Türk olmak
Çok uluslu bir imparatorluğun kalıntıları üzerinde bir "ulus devlet" oluşturmak, çok zor bir şeydir.Hele bu devletin; "merkezi yapılı", bir devlet olması zorunluluğu olursa, zorluk katlanarak artar. Ne derece doğru olduğu bilinmeyen, bir "tevatür" vardır. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında; yerel yönetimlere ağırlık veren, bir yapı oluşturma niyeti varmış.
Fakat, özellikle Şeyh Sait ayaklanmasının ardından; "ülke bölünür", korkusuyla, bu projeden vazgeçildiği ve merkezi yapının güçlendirildiği, söylenir. Ve 1920'lerin; yoksul Türkiye Cumhuriyeti, böylesine ağır bir projeyi, yaşama geçirmek zorunda idi.
Odönemin aydın ve siyasetçileri arasında; çok sayıda, "ırkçı" olduğunu biliriz. Kimileri, "Müslümanlıkla" Türklüğü, aynı şey olarak görüyor ve bunun üzerinden, ilginç bir ırkçılık yapıyorlardı. Kimileri; tüm etnik özellikleri görmezden gelerek, Müslüman halkı, Türk sayıyorlardı. Kimileri; Anadolu'daki, gayrımüslim halkın, ırk olarak Türk olduğunu, fakat farklı dinleri benimsediklerini, dile getiriyordu.
"Bir ulus yaratma" projesi, heyecan verici bir projedir. (En azından, ben heyecanlanıyorum). Bugünkü bilgi birikimimiz ve anlayışımızla, "ilkel" de gelse; Türk Tarih Tezi; aynı biçimde, "Güneş-dil Teorisi"; gibi çabalar, hep "Ulus yaratma" çabaları arasında değerlendirilmelidir. Aynı zamanda, "dilimizi yabancı dillerin boyunduruğu altından kurtarma", görevi verilen; Türk Dilini Tetkik Cemiyeti, (12 Eylül'e kadar Türk Dil Kurumu); Türk tarihini, doğru bir biçimde belirlemek için kurulan; "Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti", (eski Türk Tarih Kurumu), aynı çabaların başka tezahürleridir. Atatürk'ün, mirasının nemasının bir bölümünü; bu iki "cemiyete" bırakması, çok anlamlıdır. Aynı biçimde, bu iki cemiyeti, "devlet dairesi" olarak kurmadığı ve bürokrasi dışına taşımak istemesi de, değerlendirilmelidir.
Fakat sahte Atatürkçü ve yarı faşist 12 Eylül yönetimi; Atatürk'ün mirasına da tecavüz ederek, bu iki cemiyeti, devlet dairesi yaptı. (Fakat, Atatürk'ün parasını almaya devam ettiler). Türkiye'de; bu tecavüze, hiçbir muhafazakar hükümet, cesaret edemezdi. Zaten, böyle bir "bahane" bulsalar; o iktidarın dayandığı parti, anında kapatılır ve yöneticileri cezalandırılır...
Kimi araştırmacılar; (çoğu iyi niyetli olarak), 23 Nisan 1920'de, Ankara'da çalışmalarına başlayan Meclis'e; "Türkiye Büyük Millet Meclisi" değil; örneğin, "Anadolu Halkı Meclisi" vb. gibi bir isim konulsa, daha iyi olurdu derler. Aynı biçimde; devletimizin adını, "Türkiye Cumhuriyeti" değil; örneğin, "Anadolu Cumhuriyeti" koysaydık, yıllar sonra ortaya çıkan etnik çatışmalar olmazdı, diye düşünürler.
Hatta, rahmetli Turgut Özal'ın da, böyle bir düşünceyi dile getirdiği söylenir. Bunca yıl sonra, böyle düşünceler ileri sürmek, kolaydır. Fakat o günlerin Türkiye'sinde;(ya da Osmanlı İmparatorluğu'nda), uluslaşma çabalarının, tüm sorunları derin biçimlerde yaşanıyordu. Sevr Antlaşması; Doğu'da, bağımsız bir Ermenistan kurulmasını öngörüyordu. Aynı biçimde; Güneydoğu'da, ilerde bağımsızlığını kazanabilecek, bir Kürdistan'dan bahsediliyordu. Tüm bunlara ek olarak ve çok ilginç bir biçimde; Batı Anadolu'nun değişik merkezlerinde, bir "Çerkez Ulusçuluğu", yeşertilmeye çabalanıyordu.
Balıkesir ve Manyas yörelerinde ayaklanarak, kardeş kanı dökülmesine neden olan, Ahmet Aznavur da Çerkez'di; Düzce Hendek ayaklanmasının ardındaki, milletvekili Sefer bey de Çerkez'di; bu ayaklanmaların bastırılmasında, birinci dereceden rol oynayan Ethem Bey de, Çerkez'di. Ahmet Anzavur'a, "paşalık" unvanı veren, Sultan Vahdettin'in; "vatan haini" olmadığını yazanlara, çok şaşırıyorum. İşte ülkenin bu koşullarında; "Türkiye" dışında, bir isim kullanılmasının, çok ciddi sakıncaları olabilirdi.
Bu yazıyı yazmak için daktilomun başına oturduğumda; başka bir şeyler yazmayı düşünüyordum. (çok şaşırıyorlar ama; ben, hâlâ daktilo kullanıyor ve gerek yazılarımı, gerek diğer dilekçe vb. gibi şeyleri, daktilo ile yazıyorum. Arada sırada, bilgisayarla yazmıyor değilim.
Fakat, daktilolarıma şerit bulabildiğim sürece, ağırlık daktilo olacak). Aslında, beni daktilomun başına oturtan şey; Genelkurmay Başkanımız Sayın İlker Başbuğ'un, bilgilendirme toplantısında yaptığı konuşmada; Atatürk'ün millet tanımına, daha doğrusu, "Türk" tanımına getirdiği açıklamaya değinerek; farklı millet (ulus), tanımlarını anlatmaktı.
Fakat işin bu boyutuna, bu yazı çerçevesinde, yer kalmadı. Bir başka yazımda, bunları anlatacağım. Atatürk'ün, "Türkiye Cumhuriyetini kuran (ve orada yaşayan) insanlara, Türk denir", gibisinden yaptığı açıklamalar; o günlerin koşulları dikkate alınarak, değerlendirilmelidir. Bunun dışında, bir açıklama yapmak, "öküz altında buzağı aramak"tan başka bir şey değildir.
O günlerin Anadolu'su; Kafkaslar'dan ve Rumeli'den gelen insanlarımızın, "yurt tutmaya" geldikleri, bir ülkedir ve böylesine karışık bir etnik yapı içinde; "ırkçılığa" yer olmadığı, açıktır. Hele, Rumeli kökenli ve sarı saçlı ve mavi gözlü bir Mustafa Kemal'in ırkçı olduğunu düşünmek; tek kelimeyle, gülünçtür...
http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/76401-kurt-acilimi-2-makalesi.aspx
Çok uluslu bir imparatorluğun kalıntıları üzerinde bir "ulus devlet" oluşturmak, çok zor bir şeydir.Hele bu devletin; "merkezi yapılı", bir devlet olması zorunluluğu olursa, zorluk katlanarak artar. Ne derece doğru olduğu bilinmeyen, bir "tevatür" vardır. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında; yerel yönetimlere ağırlık veren, bir yapı oluşturma niyeti varmış.
Fakat, özellikle Şeyh Sait ayaklanmasının ardından; "ülke bölünür", korkusuyla, bu projeden vazgeçildiği ve merkezi yapının güçlendirildiği, söylenir. Ve 1920'lerin; yoksul Türkiye Cumhuriyeti, böylesine ağır bir projeyi, yaşama geçirmek zorunda idi.
Odönemin aydın ve siyasetçileri arasında; çok sayıda, "ırkçı" olduğunu biliriz. Kimileri, "Müslümanlıkla" Türklüğü, aynı şey olarak görüyor ve bunun üzerinden, ilginç bir ırkçılık yapıyorlardı. Kimileri; tüm etnik özellikleri görmezden gelerek, Müslüman halkı, Türk sayıyorlardı. Kimileri; Anadolu'daki, gayrımüslim halkın, ırk olarak Türk olduğunu, fakat farklı dinleri benimsediklerini, dile getiriyordu.
"Bir ulus yaratma" projesi, heyecan verici bir projedir. (En azından, ben heyecanlanıyorum). Bugünkü bilgi birikimimiz ve anlayışımızla, "ilkel" de gelse; Türk Tarih Tezi; aynı biçimde, "Güneş-dil Teorisi"; gibi çabalar, hep "Ulus yaratma" çabaları arasında değerlendirilmelidir. Aynı zamanda, "dilimizi yabancı dillerin boyunduruğu altından kurtarma", görevi verilen; Türk Dilini Tetkik Cemiyeti, (12 Eylül'e kadar Türk Dil Kurumu); Türk tarihini, doğru bir biçimde belirlemek için kurulan; "Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti", (eski Türk Tarih Kurumu), aynı çabaların başka tezahürleridir. Atatürk'ün, mirasının nemasının bir bölümünü; bu iki "cemiyete" bırakması, çok anlamlıdır. Aynı biçimde, bu iki cemiyeti, "devlet dairesi" olarak kurmadığı ve bürokrasi dışına taşımak istemesi de, değerlendirilmelidir.
Fakat sahte Atatürkçü ve yarı faşist 12 Eylül yönetimi; Atatürk'ün mirasına da tecavüz ederek, bu iki cemiyeti, devlet dairesi yaptı. (Fakat, Atatürk'ün parasını almaya devam ettiler). Türkiye'de; bu tecavüze, hiçbir muhafazakar hükümet, cesaret edemezdi. Zaten, böyle bir "bahane" bulsalar; o iktidarın dayandığı parti, anında kapatılır ve yöneticileri cezalandırılır...
Kimi araştırmacılar; (çoğu iyi niyetli olarak), 23 Nisan 1920'de, Ankara'da çalışmalarına başlayan Meclis'e; "Türkiye Büyük Millet Meclisi" değil; örneğin, "Anadolu Halkı Meclisi" vb. gibi bir isim konulsa, daha iyi olurdu derler. Aynı biçimde; devletimizin adını, "Türkiye Cumhuriyeti" değil; örneğin, "Anadolu Cumhuriyeti" koysaydık, yıllar sonra ortaya çıkan etnik çatışmalar olmazdı, diye düşünürler.
Hatta, rahmetli Turgut Özal'ın da, böyle bir düşünceyi dile getirdiği söylenir. Bunca yıl sonra, böyle düşünceler ileri sürmek, kolaydır. Fakat o günlerin Türkiye'sinde;(ya da Osmanlı İmparatorluğu'nda), uluslaşma çabalarının, tüm sorunları derin biçimlerde yaşanıyordu. Sevr Antlaşması; Doğu'da, bağımsız bir Ermenistan kurulmasını öngörüyordu. Aynı biçimde; Güneydoğu'da, ilerde bağımsızlığını kazanabilecek, bir Kürdistan'dan bahsediliyordu. Tüm bunlara ek olarak ve çok ilginç bir biçimde; Batı Anadolu'nun değişik merkezlerinde, bir "Çerkez Ulusçuluğu", yeşertilmeye çabalanıyordu.
Balıkesir ve Manyas yörelerinde ayaklanarak, kardeş kanı dökülmesine neden olan, Ahmet Aznavur da Çerkez'di; Düzce Hendek ayaklanmasının ardındaki, milletvekili Sefer bey de Çerkez'di; bu ayaklanmaların bastırılmasında, birinci dereceden rol oynayan Ethem Bey de, Çerkez'di. Ahmet Anzavur'a, "paşalık" unvanı veren, Sultan Vahdettin'in; "vatan haini" olmadığını yazanlara, çok şaşırıyorum. İşte ülkenin bu koşullarında; "Türkiye" dışında, bir isim kullanılmasının, çok ciddi sakıncaları olabilirdi.
Bu yazıyı yazmak için daktilomun başına oturduğumda; başka bir şeyler yazmayı düşünüyordum. (çok şaşırıyorlar ama; ben, hâlâ daktilo kullanıyor ve gerek yazılarımı, gerek diğer dilekçe vb. gibi şeyleri, daktilo ile yazıyorum. Arada sırada, bilgisayarla yazmıyor değilim.
Fakat, daktilolarıma şerit bulabildiğim sürece, ağırlık daktilo olacak). Aslında, beni daktilomun başına oturtan şey; Genelkurmay Başkanımız Sayın İlker Başbuğ'un, bilgilendirme toplantısında yaptığı konuşmada; Atatürk'ün millet tanımına, daha doğrusu, "Türk" tanımına getirdiği açıklamaya değinerek; farklı millet (ulus), tanımlarını anlatmaktı.
Fakat işin bu boyutuna, bu yazı çerçevesinde, yer kalmadı. Bir başka yazımda, bunları anlatacağım. Atatürk'ün, "Türkiye Cumhuriyetini kuran (ve orada yaşayan) insanlara, Türk denir", gibisinden yaptığı açıklamalar; o günlerin koşulları dikkate alınarak, değerlendirilmelidir. Bunun dışında, bir açıklama yapmak, "öküz altında buzağı aramak"tan başka bir şey değildir.
O günlerin Anadolu'su; Kafkaslar'dan ve Rumeli'den gelen insanlarımızın, "yurt tutmaya" geldikleri, bir ülkedir ve böylesine karışık bir etnik yapı içinde; "ırkçılığa" yer olmadığı, açıktır. Hele, Rumeli kökenli ve sarı saçlı ve mavi gözlü bir Mustafa Kemal'in ırkçı olduğunu düşünmek; tek kelimeyle, gülünçtür...
http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/76401-kurt-acilimi-2-makalesi.aspx