İstanbul'da yağmur. İstanbul'da hiç olmadığı kadar yağmur. Orada değilim. Felaket olan yağmurun, nasıl bir sesle çatıları dövdüğünü duymadım. Ama herkesin okuduğu haberleri okudum.
Kadınların ölümünü duydum. İşçi kadınların bir minibüste nasıl öldüklerini. Ve cansız bedenlerinin nasıl beyaz bir örtü altında aynı kadere uğurlandığını. Gazetelerde kadınların cansız bedenini büyük bir gövde gibi gösteren beyaz örtünün fotoğrafları yayımlandı. Ve içlerinde can verdikleri minibüsün çamurla kaplı duvarı. Bir hücrede ölmüş gibiler. İsmet Berkan 'o minibüse iyi bakın' diye yazmış.
Ben yerdeki beyaz örtünün altından taşmış siyah saçlı kadının yüzünü düşündüm. Adı belki Altın, belki Mevide. İşçi kadınların adları gibi insanda naif bir gülümseme yaratan adlardan biri. Menekşe, Kumru, Arife, Satı yahut Döne de olabilirdi adı. Ne fark eder ki? Yoksulların ölümü bir isim olarak dahi haber değeri taşımazken, Mevide'nin, Altın'ın adını bilmemizde bir çare yok. Onlar işçi kadınlar çünkü. Yoksul ve günün başka saatlerinin insanları. Vardiyaların değiştiği alacakaranlıkta ince yataklarından çıkıp evlatlarına bir şişe süt, bir ekmek kazanmak için yollara düşen kadınlar. Ölenlerden Bircan Karataş'ın en büyük hayali, görmeyen babasına ve kardeşine bir ev almakmış. Yarım kalan hayalleri gibi, geleceğini de sele vermiş.
Dün bütün gün T. S. Eliot'un 'suda ölümden kork' dizesini mırıldandım. Suda ölümün kaderle gelen pastoral, trajik yanını düşündüm. 'Hayat veren su boğunca bazen' dedim kendi kendime. Ve neden bilmem onca ölümün, acının içinde kadınların ölümü bana daha çok dokundu. Bindirildikleri minibüsün insanlar için yapılmamış olmasından belki. Selden, felaketten kaynaklanan acıdan çok önce kaderleri patronları tarafından çizildiği için belki de... En fazla buna üzüldüm.
İşçi kadınların sabah telaşını, hayallerini 'Fabrika Kızı' kadar güzel anlatan bir şarkı bilmiyorum. Bizim kuşak için, Cem Karaca'nın 'Tamirci Çırağı' neyse, Fabrika Kızı oydu. Fabrikada çalışan kızın hayallerine o şarkıyla ortak olmuştuk.
"Fabrikada tütün sarar
Sanki kendi içer gibi
Sararken de hayal kurar
Bütün insanlar gibi
....
Dışarıda yağmur başlar,
yüreğinde derin sızı.
Gözlerinden yaşlar akar,
ağlar fabrika kızı."
Fabrika kızının bütün insanlar gibi bir dünyası olduğunu en az romanlar, filmler kadar o şarkı bize öğretmişti. Önlüğü, eşarbıyla, yüzlerce binlerce benzerinin arasında daha da benzeşen kadınlar, genç kızlar. Dünkü fotoğrafta son bir benzerliği yaşadılar. Kar gibi beyaz, büyük bir örtünün altında kayboldular. Bir bulut gibi üzerlerini kaplayan örtünün beyazlığı onları boğan selin çamurunu taşımıyordu. Bir aydınlık ki, içine sığmayan gözler, dünyaya mı, bizlere mi bakıyor anlaşılmıyor...
Yoksulların ölümü bir haber değeri taşımaz. Gazeteleri boydan boya günlerdir kaplayan Münevver cinayetinin dikkat çeken yanı, en az olayın vahameti kadar, katil zanlısının başka bir sınıftan oluşuydu.
Dramatik öğe ne kadar sağlamsa hikâye o kadar iş görür. Dramatik öğeyi koruyacak, köpürtecek araçlar da günümüzde ne yazık ki işçi kızların hayatından çıkamıyor. İnsandaki adalet duygusunu harekete geçirecek ne eski sınıf çelişkileri var ne de o çelişkilerin can yaktığı anları vicdanlara açacak mekanizmalar. Sendikalar deseniz başka telaşların dünyası artık.
Neticede bu ülkenin yoksulları kolay ölüyor. Ucuz ölüyorlar. Hiç yokmuş gibi, serçe nefesleri bir küçük ihmalin kurbanı oluyor.
Kadınları kapısı olmayan minibüslere dolduran, onlardan, alacakaranlıkta kat ettikleri yollarda bir nefes almayı esirgeyenler, insana verdiğimiz değeri özetliyor.
Bizler yollarımızı, inşaatlarımızı nasıl yapıyorsak, minibüsleri nasıl ölüm servislerine çeviriyorsak demokrasimizi de o kalitede tutuyoruz. Daha iyi bir demokrasiye bir türlü kavuşmuyor olmamız, yaşama kalitemizle de bağlantılı olabilir mi? 'Devlet nerede' diye soran yokmuş dünkü felakette. Sizce neden? Vatandaş biliyor olmalı ki, sormuyor. b.matur@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=890857
Kadınların ölümünü duydum. İşçi kadınların bir minibüste nasıl öldüklerini. Ve cansız bedenlerinin nasıl beyaz bir örtü altında aynı kadere uğurlandığını. Gazetelerde kadınların cansız bedenini büyük bir gövde gibi gösteren beyaz örtünün fotoğrafları yayımlandı. Ve içlerinde can verdikleri minibüsün çamurla kaplı duvarı. Bir hücrede ölmüş gibiler. İsmet Berkan 'o minibüse iyi bakın' diye yazmış.
Ben yerdeki beyaz örtünün altından taşmış siyah saçlı kadının yüzünü düşündüm. Adı belki Altın, belki Mevide. İşçi kadınların adları gibi insanda naif bir gülümseme yaratan adlardan biri. Menekşe, Kumru, Arife, Satı yahut Döne de olabilirdi adı. Ne fark eder ki? Yoksulların ölümü bir isim olarak dahi haber değeri taşımazken, Mevide'nin, Altın'ın adını bilmemizde bir çare yok. Onlar işçi kadınlar çünkü. Yoksul ve günün başka saatlerinin insanları. Vardiyaların değiştiği alacakaranlıkta ince yataklarından çıkıp evlatlarına bir şişe süt, bir ekmek kazanmak için yollara düşen kadınlar. Ölenlerden Bircan Karataş'ın en büyük hayali, görmeyen babasına ve kardeşine bir ev almakmış. Yarım kalan hayalleri gibi, geleceğini de sele vermiş.
Dün bütün gün T. S. Eliot'un 'suda ölümden kork' dizesini mırıldandım. Suda ölümün kaderle gelen pastoral, trajik yanını düşündüm. 'Hayat veren su boğunca bazen' dedim kendi kendime. Ve neden bilmem onca ölümün, acının içinde kadınların ölümü bana daha çok dokundu. Bindirildikleri minibüsün insanlar için yapılmamış olmasından belki. Selden, felaketten kaynaklanan acıdan çok önce kaderleri patronları tarafından çizildiği için belki de... En fazla buna üzüldüm.
İşçi kadınların sabah telaşını, hayallerini 'Fabrika Kızı' kadar güzel anlatan bir şarkı bilmiyorum. Bizim kuşak için, Cem Karaca'nın 'Tamirci Çırağı' neyse, Fabrika Kızı oydu. Fabrikada çalışan kızın hayallerine o şarkıyla ortak olmuştuk.
"Fabrikada tütün sarar
Sanki kendi içer gibi
Sararken de hayal kurar
Bütün insanlar gibi
....
Dışarıda yağmur başlar,
yüreğinde derin sızı.
Gözlerinden yaşlar akar,
ağlar fabrika kızı."
Fabrika kızının bütün insanlar gibi bir dünyası olduğunu en az romanlar, filmler kadar o şarkı bize öğretmişti. Önlüğü, eşarbıyla, yüzlerce binlerce benzerinin arasında daha da benzeşen kadınlar, genç kızlar. Dünkü fotoğrafta son bir benzerliği yaşadılar. Kar gibi beyaz, büyük bir örtünün altında kayboldular. Bir bulut gibi üzerlerini kaplayan örtünün beyazlığı onları boğan selin çamurunu taşımıyordu. Bir aydınlık ki, içine sığmayan gözler, dünyaya mı, bizlere mi bakıyor anlaşılmıyor...
Yoksulların ölümü bir haber değeri taşımaz. Gazeteleri boydan boya günlerdir kaplayan Münevver cinayetinin dikkat çeken yanı, en az olayın vahameti kadar, katil zanlısının başka bir sınıftan oluşuydu.
Dramatik öğe ne kadar sağlamsa hikâye o kadar iş görür. Dramatik öğeyi koruyacak, köpürtecek araçlar da günümüzde ne yazık ki işçi kızların hayatından çıkamıyor. İnsandaki adalet duygusunu harekete geçirecek ne eski sınıf çelişkileri var ne de o çelişkilerin can yaktığı anları vicdanlara açacak mekanizmalar. Sendikalar deseniz başka telaşların dünyası artık.
Neticede bu ülkenin yoksulları kolay ölüyor. Ucuz ölüyorlar. Hiç yokmuş gibi, serçe nefesleri bir küçük ihmalin kurbanı oluyor.
Kadınları kapısı olmayan minibüslere dolduran, onlardan, alacakaranlıkta kat ettikleri yollarda bir nefes almayı esirgeyenler, insana verdiğimiz değeri özetliyor.
Bizler yollarımızı, inşaatlarımızı nasıl yapıyorsak, minibüsleri nasıl ölüm servislerine çeviriyorsak demokrasimizi de o kalitede tutuyoruz. Daha iyi bir demokrasiye bir türlü kavuşmuyor olmamız, yaşama kalitemizle de bağlantılı olabilir mi? 'Devlet nerede' diye soran yokmuş dünkü felakette. Sizce neden? Vatandaş biliyor olmalı ki, sormuyor. b.matur@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=890857