Haberler:

Hukuk Forumumuza Hoşgeldiniz

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#1961
Hükümetin Güneydoğu'da akan kanı durdurmaya yönelik adımlarına MHP ve CHP şiddetle karşı çıkıyor. Bu karşı çıkışın altında iki sebep yatıyor. Birincisi ideolojik. MHP'yi bu kategoride değerlendirmek mümkün.

İkincisi yani CHP'nin karşı çıkışının arkasında da statükonun değişmesinden duyulan rahatsızlık yer alıyor. Daha önce de yazmaya çalıştığım bir konu bu. Derin devletin siyaseti dizayn etmek için elinde tutacağı en önemli argümanlardan birisidir Güneydoğu'daki terör. Şiddetin şiddeti doğurması ve eli sopalı devletin var olabilmesi için PKK terörü hayati önem arz ediyor. Şiddetten vazgeçmiş bir Güneydoğu Türkiye'de neleri değiştirir? Bu soruya vereceğiniz cevap CHP'nin bu işe karşı çıkış sebebini de açıklayacaktır.

Bütün önerileri bir tarafa bırakarak muhalefetin ne önerdiğine bakalım. Yani MHP çözüm için ne öneriyor? CHP çözüm için ne öneriyor? Birbirinin aynısı iki sorunun tek bir cevabı var o da hiçbir şey. Bu, çözmem de çözdürmem de anlayışından başka bir şey değil. MHP'nin konuya ideolojik olarak yaklaşıp hükümetin çözüm önerilerine karşı çıkması haklı olmasa da açıklanabilir bir durum. Neticede MHP, 'devlet kimseyle pazarlık yapmaz, devlete zorla kimse bir anlayış kabul ettiremez' anlayışını benimsiyor. Demokratik devletler için pek anlaşılır bir durum olmasa da MHP'nin yaslandığı ideolojik kültüre uygun bir anlayış bu. Üstelik Güneydoğu'daki olaylar, gerginlikler özellikle batı şehirlerinde bu partinin oylarının artmasına neden oluyor. 29 Mart yerel seçimlerinde bunu somut olarak görmek mümkün oldu.

Peki CHP niye çözüme karşı çıkıyor? Statükonun partisi CHP'ye böyle bir soru sorulması bile anlamsız. Çünkü statükonun, mevcut yapının devam etmesi için şu anda yaslandığı neredeyse tek gerekçe PKK terörü. Onun bitmesi demek paradigmanın tam anlamıyla iflas etmesine neden olabilir. Türkiye Cumhuriyeti'nin otoriter yapısını devam ettirebilmesi, yüksek bürokrasinin elindeki gücü kaybetmemesi için böylesine bir krize ihtiyaç var. PKK, Ergenekon'un kontrolünde bir örgüt müdür bilemem; ama onun varlığı derin devletin hayatiyetini sürdürmesi bakımından çok önemli. Örgütün de böyle bir görev üstlendiği ortada.

Eğer PKK terörü ve Abdullah Öcalan olmasaydı Ana-sol D hükümeti kurulamazdı. Eğer PKK terörü olmasaydı Aktütün, Dağlıca gibi eylemlerle iç siyaseti dizayn etme girişimleri yapılamazdı. Eğer şehit cenazeleri olmasaydı cenaze törenleri hükümet aleyhtarlığının odak noktası olmazdı. 1984 yılından bu tarafa PKK terörü sayesinde siyasetin nasıl etki altına alındığını saymaya başlasak bu sütunlar yetmez.

Gerek MHP olsun, gerekse CHP maalesef 'dokunmayın Kürt sorunuma' noktasındalar. Önerdikleri hiçbir şey yok. Devlet erkini kullananlar bugüne kadar o bölgede bildiği bütün metotları denedi. Sıkıyönetim ilan etti, yıllarca olağanüstü hal ile yaşadı bölge halkı. Devlet, sindirerek hizaya getirme yolunu çok denedi. Ama değişen hiçbir şey olmadı. CHP'nin bu konuda söyleyeceği ve yapacağı hiçbir şey yok. Çünkü o statükonun partisi. Ama Türkiye'yi sevdiğini söyleyen MHP'nin çözümün bir parçası olması gerekmiyor mu? Çünkü bu bir Türkiye meselesidir, AK Parti meselesi değil. Türkiye'deki partiler ve güç merkezleri kan üzerinden yapılan siyaseti artık bitirmeliler.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=879482
#1962
.............. CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞINA



MÜŞTEKİ                                           : ...................
                                                        Adres:............
                                                        Vergi No

VEKİLİ                                              : Av. .............. (Tc Kimlik No:..............)
                                                        Adres:...........

ŞÜPHELİ                                            : ....................
                                                         Adres:..............

KONU                                                : Şüphelinin karşılıksız çek keşide etmek suçundan cezalandırılması talebidir.


AÇIKLAMALAR

1- Şüpheli; ....... Bankası ......... Şubesinde bulunan ............. numaralı çek hesabından 27.03.2008 keşide tarihli, 3000,00 TL bedelli bir adet çek keşide etmiştir.

2- Çek süresinde bankaya ibraz edildiğinde karşılıksız olduğu görülmüş, çekin arkasına karşılıksız olduğuna dair şerh düşülmüştür.

3- Çek bedeli ödenmemiştir. Karşılıksız çek keşide etmek suçunu işleyen şüphelinin cezalandırılması için sayın savcılığınıza başvurmak zarureti hasıl olmuştur.

HUKUKİ SEBEPLER                                : 3167 sayılı kanun ve ilgili mevzuat.

DELİLLER                                            : Suça konu çek, banka kayıtları ve her türlü kanuni delil.

NETİCE VE TALEP                                 : Yukarıda arz ve izah ettiğimiz sebepler dolayısıyla şüphelinin karşılıksız çek keşide etmek suçundan cezalandırılmasını vekaleten arz ve talep ederiz......./...../2009
                     

                                                                                                                                             Davacı Vekili
                                                                                                                                             Av. ................



EKLER
1- Çek fotokopisi.
2- Vekaletname Sureti.
#1963

.............. NÖBETÇİ ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ SAYIN BAŞKANLIĞINA


İHTİYATİ HACİZ TALEP
EDEN DAVACI                                    : ...................
                                                        Adres
                                                        Vergi No

VEKİLİ                                              : Av. ..............
                                                        Tc Kimlik No:

DAVALI                                             : ....................
                                                         Adres

KONU                                                : İhtiyati haciz talebidir.


AÇIKLAMALAR

1- Davalı; .............. vade tarihli (çekler için: "keşide tarihli") ............. TL bedelli bir adet bonoyu (veya "çek") düzenlemiştir.

2- İşbu bono vadesi geldiği halde ödenmemiştir (veya çekler için: "İşbu çek süresi içinde muhatap bankaya ibraz edildiği halde karşılığı ödenmemiş ve karşılıksız olduğu çekin arkasına şerh edilmiştir.").

3- Alacağımız bir rehinle teminat altında olmadığı gibi, borçlunun mallarını kaçırma tehlikesi mevcuttur.

4- Bu nedenle sayın mahkemenizden ihtiyati haciz talebinde bulunmak zorunluluğu doğmuştur.

HUKUKİ SEBEPLER                                : TTK ve ilgili mevzuat.

DELİLLER                                            : Bono (veya çek) aslı.

NETİCE VE TALEP                                 : Yukarıda arz ve izah ettiğimiz sebepler dolayısıyla davalı borçlunun; menkul ve gayrimenkul malları ile 3. şahıslardaki hak ve alacaklarının ihtiyaten haczine, mahkeme masrafları ve vekalet ücretinin davalı üzerinde bırakılmasına karar verilmesini vekaleten arz ve talep ederim....../...../2009
                     

                                                                                                                                             Davacı Vekili
                                                                                                                                             Av. ................



EKLER
1- Bono (veya çek) aslı.
2- Vekaletname Sureti.
#1964
Emekli büyükelçi Ümit Pamir, Kürt sorununun çözümü için önce bir referandum yapılmasını önermiş. Böylece Kürtlerin 'ayrılık' isteyip istemediğini öğrenebilecek, sonuca göre de bir yol haritası geliştirebilecekmişiz.

Türkiye bence bu aşamayı çoktan geçti. Türkiye Kürtlerinde 'ayrılmak' diye bir düşünce yok. Niye olsun ki? Eşit yurttaşlar olarak özgürce yaşadıkları, AB üyeliğini almış, etnik, dinsel ve düşünsel çeşitliliği zenginlik olarak benimsemiş, iç düşman paranoyasından kurtulmuş, komşularıyla dostça geçinen ve müreffeh bir Türkiye'den neden kopmak istesinler? Ayrıca, Kürtlerin çoğu bilir ki 'ayrı' bir devlette Kürt milliyetçileri 'tek parti, tek lider' sultası altında şimdiki Türkiye'den kat be kat daha dayanılmaz bir rejim yaratacaklardır.

Bırakın bağımsızlık talebine varan bir yaklaşımı, Kürt milliyetçiliğini siyasi kimliğinin ve mücadelesinin merkezine yerleştiren DTP çizgisindeki partilere Kürtlerin ancak üçte biri oy veriyor yıllarca. Bir arada yaşamak isteyen Kürtlerin temel talepleri belli: 'tanınma ve katılım'. Özgürlükçü demokrasi ve evrensel insan hakları standartları çerçevesinde çözülmesi işten bile olmayan talepler bunlar.

Mevzumuza dönersek; bırakın Kürtlerin çoğunluğunu, PKK bile bugün ayrılmaktan yana değil. Bunun siyaseten gerçekçi bir hedef olmadığını biliyorlar. Gerçekçi değil, çünkü sadece 'Türk devleti' direnmiyor bu fikre, Kürtlerin çok büyük çoğunluğu da sıcak bakmıyor.

Yani gündemde 'ayrılık' yok. Kürt sorununu çözen bir Türkiye 'küçülmeyecek'; aksine bölge ve dünya düzleminde daha da güçlenecek. Ama yurttaşlarını ezmek için değil, zenginleştirmek, özgürleştirmek ve güvenlikli kılmak için kullanacağı bir güç olacak bu.

Ama bazılarının anladıkları bu değil 'güçlü Türkiye'den. Onlara göre 'güçlü devlet' halkına giyeceği kıyafeti, konuşacağı dili, inanacağı dini dayatabilen bir devlet. Anlamadıkları, böyle bir devletin dünyada da Türkiye'de de miadının dolduğu, böyle bir devlete Türk'ün de Kürt'ün de razı olmadığı...

'Kürtlerin ayrılması' konusunda 'Türk devleti'nin bir kanadı ve onun kimi sivil uzantılarının farklı planlarının olduğunu düşünüyorum. Kürt sorununu çözme adına daha da demokratikleşen, çoğullaşan, çevresiyle ve dünya ile barışan bir Türkiye'de 'eski düzen' devam edemeyecek, kitleler korkularla manipüle edilemeyecek, birileri kolaylıkla 'iç düşman' ilan edilemeyecek, otoriter devlet aygıtı kolayca meşrulaştırılamayacak.

Dolayısıyla 'eski düzen'in bekçileri 'uyanık'; iktidarlarını yıkacak demokratik bir çözüm yerine Kürtlerden 'arındırılmış' bir Türkiye'nin kendileri için daha 'hayırlı' olacağını düşünüyorlar. Kürtlerin varlığı 'Türk ulus-devleti'ni sulandırıyor bunlara göre. Dolayısıyla yapılması gereken; ya Doğu'daki ve Batı'daki Kürtleri tümüyle Kuzey Irak'a sürmek veya, bu olmuyorsa, Doğu'daki bir bölgeyi bunlara verip kurtulmak. Geriye kalan yerlerde de 'eski düzen'e devam etmek...

Bazılarının kafalarındaki ideal çözüm böyle bir şey. Bunu açık açık dillendirmekte zorlanıyorlar. Daha önce de yazdım; Türkiye'de bir 'küçük Türkiye' lobisi var. Bunlar demokratik, çoğulcu ve AB üyesi bir Türkiye yerine 'küçülmüş bir Türkiye' istiyorlar.

Nedensiz değil bu tercih. Kürt sorununu çözen bir Türkiye, dar, homojen, merkezi bir 'ulus-devlet' anlayışının ötesine geçecek. Yani, farklı dilden, kimlikten, düşünceden insanlar çoğulcu bir demokratik nizamda özgürce yaşayacaklar. Ama bu yıllardır kurulan 'vesayet' rejiminin de, vesayet bekçiliğinin de sonu anlamına geliyor.

Dolayısıyla 'bekçiler'in kafasındaki şu: 'Devletin dönüşümüne izin vermektense bölünmüş, küçülmüş ve fakat etnik ve ideolojik duruluğuna dokunulmamış bir Türkiye yaratmak'. Yani rejimi ve rejim üzerindeki vesayetlerini, ayrıcalıklarını korumak adına 'geri çekilerek' yani 'küçülerek', ayrıcalıklarını sürdürebilmek.

Kürtler ayrılmaktan yana değil, peki ya Türkler? 'Küçülmüş Türkiye lobisi'ne dikkat! Kürt açılımına karşı çıkan kimi milliyetçi kesimlere de soruyorum: 'Siz de mi küçülmüş Türkiye lobisindensiniz?'

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=879115&title=ya-kurtler-ayrilmak-isterse
#1965
Gülay Göktürk'ün pazar günkü ikinci yazısı... Kürt meselesi ile ilgili benim "İslam eksenli" değerlendirmeme cevabı... Şu başlıklarla ifade edilebilecek bir geniş tartışmayı gerekli kılıyor:

1-İslam, Türkiye için birleştirici bir aidiyet midir?

2-Sistem, başından beri "Türklük vurgusu" yerine İslami aidiyeti besleyici bir politika benimseseydi bu sorunda nasıl bir gelişme görülürdü?

3-İslam toplumlarındaki dini ve etnik ayrışmalarda devreye giren emperyalist politikaların etkisi...

4-İslam hem İslam ülkeleri hem de insanlık planında daha genel anlamda sorun çözücü bir disiplin olarak kabul edilebilir mi?

5-Amerika'da örneği görülen demokrasi ve özgürlükler sistemi nasıl işliyor, ideal bir sistem yapılanması olarak bakılabilir mi ve tüm dünya için örnek teşkil eder mi?

6-Laiklik, Türkiye'de pozitif-negatif anlamda nasıl bir sosyal fonksiyon icra etti?

7-TSK ve CHP'ye "İslam'ın Türkiye için stratejik anlamı üzerine bir kere daha müzakere kapısı açması" çağrısı tehlikeli sularda kulaç atmak mıdır?

8-İslam, birleştirici bir aidiyet misyonu taşıyorsa, İslam toplumları arasındaki kavgalar neyin nesidir?

Şu sıraladığım paragrafların her birisinden bir makale çıkar. Ya da her bir paragraf, kitap derinliğinde tahlil edilebilir.

Nasıl yapmalı?

Konu Kürt meselesi güncelliğinde ele alındığı için belki şuradan başlamalı.

Benim söz konusu yazım, askere ve CHP'ye "İslam'ın Türkiye için stratejik anlamını yeniden müzakere çağrısı" niteliğindeydi.

Bu çağrıda bir ironi bulunduğu açıktı. Yazının girişinde de zaten "çarpıcı bir çağrıda bulunma dileği" vardı.

Neden?

Çünkü sistemi CHP kurdu, asker de koruma kollama misyonunu üstlenmiş bulunuyor.

Toplumun Müslüman karakterini en çok gözardı ettiği farz edilen iki kuruma biz "İslam'ı yeniden değerlendirin" çağrısı yapmış oluyoruz.

Öyle bir Türkiye söz konusu ki, toplumun Müslüman çoğunluğu, hakim sistemin İslam'a karşı tavrından rahatsız.

Zaman zaman yazdım: "İslam olmasaydı; diye bir ihtimal düşünüldüğünde nasıl sonuçlar doğardı?" konusunu irdeledim.

Durum şu:

Türkiye'de İslam var. Bin yıldır var. Ve İslam'ın, bu ülkedeki farklı etnisitedeki toplumların kaynaşmasında herhangi bir rolünün bulunmadığını söylemek, sanırım Gülay Göktürk için de söz konusu değildir.

O zaman soracağımız soru şu:

1-Bu entegrasyonda, İslam'ın etkinliği ne kadar?

2-İslam'ın azaltılması, toplumdaki ortak aidiyet duygusunu da azaltır mı?

3-İslam'ın azaltılması başka aidiyetlerin öne çıkmasına yol açar mı?

Kürtler'in içinden İslam alanında iyi âlimler yetişmiştir. Onlar da bilir ki, İslam, etnik gerçekliği ve dillerin farklılığını kabul eder, hatta Allah'ın bir ayeti olarak sayar, onun zorla değiştirilmesini yani asimilasyonu fıtrata müdahale kabul eder ve reddeder. Yani onlar, Müslüman olmakla Kürtlük aidiyetinin kaybolmadığını bilirler. Sorun nerede?

1-Farklı bir etnisite olan Türklüğün, Kürtlük yerine ikame edilmesi politikasında...

2-Ve bunu yaparken, diğer ortak paydanın aşındırılması, en azından ihmal edilmesi, azaltılması politikasında...

Türkiye, Amerika gibi 2 asır önce, çok farklı aidiyetlerdeki göçmen toplulukların kurduğu bir ülke olsaydı, nasıl sonuç vereceği yine tartışmalı da olsa, belki başka çözüm formülleri üzerinde düşünülebilirdi.

Amerika, bu iki asır içinde bazı uygarlıkların kökünü kazıyarak, bazı yerli toplulukları yok ederek, uzun süre Afrika kökenlilere kan kusturarak, iç savaşlar yaşayarak bugünlere geldi. Neyi ne kadar başardı? Amerika bir özgürlükler ve demokrasi ülkesi mi? Ekonomik güç odaklarının kontrolünde özgürlükler ve demokrasi nasıl işler? Bunları hep tartışmak lazım. Huntington, bugün, "Biz kimiz?" diye yazıyor? WASP'a karşı hispanik yükselişi, Amerikan birliğine karşı bir tehdit olarak algılıyor. "Savaşlar Amerikalı'da bayrak ve kimlik duyarlılığını besliyor" diyor. Ben de soruyorum: Amerika'yı ve Batı toplumlarını fazla idealize etmiş olmuyor muyuz?

Fukuyama, Tarihin Sonu-Son İnsan'ında liberal-kapitalist yapı içinde insanın belirli gelişmeler sağladığını, ancak ruh doyumsuzluğunun sürdüğünü yazıyor.

Türkiye Amerika değil.

Türkiye 6 asır üç kıtada onlarca farklı kültür ve etnik grubu yöneten Osmanlı bakiyesi bir ülke.

Osmanlı'nın son yüzyılı ise, ona yönelik çözücü emperyalist politikaların uygulandığı bir yüzyıl.

Emperyalist çözücü politikalar...

Bu dinamiği göz ardı etmemek lazım.

Önce gayrimüslim unsurlar üzerinde, sonra Müslüman unsurlar üzerinde çalışılmış...

Yani Osmanlı'nın çözülüşü üzerine sistemin problemleriyle alakalı çok şey söylenebilir ama emperyalist güçlerin çözücü çalışmaları göz ardı edilerek yapılacak bir değerlendirme de eksik olur.

Bunu belki, sadece Osmanlı coğrafyasında son yüzyılda yaşananlar bakımından değil, tüm Ortadoğu'da yaşanan ve Göktürk'ün "Müslümanlar'ın birbiriyle çatışması" diye gördüğü olaylar açısından da değerlendirmek lazım. "Saddam İran'la savaşırken kimin piyonu idi, sonra ne oldu?" sorusu sorulmadan "İran'la Irak çatıştı, bu da İslam dünyası denen hadisenin problemli yapısını ortaya koyar" deyip işin içinden çıkılabilir mi?

Yarın devam edeceğim.

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/75946-turkiye-ve-islam-iliskisi-ahmet-tasgetiren-makalesi.aspx
#1966
Sayın Baykal, Bu sayfalarda, genelde güncel siyasetin dışında kalan konular ele alınmaktadır.

Bugün bu kurala uymayacağım.

Bu satırları okumak inceliğinde bulunursanız nedenlerini anlarsınız.

Bildiğiniz gibi Batı toplumlarının başarılarının temelinde yatan en büyük özellik "dia" toplumu olmaları, diyalog ve diyalektiğin nimetlerinden yararlanmalarıdır. "Yaşamda ve Avrupa kültürünün oluşmasında en önemli şey, der Edgar Morin, çeşitliliklerin, çelişkilerin, yarışların, bütünleyiciliklerin verimli buluşmaları, yani onların diyalogudur."

Gerçekten sağlıklı toplumun önkoşuludur, alt yapısıdır, diyalektik, diyalog.

Doğu toplumlarının başarısızlıklarının temelinde yatan en büyük özellikleri ise "mono" toplumu olmaları, diyalog ve diyalektiğin nimetlerinden yararlanamamalıdır.

Sağlıksız toplumun alt yapısıdır, diyalektikten, diyalogdan yoksunluk.

Bugünlerde sağlıksız toplumun bu alt yapısının çarpıcı bir örneğini yaşıyor Türk halkı.

Sayın Baykal,

Sınıf arkadaşlarım benim eş düzeylerim ve eş değerlerimdir. En yakınlarımdır. Pençelerini gösterdiklerinde bile onlara kızamam. Dostça yaklaşırım. "Sen" diye seslenirim, hep.

Görüşlerinden ötürü insanlara zaten kızılmaz ki!

İnanın düşüncelerimden dolayı, ilkel olma pahasına, bana sövenler bile beni kızdırmayı başaramadılar, bugüne dek.

Ama siz, üzülerek belirteyim ki, bir ölçüde başardınız, bunu. Hem de yasal (meşru) bir Partinin Başkanıyla T. C. Başbakanının görüşmesinin teroristlerle pazarlık anlamına geldiğini söyleyerek başardınız.

Bu yüzden size "siz" diye seslenmek gereğini duyuyorum.

Çünkü ben üzüldüğümde insanlara böyle seslenirim.

Sınıfımızın en yakışıklıları, Türkçeyi en güzel konuşanları arasındaydınız. Hâlâ da öylesiniz.

Onlarca yıldır siyasettesiniz. Siyasetin kirletemediği bir Genel Başkansınız.

Dost da, düşman da biliyor, bunları.

Bu niteliklerinizle sınıf arkadaşınız olarak sizinle her zaman kıvanç duydum.

Dahası siz, sadece sıradan bir (ana) muhalefet partisinin Başkanı da değilsiniz.

Cumhuriyeti kuran, Cumhuriyetle yaşıt, Türkiye'nin en eski Partisinin başındasınız.

Üstelik Atatürk'ün yerinde oturuyorsunuz.

O Atatürk ki, "çağcıl uygarlık düzeyini aşma" amacını gerçekleştirmek için yola çıkmış; çalınmış yitik yüzyılları devrimlerle kısaltıp kazanmaya çabalamış; demokrasinin ön koşullarını yaratmıştı. "Cumhuriyeti biz kurduk. Gelecek kuşaklar demokrasiyi gerçekleştirmeli" diyordu.

Bu, bir dilek değil, hepimiz için, özellikle kendi Partisinin mensupları için bir buyruktu.

Atatürk devrim yapmanın mantığını çok iyi biliyordu: "Halka karşın halk için".

Demokrasinin mantığını da çok iyi biliyordu: "Halk tarafından halk için". 

Denedi. Ama başaramadı.

"Önce halkı yetiştirelim. Sonra demokrasiye geçelim" dedi yazıklanarak.

Kucağında büyüttüğü, üzerine onca titrediği Cumhuriyete karşın şunlara diyebilen bir büyük demokrattı, Atatürk: "Biz öyle bir rejim istiyoruz ki, ileride hükümdarlığı savunanlar bile bir parti kurabilsinler".

Bu inanılmaz çaptaki ufka, ne 1961 ne de 1982 anayasalarını yapanlar ulaşabildiler.

Ben de Atatürk'ün bu sözlerini okuduğumda gözlerime inanamamıştım. Gerçi Voltaire'in sözlerini biliyordum. Ama bilmenin yetmediğini, onları özümseyemediğimi, içselleştiremediğimi Atatürk'ün söylediklerini okuyunca anladım.

Çağ dışı, yetersiz demokrasi anlayışımdan da utandım.

Herkes yanılabilir.

Ama "insandan umut kesilmez".

Sayın Baykal,

Sizin çok güzel doğruları savunduğunuzu da gördü, bu halk.

Ve sizi alkışladı.

Umutlar yeşerttiniz. Bekledi.

Anadolu bilgelerinin 13. ve 14. yüzyıllardaki başkalıkların, farklılıkların birlikte yaşamaları, çoğulculuk özlemlerini, "Gel, ne olursan ol, gel; kâfir de olsan, bin kez tövbeni bozsan da yine gel. Bizim dergâhımız herkese açık" diyerek dile getirdikleri felsefeyi dirilteceğinizi söylediniz.

Ayrı zamanlarda gerçekleşen iki söyleşinizde, "Laiklikte devlet, dediniz, tarafsız kalmalıdır, dinin dışına çekilmelidir. İdeal olan, bu konuların tamamen sivil örgütlere bırakılmasıdır. Türkiye'de (de) din ve dinin örgütlenmesi, dini hizmeti sivil topluma bırakılmalıdır. Her din, kendi kurumlaşmasını, ibadet, din adamı ve din eğitimi ihtiyacını kendisi karşılamalıdır (...) Türkiye'de yaşanan gerçek bu değildir, devlet bu işe müdahildir. Geçiş döneminde ise devlet dinlere eşit davranmalı, eğer kaynak dağıtacaksa bu eşit ölçülerde yapılmalıdır. Devlet, kişinin inancını, etnik yapısını görmemeli, merak da etmemelidir. Mümkün olsa da devlet bir din jandarması, yönlendiricisi olmaktan kurtulsa. Resmileştirilmiş bir din, dine de saygısızlıktır. Devlete de, inanca da saygı duyuyorum. Ama bunlar birbirini etkilememelidir." (Cumhuriyet, Yeni Şafak, 18.10.2000; Radikal, 27.8.2001).

Hepsi doğruydu bu görüşlerin.

Gerçekleşselerdi, "halk tarafından halk için" mantığı yaşama geçmiş; partiniz de devletin, bürokrasinin değil, halkın partisi olacaktı.

Olamadı. Çünkü arkası gelmedi.

Neden Anadolu Rönesansının dilini unuttunuz?

Neden o çağcıl, o demokratik, o doğru laiklik anlayışını savunmaktan, dilinize bir daha almaktan vazgeçtiniz?

Hatta sadece vazgeçmediniz. Geriye dönüşler bile oldu.

Ama neden? Kimler sizi engelledi? Neden dünyayı iyi okuyamayanlara, çağcıl uygarlığın yürüyüşünü kavrama gücü olmayanlara ödün verdiniz ya da onlarla birlikte yola çıktınız, onları yanınızdan yörenizden uzaklaştırmadınız?

Bütün bunların, Atatürk'ün son amacıyla, Atatürkçülükle bağdaştığını öne sürebilir misiniz?

Biliyorsunuz, demokraside sorunlar halka açık diyaloglarla çözülür.

Karşılıklı görüşleri tart(ış)madan, birbirimize biçtiğimiz kimliklerle, önyargılarla, içgüdülerle, "onunla konuşursam ne derler?" kaygısıyla birbirimizden uzaklaşırsak elbette üretken/üretici olamayız.

Hatta tüketici bile olamayız.

Çünkü üretemeyince elinizde tüketeceğiniz bir şey olamaz ki!

O zaman sorunları çözerek, iç barışı kotararak ilerlemek de elbette olanaksızdır.

Bunları her gün yaşamaktan, gözlemekten derin kaygı duymaktayım.

Bu tür toplumlar, öz değerlerini toprağa gömerek avunurlar. Kendilerini de aldatırlar. Çünkü içe patlamalara gebedirler.

Sayın Baykal,

Gelecek yazımda da size güller atmayı sürdüreceğim.

Bunlar sizi incitmemeli.

Ne de olsa siz Hallâcı Mansur değilsiniz.

Saygılar, sevgiler, değerli sınıf arkadaşım.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/sinif-arkadasindan-sayin-baykal-a-mektup-haber-206900.htm
#1967
AK Parti'yi neden destekliyorum?Ülkelerin tarihindeki hızlı dönüşüm dönemleri, bütün siyasi güç dengelerini alt üst edip yepyeni yelpazeler, yepyeni tablolar çıkarır ortaya. Değişimin gücünü fark edemeyen, yönünü anlayamayan ya da eski sistemden nemalanan koca koca partiler, esen güçlü rüzgar karşısında un ufak olurken, dünyayı doğru okuyabilen kimi akımlar, değişim dalgasının üstüne oturup o dalgayla birlikte akıl almaz mesafeler katedebilirler.
İşte son yıllarda Türkiye'nin siyasi tablosu böyle büyük bir altüst oluş yaşıyor.

Kimilerinin hâlâ "şeriat devleti kuracak" diye korktuğu bir parti, dünyayı daha iyi anlayabildiği ve değişimin yönünü iyi okuyabildiği için; Türkiye'nin demokrasi ve özgürleşme mücadelesine önderlik ediyor. Kendisiyle birlikte ülkeyi de değiştiriyor.

X x x

Beni izleyenler bilirler; iktidara gelmeden önceki dönemde uzun süre, AK Parti'yi değil ama böyle bir partinin meşruiyetini savundum; Önce Refah'ı, sonra Fazilet'i, daha sonra da AK Parti'yi boğma girişimleri ortaya çıktığı her durumda bu siyasi çizginin varlığını savunmayı, demokrasiyi ve siyasetin normalleşmesini savunmanın bir parçası olarak ele aldım.

Bu dönem esas olarak "usul hakkında" bir savunma dönemiydi.

Ama aradan geçen yıllarda, iktidarı boyunca yaptıklarıyla AK Parti, sadece usul yönünden değil, esastan da savunulmayı hak eden bir parti olduğunu -görme yeteneği olan herkese- gösterdi.

Bugün rahatlıkla söyleyebiliriz ki, yıllardır özgürlükleri yok edeceğinden korkulan bir siyasi hareket, gayet paradoksal bir biçimde, daha özgür bir Türkiye'nin anahtarı oldu; Cumhuriyet tarihinin en radikal dönüşümlerine imza attı ve bugün bir yenisini, belki de en hayati olanını atmaya çalışıyor: Kürt Açılımı...

X x x

Ak Parti'ye "usul hakkında" verdiğim desteğin içerikle ilgili desteğe dönüşmesi benim için de bütün diğer demokratlar gibi, AB üyeliği yolunda giriştiği büyük reform hareketiyle birlikte başladı. "Batı Kulübü düşmanı" bir hareketin içinden AB projesine böylesine dört elle sarılan bir parti çıkması doğrusu hepimiz için çok güzel bir sürprizdi ve hararetle destekledik. Bu hızlı reform çalışmalarının sonucu gelen AB'ye üyelik müzakerelerinin açılmasının ne kadar önemli bir aşama olduğunu; demokrasinin bürokratik oligarşi tarafından boğazlanmak istendiğini her aşamada bir kere daha görüyoruz.

AK Parti, bir başka büyük sürprizi ise Kıbrıs meselesinde yaptı. Kıbrıs'ta kırk yıldır süren "çözümsüzlük çözümdür" politikasını değiştirmek, bu noktada karşısına dikilen derin devlet barikatını aşmak ve Annan Planı başarısına imza atmak kolay iş değildi. Erdoğan ve Gül sabırlı, esnek ama özde kararlı politikalarıyla, bütün "derin" manevraları boşa çıkarmayı, en geniş ittifakları sağlamayı başardılar. Kıbrıs politikasıyla, çok önemli bir şey daha yaptı AK Parti: Temel dış politika konularındaki devlet politikalarının "dokunulmazlığını" ihlal etti. Toplum artık başta Kıbrıs olmak üzere, Kuzey Irak'la, ABD'yle ve AB'yle, Ermenistan'la ilişkiler gibi önemli dış politika meselelerinin asker ve sivil bürokratlara bırakılamayacak kadar önemli olduğunu kendi deneyleriyle anladı. Ve tabii hararetle tartışmaya katıldı. Böylece siyaset, on yıllardır "Yasak Bölge" ilan edilen önemli bir alana adımını atmış oldu.

Ama AK Parti'ye duyduğum sempatinin büyük bir minnete dönüşmesi esas olarak askeri vesayet rejimiyle ve derin devletle girdiği ölüm kalım mücadelesiyle birlikte başlar.

Evet, bu konuda çeşitli dalgalanmalar yaşamadı değil; ama sonuca bakalım: Türkiye halkı son iki yıldır AK Parti'nin önderliğinde, makus talihini değiştirecek, askeri vesayet rejiminin çanına ot tıkayacak, derin devleti çökertecek bir süreci yaşıyor; bu süreç sayesinde darbeler ülkesi olmaktan çıkıyor. Hükümetin 27 Nisan Muhtırası'ndaki dik duruşuyla başlayan bu süreç, Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki kararlılıkla ve elbette, Ergenekon Davası'na verilen siyasi destekle hayallerimizi bile aşan noktalara doğru sürükleniyor. Dört bir yanını saran kurt sürüsünün saldırıları altında AK Parti büyük bir kahramanlık destanı yazarak, Gladio ile hesaplaşmayı göze alan ilk hükümet olma onurunu taşıyor.

Ve bugün bu onura bir yenisini daha eklemeye hazırlanıyor: Ülkemizin en derin ve en acılı sorunu; Kürt sorununu çözmek için inisiyatif alıyor ve böylece yine bir ilke imza atıyor: Cumhuriyet tarihi boyunca devletin tekelinde olagelmiş, sivillerin asla politika yapmasına müsaade edilmeyen bir alana cesaretle giren ilk siyasi parti oluyor.

Derin devleti çökertmek... Darbelerin önünü kesmek... Bürokratik vesayetin bileğini bükmek... Üstüne üstlük Kürt sorununu çözmek... Her biri Cumhuriyet tarihi kadar eski olan bütün bu devasa meseleleri çözüm yoluna koymak tek bir partinin eseri oluyorsa, bu partiye ancak şapka çıkarılır; bu partinin önünde saygıyla eğilinir.

İşte bugün ben bunu yapıyorum. Başlangıçta sadece var olmasını savunduğum, boğulmasına karşı çıktığım bu partiyi bugün bütün yüreğimle destekliyorum; ona minnet duyuyorum.

X x x

Kürt sorununun çözümünün kolay bir süreç olmadığını, tereyağından kıl çeker gibi ilerlemeyeceğini ve uzun zaman alacağını hepimiz biliyoruz. Ama "Zamanı gelmiş bir fikirden daha güçlü bir şey yoktur" denir ya hani; sanırım bu söz bugün, "Kürt sorununun siyaset yoluyla çözümü" fikrine tam olarak uyuyor.

Toplumları peşine takmayı başaran büyük siyasi liderler; "zamanı gelen fikirleri" herkesten önce fark eden ve o fikri yüksek sesle söylemeye ilk cesaret edendir.

Türkiye şimdi AK Parti'nin şahsında böyle bir siyasi önderlik bulmuş gibi görünüyor.

AK Parti eğer bu büyük davayı da başarabilirse, çeyrek yüzyıldır süren sıcak savaşı sona erdirebilir ve bu ülkeyi Kürtler için de yaşanası bir ülke haline getirebilirse, bunu başarmanın siyasi ödülü kendilerini bile şaşırtacak kadar büyük olacaktır.

Sayın Erdoğan; Sayın Gül; hadi bütün dünyayı bir kez daha şaşırtın.

Türkiye'yi seven herkes nefesini tuttu sizi izliyor...

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/75338-ak-parti-yi-neden-destekliyorum-makalesi.aspx
#1968
Kanserle Savaş Dairesi Başkanı Prof. Murat Tuncer, sigarayı bırakma masraflarının Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından karşılanacağını ve sigara şirketlerine dava açanların destekleneceğini söyledi.

Sağlık  Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer, sigara yüzünden kansere yakalandığı için sigara şirketlerine dava açmak isteyenlere bakanlık olarak manevi destek vereceklerini söyledi. Prof. Tuncer, "Vatandaşların hukuki olarak ne yapmaları gerektiğini araştırıp yönlendireceğiz. Bu konuda iki avukat arkadaşımız bize ücretsiz destek verecek" dedi. SGK'nın da sigarayı bırakma yöntemlerini geri ödeme kapsamına almak için çalışma başlattığını duyuran Prof. Tuncer, "Yani, hasta olmadan sigarayı bırakmak istiyorsanız, doktora gittiğinizdeki masraflar Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından karşılanacak" dedi.

Prof. Tuncer, Sağlık Bakanlığı olarak, hasta ve hasta yakınlarını bir araya getiren "Kansere Karşı El Ele Platformu"na manevi olarak destek verdiklerini de bildirdi. Dünyada ilk defa bir Sağlık Bakanlığı'nın resmi olarak hasta veya hasta yakınlarının örgütlemesini desteklediğini belirten Prof. Tuncer şöyle devam etti:

"Sağlık Bakanlığı'nın içinde kurulan Ulusal Kanser Danışma Kurulu'nun elinde, pekçok kanserin direkt olarak sigarayla ilişkili olduğuna dair kanıt bulunuyor. İnsanlar, bugüne kadar sigarayı, doğrudan kanser yaptığını bilmeden, derinlemesine bilgilendirilmeden içtiler. Çünkü o tarihlerde sigara şirketleri, sigaranın zararlarını üzerine yazmadılar. Hatta bu firmalar uzun süre, sigaranın bağımlılık yapmayacağı, her hangi bir zararının olmayacağını savundular ki hâlâ savunuyorlar.

Bu durumda sigara içip kanser olan ya da başka hastalıklara yakalanan insanların sigara şirketlerini mahkemeye verme hakkı bulunuyor. Bu yargı sürecinin dünyada önemli örnekleri var. Sigara şirketleri mağdurlara çok ciddi paralar ödemek durumunda kaldılar. Bu nedenle biz de kanser hastalarımıza platform aracılığıyla, 'Eğer, yanlış bilgilendirilerek, sigara içmenize neden olunduğunu düşünüyorsanız dava açabilirsiniz. Biz size yardımcı olacağız' diye duyuru yaptık. Bu konuda ücretsiz çalışacak iki de avukat arkadaşımız var. Yani manevi destekten kastımız, dava açmaya hazırlanacak hastalarımızı dinleyerek sorunlarını çözecek yasal düzenlemeleri ortaya koymak ve hastaları yönlendirmek."

Prof. Tuncer, sigaranın legal olarak satılmasını ise bir türlü anlayamadığını sözlerine ekledi.

http://www.bugun.com.tr/haber-detay/75886-sigarayi-birakanin-tum-masrafi-devletten-haberi.aspx
#1969
BOŞANMA PROTOKOLÜ

1.TARAF :
VEKİLİ :
2.TARAF :
VEKİLİ :
HÜKÜMLER :
1- BOŞANMA HUSUSU : Her iki taraf da karşılıklı olarak boşanmayı kabul etmişlerdir. Evlilik birliğinin sona erdirilmesi konusunda her iki taraf da mutabıktırlar.
2- VELAYET: Tarafların evlilik birliğinden doğan müşterek çocukları .................. boşanmanın olması halinde velayeti anneye verilecektir. Müşterek çocuğun velayetinin anneye verilmesi hususunda taraflar mutabıktır. Ayrıca velayeti anneye verilmiş bulunan küçük çocuk için baba ................... her ay ............TL (Yalnız ............... Türk Lirası) iştirak nafakası verecektir. ...................... ödeyecek olduğu iştirak nafakasını ................................. hesap numaralı ......................... adına açılmış olan hesaba her ayın onuncu gününde yatıracaktır. Bu iştirak nafakası, her yıl Türkiye İstatistik Kurumu'nun açıkladığı yıllık Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE) oranında arttırılacaktır. Ayrıca küçük çocuk ile babası arasında çocuğun yaşının küçük olması ve anne sütü ile beslenme zorunluluğu nedeni ile her ayın 1. ve 3. Pazar günü gündüz iki saat anne yanında ve anne ortamında kişisel ilişki kurulmasını her iki taraf kabul etmiştir.
3) NAFAKA VE TAZMİNAT HUSUSU: Boşanma sebebiyle her iki taraf da birbirlerinden tedbir, yoksulluk nafakası veya her hangi bir şekilde maddi ve manevi tazminat talebinde bulunmamaktadırlar.
4) EŞYALAR HUSUSU: ................ ziynet eşyaları dahil, her türlü şahsi eşyasını ve çeyiz olarak getirmiş bulunduğu eşyalarının tümünü almış olup, eşya olarak başka alacağı olmadığını kabul eder. Aynı şekilde ............'nın da ................'ndan her hangi bir eşya talebi ve alacağı bulunmamaktadır. Özetle taraflar ev eşyaları ve şahsi eşyalar konusunda da anlaşmışlardır ve karşılıklı olarak birbirlerinden eşyalar konusunda herhangi bir talepleri bulunmamaktadır.
5) VEKALET ÜCRETİ VE MAHKEME MASRAFLARI KONUSU : Taraflar karşılıklı olarak birbirlerinden mahkeme masrafları ve vekalet ücreti talep etmeyeceklerdir.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan tüm hususlar üzerinde taraflar mutabakata varmış olup işbu protokol mahkeme dosyasına sunulmak üzere taraflarca okunup tarafların özgür iradelerine uygun olduğu anlaşıldıktan sonra taraflarca tanzim ve imza olunmuştur..../..../2009
#1970
............. NÖBETÇİ AİLE MAHKEMESİ SAYIN HAKİMLİĞİNE



DAVACI                : .............
                            TC Kimlik No:

VEKİLİ                  : Av.
                            TC Kimlik No:
                             Adres:

DAVALI                 : ..............
                             Adres:

KONU                    : Boşanma talebidir.


AÇIKLAMALAR

1- Müvekkilim ile davalı ............. tarihinde evlenmişlerdir. Tarafların bu evlilikten .......... adında bir çocukları bulunmaktadır.

2- Taraflar arasında uzunca bir süredir şiddetli geçimsizlik bulunmaktadır. Şiddetli geçimsizlik hali evlilik birliğini temelinden sarsmış bulunmaktadır.

3- Taraflar boşanma konusunda anlaşmaya varmış bulunmaktadırlar. Boşanmanın fer'i sonuçlarıyla ilgili tarafların kabul etmiş olduğu boşanma protokolünü dilekçemiz ekinde sunmaktayız.

4- Yukarıda arz ve izah ettiğimiz sebepler dolayısıyla tarafların boşanması için sayın mahkemenize müracaat etme zarureti hasıl olmuştur.

HUKUKİ SEBEPLER        : MK ve ilgili mevzuat.

DELİLLER                    : Nüfus kaydı, boşanma protokolü ve her türlü kanuni delil.

SONUÇ VE İSTEM         : Yukarıda arz ve izah ettiğimiz sebepler dolayısıyla tarafların boşanmalarına karar verilmesini vekaleten arz ve talep ederiz.     .     .2009



                                                                                                                      Davacı ........... Vekili
                                                                                                                      Av.



EKLER
1- Boşanma Protokolü
2- Vekaletname Sureti
#1971
İsveç'te yapılan bir araştırmada hamileyken alkol alan kadınların bebeklerinde davranış bozuklukları görüldüğü ortaya konuldu.

İsveç Halk Sağlığı Enstitüsü'nün yaptığı araştırmaya göre; hamilelik esnasında alınan en düşük miktardaki alkol bile anne karnındaki cenine zarar veriyor. Alkol, çocuğun fizyolojik yapısına etkisi yanında, davranış bozukluklarına sebep oluyor.

Konuyla ilgili yayınlanan raporda, haftada bir ile dört bardak arası alkol alan kadınların çocuklarının üçte ikisinde doğum sonrasında davranış bozuklukları tespit edildiği kaydedildi.

Dünyada konuyla ilgili çeşitli araştırmaların yapıla geldiğini ve bazı araştırmacıların az miktarda olmak kaydıyla alkol kullanımına müsaade ettiği hatırlatılan raporda, son araştırmalar ışığı altında az da olsa alkolün zararlı olabileceğinin altı çizildi.

Araştırma sonuçlarının Avrupa Birliği Komisyonu'yla birlikte ilgili kurumlara da aktarılacağı belirtildi.

İsveç'te 2004 yılında yapılan bir araştırma, kadınların yüzde 30'unun alkol kullanımını gebelikte bırakmadığını ortaya koymuştu.

http://www.haber7.com/haber/20090810/Gebe-anne-alkol-alirsa-bakin-ne-oluyor.php
#1972
Kanuni vekalet ücreti miktarı hesaplamasını, faiz hesaplamasını ve avukatlık serbest meslek makbuzuyla ilgili hesaplamaları şu linkteki tablolardan yapabilirsiniz: http://www.barobirlik.org.tr/hesap.aspx

Dava harç masraflarını şu linkteki tablodan hesaplayabilirsiniz: http://www.icradosyasi.com/default.asp?PAG00_CODE=TR_0301

İcra takibi harç masraflarını şu linkteki tablodan hesaplayabilirsiniz: http://www.icradosyasi.com/default.asp?PAG00_CODE=TR_0302

Belirli tarihler arasındaki yasal faizin, avans faizinin, bankaların mevduata uyguladıkları en yüksek faizin, kamu bankalarının mevduata uyguladıkları en yüksek faizin ve reeskont faizinin hesaplanması için şu linkteki hesap tablosunu kullanabilirsiniz: http://www.icradosyasi.com/default.asp?PAG00_CODE=TR_0306
#1973
Ekonomik kriz nedeniyle zengin ülkeler yoksul ülkelere vaat ettikleri mali yardımı yerine getiremiyor. BM'ye göre tarihte ilk kez 1 milyar insan kronik açlık çekiyor.

Dünya liderlerinin bir araya geldiği önemli zirve ve toplantıların çoğunda "Küresel ekonomik kriz en çok yoksulları etkiledi" sözü sık sık dile getiriliyor. BM Dünya Gıda Programı yetkililerinin son açıklamaları da bu ifadenin doğruluğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Dünya Gıda Programı, yardımlarını büyük ölçüde azaltmak zorunda kaldı. Çünkü zengin ülkeler, verdikleri taahhütleri yerine getiremiyor; vaat edilen paralar ödenemiyor. Bazı yoksul ülkelerde ise gıda maddesi yardımları geri çekilmek zorunda kalınıyor.

BM Dünya Gıda Programı, giderek büyüyen küresel açlık sorunuyla ilgili alarm veriyor. Dünya Gıda Programı Sözcüsü Jennifer Parmelee, tarihte ilk kez bir milyar insanın kronik açlık çektiğini vurguluyor.

AÇ SAYISI YÜZDE 15 ARTTI

2 yıl önce, açlık çeken insanların sayısı 860 milyondu. Yani yüzde 15'lik bir artış söz konusu. Dünya Gıda Programı yetkilileri, mümkün olduğu kadar çok kişiye yardım etmeye çalışıyor. Geçen yıl 76 ülkede 102 milyon kişiye ulaşıldı. Ancak bu, açlık çekenlerin sadece yüzde 10'unu oluşturuyor. BM, daha fazla kişiye yardım edemiyor. Parmelee, "BM Dünya Gıda Programı, tarihindeki en büyük zorlukla karşı karşıya bulunmaktadır" diyor.

Durumun böylesine kötüleşmesine katkıda bulunan pek çok faktör mevcut. Bu nedenlerin başında ekonomik kriz geliyor. Çünkü kriz, en çok yoksul ülkeleri etkiledi. Bu ülkelerin büyük bölümünde gıda stoku yok denecek kadar azdı. Kaldı ki, ekonominin iyi olduğu dönemlerde bile devlet gelirlerinin büyük bir bölümü gıda maddesi satın almak için kullanılıyordu. Dünya genelindeki ekonomik kriz nedeniyle sanayileşmiş zengin ülkelerin kalkınmakta olan ülkelere yaptığı yardımlar da bariz bir şekilde azaldı.

YARDIMIN KESİLDİĞİ BÖLGELER

Yüksek gıda maddesi fiyatları, devam eden ekonomik kriz, çevreye verilen tahribat, nüfus artışı ve siyasi çekişme ve etnik çatışmalar, Dünya Gıda Programı'nın belli bir bölgeye yeterli oranda ulaşmasına engel oluyor. Bunlardan biri de Uganda. Parmelee, şöyle konuşuyor:

"Örneğin Uganda'da kuzeydeki bir çatışma bölgesinde 600 bin insana ulaştırdığımız gıda yardımına ara vermek zorunda kaldık. Böyle kararlar almak kolay olmuyor elbette. Bu sadece Uganda'yı etkilemedi, başka ülkelerde de yardımı kesmek zorunda kaldık."

Kenya'ya yapılan yardım miktarı azaltıldı. Yaklaşık 10 milyon yoksulun sadece üçte biri Dünya Gıda Programı'nın yardımlarından yararlanabiliyor. Benzer bir durum Asya'da da yaşanıyor. Sözcü Parmelee, örneğin Bangladeş'te yardım ulaştırdıkları yoksulların sayısının dörtte bir azaldığını belirtiyor:

"Burada en çok en yoksullar etkileniyor. Bunlar Bangladeş'te günde sadece bir ya da iki öğün yemek yiyebilen, zayıf ve bitkin düşmüş insanlar."

http://www.haber7.com/haber/20090810/Tarihte-ilk-kez-1-milyar-insan-ac.php
#1974
Katsayıda eşitlik getiren düzenlemenin iptali için dava açanlara Danıştay'dan cevap gibi karar geldi: "Katsayı belirleme ve sınav sistemini değiştirme yetkisi YÖK'tedir." Danıştay 8. Dairesi'nin bu kararı benzer davalar için de emsal oluşturacak. 

EBRU BARAN-İSTANBUL

Danıştay 8. Dairesi geçen ay katsayı değişikliğinin iptali için açılacak davalarda emsal oluşturacak bir karara imza attı. Danıştay, "Katsayı belirleme ve sınav sistemini değiştirme kararı YÖK'tedir" dedi. Hukukçulara göre karar açılacak benzer davalara referans olacak.

DAVALAR REDDEDİLECEK

Avukat İbrahim Serdaroğlu tarafından müvekkili adına Mart 2008'de Danıştay 8'inci Dairesi'de meslek liselerine yönelik katsayının kaladırılması için dava açtı. Bir buçuk yıl süren davanın sonunda 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası'nın 'yükseköğretime giriş' başlıklı 45'inci maddesinde yer alan "Yükseköğretim kuruma girecek öğrencilerin ne şekilde o kurumlara kabul edileceğiyle ilgili gerekçeler YÖK tarafından belirlenmektedir" ifadesini gerekçe gösteren Danıştay, katsayı düzenlemesi ve yeni bir sistem getirme yetkisinin açıkça YÖK'te olduğuna dikkat çekti.

8. Daire gerekçeli kararında şu ifadeye yer verdi: "Dolayısıyla yeni bir katsayı belirleme, sınav sistemini değiştirme yetkisinin ancak YÖK'te olduğu Danıştay 8. Dairesi'nce hüküm altına alınarak, YÖK'ün 2010 için yaptığı kaysayı düzenlemesinin iptali için açılacak davaların hukuk gereği ve mahkeme kararlarındaki bağlayıcılık gereği red edilmesi gerekecektir."

REFERANS OLACAK

Kararın katsayı konusunda açılacak tüm davalar için referans olacağını belirten avukat Serdaroğlu, "Katsayı için açılacak davalara gelecek yanıt davanın reddi olacaktır" dedi. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mustafa Şentop da "Zaten Yüseköğretim Yasası'nın 45. maddesi bu konuda karar merciğinin sadece YÖK olduğunu açıkça belli etmektedir. Doğru bir karardır" dedi. En son İstanbul Barosu Başkanı Muammer Aydın, katsayı değişikliğinin iptali için dava açmıştı. 

İLK KARAR 

MEB ile işbirliği içinde YÖK'te

Danıştay'ın dört yıl önce de "katsayı konusunda YÖK yetkilidir" kararı verdiği ortaya çıktı.  8'inci Daire, bu kararı 2005 yılında Ankara Aydınlıkevler Ticaret Meslek Lisesi öğrencisi İlknur Öztürk'ün katsayı düzenlemesinin iptali için başvurduğu davada aldı. Daire'nin kararında "1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu'nun ilgili maddeleri gereği yükseköğretim kurumlarına ortaöğretim kurumlarını bitirenlerin nasıl gireceğinin Milli eğitim Bakanlığı ile işbirliği yapılarak Yükseköğretim Kurulu tarafından saptanacağı" ifade edildi.

http://www.stargazete.com/politika/danistaydan-kritik-katsayi-karari-haber-206669.htm
#1977
Tüketici Dernekleri Federasyonu'ndan (TÜDEF) yapılan açıklamada, ''Akaryakıtta tavan fiyat düzenlemesinin asıl amacının zamları tüketicilere kanıksatmak olduğu bir kez daha anlaşıldı'' denildi.

Açıklamada, akaryakıtta tavan fiyat uygulaması çerçevesinde en son benzine 5, motorine ise 4 kuruş daha zam yapıldığı hatırlatılarak, düzenleme başladığından itibaren bugüne dek geçen sürede benzine 39, motorine ise 27 kuruş zam geldiği belirtildi.

EPDK'nın bu uygulamaya fiyatları düşürmek için başladığını açıkladığı hatırlatılan açıklamada, ''Geçen 1.5 aylık sürede bu düzenlemenin asıl amacını zamları tüketicilere kanıksatmak olduğu bir kez daha anlaşıldı'' denildi.

Açıklamada, akaryakıt bayileriyle EPDK arasında varolan ve mahkemeye düşen olayın gerçek anlamda bir kayıkçı döğüşü olduğu da ifade edilerek, bayilerin ağlaması ise ''timsah gözyaşları'' olarak nitelendirildi.

Akaryakıta asıl vurgunu hükümetin yaptığı savunulan açıklamada, şunlar kaydedildi:

''Bir hükümet politikası olmaktan çıkıp devlet politikası olan akaryakıt soygununun temeli yüksek tüketim vergisidir. Bugün 95 oktan benzinin rafine çıkış litre fiyatı sadece 1 kuruş olsa, nakliye 1 kuruş, dağıtıcı ve bayi karları da 1'er kuruş olsa dahi bir litre benzin tüketiciye 2 lira 19 kuruşa satılacaktır. Çünkü 1 litre 95 oktandaki sabit vergi 2 lira 15 kuruştur. Bunu hiç kimse 'serbest piyasa, liberal ekonomi' diye savunamaz. Bu, devlet tarafından zorunlu vergi yoluyla yapılan bir soygundur. Bu kadar yüksek vergi aynı zamanda akaryakıt kaçakçılığını ve kayıtdışılığı direkt teşvik etmektedir.''

http://www.haber7.com/haber/20090808/Akaryakitta-tavan-fiyata-veryansin.php
#1978
21'inci yüzyılda bir apartheidçiAslında İstanbul Barosu Başkanı Muammer Aydın, zalimce bir uygulamanın tam teşhisine imkân vermesi bakımından iyi bir şey yaptı bile denebilir. Zalimce uygulama, meslek liselilere ve imam hatiplere yönelik katsayı tırpanı idi. 10 yıl sürdü.

10 yıl Türkiye, bu zalimce uygulamanın altındaki felsefeyi tartıştı.

Bu açık adaletsizlik, bu açık ayrımcılık, bu açık hukuk tanımazlık bir devlet uygulamasına nasıl dönüşebilirdi?

İşte, bir hukuk kurumu olan, üstelik avukatları, yani birim insanın hukukunu arayan insanları temsil eden bir hukuk kurumu olan, Türkiye'nin en büyük barosunun başkanının konuşması, bu zalimce uygulamanın felsefi alt yapısını sergiledi.

Üstelik ona sahiplenerek.

Üstelik yeniden o zalimce uygulamaya dönülmesi için dava açarak.

Üstelik o zalimce uygulamaya gerekçe üreterek...

Yıl 2009.

Güney Afrika'daki, devlet adına sürdürülen ve BM dahil bütün dünyanın dışladığı beyaz-siyah ayrımına dayanan apartheid uygulaması bile sona ereli yıllar oldu.

Ama İstanbul Barosu Başkanı "Eşitlik eşit insanlar arasında olur" diyor.

Aynı sınava giren, aynı soruları cevaplandıran ve aynı puanlamaya tabi olan gençlerin üniversite tercihinde önlerine çıkarılan katsayı tırpanlaması ile eşitsiz hale gelmelerinin görünür çarpıklığına Baro Başkanı izahı şu:

-Aslında bunlar zaten eşit değildi. Eşit olmayanlara eşitlik beklentisi doğru olmaz.

Bay Başkan, meslek liselilere eşit katsayı imkânı sağlayan YÖK kararının iptali için Danıştay'a başvururken de "Meslek liselilere eşitlik tanırken, normal liselilere haksız davranılmış oluyor, çünkü meslek liselilere falanca üniversiteye girme hakkı tanımak, normal liselilere daha çok aday arasından girebilme zorluğu getiriyor" görüşünden hareket etmişti.

Yani aynı mantık.

Oysa katsayı zulmünü keşfedip icra edenler, aslında imam hatipleri tırpanlamak istediklerinin bilincinde idiler. Burada pek hukuk kaygısı yoktu. Adaletsizlikse adaletsizlikti. Jakobenlikse jakobenlik makamında. Türkiye'de statüko zaman zaman böyle adaletsizlikleri göze alır, bunu devlete yaptırırdı. Bu uygulamanın tüm meslek liselilere bir bedel ödeteceğinin de bilincinde idiler. Ama onlar, "İmam hatipleri tırpanlamak için, meslek liseliler de bir bedel ödeyecekse varsın ödesin, bu kadar hasar göze alınabilir" mantığından hareket etmişlerdi. Yani onlar, zulme felsefi bir kılıf üretme çabası içinde değillerdi. Devlet adına yapılmışsa meşru olurdu.

Baro Başkanı "Bizde böyle dönemlerde böyle hukuk adamlarının varlığına alışkın olmak lazım" gibisinden bir hukukçu profili çiziyor.

-Eşitlik eşit insanlar arasında olur. Yani...

-Zaten eşit değiller.

Neden?

Baro Başkanı'nın gösterdiği bir gerekçe yok.

Hatta "eşitlik" tartışmasına girilirse, normal lise müfredatı görmedikleri halde lise müfredatına göre hazırlanan üniversite sınavlarına girdikleri için yine de meslek liseliler aleyhine bir eşitsizlikten söz etmek mümkün.

Ama olsun, meslek liseliler, bu eşitsizliğe bile aldırmadan, üniversite sınavına giriyor ve aldığı puana göre tüm orta öğretim kurumları için eşit bir değerlendirme istiyor. "Sayısal"dan "Sözel"den ya da "Eşit ağırlık"tan kim hangi puanı almışsa, eşit bir sıralama yapılsın!

Bütün talep bu.

Gerisi laga-luga.

Gerisinde kötü niyet var, zulüm var.

-Eşitlik eşit insanlar arasında olur.

Bu sözün sahibi, şu anda Türkiye'de "Ayrımcı bir baro başkanı" profili çiziyor.

Bu profil, Türkiye'ye yakışmıyor.

Baroya yakışmıyor.

Hele İstanbul Barosu'na hiç yakışmıyor.

http://www.vekil.net/forum/guncel-haberler/meslek-lisesi-mezunlari-rahatladi-yok-katsayi-uygulamasini-kaldirdi/?action=post;num_replies=6
#1979
Genç Türkiye Cumhuriyeti Kürtler'i nasıl görüyordu?Bugün gelinen noktaya nereden gelindiğini göstermesi açısından 1930 Ağrı İsyanı'ndan sonra Cumhuriyet Gazetesi'nde yazanlara göz atmakta fayda var.

O yıllarda Mahmut Esat Bozkurt -ki kendisi Cumhuriyet'in ilk Adliye Vekili'dir- "Çiğ eti bulgurla karıştırıp yiyen Kürtler'in Afrika yamyamlarından farkı yok" demişti.

Benzeri sözleri Cumhuriyet yazarı Yusuf Mazhar 1930 Ağrı İsyanı'nın bastırılmasının akabinde bölgeye yaptığı geziden sonra gazetesine yazmıştı.

İşte o yazıdan ibret-i alem için bir bölümü aşağıya alıntılıyorum ki, Kürt meselesi konusunda nereden nereye gelindiğini görelim anlayalım, bu sorunun çözümünü istemeyenlerin ne menem adamlar olduklarını öğrenelim.

Yusuf Mazhar, 1930 yılında Cumhuriyet Gazetesi'nde Kürtler için şunları yazıyor:

"Bunlar tarihin şehadeti ile sabittir ki, Amerika'nın kırmızı derililerinden fazla kabiliyetli oldukları halde ziyadesiyle hunhar ve gaddardırlar. Dessas ve bedevi hislerden, medeni temayüllerden tamamıyla mahrumdurlar.

Bunlar asırlardan beri ırkımızın başına bela kesilmişlerdir...

Ruslar'ın idaresi altında bir kısım insani ve medeni haklardan mahrum tutularak dağlardan inmelerine müsaade olunmayan bu mahlûkat hakikaten medeni haklardan istifadeye şayan değildir. Siyasi ve medeni teşkilata istinat eden buradaki Türk köylüleri hükümet ve idare nüfusunun zaafa uğraması üzerine başkaldıran vahşi Kürt aşiretlerinin önünden ya kaçmışlar yahut Kürtleşmişler, yalnız köylerinin isimlerini bırakmışlar.

Bunlar ayrık otu gibi sardıkları toprakta intişar eder fakat bastıkları yere zarar verir mahlûklardır.

Birçok yerlere hastalık sirayet eder gibi sonradan yerleşmiş ve asli ahalisini aşiret teşkilatındaki kuvvet sayesinde körletmişlerdir. Bu Kürtler zahireyi değirmende öğütmeyi bilmezler.

Bunlarda istiklal ve hürriyet hisleri temelinden meskût, ruhları izzeti nefisten mütecerriddir.

Bana bu sözleri söyleyen Kürt delikanlısı buralar Ruslar'ın işgaline uğrayınca hicret ederek 14 yaşından 19 yaşına kadar Gaziantep'te yaşamış olduğu cihetle biraz insanı andırıyordu. Yoksa bunlar meramlarını maksatlarını en basit mantıki kıyaslarla yahut en adi misallerle ifadeye kadir değildirler.

Bu Kürt kitlesindeki karanlık ruhu kaba hissiyatı hunhar temayülatı kırmak mümkün olmadığına kâniyim.

Bunu uzun bir tekâmülden beklemek bunların zaman zaman böyle isyanlar çıkararak yahut memlekette asayişi bozarak veyahut hırsızlık ederek hükümetin daima meşgul olmasına halkın mütemadiyen mutarrız olmasına sebep olur."

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/75464-kurt-meselesinde-nereden-nereye-makalesi.aspx
#1980
"Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir başbakan, Kürtler'in meşru temsilcisi ile kafa kafaya verip, bu sorunu nasıl çözeriz diye konuşuyor. Hasımlığın yerini işbirliği isteği alıyor."

Bu cümlede yanlış olan nedir sorusunu sorsam, öyle sanıyorum ki, birçoğunuz pek bir yanlış görmeyecektir.

Ama gelin bir de şu sorular açısından bakalım bu cümleye:

-Başbakan Kürtler'in temsilcisi ile görüştüğüne göre, hele bu görüşmeyi AK Parti Genel Başkanı sıfatıyla yaptığına göre kimlerin temsilcisi olmaktadır?
-Başbakan'ın genel başkanı olduğu partideki Kürt milletvekilleri ve bu partiye verilen Kürt oyları kimi temsil etmektedir?
-DTP, "Kürtler'in meşru temsilcisi" sıfatına layık görüldüğüne göre "Türkler'in meşru temsilcisi" hangi parti olmaktadır?
-Türkiye'de hangi oranda oy almak bir siyasi partiye, o grubun bütününü temsil hakkı vermektedir?

Türkiye'nin siyasi hayatı için bu sorular sorulabilir mi? Bu sorulardan bir çıkış imkânı var mı?

Böyle sorular sorulabildiği takdirde "Sünniler'in, Aleviler'in, Lazlar'ın, Çerkezler'in, Boşnaklar'ın..." yani her türlü etnik, dini, mezhebi kimliğin bir siyasi partisinin olması düşünülmeli değil midir?

Yukarıdaki cümle, Gülay Göktürk'ün, benim "Kürt sorunu: Asker, CHP, İslam" başlıklı yazımı eleştirdiği dünkü yazısında yer aldı.

Şimdilerde bu cümleler rahat kuruluyor. Türkiye'de, ucunun nereye varacağı pek irdelenmeden kuruluyor, çünkü zihni bir evrilme yaşıyoruz.

Ben, işin her gün biraz daha çok etnik zemine kaymasından endişe ediyorum Gülay Hanım, bunu "fiktif endişe" olarak niteliyor ve "statükonun aynen devamını savunanların değirmenine su taşıma tehlikesi"ne karşı beni uyarıyor.

Bu, "değirmene su taşıma" sözlerini sevmiyorum. Ben, kendime ait özgün düşüncelerimi on yıllardır seslendiriyorum, neden bir başkasının değirmenine su taşımış olacağım ki?

Ben sadece Kürt meselesinde değil, Türklük, Araplık vs. etrafında da bir etnisite vurgusuna karşı çıkarak geliyorum. Bunun, İslam coğrafyasına yönelik emperyalist politikaların bir uzantısı olduğunu ifade ediyorum. Bu politikaların bugün de sürmekte olduğunu, Türkiye'de "Kürt azınlık-Alevi azınlık" üretme çabalarının AB ilerleme raporlarına girmesinin safiyane olmadığını düşünüyorum. Aynı AB ve AİHM dünyasında (Gülay Hanım'ın da defalarca eleştirdiği bir olgu olarak) Türkiye'deki başörtüsü yasağı karşısında baskıcı uygulamalara meşruiyet sağlanırken...

Gülay Göktürk diyor ki:

"Aslına bakarsanız, sorun daha en başından bu yana zaten etnik zeminde cereyan etmekteydi. Hem PKK hem de devlet tam olarak etnik siyaset yapmaktaydılar ama bu etnik siyaseti şiddet yoluyla yapmaktaydılar."

Evet, ben de devletin ve PKK'nın etnik siyaset uyguladığını ve Türkiye'yi bugünkü açmazın içine birbirini besleyen bu politikaların getirdiğini ifade ediyorum. Anlaşılan Gülay Hanım bunu, yaşanması kaçınılmaz olan bir süreç olarak görüyor, ben "bu coğrafyada bu emperyalist hesabı bozacak bir başka ihtimal olmalı" diyorum. Hatta Türkler'le Kürtler'in, Anadolu coğrafyasındaki kaynaşmışlığını bunu sağlayacak olan sağlam bir potansiyel olarak görüyorum.

Ya da "Görüyordum" demem lazım.

Çünkü önceki yazımda da yazdım "Devlet ve PKK, Türkler'i ve Kürtler'i döve döve, etnik bilinç zeminine sürüklediler."

Bunu yaparken hem devlet hem PKK, iki toplumun en temel ortak paydası olan İslami kimliği zaafa uğrattılar.

Bu yaklaşımı ben de ısrarla ifade ettim ama ben bunu bir Kürt bilgesi olan, Şeyh Said'in torunu Abdülmelik Fırat'ın söylemesini önemserim.

Şimdilerde DTP'nin "Kürt temsilciliği" kayda geçirildi, Öcalan'ın temsilciliğine de zihnen hazırlanıyoruz. Çünkü "İslamsız Kürt" diye bir proje de var. Ve Öcalan ve DTP'ye verilecek temsil yetkisi, bu süreci beslemiş oluyor.

Burada belki birkaç hususu daha, cümleler halinde ifade etmeliyim:

-Ben, adeta mütearife haline gelmiş olmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti'nin "Sünni-Türk-Hanefi" şablonu içinde oluştuğu kanaatinde değilim. Belki Cumhuriyet'in derin bilincinde böyle bir şey olabilir ama bunun, sistemin somutlaşmasında, "Sünni İslam"ı kontrol niteliğine büründüğünü düşünüyorum.
-TC'nin ideolojik söyleminde Türklük vurgusu hakim olmasına rağmen, Türkler'de yaygın anlamda bir etnik bilinç oluştuğunu düşünmüyorum. Kürtler'in çoğunluğu da aynı durumdadır. "Türklük vurgusu" TC söz konusu olduğunda devlet mantığında yer almış, Kürt cenahında karşıtını da PKK hareketi oluşturmuştur.
-Ben Amerika ve AB'nin ya da global strateji oluşturan tüm güç odaklarının, Türkiye ve İslam coğrafyası söz konusu olduğunda, safiyane projeler sunacaklarını düşünmüyorum. Ancak, çıkarlarının gerektirdiğini yaparlar, siz de toplam gücünüz oranında kendi çıkarlarınızı korursunuz. İslam coğrafyası ise hâlâ manipülasyonlara açık bir alandır.
-Dünya entegrasyona gidiyor, bu coğrafyada da aykırı şeyler olmaz şeklindeki yaklaşımları, bu coğrafyada oynanan oyunlara baktığımda biraz safiyane buluyorum. Mesela, "Kuzey Iraklı Kürtler'in Türkiye ile birleşme hayalleri kurduğu" yaklaşımı güzel bir hayal gibi geliyor bana.

Neyse...

Bu konuda çok şey yazılabilir. Yazacağız.

Gülay Hanım, benim "İslam ortak paydası"na ilişkin değerlendirmeme ve çağrılarıma da eleştirel bakıyor. Ancak, bu konudaki görüşlerini sonraki yazısına bıraktığı için ben de düşüncelerimi ondan sonra yazmak isterim. Burada, Askere ve CHP'ye İslam ortak paydasını hatırlatmanın, Türkiye trajikomiğinin tipik bir göstergesi olduğunu hatırlatmak ve bu konuda birçok şeyin vuzuha kavuşturulması gerektiğini not etmekle yetiniyorum.

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/75765-etnisiteyi-derinlestire-derinlestire-makalesi.aspx