Haberler:

Hukuk Forumumuza Hoşgeldiniz

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#1542
Seçilen mekân sadece savaş için kullanılabilecek bir mekân. Deniz Kuvvetleri'mizin en modern savaş gemilerinden Oruç Reis Firkateyni. Kıyafet, askerlerin "arazi kıyafeti" dediği savaş kıyafeti.

Aynı kıyafetlerle kuvvet komutanları, içtima düzeninde doksan derecelik açıyla yan yana dizilmiş. Yanlış anlamamız imkânsız. Genelkurmay Başkanı bu fotoğrafın anlamına akıl erdiremeyecek olanlara da açıklama getiriyor. Konu, İlker Başbuğ'un daha önce de "asimetrik psikolojik harekât" diye nitelediği asker-terör ilişkisine yönelik süreçler ve eleştiriler. Yani Ergenekon davası ve etrafında süren tartışmalar. Savaş gemisinde, bir savaşı yönetiyormuş gibi konuşmasını "Bu konuya özellikle, bugün üzerinde beraber olduğumuz TCG Oruç Reis Firkateyni'nde değinmemin özel bir anlamı vardır. Herhalde herkes, açıkça ne demek istediğimi anlamaktadır." Çok açık bir ihsas değil, ama bir tehdit hem de silahlı bir tehdit olduğu galiba açık.

Öbür tarafta bir iktisat profesörü. Aydın bir gazeteci ve köşe yazarı. Uluslararası ekonomide değişen paradigmaları konuşmak için katıldığı canlı yayında, önüne savaş gemisinden yapılan bu basın toplantısı geliyor. Son derece doğal ve anlık tepkilerle, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un sözlerine cevap veriyor. Sözlerinin özü, bu silahlı meydan okumaya boyun eğmediğinden ibaret. Galiba tam da Başbuğ'un şikâyet ettiği "asimetrik psikolojik savaş"ın örneklerinden biri ile karşı karşıyayız. Kaleminden ve çenesinden başka gücü olmayan bir profesör, tam müsellah, savaş gemisinin güvertesinde ordusunun başındaki komutana cevap yetiştiriyor.

Bir yığın soru arasından benim aklıma gelen, başlığa aldığım soru. "Kim daha kahraman: İlker Başbuğ mu, yoksa Mehmet Altan mı?" Yanlış duran şeyleri ve başarısız yürüyen "gerçek asimetrik psikolojik harekâtı" deşifre etmek için, bu sorunun cevabını takip etmek lâzım.

İlker Başbuğ ne diyor?

Bu müsellah ve çok fazla muharip görüntü içinde Genelkurmay Başkanı sadece bir polemik yürütüyor. Polemiğin konusu ise Ergenekon davası ile gündeme gelen asker kişilerin yer aldığı iddia edilen, ordu içindeki kurumsal bir illegal yapılanmayı gündeme getiren terör plan ve eylemleri. Kafes Planı, Danıştay suikastı, Zir Vadisi bombaları, Poyrazköy kazıları, İrticayla Mücadele Eylem Planı vs. İlker Başbuğ gemi güvertesinde, savaş kıyafeti ile basına yaptığı açıklamalarda yargıya hitap ediyor ve "adlî makamların ihbar mektuplarına ve gizli tanıkların ifadelerine karşı daha duyarlı ve daha dikkatli hareket etmeleri" talimatını veriyor. Ben şahsen bu cümlenin peşinden gelen "aksi durumlarda kurumlar arası çatışmalara neden olunabileceği" uyarısından, Oruç Reis Firkateyni'nin bu "çatışma"da yer alacağı sonucunu çıkartmadım. Beşiktaş iskelesinin yanındaki Beşiktaş Adliyesi'ne bu geminin toplarını çevireceğine, savcıların da ihtimal vereceğini sanmıyorum. Ama yine de bu cümlelerin "yargıçlara talimat verilemeyeceği ve telkinde bulunulamayacağı"nı amir Anayasa'nın 138. maddesine aykırı olması durumu değişmiyor. Bir hukuk devletinde böyle bir manzara olabilir mi? Askerin siyasete müdahalesinden daha vahim bir durum. Genelkurmay Başkanı, bir savaş gemisinin güvertesine çıkıp yargıçlara mesaj verebilir mi?

Devamı daha dehşetli: "Terör olaylarını Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilişkilendirmeyi, PKK destekleyicileri, PKK sempatizanları yapabilir. Ancak böyle ilişkilendirmeleri ve bu amaca yönelik imalı konuşmaları siyasiler, akademisyenler ve medya mensupları yapamaz, yapmamalıdır." Bu ifade Ergenekon davasını toptan reddetmiyor mu? İfade muğlak, ama TSK bünyesinde görevli her subayın, Ergenekon'da aklanması lâzım. Bir darbe davası ve bu darbenin şartlarını oluşturmak için girişilen ve planlanan provokatif terör eylemlerini "Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilişkilendirmeden" nasıl ortaya çıkartabiliriz? "İrticayla Mücadele Eylem Planı"na "kâğıt parçası" diyen ve savcılara "bu belgenin sahte olduğunu ispatlama" görevi veren kişi, bu sözlerin de sahibi değil mi?

"Toplumsal huzura giden yolun, ortak değerlerimizin güçlendirilmesinde olduğunu düşünüyoruz. Farklılıklara elbette saygılı olmalıyız. Ancak farklılıklara saygılı olmak her zaman farklılıklarımızı öne çıkarmayı da gerektirmez." İlker Başbuğ'un bu sözlerindeki "farklılıkları öne çıkartmayın" uyarısına itiraz edenler olabilir. Ama genel olarak ortak değerlere, toplumsal huzura yapılan vurgu güzel. Sorun sadece bu sözlerin bir savaş gemisinin güvertesinde, silahlı bir güç gösterisi eşliğinde söylenmesi. Çelişki burada. Bu sözleri koca ordunun başındaki komutanın bir tehdit havasında telaffuz etmesi. Ve bu ayrıntı bir ülkeyi medeni ülkelerin fersah fersah uzağına düşüren esaslı bir ölçüyü veriyor. Tekrarlamaktan çekinmeyelim: Genelkurmay Başkanı'nın bir savaş gemisinin güvertesinde yüksek komuta heyetinin huzurunda kendi kurumunu ilgilendiren bir dava ile ilgili yargıçlara talimat verdiği, siyasetçileri, akademisyenleri ve medya mensuplarını hizaya çekmeye kalktığı bir ülke medenî bir ülke olabilir mi?

Bir hukuk devleti olamayacağı zaten ortada. Allah aşkına bu manzaranın Türkiye'ye yakıştığını söyleyen biri çıksın. Bu ülkenin dışarıya karşı korunması için benim vergilerimle alınmış bir savaş gemisinde, benim vergilerimle maaşları ödenen komutan nasıl herkesi hizaya çekmeye, tehditler savurmaya cesaret edebilir? Allah aşkına söyleyin: Benim ülkem bu komutanlara müstehak mı?

Asıl can alıcı soruya dönelim: Bu ülkenin askerleri mi, yoksa aydınları mı daha kahraman? O kadar silahın arasından korkutucu bir fonun önünde meydan okumak mı daha cesurca? Yoksa Mehmet Altan'ın yaptığı gibi televizyonda canlı yayında bu yüksek perdeden çekilen zılgıta çatır çatır cevap vermek mi? Kim daha cesur ve kahraman?

Sonuç: Kahraman aydınlara sahip olduğuna göre, bu ülkenin hâlâ medenî bir ülke olma şansı mevcut. Ve dahi sorunlarını silaha müracaat etmeden barışçı yöntemlerle çözme, sağduyu ile birliğini ve dirliğini tesis etme ihtimali hâlâ var. Çünkü en az silahın gölgesinde konuşulabilenler kadar cesurca şeyleri söyleyebilen aydınları var.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=928804&title=kim-daha-kahraman-ilker-basbug-mu-mehmet-altan-mi
#1543


Aileler şikayetten vazgeçti, tahliye kararı çıktı. İkitelli'de yaşanan sel felaketi sırasında servis minibüsünde 8 kadının ölümü ile ilgili yaklaşık 3 aydır tutuklu bulunan şirket sahibi ve işletme müdürünün tahliyesine karar verildi.

İstanbul'daki selde bir minibüste 8 kadın işçinin ölümüne ilişkin davanın ilk duruşmasında, tutuklu sanıklar firma sahibi Mehmet Cevdet Karahasanoğlu ve idare müdürü Ferit Göncü tahliye edildi.

Bakırköy 4. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen davaya, tutuklu sanıklar Karahasanoğlu ve Göncü'nün yanı sıra tutuksuz sanık Mehmet Oğur ile avukatlar katıldı.

Mahkeme heyeti, firma sahibi Karahasanoğlu ve idare müdürü Göncü'nün tahliyesine karar verdi.

Mahkemenin kararının ardından şirket sahibinin yakınları salonda sevinç gösterilerinde bulundu.

AA
http://www.haber7.com/haber/20091217/8-kadinin-olumu-ile-ilgili-tahliye-karari.php
#1544
GDO hakkında çok şey yazıldı. ABD'de 7 yıl araştırma yapan Prof. Adnan Yüksel, Haber 7'den Nursel Tozkoparan'ın GDO konusunda akılları karıştıran sorduğu her soruya açık ve net cevaplar verdi.

Nursel TOZKOPARAN'ın röportajı

İtiraf ediyorum çok ama çok etkilenmişim...

Bilinçaltıma yerleşmiş.

Yok yok.. Beynime kazınmış adeta.

Manava, markete gidip dakikalarca bakınıp sonra hiçbir şey al(a)madan döndüğümü fark ettim.

Domatesler kıpkırmızı, elmalar cilalanmış gibi, portakallar kocaman,ama  büyük bir hevesle girdiğim marketten manavdan elim boş çıkıyorum.

İki gün öncesinde yine markette o gıcır gıcır duran  "al beni al beni" diye davetkar parlak elmalar bir anda bir canavara dönüştü gözümde ve alamadan çıktım.

Sizin anlayacağınız marketin, manavın yanından bile geçemez duruma geldim.

Psikolojim bozuldu.

Baktım ki yalnız değilim.

Beni ve benim gibi pek çoğunu bu hale getiren GDO'ydu.

Hergün medyada onca haber çıkmasına, uzmanların açıklamalarına rağmen meyve sebzeden soğutan, bizi etkisi altına alan GDO konusunda kafa karışıklığı ve bilgisizlik almış başını gidiyor.

Bu meseleyi konunun uzmanı ile bizzat kendim görüşmeliyim!

Kulladığımız ürünlerin hangileri GDO'lu? Tüketildiğinde sağlığımıza etkileri ne?

Bu meseleyi konunun uzmanı ile yüzyüze konuşmam gerektiğini düşünerek

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıbbi Genetik Ana Bilim Başkanı Prof. Dr. Adnan Yüksel'in kapısını çaldım. Tüm merak ettiklerimi sordum. En azından elma alırken şeklinin düzgün olanının değil, küçük, hatta kurtlu olanının daha makbul olacağını öğrendim. 

ÜLKEMİZ DÜNYANIN EN BÜYÜK BİYO ÇEŞİTLİLİĞENE SAHİP

- GDO'lu ürünlerin çıkış noktası nedir?

- Son yıllarda genetik çok hızlı ilerliyor. Biyoteknoloji dediğimiz iş, bir canlı organizmadan bir geni bir başka organizmaya aktarma işlemidir. Eğer bunlar gıdalarda oluyorsa o zaman buna genetiği değiştirmiş gıda ya da organizma diyoruz. Tabi teknolojiyi durdurmak mümkün değil.

Genetiği değiştirilmiş derken,ne geni istiyoruz, mesela; biz çilek yetiştirmek istiyoruz ama; soğuk bölgede yetiştirmek istiyoruz. Neye ihtiyaç var? Antifriz genine yani soğukta da hayatiyetini devam ettirecek, bitkiyi ısıtacak gene ihtiyacımız var. Ne yapıyoruz, kuzey kutbu balığından antifriz genini alıyoruz. Çilek genine eklediğimiz zaman o çilek o zaman kuzey kutbunda da yetişmeye başlıyor. Veya çok daha tatlı bir şey istiyoruz ya da daha uzun ömürlü domates veya salatalık istiyoruz. O zaman da direnç genlerini alıp ekliyoruz.

Yine bir bakmışlar ki  daha çok ürün elde etmek varken az ürün elde ediliyor. Araştırılmış, niye az ürün elde ediliyor diye... Ekilen tohumları bir bitki ya da böcek yiyor. O zaman  bu böceği öldürücü geni tohumumun içine koyarsak, toprağa da atıldığında o böcekler tohumlara saldıramayacak veya saldırdığı zaman ölecek.

- Peki bu tür uygulamalar toprağı olumsuz etkilemiyor mu?

- Elbette etkiliyor. Maalesef toprağın dengesini düşünen kimse yok. Sen şimdi yabancı bir şey koydun oraya o ne olacak, o tohumlar bitki oluşturduğu zaman genetiği değiştirilmiş gıdalar, arılarla, rüzgarlarla, böceklerle her tarafa yayılacak. Bir kere bir genetik değiştirilmiş gıdaya başladığın zaman artık o bölgeden normal bitki elde etmen mümkün değil. Ülkemiz dünyanın en büyük biyo çeşitliliğine sahip. Bunlara patent almak varken, bunları normal fiyata üretip, dışarıya  yüksek fiyata satmak varken, sen şimdi genetiği değiştirilmiş gıdaları ithal ediyorsun. Buna hiç gerek yok.

AMAÇ GIDAYI TEKELİNE ALMAK

- Amaç nedir?

- Buradaki tek amaç, düşük fiyata yüksek ürün elde etmek. Yani ekonomik gelir elde etmek. Dünyada tekelleşmiş 6-7 tane büyük firma var. Dolayısıyla büyük şirketleri daha büyük yapmak. Gıdayı tekeline almak çünkü; değiştirdiğiniz zaman patent hakkı artık sizde. Ve bu firmalar insanları etkiliyorlar. Düşük fiyata çok ürün elde ederek dünyadaki açlığa çözüm getireceklerini söylüyorlar.

ÜLKEMİZE GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ GIDALAR SOKMAYALIM

- Ülkemizde buna ihtiyaç var mı sizce?

- Benim kanaatim, ülkemizin kesinlikle genetiği değiştirilmiş gıdaya ihtiyacı yok. Köylümüz, benim ürünüm para etmiyor diye domates ekmiyor ya da mısır ekmiyor. Oysa kendi tarımımıza destek vermeliyiz.Evet ürünleri biraz pahalı yiyebiliriz. Ama inanın birazcık pahalı yeriz. Yeni sınırlar açıldı Suriye'ye bakıyorsunuz,çok ucuz. Demek ki süspansiye edebiliyor. Türkiye de bazı şeylerin fiyatını artırmadan idare edebilir. Dünyada bunun örnekleri var. Serbest ekonomi ama et fiyatlarını ülke istese çıkartmaz. Bir politika oluşturur.  Daha ucuz fiyata et üretir veya buğday, arpa, mısır üretir.

Bilim adamları,  televizyondaki tartışmalara katılıyor, bende katılıyorum. Yanlış buluyorum.Neden yanlış buluyorum?Bilmediğimiz konuda hüküm vermek kadar kötü bir şey yok. Biz şimdi insan sağlığına etkilerini bilmiyoruz. Dolayısıyla bilmediğimiz konuda bu bir şey yapar, bir şey yapmaz demek mantıklı değil. Madem bilmediğimiz bir şey var, madem ülke ürünlerimiz, bitkilerimiz kendimize yetiyor. Bunu daha düşüğe elde edecek politikalar  üretmeliyiz. Dolayısıyla ülkemize genetiği değiştirilmiş gıdalar sokmayalım diyorum. Ama, bakanlıkta bunun farkında. Bakanlık çok güzel bir yönetmelik çıkardı.

LABORATUARLARIN SAYISINI ARTIRMALIYIZ

- İthalatının önüne neden geçemiyoruz?

- Bu kolay bir şey değil. Binlerce gıda  giriyor, çıkıyor ülkeye.Tümünü tek tek ölçmek,t ahlil etmek çok zor.. Ülkemizde Eskişehir, Samsun, Adana, Bursa'da olmak üzere dört tane laboratuar var. Bunlarla ithalatı kontrol etmek olacak şey değil.Öncelikle yapacağımız şey  bu laboratuarları artırmak.Tüketiciler bile normal bakkal ya da manav alışverişlerinde bunu yaptırabilecek durumda olmalı. Veya büyük firmalar,mesela Migros ya da Kiler demeli ki, ben bütün ürünlerimi genetiği değiştirilmiş mi değiştirilmemiş mi kontrol edebiliyorum. Ama; bunu ucuz fiyata yaptırabilmeli. Elbette  önce bunun altyapısı olmalı,laboratuarların sayısını artırmalıyız.

- İlk yönetmelikle son yönetmelik arasındaki fark nedir?

- En önemli fark, ilk yönetmelikte genetiği değiştirilmiş ya da değiştirilmemiş etiketi koyamazdın. Son yönetmelik artık bu etiketi koyacaksın diyor. Bu böyle olmalı zaten. Bunu baştan söylersen insanların da güvenini kazanırsın.

- Niye baştan koymadılar ?

- Bilmiyorum. Onu bakanına sormak lazım.

İSRAİL TOHUMLARININ TÜRKİYEYE GİRDİĞİNE İNANIYORUM

- Peki  diğer farklara devam edelim...

- İlk yönetmelikte TÜGEM'den, TEGEM'den bir takım insanlar vardı. Şimdi bu yönetmelikte artık bilim adamları girdi. Yani bir işi yaparken bir kere bütün tarafları koymak lazım.

Bakanlık bütün elemanlarıyla gece gündüz çalışıyor. Ama; ortak akıl denen bir şey var.Siz ne kadar zeki olursanız olun, konuya başka gözlükle bakanların mutlaka ekstra fikirleri vardır. Ben yöneticilere de diyorum, muhakkak danışın. Danışan dağı aşmış. Danışın, fikir alın, bizlere de sorun. Ben genetik ana bilim dalı başkanıyım. Bu konunun yıllardır dersini anlatıyorum. Literatürü iyi biliyorum, okuyorum. Benimde fikrimi alın, bir başkasında fikrini alın. Karşıt görüşlü insanların da fikrini alın, ortalamayı bulun .

Yine ikinci yönetmelikte binde dokuza kadar genetiği değiştirilmiş gıda olarak kabul edilmiyor. Binde dokuzdan sonraki rakamlar kabul ediliyor. Tabi bunlar Avrupa rakamları  Daha bu konuda büyük çalışmalar yapılmadı. Bu konuda insan çalışması mümkün değil.

İnsanlara devamlı genetiği değiştirilmiş gıda yedirip üçüncü jenerasyona bakmanız mümkün değil. Ve insanda çok korunmuş bir mekanizma var. Mesela bitkiye bir şey versen hemen DNA'sının içene alır. İnsanda böyle değil. İnsanı değiştirmeye kalktığın vakit ucube bir şey çıkar ortaya.İnsanı daha mükemmel bir şey yapmak söz konusu değil. Zaten insan mükemmel bir varlık..

Yeter ki biz fonksiyonlarımızı ortaya çıkartabilelim. Dolayısıyla o kaldırıldı. İşte yüzde beşten fazlaysa veya genetiği değiştirilmiş gıdanın ithalatı istenmiyorsa yani bunda problem olduğu düşünülüyorsa bu ithal edilemezdi Bu oranlar tamamen kalkmış durumda... Tabiî ki bir ülkenin yönetmeliği olmalı yönetmelik değil yasası olmalı .

On yıldan beri İsrail tohumlarının kesinlikle Türkiyeye  girdiğine inanıyorum. Ne yapıyor İsrail veya bu teknolojiyi kullananlar, bağımlı kılmak için üreme genleriyle oynuyor. Çünkü o ürünü bir daha üretemiyorsunuz. Düşünsenize teknoloji sizin elinize geçecek.

Bir tohum alıyorsunuz işi bitirirsiniz. Öyle düşünmüyor. Bundaki amaç tamamen ekonomi olarak çıkıyor. Bana bağımlı kalsın. 4-5 şirket diyor ki ben patent alayım. Benim ürünüm ucuz olacak. Benim ürünüm daha çok verecek. Dolayısıyla vatandaş bu kadar biyo çeşitliğinin içinde kafası karışıyor, Türkiye'de en az 15-20 çeşit salatalık yetişiyor.

15 çeşit elma, portakal, mısır yetişiyor. Her birinin tadı değişik, çentiği değişik. Ucuz olacak ama; şimdiki çalışmalar çok da ucuz olacağını göstermiyor. Ayrıca, daha çok ürün dedik ama; çeşitli araştırmalar çok ürün elde etmediğini gösteriyor. Yavaş yavaş çıkacak tabi bunun etkileri. Çünkü toprağın ortamını bozuyor, toprağın ortamını bozunca yeniden dikim alanında olduğu zaman çok ürün vermeyebiliyor. Onun dışında üretme zorlukları var. Tabi bir alana diktiğin zaman bu çevreye genetiği değiştirilmiş gıdaların yayılma imkanı var .

- GDO'lu ürünler en çok hangi ülkede üretiliyor?

- Bu iş Amerika'da başlamış. Soyanın %99'u, mısırın %2-3'ü, kanolanın %80'i, pamuğun %90'ı ondan sonra hepsine geliyor. Domatesinden salatalığına kadar marulundan havucuna kadar turpundan kerevizine kadar teknolojiyi elde ettikten sonra bu zor bir şey değil.

ÜLKEMİZE GELMEYE AZ KALDI

- Amerika mı çıkış noktası?

- Evet Amerika sonra Arjantin,Brezilya,Çin, Hindistan. Romanya, Bulgaristan'da bile var. Ülkemize gelmeye az kaldı yani.

- Avrupa'da var mı?

- Avrupa mümkün mertebe konservatif. Konservatif ama işte Romanya'da var. İtalyanlar biraz yapıyor bildiğim kadarıyla.

- GDO ürünleri Avrupa ülkeleri ithal ediyorlar mı?

- Avrupa ülkerinde var  çünkü daha ucuz ama; hep patentli. Zaten Avrupa ülkerinde olmazsa Türkiye'nin öyle bir şeye de cesaret edeceğini de zannetmiyorum.

KAR ELDE ETMEK İÇİN BASKIDAN ZİYADE ORTAM SUNUYOR

- GDO'lu ürünlerin Türkiye'ye gelmesinin ABD ve Dünya Ticaret Örgütünün baskısıyla geldiği söyleniyor buna inanıyor musunuz?

- Onu bilmiyorum. Ama büyük ihtimal ,büyük şirketler bir fiyat talebinde bulunuyor. Fiyatı düşük tuttuğunuz zaman bizim ithalatçılarımız ne yapacak,  burada mısır 10 TL ise 7 kuruşa elde ediyorsa burada bunu satmak için kar elde etmek için böyle bir baskıdan ziyade ortam sunuyor. Aman diyip aldırıyor. Fiyat ucuz, daha kaliteli yani gösterişi daha iyi.

Ben Amerika Pitsburg'a gittim 7 yıl filan kaldım. Bir mısır bir mısır millet alıyor. Hakikaten kaynatınca pişirince o kadar leziz bir mısır ki dişler düzgün, çürük yok, boyu güzel, çabuk pişiyor.  Artı lezzetli şeker gibi bir şey. Ne demek ki şeker kamışından elde edilmiş gen ona eklenmiş. Kapış kapış çok ucuz.

İnsanlar kar peşinde, adam ticaret yapıyor. Avrupa'yı, Amerika'yı herkes geziyor Çin'e gidiyor. Orada ülkemizden ucuz bir şey gördüğü zaman ne yapıyor,alıyor. Bakanlığın bunu görüp bir yönetmelik çıkarması şarttı. Ben çıkartmayın diyenlere karşıyım. Zaten giriyor. Hiç değilse bir yönetmeliği olsun. Gemi durdurulsun, bir numune alınsın insanlar bir kendini zorlasın ya ben bunu ülkeye sokar mıyım, sokamaz mıyım diye. Bunlar el altından giriyordu zaten.

ARTIK GDO LU SIFIR DA OLSA ETİKETİ KOYACAK

- Yeni çıkan yönetmelikle bunun yapılabileceğine inanıyor musunuz?

- Yapmalı. Ama; şimdi insanlar rahatladı. Bir bilim adamı komisyonu var, taraftarı muhatabı var. Bakanlık  laboratuar açmak için gayret içine giriyor. Çok çeşitli yerlerde laboratuar açalım diyor.Ve artık GDO'lu sıfır da olsa etiketi koyacak. Bu büyük bir gelişme, bu olmalı. İthal edersiniz etmezsiniz bilmem ama; Türkiye'nin bir yönetmeliği olmalı. Bakan beye bu konuda teşekkür ediyorum. Geç bile kalınmış. Hatta yasa çıkmalı.

- Kaç yıldır GDO'lu ürünler üretiliyor? 

- Son on yıldan beri var.

- Bu Türkiye içinde geçerli mi?

- Bence Amerika'da neyse Türkiye'de de o.

- On yıldır hiçbir şey yapılmaması çok enteresan. Peki Türkiye de birden gündeme gelmesi nasıl oldu?

- Yönetmelikle. Yönetmelik çıkınca herkes bağırmaya başladı. Halbuki yönetmelik çıkmalı.

TÜRKİYE DE HERŞEYE ŞÜPHE İLE BAKILIYOR

- Yönetmeliğin çıkmasını neden istemiyorlar?

- Serbest bırakıyor diye. Binde dokuzdan düşükleri GDO olarak kabul etmiyor. GDO'suza GDO'suz yazamıyorsun bilim kurulu da yok.İnsanlar şüpheye düştü. Acaba bakanlık bir iş peşinde mi falan diye. Türkiye'de her şeye şüpheyle bakılıyor, domuz gribi aşısı bile öyle oldu Aslında diğer aşıdan çok bir farkı yok. Ama; fısıltı gazetesi, kısırlık yapıyormuş, şu yapıyormuş bu yapıyormuş vs. bütün enfeksiyon hocaları, bütün bilim adamları,bu tür olumsuz etkileri olmadığını  söylemelerine rağmen. Hakikaten Amerika'daki, Avrupa'daki, Çin'deki sonuçların diğer aşıdan çok bir farkı olmadığını  ortaya çıkmasına rağmen kıyamet koptu.

GDO LU ÜRÜNLERİ  DIŞARIDAN BAKARAK ANLAYAMAYIZ

- GDO lu ürünleri biz anlayabilir miyiz?

- Hayır anlayamayız. Ama domatesi alıyorsunuz dolapta bir türlü çürümüyor. Kabuğu daha sert, tadı daha değişik. O zaman şüphelenmeniz lazım. Ben iyi hatırlıyorum, benim çocukluk dönemimdeki domateslerin salatalıkların tadı şimdilerde yok. Çok daha lezzetli çok daha değişikti.

- Popüler, lüks semtlerdeki marketlerdeki ürünler daha düzgün, cilalı gibi duruyorlar. Bunlardan şüphe duymalı mıyız?

- Elbette duymalıyız. Bakın babam da hekim hep turpun,havucun çürüklerini alırım derdi.. Çünkü; böcek yiyorsa onda dışarıdan atılmış bir  hormon yok derdi. Hakikaten doğru. Çünkü; öbürünü böcek yiyemiyor yediği zaman ölüyor. Çünkü içinde zehir var aslında.. Bu geni buraya koyuyoruz ama bu geni biz yiyoruz. Öbür tarafta ben tohumla gübre atıyorum, onu da yiyorsun diyor o da haklı. Onun için ben organikçiyim. Biraz pahalı olsun, az yiyelim ama; organik yiyelim. Yoksa dışarıdan bakarak anlamak mümkün değil. Ya da laboratuar imkanları kolay olacak, ondan bakacaksınız.

ŞEKLİ DEĞİŞMİŞ GIDALAR ALMAYIN

- O zaman, böçekli ürünlerden korkmamalıyız.

- Hep hastalarıma söylediğim bir şey var.Büyük meyve, sebze, kış günü yaz meyvesi, yaz günü kış sebzesi, şekli değişmiş gıdalar almayın Elmanın da çok büyüğünü değil orta büyüğünü alın.Biraz kurtta yemiş olabilir ama; sıkıntı yok. Çünkü; çok sıktığınız zaman kurt giremiyor. Veya genetiğini değiştirmişseniz zaten giremiyor, girdiği zaman ölüyor.

Benim bahçem var mesela, ben ilaçlama ya da aşılama yapmıyorum elmalarım hep kurtlu ama çok lezzetli. Onu söyleyeyim.

HERŞEY ZAMANINDA TÜKETİLMELİ

- Yaz ürünlerinin kışın tüketilmesi ya da tam tersi tüketilmesinin ne zararları var?

- Her şey zamanında tüketilmeli. Çünkü; sera için onun ortamı için çok çeşitli vitaminler veriliyor. Çok çeşitli pektisitler, insektisitler ekleniyor. Dolayısıyla doğal güneş almıyor. Belki de  doğal güneşi aldığı zaman ordaki denge daha iyi sağlanıyor. Ortamı sağlanmadığı zaman, suni güneş veya suni ısıtma ile yapıldığı zaman bir genetikçi olarak normal yapıda bir ürün oluşacağına inanmıyorum.

Ben önermiyorum. Otizm son 10 yılda  10 kat arttı. Alerji son 15 yılda 5 kat arttı. Niye arttı, bizim genlerimiz değişmedi ki! Bizim neyimiz değişti;ortamımız değişti, biz daha çok plastik kullanıyoruz. Daha kirli su içiyoruz, daha kirli hava soluyoruz. Daha çok genetiği değiştirilmiş gıdayla, daha çok market ürünüyle muhatabız. Ben market ürünlerini çok önermiyorum. Doğal yiyeceğiz. Anne yapacak, kek bile yapsa anne yapacak. Çünkü ne yapdığını ne ortamda, ne ısıda yapıldığını bilmiyoruz.

- Aynı şey dondurulmuş gıdalar için de geçerli mi?

- Tabi, dondurulmuş gıdalara da karşıyım. Poşetlenmiş gıdalara da karşıyım. Doğal yiyeceksiniz, az yiyeceksiniz. Ve çok spor yapacaksınız.

- GDO lu ürünlerin  bizim hayatımızı nasıl etkileyeceğini isterseniz biraz konuşalım.

- Bir ekonomik zararları ve karları olacak. İkincisi, çevre sağlığı ve zararları olacak. Üçüncüsü de insan sağlığına. İnsan sağlığı deyince bir kere toksit etkileri görülmüş Karşı olmalarının nedeni GDO'lu ürünlerin toksit etki yaptığından dolayı. İkincisi,  alerjik etkileri. ama; en önemlisi doğal dengeye etkisi. Yeni yönetmelikte şu yok. Tabi o çok güzel. Antibiyotik direnç genleri.

Bu geni yeni ürüne koyduğunuz zaman ,onun stabil kalması için o bağırsaklara indiği zaman o gıda oradaki antibiyotik bakterilere geçebiliyor. Bakterilere geçtiği zaman dirençli hale geliyor. Bağırsaktaki mikrop dengesi bozuluyor. Aldığımız antibiyotiklere filan direnç  gelişebiliyor. Bunlar yeni yönetmelikte kaldırılıyor. Bu gıdalar olmayacak dünyada da bu trend var zaten.

Mikrobiyon dengesi.Bağırsağa giden gıdaların iyi sindirilmemesi veya ordaki hormonal denge veya genetiği değiştirilmiş organizmalarla bir takım, kanser gibi romatizma gibi diyabet gibi nörolojik, psikiyatrik hastalıklarla ilgisi bulunmuş buna mikrobiyon dengesi diyoruz.

Bağırsaktaki mikrop dengesinin genetiği değiştirilmiş gıdalar tarafından bozulması önemli bir sağlık problemi olarak karşımıza çıkacak gibi. İkincisi, insan çalışması yapmak mümkün değil. Ama; hayvan çalışmalarında üç jenerasyon işte karnabahar eklenmiş, büyük domatesler, patatesler yendiğinde daha uzun ömürlü olması için domatesler, mısırlar elde edildiğinde devamlı aynı gıda farelere verildiğinde üç jenerasyon sonra bir takım böbrek hücrelerinde bozukluk, beyin hücrelerinde dejenerasyon, romatizmal durumlar gibi bir takım hastalıklar görülmüş. Ama; %100 bunu yedirdiğiniz zaman, kontrol grubunda çok daha az.

Demek ki hayvanda böyle bir etkisi var. Ama;  insanda tabi %1 etkili bir gıda yani %1'i genetiği değiştirilmiş gıda. Bu dengeyi nasıl etkiler onu bilmiyoruz. Ama en önemli denge hücre dengesi yani gen dengesi.

Geni dengeleyen çok dinamik bir sistem DNA. DNA'yı tabi epigenetik faktörler dediğimiz DNA'daki diziyi bozmadan, DNA'nın fonksiyonlarını değiştiren bir takım faktörler var...

Dolayısıyla mümkün mertebe hele Türkiye olarak bunlara ihtiyacımız yok diyorum ben. Bir netleşsin, 10-20 yıl geçsin insanlar kullansın. Doğru bizde her zaman tektir. Amerika 'ya gidiyorsunuz, her dalda ilerlemiş, bizde bir dalda hep birleşmişiz. Herkes onun için çarpışıyor. Ya bırakın, dallara ayrılın.

Benim fikrim doğru dediğin zaman yanılırsınız bu iş böyle. Ben iki gruba da karşıyım. Bir taraf diyor ki, ölüceğiz, biteceğiz, bırakın ilim bu ,engellemek mümkün değil ilerlesin. Öbür tarafa da diyorum, bir netleşene kadar sabırlı olun. Yani bunda net bir şey yok.insan sağlığı konusunda bir konsesyus yok

PAHALI DA OLSA ORGANİK GIDADAN ŞAŞMAYALIM

- Son dönemlerde kısırlığın artması, hastalıkların artmasını, kanser vakalarının artmasını buna bağlayabilir miyiz?

- Elimizde bir şey yok ama; bir şeyler değiştiriyor bizi. O zaman hayat şartlarına bakmamız lazım. Eskiden daha relaxtık. Kış yiyeceğimizi elde ettikten sonra, sabahtan akşama kadar yatıyor muyduk? Eskiler çalışıyordu, okuyordu, sohbet ediyordu, iletişime giriyordu. Şimdi televizyon nesli olmuşuz,istirahat ettim zannediyor insanlar oysa , 3-4 saatini televizyona harcıyor, halbuki boşa giden bir vakit.

Benim evimde televizyon var ben haftada bir seyrediyorum. Radyo dinliyorum. İnternetten haberlere bakıyorum. Çünkü; hakikaten acayip bir şey, alkol gibi bir şey. Mümkün mertebe buna insanlar bir çözüm bulmalı. Bir şey öğrendiklerinden de  değil, hiçbir şey öğretmiyor.

Vakiti öldürüyor. Halbuki hanımıyla sohbet etse, çocuklarına kitabını açsa öğretse veya başka bir şey yapsalar çok daha aileler mutlu olurlar.

- Diyelim ki GDO'lu ürünleri tükettik, olumsuz etkilerinden kurtulmak için ne öneriyorsunuz?

- Öyle bir şey yok. Vitamin alın dersem yanlış olur. Fazla vitaminde marifet değil.Mümkün mertebe  azda pahalı olsa organik gıdadan şaşmayalım. Doymadan kalkalım çok önemli. Çok yemeyelim çünkü çok yediğimiz zaman, bağırsak dengesi bozuluyor. Ful yediğimiz zaman enzimin hazmetme gücü de azalıyor. Mümkün mertebe midenin üçte biri yemek, üçte biri su üçte biride boş kalmalı diyorum. Yani ful yememek lazım tam doyurmamak lazım, birde düzenli yemek yemek lazım.

Doğal dengeyi bozmamak lazım. Doğal denge için en iyisi spor.Bol su , bol sebze, meyve. Ancak öyle doğal dengeyi, bağışıklık sistemini düzeltiriz. Ama; bu tamamen görüş yani bilimsel bir şey değil. Bilimsel olarak söylemekte mümkün değil.

- Hormonlu gıdalarla, GDO'lu gıdalar arasındaki fark nedir?

- Aynı şey değil. Genine koyarsanız GDO'lu oluyor, besinine koyarsanız hormonlu oluyor. Yani hormon eklerseniz, bir nevi hormonlu gıda oluyor. Veya onu üretirken besinine hormon veriyorsunuz, somotomedin veriyorsunuz, büyüme hormonu veriyorsunuz,hormonlu oluyor.

Bakıyorsunuz beş tane keçi,  bir tanesi çok büyük.O ,ya  GDO'lu besinle beslenmiş ya da somotomedin veya somototrop hormonu verilmiş yani kanına büyüme hormonu verilmiş veya büyüme hormonu üreten GDO oluşturulmuş,  hücrenin içine konmuş o zaman kocaman oluyor.  Öbüründen 15 kilo elde ederken diğerinden 50 kilo elde ediliyor.

DİN DE BİLİMDEN TEZAT OLMAMALI

- GDO lu ürünlerin haram olduğu söylentilerine ne diyeceksiniz?

- Yok, öyle bir şey söylemek mümkün değil. Onu ilahiyatçılara sormak lazım ama; benim mantığıma gelmez. Çünkü; şurada domates var, şurada salatalık var ikisini de yemek helal diyorsunuz. Bu salatalıktan geni alıp buna aktarıyorsunuz, onu yiyorsunuz. Zaten midede karışıyor. GDO ya buradaki dengeyi bozduğu için karşıyız. Midede hepsi karışıyor. Hepside sonuna kadar  emiliyor. Proteinlerin %1-2 si emilmiyor ondan korkumuz var. Onlar gidip hücre döngüsünü etkileyebilir diye.

- Belki de sağlığa zararlı olduğu için haram olduğunu düşünüyorlar.

- Din de artık bilimden tezat olmamalı. Yani zaten tezat değil. Domuz gribine de dediler ki domuzdan elde ediliyor, bunlar hiç yakışık almıyor.

- Genetik uzmanı Prof. Dr.  Selim Çetiner i tanıyor musunuz? GDO'lu ürünler zararlı değil, bilakis çok faydalı diyor. Yani risk analizinden geçtiği için daha faydalı diyor. Ona ne diyeceksiniz?

- Evet tanıyorum. Risk analizini bir laboratuar inceliyor. Diğerlerini yapan 5 bin yıllık bir ömür, bir süreç. Onlar doğal olarak bu süreçten geçmiş. Bunun süreci çok kısa bir süre. Selim Bey, çok taraftar beraber kongrede konuşmuştuk elinde bir takım veriler de var tabi. Çok kontrollü geliyor, kontrolden geçtiği zaman bunun zararı yok ama; hücre döngüsüne etkisini bilmez. Kendisi hekim değil, ziraat mühendisi yani hekimlik konusunda bir şey söylemek çok zor. Hücreye en yakın bilim genetik doktoruyla konuşuyorsunuz. Biz bile bir şey diyemiyoruz, içimiz dışımız genetik olduğu halde.

- Karşılaştığınızda  birbirinizi ikna etmeye çalışıyor musunuz?

- Ben ikna etmiyorum. O, öbür tarafla çarpışıyor. Ben ortadayım. Bir şey yok diyorum. Daha bilinmeyen bir şeyle neyi ikna edeceksiniz. Ya da o neyi ikna edecek. Bir şeye karşı olmak ya da olmamak elinizdeki veriyle olur. Boş boşa kendi fikrinizi açıklamanın mantığı yok.

Elimizde hiçbir veri yok. Üç beş tane alerji yapmış, toksit madde oluşturmuş.Biz hep yorumla gidiyoruz, arkadaşlarımızda yorumla gidiyor. Karşı olanların bir takım gerekçeleri var. Toprağın dengesini bozuyorsun bu doğru. Karşı taraf diyor ki veya ben diyorum ki böyle bir şeye bizim ihtiyacımız yok. Biz organik gıdayı karı zararı belli olsun ondan sonra tüketelim.

Bizim söylediğimiz çok mantıklı. Yarın kanser oranı daha da arttı. Ne Selim Bey'i kurtarır ne başkasını kurtarır. Böyle bir şey söylemek mümkün değil henüz. Ben her şeyi tüketiyorum. Bir tek GDO'yu düşünmüyorum.

- GDO'su değiştirilemeyen gıdalar var mı?

- Her şeye dokunmak mümkün şimdi. Bitki olarak hepsi mümkün. Hayvan olarak mümkün gibi duruyor ama; insan hücresine şu anda mümkün değil.

- Yani şu üründe GDO olmaz diyemiyor musunuz?

- Mümkün değil ancak; etiketine güveneceğiz. Etiketi de kontrol eden bir sisteme inanmak zorundayız. Ürünü GDO'suz diye iki  katına satılabilir benim ondan korkum var.Kime güveneceğim, kim yapacak bu kontrolu.

A firması yüz  tane şubesine dağıttı, ben de tükettim. Ona bireysel olarak benim alıp bakmam lazım. Başka türlü olmaz.Tekrar ediyorum laboratuarlar çoğaltılmalı.

OKUL ÇAĞINDAKİ ÇOCUKLAR MUTLAKA AŞI OLMALI

- Domuz gribi aşısını öneriyor musunuz?

- Domuz gribi aşısının diğer aşılardan çok bir farkı yok. 100 kişi öldü ama; geçen senede 100 kişi ölüyordu. Dünyada 500 bin kişi ölüyor ama; bu sene de 500 bin kişi ölecek. Dolayısıyla aşı olmakta zarar olduğuna ben inanmıyorum ama; risk grubu olmayanların ben olmadım diye üzülmesin diyorum. Ama risk grubu olanlar kesinlikle aşı olmalı.

- Siz aynı zamanda çocuk doktorusunuz. Çocukların aşı olmasını öneriyor musunuz?

- Okul çağındaki çocuklar mutlaka aşı olmalı.

http://www.haber7.com/haber/20091211/GDO-hakkinda-bilmek-istediginiz-her-sey.php
#1545
Soru: Farz-ı muhal, Türkiye'nin bir kısmı "Kürdistan" diye ayrılsa, orada bağımsız bir yönetim oluşsa, o yönetimin karakteri ne olur?
El cevap: Bir tek parti diktası olur. Abdullah Öcalan yönetime el koyar. Kendisi bir tür Pol Pot olur, PKK da Kızıl Kmerler gibi ülkeye demir mengenesini geçirir. Sonra... Sonra Kamboçya'da ölüm tarlaları meydana gelmişti, burada da, üç aşağı beş yukarı benzeri bir manzara ortaya çıkar.
Takrir-i Sükun dönemlerine taş çıkartacak, Diyarbakır cezaevi uygulamalarına rahmet okutacak bir süreç başlar.
Bunu gidin, evi basılarak, oğlu kızı dağa kaldırılmak istendiği için Batı'ya göçmek zorunda kalan Şemdinlili ya da Şırnaklı Kürt'e sorun.
PKK'nın bir terör örgütü olarak yaptığı iç-dış infazlar, öyle değme devletin yargısız infazına benzemez.
Son günlerde sokak eylemlerinde gerçekleştirilen tahribat da, sadece PKK'nın ürettiği yıkım psikolojisinin göstergesidir.
Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Galip Ensarioğlu son günlerde ilginç açıklamalar yapıyor. Dün bir kısım değerlendirmelerini, Taraf'ta Neşe Düzel'le yaptığı söyleşiden almıştım. Şu satırlar da, yine Ensarioğlu'nun Yeni Şafak'a verdiği mülakatta yer alıyor:
Soru: Bölgede DTP'ye alternatif daha özgürlükçü bir siyaset çıkmayacak mı?
Cevap: Kendini demokrat sayan entelektüeller PKK ve DTP ile çok ters düşmek istemiyorlar. Bunu Kürt meselesine ihanet olarak görüyorlar ve o pozisyona düşmemek için susuyorlar.
Soru: DTP'yi eleştirmekten mi çekiniyorlar?
Cevap: Eleştiriyorlar ancak bu eleştirilerinde belli bir noktaya kadar gelebiliyorlar. O noktayı geçtiklerinde "hain" ilan edilmekten korkuyorlar. Kimi hayatından, kimi statüsünden korkuyor, kimi de hain ilan edilmekten kokuyor.
Soru: Bu konudaki rahatsızlığı dile getirdiniz mi?
Cevap: Biz bu tür durumların yaşanmaması gerektiğini her zaman ifade ediyoruz. Ama kabul edelim ki, bunu yapan bir irade var ve bu iradenin ciddi bir silahlı gücü ve kitlesel gücü var. Bu güç karşısında bireysel tepkiler göstermenin de riskleri var.
Soru: Kapatılmış olsa da DTP içinde iki kanadın varlığını biliyoruz. Barışı isteyenler neden seslerini yüksek sesle dillendirmiyorlar?
Cevap: DTP siyasi bir partidir ama PKK'nın tabanı üzerinden siyaset yapan, PKK müsaade ettiği ölçüde siyaset yapan bir partidir. Bu anlamda zaman zaman kendi içinde farklı sesler çıkıyorsa bu kendilerini özgürce ifade edememelerinden kaynaklanmaktadır.
Şu soru-cevap çerçevesi, Doğu-Güneydoğu'daki vasatı çok net ortaya koyuyor. PKK ile paralel duran bir siyasi partinin yaşadığı ipotekli durum çok net değil mi? Bu ipotekli durum, üstte denetleyici bir devlet gücünün bulunduğu dönemde böyle olursa, PKK'nın çok daha belirleyici olduğu bir vasatta bu ipoteğin pençeleri nasıl bir mengene oluşturur, tahmin etmek lazım.
Dün yazdım. Bir de buna PKK ve Öcalan'ın hangi misyonla hareket ettiğine dair kuşkuları ilave edin. Ortaya tam bir "Görevimiz tehlike" atmosferi çıkıyor.
1993'teki 33 asker olayında genelde, bölgedeki askeri güçlerin yeterli tedbir almamasına odaklaşılıyor. Bu elbette önemli. Ama, "Barışa giderken" PKK eylemini koymak nasıl bir şey ve bunu üstlenmek nasıl bir şey ve "Benim üstlenmem istendi" açıklamasının altında Öcalan imzasının bulunması nasıl bir şey?
Bölgedeki tüm siyasi hayatı ipotek altına alan ve Kürtler'e lider olarak takdim edilen teröristi, bir katliamı üstlenmeye zorlayan irade ne olabilir?
Ve şimdi... En kritik bir zaman diliminde...
Reşadiye'deki pusuya PKK adına imza atmak nasıl bir şey?
Kapatılan DTP'nin Diyarbakır İl Başkanı Fikret Anlı, "PKK adına yapılan üstlenme açıklaması Kürtler'i tatmin etmedi" diyor. O zaman, PKK inisiyatifinde hareket eden Fırat Haber Ajansı bu açıklamayı "Ecinniler"den almış olmalı, değil mi?
Şu sıralar, kafalar müthiş karışık.
PKK ipoteğine selam çakanlar nezdinde, 33 asker olayı da izah edilemiyor, şimdi Reşadiye olayı da...
Ben de ısrarla diyorum ki, bu "Kürt meselesi"ni, Öcalan ve PKK ipoteğinden kurtarmak lazım.
O alan son derece karanlık bir alan çünkü.
"PKK hangi derinliklerle ilgili" sorusu hem varlığını sürdürüyor, hem görmezden geliniyor ve ipoteğine selam çakılıyor. Bu anlaşılır bir şey mi?
Ne diyor Ensarioğlu:
-Kimi hayatından, kimi statüsünden korkuyor, kimi de hain ilan edilmekten kokuyor.
Ne denir?
İyi ki Ensarioğlu, bunu derken kendi hayatından, statüsünden ve hain ilan edilmekten endişe etmiyor!
Bence Kürt sorununun büyüğü, şu anda Doğu-Güneydoğu'daki PKK hegemonyası ile alakalıdır. Ve garip bir şekilde, Ankara adına AK Parti iktidarının çözüm arayışının önünü kesmektedir.
Serap'tan, Aydın'dan sonra iki ölü daha:
PKK'nın bütün yurtta yürüttüğü sokak terörü, Beyoğlu-Dolapdere'den sonra, Muş-Bulanık'ta da, karşıtını doğurmuş bulunuyor. İki ölü, 6 yaralı ile... Şu ana kadar, PKK-DTP cenahından, her türlü provokasyonu içinde barındırabilecek olan sokak terörünü durduracak bir tavır sergilenmemesi de çok anlamlı.

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/86869-kurtce-tek-parti-diktasi-ahmet-tasgetiren-makalesi.aspx
#1546
O da, ''Bir defadan bir şey olmaz'' diye başlamıştı. Öyle olmadığını fark ettiğinde iş işten geçmişti çoktan. Önce okul harçlıklarıyla, sonra anne ve babasının cüzdanından çaldıklarıyla temin etti. Yetmedi, evindeki eşyaları gizli gizli sattı. Sonra en yakın arkadaşlarını bile dolandırmaktan çekinmedi. Dolandıracak kimse, evde satılacak eşya kalmadığında tek bir çare kalmıştı: Bedenini satmak. İşte bunu gururuna yediremedi ve kararını verdi: ''Bu esaretten kurtulmalıyım.''
   
Henüz 17-18 yaşındaydı. Babaannesi ölmüştü. Çok sevdiği babaannesinin ölümü onu derinden sarsmıştı. İşte, bu en zayıf anında, en büyük kötülüğü kuzeninden gördü. ''Bir kez dene, acıları unutacaksın'' dediğinde itiraz edemedi. Ve bir kez denediği 'Eroin', ona yıllar boyu hayatı zindan etti.

Antalya'da yaşayan ve 17-18 yaşlarındayken uyuşturucu bağımlısı haline gelen AE 3 yıldan fazla süren bağımlılık günlerinde yaşadığı ''sefaleti'' A.A muhabirine anlattı.

Haftanın 3 günü akşam saatlerinde devam ettiği ''Adsız Alkolikler'' derneğinin toplantısı öncesinde sorularımızı yanıtlayan AE ''Adsız Alkolikler''de yalnızca alkol bağımlıların değil, esrar, eroin, hap bağımlılarının bir araya gelerek, bağımlılıktan kurtulmak için birbirlerine destek olduklarını anlattı.

Bağımlılıktan kurtulma yolunda çok önemli bir aşama kaydeden A.A soruları açık yüreklilikle yanıtladı. Bugün 23 yaşında olan ve yaklaşık 1,5 yıldır eroin kullanmamasına rağmen, tedavi süreci devam eden AE, hayat hikayesini ''gençlere ve anne-babalara örnek olması için'' anlatmak istediğini söyledi.

Soru: Bize eroin kullanmaya nasıl başladığını anlatır mısın?

AE: ''23 yaşındayım beş senedir uyuşturucu bağımlısıyım. Yaklaşık bir buçuk yıldır temizim. İlk 17-18 yaşlarında bir vefat olayının arkasından başladım. Babaannem vefat etmişti. Bana 'babaannen içeride oturuyormuş gibi gelecek, üzülmeyeceksin bu kadar' dediler. Ben de kullandım. Daha sonra her gün düzenli olarak kullanmaya başladım. Çok kısa bir süre sonra bağımlı hale geldim. Her gün kullanmak zorundaydım artık. Daha küçük yaşlarda alkolle başlamıştım. Sonra esrar, hap ve son üç yıl da eroin kullandım.''

Soru: Eroini nasıl temin ediyordun, nasıl para yetiştiriyordun?

AE: Başta eroin olmak üzere uyuşturucu artık çok pahalı değil. Bağımlılık pekiştikçe, kullanacağın doz arttığı için, pahalı hale geliyor, para bulmak zorunda kalıyorsunuz. Bu hırsızlık, dolandırıcılık yoluyla olabiliyor. Ne olursa olsun, bir şekilde uyuşturucuyu temin etmek durumundaydım. Eroin satın alabilmek için önce ailemden çalmaya başladım. Sonra evimdeki eşyaları sattım, daha sonra en yakınımdakilere zarar verdim maddi anlamda. Anne-babasını döverek paralarını zorla alanları biliyorum. Ben yapmadım ama çaldım, dolandırdım.''

Soru: Neler yaşıyordun, sana en çok zararı nasıl verdi?

AE: Eroin kullandığım dönemde ailem beni kabul etmedi, eve almadı. Annem, ''Ancak tedaviyi kabul edersen ben varım. Onun dışında sen benim kızım değilsin'' dedi.

İnşaatlarda yatıyordum, ya da henüz bir gün önce tanıdığım insanların evinde kalıyordum. Çok rezil geçti o dönemim. O rezilliklerden bıktığım için artık tedaviyi seçtim. Görebileceğim daha kötü bir şey kalmadığını düşündüm. Son çare olarak kendi bedenimden para kazanmam gerekirdi. Çünkü dolandırabilecek kimse de bulamıyordum artık etrafımda. Kalacak yerim de yoktu. En son olarak kendi bedenimden para kazanmam gerekiyordu, bunu kendime yediremedim. Ailemden destek istedim. Bana yardımcı oldular ve bir buçuk yıldır temizim.

Soru: İlk kez eroin kullanmanı isteyen kişi şimdi nerede?

AE: Halamın kızı, benden bir yaş büyük. O hala kullanıyor.

Soru: Nasıl tedavi gördün?

AE: Madde kullanmaya başladığımın birinci yılında ailemin haberi oldu. Onlara sezdirmeden kendim iki kere bırakmaya çalıştım. Kendimi eve kapatmak ya da bilir bilmez ilaçlar alarak kendimi tedavi etmeye çalıştım. Başarılı olamadım. Daha sonra annem beni 4-5 kere eve kapattı. İlk bulduğum fırsatta evden kaçtım. Daha sonra Ankara'ya gittik, orada tedavi oldum. Tedaviyi kabul ediyordum, Antalya'ya geldiğimde tekrar ilk fırsatını bulduğum anda eroin kullanıyordum. Çünkü hala kullanan arkadaşlarımla görüşüyordum. Hiçbir zaman ilişkimi kesmedim onlarla, o yüzden hep başa döndüm.

Soru: Arkadaş çevresini değiştirmek mi gerekiyor?

AE: Tabii ki... Bağımlılarla kesinlikle görüşülmemesi gerekiyor. Yanımda kullanan biri olursa benim temiz kalma şansım çok düşük. Temiz kalmaya çalışmak, bu alışkanlıktan vazgeçmek çok zor. Ortamı değiştirmek lazım. Gerekirse şehir değiştirmek gerekiyor.

Soru: Uyuşturucu kullanımı çok mu, en çok hangi kesimde yaygın?

AE: Evet çok yaygın. Yaş oranı çok düştü. Önceden ücra köşelerde uyuşturucu kullanılırdı. Her semtte, mahalle aralarında torbacılar (Eroin satıcıları) var. Maddeye ulaşmak çok kolay, fiyatları da çok düştü. İlk başta para yetiyor ama bağımlılık başlayınca günlük 100-200 TL yetmemeye başlıyor. İçip içip de sızmak yok. Bugün versinler beş gün içebilirsin. Dur-durak yok, fren yok.

Soru: Hırsızlığın ardından genç kızların son olarak bedenini satma aşamasından bahsettin. Genç kızlar neler yapıyorlar, çalma çırpma bitince...

AE: Şahit olduğum öyle olaylar var ki para değil, uyuşturucu karşılığında dahi o kişiyle beraber olan kişiler vardı. Uyuşturucu bulunabilecek yere bedava götürsün diye taksiciyle dahi beraber oluyordu kızlar. Genç kızlar daha çok kullanılıyorlar. Bağımlı olan her genç kız buna maruz kalıyor.

Soru: Uyuşturucu kullanım yaşı çok mu düştü?

AE: Gördüğüm, eroin kullanan bir çocuk abartısız 10 yaşındaydı. Okula gitmiyorlar, sadece uyuşturucu peşindeler. Bana birisi geldi, 'Abla krizdeyim' deyince çok kötü oldum. Ağlamıştım. ''Buraya nasıl düştü' diye o gün oturup ağlamıştım. Daha on yaşındaydı...

Soru: Bu çocuk uyuşturucuya nasıl başlamış olabilir?

AE: Ya aileleri, ya yan komşusu, ya da arkadaşları, akrabaları kullanıyor. Normal geliyor ona. Şehir içinde en kalabalık yerlerde uyuşturucu satılıyor, kullanılıyor.

Soru: Uyuşturucu bağımlısı arkadaşların ne halde şimdi?

AE: Arkadaşlarımın çoğu vefat etti. Arkadaş çevremde iyileşebilen bir-iki kişi daha var. Ölenlerin kurtulduğunu düşünüyorum ama diğerlerini görüyorum, hastane parklarında yatıyorlar, aileleri reddetmiş. Kullanmadan önceki hallerini de biliyordum o kişilerin. Böyle parlak, işlerinde güçlerinde çocuklardı. Geçenlerde yolda bir arkadaşımı gördüm, kokusundan yanına yaklaşılmıyordu. Sokaklarda yaşadığını söyledi, ailesi reddetmiş, aç-susuz... O çocuk diş teknisyeniydi, o halini görünce çok kötü oldum.

Bağımlılık, ırk, cins, yaş, kariyer hiçbir şey tanımıyor. Herkesin başına gelebilir. Benimle kullananlar arasında avukatın da, doktorun da işsiz güçsüz ailelerin çocukları da vardı, çok iyi işi olan kimseler de vardı. Bu herkesin başına gelebilir.

Soru: Eroin kullandığı dönemde başına gelen ilginç bir şey var mı?

AE: Her günümü hırsızlık yaparak geçiriyordum. Annemin ve kendi altınlarımı, evdeki eşyaları, tabağa varıncaya kadar sattım.

Bir gün annem ameliyat olmuştu. Ameliyat sırasında başında durmadım. Kullanmam gerekiyordu, elim ayağım titriyordu. Gittim anneme, sözüm ona 'geçmiş olsun' deyip öptüm. Annem, yeni ameliyattan çıkmış, yarı baygın yatıyordu. Çantasından kredi kartlarını aldım, hepsini son limitine kadar harcadım.

Bunları hatırladıkça utanıyorum. Bunları ben yapmadım, bu başka bir kişilikti diyorum. Şimdi oturup düşündüğümde pişman oluyorum.

Ben şanslıyım kurtuldum, ya da şanslılarmış öldüler. Ama sürünen çok insan var. Bence hiç denememek gerekiyor. Bir kere alman, bağımlı olman için yeterli. O yüzden o ''ilk''ten uzak durmak gerekiyor. Merak edilecek bir şey yok, sonuçları ortada. Bunlar geçici zevkler... Sonuçlarına bakmak gerekiyor.

Kullananların kimi sokakta, kimi tuvalette ölü bulunuyor. Merak edilecek hiçbir şey yok. Kullananlardan uzak durulmalı. En samimi arkadaşınız kullanıyorsa, ''O kullanıyor ama ben kullanmam'' demeyin. En sevdiğiniz arkadaşınız bile olsa uzak durun.

Soru: Tedavi süreci nasıl gidiyor, çok mu zor tedavi olmak

AE: Evet zor. Destek almak gerekiyor. Bu, tek başına yapılabilecek bir şey değil. Eğer annem, Adsız Alkolikler gibi kuruluşlar olmasaydı, sadece kendi isteğimle iyileşemezdim. Aile desteği çok önemli. Doktorlar ve sözünü ettiğim kuruluşlardan da yararlanmak gerekli.

Soru: Evlilik yaptığın kişi de madde bağımlısı, nasıl tanıştın, onun kurtulma çabası ne aşamada?

AE: Eşimle madde kullanırken tanıştım. o satıcıydı ben alıcıydım. Tedavim süresinde görüşmedik, ara verdik. ''Evlenirim ve onu kurtarırım'' diye düşünmüştüm. Evleneli bir yıl oldu, şuna kanaat getirdim: O istemediği sürece ben hiçbir şey yapamıyorum, bir bağımlıyla yaşamak daha zormuş. Kendi bağımlılığımı unuttum. Onunla uğraşıyorum. O da tedavi oluyor. Beraber oyalanmaya, zor günlerini atlatmaya çalışıyoruz. İki bağımlının aynı evde durması çok zor, çok tehlikeli. İkisi de pimi çekilmiş bomba gibi...

-DRAMLI ANNENİN İBRETLİK ÖĞÜTLERİ-

Bağımlılıktan kurtulma mücadelesini ve hayat hikayesini özetleyen A.E'ye en büyük desteği veren annesi ise kızının uyuşturucu kullandığını nasıl öğrendiğini, yaşadıklarını, kızını bağımlılıktan kurtarma mücadelesini anlattı.

Anne E.A. anne-babaların çocuklarını hep yakından takip etmelerini, gerekirse gizli gizli ceplerini aramalarını, çocuklarını hep göz önünde tutmalarını önerdi.

Uyuşturucu bağımlılığından kurtulma mücadelesinden başarıyla çıkan A.E'nin annesi E.A. ise A.A muhabirinin sorularını şöyle yanıtladı:

Soru: Kızınızın uyuşturucu kullandığını nasıl öğrendiniz?

EA: İlk çöpünü bularak öğrendim. Doğru Narkotik'e gittim. ''Kızım bunu kullanıyor'' dedim. Zannettim ki ''içeriye alırlar, hapse atarlar, kurtulur'' ümidiyle gittim. Babaannesinin ölüm anında almış. Bir-iki derken bağımlı olmuş. İlk önce çöpünü buldum, ne olduğunu bilmiyordum, gittim narkotikte ne olduğunu söylediler.

Ailelerin uyuşturucu maddeleri öğrenmesi gerekiyor. Bir gün çocuğunun cebinde bir hap bulsa, bir madde bulsa ne olduğunu bilmesi gerekiyor. Çocuğa çok da güvenmemek gerekiyor. Çünkü etraf kötü.

Soru: Neler yaşadınız bu dönemde?

EA: Uyuşturucu bağımlıları çalışamıyor, yemek yiyemiyor, su içemiyor, banyo yapamıyorlar. Gözlediğim kadarıyla hiçbir çocuk ''alışırım'' diye başlamıyor. Ya meraktan başlıyor, ''ben buna alışmam ailemden gizli birkaç defa yaparımın'' hesabındalar. Ya da o an ''Moralim bozuk, biraz üzüntümü gidereyim'' gibi başlanıyor. Alışkanlık yapacağını tahmin bile etmiyorlar ki... Çok çabuk alışkanlık yapıyor. Hayatları tamamen değişiyor. Madde bulurlarsa eve kapanarak dış dünyayla iletişimi kesiyor, bulamazlarsa sokağa çıkıyorlar. Ya çalarak, çırparak ya da kendini satarak bulmaya çalışıyorlar. Ya kendini ya da başkasını satacak.

Biz iki sene kahvaltı yapmadık, yemek yemedik, banyo yapmadık. Artık dayanamıyordum. Çocuğumun etrafındaki pislikleri görmek, günden güne eridiğini görmek, artık tanıyamıyordum çocuğumu...

Daha çok içine kapanık çocuklar bunu yapıyor... Aileleri ayrılmış çocuklar bunu yapıyor, buna sığınıyorlar. Ailelerin gözünün çocukların üzerinde olması gerekiyor. Bu kadar uyanık geçinmeme rağmen, benden bir sene saklandıysa bu, ilgisiz aile çok daha geç anlar. Biz erken öğrenmemize rağmen beş sene uğraştık. Bu süreçte bittim, tükendim. Ölseydim kurtulacaktım belki ama onu arkamda bırakamazdım, onu arkada bırakmamak için ayakta kaldım.

Soru: Uyuşturucu bağımlıları nasıl tedavi ediliyor?

EA: Devlet bir kuruş almadan AMATEM'lerde (Alkol-Madde Araştırma ve Tedavi Merkezi) tedavi ediyor. Sosyal hizmetler müdürlükleri ve valilikler bu konuda çok yardımcı oluyorlar. AMATEM'ler birçok ilde var. Cinsiyetine göre, 18 yaş altı erkek ve kızlar için ayrı, 18 yaş üstü ayrı. Valiliklerden ve hastanelerden öğrenilebilir.

Biz Ege Üniversitesi'ndeki AMATEM'de uzun süre kalarak bundan kurtulduk. Kızım 1 sene 3,5 aydır temiz. Kısa kısa ufak düşüşlerimiz oldu ama şu anda temiz. O da hayatın tadını yeni alıyor. Makyaj yapmayı, banyo yapmayı kendine bakmayı daha yeni öğreniyor.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=927675&title=bir-genc-kizin-ibretlik-oykusu&haberSayfa=0
#1547
Uzun ömürlü olmak için uzmanlar çoğunlukla Akdeniz yaşam tarzını, zeytinyağını ve bol sebze tüketmeyi önerir.

Halbuki antik çağda Akdeniz'de her 100 kişiden ancak biri 60 yaşına ulaşabiliyordu. Yine eski çağlarda Romalı bir askerin ortalama ömrü 22 yıldı. 18. yüzyılda Avrupa'daki yaşam süresinin 25 yıl olduğu biliniyor. 19. yy'a gelindiğinde ise bu rakam 48 yıla çıkıyor. Şimdi dünya genelinde ortalama ömür 65 yaşı geçti.

Dünya Sağlık Örgütü'nün verilerine göre, insan ömrü, içinde bulunduğumuz yüzyılda 20 yıl uzadı. Kanser, salgın hastalıklar, stres ve depresyon gibi yeniçağ hastalıklarına rağmen çağımız insanı önceki nesillere göre daha uzun yaşıyor. Üstelik eskiden 65 yaş ve yukarısını görmek için kral, üst düzey devlet adamı veya filozof olmak gerekiyordu. Şimdi ise sıradan bir işçi bile 80-90 yıl yaşayabiliyor.

Yaş 60: Ne emekliliği daha yapacak çok işiniz var!

Çok değil bundan 15-20 yıl önce 60 yaşında biri yaşamını yitirince "iyi yaşadı" diye bakılırdı. Şimdi "genç öldü" diye üzülüyoruz. Geçtiğimiz hafta vefat eden Ömer Lütfi Mete için sevenleri "erken öldü" diye üzüldü. Yaşamının en verimli döneminde, 59 yaşında hayata veda etti ünlü yazar. Dünya Sağlık Örgütü'ne göre yazarın yaşlı sıfatını bile hak etmesi için daha bir senesi vardı. Çünkü yaşlılık için 60-74 yaş arasını uygun görüyorlar. Örgütün 2002 yılında hazırladığı raporda 75-89 yaş aralığı ileri yaşlılık, 90 yaş ve yukarısı ancak ihtiyarlık olarak tanımlanıyor. Dolayısıyla 'yaşlandım, torun torbaya karıştım, çok şükür emekli maaşım da var' deyip sallanan sandalye üzerinde uyuklamayı düşünmeyin. 50 veya 60'lı yaşlardaysanız, Allah'ın izniyle daha yapacak çok işiniz ve yaşayacak çok gününüz var, söyleyelim.

Yaşlılık sendikası kurulacak

Teknolojinin getirdiği kolaylıkların, sağlık alanında yaşanan gelişmelerin yaşam kalitesini artırdığı, ömrü uzattığı bilinen bir gerçek. 1998'den beri dünyada 60 yaş üstü insan sayısı, çocuk sayısına göre daha çok artıyor. Çünkü, doğum oranı ve ölüm azalıyor. 2050 yılına gelindiğinde 2 milyar insanın 60 yaş üzerinde olacağı tahmin ediliyor. Bu kalabalık nüfusun hepsinin birden emekli olduğunu düşünmek bile hükümetleri endişelendiriyor. Birincisi, onlar oturursa kim çalışacak? İkincisi bu büyük kalabalığın canı sıkılırsa ne olacak? Bu sebeple hükümetler ve sağlık örgütleri yaşlılarla ilgili harıl harıl çalışıyor.

Yaşlılara özel yasalar hazırlanıyor. Mesela birçok işkolu için yaş sınırlaması kaldırılacak. Yaşlılar için çalışma hakları belirlenecek. Hatta devletlerin destekleyeceği "yaşlılık sendikaları" kurulacak.

Yaşlılık algısı değiştirilecek

Tabii tüm bunlardan önce zihinlerdeki yaşlılık algısını değiştirecek, zihniyet devrimine ihtiyaç var. Burada kastedilen 50 yaşında olup 25 yaşında gözükmeye çalışmak değil, insanların "60-70 yaşına geldim" diyerek hayattan elini eteğini çekmesine mani olmak. Yaşlılığın bir hastalık, kusur olarak görülmesini engellemek.

Türkiye'de yaşlılık algısının değişmesi için hem hükümet hem de Yaşlılar Platformu birçok çalışma yapıyor. Platform "yaş 70, iş bitmiş" anlayışına karşı. Yaşlı veya ihtiyar tanımlamasını da kullanmıyorlar. 60 yaş üstü insanlara "kıdemli vatandaş" diyorlar ve hâlâ sosyal hayat içinde olan, çalışmaya devam edenlere plaket veriyorlar.

Türkiye Yaşlılık Platformu Koordinatörü Ali Necati Doğan, "Yaşlanmak bir kusur ve eksiklik değil. 60 yaşını aşmak 'artık yaşamayı hak etmiyorum, hastayım, ölmek üzereyim' düşüncelerine kapılmaya sebep olmamalı. Sağlıklı, dinç ve hem kendisine hem de çevresine faydalı insanlar olunabilir." diyor.

Hacettepe Üniversitesi Geriantrik Bilimi (yaşlılık bilimi) Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Yeşim Gökçe Kutsal ise istatistiklere bakılırsa geleceğin sadece çocukların değil, yaşlıların da olduğunu söylüyor. g.baki@zaman.com.tr

***

Üretken yaşlılığın yolu sağlıklı yaşlanmadan geçiyor

Kilo verin. Çünkü ekstra kilolar kalbinizi ve hayati önem taşıyan organlarınızı tehlikeye sokar. Şeker ve kansere sebep olur.

Yeni şeyler öğrenin. Satranç, yeni bir dil ve fotoğrafçılık... Çünkü yeni bilgi ve beceriler beyinde yeni hücre oluşmasını sağlıyor.

Form tutun. Düzenli egzersiz kalp, kolon kanseri, şeker, hatta alzheimer gibi hastalıklara karşı koruyor. Yürüyüş, yüzme, dans, bahçe ve ev işleri bile form tutma için yeterli.

Sosyalleşin, arkadaş toplantılarına gidin. Pikniğe katılın. Araştırmalar yapın. Yeni dostlar, arkadaşlıklar kurun. Aile ilişkilerinizi geliştirin. Arkadaşlarınızla yemek yiyin.

Stresi azaltın, farklı aktivitelere katılın.

Sağlıklı beslenin. Her gün meyve ve sebze yemek, hücrelerde meydana gelen yaşla bağlantılı tahribatı önlüyor.

İyi uyku şart. Uyku eksikliği hafıza boşluklarına, depresyona yol açıyor. Bağışıklık sistemini olumsuz etkiliyor.

Düzenli sağlık kontrolü yaptırın.

Sigara içmeyin.

Yaş yetmiş, iş bitmiş değil

Mimar Sinan 70 yaşında Süleymaniye Camii'ni, 86 yaşında Selimiye Camii'ni yaptı.

Michelangelo en iyi tablolarını 70-87 yaşları arasında resmetti.

Galilei 73 yaşında Ay'ın hareketlerini keşfetti.

Goethe, Faust'u 82'sinde tamamladı.

Pasteur 60 yaşında kuduz aşısını buldu. ZAMAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=926200&title=size-bir-mujdemiz-var-omrunuz-uzadi
#1548
Reader's Digest dergisinin haberine göre, yağsız protein sağlayan gıdaları öğrenirseniz, vücudunuza kalori ve yağ eklemeden bol miktarda protein alabilirsiniz.

Yumurtayı unutmayın: Yıllarca iftiraya uğrayan yumurta, mükemmel ve ucuz bir protein kaynağıdır. Tüm protein kaynaklarının en besleyicisidir. Katı haşlanmış yumurtada, 7 gram protein ile 2 gram doymuş yağ bulunuyor. Doymuş yağdan kaçınmak için, yumurtanın sarısını çıkarıp beyazını tüketin. Yumurtayı sebzelerle omlet yaparak veya demir ve lif bakımından zengin ıspanağın içine kırarak yiyebilirsiniz. Araştırmalarda, kahvaltıda yumurta ve tost yiyenlerin simit ve krem peynir yiyenlere oranla kendilerini daha tok hissettikleri ve günün kalan kısmında daha az kalori tükettikleri belirtiliyor. Yumurta kolesterol içeriyor. Fakat yapılan araştırmalar, bunun doymuş yağ olduğunu gösterdi.

Dövülmüş bonfile alın: Bonfilenin 85 gramı yaklaşık 196 kalori ve 10 gram yağ içeriyor. Bir sonraki en yağsız et ise dövülmüş gerdan eti ve sığır etidir.

Haftada kişi başına en fazla iki porsiyon et tüketin: Kırmızı et doymuş yağ içeriyor. Bir araştırmaya göre, fazla et tüketen şeker hastası kadınlarda daha az et yiyenlere oranla kalp hastalığı gelişme olasılığı daha fazla. Başka bir araştırma ise, yaklaşık 9 yıldan fazla et yiyen kadınlarda şeker hastalığı görülme ihtimalinin yüksek olduğunu gösteriyor.

Sosisten ve pastırmadan uzak durun: Kırmızı et şeker hastalığı riskini artırırken, pastırma ya da sosis gibi işlenmiş et ise bu riski daha da ileri boyutlara taşıyor.

Hızlı yemekler için dolabınızda tavuk filetosu bulundurun: Her filetonun ağırlığı yaklaşık 50-55 gram kadar. Böylece yediğiniz filetonun porsiyonunu kontrol edebilirsiniz. 2 tavuk filetosu ortalama 85 gram geliyor. Filetoyu hemen yağlı salamuraya yatırabilir, kebap yapabilir ya da kızgın yağda çevire çevire çabucak pişirebilirsiniz.

Hindi ya da tavuk göğsünü tercih edin: Öğlen yemeğinde et tercih ederseniz, yağsız et dilimleri, küçük ıspanak yapraklarıyla sağlıklı ve düşük kolesterollü bir yemek hazırlayabilirsiniz. Salamdan ve sucuktan uzak durun. İkinci seçeneğiniz et kavurması olabilir. Ancak sandviçinize sadece 2 dilim et eklemelisiniz.

Haşlanmış taze soya fasulyesini deneyin: Kabuklu olan bu taze soya fasulyeleri, sağlıklı ve harika bir atıştırmalık. Buharda pişirin ve biraz tuz ekleyin. Aynı zamanda bu fasulyeleri çorbalara ve salatalara katabilirsiniz. Soyada etten daha fazla protein bulunurken doymuş yağ hiç yok.

Balık yemeyi unutmayın: Somon balığı doğal kalp ilacıdır, fakat beslenmenizde daha fazla bulunması için filetosunu yapmak zorunda değilsiniz. Konserve somon da sadece kolaylığı için değil, sağlığınız için akıllı bir seçenektir. Araştırmacılar, geçtiğimiz günlerde kanlarında yüksek seviyede omega-3 yağ asiti bulunan insanların yüzde 53 daha mülayim olduklarını ve depresyon risklerinin daha az olduğunu keşfetti.

Dondurucuda saklamak için deniz ürünleri satın alın: Vakumlanmış pakette dil balığı, anavatanı Hazar Denizi olan ve ülkemizde az da olsa Karadeniz sularında rastlanan morina balığı ya da somon filetosu uygun bir seçim olabilir. Sağlıklı bir akşam yemeği için buzluğunuzda her zaman biraz balık bulunsun. Balığı bir gece önceden buzdolabınızın içinde eritin ya da akan soğuk suda çözdürün. ZAMAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=926097&title=vucudunuz-icin-yagsiz-protein-saglamanin-10-saglikli-yolu
#1549
Bilimadamları, bitkilerin evinizin havasındaki zararlı kontaminantları (kirleticileri) yok ettiğini ifade ettiler.

Georgia Üniversitesi'nde yapılan araştırmaya göre, belirli bitkilerin evinizde yaygın olarak bulunan zararlı kontaminantları öldürebileceği belirtiliyor. Bu kontaminantlar arasında benzen, toluen, oktan, alpha-pinene ve trikloretilen gibi zararlı uçucu organik bileşenler yer alıyor.

Evde yetiştirilen 28 bitkiyi test eden araştırmacılar, kontaminantları yok etmede yüksek oranlara sahip olan 5 süper süs bitkisi tespit ettiler. Bu çiçekler şöyle: Kırmızı sarmaşık (Hemigraphis alternata), İngiliz sarmaşık (Hedera helix), Jolla (Hoya carnosa), Asparagos (Kuşkonmaz otu) ve (Tradescantia pallida).

Bilimadamları bitkileri, evde yaygın olarak bulunan uçucu organik bileşenlere maruz bırakmak için gaz sızdırmayan cam kapların içine yerleştirdi. Ve bitkiler bitkiler havadaki kontaminantları yok etti. Araştırmacılar, havadaki kontaminantları yok eden binlerce bitki olabileceğini de sözlerine eklediler.

Uçucu organik bileşenlerin her evde bulunduğunu belirten araştırmacılar, bunların evdeki mobilyalar, halılar, plastikler, temizlik ürünleri ve alçıpan, duvar boyası, solventler, yapışkanlar ve hatta musluk suyu tarafından yayıldıklarını ifade ettiler.

Bu kirleticilerin astım, reprodüktif ve nörolojik bozukluklar gibi birçok hastalıkla ilişkili olduğunu söyleyen bilimadamları, henüz hiç kimsenin bazı bitkilerin havadaki kirleticileri öldürmede niçin etkili olduğunu bilmediğini, ancak kendilerinin cevabı bulmak için yoğun çalıştıklarını belirttiler.

Bu zararlı bileşenler nedeniyle, insanların dışarıdan çok evde daha fazla tehlike altında olduğu da kaydedildi. Bilgisayarlar tarafından da bu bileşenlerin yayıldığını söyleyen bilimadamları, yapılması gerekenin evde birkaç süs çiçeği bulundurmak olduğunu anlattılar.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=926267&title=evinizin-havasi-saglikli-mi
#1550
Twitter'da bazen güncel olaylar üzerine çok özlü sözler yazılıyor. Twitter milleti gerçekten çok kreatif.
Hatırlayın, Serdar Turgut maksadını aşan biçimde anlamlandırılmış "Rojin'i dağa kaldırmak isterim" diye bir yazı yazmıştı.
Sanıyorum ondan mülhem olacak bir twitter yurttaşı "Serdar Turgut Rojin'i dağa kaldıracağına Emine Ayna'yı dağa kaldırsın" yazdı.
Serdar Turgut, Rojin yazısından çok ağzı yandığı için bu öneriye bir tepki vermedi..
"Tabanı Emine Ayna'dan dağa çıkmasını istiyormuş."
Ne duruyor o zaman?
Emine Ayna gibilerin parlamentoda yaptığı iş ile dağda yaptığı iş arasında ne fark var ki?
Hatta denilebilir ki, bu tip siyasetçi-militan karışımı kişiler parlamentoda daha fazla zararlı olabiliyorlar.
Dünkü bir gazete manşetten Emine Ayna için "Tahrip kalıbı" ifadesini kullanmış.
Çok yerinde bir tanımlama olmuş, yazanların eline sağlık.
Tam bir tahrip kalıbı gibi siyaset yapıyor!
Ahmet Türk nerede Emine Ayna nerede?
Artık kendi aralarında da şiddetten beslenenler ve barıştan yana olanlar ayrımı iyice belirgin hale geldi.
Emine Ayna gibilerinin dağa çıkmasında bir mahsur yok.
Onun gibiler zaten dağda.
Az kaldı, çok yakında ortada dağ-mağ kalmayacak zaten.
Çıksınlar da görsünler!
Bu kadın, DTP'nin PKK'nın siyasi kanadı olduğunu açık açık söylüyor.
Dolayısı ile kandan besleniyor!
Böyle birisinin Türk ya da Kürt olmasının hiçbir anlamı yok!
Lise mezunu.
Bekar.
Kürtçe bilmez.
Kızıldere'de Mahir Çayan ile birlikte öldürülen Ömer Ayna'nın amcasının kızı.
Çok doğru, bundan 10 sene önce Apo içeride değildi ve sizler yine dağdaydınız.
Yol kesip adam öldürüyordunuz.
Öğretmenleri vuruyor, sağlık ocaklarını yakıyordunuz.
Köyleri basıp masum çocukları kurşunluyordunuz.
Öcalan şimdi serbest bırakılsa siz yine aynı şeyleri yapacaksınız!
Böyle konuşan birisinden başka ne beklenebilir ki!
Şu "açılım" denilen çok doğru hareketin hiç bir faydası olmadıysa bile PKK'nın amacının;
Kürt halkının huzuru...
Selameti...
Özgürlüğü...
Refahı olmadığını kör gözlere bile gösterdi ya sadece bu bile yeter!
Açılım girişimi olmasaydı bazıları Emine Ayna ile Ahmet Türk'ün farkını nasıl anlayacaktı?
PKK'nın derdi Kürt halkının özgürleşmesi falan değil, Türkiye'nin dünya üzerinde layık olduğu yeri almaması için ayak bağı olmaktır.
Bu ülkede birlikte mutlu, mesut ve müreffeh yaşayacaksak hâlâ kafasında ikilem olan Kürtler'in PKK'nın gerçek yüzünü daha iyi görmeleri için açılıma devam.
Evet, açılım PKK'nın aynası olmuştur.
O ayna da Emine Ayna'dır.
Kapatıldınız!
İşte, çok istediğiniz şey gerçekleşti.
Anayasa Mahkemesi partinizi terör odağı olmaktan kapattı.
Anayasa Mahkemesi güçlü bir karara imza attı.
Kapatmayı "oybirliği" ile gerçekleştirdi.
AK Parti'yi kapatma davası kararında olduğu gibi Anayasa Mahkemesi üyeleri ikiye ayrılmadı, bölünmedi.
Kapatma gerekçesi de oldukça uygun.
"Terör örgütüne odak olmak!"
"Terör örgütüyle olan eylemleri de değerlendirildiğinde devletin bütünlüğüne yönelik bir odak haline geldiğinin anlaşıldığından kapatılmasına karar verildi..."
DTP'nin PKK ile bağlantısı olmadığını kim söyleyebilir ki?
Bu kararla 21 milletvekili olan DTP'nin Meclis'teki sayısı 19'a düştü.
Meclis'te 19 "bağımsız" milletvekili daha oldu!
Açılım bundan sonra da sürecektir, sürmelidir.
Başbakan Tayyip Erdoğan "Açılımı planlarken DTP'den umudumuz yoktu" demişti.
Dolayısıyla açılıma DTP'siz başlanmıştı hükümet, pekâlâ DTP'siz de devam edecektir.

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/86480-ayna-ayna-soyle-bana-kim-bu-emine-ayna-nuh-gonultas-makalesi.aspx
#1551
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, DTP'nin kapatılma kararının oy birliğiyle alındığını açıkladı.Anayasa Mahkemesi, DTP'nin terör örgütü ile bağlantıları nedeniyle devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı nitelikteki fillerin odağı haline geldiğini gerekçe göstererek kapatılmasına karar verdi. Genel Başkan Ahmet Türk ve Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk ile birlikte 37 partilinin 5 yıl süreyle siyasetten men edilmesini kararlaştırdı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 16 Kasım 2007 tarihinde DTP'nin kapatılması istemiyle açılan dava dün sonuçlandı. Kapatma kararını Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç açıkladı.

Partiler şiddet ve terör öneremez

Kılıç, ''Bizim bu partiye ilişkin gündemi tespit ederken, dışarıda sürmekte olman bir demokratikleşme süreciyle ilgili herhangi bir öngörümüz, herhangi bir değerlendirmemiz ya da buna bağlı olarak herhangi bir tasarrufumuz asla olmamıştır'' diye konuştu. Bir siyasi partinin terör, şiddet ile baskı içiren eylem ve söylemleri kullanma hakkına sahip olmadığını belirten Kılıç, 'Bir partinin savunduğu ya da önerdiği, inandığı projesi, toplumsal projesi ne kadar kutsal olursa olsun, yöntem olarak eğer terör ve şiddetle ilişki kurmuşsa, bu amacının bence hiçbir anlamı yoktur" diye konuştu. Anayasa Mahkemesi'nin verdiği kararlarda da AİHM kriterlerini ciddi anlamda kullandığını belirten Kılıç, buna örnek olarak da HAK-PAR kararında verilen kararı gösterdi. HAK-PAR'ın kapatılma istemi terör ve şiddete bulaşmadığı gerekçesiyle 5'e karşı 6 ayla reddedilmişti.

Siyasilere sesimizi duyuramadık

Siyasilere de çağrıda bulunan Kılıç, ''Öfke ve siyasi gelecek endişelerinden arınarak, kaybolan diyaloglar kurulmalıdır, demokratik hukuk devletinin gerekli kıldığı yasal değişiklikler bir an önce hayata geçirilmelidir'' dedi. Kılıç sözlerini şöyle sürdürdü: "Kimse mahkemelerden siyasi bir görev şeklinde bir yardım beklememelidir. Siyasi partiler, ilgili ve ihtiyaç duyulan anayasal ya da yasal değişiklikleri yapması için her fırsatta burada çağrıda bulunduk. Ancak bu çağrıları biz siyasilerimize duyuramadık, duyurmayı başaramadık. Hemen belirtelim ki bu çağrının içinde siyasi partilerle ilgili gerek anayasal gerekse yasal düzenlemelerde terör ve şiddete ilişkin herhangi bir izin veren düzenleme asla yapılamaz, bu konuda da herhangi bir çağrımız yok. Çünkü dünyanın hiçbir yerinde terör ve şiddete bulaşmış bir siyasi partiye ne ifade ne de örgütlenme özgürlüğünde bir hak verilebilmektedir. O nedenle değişiklikler konusunda yaptığımız çağrı bunun dışındadır.''

Batasuna kararı dikkate alındı

DTP'nin parti tüzel kişiliğinin gerekçeli kararın resmi gazetede yayımlandığı gün sona ereceğini belirten Haşim Kılıç, Türk ve Tuğluk'un milletvekilliğinin de kararın TBMM'ye ve ilgili partiye tebliğ edilmesiyle düşeceğini ifade etti. Kılıç, DTP'nin kapatılması kararı verilirken Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin ihlal kararlarıyla birlikte İspanya'daki Batasuna Partisi hakkında verilen kapatma kararının da göz önünde tutulduğunu kaydetti. Anayasa Mahkemesi heyetinin davayla ilgili 8 Aralık Salı günü başlayan müzakereleri, yaklaşık 40 saat sürdü.

AiHM ONAYLAMIŞTI

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, İspanya'da Bask Bölgesi'nin bağımsızlığı için silahlı mücadele veren ETA Örgütü'nün siyasi kanadı Batasuna ve Herri Batasuna partilerinin kapatılmasında hukuka aykırılık bulmamış, örgütlenme hakkının kısıtlanmadığına oybirliğiyle karar vermişti.

HABER : Bilal ÇETİN / ANKARA
http://www.bugun.com.tr/haber-detay/86489-dtp-kendini-kapattirdi-haberi.aspx
#1552
Ülke zararına verdiği siyasi/ideolojik kararlarla yakın tarihe damgasını vuran Anayasa Mahkemesi, sıra ülke yararına siyasi bir karar verme işine gelince hukuka dört elle sarıldı: DTP kapatılarak nispeten yumuşak siyaset izleyen isimlere siyasi yasak getirildi, yeni kurulacak parti şahinlere bırakıldı. PKK başta olmak üzere partinin şahin kanadını sevindiren bu kararla ilgili Salih Memecan'ın güzel bir karikatürünü paylaşmak istiyorum:

#1553
Başbakan Erdoğan'ın ABD ve Meksika gezisi, Reşadiye baskınından Washington'daki lobi kuşatmasına kadar yaşanan olaylar zincirine daha küresel bir perspektiften bakma ihtiyacını ortaya koydu.

Mevlana'nın özdeyişinden hareketle diplomaside "pergel" paradigmasına sarılan Türkiye, bölgesel güç olmanın yanı sıra küresel aktör olarak etkinliğini artırıp uluslararası ilişkilerdeki yerleşik değerleri sarsmaya başlayınca, iç düşmanlarına dışarıda da yenilerini ekledi.

Ortak paydada buluştular

Siyasi iktidarı etkisizleştirme veya devirmeye yönelik girişimlerin bundan sonra daha da yoğunlaşacağını söylemek, kehanet değildir. Reşadiye gibi provokasyonlara ucu açık bir yolda yürüdüğümüzü herkes bilmelidir.

Ergenekon'un hem içeride hem ABD, İngiltere, Almanya ve İsrail başta olmak üzere dışarıda faal olduğunu söyleyebiliriz. İstanbul'da yaşayan İngiliz gazetecinin siparişle Ergenekon davası üzerine fantastik bir rapor hazırlaması, "uzman" olarak pazarlanıp ABD ve Avrupa ülkelerinde görücüye çıkarılması, tesadüfi değildir.

İngiliz gazetecinin Doğan Grubu'na ait gazetelerde boy boy röportajlarının yayınlanması ve kimi yazarların methiyeler dizmesi ise bu bağlamda değerlendirilmelidir.

Vergi cezası nedeniyle hükümete karşı harekete geçen Doğan Grubu, hükümeti baskı altına alacak her türlü girişime destek veren bir görüntü sergiliyor. İç muhalefete ek olarak ABD Kongresi, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Yayıncılar Birliği'nin hükümetin üzerine salınması girişimleri, yabana atılmamalıdır.

Türkiye'nin birçok konuda olduğu gibi son dönemde özellikle İran ve Afganistan politikasına tepkili olan ABD Neo-Conları ile İsrail ve Amerika'daki lobi uzantıları, Türkiye'yi kuşatmaya çalışıyor.

Rus derin devleti, Türkiye'nin yeni rolünden çok rahatsız. Ayrıca, bazı Ergenekon sanıklarıyla gönül bağının varlığı ve Avrasya politikasının zayıflamasına tepkili olduğu biliniyor.

İran, Türkiye'nin uluslararası arenada verdiği destekten hoşnut kalsa da artan ağırlığını kabullenmek istemiyor. Türkiye'nin bunca desteğine rağmen arabuluculuk girişimlerinin İstanbul'da yürütülmesi projesine karşı çıkıp toplantıyı Cenevre'ye taşıması, dikkat çekicidir.

Sadece İran mı? Hindistan ve Çin başta olmak üzere dünyanın bir yerinde Türkiye, çok yakından takip ediliyor. Meksiko City'deki akademi toplantısında Erdoğan'ı izlemeye gelenler arasında çok sayıda büyükelçi vardı. Türkiye'nin ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyorlardı.

Bölge sınırlarını aşıp önce Afrika, ardından Latin Amerika açılımı yapan Türkiye'nin Brezilya, Arjantin ve Meksika'da etkinliğini arttırması, Kolombiya, Paraguay ve Urugay'da elçilik açma girişimi, bu ilişkiler ağına zamanla diğer Latin ülkeleri katma düşüncesi, dünyada şaşkınlık yaratıyor.

BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine büyük sürpriz yaparak 153 oyla seçilen Türkiye'nin pergel politikası, yani bir ayağı sabit diğer ayağı dünyanın her yerini çerçeveleyen diplomasisi, "Türkiye ne yapmaya çalışıyor?" sorusunu gündeme getiriyor.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile konuştum. "Eğer böyle

davranmazsanız yeni dünyada yeriniz olmaz" dedi.
Global Ergenekon işbaşında

Hal böyle olunca elbette sizi kendi halinize bırakmazlar. Şu anda Türkiye, Global Ergenekon'la karşı karşıyadır.

Başbakanın Washington'a indiği sabah Reşadiye'de askerlerimize pusu kurulması, basit bir eylem değildir. Doğrudur, yine demokratik projelerin tartışıldığı dönemde, Bingöl'de 1993 yılında yeni terhis olmuş 33 gencin katledilmesi gibi gizemli bir eylemdir.

Reşadiye baskını, Global Ergenekon'un taşeron (şimdilik PKK) aracılığıyla gerçekleştirdiği bir eylem gibi gözüküyor. PKK'nın bu saldırıyı üstlenmesi Global Ergenekon gerçeğini değiştirmez. Burada önemli olan, tetikçilerin arkasındaki iradedir.

Çünkü, ABD Başkanı Obama ile 5 Kasım mutabakatının güncellenmesi amacıyla yola çıkıldığı gün, demokratik açılımın tartışıldığı bir süreçte, böyle bir eylemin, daha derin bir yüzü vardır.

Sakın ola, sahnede görünen oyuncuların replikleri sizleri şaşırtmasın. Asıl dikkat kesilmeniz gereken, senaryo ve yazarıdır.

Mesela; demokratik açılımın tartışıldığı ilk günlerde "Şahsım önemli değil, yeter ki demokrasiyi başaralım" diyen Abdullah Öcalan'ın son dönemde süreci kendi ekseninde projelendirmek istemesi, sadece kişisel beklentilerle açıklanabilir mi?

Yakalandığı günden bu yana yaklaşık 11 yıldır kaldığı İmralı'da devletimizin derin yüzüyle tanışan ve teması eksik olmayan Öcalan'ın açılıma ilişkin konsept değişikliğinin bir sırrı olması gerekir.

Yeni oyunun parçası mı, düşünmeliyiz. AK Parti iktidarının açılım sürecinde geri dönüşü olmayan bir yola girdiğini ve oy kaybetmeye başladığını düşünenler, Öcalan üzerinden hamle mi yapıyor, bakmalıyız.

Oyunun bir başka parçası, farklı saiklerle de olsa iktidara karşı kutsal ittifak kuranların askeri kendi saflarına çekme senaryosudur. Bu senaryoya ordu içinden ciddi katkı sağlayanların varlığını, son tartışmalarda yakın izledik.

Bilek güreşi

Gelinen noktada durumu şöyle özetlemek mümkün: Hükümetle bilek güreşine tutuşan ve demokratik açılımı yumuşak karnı gibi gören Global Ergenekon, içerideki dostlarıyla birlikte bu süreci silaha dönüştürmek istiyor.

7 yıldır süreci iyi yöneten, ancak son günlerde yalpalamaya başlayan AK Parti iktidarı, kendini toparlarsa, derin oyuna asla yenik düşmez. İnadına demokratik açılıma sahiplenirse bu silahı tersine çevirebilir.

Erdoğan'ın Washington'daki kirli ilişkiler ve kirli oyunlara dikkat çekerek yaptığı şu açıklama umut vericidir: "Altını çizerek söylüyorum, çetelerle, mafyayla, hukuk dışı örgütlenmelerle mücadeleyi erteleseydik ya da hiç yapmasaydık ne iç ne dış politikalarda ne demokratikleşmede bugün ulaştığımız seviyeye asla ulaşamazdık."

Ben de altını çizerek söylüyorum, yerden göğe haklıdır. Ancak TCK'da değişiklik yaparak basına yönelik ceza artırımı, bu düşüncenin ürünü olamaz.

Aksi halde, bugün altını çizerken yarın üstünü çizeriz, olan Türkiye'ye olur.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/samil-tayyar/resadiye-de-pusuyu-gercekte-kim-kurdu-230930.htm
#1554
"Yıldızlara son kez bakıp annemi, babamı, köyümü düşündüm" diye anlatıyor Osman...

Ertesi sabahı göremeyeceğini düşünen 20 yaşında bir genç nasıl bakarsa öyle bakmış yıldızlara... Sonra, son suyunu içtiğini düşünerek bir ırmağın suyunu yudumlamış. Dağ yoluna çıkınca yolun kenarına dizip onları, kol kola girin demişler. Osman vaktin geldiğini anlamış. Kalaşnikof cayırtısıyla birlikte kelimeyi şahadet getirerek yere atmış kendini. O, kafası ellerinin arasında öylece yatarken arkadaşlarının paramparça olmuş bedenleri yığılıyormuş üstüne.

Kalaşnikofların cayırtısı bitip sesler uzaklaştığında kopuk bacakların, ellerin, dağılmış beyinlerin arasında bulmuş kendini. Ancak kendini çimdikleyince yaşadığını anlamış. Can çekişenler anne anne, diye bağırıyormuş, aman yarabbim, o kuzucukların anneleri onları kurtaramamış; işitememişler, yetişememişler, çok uzaklardaymışlar...

X x x

Erkan Umay, sıra başındaymış. Arkadaşı Mehmet Tura 6'ncıymış. Yan yana olalım diye gitmiş, 7'nci olmuş Erkan. Teröristler 'Baştan 6 kişi gelsin' deyince ölüm kurası Mehmet'e çıkmış. Erkan, yıllardır Mehmet'in o son bakışını unutamıyor. Sırada yer değiştirmese, kendisinin öleceğini, Mehmet'in yaşayacağını; şimdiye çoktan Ticaret Lisesi'ndeki o kızla evlenmiş ve çoluk çocuğa karışmış olacağını düşünmeden bir günü geçmiyor.

X x x

O gece sabaha karşı o dağ başında tam 33 delikanlı öldü.

1993 yılındaki PKK katliamından kurtulan üç askerin anlattıklarını okurken, şöyle düşündüm kendi kendime: Keşke bunca senedir, sorunun adını ne koyacağımızı tartıştığımızın yarısı kadar, dörtte biri kadar, o sorunu etinde kanında yaşayan insanların hikayelerini dinleyebilseydik; ama sadece bir tarafınkini değil, herkesinkini en sansürsüz, en yalın, en dobra haliyle duyabilseydik, başka bir noktada olabilirdik şimdi.

"Şu ilin kırsalında güvenlik kuvvetleriyle teröristler arasında çıkan çatışmada şu kadar terörist ölü ele geçirildi" haberlerinin televizyondan duyulmasıyla, ölülerin adlarının Güneydoğu'nun köylerine ulaşması arasında geçen zaman dilimini, dağda oğlu-kızı olan anaların babaların nasıl yaşadıklarını anlatan bir film yapsaydı sinemacılarımız mesela... Annelerin Kürt anneler ve Türk anneler diye ikiye ayrılmadığını çoktan anlamış olurduk. Osman'ın dağdaki son dakikaları ağıt olup, şiir olup, Kürt köylerine ulaşsaydı, Mehmet'in o son bakışı, ticaret liseli yavuklusuna hasret gidişi üstüne türküler yakılsaydı, eminim Kürt-Türk bütün genç kızların gözleri yaşarırdı.

Bir oğlu dağda, bir oğlu askerde olan annenin kızını da elinden tutup okutması için devlete teslim edişini, bu müthiş çelişkiyi, bu müthiş parçalanmayı birileri öykü, roman, daha da iyisi, belgesel yapsaydı; belgesel yapsaydı ki, herkes gerçeğin gerçekte bu kadar karmaşık olduğunu, çözümlerin de sorunun kendisi kadar karmaşık olacağını anlasaydı, kolay çözümler peşinde koşmasaydı...

Galiba biz bunların hiçbirini yapmadık. Herkes kendi bağrına kendi taşını bastı ve yalnızca etrafındakilerin duyabileceği bir sesle kendi hikâyesini anlattı. Sonuçta on beş yıllık bir zaman diliminin iki ayrı hikâyesi çıktı ortaya. Belki de daha on yıllarca birbirinin karşısına çıkarılacak, birbiriyle kapıştırılacak iki tarih versiyonu...

X x x

Sorun dediğimiz şey bizim duymayı reddettiğimiz bütün bu insan hikâyelerinin toplamından ya da çarpımından başka bir şey değil aslında. Ama herkesin yalnızca kendi hikâyesini anlatmaya çalıştığı, öbürünün hikâyesine sağırlaştığı bir ortamda sorun çözmek kolay olmuyor. Çözüme, acıların paylaşılabileceği bir iklimin yaratılmasından başlamak gerekiyor belki de..."

X x x

Yukarıdaki yazıyı 2005 yılında 93 katliamından sağ kurtulan üç askerin anlattıklarını ilk okuduğumda yazmışım.

Acaba Tokat Reşadiye'de çapraz ateşe tutulan o 7 genç son anlarında ne yapıyorlardı? Tatlı bir sohbet mi tutturmuşlardı? Şakalaşıyorlar mıydı aralarında? Yoksa her biri kendi içine çekilmiş kendi köyünün, kendi yavuklusunun hayaline dalmış gitmişken mi yakaladı ölüm onları?

1993'ten bu yana yaşadığımız en büyük değişiklik artık "öbürlerinin hikâyesine" beş yıl önceki kadar sağır olmayışımız... Acılarımızı paylaşabileceğimiz bir iklimin yaratılmasında çok yol aldık aradan geçen yıllarda. Artık, Ahmet Türk'ün Diyarbakır Cezaevi anılarını dinlerken hep birlikte ağlayabiliyoruz. Ceylan için de, Aydın için de Serap için de, birlikte yas tutabiliyoruz.

Tabii bir de provokasyonlara karşı kazandığımız zengin tecrübe var.

Bugün PKK'nın açılımı sabote etmek için giriştiği katliamın haberini duyar duymaz yüreklerimizi paralayan acıyla aynı anda aklımıza düşen şey 93'teki büyük provokasyon olduysa eğer... Türk çocuğu Cengiz Sarıbaş'ın amcası Salim Sarıbaş'la Kürt çocuğu Yakup Mutlu'nun babası Kazım Mutlu cenazelerinin başında ayrı dillerden aynı talebi dillendiriyor, "bu savaşı bitirin" diye haykırıyorsa... Provokatörler avucunu yalamış demektir...

Savaş lobisi boşuna çırpınıyor. Bu açılım devam edecek. Çünkü kalplerimiz açıldı bir kere...

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/86372-kalplerimiz-acildi-bir-kere-gulay-gokturk-makalesi.aspx
#1555
Her şey savruluyor. Toplum savruluyor. Doğrular-yanlışlar birbirine karışmış durumda. Şu anda, herkes için, her şeyi bir yana bırakıp, bir dakika düşünmenin zamanıdır.
CHP ve MHP için bu memlekette neredeyse Kürtler yok ve o toplum kesiminin yaşadığı bir sorun yok.
DTP'ye göre de bu memlekette bir terör hadisesi yok.
Hükümet ise, "Hem 'Kürtler' diye bir vakıa var, hem onların yakındığı sorunlar var, hem de terör diye bir vakıa var" diyor.
Doğru olan hangisi?
Bence sonuncusu.
Ama orada da bir sorun var:
-İktidar, terörle mücadele ve Kürtler'le ilgili sorunun çözümünde dengeyi korumak gibi bir problem yaşıyor.
Ya da şöyle:
Bazı odaklar, iktidarla hesaplaşma adına Kürt'ün varlığını Türk'ün varlığına karşı tehdit unsuru gibi göstermek amacıyla, etnik duyarlılığı kışkırtarak, bazı odaklar ise Kürt'ün sorunlarının çözümünün önüne, teröristleri kahraman haline getirme ve kurtarmayı geçirmek amacıyla terör eylemlerini meşru gibi göstererek her şeyi yolundan saptırmaya çalışıyorlar.
İktidar, böyle bir salınım içinde yerini belirlerken, zorlanıyor, ana koordinatları kaybediyor.
İktidar adına çok kişi konuşuyor:
-Başbakan konuşuyor, Başbakan yardımcıları, İçişleri Bakanı, Adalet Bakanı, grup başkan vekilleri, genel başkan yardımcıları, milletvekilleri, herkes ve...
En önemlisi, hükümetin "açılım" sürecinde rol verilen medya mensupları konuşuyor.
Öyle bir durum söz konusu ki, şu anda kimi medya mensuplarının değerlendirmeleri varıp, iktidarın "açılım" politikasına monte oluyor.
Şimdi alın, Tokat-Reşadiye pususunu ve 7 şehit olayını...
Burada "Bu işi kim yaptı" sorusu her şeyin önüne geçmiş durumda.
Yer, zaman ve vahşetin bizzat kendisi, her şeyiyle provokasyon kokuyor.
Ama kim yaptı bunu?
Hemen, provokasyon tahminlerinin fonuna 1993-Bingöl ve 33 askerin şehit olduğu olay seriliyor ve parmaklar askeri cenaha yöneliyor.
Hükümet adına yapılan değerlendirmeler de, "Bu işte bir iş var" dozunda kalıp, böyle bir parmak işareti ihtiva etmese bile, gidip 1993-33 asker olayı ile birleşiyor. Ardından;
-Birileri "Açılım"ı sabote etmek için bunu yaptı! söylemi.
Sonra? Çözülmüş mü oluyor bu mesele böylece?
Hükümet nerede duruyor bu işte, net değil.
-Bir provokasyon varsa bul çıkar ortaya. Katilleri teşhir et.
Değilse, bu işin, "terör gerçeği"ni gözden ırak tutmak için kullanılmasına fırsat verme.
İşte PKK'nın bir kolu üstlendi vahşeti. Fırat Haber Ajansı'nın internet sitesindeki habere göre, PKK'nın fedaileri olarak gösterilen Halk Savunma Güçleri (HPG), eylemi üstlendi.
Açıklamada, Anakarargah Komutanlığı tarafından herhangi bir talimat verilmemesine rağmen, Dersim eyaletine bağlı bir birimin kendi inisiyatifiyle saldırıyı gerçekleştirdiği belirtildi. N'olacak şimdi?
Ayrıca sokaklarda estirilen terör ne? Serap ne? Emine Ayna'nın sırıtışı ne? İstiklal Marşı arayışı ne? Öcalan kutsamaları ne?
Bunlar, Başbakan'ın Amerika'ya gidişine, açılım sürecine, DTP'nin kapatılma davasının zamanına denk düşmüyor mu?
Yani Türkiye nüfusunun, DTP dışındaki tüm insanlarının, PKK terörünü, Öcalan'ın rolünü, görmezden geleceği gibi bir "aptal yerine koyma" oyununu mu seyrediyoruz? Oturacağız ve Öcalan'ı DTP camiası gibi "önder" sayacağız! Dağdakileri, tıpkı Karayılan gibi "çiçek toplamaya çıkmamış çocuklar" olarak görüp, onların çiçek toplamak yerine yaptıkları işi, kutsal bir iş kabul edip saygı duyacağız!
Bunu Kürtler'in büyük kısmı bile böyle görmüyorken, Türkiye'nin tamamı böyle görecek!
Bunlar, kendi aptallıklarını, tüm topluma yansıtmaya çalışan kesimlerin hezeyanları...
Doğru olan şey şu:
Türkiye 25 yıldır bir terör vakıası yaşadı, kendini savundu. PKK, Kürtler'in haklarını savunuyor gibi gösterilen ancak dış güçler tarafından Türkiye'ye karşı kullanılan bir cinayet örgütüdür ve bugün de bu cinayet örgütü, tasfiye edilmek zorunda olan bir varlığa sahiptir.
-Bizi tasfiye edeceksiniz!
-Evet, siz tasfiye olmak zorundasınız.
Ama Türkiye bunu savaşsız yapmak istiyor. Daha çok insan ölmeden yapmak istiyor. Çünkü Türkiye, dağa çıkanlara da kendi çocukları olarak ama yanlış yapan çocukları olarak bakıyor.
Açılım denen şeyin bir ayağı ile bu hassasiyeti sergileyebilmesi gerekiyor.
Ama öteki ayağında da, Kürtler'in yaşadığı sıkıntıların giderilmesi zarureti var. Bu ülkede, sancılı birçok toplum kesimi var, bunlardan birisi de Kürtler'dir. O sancıların tedavi edilmesi lazım. Bunu hangi iktidar olsa yapması lazım. AK Parti "Bunu yapalım, ülke rahatlasın" diye yola çıktı. Ama geldik dayandık bir savrulma noktasına...
Başta söylediğim açmaz.
Meclis'in CHP-MHP kanadı, sancı çözmek gibi bir noktaya, DTP kanadı da, terörle arasına mesafe koyma ve olmayacakları talep etmeme noktasına gelmeli.
Yoksa "açılım" kapanır ve herkes kaybeder. Türkler, Kürtler, AK Parti, CHP, MHP, DTP ve Türkiye...
Bu vebali kimse üstlenmemeli.

Ahmet TAŞGETİREN / Bugün
atasgetiren@bugun.com.tr
http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/86373-bir-dakika-dur-ve-dusun-ahmet-tasgetiren-makalesi.aspx
#1556
Terör örgütü PKK, Tokat'ın Reşadiye ilçesinde 7 askerin şehit edildiği hain pusuyu üstlendi. Örgüt, eylemi 'Dersim eyaletine bağlı bir birimin kendi inisiyatifi ile' yaptığını iddia etti.

Fıratnews'te yayımlanan açıklamada, eylemin PKK yönetimi tarafından verilen bir talimat doğrultusunda yapılmadığı, ancak 'Öcalan' söz konusu olduğunda her birimin kendi inisiyatifi ile eylem yapma hakkına sahip olduğu öne sürüldü. Bunun bir misilleme eylemi olduğunu savunan açıklamada şöyle denildi: "Son dönemde Gabar ve Cudi alanlarında gerillalarımıza yönelik operasyonların yapılması, Amed'de Aydın Erdem isimli genç yurtseverimizin katledilerek şahadete ulaşması ve önderliğimiz üzerinde uygulanan ölüm çukuru politikalarına misilleme olarak Anakarargah Komutanlığımız tarafından herhangi bir talimat verilmemesine rağmen, Dersim eyaletimize bağlı bir birimimiz kendi inisiyatifiyle 7 Aralık günü Tokat iline bağlı Reşadiye'nin Sazak alanında TC ordusuna bağlı askerî bir birliğe yönelik olarak 1'i uzman çavuş 6'sı er olmak üzere 7 askerin öldürüldüğü ve 3 askerin yaralandığı bir misilleme eylemi gerçekleştirmiştir. Şu iyi bilinmelidir ki HPG gerillaları, önderliğimiz ve şahadetler konusunda çok hassastır. Söz konusu olan şahadetler ve önderimizse her birimimiz kendi inisiyatifini kullanma hakkına sahiptir." DİYARBAKIR CİHAN ZAMAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=925945&title=pkk-hain-pusuyu-3-gun-sonra-ustlendi
#1557
Vatan gazetesinin iddiasına göre dünyayı ayağa kaldıran domuz gribi salgınıyla ilgili korkunç bir şüphe ortaya atıldı. H1N1 virüsünün aslında abartıldığı kadar ölümcül, salgının da şiddetli olmadığı; grip konusunda dünyanın bir numaralı otoritesi olan bir profesör ile 3 arkadaşının, danışmanlık yaptıkları ilaç şirketlerine para kazandırmak için panik yarattığı iddia edildi!

Rotterdam Üniversitesi'nde görev yapan Profesör Albert Osterhaus, dünyada grip konu olduğunda akla gelen tek isim. Hatta bu nedenle kendisine bilim dünyasında takılan ad: Doktor Grip. SARS ve kuş gribi paniklerinde hep Dünya Sağlık Örgütü'nün krizi önlemek için başvurduğu ilk isim o oldu. Şimdi Hollandalı "Doktor Grip" ile ilgili bir iddia tüm dünyayı kasıp kavuruyor.

İddiayı Hollanda basını yazdı

İlk kez saygın bilim dergisi Science'da kısa bir makale ile dile getirilen, ardından Hollanda'da yayınlanan De Telegraaf gazetesi tarafından yayınlanan iddia, grip salgınının Doktor Grip'in servetinde dramatik bir artışa sebep olduğu yönünde. Profesör Osterhaus Avrupa İnfluenza Bilimsel Araştırma Grubu'nun Başkanı. Aynı zamanda Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) danışma kurulu olan SAGE'nin de üyesi. Hatta WHO, domuz gribiyle ilgili olarak "küresel pandemi" kararı aldığında Osterhaus SAGE'ye başkanlık ediyordu. Ancak bunun yanında Osterhaus'un bir de aşı geliştirip üreten bir şirketi var. Profesör aynı zamanda da Roche, Novartis, Baxter, Mediimmune, Glaxo, Sanofi Pasteur gibi ilaç şirketlerine de maaşlı danışmanlık yapıyor. Yani küresel bir domuz gribi salgının fayda sağladığı tek bir isim varsa o da Osterhaus. Hem şirketinin değeri bu süreçte oldukça artmış durumda hem de danışmanlık ücreti.

DSÖ'yü de yönlendirdi

Ama daha vahim olan ise Danimarka'nın Information ve İsveç'in SVG gazetelerinde çıkan iddialar. Bu da SAGE'deki 8 kişilik heyette yer alan Osterhaus ve 3 arkadaşının "danışmanlık yaptıkları ilaç şirketlerinin baskısıyla DSÖ'yü yönlendirerek aslında var olmayan bir paniği tüm dünyaya yutturduğu" iddiası. SAGE'de yer alan Osterhaus'un yakın arkadaşı Profesör Frederick Hayden, Roche ve Glaxo'nun maaşlı danışmanı. Profesör Arnold Monto, "40 yıldır küresel salgını bekleyen adam" olarak biliniyor ve burundan verilen domuz gribi ilacını üreten Medimmune, Glaxo ve Viro Pharma şirketlerine danışmanlık yapıyor. Yine aynı heyette yer alan David Salisbury, İngiltere'deki imunizasyon programının başkanı ve ilaç şirketleriyle danışmanlık ilişkisi içinde... Yani 8 kişilik heyetin en etkili 4 ismi ilaç şirketleriyle organik bağ içinde. Domuz gribini JP Morgan'ın tahminlerine göre ilaç şirketlerine 7.5-10 milyar euro para kazandıracak bir hastalık konumuna yükselten süreçte de bu bilim adamlarının yönlendirmesinin hayati önem taşıdığı biliniyor. Bu uzmanların desteğiyle hazırlanan raporlarda WHO domuz gribine karşı aşılamayı 24 kez, ilaçlı tedaviyi de 18 kez önerirken, sık el yıkamanın önemine ise sadece 2 kez değinildi.

'Salgın' tanımını değiştirdi

Bu konudaki en önemli kanıtlardan biri Der Spiegel dergisine konuşan ve grip konusundaki araştırmaları değerlendiren Cochrane Teşkilatı'nın başkanı Epidemolog Tom Jefferson'un altını çizdiği gerçek. Buna göre DSÖ, Nisan 2009'da yine bu bilim adamlarının tavsiyesiyle tüm dünyada hükümetlerin referans aldığı "pandemi" (salgın) tanımını değiştirdi. Eski tanımda WHO'nun bir hastalığı pandemi olarak ilan edebilmesi için yeni bir virüsün ortaya çıkması, hızla yayılması, insanların bu hastalığa bağışıklığının bulunmaması, yüksek ölüm oranına sahip olması ve bulaşma oranının yüksek olması gerekiyordu. Ancak Nisan ayında alınan kararla WHO, bu son iki şarttan vazgeçti ve ölüm oranı yüksek olmayan domuz gribi hastalığı bir anda pandemi tanımının içinde kendine yer bulmuş oldu. Ardından 11 Haziran'da WHO "küresel salgın" kararı aldı. Tüm dünyada hükümetler milyonlarca doz aşı siparişi verdi, ilaçlar stok edilmeye başlandı. Yani ilaç sektörüne milyarlarca dolarlık bir gelirin kapısı aralandı. İddiaya göre WHO'nun bu kritik kararları aldığı toplantılara profesörlerin taşvikiyle Glaxo, Novartis ve Baxter'in temsilcileri de gözlemci sıfatıyla ilk kez katıldı.

Hakkında soruşturma başlatıldı

Tüm bu iddiaların gazetelerde yer bulmasının ardından Hollanda parlamentosu Doktor Grip hakkında soruşturma başlatılmasına karar verdi. Düzenlenen özel oturumda Osterhaus'un bağlantıları didik didik edildi. Ancak meclis ülkedeki bir numaralı sağlık otoritesi olarak gördükleri profesör ile bağları koparmamayı kararlaştırdı. Şimdi ise Rus meclisinde (Duma) bir hazırlık yapılıyor. Duma'nın Sağlık Komisyonu Cenevre'deki WHO temsilcilerine iddiaların detaylı bir şekilde incelenmesi talimatı verdi.

Profesör David Salisbury

- SAGE'nin üyesi
- İngiltere'deki imunizasyon programının başkanı İlaç şirketlerine danışmanlık yapıyor.

Prof. Albert Osterhaus

- Avrupa İnfluenza Bilimsel Araştırma Grubu'nun Başkanı.
- Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) danışma kurulu olan SAGE'nin üyesi. Hatta WHO, domuz gribiyle ilgili olarak "küresel salgın" kararı aldığında SAGE'ye başkanlık ediyordu.
- Aşı geliştirip üreten Viros Cope adlı bir şirketi var.
- Aynı zamanda Roche, Novartis, Baxter, Medimmune, Glaxo, Sanofi Pasteur gibi ilaç şirketlerine maaşlı danışmanlık yapıyor.

Profesör Arnold Monto

- SAGE'nin üyesi
- Burundan verilen domuz gribi ilacını üreten Medimmune, Glaxo ve Viro Pharma şirketlerine danışmanlık yapıyor

Profesör Frederick Hayden

- SAGE'nin üyesi
- Bir numaralı aşı üreticileri Roche ve Glaxo'nun maaşlı danışmanı.

DOKTOR GRİP'İN İŞİ Mİ?

Rotterdam Üniversitesi Profesör Albert Osterhaus, dünyada grip konu olduğunda akla gelen tek isim. Hatta bu nedenle kendisine bilim dünyasında takılan ad: Doktor Grip. SARS ve kuş gribi paniklerinde hep Dünya Sağlık Örgütü'nün krizi önlemek için başvurduğu ilk isim o oldu.

Harvard Üniversitesi: Salgın çok şiddetli değil

ABD'li ve İngiliz bilim adamları domuz gribi salgının dünyayı tahmin edildiği kadar şiddetli vurmadığını öne sürdü. Amerika'daki Harvard Üniversitesi ve İngiliz Tıbbi Araştırma Konseyi tarafından yürütülen araştırmalarda ABD'deki domuz gribinden ölüm oranları ve önceki grip sezonlarındaki ölüm oranları incelendi. Buna göre domuz gribinden ölüm oranı her yıl grip yüzünden ortalama 36 bin kişinin yaşamını yitirdiği ülkede, ortalamanın biraz altında kalabilir ya da en kötü ihtimalle bunun çok az üzerine çıkabilir. Ağustos ayında ABD Başkanı'nı bilgilendiren Bilim ve Teknoloji Danışmanları Konseyi tarafından hazırlanan bir raporda domuz gribinden ölü sayısının 30 bin ile 90 bin arasında olacağı hesaplanmıştı. Harvard Üniversitesi profesörü Marc Lipsitch, hatalı olduğunu öne sürdüğü bu tahminin sınırlı verilerle yapıldığını söylüyor.

WHO açıklama yaptı: İddialar kesinlikle asılsız

İDDİALAR üzerine WHO sözcüsü Gregory Hartl, bir açıklama yaptı. WHO toplantılarına ilaç sektöründen temsilcilerin bulunmasının doğal olduğunu söyleyen sözcü, toplantıda bulunan temsilcilerin hiç söz hakkı olmadığını ve toplantının gidişatını etkilemediğini sözlerine ekledi ve "Aşı yapıyoruz ve bu yüzden aşının içinde olanları bilmemiz gerek" dedi. WHO'da çalışan herkesin geçmişlerinin çok sıkı bir biçimde incelendiğini açıklayan Hartl, adı skandala karışan Frederick Hayden'in Dünya'daki en iyi virolog olduğunu ve grip hakkında birşey sorulması halinde cevap verecek ilk kişinin Hayden olması gerektiğini belirtti. WHO'nun çalışanlarının finansal geçmişlerini kamuoyuyla paylaşmalarının şimdilik mümkün olmadığını söyleyen Hartl WHO'nun özgür bir kurum olduğunu açıkladı.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=926008&title=domuz-gribinden-korkunc-suphe&haberSayfa=1
#1558
Telekulakta sınır yok

Taraf muhabirinin dinlenme biçimi, istihbaratçıların herkesi dinlemenin yolunu bulduğunu ortaya koydu. İstihbaratçılar mevzuattaki açık nedeniyle herkesi 'PKK'lı diyerek dinleyebilir.

DENİZ ZEYREK

ANKARA - Taraf Muhabiri Mehmet Baransu'nun telefonunun bir PKK'lının ismi kullanılarak dinlenilmesi, Telekulak mevzuatıyla ilgili korkunç gerçeği de ortaya çıkardı: Jandarma, MİT ve Emniyet istihbaratı dinlemek istediği bir telefon numarasını, gerçek bir zanlının ismini kullanarak dinleyebiliyor. Dinlemelere aracılık eden ve denetim işlevi gören Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB), üç kurumun 5397 sayılı yasa ile yaptığı 'istihbarat amaçlı' dinlemeler konusunda itiraz ya da denetim yetkisine sahip değil. Sorun ancak, dinleme kararını veren hakimin dinlemeyi isteyen kolluk kuvvetinden 'isim ile numaranın örtüştüğüne dair belge' istemesiyle aşılabilir. Ancak yasaya göre böyle bir zorunluluk yok.
Türkiye'de yasal olarak telefon dinleme iki türlü yapılıyor. CMK'nın 135. maddesi çerçevesinde yapılan adli dinlemelerde, savcı isteği ve mahkeme kararıyla TİB'in kontrolünde dinleme yapılabiliyor. 2005'te yürürlüğe giren ve Polis, Jandarma ve MİT görev yasalarına eklenen maddelerle, 'önleyici istihbarat amaçlı dinlemenin' önünü açan 5397 sayılı yasada ise, ilgili kurumların başında bulunanlarla İstihbarat Başkanlıklarının isteği ve mahkeme kararı ile TİB üzerinden dinleme yapılabiliyor.
CMK 135'e göre yapılan dinlemelerde yasa gereği numaraların yanı sıra numaraların ait olduğu kişinin kimliği ile ilgili verilerin de kararda olması gerekiyor. Bu tür dinlemeleri denetleyen TİB bu sayede, numara ile ismin eşleşip eşleşmediğini kontrol edebiliyor ve aykırılık tespit ederse itiraz edebiliyor. Polis ve Jandarma İstihbaratı ile MİT'in yaptığı istihbari dinlemelerde ise kolluk kuvvetinden gelen başvurular, hâkimin onayını almışsa, karar TİB'e ulaşıyor ve TİB ilgili kolluğa dinleme olanaklarını sağlıyor.
5397 sayılı yasa ile gelen mahkeme kararında 'kimlik verilerinin yeralması' zorunluluğu da yok. Bunun yerine zanlıya ait 'erişilebilen' herhangi bir veri (telefon numarası, IMEI numarası, sadece isim vb) dinleme kararı için yeterli olabiliyor. TİB'in bu yasa kapsamındaki kararlara itiraz etme, o kararı denetleme şansı da yok.
Mahkemeler de kolluk kuvvetinin verdiği telefon ve IMEI numaralarının ilgili kişiye ait olup olmadığını kontrol edecek teknik olanaklardan yoksun. Kolluk kuvvetinin asıl dinlemek istediği bir numarayı, hâkimi ikna edecek bir zanlının ismiyle vermesi önünde hiçbir yasal engel yok. Taraf'ın Ergenekon ile ilgili haberleriyle dikkat çeken muhabiri Mehmet Baransu, kullandığı bir telefon cihazının Van Jandarma Alay Komutanlığı tarafından "PKK'ya yönelik olarak yürütülen çalışmalar kapsamında" Serdar Kod adlı Şükrü Özkan'a aitmiş gibi dinlendiğini haber yaptı. Baransu, Jandarma İl Komutanı Albay Vecihi Halil İyigün'ün isteği, Jandarma İstihbarat Başkanlığı'nın onayı ve 3. Ağır Ceza Mahkemesi Nöbetçi Hakimliği'nin kararı ile dinlenmiş. Dinleme Baransu'ya ait cep telefonu numarası üzerinden değil, telefon cihazının kimliği sayılan IMEI numarası üzerinden yapılmış. IMEI numarası ile yapılan dinlemeler, zanlının dinlenme riskine karşı telefon cihazını başka sim kartlarıyla (telefon numaralarıyla )kullanmasına karşı da etkili oluyor.
TİB üzerinden 3 yılda 110 binden fazla telefon dinlemesi yapılmış. Ne kadarının istihbarat amaçlı olduğuna dair istatistik yok.
Mevcut mevzuatla tek çözüm; hâkimlerin kolluk kuvvetlerinden dinlenecek numaralar ile dinlenilmek istenen kişinin ismini eşleştiren belgeleri istemesi. Kolluk kuvvetleri mahkemeye başvurmadan önce iletişim hizmeti veren şirketlerden bu eşleştirme ile ilgili belgeleri kolayca alabiliyor. Yasadaki "karar veya yazılı emirler, telekomünikasyon hizmeti veren kurum ve kuruluşlarınca derhal yerine getirilir" ifadesi GSM ve iletişim şirketlerinin söz konusu bilgileri kolluk kuvvetlerine vermesini zorunlu kılıyor. Ancak, istihbarat kuruluşları, zorunluluk olmadığından zaman darlığını gerekçe gösterip, bu tür ayrıntıları başvuru dosyasına koymuyor.
Tıpkı bütün vatandaşlarda olduğu gibi Baransu'nun da TİB'den dinlendiğine dair bilgi alması imkansız. TİB, Sincan Ağır Ceza Mahkemesi'nin keşif kararına bile 'gizlilik ihlali' diye itiraz ettiğinden, vatandaşlardan gelecek 'dinleniyor muyum' sorularına muhatap olmuyor. Baransu'nun haberinde kullandığı belge de, TİB'deki dinleme belgesinden bir "kod" farklı. Alay Komutanlığı ve İstihbarat Başkanlığı gibi onay makamlarından geçen, her makamda bir kod numarası alan belgenin TİB'deki versiyonu üç kod içerirken, Taraf'ta yayınlanan belge iki kod içeriyor.

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=968472&Date=10.12.2009&CategoryID=77
#1559
Bu yazı, bazı DTP'lileri üzecek... Üzülsünler... Onlar da, "Biz Kürt halkının temsilcisiyiz. Varsa yoksa İmralı... İmralı'daki zat muhatap alınmadan hiçbir şey hallolmaz" dediklerinde üzüyorlar.

Konuya girmeden önce, dostça bazı şeyler söylemek istiyorum.

BİR- DTP, "Türkiye partisiyiz" savıyla ortaya çıkmıştı... DTP'den önceki partiler de bu iddiayı seslendiriyordu. Biz de, "Öyle diyorlarsa öyledir" deyip, fazla kurcalamıyorduk. Fakat, pratik teoriyi aştı, süreç içinde DTP etnik duyarlıkların kendisini ifade ettiği biricik siyaset kanalına dönüştü. Olmadı...

İKİ- Tamam, DTP'nin (genellikle Kürt oylarına dayandığı için) bir temsil özelliği ve değeri var. Fakat, Kürt oylarına dayanan yegane parti DTP değil... Bunu, bölgedeki oy dağılımına bakarak anlamak mümkün. Dolayısıyla "temsil" iddiası havada kalıyor.

ÜÇ- Meşru siyaset yapmaya çabalayan ve sadece halkın oylarına dayandığını öne süren DTP'nin, bir an önce "İmralı" fetişi ve "Önder" yüceltmesinden kurtulması gerekiyor... Tamam, "önderleri"ne gereken ihtiramı göstersinler. Ama, "Her işin başı İmralı... İmralı'daki güneşimiz" söyleminden de kurtulsunlar.

Bu yazı, "İmralı'daki güneş"in bazı tuhaf halleriyle ilgili...

Daha önce de yazmıştım, tekrar olacak...

Olsun...

Seveni, tapanı, hâşa "Rab" mesabesinde benimseyeni çok olabilir ama, bu "güneş" bana hiç güven vermiyor. Tuhaf bir adamla karşı karşıyayız.

Bir zamanlar, henüz "Stalinist" örgütlenmesinin başındayken, Türkiye'den giden gazetecilere, "TSK'nın öncü ve modernleştirici rolünden" sözediyordu. Hatta, daha da ileri gidip, bölgedeki "feodal gericiliğe" karşı, öncü modernleştirmecilerin işbirliği yapmaları gerektiğini öğütlüyordu.

Bir ara kendisini Atatürk'e benzetmişti.

Doğu Perinçek'in "2000'e Doğru" dergisi de, olumlu tarafından bakarak, bunu kapak yapmıştı.

İkinci karede, uçakta gözleri bağlı olarak "vatan"a getirilen Abdullah Öcalan görüntüsü var.

Hani, Levent Göktaş olduğu sanılan görevli, "Vatana hoş geldin Öcalan" demişti ya... Türk matbuatı henüz "bebek katili yakalandı" psikozundan çıkamamış, bir taraftan da PKK sempatizanları Öcalan'ın yakalanışını protesto etmek için kendilerini yakıp duruyor... Tam o günlerde ilginç bir laf etti önderlik, "işbirliğine hazırım" dedi.

Benzeri şeyleri mahkemede de söylemişti.

Hayır, bu "işbirliği çabası"nı yargılamak için söylemiyorum...

Madem "önderlik"tir, kimlerle ne düzeyde ilişki kuracağına, hangi modernleştirici mahfillerle işbirliği tesis edeceğine kendisi karar verecektir...

Bir gün, Emre Kongar'la dirsek dirseğe verip "Bu feodalizm bizi yedi bitirdi hacım, bir an önce modernleşelim" dese, onu bile yadırgamam.

Öcalan budur, PKK böyle bir harekettir zaten...

Nitekim, demokratik açılım sürecinde "önderlik cephesi"nden gelen açıklamalar, bunu teyid eder cinstendi.

Mesela, "Önder", Baykal'ın "açılım" konusundaki eleştirilerine hak veriyor... "Eve dönüş" projesinin "devlet aklı" olduğunu, AK Parti'nin rol çaldığını, "iyi çalışılması" durumunda, iktidar partisinin bölgedeki gücünün azaltılacağını söylüyor. Bütün mesele AK Parti'ymiş gibi... AK Parti giderse, ortada "Kürt meselesi" kalmayacakmış gibi...

İlerici mahfillerle "kankalık" durumları devam ediyor gördüğünüz gibi...

Önderlik, süreçten, muhtemelen "gerici" saydığı (elini taşın altına koymuş) AK Parti'nin değil, "ilerlemeci" ve "modernleşmeci" refiklerinin kârlı çıkmasını istiyor.

Size de tuhaf gelmiyor mu bu durum?

Bana tuhaf geldiği için "ikinci baskı"ya gerek duydum.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/ahmet-kekec/imrali-daki-gunesiniz-boyle-bir-adam-iste-haber-230652.htm
#1560
Vali Atış, trafik kazasında hayatını kaybeden gazeteci Seyit Ali Akgül'ün evine taziye ziyareti sırasında, son 5-6 ayda polisin özellikle faili meçhul olayların aydınlatılmasında son derece başarılı bir tablo çizdiğini belirtti.

Dün şehidin cenaze töreninde duygusal anlar yaşadıklarını ifade eden Atış, bunların yaşanan son acı olmasını temenni etti.

Şehidin ailesine ve millete sabır dileyen Vali Atış, ''Sinirlerimize hakim olmamızın zamanıdır. Hiç umudumu kaybetmedim. Bu işi başaracağız. Üzüntüye, endişeye, korkuya kapılmayacağız. Yoksa sağlıklı düşünemeyiz. Aklıselim olarak terörle mücadeleye devam edip teröristle vatandaşlarımızı iyice ayırıp hareket edeceğiz. İnsanın istediği, insan hakları varsa onlar devletimizin meclisinde görüşülüp kabul edilir. Ancak terörle mücadeleyi mutlaka başaracağız'' dedi.

Atış, sokak gösterilerinde son dönemlerde hep çocukların ön planda tutulduğunu anımsatarak, anne ve babaların çocuklarına sahip çıkması gerektiğini söyledi.

Çocukların şiddet ortamından uzak tutulmasında anne, baba ve yakınlara görev düştüğünü ifade eden Atış, şunları kaydetti:

''Benim bildiğim Anadolu erkeği merttir, yapacağını açık seçik yapar, çocukları, hamile kadınları öne sürmez. İnanıyorum ki çocuklarımızı yakın zamanda Çocuk Şubesi, Toplum Destekli Polislik Şubesi'nin çalışmalarıyla şiddet ortamından uzaklaştıracağız. Göçle gelen mahallelerde öğrenci sayısı 127 bin. İlimizde suça karışan çocukların sayısı taş çatlasa 200. İl genelinde öğrenci sayımız 439 bin 600, bundan sadece 200'ü karışıyor. Benim zamanımda sapanla elektrik direklerindeki fincanlara taş atılırdı. Eminim ki şimdi de polis olduğu için taş atmıyor, bunu oyun sanıyor. Hatta belki 'Ulan Hasan beni akşam televizyonda gördün mü?' diyor, 'Ulan gel seni de götüreyim' diyor.''

-''SIRÇA KÖŞKTE YAŞIYORUZ''-

Atış, doğrudan doğruya Türk polisine taş atma amacı güdenlerin 100 öğrenciden fazla olamayacağını söyledi.

Bu çocukları gözlerinde büyütmediklerini belirten Atış, şöyle konuştu:

''Gözümüzde çok büyütürsek telaşa kapılırız. Emin olun hiçbir zaman telaşa kapılmadık. Telaşa kapılsak sert davranırız, çocuklarımızı üzeriz. Bu çocukların arkasına saklanan genç sayısının 150-200 civarında olduğunu düşünüyoruz. Bizim genç sayımız 600 bindir. Belki daha fazladır. Emin olun Adana çok iyi durumda. Ama bilesiniz ki bize gelen emirler, kanunlarla bu işi sıkı tutuyoruz. Sizlerin endişelerini gidereceğiz, daha rahat sağlıklı günlerimiz olacak. 75 milyonuz. Sırça köşkte yaşıyoruz. Sırça köşkte yaşayanların camlarına taş atarlar. Bizim de görevimiz taş atanların camı kırmasını önlemektir. Biz bu işi başaracağız. Gece gündüz düşünüyor, tedbirlerimizi alıyoruz.''

Vali Atış, Adana'da yürekleri sıkacak, huzuru kaçıracak olayları önleyeceklerini, bunun göstergesi olarak düzenlenen operasyonlarda 25 kişinin adliyeye sevk edildiğini, 5 kişinin tutuklandığını bildirdi.

-''ÇOCUKLARLA MUHATAP OLMAK İSTEMİYORUZ''-

Çocuklarla muhatap olmak istemediklerini ifade eden Atış, şunları söyledi:

''Bize göre onlar maşa. Maşayı tutanı bulmalıyız. Bir kısmını bulduk. Çocuklarımızı maşa olarak kullanmak isteyenlerinde peşinde olduğumuzu bilmenizi isteriz. Huzuru bozmaya fırsat vermeyeceğiz. Vatandaş da vatandaşlığını bilecek. Bir yasa var. Devamlı olaya karışan çocukları ailelerinden hakim kararıyla alıp sosyal hizmetler yuvasına verme yetkimiz var. Gerekirse devamlı olaya karışan çocukları ailelerinden alacağız. Aileler çocuklarına sahip çıkacak.''

Terör örgütünün birinci amacının tanınmak olduğunu, bunun da en iyi yolunun polisle kavga etmek olduğunu ifade eden Vali Atış, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yasal haklarını iyi kullanmalarını temin etmenin görevleri olduğunu, yasa dışına çıkmaya çalışanları MOBESE, gezici kameralarla tespit edip adaletin önüne çıkardıklarını söyledi.

Atış, Adana basınının son derece soğuk kanlı davrandığını vurgulayarak, ''Bu bir satranç oyunu. Türk milleti de Türkiye Cumhuriyeti de satranç oynamayı iyi bilir. Bu işi başaracağız'' dedi.

AA
http://www.haber7.com/haber/20091210/Eyleme-karisan-cocuk-aileden-alinacak.php