,2 milyar dolar harcıyor. Yıllık artan harcama oranı yüzde 9. Yüksek kan basıncı üzerindeki maliyetler sürekli yukarı doğru tırmanıyor. Çünkü, doktorlar hastaları çoklu ilaçlarla daha saldırganca tedavi ediyor. Bu zaman periyodu boyunca, Norvacs gibi popüler birçok pahalı markalı kan basıncı ilacı bulunuyor. Eğer doktorlar, daha ucuz muadil ilaçlara geçerse, bu maliyetler gelecekte düşebilir.

Osteoartrit

Hükümet, bu hastalığın tedavisine yaklaşık 48 milyar dolar harcıyor. Yıllık artan harcama oranı yüzde 8. Kambur bel çizgisi artritlerin niçin maliyetinin arttığının bir sebebi olabilir. Obezite de artritler için büyük bir risk faktörü. Vioxx ve Celebrex gibi pahalı ilaçların ise 2000 yıllarında tedaviye eklenmesiyle masraflar daha da arttı. Vioxx isimli ilaç, 2004 yılında kalp krizi riskini artırdığına dair bağlantı ortaya çıkınca piyasadan toplatıldı. Pfizer tarafından satılan Celebrex ise toplatılan ilaç kadar popüler değil.

Sırt problemleri

Hükümet sırt problemlerinin tedavisine yaklaşık 40,1 milyar dolar harcıyor. Yıllık artan harcama oranı yüzde 9. Maliyetin büyük çoğunluğunu omurilik ameliyatları oluşturuyor. Bir nedeni ise sırt ameliyatlarının giderek daha karmaşık ve pahalı olması. Sırt ağrısını tedavi etmek için narkotik ilaçlar daha fazla popüler oluyor. American Medical Association dergisinde yayınlanan bir çalışma, tüm harcamaların insanların daha iyi hissetmesine yardımcı olmadığını göstermiş.

Böbrek hastalığı

Hükümetin böbrek hastalığının tedavisi için ödediği miktar ise yaklaşık 35,9 milyar dolar. Yıllık artan harcama oranı yüzde 13. Diyalizin icadı böbrek yetmezliği tedavisinin biçimini değiştirdi. Böbrek hastalığı için diğer pahalı tedavi ise eritropoietin hormonu (EPO), böbrek hastalarındaki kansızlığın tedavisi için Amgen firması tarafından geliştirilmiş bir ilaçtır.

Şeker hastalığı

Hükümet, şeker hastalığının tedavisine yılda yaklaşık 35,8 milyar dolar harcıyor. Yıllık artan harcama oranı yüzde 8 civarında. Yaklaşık 24 milyon Amerikalı şeker hastası varken, Türkiye'de ise bu rakam tahminen 3 milyon 200 bin. Ancak, bu sayı obezitenin yayılmasıyla her geçen yıl daha da artıyor. Maliyetlerin daha yüksek olmamasının nedeni ise şeker hastalığı ölümlerinin birçoğunun kalp hastalığından kaynaklanıyor olması. Bunun maliyeti de ayrı olarak değerlendiriliyor. ZAMAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=935315&title=tedavisi-en-pahali-10-hastalik
#1507
"İnançlı bir insanın psikoloğa ihtiyacı yoktur" gibi bir kanaat var. Psikoloğa gitmek de "deli doktoru"na gitmek gibi algılanıyor hâlâ. Gerçekte inanan insanın psikolojik dengesi de bozulabilir ve bunalımlar yaşayabilir. Bu durumu inanca bağlamak doğru olmaz. İnanan insan için kabz ve bast hallerinden bahsedilir.
 
Halk arasından "İnançlı bir insanın psikoloğa ihtiyacı yoktur." diye çok yaygın bir düşünce bulunmakta ve bu nedenle psikoloğa gidiyor olmak, psikolojik danışma hizmeti almak istemek "deli doktoruna" gitmek olarak alaycı ve aşağılayıcılıkla karşılanmaktadır. Peki gerçekten durum böyle mi? İnanan bir insanın psikolojik dengesi bozulmaz mı? Maalesef, İslam topluluklarında genel yaygın bir kanaat ile psikoloji bilimi aşağılanmış, hafife alınmış, psikolojik sorunlar yaşıyor olmayı inançsızlıkla eşit tutulmak gibi büyük bir gaflet içine düşülmüştür. Halbuki inanan insan da insandır ve inanan insanın da bazen ruhunun kaldıramayacağı derecede bunalımlar yaşadığı olur. Ve hatta daha da ötesi, inanan insanın problemleri inançsız bir insanın problemlerinden daha çok olabilir.

İnanan insan belli kurallar içinde yaşamaya and içmiştir. Ve bir ömür boyu o kurallarla yaşamak, çizgi dışına çıkmamak için ciddi gayret sarf eder. Hiç beklemediği bir anda çok güvendiği bir arkadaşından ihanete uğrar ama kin tutmamak için kendini, nefsini, egosunu yenmek için çabalar... Etrafındakiler yalan ile iş görmeyi bir yetenek haline getirmiştir ama o yalana bulaşmamaya yeminlidir. Oturup kalktıkları kişiler gece alemde, gündüz stres atmak için denizdedir, inanan insan yanılıp da bir kahkaha atsa, ardından "estağfirullah" diyerek hep hüzün halini korumaya çalışır... Ve inanan insan koca bir ömrünü dünyadan gam almak için değil bir bilinmeyeni ve bir "gayb"ı beklemekle geçirir...

İşte bu nedenledir ki, inançlı insanın tarifinde "kabz" ve "bast" halinden bahsedilir. Yani bazen öyle neşeli ve öyle coşkuludur ki, sanki cennetin kapıları açılmış ve cennet kokularını solukluyor gibi coşkuludur... Ve bazen de sanki ruhunda cehennem zebanileri canını daha dünyada iken alıyor gibi bunalımlıdır...

Bütün bunların yanı sıra birtakım psikolojik rahatsızlıklar vardır ki (şizofreni gibi) genetik olarak nesilden nesle aktarılır. Yaşanmış bir travmanın insan beyninde oluşturduğu kimyasal tahribatın da inanç ya da inançsızlıkla uzaktan yakından ilgisi yoktur.

Daha da ötesinde, yaşanmış birtakım acı olaylar, sadece yaşandığı ile kalmaz, beyinde birtakım tahribatlara yol açabilir. Örneğin bir anne yolda yürürken, elinden tuttuğu çocuğuna birden bir araba çarptığını görse ve kanlar içinde ölümünün şahitliğini yaşamış olsa, böylesi bir annenin sırf inanıyor olmasından dolayı ertesi gün her şeyin yolunda gitmesini beklemek insan tabiatına aykırıdır.

ESKİDEN manevi önderler vardı

İşte bu gerçeğin çok ciddiye alınması ile İslam toplumları kendi dönemlerinde psikolojiyi hiç de hafife almamış, bir inanan insanın ruhunda yaşadığı bunca gel-gitlere tarikat önderleri, şeyhler, dedeler gibi toplum önderleri sahip çıkmış ve bugünkü psikolojinin temel uğraş sahası ile bizzat kendileri meşgul olmuşlardır. Böylece hem insanların dertlerine derman olmak için ciddi fedakarlıklarda bulunmuşlar ve hem de derman arayan insanlara iman telkin etmişlerdi.

Bu açıdan değerlendirildiğinde, gerek Osmanlı'da ve gerek diğer Müslüman ülkelerde ciddi psikolojik sorunların yaşanmamasının nedeni insanların o dönemde daha inançlı olmasından değil, aksine bizzat o dönemde insan ruhu ile ilgilenen, insanı ciddiye alan doğal psikologların, manevi önderlerin görev yapıyor olmasından kaynaklanıyor.

Günümüzde "psikolog misikolog nedir, eskiden böyle bir şey mi vardı?" diye psikoloji bilimi ve onunla birlikte insan ruhunun hafife alınması ciddi bir bilgisizlik ve talihsizliktir. Maalesef, yirmi birinci yüzyılda Müslüman ülkeler psikoloji biliminde ilerleme kaydedememiş, teoriler geliştirememiş, insan ruhunun yaşayacağı sorunları görmezden gelerek ve hatta psikolojik sorun yaşamayı ciddi bir imani zafiyet olarak görerek hata yapmıştır.

ADEM GÜNEŞ-UZMAN PEDAGOG
#1508
Düzgün konuşamadığı için toplumdan uzaklaşan, içine kapanan kekemeler artık geliştirilen bir eğitim programı ile bir ayda bu sorundan kurtulabilecek. Doğru nefes alma, ayna terapisi ve özgüven geliştirici faaliyetlerle yapılan eğitim sonunda kekemeler için yeni bir hayat başlıyor. Hayatı korku ve endişe içinde geçen talebeler eğitim sonunda rahatlık yaşıyor.

Isparta'da yaşayan 10 yaşındaki Akif Dürüz, kendisinden 2 yaş küçük kardeşinin konuşmaya başlaması ve anne-babasının ona olan ilgisinin artması üzerine 4 yaşında iken bebek gibi konuşmaya çalışarak dikkat çekmek istiyordu. Ancak zamanla bu yanlış konuşma diline yerleşip alışkanlık haline geldi. İlkokuldan sonra buna heyecan da eklenince Akif, doğru konuşmayı tamamen unuttu. Diyarbakırlı 15 yaşındaki Kadir Aslan da, hızlı konuşurken bir sorun yaşamıyordu; ancak kısa cümleler kuracağı zaman zorlanıyordu. Ailesinin söylediğine göre, bu sorunun sebebi küçükken korkmuş olmasıydı. Lise 2. sınıf öğrencisi Muhammed Karataş'ın kâbusu Anadolu lisesine adım attığı ilk gün başlamıştı. Arkadaşlarının önünde şiir okurken heyecanlanmış ve o günden beri konuşurken kekelemeye başlamıştı. Muhammed, bu yüzden okulunu değiştirmeyi bile düşünür hale gelmişti. 8 yaşındaki Latife'nin sorunu ise çok hızlı okuyup konuşmasıydı. Doğru nefes almayı bilmediği için bir nefeste her şeyi anlatmaya çalışıyordu. Onun da 2 yaş küçük bir erkek kardeşi vardı ve bu sorun 3 yaşında başlamıştı. Kekemeliğin bir 'psikolojik temelli yanlış öğrenme alışkanlığı' olduğunu söyleyen Beyaz Sanat Kekeme Eğitim Merkezi'nin kurucusu İsrafil Hancı, özgüven eğitimi ve ciddi çaba gösterilerek sorunun bir ayda çözümlenebildiğini belirtiyor. Kekemeliğin oluşumunda ilk sebebin korkular olduğunu ifade eden Hancı, "Çocuklarımızı cinden, periden, öcüden, köpekten her şeyden korkutuyoruz. Doğrudan anlatmasak da ortamda duyuyor, yalnız kaldığı zaman duyduklarını hatırlayıp korkuyor. Ayrıca baskıcı bir aile ortamı da kekemeliğe sebep oluyor. Çocuğun özgüveni zayıflıyor. Yeni doğan kardeşe gösterilen ilgi büyük çocukta özgüven sorunu oluşturuyor. Bu da konuşmasına yansıyor." diyor.

Türkiye genelinde 2 milyona yakın kekeme olduğu tahmin ediliyor. Kekemelik büyük oranda 2-7 yaş arasında oluşuyor. Eğitim programı, okuma-yazma bilenlere yönelik olduğu için 8 yaşından küçükler eğitime alınamıyor. Zaten Hancı, bu yaştan önce çocuğu eğitmenin doğru olmadığını düşünüyor. Hancı, bu yaştaki çocukların ailelerine ücretsiz danışmanlık yaptıklarını söylüyor. Merkezde, Rusya'da uygulanan bir yöntemin Türkçe versiyonu olan ve kısa sürede eğitimi hedefleyen Beyaz Sanat Key (www.beyazsanatkey.com) programı uygulanıyor. Merkezde, Mediha Güney ve Abdülhalim Hancı gibi alanında uzman isimler görev yapıyor. Gelen öğrenciler, önce eski konuşma alışkanlıklarını unutmak ve yeni bir alışkanlık kazanmak için iki haftalık susma eğitimi alıyor. Toplumda ve aile içinde hiç konuşmuyor; sadece her gün merkeze gelerek bilgisayarda en az 5 saat yavaş ve melodili bir sesle metin okuyorlar. "Susma" döneminden sonra doğru nefes almayı öğrenme ve konuşma dönemi başlıyor. Bu sürede öğrencilerin özgüvenini artırmaya yönelik sosyal aktiviteler yapılıyor. Programı ciddiye alıp tembellik etmeden çalışan öğrencilerin bir ay sonunda yavaş ve melodik bir sesle normal konuşmaya başladıklarını belirten Hancı, şu bilgileri veriyor: "Kekemelerde ağız hareketlerinde kasılma, el, ayak hareketleri gibi tikler oluşur. Ayna terapisinde kendilerini görerek bunu nasıl düzelteceklerini öğreniyorlar."

Susma döneminin 8. gününde olan Akif'in büyük ilerleme kaydettiğini okumasından anlayan anne Mine Dürüz, "Düzelmesini çok istediği için kurallara uyuyor. Önceden dışarı çıkıp çocuklarla oynamak istemezdi. Şimdi konuşmadığı halde çıkıp oynuyor. Onun mutluluğunu görmek her şeye değer." diyor. "Aslında bir gün geçeceğini biliyordum. Bundan sonra başka bir Kadir olacak." diyen Kadir, memleketine daha güzel konuşarak dönecek olmanın sevincini yaşıyor. Muhammed ise, "Susma döneminde biraz zorluk çektim; ama buna değdi. Artık daha büyük hedeflerim var. Oraya doğru ilerleyeceğim." şeklinde konuşuyor. ZAMAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=577378
#1509
Çocuklarda daha çok 6 yaşından önce ortaya çıkan; seslerin, hecelerin veya sözcüklerin sık tekrarlanması ile konuşmanın ritmik akışını bozan duraksamalar olarak tanımlanan kekemeliğe, çocuğun yanında yapılacak tüm konuşmaların hecelenerek gerçekleştirilmesi durumunda çözüm bulunabileceği bildirildi.
 
Adana Numune Hastanesi psikiyatristi Dr. Sümer Öztanrıöver, hızlı ve nefes nefese konuşan çocuklar, hızlı konuşan anne-babaların çocukları ile ailede veya çevrede kekemeliği olan 2-6 yaş arasındaki çocukların kekemelik riski altında olduklarını belirti. Hız stresinin, çocuklardaki kekemeliğin en önemli unsurlarından olduğunu belirten Öztanrıöver, "Televizyondaki çocuk programlarında yer alan karakterlerin arkalarından kovalayan varmış gibi konuşmaları hız stresini körükler ve kekemeliği artırıcı niteliktedir. Kekemelik başlayan çocukların televizyon izlemeleri kısıtlanmalı." dedi. Öztanrıöver, 2-6 yaş arasındaki çocuğu olan anne ve babaların kekemeliği önlemek veya ortadan kaldırmak için ilk yapacakları şeyin kendisinin "kekemelik aşısı" olarak tanımladığı çocuğun konuşmasını düzeltmemeleri olduğunu ifade etti. Hiçbir şekilde çocuğun konuşmasına müdahale edilmemesi gerektiğini anlatan Öztanrıöver, şunları söyledi: "Çocukla yavaş, tane tane, biraz alçak sesle ve heceleyerek konuşulmalı. Eğer kekemelik başladıysa ve şiddetliyse tüm konuşmalar hecelenmeli, şiddetli kekemelikte ise heceler uzatılmalı. Anne ve babalar çocuğun yanında birbirleriyle konuşurken mutlaka hecelemeli. Çocuğa asla 'benim gibi konuş' denmemeli. Doğal taklitçi olan çocuklar önce heceleyerek akıcı konuşmaya başlayacak, bir süre sonra da sadece takıldığında bu sorunu yaşayacaktır. Takılma durumlarında bazı kelimelerin hecelenmesine devam edilmeli. Bir süre sonra çocuk normal konuşmaya geçecektir."

Öztanrıöver, herhangi bir stres etkeniyle ya da durup dururken çocukta kekemeliğin başlayabileceğini, bu durumda onunla yeniden hecelenerek konuşulması gerektiğini sözlerine ekledi. Adana, AA ZAMAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do;jsessionid=9334CCE223674ECCDC9C1B7951E1C28F?haberno=586889
#1510
Araştırmalar, kekeme çocukların aileleri tarafından daha az beğenilip takdir edildiğini, konuşmalarının sık sık kesildiğini gösteriyor. Ebeveynler, çocuğun kekelemesine değil akıcı konuşmasına odaklanmalı ve cesaret vermeli.

Çocuklarda oldukça sık rastlanan kekemeliğin, ailelerin bilinçsiz müdahalesi nedeniyle kalıcı hale geldiği bildirildi. Özel Bahar Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Turgay Baz, çocukların konuşmasında bir bozulma olması durumunda ailelerin kaygılandığını ve bunu düzeltmek için yanlış müdahalelerde bulunmaya başladığını söyledi. Konuşmaya başlayan çocuklarda sıkça rastlanan bu durumun genellikle kendiliğinden düzeldiğini vurgulayan Uz. Dr. Baz, sorunun kalıcı olmasında anne-babaların tutumlarının etkili olduğunu kaydetti.

Büyüme döneminde ortaya çıkan kekemelik hakkında bilgi veren Baz, şöyle konuştu: "Çocuklarda 3-5 yaşlar arasında beyin gelişimi çok hızlıdır. Buna karşın, düşüncelerin aktarılması için gerekli olan dil ve dudak aynı hızda gelişmez. Bu da, çocuğun bazı sözcükleri bozuk çıkarmasına ya da çıkaramamasına neden olur. Bu durum zaman geçtikçe kendiliğinden düzelebilir."

Anne-babaların bu dönemdeki tutumlarının çok önemli olduğunu dile getiren Dr. Baz, şöyle devam etti: "Anne-babalar, çocukların çıkartacağı sözcükleri takip ederek, onları düzeltme yoluna gidiyor. Bu durumda ise çocuk takılmayacağı sözcükleri seçeceği için toplum içinde ya da heyecanlandığında takılmaları artacaktır. Bazen de çocuklar, takılmamak için konuşmamayı tercih edebiliyor. Anne-babalar, çocuğun konuşmasına müdahale etmek yerine, onu serbest bırakmalı. Zamanla daha doğru telaffuzlarla, durum kendiliğinden düzelecektir."

Dr. Baz, çocuklarda ilerleyen yaşlarda da konuşma bozukluğunun devam etmesi durumunda, doktora başvurulmasını ve tadavi sürecine geçilmesi gerektiğini ifade etti.

2-6 yaş arasındaki geçici kekemelik döneminde çocuğun hemen kekeme olarak etiketlenmemesi gerekiyor. Bu aşamada çocuğun her dediği düzeltilir, baskı yapılır, konuşmasıyla da alay edilirse kekemelik kalıcı hale gelebiliyor. Kekemeliğe meyilli çocuklar otorite figürlerle (baba, öğretmen, okul müdürü vb.) ya da kendi konuşmasını dinlemekten bıktığını belli eden dinleyici ile konuşurken daha fazla güçlük çekiyor. ZAMAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=746809
#1511
Kekemelik, çocukluk ve gençlikte sıklıkla rastlanan kişinin özgüvenini, insanlarla iletişimini, eğitimini ve iş hayatını hatta iş bulmayı bile doğrudan etkileyen; tedbir alınmazsa hayat boyu da devam edebilen problemlerden biridir. Kişiyi iç dünyasında ve sosyal hayatında çok büyük sıkıntılara sokan kekemelik, diğer konuşma bozuklukları gibi sebeplerin tespitiyle birlikte konuşma terapileri ve uygun çevre düzenlemeleri ile tamamen düzelmekte ve ne kadar erken tedavi yapılırsa düzelme de o kadar hızlı olmaktadır.

Konuşurken heyecanlanma, hata yapma, kekeleme, tutukluk, çocukluk ve gençlik çağında sıklıkla karşılaşılan problemlerdendir. Kekemelik nörofizyolojik, kalıtımsal, çevresel, duygusal ve psikolojik pek çok nedenin etkileşimi sonucu ortaya çıkar. Bazı konuşma bozuklukları ya doğuştan ya da düşme, yaralanma, havale geçirme vb. sebeplere bağlı olarak organik kaynaklı olsa da konuşma bozukluklarının büyük bir kısmı psikolojik durumlardan etkilenir. Çocuk yetiştirme tutumları da kekemeliğin ortaya çıkmasında etkilidir.

Baskıcı baba sebeplerden biri

Yapılan araştırmalar, babaların sert ve baskıcı tutumlarının erkek çocuklarda düzgün konuşmaya başladıktan sonra kekemeliğe yol açtığını ortaya koymaktadır. Bazı çocuklarda da kekemelik 2-3 yaşlarında konuşmanın ilerlemesi ve çocuğun hızlı düşünmeye başlamasıyla birlikte görülür. Eğer bu dönemde çocuğa kekelememesi konusunda baskı yapılmaz, rahat bırakılıp çocuğun kelime hazinesini geliştirmesine yardımcı olunursa; kendiliğinden kaybolurken baskı olduğu takdirde kalıcı olabilir.

Güven duygusunun yeterli olmaması ve mükemmeliyetçiliğe bağlı hata yapma endişesi kekemelikte önemli bir etkendir. Kişinin yeni ortamlara girmesi, kendinden yaşça, mevkice daha üstün gördüğü kişilerle karşılaşması, normalde herkeste belli bir heyecan oluşturur. Kendine güvenmeyen ya da mükemmeliyetçi ve kaygısı yüksek kişiler bu durumu sadece kendilerine ait zannederek hata yapma endişesiyle daha çok paniğe kapılıp daha çok heyecanlanırlar. Kişi heyecanlanmamak için toplumdan uzaklaştıkça veya topluluk içinde söz almaktan kaçındıkça konuşurken heyecanlanma daha çok artar.

Kekemelik ve diğer konuşma bozuklukları ailenin ve kişinin sosyal çevreden uzak olması durumunda da ya artar ya da düzelmeden devam eder. Çocuk veya genç okulda, üniversitede de sessiz kalmayı tercih edip tahtaya kalkmaz, söz almaz ya da arkadaşlardan uzak durur, sosyal etkinliklere katılmazsa problem daha da büyür. Çalışma hayatındaki gençler için de sosyal ortamdan kaçmak aynı şekilde kekemeliği artırırken kişi sosyal ortama girdikçe kekemelik azalır.

*Sosyal ortama girin, sesli okuyun, kurslara katılın
*Topluluk içinde sorumluluklar almakla, gezilere, panellere katılmakla konuşma problemleri büyük ölçüde düzelebilmektedir.
*Diksiyon kurslarına veya kişisel gelişim kurslarına gitmek yararlıdır.
*Uykusuzluk, açlık, heyecanlanma vb. stresler kekemeliği artırır. Bu sebeple derin nefes alma ve kas gevşetme egzersizleri, spor ve açık havada dolaşmak çok faydalıdır.
*Kişinin yüksek sesle bol bol kitap ve şiir okuması, bilhassa takıldığı harfleri içeren tekerlemeler söylemesi de yararlıdır.
*Bazen profesyonel yardım almak (psikolog, psikiyatrist, konuşma terapistinden) gerekir.

Farika Teymur Artır-Uzman psikolog. Psikolojik problemlerinizle ilgili soru sormak için, Tel: 0216 386 06 66, Faks: 0216 386 68 54 e-posta: t.artir@zaman.com.tr ZAMAN
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=562234
#1512
Kekemelik bütün dünyada pek çok kişiyi ilgilendiren kişinin çevresindekilerle duygu ve fikir alışverişine, normal ilişkilerinden zevk almasına engel olan bir rahatsızlıktır. Kekeme kişi için alışveriş yapma, lokantada bir şey ısmarlama bazen bir kâbus gibidir. Kekemelik genellikle okulöncesi dönemde 2-6 yaşlarda başlayıp çeşitli sebeplere bağlı olarak gittikçe şiddetlenebilmektedir.

Kekemeliğin şiddeti ne kadar erken yaşlarda engellenirse kekemelik de o kadar hızlı bir şekilde ortadan kalkmış olur. Kekemelik belki sadece anne babanın olumsuz tutumları sebebiyle gelişmemektedir. Fakat anne babanın bilinçli ve dikkatli tutumları ile kekemeliğin şiddeti azaltılabilir veya bazı durumlarda önlenebilir.

Çocukların çoğu bilhassa heyecanlı yapıda olanları konuşmaya başladıkları ilk aylarda veya yıllarda kekelemeye başlar. Bazı çocuklar başlangıçta ilk hecelerde kekelerken bazıları ise başlangıçta çok düzgün konuşurken iki üç kelimelik cümlelerle konuşmaya başladıktan sonra şiddetli bir şekilde kekelemeye başlarlar. Bu durum bazen hastalık, aile içi stres gibi değişimlere de bağlı olabilir. Bununla beraber başka belirgin bir neden olmadan da birdenbire kekelemeye başlayan çocuklar bulunmaktadır.

Bunun nedenlerinden biri de şudur; çocuğun zeka seviyesi arttıkça daha hızlı düşünmeye başlar. Bazen o kadar hızlı düşünür ki kelime hazinesi düşünce seviyesine erişemez. Veya çocuk çevresinde çok fazla kelime veya deyim öğrenmiştir ve bunları taklit ederek kullanmaya, düzgün ve hızlı konuşmaya çalışır. Bu konuda deneyimi az olduğu için de kekelemeye başlar. Bu durum anne babanın sakin tutumu ile bir zaman sonra tamamen ortadan kalkmaktadır. 2-3 yaşında yoğun bir şekilde kekeleyip ömür boyu bir daha kekelemeyen çocuklar da vardır. Anne babanın çocuğunun konuşması üzerinde odaklanması çocuk kekeliyor diye çok fazla endişelenmeleri çocuğun daha fazla kaygı duymasına yol açar. Bu durumda çocuğu sabırla dinlemek yeterli olur. Çocuğa kekelerken "dur", "acele etme", "nefes al", "sakinleş" gibi sözler söylemek konuşması üzerine daha fazla odaklaşmasına neden olabilir.

Çocuğun konuşmadığı veya kekelemediği başka bir zaman konuşmasındaki bu değişikliğin nedenleri, artık büyüdüğü ve hızlı düşündüğü için böyle kekelediği, zamanla daha fazla konuşup yeni kelimeler öğrendikçe bunun olmayacağı anlatılıp rahatlaması sağlanabilir.

Mükemmeliyetçi ve beklentisi yüksek anne babaların çocuklarında kekemeliğin daha fazla olduğu ileri sürülmektedir. Yine erkek çocuklarda kız çocuklara göre kekemelik daha fazla görülmekte olup babanın erkek çocuğundan beklentisinin yüksek olmasının etkili olduğu da düşünülebilir. Korku, travmaya yol açacak çeşitli olaylar ve şiddetin de kekemelik üzerinde etkili olduğu bilinmektedir. Çocuğun korkuları hakkında konuşmanın ve onu dinlemenin de yararı vardır.

Heyecan kontrol altına alınabilir

Heyecanlı çocukların heyecanlarını kontrol altına alabilmeleri için daha fazla sosyal çevreye girip daha fazla konuşma ortamında bulunmaları gerekir. Çocuğun güven duygusunun da geliştirilmesi önemlidir. Kekelemenin bir ayıp olmadığı, bu durumdan utanmaması gerektiği uygun bir dille anlatılabilir.

Çocuğa küçük yaşlardan itibaren kaslarını yerinde gevşetmesi ve doğru nefes alması, nefes alıp vererek gevşemesi öğretilmelidir. Bunun kekeleme problemini azaltmada etkisi çoktur.
Gerek aile içi stres gerekse çocuğun hayatındaki diğer stres kaynakları hastalıklar vb. kekelemenin şiddetini artırabilir.
Spor ve sağlıklı beslenme, yeterli uyku alışkanlıkları kekelemenin artmasına engel olur.

Kaliteli iletişim kurmalısınız

Anne baba doğumdan itibaren çocuğuyla arkadaş olup onunla konuşmalıdır. Bu konuşmalar nasihat, "dur, yap" gibi emir ve komut şeklinde olmaktan çok paylaşma şeklinde olmalıdır. Çocuk bu güzel sohbet anlarında kendisini ifade etmeyi öğrenir.

Küçük yaşta küçük şiirler, fıkralar, şarkılar, hikayeler öğretilebilir. Bunları aile ve dost meclislerinde okuyup söylemesi teşvik edilmelidir.
Çocuğun yaşıtları ile de oynayabileceği sosyal ortamları geniş olmalıdır. Çocuk bazı günler anne babası olmadan yakın bir aile dostunun evinde birkaç saat kalabilmelidir.

Anne babalar geçer diye beklememeli bir uzmandan yardım almalıdır.

Farika Teymur Artır / Psikolog
http://arsiv.zaman.com.tr/2003/12/27/kadin/h1.htm
#1513


Kanada hükümeti, kanserojen madde içeren plastik biberonların ülke genelinde satışını yasakladı.

Sağlık ve Çevre bakanlıklarının ortak çalışmaları sonucu, plastik biberonların ana maddesi olan Bisfenol A (BPA)'nın zehirli ve tehlikeli maddeler listesine dahil edilmesine karar verildi.

Karar, resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi. Ülkedeki çevreci gruplar da karara destek verdi. Çevreci Savunma grubundan Dr. Rick Smith, Bisfenol A'nın, plastik su bardakları, yeniden doldurulabilen su bidonları, plastik ambalaj malzemeleri ve diş hekimlerinin kullandığı diş dolgu maddeleri başta olmak üzere daha birçok alanda kullanıldığını belirtti. "Bisfenol A'yı zehirli ve tehlikeli kılan şey, onun sıcakla temas ettiğinde kanserojen etki göstermesidir." diyen Smith, bu yüzden plastik biberonların kullanılmaması ve uygulamanın yaygınlaştırılması gerektiğini söyledi.

AA
http://www.samanyoluhaber.com/haber-121739.html
#1514
Şükürler olsun bu günü de gördük. Hukuk, derin devletin karargâhına girmeyi başardı!

1970'lerden beri adını duyduğumuz, 1 Mayıs katliamından Özal'a suikast teşebbüsüne kadar her türlü menaletin tezgahlandığı şer odağı olarak bildiğimiz ama bir türlü ulaşamadığımız kontrgerillanın, diğer adlarıyla Gladyo'nun ya da derin devletin kapılarını nihayet açtırdık. Hukuk o kapıdan içeri girdi.

Kozmik odalardaki aramadan Arınç'a suikast iddiası ile ilgili olarak ne çıkar bilemem. Ama o kapının açılmasının hukuk devletine doğru, devletin şeffaflaşmasına doğru atılmış çok büyük bir adım olduğundan eminim.

Darbeciler, suikastçılar, iç savaş kışkırtıcıları, provokatörler, andıççılar artık Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde hukukun giremeyeceği karargah, açamayacağı kapı olmadığını; derin devletin saklanabileceği hiçbir kuytuluk kalmadığını gördüler.

Demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne doğru giden yolda bundan büyük ilerleme olur mu?

X x x

Son adıyla Seferberlik Tetkik Kurulu denilen kurum sözde ülkenin yabancı güçler tarafından işgali halinde halkın direnişini örgütlemek üzere kurulmuş.

Ama kuruluşundan bu yana, işgal mişgal söz konusu olmadığı için, "bari ben de boş durmayayım" diye herhalde, halka ve demokrasiye karşı derin devletin direnişini örgütlemek üzere faaliyette bulunmuş. Hatta bundan birkaç yıl önce yaptığı işi kılıfına uydurmak için görev tanımını da değiştirmiş. "Ülkenin siyasi işgaline karşı" örgütlenme şeklinde bir görev tanımı yapmış. (Tabii "siyasi işgal"den kastedilen AK Parti çizgisinin iktidara gelmesi olmuş oluyor!)

Böylece, bütün o andıçlara, hükümeti yıkma planlarına, Kafes eylem planlarına da aklınca "meşruiyet" kazandırmış!

Peki nasıl olmuş da bunca yıldır ülkenin başbakanlarının, cumhurbaşkanlarının bile giremediği bir alan yaratarak, hukuka kapılarını kapatarak yürütebilmiş bu faaliyetleri?

"Devlet sırrı" kavramı sayesinde...

Öyleyse bizler de, o kapının açıldığı bugünlerde, şu "devlet sırrı" denilen "dokunulmaz" kavram üzerinde biraz daha düşünmeye başlasak; her cümlemize "devletin elbette bazı sırları, bazı gizli operasyonları olacaktır ama" diye başlamak yerine şöyle bir durup sorsak iyi olacak: Neden devletin halkına açıklayamayacağı bazı sırları, bazı gizli operasyonları olsun?

Şimdi lütfen, şu devlet sırrı denen kavramı ikide bir getirip burnumuza sokanlardan bir Allah'ın kulu çıksın ortaya ve bize bir tane, devletin halktan gizli tutup da halkın hayrına yaptığı bir "iş" örneği göstersin.

Ah, evet biliyorum, sığınılacak ilk örnekler sınır dışı kimi operasyonlar, ASALA'cıların "temizlenmesi" ve benzeri olacaktır.

İyi ama, bir terör örgütünün liderini öldürmek, ister eski bir katil, ister resmi görevli yapsın; yargısız infaz değil midir? Ve yargısız infaz dünyadaki bütün yasalara göre suç değil midir?

Başka ülkelerin içişlerine burnunu sokmak, hükümet devirme komplolarına katılmak, bir savaşta taraflardan birine gizlice silah yardımı yapmak... Bu suçlardan hangisi savunulabilir?

Aslında devletin gizli operasyonları, kimsenin önüne çıkıp savunamadığı suçlarıdır. Ve eğer hukuk literatürüne bir katkıda bulunup "devlete yararlı suçlar", "devlete zararlı suçlar" diye bir ayrım getirmeyeceksek, devletin gizli faaliyetlerinin herhangi birini savunma imkanı yoktur.

Öyleyse biz, "Devletin elbette gizli operasyonları, sırları olacaktır" demekle, "devlet elbette ki punduna getirdiğinde suç işleyecektir" demiş oluyoruz. Devletin, suçüstünde yakalanmamak, ele güne rezil olmamak kaydıyla suç işlemesine izin veriyoruz. Ondan sonra da kalkıp "temizlikten" söz ediyoruz.

Oysa devlet sırrı kavramını ve devletin gizli operasyon yapma hakkını prensip olarak reddetmeden devleti temizleyemezsiniz.

Biz, gerek Susurluk davası sırasında, gerekse Ergenekon davası sürecinde bir kez daha öğrendik ki, devlet içinde kurulan devletçiklerden, devletin ve politikanın her kademesinde herkesin haberi var. Adım gibi eminim ki; CIA'sından MOSSAD'ına bütün yabancı istihbarat örgütleri de biliyor. Bilmeyen bir tek halk. Yani devlet sadece halka karşı sır küpü...

Devletin ancak halktan gizlenmek kaydıyla korunabilecek bir yüksek menfaati olduğunu kabul etmek, devletin halkla çeliştiğini kabul etmektir. Bu durumda devletin menfaatleri, halka karşı bir hüviyet kazanmış ve meşruiyetini yitirmiş demektir.

Demokratik toplumlarda, devletin değil; halkın menfaatinden ya da güvenliğinden söz edilmelidir.

Demokrasinin özü de zaten budur.

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/88541-hukuk-kontrgerillanin-karargahinda-gulay-gokturk-makalesi.aspx
#1515
"Kozmik" kelimesi tam olarak "kaotik"in karşıtı. "Kozmik", evrendeki düzeni ifade eden "kosmos" kelimesinden geliyor. Evrende gördüğümüz sistemli veya düzenli oluş haline "kosmos" deniyor.

Sadece askerlerde değil, gizlilik içinde iş gören bütün devlet kurumlarında gizli bilgilerin ve belgelerin yer aldığı özel odaya "kozmik oda" denmesinin sebebi, devlet içindeki düzen ve intizamın bu belge ve bilgiler vasıtasıyla yürüdüğüne inanılması. Tersinden bakıldığında bu bilgilere düşmanlar ulaştığında devlet düzeninin çökeceği, devletin âlî çıkarlarının zarar göreceği düşünülüyor. Ancak bu anlayış büyük ölçüde Soğuk Savaş dönemine özgü ideolojik rekabetin izlerini taşıyor. Kastedilen ne kadar silahınız olduğu, bunları nerede sakladığınız bilgisi değil. Her yıl Londra'da yayımlanan Military Balance dergisinden, sadece kendi ordunuzu değil, bu açıdan bütün dünya ordularını ve silah ve cephane konusundaki değişmeleri izlemek mümkün. Bu "çok gizli bilgi" denilen şeylerin çoğu Soğuk Savaş dönemine özgü yalanlar ve bu yalanlar üzerine kurulmuş örgütlenmelerden oluşuyor. Doğrudan Özel Harp Dairesi'nin (Seferberlik Tetkik Kurulu) bu amaçla kurulmuş olması gibi. Halkınız ideolojik olarak kandırılabilir, düşman güçlerin amaçlarına hizmet eder hale gelebilir. Buna karşı koymak için para-militer, yani yarı askerî yarı sivil bir örgütlenme ile halkın içine girmeniz gerekir. Ayrıca halkın devlet çıkarları istikametinde hareket etmesini sağlamak üzere yalanlar üretmek zorunda kalabilirsiniz. Düşman yumuşak metotlarla halkın zihninde mevziler kazanırken, siz doğrudan düşmanın eseri gibi görünen eylemlerle halkı tekrar devletin çıkarları yönünde seferber etmelisiniz. Bunun için masum insanların hayatına kasteden eylemler planlanması ve icra edilmesi (Avrupa'daki kontrgerilla örgütlerinin yaptığı gibi) gerekebilir.

Soğuk Savaş sona erdi. İki kutuplu dünyanın ideolojik rekabetinden eser kalmadı. Bizdeki bu Soğuk Savaş örgütü neden ortadan kalkmadı? Önemli olduğu için tekrarlayalım. Doğrudan "komünist işgal teşebbüsü"ne karşı oluşturulan bu para-militer örgüt neden varlığını hâlâ devam ettiriyor? Bulabileceğiniz tek makul cevap var: Çünkü bu örgüt devlet içindeki askerî vesayetin para-militer aparatı olarak vazife icra ediyor.

Askerin devlet içindeki silahlı vesayet aracı, yine Soğuk Savaş'a özgü ideolojik kalıplar etrafında yürütülüyor. Dün "komünist işgale" destek verecek olan halk bugün bir "irtica tehdit"i ne oylarıyla imkân tanıyabilir. Devletin laik niteliğini, demokrasiden gelen bu tehdide karşı korumak için illegal bir örgütlenmeye ve halkı ikna etmek için provokatif eylemlere başvurmak gerekebilir. Karşımızda duran şablon tipik bir Soğuk Savaş şablonu. Dün Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy suikast sonucu öldürüldüğü için laikliğe yönelik bu tehlikenin farkına varıyorduk. Bugün sistem çalışmıyor. "Tehlikenin farkına varmak" için yapılan eylemler -Danıştay suikastı gibi- deşifre ediliyor. Üstelik yargılanıyor.

Kozmik Oda'da yürütülen soruşturma kapsamında, cumhuriyet savcısı tutuklama talebiyle üç subayı mahkemeye sevk etti. Savcının bu talebinin arkasında yer alan "şüphe" hepimizin ortak şüphesi. Bu şüpheden iz ve eser kalmayana kadar bu işin üzerine gidilmemesi halinde, kozmik odaların koruyamayacağı bir kaos ortamı ortaya çıkacak. TSK'daki soruşturmanın "kurumlar arası çatışma"ya veya bir kaosa yol açacağı lâfı, tipik bir kontrgerilla perdelemesi. "Kurumlar arası çatışma" lâfı neredeyse iki devlet arasındaki sürtüşmeyi ifade edecek. Devlet tektir. "Kozmik oda"nın koruduğu düzen, devletin tekliğine dayanır. Savcıyı kapıda bekleten, yargıca müşkülat çıkartan kurum, devletin düzenine zarar verir.

Bizi, bu ülkeyi muhafaza eden, devletin bekasını sağlayan, milletimizin âlî menfaatlerini koruyan güç hukuktur. Hukukun egemenliği karşısında "kurumlar arası çatışma"yı ve kaos ihtimalini öne sürenlere söylenecek söz "hukuku olmayan kurum batsın", kaosu önlemenin yolu silahın gücünden değil, hukukun gücünden geçer hükmüdür. Çünkü kosmos'u "kozmik oda" değil hukuktan başka bir güç sürdüremez.. m.turkone @zaman.com.tr

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=934285&title=kozmik-odadan-kaos-cikar-mi
#1516
Hürriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün istifasının ardından Doğan Holding Yönetim Kurulu Başkanı Aydın Doğan da görevinden istifa etti.

Bu istifayla medya dünyasında yeni bir çığır açılıyor ve medya dünyasının efsane ismi olan Aydın Doğan görevinden istifa ederek medya dünyası ve iş dünyasına veda ediyor.

Yerini kızı ve aynı zaman da Tüsiad Başkanı olan Arzuhan Doğan Yalçındağ'a bıraktı.

http://www.cafesiyaset.com/haber/20091230/Ve-sonunda-Aydin-Dogan-istifa-etti.php

İŞTE ERTUĞRUL ÖZKÖK'ÜN GENEL YAYIN YÖNETMENİ SIFATIYLA YAZDIĞI SON KÖŞE YAZISI:

Çok mahrem bir konu

CUMARTESİ akşamı Yazı İşleri'nden aradılar.

Seferberlik Dairesi'nde yapılan aramalarla ilgili bilgi verdiler.

"Kozmik oda" kelimesini ilk defa orada işittim.

Bir genel yayın yönetmeninin önüne böyle bir kelime gelince sevinir.

Çünkü, kafanızı patlatmanıza gerek kalmaz, manşeti kurtarmak için elinize mükemmel bir imkân gelmiştir.

Nitekim pazar günü şehir baskılarımızın manşetinde "Kozmik Oda" kelimeleri vardı.

* * *

Herkes "kozmik odadan" çıkacak "gazetecilik malzemesini" merak ediyor.

Ben de merak ediyorum.

Ergenekon davası, hayatımda hiç olmadığı kadar beni "şüpheci hale getirdi.

Yirmi yıllık genel yayın yönetmenliği süresinde, "gerçekle" "dolduruşun", "tufaya getirilmenin" bu kadar iç içe geçtiği başka hiçbir dönem yaşamadım.

Ama bu olayı izlerken ben çok başka bir şeyi merak ediyordum.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Genelkurmay'ın "mahremiyetine" ilk defa giriliyor.

Böyle olaylarda nasıl davranılması gerektiği konusunda hiçbirimizin tecrübesi yok.

Aramayı yapan hâkim 70 sayfaya yakın not tutmuş.

Bu bilgilerin ne kadarı "suç isnadı" ne kadarı "devlet sırrıdır" hiçbirimiz bilmiyor.

Acaba bu konudaki incelemeyi yapan savcılar ve hâkim, bu bilgilerin ne kadarını dosyalara koyacak?

Bu soruyu soruyorum, çünkü Ergenekon davasında, davayla ilgisi bulunmayan bir sürü mahrem bilgi dosyalara kondu ve "kamunun malı" haline getirildi.

* * *

Şimdi merak ediyorum.

Kişinin "mahremiyetini" hiç dikkate almayan yargı, acaba "askerin" ve "devletin mahremiyeti" konusunda ne kadar hassas davranacak?

Askeri sırlar da işportaya düşecek mi?

Tahminim şu:

Büyük bir ihtimalle düşmeyecek.

Hâkim ve savcılar, "devlet mahremiyetini", "askeri mahremiyeti" koruma konusunda daha hassas davranacaklar.

Çünkü sonunda "düşmanın eline geçmesi ihtimali olan bilgiler" söz konusu.

Yani bir ucundan "vatana ihanete" dokunabilir.

O nedenle bu soruşturmayı yürüten hâkim ve savcıların dikkatli davranacağını tahmin ediyorum.

Ama onlar böyle davrandığı zaman, bizlere de şu soruyu sorma hakkı doğmayacak mı?

Bizlerin, yani vatandaşların; telefon dinlemeleriyle ve dosyalara konan şeylerle, delik deşik hale getirilmiş mahremiyetimiz ne olacak?

"Devletin dağınık yatağı", "vatandaşın dağınık yatağından" daha "kutsaldır" deyip içimize sindirecek miyiz?

Yoksa bundan istifade ederek, dava dosyalarına girecek bilgiler konusunda demokratik ülkelere yakışır bir tartışmayı başlatıp, ona uygun davranılmasını mı sağlayacağız?

* * *

Bazılarımız için "devletin ve askeriyenin mahremiyeti" en kutsal şey olabilir.

Benim için bu iki kutsaliyet yarışa sokulamaz.

Çünkü bu yarışın kazananı olamaz.

Modern demokrasinin temel felsefesi, 19 ve 20'nci yüzyılın çok ötesine geçti.

Bugün modern demokrasileri yöneten anayasaların temel felsefesi, "Vatandaşın ve bireyin haklarını, ceberrut olma ihtimali olan herkese karşı
korumak" üzerine kuruludur.

Azınlıkta olanı çoğunluğun istibdadına; bireyi, devletin zulmüne; bireysel farklılıkları, "genel adap" adına tahakküm kurmaya çalışanlara karşı koruyan anayasalar benim gözümde çağdaş bir toplumun temel dayanağı olabilir.

İşte o nedenle "kozmik odalardan" çıkacak mahremiyeti merakla bekliyorum.

Bakalım "kutsal devlet" kendini ne kadar koruyacak?

Vatandaşını ne kadar kollayacak...

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=13335315&yazarid=10&tarih=2009-12-29
#1517
Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, Cumhuriyet Başsavcılığı'nın, hakkında TCK 301. maddeden açtığı soruşturmaya, "Hayırlı olsun. Susma, sustukça sıra sana gelecek" ifadesiyle yanıt verdi.

Baydemir, Yenişehir Belediye Başkan Selim Kurbanoğlu, Bağlar Belediye Başkanı Yüksel Baran ile Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) yöneticilerle birlikte KCK soruşturması kapsamında, başkanları tutuklanan belediyelere geçmiş olsun ziyaretinde bulundu.

Tutuklanan Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş'ın makamına geçen Baydemir ve belediye başkanları, burada yaptıkları açıklamada, tutuklu Belediye Başkanı Demirbaş'ın makam koltuğunun boş olmasına dikkat çekti. Sur Belediyesi'ni ziyaretinde gazetecilerin sorularını da yanıtlayan Baydemir, hakkında açılan soruşturmanın önemli olmadığını söyledi. Mevzunun, hakkında açılan soruşturma olmadığını dile getiren Baydemir, şöyle konuştu:

"Mevzu, benim vermiş olduğum yanıtlar değildir. Mevzu bir zulümdür. 1994'teki zulüm tekrarlanıyor. O fotoğrafa bakmak lazım. İnsanlık bir kez daha yerde sürükleniyor. Türkiye halkına, Türk halkına seslenmek gerekiyor. Susma, sustukça sıra sana gelecek. Bu kentin bütün dindarları, bütün laikleri, bütün sosyalistleri, bütün liberalleri bu zulüm hepimizedir. Ne olursak olalım. Fikrimiz ne olursa olsun bu zulüm hepimizedir. Yarın bir başkasının kapısı çalınacak. Adım adım polis devletine doğru gidiyoruz. Hiç kimse bunu açılımla izah edemez. Artık hiç kimse bizi kandıramaz. Biz bunu kabul etmiyoruz."

BDP'li belediye başkanlarının tutuklanmasının nedeninin alternatif belediyecilik modelini başarmış olması olduğunu savunan Baydemir, bir diğer sebebin de halkı hizmet ve üretimden mahrum bırakmak olduğunu ileri sürdü. Baydemir, tutuklamalara yanıtlarının ise "Yanıtımız miskali zerre kadar hizmette aksama olmaması. Tam aksine hizmeti yükseltmektir. En büyük yanıtımız bu olacaktır. Mutlaka bütün darlıkların sonu aydınlıktır. Aydınlığı el birliğiyle ülkemize getireceğiz." şeklinde konuştu. Tutuklanan belediye başkanlarının görevlerine dönünceye kadar çabalarının devam edeceğini ifade eden Baydemir, "Ya onlar gelecek buraya, ya da bizi de zindana koyacaklar." sözlerini kaydetti.

Baydemir, geçen hafta KCK soruşturması kapsamında belediye başkanlarının gözaltına alınmasına "Hükümet ve devlet aklına bir mesajımız var. Bizi güvercin ve şahin diye ayırmayın. Ayıranlara ha siktir diyorum" demişti.

Bunun üzerine, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı da Baydemir hakkında, TCK 301. maddesi uyarınca, 'Türkiye Cumhuriyeti ve devletini alenen aşağılamaktan' soruşturma başlatmıştı.

(CİHAN)
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=933135&title=baydemirden-kufurlu-sorusturmaya-ilginc-tepki
#1518
Hafta içinde üç önemli gelişme:
1- Star Gazetesi Ankara temsilcisi Şamil Tayyar'a Ergenekon kitabından dolayı hapis cezası verildi.
2- Taraf Gazetesi'nde yaptığı haberlerle basın tarihimizde kendine yer bulan Mehmet Baransu, tutuklanma talebiyle adliyeye sevk edildi.

3- Hemen her siyasî konuda tartışmanın tam merkezinde ismi geçen Sincan Hâkimi Osman Kaçmaz'a bir yazısında 'işgüzar' dediği için Sabah yazarı Nazlı Ilıcak hakkında 2 yıl 4 ay hapis cezası istendi.

Neler oluyor? Neden oluyor? Niçin gazetecileri sindirme adına yargının bir bölümü adeta savaş ilan ediyor? Adalet Bakanlığı, medya ile ilgili 3 bin civarında dava açılmasının makul bir izahını bulmak zorunda. Maalesef şu anki görüntü göstere göstere yapılan zincirleme bir trafik kazasına benziyor. Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, geçenlerde Bakanlar Kurulu toplantısından sonra cezaların artırılacağını müjdeliyordu(!) Bu hafta yaşananlardan sonra başını yastığa gönül huzuru içinde koyabildi mi, bilemem; ancak bu süreç bir an önce demokratik bir eksene oturtulmazsa ülkemizde basın özgürlüğünün nasıl yerle bir edildiğini yeryüzünde duymayan kalmayacak. Çetelerin yazılmadığı bir ülkede demokrasi mesafe alabilir mi? Asla!

BAĞLAYIN BÜTÜN GAZETELERİ ANADOLU AJANSI'NA!

Gazeteciler üzerinde Demokles kılıcı gibi duran bazı kavramlara sığınıyor ceza verenler. Mesela 'soruşturmanın gizliliği' diye sık sık söylenen ve cezalara sebep olarak gösterilen kavram, bu ülkede yanlış yorumlanıyor. Bir kere şunu bilmek lazım ki; en uyduruk konularda bile 'gizlilik kararı' alınabiliyor. Konuşulanlara bakılınca sanırsınız, medya asla gizli belge yayınlayamaz. Yok böyle bir şey! Medyanın asıl işi kamu yararına olacak gizli belgelere ulaşmaktır hatta. Açık bilgiyi hukukî bir çerçeveymiş gibi takdim etmek, bunun dışına çıkılamayacağını söylemek, herkesi devlet ajansı haline getirmek demektir. O zaman bize 'Bağlayın bütün gazeteleri Anadolu Ajansı'na' demek düşer. Kaldı ki dünya gazetecilik tarihinin dönüm noktaları, gizli belgelerin yayınlanmasına dayanır.

Dünya basın tarihinin en çarpıcı davası hiç şüphesiz 'Pentagon Papers' diye bilinen Amerikan ordusuna ait gizli dokümanın neşredilmesidir. Bu belgeler için Amerika Savunma Bakanlığı, Vietnam Savaşı sırasında askerî sırların deşifre edildiği iddiasıyla yayın yasağı koydurmaya kalkışmıştı. New York Times'ın mahkemeye verilmesi üzerine pek çok Amerikan gazetesi 'ulusal güvenlik' gerekçesiyle sansürlenmek istenen bu belgeleri yayınladı. Mahkeme, kamu yararına olan bu bilgilerin neşredilmesini 'basın özgürlüğü' kapsamında değerlendirdi ve askerlerin 'ulusal güvenlik' bahanesini geçerli bulmadı. Bütün bunlar 1971'de yaşandı. Bugün Türkiye Cumhuriyeti hukuk sistemi de bazı medya yöneticilerinin zihniyeti de kırk yıl geride kalmıştır maalesef. 'AKP'yi ve Gülen'i bitirme planı' çıkıyor ortaya ve bir cunta faaliyeti suçüstü yakalanmış oluyor; bazı yetkililer 'Aman yazmayın, soruşturmanın gizliliğini ihlal etmiş olursunuz' diyor. Bu planı hazırlayanlardan hesap sormak varken basını sanık sandalyesine oturtmak yanlış. 'Kafes Eylem Planı' çıkıyor, hesap vermesi gerekenler (başta Genelkurmay Başkanlığı olmak üzere) aynı mazerete sığınıyor. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'a suikast tertiplenmesinden somut veriler üzerinde şüphe duyuluyor, aynı nakaratın arkasına gizleniyor birileri. Neymiş; soruşturmanın gizliliği esasmış. Böyle çağdışı bir uygulama hangi demokraside olabilir!

HÜKÜMETİN BU OYUNU BOZMASI GEREKİYOR...

Daha geçen ay Almanya'da genelkurmay başkanı, ilgili bakanlar ve müsteşar istifa etmek zorunda kaldı. Niçin? Afganistan'da çok sayıda sivil Afganlının hayatını kaybettiği operasyon ile ilgili gizli bir belge bir gazetede manşet olduğu için. Hiç kimse kalkıp da 'soruşturmanın gizliliğini ihlal'den bahsetmedi Almanya'da. Diyelim ki Almanya genelkurmay başkanı, 'soruşturmanın gizliliği esası'nı bilmiyordu; 'masumiyet karinesi' deyip skandalı ötelemeyi de mi beceremiyordu?

Bir teğmen, gencecik bir çocuğun eline pimi çekilmiş bir el bombası tutuşturuyor ve güya askere disiplin cezası veriyor. O bomba patlıyor ve 4 askerimiz şehit oluyor. Askerî makamlar olayı kamuoyuna duyurmayarak büyük bir suç işliyor. Bütün medya '4 erimiz şehit edildi' diye haber yapıyor. Ta ki Taraf Gazetesi, olayın aslını yazacağı ana kadar. Bu mudur gizlilik prensibi? Ya Aktütün Karakolu'na yapılan saldırıda gizlenen bilgiler? Ya Dağlıca Karakolu'na yapılan saldırıda yapılan korkunç ihmal? Ya 33 erin savunmasız bir şekilde sevk edilirken gaddarca şehit edilmelerine sebep olan korkunç gaflet? Ya Reşadiye saldırısında 7 yavrumuzun şahadeti ve katillerin adeta yer yarılıp yerin dibine girmişçesine gözden kaybolması? Bunları konuşmayacak mı medya? Ardını arkasını araştırmayacak mı?

Ergenekon davası da öyle. Ortada somut delilleri olan büyük bir örgütle karşı karşıyayız. Binlerce sayfalık iddianame, alınan ifadeler, yakalanan silahlar, bombalar, krokiler, suikast planları vs. ortada derin bir çete olduğunu gözler önüne seriyor. Bu nasıl bir adalet sistemi? Ergenekon davasını yürüten hâkim ve savcıları sindirmek için alavere dalavere çevirenler, Ergenekon örgütü ile ilgili haber yapan ve yazı yazan gazetecilere de tuzak kuruyor. Hükümetin bu oyunu bozması, adalete cidden inanan yargı mensuplarının bu komployu dağıtması gerekiyor. Aksi takdirde ne basın özgürlüğünden söz edilebilir bu ülkede ne de demokratikleşmeden...

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=932840&title=bosuna-ugrasmayin-sindiremezsiniz
#1519
ANKARA (ANKA-) Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı, Özel Çevre Koruma Bölgeleri Valiliklerine 5 Ekim`de yazı göndererek, polietilenden üretilen ve doğada yüzlerce yıl yok olmayan naylon poşetler yerine, çevreye zararı en aza indirilmiş, doğada kısa sürede biyolojik olarak parçalanabilen poşetlerin kullanılmasını istedi.

Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı`ndan yapılan açıklamada, petrol türevi olan polietilenden üretilen naylon poşetlerin ücretsiz ve kullanışlı olduğu için fazla miktarda tüketilerek çöplerle beraber tabiata atıldığı bildirilerek, bir naylon poşetin doğada tümüyle yok olması için yüzlerce yıl gerektiği belirtildi. Naylon poşetlerin sadece yüzde 1`inin geri dönüştürüldüğü, yüzde 99`unun ise doğaya atıldığı ve doğada bozulmaya başladıklarında çevreye zararlı kimyasal maddeler yayarak toprağa, suya karıştığı ve besin zincirini de kirlettiğine dikkat çekildi.

Açıklamada ayrıca, deniz hayvanları tarafından da yiyecek sanılıp yenilmesi ile canlı ölümüne yol açtığı ve şeffaf oldukları için sera gibi ısıyı emdiği ve orman yangınlarına da sebep olduğu bilinen naylon poşetlerin, çevreye ve sağlığa zararlarından dolayı birçok dünya ülkesinde kullanımının sınırlandırıldığı veya yasaklandığı hatırlatıldı.

Son yıllarda Türkiye`de de tek kullanımlık plastik ürünlerin parçalanmasının daha çabuk olması için çalışmalar yapıldığı ve biyolojik olarak parçalanabilen malzemeler denilen yeni ürünler geliştirildiği belirtiliyor. (ANKA)

http://tumgazeteler.com/?a=5614286
#1520
Plastik ambalajlar insan hayatını acımasızca sarıyor. Peki biz farkında olmadan kendimizi ve çevremizi nasıl zehirliyoruz? Kanser vakalarında artışın en önemli sebeplerinden biri olan plastik poşet gerçeğini ve çözüm yollarını Prof. Dr. Hamdi Temel'e sorduk.

Sanayinin ilerlemesi ile birlikte başlayan insanın doğaya yönelik acımasız tahribi artık geri döndürülmesi güç aşamalara ulaştı. İşte bu gidişata dur demek için Dicle Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Müdürü, Prof. Dr. Hamdi Temel plastik poşetlerle ilgili yaptığı araştırmanın sonuçlarını ve katil poşetlerden kurtulma yollarını iyibilgi'ye açıkladı.

Plastik ambalajların hem doğaya hem de insan hayatına çok büyük zararlar veriyor ve bu plastikler denizde olursa 400 yıl, karada olursa 800 yıl doğada kalıp bu süre boyunca toprağa suya zehir saçıyor, artık üçüncü dünya ülkeleri bile yasaklıyor diyen Temel'in açıklamaları şöyle:

"Kanser vakalarıdaki artışın sebebi plastik poşetler"

"Plastik poşet ve ambalajlar çok ucuza mal oluyor ve bu yüzden de üreticiler maliyeti düşürmek için genellikle plastik ambalajları tercih ediyor. Ancak uzun zamanda doğaya ve insan sağlığına verdikleri zarar yaptıkları kardan çok büyük, özellikle plastik ambalajlarda satılan yağlara çok dikkat edilmeli, eğer plastik şişe ince olursa ve bir de güneşe veya ısıya maruz kalırsa içindeki polimer maddeler yağ ile çözünüp kansorejen maddeye dönüşüyor.  Son yıllarda kanser hastalarının artışının en büyük etkilerinden biri plastik ambalajlar diyebiliriz.

"Plastik ambalaj teneke kutulardan daha tehlikeli!"

"Peynir ve süt de plastik ambalajlara girdi ve bu ambalajlar süt ve süt ürünleri için çok sakıncalı. Örneğin bir de özellikle peynirde vakumlama işlemi yapılıyor, plastik ısıtılarak ürün ambalajlanırken kimyada çift ve üçlü bağlar dediğimiz bağlar çözünür ve vitamin kaybına neden olur. Bu yüzden en sağlıklısı köylerde satılan açık süt ve köy peynirleri. İkinci sırada plastik ambalaj yerine teneke peynir daha az risk taşıyor."

"Plastik ürün ithalatı Türkiye'de giderek artıyor"

"Çok değil, daha 70-80 yıllık bir teknolojiye sahip olan plastik ürünler diğer temel maddelerle kıyaslanabilir bir tüketim seviyesine kısa bir sürede ulaştı. Plastik malzemenin hafifliği ve ucuzluğu, metal ve ağaç gibi yapı malzemelerine karşı avantaj doğuruyor. Dünyada plastik sanayii hızla gelişiyor ve Türkiye'de de plastik ürün ithalatı birçok üründe giderek artıyor. Biraz teselli verecek bir nokta ise ülkemizdeki plastik tüketiminin dünyaya göre iki kat daha az olmasıdır. Burada ele almak istediğimiz konu ise plastik ambalajların yarattığı problemler ve yol açtığı zararların en aza indirilmesi için alınabilecek bazı önlemlerdir."

Denizlere yılda 3,7 milyon kilo plastik torba

"Daha 1975 yılında yapılan bir araştırmaya göre, yeryüzünde dolaşan gemiler yılda yaklaşık 3 milyon 700 bin kilo plastik torbayı denizlere boşaltıyor. Dünya yüzeyi henüz bir plastik çöplüğüne dönüşmemişse, bunun nedeni deniz diplerinin çöplük olarak kullanılmasıdır. (U.S. National Academy of Sciences). Ancak plastik torbalar az zamanda çok uzak yerlere taşınabiliyor. Bu yüzden, Kuzey kutbunda Spitzbergen yakınlarından, güneyde Fakland adalarına kadar geniş bir çevrede, deniz yüzeyinde bu torbalara rastlanıyor.
Amerikan doğa koruma kuruluşlarının araştırmalarına göre dünyada plastik torba kullanım adedi yılda 500 milyon ila bir milyar arasında değişiyor. (National Geographic News, September 2, 2003)."   

Plastik su şişelerindeki kanser riski

"Plastik ambalajların zararı çevreye yayılarak kirletmek düzeyinde kalmıyor. Örneğin PVC şişeler sıcak kalıplamayla yapılıyor. Bu işlem esnasında gaz haline dönüşen uzun zincirli klor bileşikleri sıkışarak şişe içinde kalmaktadır. Eser oranda çözülme ihtimali vardır ki, klor gazı kanserojen özellik taşır. Su alırken de çok dikkat etmek gerekiyor çabuk kırılan, şekli bozulmuş, güneşe maruz kalmış pet şişelerden uzak durulmalı ve imal tarihi ile son kullanma tarihine çok dikkat gerekiyor."

Hayvanların da katili

"Plastik torbalar ise ışık altında kimyasal çözünmeye uğrar. Zaman içinde daha küçük ve daha zehirli petro-polimerlere bölünürler.  (CNN.com/technology November 16, 2007). Dolayısıyla toprak ve suyumuz zehirlenir. Sonuçta bu mikroskopik zehirli parçacıklar besin zincirine girer. İşte o zaman doğal hayatın geleceği tehlikededir. (World Wildlife Fund Report 2005). Çevreye saçtığımız bu atıklarla bilmeden bir veya birçok hayvanın katili olabiliriz. Plastik torbaların çevreye saçılması nedeniyle balina, yunus, fok gibi memeli hayvanların yanı sıra balıklar ve deniz kaplumbağaları gibi 200 farklı deniz canlısının hayatı tehlikeye girmektedir. (World Wildlife Fund Report 2005). Çöpten beslenen kara hayvanları veya kuşlar da bu tehlikeden etkilenmektedir."

"Geri kazanılan plastikle çocuk oyuncağı üretmemek gerekir"

"İnsanların ucuz ve kolay bulduğu bir ambalajlama ve taşıma aracı olan plastik poşetler birkaç dakika veya birkaç saat kullanılıyor. Oysa bu kısacık kullanımın bedeli çok ağır. Plastik poşetlerin doğaya tekrar karışması 400 ila 1000 yıl sürüyor. Bu soruna birçok çözün araştırılıyor: Çöp dağlarını küçültmek için geri kazanım, ya da imha... Geri kazanım pahalı bir yöntemdir. Bir ton plastik torbanın işlenme ve dönüşümü dört bin dolara mal olurken, aynı ürün marketlere sadece 32 dolara satılmaktadır. (Jared Blumenfeld- Director of San Francisco's Department of the Environment). Ayrıca geri kazanılan plastikle çocuk oyuncağı üretmemek, sera örtüleri yapmamak, sağlık ürünü ya da yiyecek ambalajında kullanmamak gerekir. Plastiğin imhası gelişigüzel yapılamaz. Çöplüklerde bozunma ürünleri ve metan gazıyla birlikte kendi kendine tutuşur ve düşük sıcaklıklarda yanarsa toksik gazlar açığa çıkar. İdeal olan plastik maddeyi 1400 derecede yakmaktır, 900 derecede bile iki saniyeden fazla yanma olmazsa zehirli gazların açığa çıkması önlenemez."

"Sadece Avrupa Değil Üçüncü Dünya da Yasaklıyor..."

"Sokakları, caddeleri, kırsal alanları ve denizleri kaplayan bu amabalaj çılgınlığı ve çöp dağları dünyanın her yerinde rahatsızlık yaratıyor ve nihayet önlemler alınmaya başlanıyor. Dünyanın en kalabalık ülkesi Çin yasaklama yoluna gidiyor. Çin hükümeti 1 Haziran'dan başlayarak 0,025 milimetreden daha ince plastik poşet üretmeyi ve marketlerde satışını yasakladı. Kuralı ihlal eden firmalara ceza verilmesi öngörülüyor. Çin, sadece torbaları paralı yapmakla, her yıl 37 milyon varil petrolü tasarruf edecek. (CNN.com/asia January 9, 2008).
Norveç, Avustralya, Bangladeş, Ruanda, İsrail, Kanada, Batı Hindistan, Botswana, Kenya, Tanzanya, Güney Afrika, Uganda, Taywan ve Singapur'da plastik torba kullanımı yasaklandı ya da yasaklanma yolunda adımlar atıldı. (PlanetSave.com February 16, 2008).
San Francisco, tüketmenin kutsal bir özgürlük sayıldığı Amerika'da, 27 Mart 2007'de plastik torba kullanımını yasaklayan ilk kent oldu. (NPR.org National Public Radio). Oaklanda ve Boston ise yasaklama yolundalar. (The Boston Globe, May 20, 2007). İrlanda, 2002 yılında Avrupa'da bir ilk olarak plastik torbaları "plastax" ismiyle vergilendirdi ve sonuçta kullanımını % 90 oranında azalttı. Bu yılın sonunda Paris'te 2010'a kadar bütün Fransa'da peyder pey yasaklama uygulamaya geçecek."

"Çözüm file ve bez torbada"

"Türkiye, dünyadaki bunca deneyim ve görece düşük plastik torba tüketimi açısından şanslı sayılabilir. Değişik ülkelerin deneyimlerinden ders çıkarabiliriz. Örneğin, mağaza zincirlerinde  ince poşetin kullanımını tümden kaldırıp, daha kalın ve kaliteli poşetin de parayla satılması uygulamasına geçilebilir. File ve bez torba kullanımına geri dönüş yapılabilir.
Bez torba kullanmakla:
HAFTADA 6 plastik torbayı kullanımdan çıkartmış oluruz. Bu da
AYDA 24 torba
YILDA 288 torba, ortalama bir yaşam sürecince, yani
HAYATTA 22 bin 176 torba eder.
ÜLKEMİZDE her beş kişiden biri bunu yapsa yaşamımız süresince 31 milyar 46 milyon 400 bin plastik torbadan kurtulmuş/kaçınmış oluruz.

* Bu çerçevede başlangıç adımı olarak, örneğin valilikçe büyük market yönetimleriyle biraraya gelerek, kaliteli ve paralı poşet uygulamasına geçilebilir. O her yanı kaplayan ince poşetler büyük satış merkezlerinin öncülüğünde ortadan kaldırılabilir.
* Yılbaşı promosyon siparişlerinin de verildiği şu günlerde, firmalara ajanda, kalemlik, çakmak vs. yerine üzerine firma logosunu bastırarak bez torba dağıtmalarını önerebilirim.
* Dicle Üniversitesi olarak biz de bundan böyle gençlerle yahut akademisyenlerle düzenlediğimiz etkinliklerde birinci promosyon malzemesi olarak bez torbayı tercih edeceğiz."

Röportaj : Nihal Doğan - iyibilgi.com
http://www.iyibilgi.com/haber.php?haber_id=91828