Haberler:

Hukuk Forumumuza Hoşgeldiniz

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#2081
1   Prof.Dr. Abuzer KENDİGELEN 
2   Prof.Dr. Adem SÖZÜER 
3   Prof.Dr. Arslan KAYA 
4   Prof.Dr. Aydın GÜLAN 
5   Prof.Dr. Ayşe Nur TÜTÜNCÜ 
6   Prof.Dr. Cemal ŞANLI 
7   Prof.Dr. Diler TAMER 
8   Prof.Dr. Esra EKMEKCİ ÇALICIOĞLU 
9   Prof.Dr. Fatih S. MAHMUTOĞLU 
10   Prof.Dr. Fehmi ÜLGENER 
11   Prof.Dr. Fevzi ŞAHLANAN 
12   Prof.Dr. Füsun SOKULLU-AKINCI 
13   Prof.Dr. G.Sermet AKMAN 
14   Prof.Dr. Günseli ÖZTEKİN GELGEL 
15   Prof.Dr. Haluk BURCUOĞLU 
16   Prof.Dr. Hasan ERMAN 
17   Prof.Dr. Mehmet HELVACI 
18   Prof.Dr. Nevhis DEREN YILDIRIM 
19   Prof.Dr. Oktay UYGUN 
20   Prof.Dr. Saibe OKTAY ÖZDEMİR 
21   Prof.Dr. Semih GEMALMAZ 
22   Prof.Dr. Tufan ÖĞÜZ 
23   Prof.Dr. Yasemin IŞIKTAÇ 
24   Prof.Dr. İlhan HELVACI 
25   Prof.Dr. İnci KANER 
26   Prof.Dr. Zehreddin ASLAN 
27   Prof.Dr. Ömer EKMEKÇİ 
28   Prof.Dr. Ömer TEOMAN 
29   Doç.Dr. Abdürrahim KARSLI 
30   Doç.Dr. B.Bahadır ERDEM 
31   Doç.Dr. Baki İlkay ENGİN 
32   Doç.Dr. Emine YAZICIOĞLU 
33   Doç.Dr. Füsun NOMER ERTAN 
34   Doç.Dr. Gülçin Elçin GRASSINGER 
35   Doç.Dr. Gülsevil ALPAGUT 
36   Doç.Dr. Halil AKKANAT 
37   Doç.Dr. Haluk Nami NOMER 
38   Doç.Dr. Havva KARAGÖZ 
39   Doç.Dr. Kahraman BERK 
40   Doç.Dr. M.Tevfik ÖZCAN 
41   Doç.Dr. Mahmut KAŞIKÇI 
42   Doç.Dr. Murat YANIK 
43   Doç.Dr. Mustafa AKSU 
44   Doç.Dr. Osman Korkut KANADOĞLU 
45   Doç.Dr. Suat SARI 
46   Doç.Dr. Timuçin MUŞUL 
47   Doç.Dr. Zehra ŞEKER ÖĞÜZ 
48   Yard.Doç.Dr. Azra ARKAN 
49   Yard.Doç.Dr. Barış ERMAN 
50   Yard.Doç.Dr. Başak Zeynep BAYSAL ERMAN 
51   Yard.Doç.Dr. Cihan OSMANAĞAOĞLU 
52   Yard.Doç.Dr. Emrehan İnal 
53   Yard.Doç.Dr. Faruk Kerem GİRAY 
54   Yard.Doç.Dr. Galip Engin ŞİMŞEK 
55   Yard.Doç.Dr. Hüseyin Özcan 
56   Yard.Doç.Dr. Mehmet Serkan ERGÜNE 
57   Yard.Doç.Dr. Nihat GÜMAN 
58   Yard.Doç.Dr. Seda ÖZMUMCU 
59   Yard.Doç.Dr. Sevtap METİN 
60   Yard.Doç.Dr. İnci ATAMAN FİGANMEŞE 
61   Yard.Doç.Dr. Zafer Ertunç ŞİRİN 

http://www.istanbul.edu.tr/hukuk/ogretim_elemanlari.php
#2082
TARİHÇE

1877'de Osmanlı Meclis-i Mebusan'ında iyi yargıç yetiştirilmesi için daha iyi bir eğitimin verilmesi ve yeni bir hukuk mektebi kuruluşu tartışıldı. Adı Mekteb-i Hukuk-i Sultani olan bu okul 1878'de kapatılarak, bunun yerine yeni bir Hukuk Mektebi düşünüldü. 17 Haziran 1880'de(5 Haziran 1926) Adliye Nezareti bahçesinde faaliyet gösterecek Mekteb-i Hukuk öğretime başladı. Bunun programı Batılı örneklerine yakın ve daha gelişmişti. Sırasıyla bu iki okul, fakültemizin esasını oluşturmuştur. II.Abdülhamid'in tahta çıkışının 25. yılı olan 1 Eylül 1900'de, Darülfünun'u Şahane açıldı. Mekteb-i Hukuk bunun içinde bir şube (Fakülte) haline getirildi. 20 Nisan 1912 tarihli Nizamname ile de bu kurum, İstanbul Darülfünun'u adını aldı. Tüzel kişilik kazanması ve bilimsel özerkliği elde etmesi, 11 Ekim 1919 tarihindedir. 21 Nisan 1924 tarihli Kanunu takiben, 11 Ekim 1919 tarihli nizamname yeniden değiştirilerek tüzel kişiliği tekrar düzenlendi. 7 Ekim 1925 tarihli İstanbul Darülfünun'u Talimatnamesi ile de bilimsel ve idari özerklik benimsendi.

31 Temmuz 1933 tarihinde, 2252 sayılı kanunla Darülfünun ilga edildi ve İstanbul Üniversitesi olarak yeniden örgütlenildi. Bu düzenleme İsviçreli Prof.Dr.Albert Malche'nin 29 Mayıs 1932 tarihli raporuna dayanılarak yapıldı. Darülfünun'dan Üniversite'ye ilerleyen süreçte her aşamada batılı öğretim üyelerine rastlamaktayız. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde 1933'den beri batılı profesörlerin çalıştığı görülür. Batılı öğretim üyelerinin en etkili katkısı, 1933 reformu sonrasında Almanya'dan Nazi zulmü nedeniyle kaçmak zorunda kalan profesörlerin Üniversitemize ve Fakültemize katılmalarında gözlemlenebilir.

Bu tarihçenin tümüne baktığımızda, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin mirası 1453'e kadar götürülebilir. Zira, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Cumhuriyet'in ilanı öncesinde hukuk eğitimine ait bütün gelişme ve yenilikleri kendi bünyesinde toplamış ve bütünleştirmiştir. Tanzimat sonrası gelişmeler, daima batı standartında bir fakülte olma yönündedir. Günümüzdeki fakültemizin öğretim programı ve hedefleri, büyük ölçüde 1933 Reformunun ilkelerine dayanmaktadır. Bu ilkeler de,Atatürk ilke ve devrimleri ışığında hukuk eğitiminin demokratik, laik ve hukuk devleti esasına dayanan bir eğitim olmasının koşullarını sağlamaktadır.

http://www.istanbul.edu.tr/hukuk/tarihce.htm
#2083
Çin'in kuzeybatı topraklarını oluşturan ve Uygur Türklerinin tarihî ana vatanı olan Doğu Türkistan'da meydana gelen protesto eylemlerini çok kanlı ve acımasızca bastıran Çin hükümetine karşı AK Parti hükümetinin verdiği tepkiler içeride ve dışarıda ciddi bir tartışma yarattı. 

Batı basını Türkiye'nin Uygurlara yakın ilgi göstermesini ve Başbakan Erdoğan'ın konuyu G–8 gibi uluslararası platformlara taşımasını pan-Türkist bir perspektif ve diaspora etkisi olarak yorumluyor. Konu Türk iç siyasetinde de ciddi bir ayrışma noktası haline gelmiş durumda. İdeolojik olarak Türkiye'de milliyetçiliğin sözcüsü konumundaki MHP'nin genel başkanı Bahçeli, Başbakan Erdoğan'ın Gazze çatışması sırasında Filistinlilere gösterdiği ilgiyi Urumçi'deki olaylara göstermediğini iddia ederek Erdoğan'ı yeterince milliyetçi olmamak ve hatta üstü örtülü biçimde İslamcı olmakla itham etti ve Başbakan'ı Çin'e de "one minute" demeye davet etti. CHP Genel Başkan Yardımcısı Öymen ise Başbakan'ın Çin'e yönelik sert açıklamalarını "ölçüyü kaçırmak" olarak niteledi. Türk medyası ise konuya daha çok Uygur diasporasına dayanarak oldukça geniş bir yer ayırdı. Ancak medyadaki kalemler söz konusu Çin olunca oldukça ihtiyatlı ve çekingen bir dil kullanmayı tercih ettiler. Yazarlar arasında Erdoğan'ı duygusallık ve hamaset edebiyatı yapmakla suçlayanlar dahi var. Hatta önde gelen dış politika yazarlarından biri olan Cengiz Çandar, Davutoğlu'nun Stratejik Derinlik kitabını referans gösterip Doğu Türkistan'ın Çin'in stratejik derinliği içinde değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatıyor Erdoğan'a. Bazıları ise İran'daki demokrasi taleplerini görmezden gelip Çin konusunda duyarlı olmayı dış politikada normatif ilkelere bağlılık konusunda hükümeti tutarsızlık ve çifte standartlı davranmakla suçluyor. İşin özeti şu: Türk toplumu olarak başta bölgenin ismi konusunda (Sincan mı, Şincian mı yoksa Doğu Türkistan mı) olmak üzere Uygur Türklerinin yaşadığı sorunlar ve bunların çözümünde Türkiye'nin nasıl bir politika izlemesi gerektiği konusunda ciddi bir kafa karışıklığı yaşıyoruz.

Doğu Türkistan kültürel hinterlandımızdır

Peki, Çin resmî rakamlarına göre 184, Uygur kaynaklarına göre en az 500 kişinin öldüğü Urumçi olaylarına biz Türkler nasıl bakmalıyız? Öncelikle en çok ihtiyacımız olan şey, bölgeye yönelik tarihî ve sosyolojik bilgidir. Uygurlar en az bizim kadar Türk'tür ve Türklük dünyasının en doğu sınırını temsil etmektedir. Tarihsel ve coğrafî olarak aramızdaki mesafeye rağmen dilleri ve kültürleri bize oldukça yakındır. Burada yaşayanlar da Türkiye'yi her zaman kendileri için son sığınak ve kendi davalarının da destekçisi olarak görmektedirler. İlginçtir ki, Anadolu'da Osmanlı İmparatorluğu'nun bakiyesi üzerinde Türk ulus devletini kuran Atatürk dahi ülkenin tüm zor şartlarına rağmen Doğu Türkistanlılara karşı insani ve siyasi ilgisini esirgememiştir. Örneğin 1930'larda Atatürk Doğu Türkistan'dan Türkiye'ye öğrenciler davet etmiştir. Bunlardan birisi de Mehmet Rıza Bekin'dir. Kendisi harp okulundan mezun olduktan sonra Türk ordusunda generalliğe kadar yükselmiştir. Emekliliğinden sonra ise Doğu Türkistan Vakfı'nın başına geçerek hizmet etmiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında bağımsız bir devlet kuran Doğu Türkistanlıların liderlerinden İsa Yusuf Alptekin dahi 1949'da Mao'nun Komünist güçlerine yenilmesinden sonra soluğu Anadolu'da almış ve ölene kadar ülkemizde davasına hizmet etmiştir. 1990'lardan itibaren dünyada giderek güçlenen Çin'in baskısı nedeniyle Türkiye, Uygur Türklerine karşı olumsuz tavır almıştır. Uygur Türklerinin Türkiye'deki faaliyetleri devam etse de, bugün asıl faaliyet merkezleri ağırlıklı olarak Almanya (Berlin) ve Washington'dur.

Şurası kesin ki, Urumçi olayları son yıllarda bölgesinde ve dünyadaki ağırlığı ve etkinliği giderek artan Türkiye'ye ve bu arada Türk entelektüellerine Türkiye'nin kültürel hinterlandını ve siyasi etkileşim alanını yeniden hatırlattı. Dahası 1990'larda Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar uzandığı varsayılan bu hinterlandın aslında Çin Seddi'nin ötesine de uzandığını Özal'ın ölümünden 16 yıl sonra ancak anlayabildik. Bu şunu gösteriyor. Soğuk Savaş şartları Türk insanının ve Türk aydınının zihin dünyasını o kadar daraltmış ki, komünist heyulasını görme korkusuyla yüzümüzü ülkemizin kuzeydoğusuna doğru çeviremez hale gelmişiz. Ufkumuz Anadolu'ya hapsolmuş. Tarihsel hafızamız zayıflamış. Bugünden geçmişe baktığımız zaman, Soğuk Savaş ve Batı merkezli Türk dış politikasının 1945 sonrasında bizim ülke olarak güvenliğimizi sağlamakla birlikte, dış politikadaki düşünce ufkumuza ve tahayyül gücümüze önemli bir darbe vurduğu söylenebilir.

Dış politika ufkumuz genişliyor

1990 sonrasında çevremizde meydana gelen her olay (Bosna, Karabağ, Çeçenistan, Irak vb.) bizim içe dönük ve dünya ile ilgilenmekten korkan Soğuk Savaş mantalitemizi değiştirdi, Derrida'nın kavramıyla yapıbozuma uğrattı. Şimdi dünyadaki yerimizi, devlet kimliğimizi, olaylara bakışımızı yeniden tanımlıyoruz. Dünyayı tanıyoruz, çevremizi yakından izliyoruz. Ekonomik olarak da politik olarak da kendimize daha çok güvenmeye başladık. İnanılmaz bir girişimci gücümüz var. İçeride özgürlüklerimizi genişlettik, demokrasimiz gelişiyor. Kürt sorunu gibi tabu konularımızı artık konuşabiliyoruz. Türkiye'de hukuk devletinin temelleri güçleniyor. Bunlar şunun için önemlidir. İçeride özgürlük alanı genişledikçe, dış politikada manevra alanınız genişler ve uluslararası sistemden bağımsız davranma imkânınız artar. 1990'larda Uygurlara karşı Çin baskısına direnemeyişimizin nedeni, ekonomik zorluklarıve özellikle de derinleşen Kürt sorunuydu. Yani evimizin duvarları camdan iken, kırılganlıklarımız fazlayken, Çin'in etnik gruplara yönelik baskılarını eleştiremezdik. Bugün Başbakan Erdoğan, Gazze patlak verdiğinde İsrail'i; Urumçi söz konusu olduğunda Çin'i eleştirebiliyorsa bunun nedeni, kendi iç sorunlarını demokrasi ve hukuk devleti çerçevesinde çözebilme iradesini göstermesi ve AK Parti'nin reformcu kimliğidir.

Sonuç olarak biz Türkiye olarak Uygurların yaşadığı trajediye sessiz ve ilgisiz kalamayız. BM Güvenlik Konseyi'nde temsil edilen ve küresel aktörlüğe soyunan Türkiye, Darfur'la da Kerkük'le de ve Doğu Türkistan'daki gelişmelerle de yakından ilgilenmelidir. Hatta yanlış anlaşılmayı ve bunun getireceği riskleri de göze alarak, demokrasi, özgürlük ve insan hakları gibi çağdaş evrensel değerler temelinde Çin'e karşı yapıcı eleştirilerimizi her platformda açık yüreklilikle dile getirmeliyiz. Zira bu değerler insanî değerlerdir ve eğer 11 Eylül sonrasında Müslümanlara karşı vicdanları tamamen körelmediyse, mutlaka Batı'dan da destek bulacaktır. Türkiye'de hükümetin Çin'e yönelik çıkışını aşırı bulanlar neden korkuyor? Amaç yalnızca ekonomik çıkarlarımızı korumak mı? Yoksa Mahir Kaynak'ın haklı olarak sorduğu gibi, yeni dünya düzeninde Türkiye'nin ABD'ye karşı Çin ile birlikte mi hareket etmesini umuyorlar? Eğer böyle değilse, Türkiye'nin aydınları ve siyasî elitleri Uygurların en temel insanî talepleri olan dillerini, dinlerini ve kimliklerini daha özgürce yaşama davasına destek olmalıdırlar. Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun Çinli meslektaşıyla yaptığı son telefon görüşmesi ve burada dile getirdiği Türkiye'nin pozisyonu ahlakî ve siyasî açıdan son derece uygundur ve sürdürülmelidir.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=869120&title=yorum-birol-akgun-insan-haklari-ve-diplomasi-turkiyenin-uygur-politikasi
#2084
Dünya Uygur Kongresi lideri Rabia Kadir, Türk halkının Uygur Türklerine sahip çıkmasından ve Erdoğan'ın olayları soykırım diye nitelendirmesinden duyduğu memnuniyeti dile getirdi.

ABD'de sürgünde yaşayan, Uygur Türklerinin "Ana"sı 62 yaşındaki Rabia Kadir, AA muhabirine, Uygur Türklerinin geçmişten bugüne yaşadığı olayları, çözüm yollarını, kendisinin cezaevinde yaşadıklarını ve lider konumuna nasıl geldiğini anlattı.

Bütün Uygur Türklerinin ve kendisinin yaşamının trajedilerle dolu olduğunu söyleyen Kadir, kendisinden önce de Mesut Sabir, Mehmet Emin Buğra ve İsa Yusuf Alptekin gibi kişilerin Uygur Türklerinin geleceği için mücadele ederek hayatını kaybettiğini ifade etti.

Kadir, daha önceden dünya basınına seslerini yeteri kadar duyuramadıklarını belirterek, "Bizim mücadelemiz, şimdi dünya basınına taşınmıştır. Bu sefer geleceğimize ümitle bakıyoruz. Bütün Türk halkı, ataları aynı olan Doğu Türkistanlı kardeşlerini bağrına bastı. Bunun için çok minnettarım ve ben bu trajedinin zaferle biteceğine inanıyorum. İnşallah bu sefer bütün dünyanın ve Türk halkının desteğiyle biz bu işin sonuna çıkacağız" diye konuştu.

Kadir, "Doğu Türkistan Cumhuriyeti'nin kurulduğu zamanki Ahmet Can Kasım ve İlhan Töre gibi liderlerin büyük bir suikasta uğrayarak öldürüldüğü için 40 yıldır lidersiz kaldıklarından" bahsettiklerini bir röportajda söylediğini belirterek, şöyle konuştu:

"Liderlerimiz sürekli öldürüldüğü için oradaki insanları ve dışarıdaki Türkleri bir araya toplayıp sesimizi bütün dünyaya duyuran bir kişi çıkamamıştır. Liderlerimiz çıkmışsa da Türkiye ile sınırlı kalmıştır. Bütün dünyanın desteğine ulaşamadık. Maalesef bütün dünya, Uygur Türklerinin Doğu Türkistan'da dökülen kanlarıyla bizi tanımaya başladı. Bütün dünya halkı şimdi 'Uygur Türklerinin liderleri kimdir' diye sormaya başladı. İsa Yusuf Alptekin gibi liderlerimiz döneminde bu soru sorulmamıştı. Liderlerimiz, Türkiye'deki Türklerin desteğini almışsa da maalesef bütün dünyanın desteğine erişemedi. Şimdi bu dökülen kanlarla ben kendimi bu pozisyonda bulmuş bulunmaktayım. Ben, tarihimize cevap vermek için değil, şu anda vatanımızda dökülen kanlara cevap vermek için çıktım. Gerek İsa Yusuf Alptekin gerekse Mehmet Emin Buğra... Hepimiz Uygur Türklerinin hürriyeti için hizmet verdik, vermekteyiz. Şimdi her gün vatanımızdan gelen haberlerle ağlıyoruz. Bütün Türk kardeşlerimizin, İsa Yusuf Alptekin gibi beni de aynı Uygur Tüklerinin sesi olarak kabul etmesini istiyorum."

-"TÜRK KARDEŞLERİMİZ BİZE SAHİP ÇIKTI, GÖNLÜM RAHAT"-

Geçmişte de bu tür olaylarla karşılaştığını söyleyen Kadir, şöyle devam etti:

"Hayatımda bu tür katliamlarla en az 10 kez karşılaştım. Çinliler 1951-1954 yılları arasında yaklaşık 60 bin aydın ve tarihçimizi katlettiler. Bunlar arasında Özbek, Kırgız, Kazak kardeşlerimiz de vardı. Onlar bağımsızlıklarını ilan ettikten sonra, onlara dokunamadıkları için hedef Uygur Türkleri oldu. 1997 yılında Gulca, 1990 yılında Barın vakası ve 1987 yılındaki olaylarda aynıdır. Katliamlarda yüz binlerce insan öldü. Bu sefer özellikle Türk halkı sesimizi duyup bize destek verdi. Kendi menfaatlerini bir kenara bırakarak, bize destek verdikleri için teşekkür edecek söz bulamıyorum. İnşallah Türk kardeşlerimiz bize destek oldukları için bir şey kaybetmez. Uygur Türkleri orada ölüyor, işkence çekiyor ama gönlümde bir rahatlık var, Türk kardeşlerimiz bize sahip çıktı. Bu yüzden kendimi çok mutlu hissediyorum."

"Çin'de Türk olmakla başka bir millet olmak arasında çok büyük fark olduğunu" ifade eden Kadir, "Biz Türk olduğumuz için Çin'in önünde 'pantürkist' olarak nitelendiriliyoruz. Bütün Uygur Türkleri bu lakap altında cezalandırılıyordu. 11 Eylül saldırılarından sonra da Müslüman olduğumuz için terörist-dinci gibi lakaplar eklendi. Bizim Türk ve Müslüman olmamız Çin'in işine gelmiştir. Yıllarca bu yüzden bize işkence ettiler" dedi.

-"LİDER OLMAYI BEN PLANLAMADIM"-

Rabia Kadir, Uygur Türklerinin lideri olmayı kendisinin planlamadığını kaydederek, "Orada yaşayan bütün Uygur Türkleri gibi vatanına ve milletine olan sadakatından dolayı onlarla birlikte mücadele verdiğini ve nasıl bu konuma geldiğini kendisinin bilmediğini" ifade etti.

Kadir, "Milletime olan sevgim için hayat boyu mücadele verdim ve kendimi burada buldum. Hatta ben Uygurlara lider aramıştım, fakat bu süre içerisinde halkım beni bu konuma getirdi" dedi.

Çin'de tutuklanarak 6 yıl hapiste kaldığını hatırlatan Kadir, yaşadığı günleri şöyle anlattı:

"Çin parlamentosunun üyesiydim. Bu pozisyonda Çin hükümetinin kanunları içerisinde kendi halkımın sesini duyurmaya çalıştım. Çin hükümetine karşı hiçbir yanlış yapmadım. Halkımın sesini duyurdum. 'Barış içinde beraberce yaşayalım' dedim. Benim suçum 'neden, niçin, niye' diye sormaktı. 'Uygur Türkleri size her şeyini verdi, daha ne istiyorsunuz, bizi rahat bırakın' dedim. 'Halkım, barış ve huzur içinde yaşamak istiyor' dedim. 'Bizim dinimize dokunmayın, ramazanda oruç tutabilelim, namaz kılabilelim, bizi rahat bırakın' dedim. Bunun gibi bir sürü sorunlarımızı söyledim. 1997 yılındaki Gulca olayının bütün gerçeklerini ortaya çıkardım. Olayla ilgili gerçekleri toplayarak Amerika'daki delegasyona sunmak için gideceğim sırada Çin hükümeti beni tutukladı. 2 sene karanlık zindanda kaldım. 6 sene içinde başkalarıyla konuşmam, kitap okumam ve yazma haklarım çiğnendi. Gülme hakkım bile elimden alındı. Uygur Türklerini önüme getirip işkence yaparak, 'hadi bunları kurtar' dediler. Şu anda da benim bütün maddi varlığım elimden alınmış durumda, sadece geçinebiliyorum, karnım doyuyor."

-"KENDİ GELECEĞİMİZİ KENDİMİZ ÇİZMEK İSTİYORUZ"-

Rabia Kadir, Urumçi'de meydana gelen son olaylarda Çin hükümetinin ölü sayısını 186 olarak duyurduğunu belirterek, şunları kaydetti:

"Bizim kendi kaynaklarımıza göre bu sayı bundan kat kat fazla. Yaralıların sayısı da söylenenden çok fazla. Yaralıların çoğu direk hapse götürüldüğü için net bir sayı verilmemekte. Tutuklu sayısını 1500 söylediler. Biz buna da inanmıyoruz. Çinliler, Uygur Türklerini sokaklara çıkarıp onlarla güzel pozlar verip bütün dünyaya propaganda yapmaya başladılar.

Türk halkının Sincan Uygur Özerk Bölgesi'ndeki Uygur Türklerine sahip çıkmasına ve özellikle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın ve olayları 'soykırım' diye nitelendirmesinden minnettarım. Türkiye'nin verdiği destekten dolayı Uygur halkının geleceği için daha çok ümitliyim. Türk halkından bu güçlü desteğini devam ettirmesini, hatta tutuklu bulunanların serbest bırakılması için çaba göstermesini istiyoruz. Şu anda okullardaki Uygur ve Çinliler birbirine girmiş durumda. Türk hükümetinden, Çin hükümeti ile bizim aramızda bir diyalog kurulması için yardımcı olmasını ümit ediyoruz.

Önceki gün Amerikan parlamentosundaydım. Orada Uygurlara ilişkin bir kanun çıkarmak için çalıştıklarını bildirdiler. ABD, Japonya, Almanya ve İngiltere de Türkiye'nin gösterdiği destekten dolayı bizim arkamızda. Başbakan Erdoğan'ı göstermiş olduğu cesaretten dolayı tebrik ediyoruz."

Kadir, "Çin hükümeti ile bir masaya oturup konuşabilirsek onların planları nedir bunları öğrendikten sonra daha detaylı konuşabiliriz, ancak kendi geleceğimizi kendimiz çizmek istiyoruz" dedi.

Uygur Türklerinin bir gün mutlaka özgürlüklerine kavuşacaklarına inanmalarını, barış ve sabırla beklemelerini söyleyen Kadir, "Mutlaka o beklenen günün geleceğini ve bunu bütün dünyanın göreceğini" kaydetti.

Kadir, çok kısa süre içinde Türkiye gelmek istediğini, ancak gününü belirlemediklerini de sözlerine ekledi.

http://www.haber7.com/haber/20090712/Rabi-Kaderden-Turkiyeye-tesekkur.php
#2085
Prof. Dr. Ahat Andican, D. Türkistan'daki son olayları değerlendirdi. Andican, "Sovyetler nasıl parçalandıysa, Çin'de baskıcı Komünist yönetimi sürdüremeyip dağılacak." dedi ve ekledi.

UMUT YAVUZ-FARUK ÇAKI'nın röportajı

"Sovyetler Birliği nasıl sanki üçüncü bir dünya savaşı olmuş gibi parçalandı. Adeta kendi iç dinamikleriyle, dışarıdan doğrudan bir müdahale olmadan parçalandı. Çin'de de er veya geç böyle birşey olmak durumundadır. Mao'nun ölümünden itibaren Çin'de büyük bir değişim yaşanıyor; ekonomi liberalleşiyor."

MERKEZ DIŞINDA SERMAYE BİRİKİMİ

"Çin'de şimdi merkezin dışında bir sermaye birikimi gerçekleşiyor. Bir burjuvazi sınıfı ortaya çıkıyor. Sermayenin bir özelliği var, iktidara ortaklık talep eder. Kendini ve geleceğini güvence altına almak için bunu ister. Çin'de de bu olacaktır. Çin bu açmazla bir süre sonra karşı karşıya gelecektir. Rusya'da olduğu gibi."

SSCB NASIL ÇÖZÜLMÜŞTÜ?

"Rusya'da da uluslararası rekabet şartlarını karşılayamayacak bir ekonomik yapılanma olduğu için Gorbaçov Perestroyka ve Glastnost politikalarını gündeme getirmiş ve çözülmeyi başlatmıştı. Çin de uzun vadede kendi iç dinamikleri ve ABD gibi büyük güçlerin dış baskılarıyla mutlaka bu noktaya gelecektir."

Etnik çatışma değil, devlet terörü

Doğu Türkistan'daki son olaylar nasıl başladı?

Çin'in doğu sahillerinde Guang Dong diye bir eyalet var. Bu eyalette Hong Kong ile Çin Devleti'nin ortak olduğu büyük bir oyuncak fabrikasının işçileri arasında bir çatışma oldu. Burada 600 kadar da Uygur işçisi çalışıyor. İki uygur kızına Çinli işçilerin sarkıntılık etmesi ve buna karşı Uygur işçilerin doğal olarak harekete geçmesi sonucu orada bir etnik çatışma ortaya çıkıyor. Orada, iddiaya göre 2 Uygur Türkü ölüyor. Ama Uygur diasporası daha çok Uygur Türkü'nün öldüğünü iddia ediyor. Sonuçta fabrika yönetimi bir karar alıyor. Burada başlangıçta olaylarda ölenler Uygur olmasına rağmen Uygur işçileri suçlu kabul ediliyor. 600 işçi askıya alınıyor, işten çıkarılıyor. Bu olay 30 Haziran'da vuku buluyor. Bunun üzerine ise Temmuz'un ilk günlerinde, işte geçtiğimiz Pazar günü, Urumçi'de Doğu Türkistanlı öğrenciler, bu olayları protesto amacıyla bir gösteri başlatıyor. Başlangıçta 1000 dolaylarında kişiyle başlıyor, sonra daha da büyüyor. Bunun üzerine Çinli paramiliter güçler, polisler olaya müdahale ediyor. Çin Halk Kurtuluş Ordusunun zaten orada üssü var. Buradan tanklarla geliyorlar. Emniyet güçleri tarafından kalabalığın üzerine ateş açılıyor. Resmî rakamlara göre 156, Uygur diasporasına göre 1000'e yakın insan ölüyor. Çin resmî haber ajansı ise şöyle servis yapıyor. Diyor ki; "Uygur Türkleri Çinlilere saldırıyor ve Çinlileri öldürüyor." Nitekim Çin haber ajansının servis yaptığı ilk haberde ölenlerin çoğunun Han Çinlisi olduğu söylendi. Yalandı bu. Sonradan zaten bu haberi de servisten kaldırdılar. Bu olayların başlamasından iki gün sonra bu sefer Han Çinlileri bu haberlerden etkilendiği için bir de galeyana gelip sokaklara dökülüyor. Nerede bulurlarsa bir Uygur Türkü, linç etmek istiyorlar. Bu şekilde olaylar bir süre devam ediyor. Ta ki Çin kuvvetleri Han Çinlilerine de müdahale edene kadar. Yani bu bir kaç gündür olan hadiselerin esas ruhu bu.

Peki yaşanan gerginliğin temel sebebi ne?

Doğu Türkistan dediğimiz Uygur Özerk Bölgesinin tarihsel gelişimi içinde Çinle devamlı bir bağımsızlık mücadelesi vardır. Bu ta 17.yy'dan itibaren başlayan bir süreçtir. Zaman zaman Çin burada hakimiyet ilân ediyor. Buna karşı Doğu Türkistanlılar da bağımsızlık mücadelesi veriyor. Nitekim 1800'lerde bir Yakuphan devleti kuruluyor, Kaşgar merkezli. 15 yıl devam eden ve Osmanlı'ya da tabi olan bir devlet bu. Osmanlı koruyor bu devleti yani. Sonra Çinliler yeniden işgal ediyor. Bunu takiben 1933'te yeniden bir Doğu Türkistan devleti kuruluyor. Sonra yeniden Sovyetlerin etkisiyle Çinliler hakim oluyor. Sonra 1944'te yeniden bir Doğu Türkistan Cumhuriyeti ilân ediliyor, ama 1949 yılında Mao komünistlerinin hakimiyeti ele geçirmesiyle bu da çok kısa süreli bir devlet oluyor. 1955'te ise bölge Uygur Özerk Bölgesi ilân ediliyor. Çinlilerin yönetim anlayışı "Bunlar bir azınlıktır, ama yönetim itibariyle bölge Çin'e aittir. Çin'e bağlı bir bölgedir, bunlar da burada yaşayan bir azınlıktır" şeklinde. Zaten özerk bölge ilânı da kâğıt üzerinde bir özerkliktir. Uluslar arası hukuk bağlamında bir özerklikten söz etmek mümkün değil. Çin'in içinde böyle beş özerk bölge daha var. Bunlarda da durum farklı değil. Buralarda hep Çinliler nüfusun büyük bölümünü oluşturuyor. Bu Çin devletinin politikasının bir sonucu. Aynı politikayı Tibet ve Doğu Türkistan'a da uygulamaya çalışıyor. Bugün sözgelimi Urumçi'de nüfusun yüzde 80'i Han Çinlisi olmuş durumda. Fakat daha önemlisi bölgenin ekonomik açıdan bir ayrımcılığa tabi tutuluyor olmasıdır. Eğitim konusunda çocukların kendi dillerinde eğitim göremiyor olmasıdır. Muhakkak Çince eğitim alma zorunluluğu olmasıdır. Bölgede Uygurların idarî konularda, hukukî alanda neredeyse hiç görev alamamaları... Ayrıca bölgede sanayi yatırımları minimal seviyededir. Çin'in hep başka bölgelerinde çalışmak zorunda kalıyor Uygur Türkleri. Örneğin işte 600 uygur işçisi Guang Dong'ta çalışıyor. Bu Doğu Türkistan'a 4000 km uzak bir yer. Sen fabrikayı oraya kuracağına Doğu Türkistan'a da kurabilirdin. Ama Çin yönetimi öyle yapmıyor. Tıpkı Sovyet yönetiminin sanayi tesislerini Türkî cumhuriyetlere değil de gidip hep Ukrayna, Belarus'a ve Rusya'ya kurması gibi, aynı politikayı Çin komünistleri de uyguluyor. Bütün bunlar tabiî ciddî bir gerginliğe yol açıyor. Bundan dolayı da her bir kaç ayda bir, herhangi ufak bir nedenle dahi olsa, olaylar çıkıyor. İşte Doğu Türkistan'da yaşanan olayların temel sebebi budur özetle.

Peki olaylarda kayıpların bu kadar olmasının esas sorumlusu kim?

Bu olaylarda kayıpların bu kadar olması tamamen Çin Devleti'nin sorumluluğundadır. Biraz da Çin bunu bilerek yapıyor. Yani gösteri yapmakta olan grubun üzerinde devlet olarak ateş açarsan, katliâm yaparsan olay büyür. Ama bunu yapmayıp polisle çevrelersen, güvenliği sağlarsan, onlar da protestolarını yapıp dağılırlar. Demokratik ülkelerde olduğu gibi yani... Olay sıradan bir halk gösterisi olurdu. Ama burada uygulanan tam bir devlet terörü olmuştur.

Peki bu olayların Cumhurbaşkanının ziyaretinden sonra meydana gelmesinin bir anlamı var mı?

Bence bir rastlantı olmuştur. Doğrudan bu ziyaretle alâkası olduğunu düşünmüyorum.

Çin bu olaylara "bizim iç işimizdir" diyor. Bu bizim açımızdan böyle olabilir mi? Ayrıca Çin'in BM'de veto hakkı var. Çin durdurulabilir mi?

Kim durdurabilir?

Şimdi size iki örnek vereceğim. Başbakan yardımcımız "Biz bunu Birleşmiş Milletlere götüreceğiz" dedi. Bir bakanımız da "Biz Çin mallarını boykot edeceğiz" dedi. Sonra danışmanı hemen yalanladı bu açıklamayı. Dedi ki, "Bu bakanımızın şahsî kanaatidir"... Böyle açıklamalar olabilir mi? Böyle birşeyi çıkıp söylüyorsan, bir yere dayanarak söyleyeceksin bir bakan olarak. Böyle keyfe keder açıklama yapamazsın. Sonra çıkıp danışmanın seni yalanlarsa, bunun anlamı nedir? Tam bir siyasî rezalet olmuştur. Bu iki şeyi örnek verişimin sebebi şu: Esas problem Çin'in dünya genelinde çok büyük bir ekonomik ve siyasî güç oluşudur. Bu olaylar başladığından beri batıda ABD başta olmak üzere İKT dahil hiçbir kurum hiçbir beyanatta doğrudan doğruya Çin'i suçlayan, devleti suçlayan, "Sen burada vatandaşın üzerine ateş açtın, devlet terörü yapıyorsun, bunu yapma" şeklinde doğrudan yapılmış hiçbir açıklama yok. "Bu bir etnik çatışmadır" denildi hep. Çin devletine "Çatışan tarafları itidale dâvet et" deniyor. Sanki orada çatışan iki taraf var ve devlet arabuluculuk yapacak. Burada anlayış zaten Çin'in tam da istediği gibidir. Onlar baştan beri etnik çatışma diye servis yaptı. Bizim basın da hep böyle yansıttı olayları. "Sincan'da etnik çatışma" diye verildi hep haberler. Guang Dong'ta olan şey etnik çatışma olabilir, ama Urumçi'deki olaylar etnik çatışma falan değildi. Düpedüz devlet terörü yaşanmıştır orada. İKT ve hatta bizim Başbakanımız bile "orantısız güç" demiştir. Peki bu gücü kullanan kim. Bu hiç telâffuz edilmiyor. Diplomaside satır araları çok önemlidir. Sen burada Çin hükümetini doğrudan muhatap almadığın sürece söylediğin şeyler hep havada kalır. "Sorumluların bulunması" diyorlar. Sorumlu devletin kendisi yahu. Kendi kendini mi yargılayacak yani? Şimdi bu durumda Çin'i durdurmak çok zor. Çin "Bu benim kendi iç meselem" diyor. Ondan sonra dış ülkeler de hepsi zımnî olarak bunun böyle olduğunu kabul ediyor. Hillary Clinton "Olayların ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz" diyor. Halbuki aynı Batı, Andican'daki olaylarda ciddî mânâda tepki vermişti. Bütün diplomatik yolları kullanıp olayları durdurmuştu. Ama aynısını burada yapamıyorlar. Şimdi özetlersek Çin'in bu büyük ekonomik gücü, bu ülkelerin ciddî olarak tepki vermesini engelliyor.

Peki siz devletimizin dış politikasını yönetiyor olsaydınız, ne yapardınız?

Şimdi şunu kabul etmek lâzım. Doğu Türkistan konusunda Türkiye'nin elinde güçlü kartlar yok. İkincisi Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri dış Türk bölgelerinde meydana gelen bu tip olaylarda, hiçbir zaman açık destek verme yoluna gitmemiştir. Dış politika olarak cumhuriyetin ilk yılından beri bu böyledir. "Bu mesele bizim meselemizdir" hiç dememişiz. Hiçbir dönemde bu böyle olmamıştır. Devlet geleneğinde bu yoktur. Bunun tek istisnası Bulgaristan'daki olaylardır. Onda da direkt olarak Bulgar devletine bir yaptırım girişimi olmamıştır, sadece Bulgaristan devletinin baskısı sebebiyle oradan göçen Türkler Türkiye'ye alınmıştır. Yani Türkiye'de böyle bir devlet geleneği yok. Başka bir devletin sınırları içerisindeki Türk gruplarının, Türkiye'de diaspora anlamında faaliyet göstermelerine izin verilmiştir, destek verilmiştir, maddî-manevî olarak ama uluslar arası politika anlamında destek verilmemiştir. Bundan özenle kaçınmıştır Türkiye Cumhuriyeti. Şimdi de aynı şey geçerli. Bu doğru mudur değil midir? Bu bir devlet tercihidir. Ama bu meselede bana göre Türkiye'nin davranışı üç katmanlı olmak zorunda. Bunun bir katmanını Türkiye yapmaktadır. Bu diaspora teşekküllerinin, Kafkaslar için olsun, Balkanlar için olsun, Orta Asya için olsun, Orta Doğu için olsun, hepsi için geçerlidir. Türk milletlerin diasporaları Türkiye içerisinde faaliyet göstermektedir ve desteklenmektedir. Türkiye tarih içinde bunu hep yapagelmiştir. Bizim daha az yaptığımız ikinci katmana gelince, bu grupların organizasyonlarında dış dünyada destek vermek. Meselâ bu gruplardan bir tanesi "devleti olmayan bir teşkilât" kurmuş. Birleşmiş Milletler tarafından da kabul edilmiş. Şimdi buna lojistik destek verilmesi. Dış dünyadaki destekten kastım bu. Bu ikinci katmanı da kısmen yapmışız. Üçüncü katman ise kendi dış politikasında bir kart olarak kullanmaktır. Türkiye bunu yapmamaktadır. Bu kademeyi yapmakta baştan beri bir gelenek oluşmamıştır. Herhangi bir şekilde yapmaya kalktığında ise uluslar arası camiada "ne oluyor kardeşim. Pantürkizm yapıyorsun, panislamizm yapıyorsun" şeklinde tepkiye yol açıyor. Siz eğer kurulduğunuz günden itibaren böyle davrandıysanız bu artık böyle algılanmaya devam eder. Türkiye böyle birşey yapmaya kalksa yer yerinden oynar. Aynı Türkiye 1920'lerden sonra bunu yapagelseydi, her şey daha farklı olabilirdi.

Hiçbir umut ışığı yok mu bu konuda? Acaba Çin de Rusya gibi olur mu ileride?

Reel politika anlamında baktığımız zaman bundan sonraki dönemde böyle bir şey gerçekleşmek durumundadır. Sovyetler Birliği nasıl sanki üçüncü bir dünya savaşı olmuş gibi parçalandı. Adeta kendi iç dinamikleriyle, dışarıdan doğrudan bir müdahale olmadan parçalandı. Sebepleri tartışılır belki, ama sonuçta kendi iç dinamikleridir. Çin'in böyle benzeri bir gelişme göstermesi mümkün müdür? Bence uzun vadede olmak durumunda. Ama ne zaman olur kestiremiyorum. Peki niye olmak zorundadır böyle birşey? Mao'nun ölümünden itibaren Çin'de büyük bir değişim yaşanıyor. Çin'in o dönemden itibaren politikasında ciddî değişiklikler oldu. Yapılan şey şu. Merkezde bir komünist, tek parti yönetimi. Totaliter bir yönetim fakat ekonomide liberalleşme. Yani marksizm doktrinleriyle hiç uyuşmayan, komünizmin ruhuna aykırı bir anlayış. Biliyorsunuz komünizmin temel anlayışı mülkiyetin olmayışıdır. Her şey ortaktır. Mülkiyet bir anlamda hırsızlık olarak kabul edilir. Özel sektör yoktur. Fakat Çin bu değişimi Mao'dan sonra yaşamıştır. Şu anda Komünist yönetimin idarî açıdan tüm unsurları hâlâ geçerlidir. Üniversitelerde rektörün yanında, fabrikalarda müdürün yanında falan hep bir komünist parti sekreteri mevcuttur. Her bölgede valinin yanında bir komünist parti sekreteri vardır, onlar yönetmektedir. Fakat aynı Çin ekonomide kesinlikle liberalleşmeye gitmiştir. Bunu niye anlatıyorum? Dünya tarihini incelerseniz görürsünüz, ülkelerde demokratikleşme ve halkın ön plana çıktığı yapılanmalar, hep bir sermaye birikimi, burjuvazi ile paralel gitmiştir. Sermaye birikimi olmamışsa, eğer sömürgeyse bağımsızlığa yönelik, totaliterse demokratikleşmeye yönelik talepler ortaya çıkmaz. Çünkü sermaye kendisini koruyabilmek için bunu isteyecektir. Osmanlı'da vakıfların kurulma sebeplerinden biri de budur zaten. Şimdi aynı şey bütün ülkelerde de böyledir. Çin'de şimdi merkezin dışında bir sermaye birikimi gerçekleşiyor. Bir burjuvazi sınıfı ortaya çıkıyor. Sermayenin bir özelliği var, iktidara ortaklık talep ediyor. Bunda sermayenin kimde olduğu önemli değildir. Ahmet olmuş, Mehmet olmuş fark etmez. Sermaye iktidara ortak olmak ister. Kendini ve geleceğini güvence altına almak için bunu ister. Çin'de de bu olacaktır. Çin bu açmazla bir süre sonra karşı karşıya gelecektir. Şu anda şöyle veya böyle idare ediyorlar. Ama aynen Rusya'da olduğu gibi.. Rusya'da da uluslar arası rekabet şartlarını karşılayamayacak bir ekonomik yapılanma olduğu için Gorbaçov Perestroyka ve Glastnost politikalarını gündeme getirmiş ve çözülmeyi başlatmıştır. Çin de uzun vadede kendi iç dinamikleri ve ABD gibi büyük güçlerin dış baskılarıyla bu noktaya gelecektir. Ama bunun ne zaman olacağı konusunda birşey söyleme şansımız yok. Ama muhakkak olacaktır.

Rabia Kadir'e vize verilmediğinden Başbakan'ın haberi vardı  

Bu olaylar iç savaşa gider mi?

Hayır iç savaşa gitme şansı yok. Çin Doğu Türkistan'da özellikle çeşitli terör örgütleri olduğu iddiasında ise de, bu kesinlikle gerçeği yansıtmamaktadır. Buradaki halkın böyle bir iç savaşa gidecek bir durumu yoktur. Çin daha önce Taliban kamplarında Sincanlıların eğitildiğini iddia ediyordu. ABD bu kampları bastı topu topu 20 tane Doğu Türkistanlı bulundu. Bunların büyük bölümü Çin vatandaşı bile değil. Çin'in baskısı sebebiyle kaçıp gitmişler Afganistan'a. Terör eğitimi almak için gelmiş de değiller. Nitekim Guantanamo'ya götürülen 20 kadar Uygurlunun hiçbirinin terörist olmadığı anlaşıldı. Sonra ABD bunları verecek ülke bulamadı. Çin böyle dayanaksız iddiaları gündeme getiriyor. Şimdi sorunuza gelecek olursak. Neden bunları anlattım? Kafanızda bir fotoğraf oluşsun diye. Şimdi iç savaş olması için bir gerilla gücü olması lâzım, silâh olması lâzım. Bir örgütlü ve silâhlı gücün olması gerek. Ama bu yok Doğu Türkistan'da. Kendini ellerinde sopalarla korumaya çalışan bir halk var. Ayrıca, ayrılıkçı hareketlerin hiçbiri eğer bir dış güç tarafından desteklenmiyorsa, varlığını devam ettiremez. Dolayısıyla Doğu Türkistan'da böyle bir ihtimal yoktur.

Şimdi bu olaylarla Türkiye'deki bazı bölücü hareketler arasında da bağ kurulmak isteniyor, siz ne diyorsunuz?

Tabiî bu önümüze getirilecektir. Gayet normaldir. Rusya'nın Çeçenistan sorunu gündeme geldiğinde de, Rusya PKK konusunu gündeme getirmiştir. O zaman dönüp Türkiye'ye "Senin memleketinde de ayrılıkçı hareketler var, sen niye onlara izin vermiyorsun" denilecektir. Denilmiştir ve denilmeye devam edilecektir.

Bir kaç sene önce Rabia Kadir'e vize verilmeme konusunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Başbakan'ın vize talebinden haberi bile olmadığı söyleniyor?

Başbakan'ın bu konudan kesinlikle haberi vardı. Bir ithamda bulunmak istemem, ama başbakanın haberi olduğunu ben biliyorum. Bu talep gündeme geldiğinde ve red edildiğinde benim de konuyla ilgili bilgim vardı. Başbakan'ın bu konuda bilgisi olduğuna da eminim. Bir heyet olarak Başbakana gidilip, olayın aktarıldığını da biliyorum. Ama muhtemeldir ki, Başbakanın bakışı içerisinde bu olay, çok da bilgisi yoksa, ehemmiyet vermemiş olabilir. Dış işleri yetkilileri de "Efendim bu çok uygun değildir, dış politikada Çinle ilişkilerimize zarar verir" dediyse, Başbakan o zaman vize talebinin geri çevrilmesi talimatı vermiş olabilir. Ancak şu da var ki, bugün bu konu bu boyutta Türkiye'nin önüne ilk defa gelmiştir. Türkiye ne yazık ki olayla, Batı basınının ilgilendiği ölçüde ilgileniyor ve bilgi sahibi oluyor. Büyük ölçüde Batıya endeksliyiz. Batı basını ne kadar yazıyorsa, biz de o kadar yazabiliyoruz. Basının ilk bir kaç günde ve halen vermiş olduğu "Sincan'da etnik çatışma" başlıklarından bu anlaşılıyor. Bir kere bölge Sincan değil. Doğu Türkistan'dır. Olay etnik çatışma değil, devlet terörüdür. Ama haberlerde Çin resmî ajansına ve dış basına bağımlı kalırsanız, böyle yanlışlar yaparsınız.

Ahat Andican kimdir?

Prof. Dr. Ahat Andican,1950 yılında doğdu. 1968 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ne girdi ve 1974 yılında doktor oldu. 1991 yılında profesör olarak akademik kariyerini sürdürdü. Dr. Andican, mesleki çalışmalarının yanında Türk dünyası ile ilişkilerinin kurulmasında görev aldı. 1995 seçimlerinde Anavatan Partisi'nden İstanbul Milletvekili seçildi. 30 Haziran 1997'de kurulan Mesut Yılmaz Hükümetinde Türk Cumhuriyetleri ve Türk Toplulukları ile ilişkilerden sorumlu Devlet Bakanlığı ve Hükümet Sözcülüğü görevini yürüttü.

Andican, halen İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Ana Bilim Dalındaki görevini yürütüyor.

Yeni Asya Gazetesi

http://www.haber7.com/haber/20090712/Andican-Rusya-gibi-Cinde-dagilacak.php
#2086
'Dün bizim gazetede 'Genelkurmay Başkanlığı'nın talimatıyla oluşturulan Batı Çalışma Grubu belgelerinin, Refah Partisi'ni kapatma davasında delil olarak değerlendirileceği' haberini okuyunca...

... geçenlerde bir işçi dostumun bana verdiği 24 yıllık bir belgeyi anımsadım.

Bir an, 'Türkiye galiba hiç değişmeyecek' diye bir umutsuzluğa kapılır gibi oldum.

* * *

'Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanlığı Birinci Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı'na ait 'Komünistler işçilerimizi nasıl aldatıyor' başlıklı ve Şubat 1973 tarihli yayını okuyunca, bugünü daha iyi anlıyorsunuz.

Genelkurmay o zaman da 'solu ve İşçi Partisi'ni' düşman ilan etmiş...

İşin belki de en komik ya da en hazin yanı, Genelkurmay yayını solcuları 'Allahsızlıkla' suçlayarak polemik yapıyor.

Broşür, 'Komünizm, Allah'ı bulamayan, mülkiyet tanımayan ve tatbikatı insanları köle gibi kullanan ilkel bir rejimdir' diye başlıyor.

O zaman 'Allah'ı bulamayanlar' düşmanmış, şimdi ise galiba 'Allah'ı bulanlar'...

Belli ki genel bir ilke yok, durumdan vazife çıkarılıyor ve siyaseten ne söylenmek gerekiyorsa o söyleniyor.

* * *

Komünizm tarifi ise evlere şenlik:

'Kanser hastalığından da tehlikeli olan komünizm sadece bir insanın değil, insandan insana bulaşarak bir milletin ölümüne bile sebep olmaktadır.

Nitekim, komünizm illetine yakalanan her fert ve bu gibi fertlerden oluşan her millet insanlığın en büyük idraki olan Allah, Millet, Ahlak ve özgür düşünce gibi kavramları kaybetmekte, sadece komünist partisinden aldığı emirleri dinleyen ve uygulayan canlı bir robotlar topluluğu olmaktadır.'

'İnsanlığın en büyük idraki olan Allah... Bunu kim söylüyor? Laik Genelkurmay... Ne zaman? 1973'te... Neden söylüyor? Çünkü o zamanki düşman solcular... Hedefteki siyasal örgüt, Türkiye İşçi Partisi...

* * *

Devamı daha da harika:

'Bu durum, bir nebze yukarıda bahsedildiği gibi insan tabiatına aykırı kaskatı bir inkárcılıktır. Zira insan, maddi bir varlıktır. Hayatı ise madde ile mana arasındaki dengenin ifadesidir. Bu dengeyi kuramamış olduğu bilinen ilk insan toplulukları birbirlerini telef etmişlerdir. Binlerce yıl sonra aynı vahşeti getirmek isteyen komünizmi benimsemek, medeniyetin ve bunu yaratan maddi ve manevi varlığın ve ilmin inkarcılığından başka bir şey olamaz.'

Demek ki, o zamanlar kitleleri etkilemek için propaganda silahı 'maneviyatçılık'...

* * *

Broşürde açıkça Türkiye İşçi Partisi'nin suçlanmasına, 'komünizm ile cinsel ilişki' arasında irtibat kurma çabalarındaki düzeysizliğe değinmeyeceğim...

Esas vahim olanı, bir Genelkurmay yayınındaki 'tanımların', bırakın felsefi bir ağırlığa sahip olmasını, klasik bir ansiklopedideki tanıma bile yaklaşamaması...

Yazıyı yazarken Ana Britannica'daki 'komünizm' tanımına baktım. Şöyle diyordu:

'Ortak mülkiyetin ve servetin gereksinime göre bölüştürülmesine dayalı toplumsal düzen ya da siyasal sistem. Kavram bu tür bir toplumsal düzen kurmayı amaçlayan, Marksist-Leninist ilkelerden esinlenmiş siyasal program ve hareketleri anlatmak için kullanılır.'

Ansiklopedideki anlatım uzayıp gidiyor.

Çok önemli bir askeri kurum, tanımları dünyadaki evrensel içeriğinden kopartarak çarpıtabiliyor, bunu kendine hak görebiliyor.

Bu yaklaşım sağlıklı mıdır? Bunu içine sindiren bir anlayış, ülkenin çağa taşınmasına ne kadar yardımcı olabilir? Bunlar hálá çok canlı sorular...

* * *

Bu garipliklerin kökeninde, Türkiye'deki cumhuriyetin tek parti faşizmine dayanaklık eden Kemalizm'in yerine 'demokrasiyi' koyamamasında yatıyor.

Zaten elimdeki belgenin sonundaki cümle şöyle:

'Durmayalım, sağa sola yalpalamadan Atatürk yolunda dosdoğru ilerlemeye devam edelim.'

Atatürk yolu ile Genelkurmay yolu aynı olduğuna göre, siyasete Türkiye'de demek ki gerek yok. Gerekince onu zaten askeri broşürler yapıyor.

Dün solculara 'Allah'ı bulamayanlar' deniyor, bugün 'Allah'ı bulanlara' şeriatçı...

Korkular değişiyor ama korkuları sömüren hep iktidarda.'

* * *

Bu, tam 12 yıl önce yayımladığım bir yazı...

Yoruma ihtiyaç var mı?

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/mehmet-altan/-urkutucu-bir-belge--haber-200166.htm
#2087
Uluslararası ilişkilerin ve bu ilişkilerin tetiklediği ittifakların ironisi şaşırtıcıdır. Filistin halkına ve pek çok Arap ülkesine savaş ilan eden, ancak başka pek çok Arap rejimi ve kimi Filistin liderleri ile ittifak kuran İsrail sömürgeci yerleşimine bakın örneğin.

Hashemite-Siyonizm ilişkileri ve Maronite Kilisesi-Siyonizm ilişkileri uzun zamandır bilinmektedir ve tüm bunlar belgelerle ispatlanmıştır, ancak on yıllardır İsrail'in Arap rejimlerine verdiği desteğin pek de belgesi yoktur. İsrail'in Mısır'ı 1967'de işgal etmesinin Cemal Abdül Nasır'ı ortadan kaldırma amaçlı olduğu yeni yeni kabul ediliyor, -Cemal Abdül Nasır ABD destekli diktatöryal rejimlerin bir numaralı düşmanıydı- ABD ve daha öncesinde İngiltere ve Fransa, Nasır'ı yok etmek için 1950'lerden bu yana darbeler planlıyor, ancak başarılı olamıyorlardı. İsrail, böylece rejimleri Nasır'ın ve Nasırizmin tehdidi altında bulunan 'Okyanustan Körfeze' Arap monarşilerine (birkaç da cumhuriyete) çok büyük bir hizmet yapmış oldu. Bunun devamında 1970'de İsrail'in Ürdün ordusunun Filistin Kurtuluş Örgütü gerillalarına saldırılarındaki askeri müdahalesi, 1978 ve 1982'de FKÖ'ye Lübnan'da düzenlenen nihai saldırılar, FKÖ'nün "devrimci" potansiyeli ve kararlı duruşunun bu rejimler üzerinde yarattığı baskıyı azaltması konusunda çok büyük bir "görevi" yerine getirmişti. İsrail istihbaratı on yıllar boyunca pek çok Arap rejimine politik muhaliflerini ortadan kaldırmaları ve diktatörlüklerini korumaları konusunda yardım etmiştir. İsrail istihbaratının bonkörlüğünün en önde gelen örneklerinden bir tanesi Morokko ve Omani diktatörlükleridir.

İsrail'in Arap rejimlerine hizmeti adım adım devam etmektedir. Hizbullah'ı yok etmek için düzenlenen 2006 Lübnan saldırısı, Hizbullah'a düşman olan Arap rejimlerini ve neoliberal Arap entelektüellerini çok sevindirmiş ve özellikle Suudi medyası bu operasyonda aktif olarak kullanılmıştır. Güney Lübnan'a yönelik ağır saldırılar ve binlerce Lübnanlının katledilmesi Hizbullah'ı güçlendirse, İsrail'in askeri gücünü zayıflatsa da, işgal, İsrail'in Arap ittifakları tarafından fazlasıyla onaylanmıştır. Aslında 2006 yılından bu yana, neoliberal Arap entelektüelleri İsrail'in Arap ittifakları gibi, sözde İran "tehdidi"nin kendi emirleri ve İsrail'in yararına nötralize edilmesi için açık çağrılar yapıyorlar. ABD bunu İsrail'in bölgeye tam olarak entegre edilmesi için çok büyük bir olanak olarak görüyor, öyle ki ABD Körfez'deki ittifaklarına İsrail'in tam merkezinde durduğu yeni bir bölgesel ittifak oluşturulmasının sinyallerini veriyor. Bahreyn Dışişleri Bakanı, birkaç hafta önce İsrail'e Arap Ligi'ne katılma önerisi yaptı. Sömürgeci yerleşimi İran'a karşı bölgesel ittifaka davet eden böylesi öneriler son bir kaç ay içerisinde pek çok kez tekrarlandı.

2006'dan bu yana, Ramallah'taki işbirlikçi Filistin Yönetimi kadar Arap rejimleri ve neoliberal Arap entelektüelleri de, onları Hamas ve Hizbullah'tan yalnız ve yalnız İsrail'in kurtarabileceğini anlamış bulunuyorlar. Hamas ve Hizbullah'ın her ikisi de, bölgede İran'a ve tüm ilerici güçlere karşı oluşturulacak ABD ve İsrail ittifaklarının en büyük tehdidi konumunda bulunmaktadır. Bunlar gizli ümitler de değil üstelik, tartışmaları kamuoyuna da yansıtılan özel toplantılarda tartışılan stratejiler. Gazze'de bir buçuk milyon Filistinlinin soykırıma uğratılması üzerine Arap medyasında yürütülen tartışmalar ve İsrailli yetkililerin deklarasyonları çok az etki bırakmışa benziyor. İşbirlikçi Filistin Yönetimi, Arap rejimleri ve İsrail arasında neoliberal Arap entelektüellerinin de desteği ile gerçek bir açık ittifak, kurulmuş durumda ve bu ittifak İsrail'in tüm Arap dünyasında demokratik olarak seçilmiş tek hükümet olan Hamas'ın yok edilmesinde taşeron olarak kullanılmasını öngörüyor.

Tam da bu noktada, Hamas'ın serbest seçimlerde demokratik olarak seçildiğini ve seçilmiş görevlilerin ve milletvekillerinin İsrail işgal güçleri tarafından kaçırılarak İsrail cezaevlerine gönderildiklerini, işbirlikçi Filistin Yönetimi'nin Hamas'ın ofislerini yerlebir ettiğini, karşı grevler örgütlediğini ve işbirlikçi Filisitn Yönetimi bürokrasisinin Hamas'ın yönetimine girmeyeceği işaretleri verdiğini bir kez daha hatırlamak gerekiyor. Tüm bunlar Hamas'ın iktidardan düşürülmesi için ABD, İsrail ve işbirlikçi Filistin Yönetimi Gazze'de Hamas liderlerine yönelik suikastler düzenlenmesinin ardından gelişmişti. İsrail'in son 10 gündür döktüğü kanlar tüm Arap dünyasının ve tüm Filistinlilerin demokratik yollarla seçilmiş yetkililer tarafından değil diktatörler tarafından yönetilmesini garanti altına almak için gerçekleştirilmiş son çabalardan biriydi.

Pek çok kişi Arap rejimlerinin ve işbirlikçi Filistin Yönetiminin nasıl olup da böylesi küstah bir "ihanet" içerisinde bulunduklarını düşünüp duruyor. "Halk tarafından tahtlarından indirilmekten korkmuyorlar mı?" sorusu sıkçı sorulan bir soru. Yanıt olarak elbette bir "hayır" yankılanıyor. Arap rejimlerinin İsrail ile işbirliği içinde olması yeni bir durum değil; yeni olan, bu konuda açık davranmaları, ancak bunun için mükemmel derecede iyi bir nedenleri var. 1940'larda ve '50'lerde bu rejimler, İsrail ile ittifaklarını açık biçimde deklare edemezlerdi, çünkü onları alaşağı edebilecek halk hareketleri ve uluslararası hareketler mevcuttu. Aslında, İsrail ile yürüttükleri Bağdat Paktı gibi gayri resmi işbirliği anlaşmaları nedeni ile ağır bedeller de ödediler. Soğuk Savaş, üçüncü dünya devrimciliği, Arap ulusalcılığı, Sovyetler Birliği, Çin, Nasır, tüm bunlar göz önüne alınması gereken etmenlerdi. Sedat 1970'lerin sonlarında İsrail ile açık işbirliğini ilan ettiğinde bu etmenlerden bir kaçı mevcuttu, ancak bugün hiçbiri kalmadı. ABD, İsrail ve temel Arap ittifakları 1967'den bu yana bu etmenleri kademe kademe ortadan kaldırdı ya da nötralize etti, bu da bölgede ABD'nin çıkarlarına hizmet eden bir İsrail-Arap diktatörlükleri ittifakının kurulması yolunu açtı. Bu Arap rejimleri ABD'nin eğittiği, petrol paraları ve ABD yardımları ile fonlanan gizli polisleri ve baskıcı güvenlik mekanizmaları ile terör ve korku imparatorlukları olarak hüküm sürüyorlar.

İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni, El-Cezire sunucusu kendisine İsrail'in Arap rejimleri ile Gazze katliamı konusunda bir anlaşması olup olmadığını sorduğunda yanıt vermekten kaçınmış ve böylesi bir anlaşmanın varlığını reddetmişti, ancak Arap dünyasında Hamas'ın İsrail'in olduğu kadar kendilerinin de düşmanı olduğunu "düşünenler"in varlığını onaylamaktan geri kalamamıştı. İsrail ve uluslararası kurumlar, Batı Şeria cezaevine aparthayd duvarı içinde bağımsız bir Filistin devleti garanti ederken, İsrail'in Filistinli vatandaşlarına ulusal haklarından vazgeçmeleri ve sınırdışı edilmeyi vaat eden de aynı Tzipi Livni'ydi. Geçtiğimiz hafta onun Gazzelilere yönelik savaşı başladığında, Livni bu savaşın yalnızca güvenlik amaçlı olmadığını aynı zamanda İşbirlikçi Filistin Yönetimi'nden farklı olarak işbirliği içinde olmayan Filistinlilerin paylaşmadığı İsrail "değerleri"ni koruma savaşı olduğunu da açıklıyordu. Livni elbette haklıydı. Etnik temizlik idealleri ve planları İsrail'i ari bir Yahudi devleti kurmak olan Livni ve İsrail liderliğinden farklı olarak pek çok Filistinli, bu Yahudi İsrail'in ariliğini kirletecek olsa da kendi toprakları üzerinde yaşamak istiyor.

Livni ayrıca İsrail'in değerlerinin "özgür dünya" ve "özgür dünya"nın ittifakları olan bağımlı Arap rejimleri tarafından da paylaşıldığını beyan ediyordu. Onun değerlerinin Suudi destekli Arap entelektüelleri ve Ramallah güvenli bölgesine yerleştirilen işbirlikçi Filistin Yönetimi liderliği tarafından da paylaşıldığını eklemek durumundayız. İsrail'in modern değerleri ABD'nin Araplara ya da Müslümanlara karşı yürüttüğü savaş değerleri gibi değil daha çok sömürgeciliğin altın çağında ve ötesinde hüküm süren Avrupa değerleri gibidir. Livni ve İsrail liderleri insan haklarından, demokrasiden ve adaletten evrensel değerler olarak söz ederken, bunları yalnızca Yahudilere uygular ve Filistinlilerin haklarını reddederler. Bu salt İsrail'e özgü bir hile değildir. Frantz Fanon'un ölümsüz sözlerini hatırlayın: "Avrupa her bulduğu yerde, her köşe başında, dünyanın bütün köşe başlarında insanlığı katlederken, insanlıktan söz etmekten asla vazgeçmeyecektir."

Filistin cephesine dönecek olursak, Filistin işbirlikçi ve darbe lideri Mahmut Abbas'ın resmi başkanlık süresi 9 Ocak'ta sona eriyor. İsrail, İşbirlikçi Filistin Yönetimi lideri olarak onun görev süresini, 1993 Oslo Anlaşmaları uyarınca uzatmaya niyetli. Binlerce Filistinli yaralanır ve katledilirken dünya güçleri eğlenmeye devam ediyor. Bu yeni bir gelişme değil. ABD ve Avrupa'nın işbirlikçileri tarafından başka nüfuslar soykırıma uğrarken genelde olan bu, bu durum İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi soykırımı devam ederken de aynıydı. 19 Nisan 1943'te İngiltere ve ABD, Bermuda'da düzenlenen bir toplantıda, tahminen Nazi işgali altındaki Avrupa'da Yahudilerin durumunu tartışmak için toplanmıştı. Bugün aynı zamanda, Nazilerin Varşova Gettosu'nda Yahudilere büyük bir saldırı düzenledikleri ve hiç beklemedikleri bir direnişle karşılaştıkları gündü. Bermuda Konferansı'ndan neredeyse hiçbir sonuç çıkmadı ve Varşova Gettosu'na yönelik saldırı aralıksız devam etti. Varşova Gettosu'ndaki direniş Nazilerle birlikte işbirlikçi Yahudileri de yöneldi ve direnişçiler katledilmeden önce ellerindeki çok sınırlı sayıdaki silahla cesurca mücadele etti. Onların ayaklanması ve direnişi Filistinlilere hep esin kaynağı olmuştur. FKÖ'nün en parlak dönemlerinde örgüt, bu Yahudi kahramanları selamlamak için Varşova'daki anıtlarına çiçek bırakacaktı.

Szmul Zygielbojm, Polonya'da Yahudi Sosyalist Partisi Bund'un lideri idi ve 1939 Nazi işgaline karşı direnişin bir parçası idi. Esir düştü, ancak sonrasında serbest bırakıldı ve Yahudi Konseyi'nin -İsrail tarafından yaratılan işbirlikçi Filistin Yönetimi'nin Nazi uyarlaması- bir üyesi oldu, konseyin görevi Varşova'da bir Yahudi Gettosu kurmaktı. Zygielbojm, Nazi yönetimine karşı çıktı ve Belçika'da, Fransa'da ve ABD'de sürgünde yaşadı, 1942'de Londra'da sürgündeki Polonya hükümetine katıldı. 12 Mayıs 1943'te Varşova Gettosu'na girildiğini ve pek çok savaşçının katledildiğini duyduğunda kaldığı odaya geri döndü ve Nazi işgali altındaki Avrupa'da Yahudilerin durumuna karşı eylemsizlik ve duyarsızlık içerisinde olan ittifak güçlerini protesto etmek için intihar etti. Yoldaşları, Nazilere karşı direnerek hayatlarını verirken yaşamaya hakkı olduğunu düşünmüyordu. Zyielbojm, intihar mektubunda, Polonyalı Yahudilerin katledilmesinde Nazilerin sorumlu olduğunu söylerken ittifak güçlerinin de eylemsizlikleri ile bu suçu paylaştıklarını söylüyordu:

"Polonya'dan gelen son haberler Almanların Polonya'da kalan son Yahudileri de vahşice katlettiğini şüphe götürmez biçimde kanıtlıyor. Gettonun duvarları arkasında şimdi bu trajedinin son sahneleri oynanıyor.

Polonya'da yaşayan Yahudi ulusunun katledilmesinin suçu öncelikle bu eylemi bizzat gerçekleştirenlerindir, ancak dolaylı olarak bu suç tüm insanlığındır, ittifak devletlerinin ve hükümetlerinin, halklarınındır. Zira onlar bu vahşetin durdurulması için hiç bir gerçek adım atmamıştır. Savunmasız milyonların katledilmesine, kadınlara, erkeklere, çocuklara işkence yapılmasına sessizce tanıklık ederek onlar da bu sorumluluğun ortağı olmuşlardır....

Temsilcisi olduğum Polonyalı Yahudiler katledilirken sessiz kalmaya ve yaşamaya devam edemem. Varşova Gettosu'nda yoldaşlarım kahramanca direnişlerinde ellerinde silahları ile şehit düştüler. Onlar gibi ölmeme izin verilmedi, onlarla ölmeme izin verilmedi, ancak ben onlara aitim ve yerim onların kitlesel mezarlarıdır.

Ölümümle, Yahudi halkının katledilmesine karşı sessiz kalan ve buna izin veren dünyanın sessizliğine vurgu yapmak istiyorum..."

Judenrant'ı Oslo anlaşmaları ile kurulduğundan bu yana yöneten işbirlikçi Filistin Yönetimi, İsrail yönetimine direnme çabasında bile bulunmadı. Liderliğin bir üyesi bile İsrail'e hizmet etmemek için istifa etmedi. İsrail'e pek çok onursuz hizmet sağlayan Mahmut Abbas, Zygielbojm'un asil ilkelerinden hiçbirine sahip değildir ve onun yolunu izleyemez.

Öte yandan, Filistin halkı tüm korkunç bir yoksulluk ve yoksunluğa rağmen işgalcilere karşı kavgalarını sürdürüyor. Filistin halkı, tıpkı kendilerinden önce Zygielbojm'un yaptığı gibi İsrail'i olduğu kadar Abbas'ı, onun kliğini, Arap rejimlerini, ABD ve Avrupalıları da anlıyor. Zygielbojm, dünya güçlerini eylemsizlikleri ve duyarsızlıkları nedeniyle suçluyordu, ancak Filistin sorununda, dünya ve bölge güçleri suçun direk uygulayıcıları ve aktif katılımcılarıdır.

Gazze Gettosu Ayaklanması'nı bastırmak ve savunmasız nüfusunu yok etmek büyük İsrail askeri makinesi ve İsrail'in sadist politik liderliği için görece kolay bir iştir. Ancak asıl mesele, İsrail'e karşı direnme konusunda iyice kararlılık kazanan Filistinlilerdir. İsrail'in son terörist savaşının temel kurbanları yaralanan ve öldürülen binlerce Filistinli iken, bu sürecin kaybedeni de Abbas ve onun işbirlikçi kliği olacaktır. Şimdi Filistin direnişinin tabi tutulduğu sınav, İsrail'in Filistin nüfusunu yok etme, topraklarını çalma, yaşama alanlarını yıkma, onları gettolara hapsetme ve direnmeden ölme dayatmalarına karşı direnişe devam etmek üzerinedir.

Siyonist gaddarlığa karşı Filistinlilerin yaşamlarında yüzyıl boyunca değişmeden kalan tek şey onları dünyadan silmeye çalışan Siyonist projeye karşı direniş olmuştur. Siyonizm, devşirdiği Arap ve Filistinli işbirlikçilerden Filistin direnişini sona erdirmelerini istedi. Ancak hiçbiri bunu başaramadı. Siyonizmin öğrenmeyi reddettiği ders, İsrail ne kadar barbarca katliamlar gerçekleştirirse gerçekleştirsin, Filistinlilerin özgürlükleri için mücadele etmeyi bırakmayacaklarıdır. Gazze Gettosu Ayaklanması, sömürgeciliğe ve İsrail'in sömürgeci barbarlığına karşı Filistin direnişinin son örneği olmuştur ve Filistin halkının, ırkçı Avrupa sömürgeciliğinin kendi bağırlarında yeşermesine asla izin vermeyeceğini bir kez daha göstermiştir.

*Joseph Massad, New York Colombiya Üniversite'sinde Arap Politikaları bölümünde yardımcı professör olarak görev yapmaktadır.

Kaynak: www.electronicintifa.net adresinden www.atilim.org tarafından alıntılanarak çevrilmiştir.

http://www.filistindayanisma.org/oku.php?yazi_no=1189
#2088
Dün gece Türkiye'ye gelen Mahmud Abbas, Özgür-Der'in çağrısıyla Fatih'te protesto edildi. Mahmud Abbas'ın İsrail ve ABD'nin uşağı olduğunun vurgulandığı eylemde Filistin halkını Abbas'ın değil, ancak İslami direnişin temsil edebileceği ifade edildi.Özgür-Der'in çağrısıyla 13.00'te Fatih Saraçhane Parkı'nda toplanan Müslümanlar, Abbas'ın işbirlikçi kimliğine; Gazze kuşatması ve katliamındaki sorumluluğuna dikkat çekerek Filistin'in muhatabı olarak alınmasını protesto ettiler. Filistin'i ancak Filistin halkının seçtiği Hamas mensuplarının ve İslami direniş erlerinin temsil edebileceğini belirten Müslümanlar, açtıkları pankart ve taşıdıkları dövizlerle; attıkları sloganlarla Abbas'ı ve tüm işbirlikçileri tel'in ettiler.

"İşbirlikçi Mahmud Abbas Filistin Halkını Temsil Etmez!", "İsrail İle İşbirliği Suçtur!" yazılı pankartların açıldığı eylemde Arapça, Türkçe, İngilizce "Mahmud Abbas, İsrail'in Suç Ortağıdır!", "İsrail Uşağı Abbas, Türkiye'ye Hoş Gelmedin!" yazılı ve Hamas logolu dövizlerin yanı sıra direniş önderlerinin resimleri taşındı.

Eylemde bir konuşma yapan Haksöz Dergisi yazarı Rıdvan Kaya, 27 Aralık'ta başlayıp tam 3 hafta süren vahşetin Siyonist işgalin gerçek yüzünü ortaya koyduğu gibi işbirlikçiliğin sefaletini de açığa çıkardığını belirtti. Kardeşlerimizin vahşice katledildiği bir vasatta dahi iktidar hesaplarıyla ABD-İsrail planlarında rol üstlenen işbirlikçiler olduğunu ifade eden Kaya, "Filistin cumhurbaşkanı" sıfatını taşıyan Mahmud Abbas'ın da bu işbirlikçilerin önde gelenlerinden olduğunu söyledi.

"Bizler 60 yıldır süren Siyonist işgale akidevî bir perspektiften ve ilkesel bir bütünlük içinde karşı çıkan Müslümanlarız. Aynı şekilde işbirlikçiliği de bağışlanmaz bir suç görüyoruz. Bu vesileyle dün Türkiye'ye gelen Mahmut Abbas'a hoş gelmedin diyoruz!" diyen Rıdvan Kaya, her şeyiyle işbirlikçiliğin prototipi olan Abbas'la ilgili şunları söyledi: "29 Nisan 2003'te Başbakanlığa getirilişi ABD'nin gözden çıkardığı Yaser Arafat'ı dengeleme siyasetinin sonucuydu. Ocak 2005'te düşük katılımlı bir seçim sonucu Arafat sonrasında cumhurbaşkanlığına seçildi. İsrail'e karşı hep tavizkâr politikaları ile gündemde olan Abbas, bölgede diğer işbirlikçi devletler Mısır, Ürdün, Suud rejimleri ile yakın irtibat kurdu."

ABD'nin İslami direnişi ezmeye yönelik 2 ayaklı planının, öncelikle Muhammed Dahlan çetesinin darbe girişimi ve Mahmud Abbas'a silah ve para desteği vererek Hamas'ı zayıflatma çabası olarak yansıdığını belirten Rıdvan Kaya, Abbas'ın manda yönetimi döneminin yerli görevlilerini andıran bir tutum içinde olduğunu ifade etti. Abbas'ın, BM'de geçen yıl Endonezya ve Katar'ın Gazze ablukasının kaldırılması teklifine karşı çıktığını hatırlattı ve Abbas'ı şöyle özetledi:

→ Direnişe karşı uzlaşmacılığı, teslimiyeti temsil ediyor.
→ Halkın seçtiği Hamas hükümetine karşı darbeciliği temsil ediyor.
→ Batı Şeria'da 800'den fazla Müslümanı zindanlarda tutarak zorbalığı temsil ediyor.
→ Gazze örneğindeki gibi, koltuk hırsıyla işgalciye arka çıkmakla ihaneti temsil ediyor. 

Başbakan'ın Davos konuşmasına da atıfta bulunan Rıdvan Kaya, sözlerini şöyle sürdürdü: "Başbakan meşhur Davos konuşmasında bir ifşaatta bulunmuş, işbirlikçiliğin sefaletini ortaya koymuştu. Ankara'da Olmert ile görüşmesinde barışı sağlamak adına bazı adımların atılması gerektiğini, bu çerçevede Hamas mensubu Meclis Başkanı, bakanlar ve milletvekillerinin serbest bırakılması gerektiğini söyleyince Olmert ne demiş: Mahmut Abbas kriz geçirir!" 

Kaya, sözlerini şöyle bitirdi: "Tüm bu manzara açık, net bir işbirlikçilik tablosunu ortaya koyuyor. Böylesi bir zatın Filistin halkını temsil edemeyeceği açıktır. Bu yüzden Türkiyeli yetkililere Filistin halkı adına Mahmud Abbas'ın konuşamayacağını hatırlatıyoruz."

Daha sonra söz alan Ahmet Varol, normal şartlar altında görev süresi sona eren Abbas'ın yerine yeni başkan seçilene kadar Meclis Başkanı'nın vekâlet etmesi gerektiğini söyledi. Hamas hükümetinin Meclis Başkanı olan Aziz Duveyk'in halen Siyonist zindanlarda tutsak olduğunu hatırlatan Varol, Filistin halkının, Abbas'ı değil, Hamas'ı temsilci olarak seçtiğini belirtti.

Abbas ve yardımcılarının El-Fetih hareketi içerisinde dahi meşruiyetlerinin kalmadığını belirten Ahmet Varol, normal şartlarda gerçekleştirilecek bir seçimde El-Fetih içindeki işbirlikçi kadroların ağır bir yenilgiye uğrayacağını belirtti. Mahmud Abbas ve yönetimine karşı hareket içerisinde ciddi tepkilerin olduğunu vurgulayan Ahmet Varol, nitekim son Gazze saldırılarında El-Fetih kadrolarından da direniş saflarında çarpışan unsurların olduğunu açıkladı. El-Fetih hareketinin önde gelen şahsiyetlerinden ve Arafat'ın en yakın arkadaşlarından Faruk Kaddumi'den, Abbas'ın el-Fetih'i temsil etmekten çok uzak olduğu bilgisini aktaran Varol, Türkiye'de de Filistin'in temsilcisi olarak Hamas'ın muhatap alınması gerektiğini vurguladı.

Eylemin sunumunu yapan Murat Özer de Davos zirvesini hatırlatarak; Davos'taki duruşun takdir edilmesi gerektiğini belirtti. Ancak esas olarak Başbakan'ın sözlerinin arkasında durması gerektiğini ifade eden Özer, İslam dünyasında hangi ülkede Siyonist pilotların eğitim uçuşu yaptıklarını; Mısır haricinde nerede İsrail elçisi olduğunu, hangi ülkede bu derece silah anlaşması yapıldığını sordu. Türkiye'nin İsrail ile fiiliyatta geniş işbirliği içinde olduğunu belirten Özer, Başbakan'ın "öldürmeyi iyi bilenler"le bu ilişkileri sona erdirerek sözünde durmasını istedi. Hükümetin, en azından yeni yapılan insansız uçak anlaşmalarını iptal etmesi gerektiğini belirten Özer, bunu da yapamıyorsa çaresiz olduğunu açıklamasını istedi. Özer, İslami direnişin Gazze'de olduğu gibi Irak ve Afganistan'da öğretici olduğunu; Siyonizm'e ve emperyalizme karşı canları pahasına mücadele edenlerin İslam ümmetinin onuru olduklarını belirterek sözlerini bitirdi.

Eylem boyunca "İşbirlikçi Hainler Hesap Verecek!", "İşbirlikçi Abbas Filistin Halkını Temsil Edemez!", "Filistin Hamas'tır Abbas Uşaktır!", "İşbirlikçiler Yenilecek Direnen Filistin Kazanacak!", "Emperyalizm İslami Direniş Kazanacak!", "Hamas'a, Cihad'a, Direnişe Bin Selam!", "Siyonist Elçilik Kapatılsın!", "Konya Üssü Kapatılsın!", "Hain Abbas Türkiye'den Defol!", "İslami Direniş Onurumuzdur!" vb sloganlar atıldı ve tekbirler getirildi.

Eylem Özgür-Der adına Kevser Çakır'ın okuduğu basın bildirisiyle sona erdi.

BASIN BİLDİRİSİNİN TAM METNİ:

Filistin Halkının Meşru Temsilcisi İslami Direniştir!
İŞBİRLİKÇİ MAHMUD ABBAS, FİLİSTİN HALKININ TEMSİLCİSİ OLAMAZ!
07 Ocak 2009

Filistin halkının değil ABD, İsrail ve işbirlikçi Arap rejimlerinin fahri temsilcisi, Gazze katliamının baş sorumlularından işbirlikçi Mahmud Abbas dün gece itibariyle Türkiye topraklarına ayak basmış bulunuyor.

Filistin halkının Siyonist işgale karşı onurlu mücadelesinde ihaneti tercih etmiş, ABD ve İsrail terör devletlerinin işbirlikçisi hüviyetini kazanmış olan bu adam, maalesef Filistin halkının temsilcisi olarak Ankara'ya çağrılmıştır. Oysa işbirlikçi kimliği bizzat Başbakan Erdoğan'ın ifadeleriyle izhar edilen bu adamın temsilci sıfatıyla muhatap alınması ciddi anlamda çelişkili bir durum arzetmektedir. Görev süresi 9 Ocak tarihinde bitmiş olan ve Filistin halkını temsil etme özelliği olmayan bu adamın, hukuksuz bir şekilde Filistin Başkanlığı koltuğunda oturduğu bilinmektedir. Böyleyken muhatap alınmış olması kabul edilemez bir durumdur. Nitekim Filistin'in tek meşru temsilcisi, halkının kahir ekseriyetinin tercihiyle hükümetini kurmuş olan Filistin Başbakanı İsmail Heniye'dir.

Oslo sürecinde İsrail'i tanıma yolunda imzalar atarak, "barış adamı" makyajıyla bir Truva atı misyonuna soyundurulan ama aslında bütün dünya Müslümanlarının "ihanet ve uzlaşma süreci" olarak nitelediği Oslo görüşmelerinde, Siyonist İsrail devletini Filistin halkı ve örgütleri nezdinde yasallaştırma çabası içinde olan; Gazze'de kadın ve çocukların kanının dökülmesinde parmağı olan; direniş önderlerinin adreslerini nokta operasyonlar için Siyonist katillere bildiren; katliamdan sonra direnişin tamamen bitirileceğini umarak, "Peki bu saldırılardan sonra ben ne olacağım?" diyerek Siyonist çete liderlerinden siyasi akıbetiyle ilgili garantörlük isteyen; ambargonun sürdürülmesi için Mısır'dan talepte bulunan bu adam Filistinlilerin değil, olsa olsa Filistin'i esaret altında yaşatan ABD, AB, Siyonist çete ve işbirlikçi Arap rejimlerinin temsilcisi olarak Türkiye'ye gelmektedir.

Abbas yönetiminin Filistin'de yapageldiği tek şey Siyonist rejimin emellerini gerçekleştirebileceği bir ihanetin süreklileştirilmesinden başka birşey değildir. Göreve geldiği günden bu yana Abbas yönetimi, Hamas'ı mafyatik çete faaliyetleriyle köşeye sıkıştırmak, direnişçileri ve hatta süregelen mezalimi protesto eden Filistinlileri tutuklayarak esir etmek ve Gazze direnişi esnasında Hamas ve İslami Cihad mensuplarını ispiyonlamak ve kalleşçe arkadan vurmaktan başka bir işlev görmemiştir.

Filistin Cumhurbaşkanlığı görev süresi sona ermesine rağmen; hukuksal anlamda Filistin özerk yönetiminin temsilcisi sayılamıyacak olan bu adamın görevini zora dayalı olarak sürdürmeye çalıştığı, ABD-AB ve işbirlikçi Arap rejimlerinin zoraki destekleriyle ayakta tutulduğu, Hamas'a rağmen Filistin halkının temsilcisi konumunda gösterilmeye çalışıldığı aşikârdır.
Mademki bu hainin Türkiye'ye çağrılması gafletine düşülmüştür o halde en azından Siyonist zulme sessiz kalmasının ve ihanetlerinin hesabı sorulmalıdır. Siyonist çete liderleriyle birlikte yargılanması gereken bu kuklaya da Davos'ta kuklacıya gösterilen tavır sergilenmelidir. Bu vesileyle bir kez daha vurgulamak istiyoruz ki, Davos'taki tutum söylemde kalmamalı, fiili adımlarla sürdürülmeli, Siyonist çete ile ilişkiler kesilmeli, tüm askeri ve stratejik antlaşmalar iptal edilmelidir! İşbirlikçiliği affedilmez bir suç olarak gören bizler bu yüzden dün Türkiye'ye gelen Mahmud Abbas'a hoş gelmedin diyoruz! Abbas'ın Filistin halkını temsil edemeyeceği ve Filistin halkı adına konuşamayacağı açıktır. Filistin halkının meşru temsilcisi halkın desteklediği, Siyonist işgale karşı onurlu bir mücadele veren Hamas'tır.

Özgür-Der

http://www.ozgurder.org/v2/news_detail.php?id=669
#2089
Filistin ve genel olarak Ortadoğu coğrafyasında neler olup bittiğini yakından tanımayan bazı insanlar bu haber karşısında hemen, "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur, Araplar haindir, "one minute" çıkışına Filistinlilerin cevabı" gibi ipe sapa gelmez yüzeysel tepkiler vererek Mahmud Abbas gibi işbirlikçi kuklaların ve bu tür kuklaları oynatan kuklacıların ekmeklerine yağ sürüyorlar. Oysa Mahmud Abbas işbirlikçi bir kukladır ve hiçbir şekilde Filistinlileri temsil etme hak ve yetkisine sahip değildir. Tıpkı Ortadoğu'da halklarından kopuk bir siyaset takip eden bir çok kral ve diktatör gibi! Şu husus bile meseleyi aslında açıkça ortaya koyuyor: Ortadoğu'da terör estiren ve "terörist devlet" tanımını sonuna kadar hak eden İsrail, ne hikmetse, serbest seçimler neticesinde Filistinlilerin çok büyük bir bölümünün oylarını alarak iktidara gelen Hamas yerine ısrarla Filistin'de muhataplarının Mahmud Abbas olduğunu açıklıyor ve Hamas'la hiçbir şekilde ilişki kurmuyor, dahası Hamas milletvekilleri, bakan ve parti ileri gelenlerinin bir bölümünü öldürüyor, büyük bir bölümünü ise tutuklayarak hapse gönderiyor ve dünyanın gözleri önünde Gazze'de dehşetengiz bir katliama girişerek Hamas'ı bitirmeyi amaçlıyor! Neden acaba diye düşünenler lütfen internette biraz araştırma yapsınlar ve ön bilgi açısından aşağıdaki haber ve makaleye göz atsınlar. Özetle, işbirlikçileri şiddetle kınayalım, lanetleyelim ama masum ve mazlum Filistinlilere lütfen dil uzatmayalım!
#2090
Kıbrıs Rum kesimine dün beraberinde bir heyetle giden Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, görüştüğü Rum yönetimi lideri Dimitris Hristofyas ile karşılıklı destek beyanında bulundu. İki liderin mesajları, Abbas'ın Türk kesimine karşı Rumlara destek verdiği şeklinde yorumlandı.

Rum basınının haberlerine göre, Hristofyas, Abbas'la görüşmesinden sonra yaptığı açıklamada, Filistin'in Rum halkının "mücadelesine" verdiği destekten ve Rum yönetiminin tezlerini İslam Konferansı Teşkilatı'nda (İKT) gündeme getirmesinden dolayı Mahmud Abbas'a teşekkür etti.

Hristofyas, "Her iki tarafça uzlaşılan ilkeler temelinde, Filistin halkının cefasına son vermek ve Filistin'in kalbinde bulunduğu Ortadoğu sorununa barışçı bir çözüm getirmek için yeniden yaratıcı bir diyaloğun başlamasını istiyor ve bunun çok yakında başlayacağına inanıyoruz" dedi.

AB içinde Filistinli "kardeşlerinin" davasını her zaman yapıcı şekilde desteklediğini ve desteklemeye devam edeceğini ifade eden Hristofyas, Güney Kıbrıs'ın kısa süre önce Ramallah'ta temsilcilik açma kararı aldığını, Rum tarafındaki Filistin temsilciliğinin seviyesinin de yükselmekte olduğunu kaydetti.

Hristofyas, Filistin'le ekonomi, turizm ve eğitim alanlarında ikili anlaşmaların da çok yakında ilan edileceğini açıkladı.

Mahmud Abbas da "Güney Kıbrıs'ın Filistin halkının haklarının yeniden tesisi, iki devletli bir çözüm çerçevesinde, başkenti Doğu Kudüs olacak bağımsız bir Filistin devleti kurulması mücadelesine verdiği istikrarlı destek için" Hristofyas'a teşekkür etti.

"Güney Kıbrıs'ın, yol haritası ve Ortadoğu sorununun çözümüne yönelik Arap inisiyatifine verdiği desteğin, İsrail'le müzakere çabalarında ellerini çok büyük ölçüde güçlendirdiğini" kaydeden Abbas, "Filistin toprakları içinde, Ramallah'ta temsilcilik açma kararınız bizi ziyadesiyle memnun etti, aynı zamanda bize, aramızdaki ilişkileri daha da pekiştirme gücü verdi ve haklarımız için verdiğimiz mücadelenin siyasi çıtasını yükseltti" diye konuştu.

Hristofyas'a davet

Güney Kıbrıs'taki Filistin temsilciliğinin yükseltilmesinin, Filistin ile Güney Kıbrıs arasındaki iyi ilişkilerin göstergesi olduğunu ifade eden Abbas, Kıbrıs Rum yönetimi lideri Hristofyas'ı, "en kısa zamanda Filistin'e beklediğini" söyledi.

Filistin Devlet Başkanı Abbas, Rum Meclisi Başkanı Marios Garoyan ve Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Hrisostomos'la da ayrı ayrı görüştü.

Garoyan, görüşmeden sonra yaptığı açıklamada, Abbas ile Kıbrıs sorununu, Ortadoğu'daki son durumu ve Filistinlerin Ortadoğu'da barışın sağlanması için yaptıkları çalışmaları ele aldıklarını belirtti.

Marios Garoyan, Güney Kıbrıs ve Filistin arasındaki mevcut ilişkileri ve özellikle iki parlamento arasındaki işbirliğinin güçlendirilmesi konusunu görüştüklerini kaydetti.

Başpiskopos Hrisostomos da görüşmede Filistinlerin en yakın zamanda kendi devletini kurulmaları dilediğinde bulunduğunu söyledi.

Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi'nin Filistinlere destek vermeye hazır olduğunu ifade eden Başpiskopos Hrisosotomos, "Filistin ve Kıbrıslı Rumların ortak mücadele verdiğini" savundu.

Abbas, dün geldiği Güney Kıbrıs'taki temaslarını tamamladı.

http://www.cnnturk.com/2009/dunya/07/09/filistin.lideri.abbastan.rumlara.destek/534369.0/index.html
#2091
Darbe girişiminde bulunan askerlere sivil yargı yolunu açan ve sivillerin askerî mahkemede yargılanmalarını önleyen yasal düzenleme yürürlüğe girdi. Böylece Türkiye, tam üyelik müzakerelerini yürüttüğü AB yolunda dev bir adım daha atmış oldu. AB ülkelerinin birçoğu yıllar önce askerî yargı alanına çeki-düzen verdi. 

Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, İsveç, Letonya, Avusturya, Finlandiya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Danimarka'da askerî mahkemeler tamamen kaldırıldı. Hollanda'da 1991'deki değişiklikle askerleri yargılama görevi sivil mahkemelere devredildi. Finlandiya'da askerî suçlar adliye mahkemelerinde özel statüde bir yargılamaya tabi tutuluyor. Polonya'da sivilleri yargılama görevinin askerî mahkemelerden alındığı tarih 1955. Askerî mahkemenin bulunduğu ülkeler ise şunlar: İngiltere, İspanya, İtalya, Yunanistan, Polonya ve İrlanda. Ancak bu ülkelerde askerî suç kapsamına girmeyen suçlar sivil mahkemelere gönderiliyor. Bu ülkelerin hiçbirinde ülkemizde olduğu gibi askerî yargıtay bulunmuyor. Başbakanlık'ın hazırladığı rapora göre AB ülkelerindeki durum şöyle:

Almanya: Ayrı bir askerî ceza yargısı ve askerî savcılık kurumu yok. Alman anayasası, askerî suçlar için sadece savaş zamanında askerî mahkemelerin kurulmasına izin veriyor. Gerek askerî ceza kanununda, gerek genel ceza kanunlarında yer alan suçları işleyen askerler sivil mahkemelerde yargılanıyor.

Fransa: Barış döneminde, Paris Askerî Mahkemesi hariç askerî yargı mevcut değil. Askerlerin askerlik hizmeti ile ilgili suçlarının yargılanması adli yargının görevi.

Belçika: 2004 yılında barış dönemlerinde askerî mahkemeler lağvedildi.

Hollanda: 1991'deki değişiklikle askerler hakkında yargılama hakkı sivil mahkemelere devredildi. Askerî ceza hukukunun yönetimi Arnhem Sivil Ceza Mahkemesi'ne dahil edildi.

İsveç: Ayrı bir askerî yargı bulunmuyor. İlgili davalar sivil mahkemelerde görülüyor. Silahlı kuvvetlerin hâkimler ya da adli müşavirler üzerinde hiçbir etkisi yok.

Polonya: Askerî mahkemeler önceleri ihtilal aleyhtarı faaliyet gösteren ve askerî ceza kanununda yazılı olan bazı suçlardan dolayı sivil şahısları da yargılamakta iken, 1955'te sivilleri yargılama görevi askerî mahkemelerden alınarak genel mahkemelere verildi.

Macaristan: Askerî suçlar, ceza kanunu içinde bir bölüm olarak düzenleniyor. Askerî davaların bir kısmı tek hâkimli, bir kısmı heyetli olarak görülüyor. Askerî mahkeme yok, askerî hâkimler var.

Çek Cumhuriyeti: 1993'te askerî mahkemelerin görevleri sivil mahkemelere devredildi. Sivil mahkemeleorde askerî suçların yargılanmasında ayrı özel usul ve kurallar bulunuyor.

Danimarka: Kara ve hava kuvvetlerinde askerî mahkeme yok. Açık denizdeki savaş gemilerinde ve Grönland'da işlenen suçların yargılanması amacı ile askerî mahkemeler kurulabiliyor.

İngiltere: Sivil ve asker kişilerin birlikte bir suçun faili olmaları durumunda, sivil ve askerî yargılama makamları arasında yargılama yetkisi bakımından bir danışma durumu söz konusu. Mutabakat sağlanması durumunda yargılama sivil mahkemede birlikte yapılıyor. Davalar ayrılarak ayrı ayrı da görülebiliyor.

Avusturya: Federal Anayasa'nın 84. maddesi ile Avusturya'da askerî yargılama yetkisi savaş zamanı hariç geçersiz. Bu düzenleme ile Avusturya'da barış zamanında askerî mahkeme kurulması anayasal olarak mümkün değil. Genel yargıdan ayrı bir askerî yargı ve diğer hâkimlerden ayrı bir askerî hâkimlik sistemi yok.

Finlandiya: Askerî mahkeme yok. Askerî suçlar adliye mahkemelerinde özel statüde bir yargılamaya tabi tutulmakta.

İspanya: Askerî mahkemelerin yetkileri kısıtlanmış. Anayasa'nın 117. maddesi 'salt askerî' konularda askerî yargının meşruiyetini tanıyor.

İtalya: İtalyan anayasasında tek devlet içinde yargı erkinin tekliği, ancak yargı kollarının çeşitliliği prensibi işliyor. Barış zamanında askerî mahkemeler, sadece askerî suçlara bakıyor.

Letonya: Askerî mahkeme yok. Tüm suçlara sivil mahkemeler bakıyor.

Yunanistan: Silahlı kuvvetlerdeki ceza yargısı askerî mahkemeler ve sivil yüksek mahkeme eliyle yürütülüyor.

İrlanda: Askerî mahkemeler daimi değil. Özel bir durum oluştuğunda kuruluyor. Askerî mahkemeler komutanlardan tamamen bağımsız. Mahkeme üyeleri üzerinde hiçbir üst rütbelinin etkisi yok.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=868204&title=11-ab-ulkesi-askerî-mahkemeyi-tamamen-kaldirmis
#2092
Rusya: Sincan Uygur Özerk Bölgesi'ndeki olaylar Çin'in içişleri 

Rusya, Çin'in kuzeybatısındaki Sincan Uygur Özerk Bölgesi'ndeki şiddet olaylarının ülkenin "içişleriyle" ilgili konu olduğunu açıkladı. 

Rusya Dışişleri Bakanlığından yapılan açıklamada, "Ayrılıkçı sloganlar kullanıp, etnik hoşgörüsüzlüğü tahrik ederek buradaki karmaşayı çıkaran kişiler vatandaşlara saldırıp dövdüler, arabaları ters devirip yaktılar, dükkanları ve diğer binaları yağmaladılar" denildi.

Açıklamada, "Rusya'nın, Sincan Uygur Özerk Bölgesi'ni Çin Halk Cumhuriyeti'nin ayrılmaz bir parçası olduğuna dair görüşünü ve bu olayları da çok net şekilde Çin'in içişleri şeklinde değerlendirdiğimizi teyit ederiz. Çinli yetkililer tarafından Sincan Uygur Özerk Bölgesi'nde hukuk sınırları içinde alınan önlemlerin, durumun hızlı bir şekilde normale dönmesine yardımcı olmasını ümit ederiz" ifadesine yer verildi.

Bakanlıktan yapılan başka bir açıklamada da, Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov'un Çin Dışişleri Bakanı Yang Cieçi ile yaptığı telefon görüşmesinde hayatını kaybedenlerin yakınlarına baş sağlığı dileğini ilettiği kaydedildi.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=867338
#2093
EPDK'nın fiyat indirimine gitmeyen akaryakıt firmalarına karşı tavan fiyat uygulaması Petrol Ürünleri İşverenleri Sendikası'nın tepkisini çekti.


Petrol Ürünleri İşverenler Sendikası (PÜİS), ''Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu'nun (EPDK) tavan fiyat uygulamasının, Türkiye'nin enerji piyasasına yönelik iç ve dış güveni temelden yokettiğini'' öne sürdü.

PÜİS'ten EPDK'ya hitaben gönderilen açık mektupta, tavan fiyatla birlikte taban fiyat uygulamasının da getirilmemesinin ''haksız, yıkıcı rekabete neden olduğu'' kaydedildi.

Tavan fiyat uygulamasının Türkiye'nin enerji piyasasına yönelik iç ve dış güveni temelden yokettiği belirtilen mektupta, bu kararın olumsuz etkisinin yabancı sermaye açısından uzun yıllar görüleceği savunuldu.

EPDK'nın bayilerle dağıtıcılar arasındaki diğer sorunlara çözüm getirmezken, tavan fiyat uygulamasıyla bu iki kesimin karşı karşıya getirilmek istendiği kaydedilen mektupta, tavan fiyatın belirlenmesine ilişkin ölçütlerin şeffaf olmadığı, bayinin taşıma giderlerinin dikkate alınmadığı öne sürüldü.

Sektördeki yıkıcı rekabetin önlenmesi açısından tavan fiyatla birlikte taban fiyat uygulamasının da getirilmesi gerektiği anlatılan mektupta, siyah çelenk bırakmak isteyen akaryakıt bayilerinin eylemi sırasında EPDK binasının panzerlerle ve yüzlerce güvenlik elemanıyla korumaya alınmasına dikkat çekilerek, uygulama ''acı bir durum'' olarak nitelendirildi.

Mektupta, sorunun çözümü açısından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın ''EPDK'nın 2'ye bölünmesi zaruri'' biçimindeki beyanının gerçekleşmesinin beklendiği kaydedildi.

http://www.haber7.com/haber/20090710/Tavan-fiyat-petrolculeri-isyan-ettirdi.php
#2094
İtalya'daki G-8 Zirvesi'nin ardından Türk basın mensuplarına açıklamalarda bulunan Erdoğan, Türkistan'daki olaylara ilişkin, "Bir taraftan evrensel değerleri konuşacağız, insan haklarını konuşacağız, öbür taraftan bunlara seyirci kalacağız; bu olacak iş değil." dedi. 
 
Zirvede bir araya geldiği liderlere bu düşüncelerini ifade ettiğini anlattı. Liderlerin de 'bu durumun üzerine de hassasiyetle eğilmek gerekir' diye düşündüğünü aktardı. Erdoğan, yaşanan olayların, ikili ilişkiler veya menfaatler değil, insan unsuru noktasından ele alınması gerektiğini söyledi. Başbakan, Pekin yönetimine de faillerin yakalanarak gerekli yaptırımların uygulanması çağrısında bulundu.

Türkiye'nin konuyu BM Güvenlik Konseyi'ne taşıma girişimi karşısında Çin'in 'veto' kartını kullanmasına kesin gözüyle bakılıyor. Nitekim Pekin yönetimi dün, bunu hatırlatır biçimde, "Bu durum iç işlerimize karışmak anlamına gelir." dedi. Hemen ardından ise Ankara'dan bir açıklama geldi: "Türkiye'nin, iç işlerinize karışmak gibi bir niyeti yoktur, olmamıştır." Uygurların iki ülke arasında 'dostluk köprüsü' olduğu da vurgulanarak. Ankara için Uygurlar 'beşinci kol' değil... Türkiye'nin Pekin'den 'haklı talepleri' var. 'Uygurların, barış, güven ve huzur içinde yaşamaları için gerekli ortamın sağlanmasını' istiyor.

Türkiye, ilk günden itibaren çok dikkatli adımlar attı. Hem Pekin ile Ankara arasındaki ilişkilerin olumsuz etkilenmemesi hem de Uygur Türklerinin yaşadığı ortamın iyileştirilmesi için. Bu noktada, Cumhurbaşkanı'nın, "Bizim için önemli olan oradaki kardeşlerimizin kendi devletleri içerisinde özgürce, mutlu ve mesut olmaları." sözünün altının çizilmesi gerekiyor.

Başbakan'ın sözleriyle birlikte Ankara'da, yeniden Urumçi olaylarının Güvenlik Konseyi'ne taşınmasının artıları-eksileri hesaplanıyor. BM'nin insan haklarıyla ilgili organlarına taşınması görüşü daha fazla kabul görüyor. Ancak son noktada Başbakan'ın 'arkadaşlarımızla değerlendireceğiz' dediği ihtimal 'siyasî talimat'a dönüşürse diplomatlar mesailerini buna ayıracak.

Doğu Türkistan'da yüzlerce kişinin öldüğü, binden fazla kişinin yaralandığı olaylar sebebiyle Çin'e toplumun her kesiminden tepki yükseliyor. Tüketiciler Birliği, Çin ürünlerine boykot çağrısında bulunurken, konsolosluk önünde toplanan gruplar Çin mallarını ateşe verdi. Hükümet ise Uygur Türklerine yönelik 'vahşet'i Birleşmiş Milletler'e (BM) taşıyacak. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, G–8 Zirvesi için bulunduğu İtalya'da Çin'de yaşananları gündeme getirirken, liderlere Türkiye'nin hassasiyetlerini aktardı. Gazetecilerin soruları üzerine ise Erdoğan, olaylar için kullandığı 'vahşet' ifadesinin arkasında olduğunu belirtti, "Yaşananlara seyirci kalamayız." dedi. Konuyu BM Güvenlik Konseyi'ne taşıyacaklarını açıklayan Başbakan, "BM Güvenlik Konseyi'nde Çin daimi üye, biz geçici üyeyiz. Orada bu işin değerlendirilmesi, görüşülmesi gerekir diye inanıyorum." dedi. Türkiye için önemli olanın 'menfaatler değil, insanî değerler' olduğunu belirten Erdoğan, Çin'den adaletli bir yaklaşımla failleri bulmasını istedi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de olayları endişe ve üzüntüyle takip ettiğini belirtti.

Uygurların anası Kadir: Olayları BM heyeti araştırsın

'Uygurların anası' olarak bilinen Dünya Uygur Kongresi Başkanı Rabiye Kadir, Başbakan Erdoğan'ın vize sözünün ardından Türkiye'ye geleceğini açıkladı. Kadir, Ankara'dan, bağımsız bir araştırma komisyonunun bölgeye gönderilmesi için BM ve Çin hükümeti nezdinde girişimlerde bulunmasını istedi.

Ölenler için gıyabi cenaze namazı kılındı

Uygur Bölgesi'nde hayatını kaybedenler için dün yurdun çeşitli yerlerinde gıyabi cenaze namazı kılındı. İstanbul, Ankara, Bursa, Edirne ve Sivas'ta cuma namazını müteakiben kılınan cenaze namazlarının ardından Pekin hükümeti protesto edildi ve Çin bayrakları yakıldı.

Pekin'e göre; Urumçi'de yaşananlar Çin'in iç işi

Çin yönetimi, Doğu Türkistan'da yaşananların BM Güvenlik Konseyi'ne götürülmesine karşı çıkıyor. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Çin Gang, Urumçi'de 5 Temmuz'da meydana gelen şiddet olaylarının Çin'in iç işi olduğu-nu savunarak Güvenlik Konseyi'nde tartışılması için bir neden bulunmadığını söyledi.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=868209&title=turkiye-uygur-bolgesindeki-olaylari-bmye-tasiyor
#2095
Başbakan Erdoğan, İtalya'ya hareketi öncesinde bir açıklama yaptı. Erdoğan, Dünya Uygur Kurultayı Genel Başkanı Rabia Kadir'in, başvuru yapması halinde kendisine vize verileceğini de aktardı. 

Rabia Kadir'e vize kararı sevinçle karşılandı 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Sincan Uygur Özerk Bölgesi'ndeki olaylara ilişkin girişimleri başlattıklarını belirterek, ''Dışişleri Bakanlığımız konuyla ilgili olarak Çin'in Ankara Büyükelçisi'ni bakanlığa çağırarak kendileriyle gerekli görüşmeler yapıldı. Bunun bir vahşet olduğunu söyledik ve bu vahşetin süratle durdurulmasının gereğinden bahsettik'' dedi.

KARAR SEVİNÇLE KARŞILANDI

Erdoğan'ın sözlerinin ardından Rabia Kadir'in Türkiye'ye gelmek için başvuruda bulunacağı belirtildi.

Bu müjde Uygur Türkleri içinde büyün sevinç yaşanmasına neden olurken, Dünya Uygur Türkleri Genel Başkan Yardımcısı ve Doğu Türkistanlılar Derneği Genel Başkanı Seyit Tümtürk, "Sayın Başbakanımızla görüştüm. Rabia'nın Türkiye'ye gelmesi çok önemli. Sayın Başbakanımız iki tarafı da uzlaştıracak. Bu konuda insiyasif alacaktır. Dünyada bunu yapabilecek ender liderlerden biridir kendisi. Biz onun ağzına bakıyoruz. 35 milyon Müslüman Türk onun ağzına bakıyoruz. Sayın Başbakanımıza çok teşekkür ediyoruz" diye konuştu.

Tümtürk, sözlerini şöyle sürdürdü: "Bizim anavatanımızdan başka rahat yaşayabileceğimiz tek ülke Türkiye'dir. 250 milyonluk Türk dünyası, 1 buçuk milyar İslam aleminin lideri Türkiye'dir. Açık konuşuyorum. Rabia'nın Türkiye'ye gelmesinde hiç bir sorun yoktu. Mesut Yılmaz hükümetinin eliyle Türkistanlıların sesi Türkiye'de boğuldu. Rabia'nın Türkiye'ye gelmesinde hiç bir sorun yoktu çünkü."

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=867713
#2096
Müslüman Uygur Türkleri ile Han Çinlileri arasında etnik çatışmaların patlak verdiği Türkistan'da gerilim sürüyor. Çin yönetimi, resmi rakamlara göre 156 kişinin hayatını kaybettiği 5 Temmuz olayları sebebiyle dün Türkistan'daki camilerde cuma namazını yasakladı. Uygurlar ise yasağa rağmen camilere koşarak bazı camilerin ibadete açılmasını sağladı. 
 
Huilerin (Çinli Müslümanlar) gittiği diğer camilerin de önlerinde toplanan birkaç yüz kişinin tepkisi üzerine kapılarını açtığı kaydedildi. Uygur bölgesinin başkenti Urumçi'de cuma sonrası düzenlenen protesto gösterisine Çin polisinin müdahale ettiği bildirildi. Yüzlerce kişi, cuma namazından sonra polisin çevresindeki yolları kapattığı Ak Cami'nin yakınında toplandı. Kalabalığa müdahale eden polisin 5-6 kişiyi tutukladığı ifade edildi.

Pekin yönetimi, Urumçi'de yeniden sokağa çıkma yasağı ilan ederken tarihî Kaşgar kentini yabancıların ziyaretine kapattı ve kentte bulunanların da ayrılmasını istedi.

Uygurların çoğunlukta bulunduğu Kaşgar'daki yetkililer, "gazeteci ve yabancıların kentten ayrılmaları gerektiğini" belirterek, "kentte karışıklık olmadığını, ancak ziyaretçilerin güvenlikleri açısından bu kararın alındığını" kaydetti. Ancak yabancıların bölgeden uzaklaştırılması kentte Uygurlara yönelik 'yeni bir kıyım'ın işareti olarak yorumlandı.

Bu arada, Çin Dışişleri Bakanlığı, Türkistan'da "5 Temmuz günü meydana gelen olaylarda ölenlerin çoğunluğunun Han milliyetinden olduğunu" ileri sürdü. Yeni Çin Haber Ajansı da, bölgesel kaynaklara dayandırdığı haberinde, ölü sayısının 156'dan 184'e çıktığını duyururken, bunlardan sadece 46'sının Uygur olduğunu iddia etti. Öte yandan ABD Kongresi Temsilciler Meclisi'nde, Çin'in Uygurlara karşı uyguladığı her türlü şiddet eylemini kınayan karar tasarısı hazırlandığı bildirildi.

Uygurlar için gıyabi cenaze namazı kılındı

Türkistan'da Uygurların maruz kaldığı şiddet olayları sebebiyle Çin yönetimine Türkiye'den tepkiler devam ediyor. Dün yurdun çeşitli yerlerinde, hayatını kaybeden Uygurlar için gıyabi cenaze namazı kılındı. İstanbul, Ankara, Bursa, Edirne, Sivas gibi illerde cuma namazını müteakiben kılınan cenaze namazlarının ardından Pekin hükümeti protesto edildi ve Çin bayrakları yakıldı. Çin mallarını da yakan vatandaşlar, bu ülkede üretilen mallara boykot çağrısı yaptı.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=868210&title=uygurlar-cuma-yasagini-deldi
#2097
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, askerlere sivil yargının önünü açan yasayı onayladı. Ancak Gül ek düzenleme istedi.


Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, askere sivil mahkemelerde yargılanma yolunu açan düzenlemeyi de içeren 5918 sayılı ''Türk Ceza Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun''u onayladı.

Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezi'nden yapılan açıklamada, Başbakanlığa gönderilen yazıda, ''Bu düzenlemenin uygulanmasında askerlik hizmeti bakımından disipline ve hukuki güvencelere ilişkin olarak ortaya çıkması muhtemel tereddütleri giderecek yasal düzenlemelerin de yapılmasında fayda görülmektedir. Sayın Cumhurbaşkanımız, belirtilen hususlarda gerekli yasal düzenlemenin ivedilikle yapılmasının uygun olacağını belirtmişlerdir'' denilerek, ''yeni yasal düzenleme ihtiyacına işaret edildiği'' bildirildi.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını da içeren ''Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun''u yayımlanmak üzere Başbakanlığa gönderdi. 

Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezi'nden yapılan açıklamada, ayrıca Başbakanlığa gönderilen bir yazıyla Cumhurbaşkanı Gül'ün bu düzenlemenin uygulanmasında askerlik hizmeti bakımından disipline ve hukuki güvencelere ilişkin olarak ortaya çıkması muhtemel tereddütleri giderecek yasal düzenlemelerin de yapılmasında fayda gördüğü, gerekli yasal düzenlemenin ivedilikle yapılmasının uygun olacağını belirttiği kaydedildi.

İŞTE ÇANKAYA'DAN YAPILAN AÇIKLAMA

Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezi'nden yapılan yazılı açıklamaya göre, Cumhurbaşkanı Gül, 5918 sayılı ''Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun''u onaylayarak yayımlanmak üzere Başbakanlığa gönderdi.

Açıklamada, Başbakanlığa gönderilen yazıda şunların kaydedildiği belirtildi:

''Anılan kanun ile yapılan diğer düzenlemelerin yanında, asker olmayan kişilerin barış zamanında askeri mahkemelerde yargılanmalarına son verilmiş; ayrıca, asker kişilerin barış zamanında 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 250'nci maddesi uyarınca görev yapan ağır ceza mahkemelerinin yargı yetkisine giren bir suçu işlemeleri durumunda, bu mahkemeler tarafından yargılanmaları öngörülmüştür.

2008 yılında Avrupa Birliği Komisyonu tarafından yayımlanan Katılım Ortaklığı Belgesinde yer verilen ve kısa vadeli öncelikler arasında bulunması sebebiyle 2009 yılı sonuna kadar gerçekleştirilmesinde yarar görülen 'Askeri mahkemelerin yetkisinin askeri personelin askerlikle ilgili görevlerine hasredilmesi' maddesi gereğince bu düzenlemenin yapıldığı anlaşılmaktadır.

Yapılan düzenlemenin, 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanunu'nun 'Genel görev' başlıklı 9'uncu maddesindeki, askeri mahkemelerin 'kanunlarda aksi yazılı olmadıkça' maddede belirtilen suçlara ait davalara bakmakla görevli olduklarına ilişkin hükümle de uyumlu olduğu görülmektedir.

Bununla birlikte, bu düzenlemenin uygulanmasında askerlik hizmeti bakımından disipline ve hukuki güvencelere ilişkin olarak ortaya çıkması muhtemel tereddütleri giderecek yasal düzenlemelerin de yapılmasında fayda görülmektedir.

Sayın Cumhurbaşkanımız, belirtilen hususlarda gerekli yasal düzenlemenin ivedilikle yapılmasının uygun olacağını belirtmişlerdir.''

Açıklamanın sonunda, bu yazıyla ''yeni yasal düzenleme ihtiyacına işaret edildiği'' vurgulandı.

KANUNUN İÇERİĞİ

Cumhurbaşkanı Gül'ün onayladığı 5918 sayılı ''Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'', asker kişilerin, barış zamanında Ceza Muhakemesi Kanunu'nun (CMK) 250. maddesi uyarınca kurulan ağır ceza mahkemelerinin yargı yetkisine giren bir suçu işlemeleri halinde bu mahkemeler tarafından yargılanmasını öngörüyor. Savaş ve sıkıyönetim halinde işlenen suçlarda ise askeri mahkemelerin yargı yetkisi korunuyor.

Kanuna göre, barış zamanında asker olmayan kişilerin, Askeri Ceza Kanunu veya diğer kanunlarda yer alan askeri mahkemelerin yargı yetkisine tabi bir suçu tek başına veya asker kişilerle iştirak halinde işlemesi durumunda, asker olmayan kişilere ilişkin soruşturmalar Cumhuriyet Savcıları, kovuşturmalar ise adli yargı mahkemeleri tarafından yapılacak. Düzenleme, kanunun yürürlüğe girdiği tarihte devam etmekte olan soruşturma ve kovuşturmalarda da uygulanacak.

Örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen uyuşturucu, uyarıcı madde imal ve ticareti ile bu suçtan kaynaklanan mal varlığı değerini aklama suçları; ağır ceza mahkemelerinde görülecek.

Uzlaştırma kapsamına giren bir suç, bu kapsama girmeyen bir başka suçla işlenirse, uzlaşma hükümleri uygulanmayacak.

YURT DIŞINDA RÜŞVET VEREN TÜRK VATANDAŞI

Kanuna göre, rüşvet suçu, Türk vatandaşı ya da yabancının yurt dışında işlemesi halinde Türk kanunlarının uygulanacağı suçlar arasından çıkarıldı. Böylece bir Türk vatandaşı, yurt dışında rüşvet verirse, Türkiye'de bulunması halinde, kovuşturma için Adalet Bakanının iznine gerek kalmayacak.

Kanun, bir kişinin, suçtan elde ettiği veya suçun konusunu oluşturduğu eşyayı, suç tamamlandıktan sonra edinmesinde, iyiniyetli olup olmadığına bakılmadan elindeki eşyaya el konulmasının da önüne geçiyor. Suç teşkil eden eşya ve maddelerin müsadere edilmesi için eşyayı daha sonra edinen kişi, Türk Medeni Kanunu'nda yer alan ''iyi niyetin korunması''na ilişkin hükümlerinden yararlanamayacak.

Bir suçun işlenmesiyle elde edilen eşyayı veya diğer mal varlığı değerini, bu suçun işlenmesine katılmayan ancak satan, devreden, satın alan veya kabul eden kişi, 6 aydan 3 yıla kadar hapis ve 10 bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılacak.

YABANCIYA RÜŞVET, ETKİN PİŞMANLIK DIŞINDA

Yabancı kamu görevlilerine rüşvet verenler, etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanamayacak.

Suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini aklamada öncül suçların alt sınırı, 1 yıldan 6 aya indirildi. Alt sınırı 6 ay veya daha fazla hapis cezasını gerektiren bir suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini, yurt dışına çıkaran veya bunların gayrimeşru kaynağını gizleyen, meşru bir yolla elde edildiği kanaati uyandırarak çeşitli işlemlere tabi tutan kişi, 3 yıldan 7 yıla kadar hapis ve 20 bin güne kadar adli para cezasına çarptırılacak.

Kanun, TCK'ya yeni bir suç tanımlaması eklendi. ''Suçtan kaynaklanan mal varlığı değerini aklama suçunun konusunu oluşturan mal varlığı değerini, bu özelliğini bilerek satın almak, kabul etmek, bulundurmak veya kullanmak'' fiilleri ayrı bir suç olarak tanımlandı. Bu suçları işleyenlere, 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası verilecek.

TÜZEL KİŞİYE DE CEZA

Bir özel hukuk tüzel kişisinin organ veya temsilcisi ya da tüzel kişinin faaliyeti çerçevesinde görev üstlenen bir kişi, dolandırıcılık, ihaleye fesat karıştırma, rüşvet, suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini aklama, zimmet, kaçakçılık, petrol kaçakçılığı, terörün finansmanı gibi suçları tüzel kişinin yararına işlerse, tüzel kişiye de idari para cezası kesilecek. Bu suçların tüzel kişinin yararına olarak işlenmesi halinde, ayrıca bu tüzel kişiye 10 bin liradan 2 milyon liraya kadar idari para cezası verilecek.

İdari para cezasına karar vermeye, bu suçlardan yargılama yapmakla görevli hakim yetkili olacak.

http://www.haber7.com/haber/20090709/Gul-Askere-Sivil-Yargi-yasasini-onayladi.php
#2098
Uluslararası Kriz Grubunun "Irak ve Kürtler" raporunda, Irak'ın kuzeyindeki bölgesel yönetimin, "komşularına ve Bağdat yönetimine karşı koruyucusu ABD'nin kaybedeceği beklentisiyle, tek gerçekçi alternatif olan Türkiye'ye yöneldiği" iddia edildi.

AA-Merkezi Brüksel'de bulunan Amerikan düşünce kuruluşunun raporunda, Kürt liderlerinin,  "Türkiye ile anlaşma ihtiyaçlarını açıkça konuşmaya başladıkları ve bunun ardından ilişkilerin istikrarlı şekilde geliştiği" anlatıldı.Raporda, Irak'ın kuzeyindeki bölgesel yönetimin lideri Mesud Barzani'nin özel kalem müdürü Fuat Hüseyin'in şu sözleri aktarıldı:
"Eğer (Iraklı) Şiiler İran'ı ve Sünniler Arap dünyasını seçerse, Kürtler de Türkiye ile ittifaka girmek zorunda kalacak. Türkiye'nin de bu kapsamda Kürtlere ihtiyacı olacak. Biz Türkiye ile birlikte olmak zorundayız ve Türkiye açısından bakarsanız Irak'ta bizden başka dost ya da ortakları yok."
Raporda, Mesud Barzani ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasında henüz görüşme yapılmamış olsa da Kürt yetkililerin üst düzey Türk yetkililerle birçok kez bir araya geldiği hatırlatıldı.
"Tüm bu gelişmelerin, Osmanlı sonrası Türkiye'nin hak iddia ettiği 'Musul vilayeti' fikrini yeniden canlandırdığı" kaydedilen raporda, "şaşırtıcı bir şekilde bu kez isteğin Türk milliyetçi çevrelerinden değil, üst düzeydekiler dahil Kürt tarafından geldiği" ifade edildi.
Raporda, isim verilmeden Irak'ın kuzeyindeki bölgesel yönetimden ve Türkiye'den üst düzey yetkililerin Uluslararası Kriz Grubuna yaptığı açıklamalara da yer verildi.
Irak'ın kuzeyindeki bölgesel yönetimin adı açıklanmayan bir yetkilisi, "Bağımsız olmak hakkımız, fakat bu olmazsa ben Türkiye ile olmayı Irak'la birlikteliğe tercih ederim. Çünkü Irak demokratik değil" diyerek, tek çıkış yolunun bölgenin "Musul vilayeti" adıyla Türkiye'ye, Türkiye'nin de kendi içindeki Kürtlerin durumuna çözüm olarak AB'ye katılması" olduğunu ifade etti.
Buna karşın Ankara'nın Iraklı Kürtlerle "resmi birliktelik" seçeneğine sıcak bakmadığı kaydedilen raporda, adı açıklanmayan üst düzey bir Türk yetkilinin şu görüşlerine yer verildi:
"Iraklı Kürtlerle ekonomik birliktelik gelecekte mümkün. Fakat bu resmi değil, fiili bir birliktelik olmalı. Biz Irak'ın bütünlüğünü korumasından yanayız. Irak, bölgedeki etnik ve mezhepsel dengenin barometresi gibi. Fakat ekonomik teşvikler mümkün. Bağdat'la anlaşarak Kürt bölgesiyle sınırımızı esnek hale getirip ekonomik (serbest) bölge oluşturabiliriz."

"TÜRKİYE DOLAYLI YOLLARLA KERKÜK'E SAHİP OLACAK"
Barzani'nin özel kalem müdürü Hüseyin, Kürt yetkililerinin, Başkan Barack Obama'nın açıkladığı takvime uygun olarak ABD'nin Irak'tan çekileceğine ve bunun sonucunda Irak'ın çökeceğine ikna olduğunu belirtti. Hüseyin, "Kürtler bu şartlarda Türkiye'nin koruması altında rahat ederken, bunun karşılığında Türkiye'nin, Kerkük'teki dev rezervler dahil, Irak'ın kuzeyindeki bölgenin petrol ve doğal gazına doğrudan erişim imkanı elde edeceğini ve dolaylı yollarla Kerkük'e sahip olacağını" ileri sürdü.
Uluslararası Kriz Grubuna göre, bölgedeki gelişmeleri dikkatle izleyen Ankara ise Irak'ın kuzeyinde Türk girişimcilerin yatırımlarını teşvik ederek bölgedeki petrol ve doğal gazın ihracat kapısı olmak istiyor. İran'ın Irak üzerinde etkinlik kazanmasını istemeyen Ankara, bu riski azaltmak için bir yandan merkezi hükümeti güçlendirmek amacıyla Bağdat yönetimiyle bağlarını geliştirmek isterken, diğer yandan Mart 2009'da Basra'da konsolosluk açarak ülkenin güneyindeki "İran etkisini sınırlandırmayı" hedefliyor.
Raporda, "Ankara'nın çıkmazı, Amerikan ordusunun ayrılmasının ardından (Irak'ta) ne olacağını bilmediği için tüm yumurtalarını Bağdat'ın sepetine koyarak Kürtleri yabancılaştırma riskini almak ile İran'ın güçlü etkisi altındaki geleceğin Irak'ıyla arasında bir tampon bölge oluşturmak için kuzeydeki bölgesel yönetimi destekleyerek Bağdat'ı kızdırmak arasında kalması... Etkili olmak için bahislerini koruma altına alarak, her iki tarafla ilişkilerini dengeliyor" deniliyor.
Raporda, Genel Enerji ve PetOil gibi Türk şirketlerinin "Ankara'dan aldıkları yeşil ışıkla" Irak'ın kuzeyinde faaliyet gösterdiği ve "ileri kol" rolü oynadığı öne sürüldü.
Uluslararası Kriz Grubu raporunda, Irak'ın kuzeyindeki bölgesel yönetimin, Türkiye üzerinden AB'nin doğal gazda Rusya'ya bağımlılığını azaltacak Nabucco projesine doğal gaz arzını başarması halinde, Bağdat yönetimiyle ilişkilerde elini önemli ölçüde güçlendireceği savunuldu.(aa)

http://www.haberx.com/Dunya-Haberleri/Temmuz-2009/Irakli-Kurtler-Turkiyeye-baglanmak-istiyor.aspx
#2099
Cezayir'le Fransa'nın İslamcılara komplosunu, konuşmaması için uyarılan Fransız general, baskılara rağmen anlattı.
 
Cezayir'de 1995-96 yıllarında İslamcılarla Cezayir hükümeti arasında meydana gelen çatışmalarda yaşananlar bir bir aydınlanıyor. İslamcılar tarafından öldürüldüğü iddia edilen 7 Katolik keşişin, aslında Cezayir Ordusu tarafından öldürüldüğü, ancak suçun İslamcıların üzerine atıldığı ortaya çıktı.

Reuters'in Fransız yargı yetkililerinden edindiği bilgiye göre, Cezayir'de görev yapmış bir Fransız generali, 1996 yılında öldürülen 7 Fransız keşişin, İslamcılar tarafından değil, ordu tarafından öldürüldüğünü, olayın da Paris tarafından örtbas edildiğini söyledi.

Emekli General François Buchwalter, gizli bir soruşturmada verdiği ifadesinde Katolik keşişlerin kaldığı kampın, İslamcıların kaldığı kamp sanılması üzerine ordu helikopterleri tarafından vurulduğunu söyledi.

Cezayirli yetkililer, keşişlerin 1996 yılının Mart ayında İslamcılar tarafından kaçırıldığını ve iki ay sonra boğazları kesilmiş bir halde bulunduklarını iddia etmişti. Cezayirli yetkililer, dönemin askeri ataşesi Buchwalter'a olayın İslamcılarla ilgili olmadığı bilgisini vermiş, Buchwalter'ın PAris'e konuyu iletmesi üzerine de sessiz kalması telkin edilmişti.

Olayın ortaya çıkması üzerine, keşişlerin akrabalarının avukatları gizli savunma dosyalarının açıklanmasını talep ettiler. Talep, Başbakan Jean-Pierre Raffarin'den de destek gördü. Raffarin, "Bu çok acı bir olay. Orada ne yaşandığını ortaya çıkarmalıyız" ifadelerini kullandı.

General Buchwalter ifadesinde, kendisine olayı aktaran kişinin kardeşinin saldırıyı düzenleyen helikopterde olduğunu, üstlerinin kendisine Fransa ile Cezayir arasındaki ilişkileri zedelememek için susmasını emrettiklerini aktardığını söyledi. Buchwalter, keşişlerin ölümünden kısa bir süre sonra öldürülen Katolik Piskopos Pierre Claverie'nin de Cezayirli yetkililer tarafından öldürülmüş olabileceğini de ifade etti.

http://www.dunyabulteni.net/news_detail.php?id=82501
#2100
Çin'de Komünist Partisi Urumçi Komitesi Sekreteri, 'Sincan Uygur Özerk Bölgesi'ndeki olayları çıkaran kişileri idam edeceğiz' dedi.

Bugün bir basın toplantısı düzenleyen Li, bölgenin merkezi Urumçi'de 5 Temmuz'dan bu yana süren etnik şiddetten sonra istikrarın sağlandığını, güvenlik güçlerinin caddelerin kontrolünü ele aldığını belirtti. Li Cı, cinayetten suçlanan çok sayıda kişinin gözaltına alındığını ve bunların çoğunun öğrenci olduğunu kaydetti.

Urumçi Belediye Başkanı Jerla İsamudin, pazar günü başlayan olaylarda pazartesi akşamına kadar 156 kişinin hayatını kaybettiğini, 1080 kişinin yaralandığını aktardı. Olaylarda 11'i polis aracı olmak üzere 60 taşıtın, 209 dükkanın ve iki binanın tahrip edildiğini ifade eden İsamudin, toplam 56 bin 850 metrekarelik bir alanın da ateşe verildiğini dile getirdi.

ÇİN DIŞİŞLERİ: "GÖZALTILAR, CAN VE MAL GÜVENLİĞİ İÇİN"

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Çin Gang, Urumçi'de patlak veren şiddet olaylarına karşı alınan önlemlerin yasal ve haklı olduğunu savundu. Çinli sözcü, bu önlemlerin farklı etnik gruplara mensup halk tarafından da desteklendiğini iddia etti.

Çin Gang, Pekin'de düzenlenen olağan basın toplantısında, Sincan Uygur Özerk Bölgesi'nde yasaların uygulanmasıyla görevli makamların bazı şüphelileri gözaltına almasının, halkın can ve mal güvenliğini korumayı amaçladığını vurguladı. "Hiçbir ülke gibi Çin de bu tür sabotaj ve şiddet olaylarına izin veremez" diyen Sözcü, aksi takdirde ülkenin hukukla yönetilen bir ülke ve hükümetin sorumlu bir hükümet olamayacağını anlattı.

Çin İslam Derneği Başkanı imam Cın Guangyuen, Urumçi'deki olaylara karışan suçluların eylemlerini şiddetle kınadı. Cın, Çin Uluslararası Radyosu'na verdiği mülakatta, "İslam dini barışçı bir din. 5 Temmuz olaylarının düzenleyicileri ve katılımcıları İslam dinini temsil edemez. Eylemlerinin milli ve dini sorunlarla ilgisi yok" ifadelerini kullandı.

"DURUM KONTROL ALTINDA"

Çin Komünist Partisi Sincan Uygur Özerk Bölgesi Komitesi Sekreteri Vang Lıçüen, devlet televizyonuna verdiği demecinde, Urumçi'de meydana gelen "ciddi sabotaj ve şiddet olaylarından" sonra durumun kontrol altına alındığını duyurdu.

Vang, Han milliyetinden bazı vatandaşların sokağa dökülmesiyle ilgili olarak, "Her milliyetten vatandaşa, etnik çatışmaya neden olmak yerine, evine dönerek, asayişin bir an önce sağlanmasına katkıda bulunması çağrısı yapılmalı" diye konuştu.

Bu arada, sabah saatlerinde Urumçi'de 200 kişilik bir grup protesto gösterisi düzenledi. Yetkililer, Han Çinlilerinin yaşadığı mahalleleri ayırmak için polisin kordon altına aldığı yerin yakınlarında toplanan Uygurların, Hanları protesto ettiğini açıkladı. Taşlı sopalı göstericilerden biri, dün gece 300 kadar Hanın güvenlik kordonunu geçerek evlere saldırdığını ve bir lokantaya zarar verdiğini, hatta 50 yaşındaki bir kişiyi dövdüğünü ve bu yüzden protesto gösterisi düzenlediklerini beyan etti.

Polis, dün, Uygurların eylemlerinden rahatsız olduklarını söyleyerek karşı saldırıya girişen sopalı Han Çinlilerini dağıtmak için tazyikli su kullanmıştı.

http://www.haber7.com/haber/20090709/Cin-Olaylari-cikaranlari-idam-edecegiz.php