Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#2141
8 Şubat 2009 Hürriyet Gazetesi'nde şöyle bir haber yayımlandı:

'KKTC polisi 29 Ocak'ta otobüs terminalinde düzenlediği bir operasyonda, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Sercan Çankaya ve Hilmi Höner'in çantasında Süryani alfabesiyle yazılı tarihi bir İncil ele geçirdi.

KKTC Eski Eserler İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu'nun ön incelemesinde 3 milyon TL değer biçtiği İncil'in, iki bin yıllık olduğu tahmini yapıldı ve kaybolan dördüncü St. Barnabas İncil'i olabileceği belirtildi. Operasyonun devamında Ali Rıza Arıoğlu, Ömer Akın, Kenan Arslan, Barış Can, Özgür Uzundal, Uğur Özgürlü, Ali Çoban da gözaltına alındı.

Operasyonda Ali Çoban'ın garajında, 25 bin TL değerinde ana tanrıça ve 3 bin TL değerinde Hz. İsa kabartmalı kilit taşı da bulundu. Şüpheliler, yurt dışına çıkış yasağı konularak serbest bırakıldı.

Barnabas İncil'i, Hıristiyanlığın en tartışmalı konularından biri olarak kabul ediliyor. Hz. İsa döneminde yazılan tek İncil olduğuna inanılan ve 'Beşinci İncil' de denilen Barnabas İncil'inde iddiaya göre, Hz. İsa'nın, "Tanrı'nın oğlu değil peygamber olduğu" yazıyor ve Hz. Muhammed'i müjdelediğine inanılıyor.

Yazar Aydoğan Vatandaş, bir süre önce "Apokrifal" adlı kitabında dört Barnabas İncili'nden birinin Kıbrıs'tan çalındığını ve Genelkurmay Başkanlığı'nın elinde olduğuna dair iddialara yer vermiş, konu bazı gazete ve televizyonlarda haber olmuştu.'

Türkiye'de maalesef bazı konularda haber takibi yeterince yapılamıyor. Bunun başlıca nedenleri arasında bazı spesifisik konularda yeterince uzman muhabir bulunmaması. Editör arkadaşlar da muhabirleri yeterince yönlendiremiyorlar. 

Hürriyet Gazetesi iyi bir haber yakalamış ancak bir daha haberin devamını getirmemiş. Başka gazeteler de konuya ilgi göstermemiş. Oysa hiçbir şey, ama hiçbir şey, 1. yüzyıla ait olabilecek bir İncil metninden daha değerli olamaz bence. Çünkü bu, tarihsel İsa ile kurgusal İsa arasındaki 4 yüzyıllık boşluğu kapatabilir.

Bugün Hz. İsa'nın gerçekte yaşayıp yaşamadığı tartışmaları bile yapılırken, erken Hristiyanlığa ait böyle bir keşif Don Brown'un Davinci Code'undan daha mı değersiz?  Belki inanmayacaksınız ama geçenlerde Pullitzer ödüllü bir gazeteciyle konuştum New York'ta, yakında kendisiyle yaptığım söyleşiyi de okuyacaksınız kısmetse. Bu konuyu maalesef anlayamadığını fark ettim.

Hürriyet'in bu haberinde küçük bazı maddi hatalar da vardı. Mesela, Apokrifal adlı kitabımda, Kıbrıs'ta değil Hakkari'de, 1981 yılında bulunan 1.yüzyıla ait Aramice İncil'in peşine düşmüştüm. Bu kitapta ilk defa Aziz Barnabas'ın bu İncil'i Arami dilinde 4 ayrı alfabeyle de yazdığı bilgisine de yer vermiştim.

Peki Kıbrıs'ta çalınan bir şey yok mu? Var elbette. Birincisi Aziz Barnabas'ın mezarı soyuldu 1996 senesinde. Ancak mezardan ne alındığı hala bir muamma olmaya devam ediyor. Kutlu Adalı'nın başına gelenleri de detaylarıyla (merhum) yazmıştım.

Barnabas'ın mezarının bulunduğunda göğsünün üzerinde bir İncil bulunduğu biliniyor.  M.S. 478 yılında, Kıbrıs Piskoposu Anthemios'un çabalarıyla Barnabas'a ait kalıntılar bir harup ağacı altındaki Roma dönemine ait antik bir mezarda bulunmuştu.

Mezarda bulunan ceset kalıntılarının yanısıra orada Aziz Mathhias İncilinin de bulunduğu, bu İncil'in de,  Anthemios'un beraberindeki görevli üç papazla birlikte, İstanbul'daki Aziz Stephen Kilisesi avlusunda, Bizans İmparatoru Zeno'ya hediye olarak verildiği biliniyor. Peki bu İncil'e ne oldu? Elbette kayıp. 

Bu sorunun yanıtını da Kıbrıs Üniversitesi'nden Sanat Tarihçisi ve İlahiyatçı Andreas Foulias'a sormuştum. Andreas'ın verdiği cevaplar konuyu daha da ilginç hâle getiriyor. Şunları söylüyor Foulias:
   
'St. Barnabas'ın göğsünde, Başpiskopos Anthemios tarafından bir İncil bulunduğu, bu İncil'in Matthias'a ait olduğu bunun da Bizans İmparatoru Zeno'na hediye edildiği ve İstanbul'daki Aziz Stephanos Kilisesi'ne konulduğu biliniyor. Söylendiğine göre İncil Frankların 1204 yılında İstanbul'u aldıkları bir sırada çalınmıştır. O günden bugüne kadar hakkında hiçbir bilgi edinilemedi.'

Peki, bu İncil kimindi? St. Barnabas'ın mı, yoksa Matthias'ın mı?

Bu konu son derece önemlidir. Demek ki, 1204 yılına kadar Aziz Barnabas tarafından kaleme alınan ancak Aziz Matthias'a ait olduğuna inanılan otantik, 1.yüzyıla ait bir İncil mevcuttu ve Aziz Stephanos Kilisesi'nde saklanıyordu. Ortadan kaldırılması ya da çalınmasının tek bir nedeni olabilirdi. O da şu an kabul edilen 4 kanonik İncil'den farklı olması!

Bu İncil de Aziz Barnabas'ın el yazısıyla yazılmıştı ve Mathias İncili'nden Barnabas tarafından kopya edilmişti.

Haberde Genelkurmay'da olduğu iddia edilen İncilin 1981 yılında Hakkari'de bulunan İncil olması gerekiyor, Kıbrıs'ta milattan sonra 478 yılında bulunan değil.

Şimdi gelelim Hürriyet'in haberinde geçen İncil'e. Evet, Kıbrıs'ta 29 Ocak 2009'da eski bir İncil'in bulunduğu kesin. Benim duyumlarım bu İncil'in şu anda Gazi Mağusa Adli Tıbbında olduğu yönünde. Sanırım Türkiye'den gelecek iki uzman bu konuyla ilgili rapor hazırlayacak, hazırlanan raporlardan çıkacak sonuca göre de işlem yapılacak.  Şu anda yakalanan 4 kişiden biri tutuklu diğer üçü serbest.

Benim merak ettiğim, 1. yüzyıla ait olabilecek bir İncil'i anlayabilecek kaç tane uzmanımız var bizim? Hadi bir soru daha sorayım. Türkiye'de karbon testi yapabilecek bir labaratuarımız var mı?

Cevap maalesef hayır. Türkiye tarihi eser cenneti. Ancak Karbon testi yapabilecek tek bir labaratuara bile sahip değil.

Lütfen bu İncil meselesinde uzmanlığa ve bilimselliğe dikkat edilsin ve sonuçlar da mutlaka kamuoyuyla paylaşılsın.

http://www.haber7.com/haber/20090609/Kibrista-ele-gecirilen-Incile-ne-oldu.php
#2142
Geçen hafta Abant'ta "Abant Platformu" nun tertip ettiği organizasyona katıldım.. Türk demokrasi tarihi yazıldığında Abant Platformu'na özel bir yer ayrılacağına olan inancım tam olduğu için bu toplantıya katıldım.
Toplantı sonrası istikbale olan güvenim daha da arttı.. Fakat aynı toplantıda Türkiye'de yaşanan bazı çarpıklıklar aklıma geldi.. Aklıma getiren ise şu üç haber oldu..
İlkinden başlayalım: Başbakan Tayyip Erdoğan önümüzdeki eğitim döneminden itibaren, azınlık okullarında okuyan vatandaşlarımız için de bedava kitap uygulamasının başlayacağını duyurdu..
İkinci haber ise şuydu: Karaköy genelevinin hemen bitişiğinde meğer Surp Pırgiç Ermeni Kilisesi varmış..
Peki bu kilisenin varlığını nasıl öğrendim? Geneleve gittiğim için mi? Hayır..! Peki kiliseye gittiğim için mi? Yine hayır..
Bu kilisenin varlığını, anılan kilisenin bağlı olduğu vakfın başkanı olan Daniel Atsup'un basın açıklamasından öğrendim..
Atsup bakın ne demiş: "Eskiden cemaatimiz 300-500 kişi iken şimdi 7-8 kişi.. Zira genelevin pencereleri ile ibadethanemizin pencereleri birbirine bakıyor.."
Bu bilgiye "muttali" olunca düşündüm.. Düşündüm ki, bu genelev muhakkak surette kilisenin inşasından sonra açılmıştır..
Yine düşündüm ki, orada kilise değil de cami olsaydı yanına acaba genelev açılır mıydı?
"Laik" bir ülkeyiz ya!.. Diyelim ki cami yanında genelev açılmasına izin verildi, bu durumda "cami cemaati" mi çok olurdu yoksa genelevin "potansiyel müşterileri" mi?
Cami ile genelev "sözcüklerinin" yan yana gelmesini bile haklı olarak kabullenemiyoruz değil mi?
Orada ise iki sözcüğün yan yana gelmesini bırakınız, iki "binanın" yan yana konuşlandığı bir durum var..
İşte o genelevin oraya "kondurulmasına" izin veren dönemin yöneticilerinin bilinçaltında yatan olsa olsa şudur:
"Kardeşim, boş ver kiliseyi miliseyi.. Birkaç tane Ermeni kiliseye gitse ne olur? Genelevin pencereleri ile kilisenin pencereleri birbirine baksa ne olur? Hem onlar Ermeni 'dölü' değil mi? Bizim devletimizi ilgilendiren, Ermeni kilisesinin müdavim sayısı değil; bitişiğindeki genelevin Ermeni patroniçesinin devletimize ödediği vergi matrahıdır.. Kaldı ki vergilendirilmiş kazanç kutsaldır.."!
Evet bu kilise bitişiğine genelev kondurulması meselesi, Türkiye Cumhuriyeti'nin genetik kodunun tipik bir şifresidir..
Azınlıkları hala "yerli yabancı" olarak belirten ve gerekçeli kararının tepesine "Türk milleti adına hüküm vermeye yetkili" ibaresini konduran yargı kararlarıyla malul bir ülke burası..
İşte o yüzden nerede, "Kilisenin bitişiğine genelev kondurtan" eski faşist yönetimler..
Nerede, Başbakan Erdoğan'ın bedava kitap uygulamasını azınlık okullarına da şamil kılan demokrat yönetim mantalitesi..
Evet şimdi gelelim üçüncü habere.. Vakit gazetesinin haberine göre, Demokrat Parti İzmir İl Başkanlığına "Çankaya'da başörtüsü istemiyoruz.." şeklindeki deklarasyona imza atan biri gelmiş..
Bu atama, DP'nin yeni seçilen kadrosunun nasıl bir antidemokrat şablona hapsolunduğunu gösteren bariz bir örnek elbetteBunda bir problem yok ve Vakit gazetesi haklı olarak bu atamaya isyan ediyor..
Fakat Vakit, haberin son cümlesinde diyor ki: "Açılımlarında bununla da yetinmeyen Demokrat Parti, İzmir il yönetiminde Musevilerin de görev alacağını deklare etti.."
Şimdi bu kadar doğru bir haberin son cümlesi böyle mi olmalıdır? "Bununla yetinmeyen.." demek ne demektir?
Museviler vatandaşımız değil mi? Museviler siyaset yapamaz mı? "Türbanlılar da Meclis'te olabilsin.." diye haklı olarak isyan ederken, bu engellemeleri yapanların ağzıyla konuşmak tutarlı bir tutum mudur?
Neticede bu ülke öyle bir ülke ki, genelevin pencereleri kilisenin pencerelerine bakar.. Çünkü kilise Ermenilerindir.. Eh Ermeniler de "gayrimilli" dir..
Ha, günahlarını almayalım, belki de bu izni veren geçmişteki yöneticiler "halisane" düşünüyordu ve belki de şöyle düşünüyordu:
"Ermeniler 'gayri milli'dir.. Kilisenin yanına genelev yaparsak belki ibadetten sonra geneleve gelirler ve bir de bakmışsın ki adamlar genelevde ilk kez 'milli' olmuşlar.. Fena mı olur?"!

http://www.takvim.com.tr/Yazarlar/fikriakyuz/2009/06/23/abant_platformunda_aklima_genelev_geldi
#2143
T.C.
DENİZLİ
1. İCRA HUKUK MAHKEMESİ
TÜRK MİLLETİ ADINA
GEREKÇELİ KARAR
ESAS NO : 2009/604
KARAR NO : 2009/567
HAKİM : VELİ BEYDOĞAN 33364
KATİP : YÜCEL SÖNMEZ 58379
DAVACI : SÖNMEZ YÜCEIŞIK İNŞAAT VE SIHHI TES MAL SAN VE TİC A Ş -
VEKİLİ : Av. SERHAT OĞUZ DEMİRCİ - Mesutbey İşhanı Kat:4 No:35 Denizli Merkez/ DENİZLİ
DAVA : Şikayet
DAVA TARİHİ : 09/06/2009
KARAR TARİHİ : 09/06/2009
Mahkememizde görülmekte bulunan Şikayet davasının evrak üzeri yapılan incelemesi sonunda,
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ:
Davacı vekili şikayet dilekçesinde özetle borçlu Recep ÇETİN ve Özgökay İnşaat Malzemeleri Pazarlama ve Ticaret Limited Şirketi aleyhine Denizli 3. İcra Müdürlüğünün 2007/3744 Esas sayılı dosyası ile başlattıkları icra takibinde borçlular adına kayıtla araçların UYAP üzerinden kayden haczi için 28.05.2009 tarihinde icra takip dosyasında talep açtıklarını, taleplerinin icra müdürlüğünce "doğrudan haciz işleneceği hususunda kendilerine kanunla bir görev ve yetki verilmediği ancak İİK.nun 357, 359 ve 367. maddeleri gereğince ilgili kurumlara yazı yazılmak suretiyle haczin tatbik edilebileceğinden" bahisle UYAP üzerinden borçluların araçların tespiti ile trafik kayıtlarına haciz konulması yönündeki taleplerinin reddine karar verildiğini, anılan kararın Adalet Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı arasında düzenlenen konuya ilişkin protokole aykırılık teşkil ettiğini belirterek icra müdürlüğünün 28.05.2009 tarihli kararının ortadan kaldırılmasına karar verilmesini şikayet yolu ile talep ve dava etmiştir.
Şikayetin niteliği gereği mahkememizce duruşma açılmasına lüzum görülmeyerek dosya üzerinden inceleme yapılmıştır.
Her ne kadar şikayetçi vekili borçlular adına trafikte kayıtlı araçların UYAP marifetiyle tespit edilerek yine UYAP üzerinden bu araçlar üzerine Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı arasında düzenlenmiş protokol gerekçe gösterilerek haciz konulması talep olunmuş ise de, İİK.nun 357. maddesine göre "icra dairesince kanuna göre yapılan tebliğ ve emirleri derhal yapmaya ve neticesini geciktirmeksizin icra dairesine bildirmeye alakadarlar, mecburdur" yönündeki düzenlemesi, yine İİK.nun 359. maddesindeki "icra memurları yaptıkları muamemelerden dolayı her daire ve makam ile doğrudan doğruya muhabere edebilirler" şeklindeki düzenlemesi ile yine aynı kanunun 367. maddesindeki "icra veya iflas dairelerinin borçlunun mevcuduna dair isteyeceği bütün malumatı hakiki ve hükmi her şahıs derhal vermeye ve talep halinde mevcudu bu dairelere teslime mecburdur" yönündeki düzenlemeler karşısında müşteki vekilince Adalet Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı arasında düzenlendiği belirtilen protokol gerekçe gösterilerek UYAP üzerinden haciz konulması isteği karşısında yukarıda belirtilen İİK.nun 357, 359 ve 367. maddeleri halen yürürlükte olup, sözkonusu protokolün anılan işbu maddelerde öngörülen yasal düzenlemeleri hükümden düşürdüğünün kabulü mümkün olmadığı gibi aksine düşüncenin protokol hükümlerine yasal düzenleme karşısında üstünlük tanımak anlamını teşkil edeceğinden, ayrıca UYAP sisteminin halen olması gereken düzeyde verimli bir şekilde çalışmayışı, zaman zaman günlerce UYAP sistemiyle bağlantı kurulamayışı, aynı isim ve soyisimde benzer şahısların adlarına kayıtlı araçların tespiti halinde gerçekte takip borçlusu olmayan şahısların haciz tehdidi altında kalma ihtimalleri ve icra dairelerindeki dosya sayısının yoğunluğu, personel yetersizliği dikkate alındığında, yoğun iş temposu içerisinde bulunan icra dairelerinin böyle bir uygulamayla daha fazla çalışamaz hale geleceği dikkate alınarak icra dairesindeki takip işlemlerinin süratle yerine getirilebilmesinde, icra müdürlüğü işleminde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmadığından mahkememizce yerinde görülmeyen şikayetin reddine karar vermek gerekmiştir.
HÜKÜM: Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere.
Şikayetin REDDİNE,
Harç peşin alındığından yeniden alınmasına yer olmadığına,
Şikayetçi tarafından yapılan yargılama giderlerinin üzerinde bırakılmasına,
Dair; dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda verilen karar, yasa yolu açık olmak üzere, tarafların yokluğunda açıkça okunup usulen anlatıldı. 09.06.2009
#2144
UYAP'ta tapu, trafik ve ticaret sicil kayıtları artık sorgulanabiliyor, üstelik tüm Türkiye'deki kayıtları görebilme imkanı var (tapu dairelerine gittiğinizde sadece kendi bölgeleri dahilindeki kayıtları görebiliyorlar). Talebinize göre (mesela talebinizi, "UYAP-TAKBİS yoluyla borçlu adına kayıtlı gayrimenkul bulunup bulunmadığının sorgulanması; bulunması halinde ilgili tapu müdürlüğüne gayrimenkulün haczine dair müzekkere gönderilmesini talep ederim" şeklinde açabilirsiniz) borçlu adına gayrimenkule rastlanması halinde, icra dairesi parsel numarasını belirtip ilgili tapu dairesine haciz müzekkeresini yazıyor. Trafik kayıtlarında borçlu adına araç bulunması halinde ise, icra dairesi UYAP üzerinden ulaşabildiği trafik kayıtlarına doğrudan haciz şerhi işleyebiliyor, yani bu konuda müzekkere yazmaya bile gerek kalmıyor. Fakat UYAP üzerinden sorgulamanın doğru bir şekilde yapılması gerekiyor. İcra memurları çoğu zaman sadece T.C. kimlik numarasıyla sorgulama yapıyor; halbuki T.C. kimlik numarası 2002'den sonraki tesciller için geçerli, önceki tescillerde T.C. kimlik numarası bulunmuyor. Bu sebeple isimden de sorgulatmak gerekiyor. Alınan bilgilere göre tapularda sadece 2006 yılından sonraki kayıtlar UYAP'tan görülebiliyor, önceki kayıtlar için eski usul işlem yapılması gerekiyor. Zamanla tüm kurumların kullandıkları sistemlerin UYAP'a tam olarak açılması bekleniyor. Bu yolla borçlunun mevcuduna kolay ve hızlı bir şekilde ulaşılabilmesi mümkün hale gelecek.

Tabii burada bankalarla ilgili olarak da mutlaka bir çalışma yapılması ve öncelikle İcra ve İflas Kanunu'nun 89. maddesinde yer alan, "Haciz ihbarnamesi, bir hükmi şahsın veya müessesenin merkez ve şubelerinden hangisine tebliğ edilmiş ise, beyanda bulunma mükellefiyeti yalnız ihbarnameyi tebellüğ eden merkez veya şubeye aittir." şeklindeki hükmün kaldırılarak bunun yerine (tıpkı kamu alacaklarında olduğu gibi) haciz ihbarnamesini alan banka genel müdürlüğünün veya banka şubesinin tüm şubeler bazında araştırma yapmasını amir bir hükmün getirilmesi gerekecektir. Bankalar çok uzun bir zamandır tüm şubeleriyle entegre bir sistem kullandıkları ve gelen haciz ihbarnamesinde borçlunun başka şubelerdeki hesaplarını kolaylıkla görebildikleri halde, maalesef bu çok eski kalan yasal düzenleme sayesinde alacaklı için hayati önem taşıyan diğer şubelerdeki hesaplarla ilgili bilgi vermeye ve doğal olarak da işlem yapmaya yanaşmıyorlar. Bu durumun da en kısa zamanda değiştirilmesi için gerekli yasal düzenlemelerin yapılması gerekmektedir.
#2145
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Ankara Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün yargılanması gerektiği yönündeki kararının bozulmasını istedi.

Cumhurbaşkanları 'vatana ihanet' suçu dışında yargılanamıyor. Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi, Gül'ün 'Kayıp Trilyon' davasından yargılanmasını istemişti. Gül, milletvekili dokunulmazlığı nedeniyle kendisiyle aynı konumda olan tüm sanıkların beraat ettiği davada yargılanamamıştı.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, "Kayıp Trilyon" davasıyla ilgili olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hakkında verilen "takipsizlik" kararını kaldıran Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesinin kararının "kanun yararına bozulması" istemiyle Adalet Bakanlığına başvurdu.

AA muhabirinin aldığı bilgiye göre, Başsavcılık, Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesinin verdiği kararla ilgili incelemesini tamamladı. Cumhuriyet Savcısı Kürşat Kayral tarafından hazırlanan başvuruda, şikayetçi Cahit Nalbantoğlu'nun, Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi'ne yaptığı itirazın geçerli olmadığı kaydedildi.

Başsavcılığın başvurusunda, Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesinin kararında, Anayasal boşluk olduğunun kabul edildiği halde "takipsizlik" kararının kaldırıldığı, dolayısıyla bu kararın usul ve yasaya aykırı olduğu ileri sürüldü.

Başvuruda, Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesinin, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının "takipsizlik" kararını kaldıran kararının, "kanun yararına bozulması" talep edildi.

Adalet Bakanlığı, istemi yerinde görürse Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesinin kararını, "kanun yararına bozulması" talebiyle Yargıtay'a götürecek. Süreçle ilgili kararı Yargıtay verecek.

TAKİPSİZLİK KARARI

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, "Kayıp Trilyon" davasıyla ilgili olarak, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hakkında, "mevcut anayasal sistem gereğince, iddia olunan eylemlerin kanıt ve unsurları tartışılmaksızın, yasal imkansızlık nedeniyle soruşturma yapılmasına gerek olmadığına" karar vermişti. Kararda, "Cumhurbaşkanının, seçilmeden önce işlemiş olduğu kişisel suçlarından dolayı Anayasada bir hüküm yer almadığı gibi TBMM İç Tüzüğünde de bir düzenlemenin mevcut olmadığı, demokratik rejimlerde Devlet Başkanının dokunulmazlığının kabul gören bir imtiyaz şeklinde oluştuğu" kaydedilmişti. 1982 Anayasasının 105. maddesine göre Cumhurbaşkanının sorumsuzluğunun "esas", sorumluluğunun ise "istisna" olarak getirildiği belirtilen kararda, 1961 Anayasasının 99. maddesi ve 1982 Anayasasının 105/3. maddeleri ile "Cumhurbaşkanının sadece vatana ihanetten dolayı sorumlu tutulabileceğinin", 105/1-2. madde fıkralarında ise "görevi ile ilgili işlemlerden dolayı sorumsuzluğunun düzenlendiği" ifade edilmişti.

Kararda, "Bunun haricinde, Cumhurbaşkanının, Cumhurbaşkanlığı makamına seçilmesinden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülürse tutulma, sorguya çekilme, tutuklama ve yargılama yollarına maruz kalıp kalmayacağının madde metninde bulunmadığı" belirtilmişti.

Kararda, şunlar kaydedilmişti:

"Anayasanın 148/3. maddesinde belirlenen Anayasa Mahkemesinin 'görev ve yetkileri' başlıklı bölümünde, Anayasa Mahkemesinin; Cumhurbaşkanını, Yüce Divan sıfatıyla yargılaması hususu belirtilmiş ise de görev yönünden düzenlenen bu maddenin 105. maddede belirlenen görev sorumsuzluğu göz önüne alındığında sadece 105/3. maddesinde geçen vatana ihanet suçlamasına ilişkin yargılamayı kapsadığı anlaşılmakta olup, kişisel suçlardan yargılamayı içermediği, bu bağlamda Anayasal sistem içerisinde Cumhurbaşkanının 'vatana ihanet' haricinde kalan bir suçtan dolayı yargılama mercinin de düzenlenmemiş olduğu belirlenmiştir. Bu açıklamalar ışığında; Cumhurbaşkanı seçilen milletvekilinin varsa partisiyle ilişkisinin kesilmesi ve milletvekilliğinin sona ermesi, görevinin özelliğinin doğal gereği olup, milletvekilliğinin sona ermesinin, dokunulmazlık dışında kalacağı anlamına gelmediği, açıkça bu sözcüğün Anayasada yer almamasının, Anayasanın 104. maddesinde sayılan yetkileri kullanan, milletvekillerinden çok daha önemli konumda olan Cumhurbaşkanının dokunulmazlığının bulunmamasının düşünülemeyeceği ve bu hususun olsa olsa etik nezaket gereği ile bu makamın, ülkede sıkıntılar baş gösterdiğinde, oluşan problemleri; ciddi, herkesin inanacağı ve kabul edebileceği şeklinde çözebilecek son makam olacağı düşüncesiyle muhafaza ve koruma düşünceleri altında yapılan, Anayasa koyucunun tasarrufu olarak vücut bulduğu, 1982 Anayasası'nın, 1924 Anayasası düzenlemesinden ayrılarak 105. madde ile yaptığı Cumhurbaşkanının sorumluluğu ve sorumsuzluğu tanımlamasının mutlak olup, başka kanunlar veya diğer dokunulmazlıklar açısından kıyas yoluna açık bulunmadığı, Cumhurbaşkanı seçilinmesinden önce veya sonra görevle ilgili olmayan kişisel suçlardan dolayı Cumhurbaşkanının sorumluluğu ve yargılanması ile yargılama yer, usul ve şekil şartlarıyla zaman aşımının nasıl ve ne şekilde uygulanacağı hususunda hiçbir Anayasal düzenlemenin mevcut olmadığı, Anayasa'nın 105. maddesinin 1. fıkra hükmünden Cumhurbaşkanının vatana ihanet dışında kalan diğer görev suçlarından sorumlu olmadığının açıkça anlaşıldığı halde, kişisel suçlardan dolayı sorumlu olup olmadığı, eğer sorumlu ise yargılamanın nasıl ve ne zaman yapılacağı hususunda açık bir belirsizlik olduğu, tersine yorum tekniği ile vatana ihanet suçu haricinde yargılaması mümkün bulunmayan Cumhurbaşkanının, kişisel suçlarla ilgili doktrinde tartışılan cezai sorumluluğun ise yorumsal kıstaslarla doldurulmasının ve muğlak yargılama teknikleri ve makamları ihdas edilmesinin mümkün bulunmadığı tespit edilmiştir."

Kararda, "Mevcut Anayasal sistem gereğince, Türkiye Cumhuriyeti 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hakkında iddia olunan eylemlerin kanıt ve unsurları tartışılmaksızın, yasal imkansızlık nedeniyle soruşturma yapılmasına gerek olmadığına CMK'nın 172. maddesi gereğince karar verildi" denilmişti.

SİNCAN 1. AĞIR CEZA MAHKEMESİNİN KARARI

Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, "Kayıp Trilyon" davasıyla ilgili olarak, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hakkında vermiş olduğu "kovuşturma yapılmasına yer olmadığına" ilişkin kararını itiraz üzerine kaldırmıştı.

Kararda, Gül hakkında "özel evrakta sahtecilik" ve "2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'na" aykırılık suçlarından dolayı soruşturma açıldığı, soruşturma sonunda Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca "kovuşturma yapılmasına yer olmadığına" karar verildiği anımsatılmıştı. Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararında, şunlar kaydedilmişti:

"Ancak; bu kovuşturmaya yer olmadığına karar verilirken Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, yasalar yönünden dokunulmazlığı bulunan ve yasalarda yargılanmaları istisna kabul edilen kişiler ile kıyas yapılarak, şüphelinin Cumhurbaşkanı olması nedeniyle milletvekili ve bakanlara tanınan dokunulmazlığının yasa koyucunun Cumhurbaşkanını da kapsadığı yönünde görüşleri hukuktan yoksun, kanunlara aykırı olduğu açıktır. Kıyasın; kamu hukuku alanında yapılamayacağı, kaldı ki daha önce Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan kişilerin önceden suç işlemiş bulunmalarının doğal olarak yasa koyucular tarafından düşünülemediğinden Anayasa'da bu konuda boşluğun bulunduğu, bunun yerine Anayasa'nın ilgili hükümlerinde değişiklik yapılarak Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan kişilerin Cumhurbaşkanlığı döneminden önceki suçlarına yönelik düzenlemelerin yapılması gerektiği ve Anayasa'daki bu boşluğun kıyas yolu ile değil, hukuki düzenleme ile ortadan kaldırılması hukuki açıdan çok daha uygun olacağından; şüpheli Abdullah Gül hakkında iddia olunan eylemlerin kanıt ve unsurlarının mahkemesince tartışılması için Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının hukuka uygun olmayan takipsizlik kararının kaldırılmasına karar vermek gerekmiştir."

http://yenisafak.com.tr/Gundem/?t=09.06.2009&i=191430
#2146
TBB Meslek Kuralları:
MADDE 20- Avukatlar ve Avukat Stajyerleri mesleğe yaraşır bir kılık ve kıyafetle başları açık olarak mahkemelerde görev yaparlar. Duruşmalara Türkiye Barolar Birliğince şekli saptanmış cübbe ile ve temiz bir kıyafetle çıkarlar. Erkek Avukatlar iklim ve mevsim koşullarının elverdiği ölçüde kravat takarlar.

Bu madde gereğince erkek avukatların "iklim ve mevsim koşullarının elverdiği ölçüde" kravat takması gerekiyor. Ancak avukatlık mesleğinin bu şekilde kılık kıyafet sınırlamasına tabi tutulması bana hiç de doğru gelmiyor. Hele hele bu şekilde gayet yoruma açık bir düzenleme ile sınır getirilmeye çalışılması da yanlışa yanlış katmıştır kanaatimce. Erzurum'daki bir avukatla Antalya'daki bir avukatı kravat hususunda farklı düzenlemelere tabi tutmakta ne tür bir hukuki yarar bulunmaktadır? Ve bu husus anayasada ifadesini bulan eşitlik ilkesiyle ne derece telif edilebilir?

Meslek kurallarında geçen kravata dair hüküm bana göre son derece yersizdir/haksızdır. Hiçbir avukat iklim, mevsim, koşuşturma, terleme, bunalma, kravat takmaktan hoşlanılmama, ellerinin olmaması (özürlü olması), vs. gibi sebepleri izah etmek zorunda bırakılmamalıdır. Kravat takmak istemeyen takmaz, bence konu bu kadar basit... "Mevzuatta bir hüküm varsa, bu hükmün yanlış olduğunu düşünsek dahi hükme uymak gerekir" gibi pozitivist bir mantıkla konuya yaklaşmak da doğru olmayacaktır. Zira bu mantıkla gidersek, en basitinden tutarlılık namına herkesin şapka da takması gerekecektir; malum, ortada kapı gibi kanun hükmü var ve hala da yürürlükte :)

Bu konu bir meslektaşımızın bir ceza davası duruşmasına kravatsız katılması sebebiyle savcı tarafından kimliğinin sorulması sebebiyle gündeme gelmiştir. Bkz. http://www.turkhukuksitesi.com/showthread.php?t=36718&page=2
#2147
Gıda sanayi son yıllarda çok karlı bir alanı keşfetti. Çocuklar. Gofreti, kolası, boyalı meyve suları, şekerli ekşimeyen yoğurtları ve büyüten ya da zihni açan! paketlenmiş yiyecekleri ile bütün çocuklarımızı hızla şeker bağımlısı yapıyorlar. Mesela kola firmaları yıllık tüketimini yılda en az %25 artırmaya çalışıyorlar.  Fakat yetişkin pazarı doyduğu için hedef çocuklara yöneliyor. Gazlı içecek endüstrisi reklâm için milyar dolarlar harcıyor. Bu pazarlama faaliyetlerinin çoğu oyuncaklar, çizgi filmler, filmler, yarışmalar, oyunlar ve televizyon, radyo, dergi, internet üzerindeki kulüplerle çocukları hedef alıyor. Televizyonlarda 3-4 reklamdan biri çocuklara yönelik. Ama bu çabaların karşılığını da alıyor, karlarına kar katıyorlar. Sayelerinde çocukların nerdeyse hiç biri doğru dürüst taze sebze ve meyve yemiyorlar. Bu nedenle vitamin ve mineral yetersizlikleri çok yaygın. Bu zehirli içecekler her markette, bakkalda, büfede, okullardaki, istasyonlardaki makinelerde serbestçe satılıyor. Hem de Tarım ve Hayvancılık bakanlığının izni ile. Halbuki gazlı içecekler diğer uyuşturucular gibi bağımlılık yapıyor ve haz duygusuyla birlikte vücuda zarar veriyor.

Bültenimizin bu sayında Judith Valentine'ın gazlı içeceklerin zararları ile ilgili yazısını okuyacaksınız.

Yeni intihar yöntemi: Gazlı içecekler
Bağımlı kendini kötü hissetmektedir. Vücudu desteğe ihtiyaç duymaktadır. Elini cebine atıp bozuk para çıkarır. Makinenin içine parayı atmasının ardından ihtiyacı olan kutu aşağı yuvarlanır. Hemen kutuyu açıp içer. Enerjisinin geri döndüğünü hisseder. Bu düzelme, birkaç saat devam ederek onu sabah boyunca uyanık tutacaktır. Bu bağımlı sadece 12 yaşında ve uyuşturucusu da, okulundaki makineden satın aldığı gazlı içecek. Bu bağımlı ve onun gibi binlercesi, okullarının düzenlediği sigara, uyuşturucu ve alkolün tehlikelerini anlatan seminerlere katılacaklar. Ama kimse onlara Amerika'nın diğer içki bağımlılığından söz etmeyecek.

NSDA (Amerikan Ulusal Gazlı İçecek Birliği)'nın açıkladığına göre, ABD'de gazlı içecek tüketimi yılda kişi başına 600 kutu (ABD'de bir kutu bizdekinden çok daha büyük; 360 mL). 1978 yılından beri gazlı içecek tüketimi kızlarda iki, erkeklerde üç katına çıktı. 12-29 yaş arası erkekler en büyük müşteri kitlesi. Büyümekte olan bir delikanlının günlük kalori ihtiyacının yüzde 10'u bu içeceklerden karşılanıyor.

Pazarlamada gençler hedefleniyor
Tüketimin artması tesadüf eseri olmadı. Örneğin Coca-Cola ABD'de ürünlerinin yıllık tüketimini yılda en az %25 artırma hedefi koydu. Yetişkin pazarı durağan olduğu için hedef çocuklara yöneldi. Ocak 1999'da Beverage dergisinde yayınlanan bir makaleye göre " gazlı içecek pazarlamacıları için ilkokul çağındaki çocukları etkilemek çok önemli". 1960'lardan beri endüstri 200 mL'lik şişeden 600 mL'lik şişeye geçti. Sinemalardaki en popüler boy ise yaklaşık 2 litrelik ambajlar.

Gazlı içecek endüstrisi reklâm için milyar dolarlar harcıyor. Bu pazarlama faaliyetlerinin çoğu oyuncaklar, çizgi filmler, filmler, yarışmalar, oyunlar ve televizyon, radyo, dergi, internet üzerindeki kulüplerle çocukları hedef alıyor. Bu çabaların karşılığını da alıyorlar.

1998 yılında CSPI (Amerikan Halkın Faydası için Bilim Merkezi) gazlı içecek endüstrisinin okullara ve çocuk kulüplerine sızdığını açıkladı. Örneğin Coca-Cola, ABD'nin "Kızlar&Erkekler" kulübüne 2000'den fazla alanında markasını pazarlaması için 60 milyon dolar ödedi. 1993 yılında Colorado Springs'deki District 11 ilkokulu okul koridorlarına ve okul servis araçlarının yanlarına Burger King reklamları alacak ilk okul oldu. Daha sonra aynı okul Coca-Cola ile 10 yıllık bir sözleşme imzalayarak sözleşme süresi boyunca 11 milyon dolar kazandı. Bu anlaşma daha sonra Colarado çapında taklit edildi. Bu sözleşmelere göre okullar senelik belli bir satış kotasını tutturmak zorundalar. Bu da, okul yöneticilerinin çocukları daha fazla gazlı içecek tüketmeye teşvik etmesiyle oluyor.

Çocuklar bu kadar geniş bir pazarlama ağının içindeyken, gazlı içeceklerin zararları da daha fazla ortaya çıkarılıyor. Bizim gibi uzmanlara göre, günde sadece bir iki kutu içmek dahi birçok soruna sebep oluyor. Gazlı içeceklerle en fazla ilişkilendirilen sağlık sorunları obezite, diyabet ve diğer kan şekeri sorunları, diş çürümesi, kemik erimesi ve kemik kırılmaları, beslenme eksikliği, kalp hastalığı, gıda bağımlılığı ve beslenme bozuklukları, kimyasal tatlandırıcılar nedeniyle nörotransmiter fonksiyon bozukluğu, aşırı kafein nedeniyle nörolojik ve adrenal bozukluklar.

İlk uyarılar
Gazlı içecekler hakkındaki ilk uyarılar 1942 yılında AMA (Amerikan Tıp Birliğinin Yiyecek ve Beslenme Komisyonu) tarafından şu açıklamayla yapıldı: " Sağlık açısından bakıldığında besleyici değeri düşük şekerleme formunda veya şekerli gazlı içecek formunda şeker tüketimini kısıtlamak arzu edilen bir davranıştır. Komisyon, hangi formda olursa olsun şeker tüketimini kısıtlamanın halkın sağlığı açısından daha iyi olduğuna inanmaktadır".

Bu ilk açıklamadan sonraki uyarı 56 sene sonra, 1998'de CSPI'nın "Sıvı Şekerleme" başlıklı bir açıklamasında gıda endüstrisini özellikle çocuklara ve adolesanlara yönelik vahşi pazarlama kampanyaları yapmakla suçladığında geldi. Basın açıklamasında CSPI bir önceki sene kişi başına tüketimi gösteren 868 kutu içeceği yan yana getirmişti. Daha da çarpıcı olanı, CSPI'nın üzerinde Pepsi, Seven-up ve Dr. Pepper logoları bulunan biberonları sergilemesiydi. Yapılan bir araştırmaya göre bebeklerini mama zamanı bu biberonlarla besleyen ebeveynler çocukları büyüdüğünde dört kat daha fazla gazlı içecek içiriyorlardı.

Gazlı içeceklerin içindekiler cadı kazanı gibi
Şu anda şeker yerine kullanılan yüksek früktoz içeren mısır şurubu büyümekte olan hayvanlarda bakır eksikliğine sebep olduğundan sağlıksız kolajen gelişimi ile ilişkili. Früktozun tamamı karaciğer tarafından yakılır. Yüksek früktozlu diyetlerle beslenen hayvanlar alkoliklerinkine benzer karaciğer sorunları yaşarlar.
Diyet içeceklerde kullanılan aspartam potansiyel bir nörotoksindir ve endokrin salgılarını bozar.
Kafein adrenal salgıları uyarır. Yüksek miktarlarda alındığında özellikle çocuklarda adrenal tükenmeye neden olur.
Gazlı içeceklere eklenen fosforik asit, kalsiyum kaybı ile ilişkilidir.
Sitrik asit, bir nörotoksin olan MSG içerebilir.
Yapay aromalar MSG içerebilir.
Su yüksek oranda florür içerebilir.

Gastrointestinal rahatsızlık
Mesleğimde yıllar içinde en fazla karşılaştığım sorunlardan biri, özellikle gençlerde görülen gastrointestinal rahatsızlık. Mide asit seviyesinde yükselme nedeniyle gastrik yanmalar oluşuyor ve mide çeperinde erozyon oluyor. En çok duyduğu şikayet kronik "mide ağrısı". Hemen hemen tüm durumlarda, hasta gazlı içecekleri ve kafeini bıraktığında bu şikayetler yok oluyor.

Bu şikayetlere neden olan ne? Birçok gazlı içeceğin içinde kafein olduğunu ve kafeinin mide asit seviyesini yükselttiğini biliyoruz. Bilmediğimiz şey, gazlı içeceklerde katkı maddesi olarak asetik, fumarik, glukonik ve fosforik asit gibi, her biri sentetik olarak elde edilmiş birçok kimyasal asidin kullanıldığı. Bu nedenle, bazı arabaların motorlarını temizlerken bazı gazlı içecekler çok işe yarar. İnsan tüketimi içinse, etkileri daha az tatmin edici ve şüphe uyandırıcı.

Özellikle boş mideye gazlı içecek içmek midenin ve diğer gastrik organların asit-alkali dengesini bozar, bu da devamlı asit bir ortam oluşmasına neden olur. Uzun süreli asit ortam ise midede yanma ve ağrı olmasına sebep verir. Uzun vadede, gastrik bölgede erozyonlar oluşabilir.

Gazlı içeceklerin sebep olduğu bir diğer problem ise, çay, kahve ve alkol gibi su atıcı diüretik etkiye sahip olması. Bu içeceklerin hepsi sindirim sistemini olumsuz etkileyebilir. Günlük sıvı ihtiyacımızı karşılamak için bitki çayları, besleyici çorbalar ve etsuları, ayran gibi mayalı içecekler ve saf su içmek çok daha sağlıklı. Bu içecekler sindirim sistemine zarar değil, fayda verirler.

Sporcu içecekleri
Spor yapan öğrencilere hareket ederken kaybettikleri elektrolitleri geri kazandırmak amacıyla "ergojenik destek" adıyla içecekler veriliyor. Bu içecekler üç nedenle sakıncalı. Bir, diüretik etkileri olduğu için kaybolan suyu kazandırıcı değil, suyu dışarı atıcı etki yaparlar. İki, çoğu insan hareket sırasında az elektrolit kaybeder. Bu elektrolitler de su içmekle, ayran içmekle ve deniz tuzu/kaya tuzu içeren bir diyetle beslenme yoluyla doğal yoldan vücuda alınabilir. Üç, susamış çocuklara şeker içeren bu içecekleri verdiğinizde şekerin sindirimi için kan mideye hücum eder. Kanın yerinin değişmesi vücudun diğer organlarında kan hacmini düşürür. Bu da kramplara veya ısı nedeniyle ortaya çıkan rahatsızlıklara neden olur.

Enerji içecekleri
Gazlı içecekler endüstrisi son keşfi olarak normalden çok daha yüksek oranda kafein ve diğer uyarıcılar içeren enerji içeceklerini üretti. Aralık 2000'de The Lancet'ta yayınlanan bir makaleye göre, 18 yaşında bir gencin basketbol oynarken ölmesi üzerine İrlanda hükümeti enerji içecekleri hakkında "acil araştırma" yaptırılması kararını aldı. Ölen genç "Red Bull" isimli içecekten üç kutu içmişti.

Makaleye göre, hafif sarhoş olmuş gençlerin bu içecekleri içmesiyle gece yarısı şiddet olaylarında da artış yaşandığı gözlemlenmiş. Şiddet olaylarının çapı nedeniyle, İrlanda'da bazı işletmeler enerji içeceği satmayı reddetmiş. Tüm AB ülkeleri bu konuyu ciddiye alarak bilim komitelerinden enerji içecekleri hakkında araştırma yapmalarını istediler. ABD'de henüz bu konuda araştırma yapma niyeti yok.

Kemik kırılması
Son 30 yılda gazlı içecek tüketimini artan osteoporoz ve kemik kırılmaları ile ilişkilendiren araştırmalar yayınlanmaya başladı. Yeni bulgulara göre kalsiyum ve diğer minerallerin eksikliği ve bunlar nedeniyle kemik kırılmaları artış gösterdi. 1994 yılında Adolesan Sağlığı dergisinde yayınlanan bir araştırma 76 kız, 51 erkek çocuk üzerinde "kızlarda kola tüketimi ve kemik kırılmaları arasında kuvvetli bir bağ" bulunduğunu bildirmişti. Yüksek kalsiyum alımı bir oranda koruma sağlıyordu. Erkek çocuklarda, sadece düşük kalorili bir diyet kemik kırılmaları ile ilişkiliydi. Araştırma aşağıdaki sonuç ile aktarılmıştı " Gazlı içeceklerin yüksek oranda tüketimi ve sütün daha az içilmesi, genç kız ve kadınlarda, hayatlarının ilerleyen dönemlerinde osteoporoza daha açık olmalarına neden olarak toplum sağlığını tehdit etmektedir."

Haziran 2000'de "Pediatri ve Adölesan Tıbbı" dergisinde yayınlanan başka bir çalışma ise okul çağındaki 460 kız çocuğu üzerinde yapıldı. Bu çalışmaya göre de "gazlı içecekler kemik kırılmaları ile yakından ilişkili" idi.

Fosforik asit ve diş çürümesi
Gazlı içecekler artık her okulda satılmaya başladığından beri diş hekimlerinin fark ettiği bir sorun var. Aslında sadece yaşlılarda görülebilecek diş minesi kaybıyla, çocukların dişleri sararmaya başladı. Bunun sorumlusu ise, diş çürümesinin yanı sıra sindirim sorunları ve kemik kaybına da yol açabilen fosforik asit. Diş hekimleri, düzenli olarak gazlı içecek içen genç kız ve erkeklerde ön dişlerin diş minesinin tamamen kaybolduğunu belirtiyor.

Normalde tükürük salgımız 7.4 pH derecesi ile hafif alkalidir. Gençlerde olduğu gibi, bütün gün gazlı içecek içildiğinde, fosforik asit tükürük pH'ını asidik seviyelere düşürür. Asidik tükürük salgısını tamponlamak ve pH dengesini tekrar 7'ye getirmek için vücut dişlerden kalsiyum iyonlarını çeker. Bunun sonucunda diş minesi hızla yok olur.

Meyve suları
Tüketiciler genellikle, gazlı içeceklerden daha sağlıklı olduğu düşüncesiyle meyve sularını tercih ediyorlar. Aslında, meyve suyu üretimi son derece endüstriyel bir işlem. Örneğin portakal suyu, devasa miktarlarda üretiliyor. Portakallar bütün olarak sıkılıp tankın içine gider, bu da demektir ki, portakal kabuğundaki kimyasal böcek ilacı kalıntılarını da içiyoruz. Meyve suları yüksek sıcaklıklarda pastörize edilmelerine rağmen ısıya ve basınca dayanıklı mantarlar meyve suyunda yaşayabilir. Soya proteini ve pektinden yapılan bir bileşim portakal suyuna opak bir görünüm vermek ve tortunun dibe çökmesini engellemek için kullanılır.

Üzüm gibi diğer meyvelerin suları, meyve üretiminde kullanılan flor içerikli böcek ilaçları nedeniyle daha büyük risk taşır. Meyve sularının şeker içeriği yüksektir ve dişlere en az gazlı içecekler kadar zararı vardır!

Eğer meyve suyu içmek istiyorsanız, kendi meyve suyunuzu, kimyasal böcek-tarım ilacı kullanılmamış, organik olarak üretilmiş meyvelerden, kendiniz sıkın. Elde ettiğiniz meyve suyunu su veya maden suyu ile hafif inceltebilirsiniz. Bur lokantaya gittiğinizde ise maden suyunu içine bir dilim limonla isteyip içebilirsiniz.

Bunlara ilaveten, ayran gibi mayalı içecekleri bol bol tüketebilirsiniz. Bu tür içecekler bağırsak yapısına yardımcıdır. Bağırsak ve peklik sorunlarına iyi gelir, emzirme döneminde sütü çoğaltır, hastaları güçlendirir ve tüm vücuda kuvvet verir.

Judith Valentine

Kaynak: http://www.westonaprice.org
#2148
Coca cola ilk defa 1886'da eczacı John S. Pemberton tarafından formülünde kokain adlı uyuşturucu maddeninde olduğu bir şurup şeklinde üretilen cola John S.Pembertonun ölümü ile Asa Candler coca colanın haklarını 2 bin 300 dolara satın aldı ve 1892 yılında the coca cola company adlı firma kuruldu. Reklam adı altındaki görsel kitlesel telkinlerle insanların zihinlerine ''buz gibi, nefis serinletici, hayatın tadı'' gibi tamamen gerçek dışı sunumlarla sunuldu iç yapısı ise anlatılmayıp saklandı üzerinde araştırma yapmak isteyen doktor yada başka kimlikli araştırmacılara bu izin
verilmedi ve coca colanın gerçek yüzü saklanarak yaldızlı sunumlarla zihinlere işlenmeye devam edildi.

Gerçekte coca cola bilinenin aksine içeriğindeki zararlı bileşimler sebebiyle her açıdan Mutlak Manada zararlı bir içecektir. Gerçek şu ki coca cola içeriği itibari ile ilk üretim tarihinde içerisinde kokain adlı uyuşturucu maddeninde konulması ile başlamıştır. Bir litre kolalı içecek yaklaşık 400 kalori eşdeğeri şeker, 0,15 gram kafein, değişik miktarlarda renk veren maddeler, orijinal tadı sağlayan kola özü ve fosforik asit içerir.Burada kola özü diye sunulan uydurma isim içeriğindeki uyuşturucu maddeler için gizleyici bir çatıdır. kola başlı başına bir kimyevi madde değildir ki onun ona ait birde özü olsun. Dikkat edilirse yüksek oranda şeker, kafein, boya maddeleri, fosforik asit ve benzeri bütün içeriği sağlık için tamamen zararlı bileşimlerdir. Kısaca sıralanacak olursa coca cola ve benzeri gazlı içeceklerin içerisindeki bazı katkılar ve sebep oldukları
zararlar şöyledir:

1-Fosforik asit: E338

Sağlık üzerindeki etkileri tartışılmaktadır. Keskin bir tad sağlar ve diğer doğal benzer tad vericilere nazaran büyük miktarlarda ve ucuzca elde edilebildiği için üreticiler tarafından tercih edilmektedir.
Genç kadınlarda, kemik gelişiminde gıda eksikliği ile ortaya çıkan osteoporoz hastalığı riskini artırmaktadır. Fosfor fazlalığı, zayıf kemik yoğunluğuna yol açabilmektedir. Beslenme uzmanları, vücudun kandaki fosfor-kalsiyum iyonları arasındaki dengeyi sürdürmeye çalıştığını belirtmektedirler. Fosfor fazlalığı oluşunca vücudun kimyasal balans mekanizması bu dengeyi sürdürebilmek için kemikteki kalsiyumun dışarı çıkarılmasına yol açar. Neticede fosfor-kalsiyum fazlası vücuttan dışarıya atılır ve geride gözenekli ve gittikçe zayıflayan bir kemik yapısı meydana gelir.Böylece kemik kırılmaları olarak bilinen olaylar yaşanmaktadır.

Kafein:

Kafeinli maddelerin kullanımının sonucunda karakteristik etkiler, huzursuzluk, sinirlilik, heyecan, uykusuzluk, yüz kızarıklılığı, fazla idrar ve sindirim şikâyetleri gibi rahatsızlıklardır. Bu semptomlar bazı
insanlarda, günlük 250 mgr 'dan daha küçük dozajlarda tezahür edebilir. Diğer bazılarında ise daha yüksek dozlarda oluşur. Günlük 1gr 'lık dozlara çıkılması halinde ise, kas seyirmesi, düşünce ve konuşmanın düzensiz akması, yorgunluk duymama ve fizikomotor acitasyonu oluşabilir. Daha büyük dozlarda hafif duyumsal rahatsızlıklar, kulak çınlaması, ışığın parlaması gibi rahatsızlıklar rapor edilmiştir. Kafeinin 10 gr'ı geçen dozu ile, ani krizler, nefes alma güçlüğü ve ölümle sonuçlanmalar oluşabilir. Alınan maddelerle girebilecek kafein miktarının kabaca hesabını şöyle yapabiliriz. Bir bardak kahve yaklaşık 100-150 mgr kafein ihtiva eder, bir bardak çay yarısı kadar, bir bardak kola ise 1/3 'ü kadar kafein ihtiva eder. Bir bardak enerji içeceğinde ise yaklaşık 100 mgr kafein alınmış olur. Reçete ile satılan kafeinli ilaçlar bir bardak kahvenin ihtiva ettiği kafeinin bir tam üçte biri ile bir buçuk arasında değişmektedir. İstisna olarak migren hastalığı için kullanılan tabletlerin her biri 100 mgr kafein ihtiva ederler.

Kafein, sindirim sistemi ve kalp rahatsızlıklarının gelişmesine ve ağırlaşmasına neden olabilir. Üst karın ağrıları, bazen peptik ülser ve kanamalar oluşabilir. Ekstrem yüksek dozlarda ise ritim bozukluğu
eklenebilir, tansiyon düşer ve kan dolaşımı durabilir.

Diğer farklı Teşhisler: Manik olaylar, panik rahatsızlıklar, genel anksiety rahatsızlıkları klinik raporlarda açıklanmıştır.

Boya Maddesi Karamel (E150):

Şekerin yavaş şartlarda 170 C dereceye kadar ısıtılması sonucunda elde edilir. Başta kola olmak üzere çeşitli meşrubat, şekerleme, kek ve bazı hamur işlerinde boya maddesi olarak kullanılır.

Avustralya Hiperaktiv Çocukları Koruma Teşkilatı(HACSG)'na göre alerjik bünyeli insanların kaçınmaları gerektiği ifade edilmektedir.

CO2 Gazı: E290 (Karbondioksit)

Sağlığa zararlı bir gazdır. Meşrubatlarla aşırı miktarlarda alınması halinde çeşitli rahatsızlıklara neden olur. Kola ile beraber yüksek miktarlarda alınan co2 gazı ani ölümlere sebep olur.

Karmin: E120

Renklendirici; böceklerden elde edilir; kozmetiklerde, şampuanlarda, kırmızı elma sularında, şekerlemelerde ve diğer gıdalarda kullanılır; hassas ve asmatik bünyelerde alerjik reaksiyonlara sebeb olabilir. Ayrıca bir Müslüman için kesinlikle haramdır.

Sünî Tatlandırıcılar: Aspartam E951, Asesülfan E950, Sakarin E954

Toz ve sıvı diğer bazı içeceklerdede kullanılır. Bu ürünler'de; Aspartam, asesülfam ve sakarinin kombinasyonu kullanılmaktadır. Şeker hastalarının kullanımı oldukça düşük olması ve kullanan insanların yaş seviyelerinin yüksek olmasına rağmen alzaymer riski oluşturduğu bildirilmektedir. Fakat içeceklerde kullanımı, özellikle aspartamın içinde bulunan fenil alalin isimli amino asitin çocukların zeka gelişimlerini olumsuz etkilediği klinik deneylerle kanıtlanmıştır.

Türkiyede gazozlar 'Gazlı alkolsüz içecek' (gazoz) adlı, Türk Standartları Enstitüsü'nün Ekim 1992'de yürürlüğe giren TS4080 No.'lu standardına göre üretilir. Bu standart 20 sayfa olup isteyen her vatandaş, bedeli mukabilinde Türk Standartları Enstitüsü Merkezi'nden veya bürolarından temin edebilir. Bu standardın 2. sayfasında 'Gazoz Sınıfları ve Spesifik Maddeleri', 3. sayfasında da 'Gazozun Genel Özellikleri' tablo halinde verilmiştir. İkinci tablo 'Kimyasal Özellikler'in 3. satırında, gazoz cinslerinin litrede 5 gr. kadar etil alkol (bütün alkollü içeceklerde sarhoşluk verici)
bulunabileceğinin belirtilmesi dikkati çekiyor.

Sade gazozlar da dahil, bütün gazozlarda tat veya koku verici esanslar kullanılar. Bu esanslar, yağ cinsinden maddeler olup suda çözünmezler. Bunları suda çözünür hale getirmek için hem su ile hem de yağlarla tam karışabilen (çözünebilen) ara çözücülere ihtiyaç olur. Bu hususta en bol, en ucuz ve en yaygın olarak kullanılan ara çözücü de etil alkoldür. Etil alkol bunun için gazozların terkibine girer. Kimya bilimi açısından bunun biraz daha açıklaması şöyledir: Kimyada, 'benzer olanlar, birbiri içinde çözünür' kuralı vardır. En mühim ve en çok kullanılan çözücü de su olduğundan suyun dışındaki bütün çözücülerde hidrofil (suyu seven, su ile tam karışan) ve hidrofob (suyu sevmeyen su ile tam olarak karışmayan) olarak ikiye ayrılır. Moleküllerinde hidrofil bulunduran maddeler su ile hidrofil assosiasyon yaparak berrak bir çözelti verebilir. Yağ cinsi maddeler, bu sebeple benzin, eter, toluen gibi çözücülerde çözünür. Etil alkol ise molekülünde hem hidrofil hem de hidrofob grub bulundurduğundan hidrofil grubu ile hidrofil assosiasyon, hidrofob grubu ile de hidrofob assosiasyon yaparak ara çözücü vazifesi görür.

Karmaşık gibi görünen bu olayı, aslında herkes çok basit bir deneme yaparak kolayca anlayabilir. Bir iki damla yağ cinsi madde (zeytinyağı, çiçek yağı veya diğer sıvı yağ ve esanslar) bir şişe suya ilave edilse, ne kadar şiddetle ve uzun müddet çalkalansa berrak bir çözelti vermez. Bu bir iki damla yağ-bulunursa, biraz etil alkolde kolayca çözülebilir. Etil alkol bulunamazsa, tuvalet ispirtosu veya kolonya da %75-80 etil alkol ihtiva ettiğinden, bunların az bir miktarları da yağ cinsinden bir iki damla maddeyi kolayca çözerek berrak bir çözelti verir. Bu berrak çözelti şimdi bir şişe suya ilave edilirse, suyun berraklığı bozulmaz.

İşte gazozlarda tat ve koku verici yağ cinsi maddelerin berrak bir çözelti.Gerçekte içinde küçücük miktarda alkol olan bir içecek hiç tereddütsüz olarak Müslüman tarafından terk edilmeli kullanılmamalıdır.

Kısaca yazılan içerikte görülür ki her şeyden önce coca cola cola özütü adı altında ne kadar gizlenirse gizlensin kokain içermekte hiç gizlenmeden açıkça görüldüğü üzerede yüzde beş oranında alkol içermektedir. Ki bu iki içerik zaten başlı başına ''Ben Müslüman'ım'' diyen herkesin tereddütsüz kaçınması gereken maddelerdir.Aslında hiç şüphesiz coca cola, pepsi, diyet içecekler adı altında sunulanlar bütün insanların kaçınması gereken içeceklerdir.Öyle ya;

İçeriğinde alkol gibi istisnasız herkesin zararlarını inkâr edemeyeceği bir madde varken açıkça bir uyuşturucu madde olan kullanımı suç dahi kabul edilen kokain temel taş olarak kullanılıyorken, mide duvarında tahrişlere sebep olduğu araştırmalarla ortada iken,obezite gibi hastalıklara sebep olduğu açıkça görüldüğü için ilk üretim yerleri olan amerika gibi ülkelerde yasaklanırken,sağlık bakanlığı belirgin zararlarından dolayı; '' "Asitli ve gazlı içecekler yerine süt, ayran, taze sıkılmış meyve suları, bitki ve meyve çayları tercih edilmelidir.'' Şeklinde açıklamalarla dolaylı olarakta olsa zararlı olduğunu açıklamak zorunda kalırken,böbreklerden kalsiyum atılımını hızlandırdıkları, mide mukoza hücre döngüsünü bozduğu, diş çürüklerini belirgin bir şekilde arttırdığı, aşırı içilmesinin kas
hastalığına (hipokalemik miyopati) neden olduğu raporlanırken,okul çağındaki 460 kız çocuğu üzerinde yapılan ve "gazlı içecekler kemik kırılmaları ile yakından ilişkili" sonucuna ulaşılan araştırmayı "Pediatri ve Adölesan Tıbbı" dergisi Haziran 2000'de sunup, kemiklerde kırılmalara sebep olduğu sağlık birimleri tarafından itiraf edilirken,dişlerin çürümesine eriyerek yok olmasına sebep olurken,abd nin New Orleans kentinde yapılan konferansta sindirim sisteminde ortaya çıkan kanserlerle gazlı içecekler arasındaki ilişkilerden söz edilirken, hastalık hallerinde kendileri ile yakın temas
haline girilen doktorlar "Gazlı içecekler kemikler için çok zararlı. Zaten Türkiye'de süt tüketme alışkanlığı yoktu, üzerine bir de gazlı içecekler gibi zararlı bir etken geldiği için kemiklerin oluşumunda bile sorun yaşanıyor. Süt ve süt ürünlerinin tüketimi yaygınlaştırılmalı" (Prof.Dr. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tümay Sözen) şeklinde açıklamalar yapmak durumunda kalırken, bir bardak gazlı içeceğin dahi diş çürümesine katkıda bulunduğu anlaşılırken ve tüm zararlarının aksine kesinlikle ve hiçbir şekilde Mutlak Manada tek bir faydası dahi bulunmazken hala Mutlak Gerçeğe gözleri kapayıp içmeye devam etmek şüphesiz hiç olmaması gereken bir davranıştır.

O halde kişi içinde ne kadar istek olursa olsun tüm bu zararları göz önüne getirerek coca cola-pepsi - enerji içeceği veya benzeri hiçbir gazlı maddeyi kullanmamalı. Yalnızca kendisi kullanmamakla kalmayıp en yakınından başlayarak kırmadan ve üzmeden zararlarını belgelerle göstererek uyarmaya çalışmalı. Şüphesiz hem kendisi hem ailesi ve yakınlarını kullanmaktan vaz geçirmek için kendi çapında çalışma yapan istisnasız herkes hem kendi üzerinde hem çevresinde daha sağlıklı bir hayat ve ortamla karşılaşacaktır.

Bir bardak kolanın içinde 32 küp şeker olduğunu biliyor muydunuz?
İnsanlar hala çaya yarım şeker az atıp zayıflayacaklarını zannediyorlar. Bunun yanında kolaların rengini meyan kökü denen bir bitkiden sağlıyorlar. Meyan kökünü de fareler çok sever ve en çok bu tarlada bulabilirsiniz fareleri. Araştırmaya göre meyan tarlalarındaki tarım araçları bitkiyle birlikte fareleri de tarladan toplamaktadır! Makinelerin depoları kan gölüne dönmekte, fare parçaları ve bitkiyle dolmaktadır. Makinelerin deposunda işlenmek üzere fabrikalara götürülür. Yani içtiğimiz kola, ASİTLİ FARE SUYU.
Bunun üzerine davalar açıldı ama firmalar kazandı.
Dezenfekte ediliyormuş güya...
Ayrıca bir bardak kola içine bir kemik parçası atın ve 3-4 gün bekletin. Kemiğin lastik gibi olduğunu göreceksiniz.
Bir de kolanın tuvalet ve banyoda ne kadar iyi bir temizleyici ve parlatıcı olduğunu bilmeyen yoktur...

#2149
Eşcinseller vb. ile aynı toplulukta yaşamak

Liberal demokratik rejimde, sosyal ve ahlaki çoğulculuğun giderek hakim olduğu, herhangi bir dinin değerlerinin yükselen değerler içinde yerinin azaldığı bir ortamda yaşamak durumunda olan Müslümanlar, başkaca bir zaruret, meşru fayda ve zarar yoksa, kendilerine göre "ayıp ve günah" olanı açıkça yapan, işleyen, uygulayan ve kınanmaları da yasak olan kimselerden uzak yerlerde, onlarla asgari ilişki içinde yaşamaya çalışırlar.

İslam barış ve müsamaha dini olmakla beraber her ikisinin de sınırları vardır.

Dindaşları tarafından ayıp ve günah açıkça işlendiğinde Müslümanlar öncelikle bunu, (mümkün oluyorsa, daha kötü bir sonuç doğurmuyorsa) bizzat veya (bu olmuyorsa, vakti geçmiyorsa) ilgili mercilere başvurarak fiilen engellemeye çalışırlar. Bu mümkün değilse öğüt vererek, kınayarak, fiilin kötülüğünü açıklayıp karşı tarafı ikna etmeye çalışarak önüne geçme teşebbüsünde bulunurlar, bu da olmuyorsa o kimselerden uzak dururlar, onları cesaretlendirecek, ayıbı ve günahı tabii hale getirecek davranışlarda bulunmazlar.

Farklı inanç sahipleri Müslümanların topraklarına veya dinlerine karşı (bunlara zarar vermek üzere) savaş açmadıkça onlarla "iyilik ve adalet" çerçevesinde ilişki kurarlar.

Peki bu kurallar liberal, çoğulcu demokratik rejimlerde nasıl işleyecek?

Bu rejimlerde de:

1. İslam'a göre ayıp ve günah olana -şahıslara yönelik olmamak, yalnızca fiil kastedilmek şartıyla- "Bize göre ayıp ve günahtır" demek serbesttir.

2. Kimse kimseyi belli bir yerde (bölge, mahalle, apartman...) oturmaya mecbur edemez; muhafazakâr Müslümanlar değerlerini en iyi nerede koruyabilirlerse oralarda oturmayı tercih ederler.

3. Kimse kimseyi dost ve arkadaş olmaya mecbur edemez. Muhafazakâr Müslümanlar dostlarını ve arkadaşlarını "açıkça ayıp ve günah" işlemeyenler arasından seçerler. Diğerleriyle -zaruri olanlar dışındaki- ilişkileri ise onları ıslah etme amacına yönelik olur. Asla günaha ve ayıba taviz vermezler, onların tabiileşmesine katkıda bulunmazlar.

4. Mecbur olmadıkça ayıbın ve günahın hukuki kural olmasına ve meşruiyet kazanmasına oy ve destek vermezler.

5. Sivil toplum dayanışmalarında sıra "ayıp ve günahı işleme" hakkına gelince "Bizi bu konuda mazur görün, sizi desteklememiz mümkün değildir" derler, birlikte hareketi evrensel iyilere ve iyiliğe bırakırlar.

6. İnsan hakları belgelerinde "genel ahlaka aykırılık" bir hürriyeti kısıtlama sebebi olarak kabul edilmektedir. Ülkemizde eşcinselliğin "ahlaksızlık, genel ahlaka aykırılık" bakımından değerlendirilmesi hukuk adamları arasında ihtilafa sebep olmuş, bazıları "Bu ahlaksızlık değildir" demişler, bazıları ise "Ahlaksızlıktır" hükmünü benimsemişlerdir. Küreselleşmenin, "dini, milli, yerel kültürleri" silip süpürmesine imkan verilmemeli, medeniyetine ve kültürüne bağlı olanlar, kendi kültür değerlerini korumak için tedbir almalı, bu meyanda "Bizim dinimizde ve kültürümüzde ahlaka aykırı olanı, halkımızın genellikle böyle kabul ettiği davranışları" genel ahlaka aykırı olarak değerlendirmeli ve hürriyetlerin kısıtlanmasında bu ilkenin kullanılmasına destek verilmelidir.

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=17042&y=HayrettinKaraman
#2150
Hadisler de eşcinselliğe izin vermiyor

İslamî kaynaklarda konumuzla ilgili iki kelimenin manaları ve mefhumları farklıdır ve –hükümde hataya düşmemek için- bu farkın dikkate alınması gereklidir.

"Hunsâ" kelimesi, "her iki cinse ait organları bir arada bulunduran veya her ikisi de olmayıp yalnızca idrar yapmaya yarayan bir deliği bulunan insan" için kullanılır. Bunlara erkek mi, kadın mı muamelesi yapılacağı konusunda çeşitli teşhis görüşleri vardır.

"Muhannes" ise yumuşaklık, söz, bakış, davranış gibi konularda kadına benzeyen erkek demektir.

Muhannesler de Fıkıh'ta iki guruba ayrılır. Doğumundan itibaren böyle olanlar, böyle yaratılmış sayılanlar; bunlara –işi fuhuş ve zina boyutuna götürmedikçe- bir suç ve günah isnad edilemez.

İkinci gurup ise sonradan bozularak ve kendi iradeleriyle kadınlara benzemeye özenenlerdir ki, bunlar hadislerde lanetlenmişlerdir.

M.H. nin yanlış ve yanlı aktardığı hadislere gelince:

Ebû- Dâvud'un kitabına aldığı hadis şöyledir:

Hz. Peygamber'e, ellerine ve ayaklarına kına yakmış olan bir muhannes getirildi; Peygamberimiz (s.a.), "Buna ne olmuş" dedi, "Kadınlara benzemeye çalışıyor" dediler. Nakî' denilen bir yere sürülmesini emretti.

"Onu öldürelim mi" diye sordular, "Namaz kılanları öldürmek bana yasaklandı" buyurdular.

Bu hadiste şu hususlar dikkat çekiyor:

Hz. Peygamber (s.a.) eşcinselliğe izin vermek veya müsamaha etmek şöyle dursun "kadınsı davranan, ellerine ve ayaklarına kına yakan birinin" bu davranışını bile hoş görmüyor, kötü örnek olmasın diye topluluktan uzak bir yere gönderiyor (tecrid ediyor).

Hz. Peygamber dönemi toplumu yalnızca "kadınsı davranan" bir kimsenin bile öldürülebileceğini düşünüyorlar, ama Peygamberimiz "onun inanmış ve ibadet eden bir mümin" olduğunu ve öldürülmesinin caiz olmadığını söylüyor.

Ebû Dâvûd ve Müslim'in kitaplarına aldıkları bir diğer hadis ise şu mealdedir:

Hz. Peygamber'in hanelerine bir muhannes girip çıkardı (hizmet eder, yardım alırdı), Hz. Peygamber'in eşleri onu, "kadınlara ilgi duymayan (gayr-i uli'l-irbe) sayarlardı (Bak. Nûr Sûresi: 24/31). Bir gün Peygamberimiz (s.a.), o muhannes eşinin hanesinde iken yanlarına girdi, bu sırada muhannes bir kadını anlatıyor; "Önden dört büklüm, arkadan sekiz büklüm ile sallanarak yürüyor" diyordu. Peygamberimiz "Görüyorum ki bu kişi, bunlara kadarını biliyor, bundan sonra yanınıza girmesin" dedi, eşleri de onu evlerine girmekten menettiler.

Hadisin bir başka rivayetinde şu ek de yer almaktadır:

"Muhannes Beydâ denilen bir yere gönderilmişti, (eşleri) bu takdirde o açlıktan ölür" dediler, Peygamberimiz de her Cuma günü gelip iki kere eve girmesine, ihtiyaçlarını alıp yerine dönmesine izin verdi.

Bu hadis de "kadınların cinsel objelerini algılayan" bir kimsenin "erkek sayılacağını ve kadınların ona karşı erkek gibi davranmaları gerektiğini ifade ediyor. Ayrıca böyleleri işi, hangi cinsle olursa olsun zina boyutuna götürmedikçe onlara iyi davranılması, ihtiyaçlarının karşılanması, fakat topluluk içinde kötü örnek olmaması ve kötülüğe sebep olmaması için uzak tutulması gerektiğini de anlatmış oluyor.

Sonuç olarak hadislerde de İslam'da eşcinselliğin normal karşılandığına dair bir delil bulmak mümkün değildir.

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=16994&y=HayrettinKaraman
#2151
Kur'an eşcinselliği kınıyor ve yasaklıyor

M.H. ya bilerek veya cehalet ve bağımlılığı yüzünden âyetleri yanlış yorumluyor; ictihad ve çağdaş yorum diyerek Kur'an-ı Kerîm'e olmadık manalar yüklüyor, on beş asırlık geleneği bir yana atıyor, anlamada ilk muhatapların dili ve örfünü hiçe sayıyor.

Kur'an-ı Kerîm'de Lut kavminin yaptığı kötü fiilin, zorla tecavüz değil, rıza ile de olsa erkekler arasındaki cinsel ilişki olduğu açıktır, zorla olana tahsis etmenin delil ve dayanağı yoktur (Bak. 4/15 7/80 11/69 14/58 15/60 27/5 29/28...)

Yine yüce kitabımızda "nikah, tezvîc, zevc, zevce..." gibi ilgili kelimeler daima ve istisnasız olarak kadınla erkeğin evlenmesi manasında kullanılmıştır. Baştan beri cinslerin kendi aralarında cinsel ilişkilerine ve karşı cins ile nikahsız ilişkiye olumsuz bakmış ve bu fillere cezalar koymuştur.

Bizim "Kur'an Yolu" isimli tefsirimizden bir özet aktaralım:

"Kadınlarınızdan çirkin fiilde bulunanlara karşı aranızdan dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun. /İçinizden bu çirkin fiili işleyen ikilinin canlarını yakın. Eğer tövbe eder, durumlarını düzeltirlerse artık onlara eziyet etmekten vazgeçin; çünkü Allah tövbeleri çok kabul eden, çok esirgeyendir." Nisâ: 4/15-16)

Fuhşun çeşitlerine göre cezalarını belirleyen Nisâ ve Nûr sûrelerinin çeşitli ayetleri birbirini tamamlamış, âyetlerin açıklamaya muhtaç kısımlarını da hadisler açıklamış, böylece başlıca cinsel suçlarla ilgili cezaların kaynağını sünnet ve buna dayalı sahâbe icmâı teşkil etmiştir.

"Çirkin fiil" diye tercüme ettiğimiz fâhişe kelimesi Kur'an'da, hemcinsler arasındaki cinsel ilişki için de kullanılmıştır (Ankebût 29/28). Buradan hareketle âyetler lafızlarına uygun olarak yorumlandığında 15. âyette kadınların kendi aralarında yaptıkları fuhuştan (sevicilik, lezbiyenlik), 16. âyette de erkeklerin kendi aralarında yaptıkları fuhuştan (livâta, homoseksüellik) bahsedildiği anlaşılmaktadır. Nûr sûresinin 2. âyetinde ise kadınlarla erkekler arasında yapılan fuhuş (zina) suçunun hükmü açıklanmıştır; şu halde suçların cezalarıyla ilgili hükümlerde bir değiştirme (nesih) söz konusu değildir. Buna göre:

a) Seviciliğin cezası kadınları evlerde hapsetmektir; "Allah'ın onlara bir yol açması" ise hallerini düzeltmeleri ve erkeklerle evlenmeleridir.

b) Livata suçunun cezası, bunu yapanlara söz ve fiille eziyet çektirmek, onlara maddî ve mânevî olarak acı vererek canlarını yakmak, böylece bu iğrenç fiili işlemekten vazgeçmelerini sağlamaktır. Ceza olarak ne söyleneceği, ne yapılacağı âyette açıklanmamış, ictihad ve uygulamaya bırakılmıştır.

c) Kadınla erkek arasında yapılan fuhuşun cezası ise Nûr sûresinde (24/2) açıklandığı üzere yüzer sopadır.

"Lût'u da (peygamber gönderdik). Kavmine dedi ki: "Sizden önceki milletlerden hiçbirinin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz!" / "Çünkü siz, kadınları bırakıp da cinsel tatmin için erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz taşkın bir milletsiniz." / Kavminin cevabı, "Onları (Lût ve arkadaşlarını) memleketinizden çıkarın! Çünkü onlar fazla temizlik taslayan insanlar!" demelerinden başka bir şey olmadı. / Biz de onu ve karısı dışındaki aile fertlerini kurtardık. Karısı geride kalanlardan (kâfirlerden) idi. / Ve üzerlerine dehşetli bir yağmur (taş) yağdırdık. İşte gör günahkârların sonunun ne olduğunu!" (A'râf:7/80-84)

Lût aleyhisselâm, Hz. İbrâhim'in kardeşi Haran'ın oğludur. İslâmî kaynaklarda soy kütüğü Tarah oğlu Haran oğlu Lût şeklinde geçmektedir. İbrâhim ile birlikte Irak'tan ayrılmış; Tevrat'ta bildirildiğine göre Ölüdeniz kıyısındaki Sodom ve Gomore'de (Ammûre) peygamber olarak görevlendirilmiştir. Buralarda oturan halk, inkârcılık yanında, livâtayı da meşrû hale getirmişlerdi. Hz. Lût, erkeğin erkeğe yaklaşması (homoseksüellik) şeklindeki bu fuhuş çeşidini, daha önce hiçbir millette görülmemiş ölçüde yaygınlaştırmaları sebebiyle onları eleştirdi; kendisinin güvenilir bir peygamber olduğunu, Allah'tan korkup davetine icâbet etmeleri, hallerini düzeltmeleri gerektiğini söyledi (bk. Şuarâ 26/160-164) ve bu yaptıkları sebebiyle onları "müsrifler" şeklinde niteledi. "Mâkul ve meşrû ölçüleri aşan" anlamına gelen müsrif kelimesinin burada cinsel sapıklığı ifade ettiği anlaşılmaktadır.

Kitap ve Sünnet'te zinanın cezası belirlenmekle beraber, sapıklık ve çirkinlik sayılarak yasaklanan eşcinselliğin cezası tayin edilmemiş; bu yüzden Müslüman âlimler bu suçun cezası hakkında taşlama (recm), yakma, üstüne duvar yıkma, yüksek bir yerden atmak suretiyle öldürme gibi farklı idam usulleri önermişlerdir. İmam Ebû Hanîfe ve diğer bazı âlimler ise ta'zîri (hâkimin uygun göreceği öldürme dışındaki bir ceza) yeterli bulmuşlardır.

Gelecek yazıda: Hadislerde eşcinselliğe izin ve müsamaha yoktur.

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=16978&y=HayrettinKaraman
#2152
Bilim ne diyor?

Eşcinsellere ve insan hakları adına onları destekleyenlere göre insanlar iki cinsten ibaret değildir; erkek ve kadın gibi bir üçüncü cins de vardır, bu da "eşcinseller"dir. Yani eşcinsellik anormal değil, hastalık ve sapıklık değildir, bu sebeple onlara da, diğer iki cinse tanınan bütün haklar tanınmalıdır.

Anlaşılan Yahudi ve Ermeni lobileri gibi eşcinsellerin de lobi faaliyetleri var ve birçok çevreyi etkileri altına almışlar.

Eşcinselliğin, iddia edildiği gibi normal ve yaratılış icabı olduğunu kabul edebilmek için bilimin ve dinin bu konudaki kesin hükümlerine bakmak gerekir.

Bugüne kadar bilim alanında böyle bir kesin bilgi ve hüküm ortaya çıkmış değildir. Konu üzerinde inceleme ve araştırma yapan ilgili çevreler arasında iki farklı tez vardır ve tartışmalar devam etmektedir.

Bana gönderilen bir bilgi notuna göre "Geçtiğimiz yüzyılın önemli bir bölümünde, eşcinsellik, "kişilik bozukluğu" olarak kabul görüyordu. Ancak, 1973'te Amerikan Psikiyatri Derneği (APA), 1990'da ise Dünya Sağlık Örgütü (WHO), eşcinselliği 'psikiyatrik bir bozukluk' sınıfından çıkardı. Ama, terapi sürecinden geçen eşcinsellerden birisinin şu sözü dikkat çekicidir: 'Uzun yıllar gey olduğumu sandım. Sonunda anladım ki gerçekte ben gey değil, homoseksüellik problemi olan heteroseksüel bir erkektim.' ... Hiç kuşkusuz eşcinsel gruplar yahut kendilerini sadece eşcinsellerin insan haklarından sorumlu görenler bu fikre müthiş tepki gösteriyor ama Türkçe'ye yeni çevrilen "Erkek Homoseksüeller İçin Onarım Psikolojisi, Yeni Bir klinik Yaklaşım" isimli kitap (Çeviren: Ebru Morgül, Kaknüs Yayınları), konuyu bir kez daha gündeme getirdi. Üstelik, kitabın yazarı öyle bir çırpıda bir kenara bırakılabilecek bir isim de değil. Dr. Joseph Nicolosi, uzun yıllar ABD'de Eşcinsellik Üzerine Ulusal Araştırma ve Tedavi Birliği NARTH'ın başkanlığını yapmış, şimdi de Kaliforniya'daki Thomas Aquinas Psikoloji Kliniği'ni yönetiyor."

Prof Dr. Nevzat Tarhan'ın bir yazısında (15 Mayıs, Haber 7-İnternet) konuya ışık tutan önemli tespitler var:

"Homoseksüeller cinsel yönelimini ve cinsel tercihini doğal yani genlerin öngördüğü heteroseksüel yönelime değil, bir sapma olan kendi cinsine yöneltmişlerdir. Homoseksüel Pedofili olarak bilinen çocuk yaştaki eşcinsteki kişilere cinsel ilgi duyma en sık rastlanılan homoseksüalite biçimidir.

"Homoseksüellik ile ilgili bir gen tanımlanamamıştır. Ancak eşcinsel tercihi olan kişilerin yetiştirilme tarzı araştırıldığında sosyal öğrenmenin rolü göze çarpar. Aşırı koruyucu ve erkeklere düşman bir anne modeli ile zayıf, evle az ilgilenen veya sevgi vermeyen bir baba rollerini sık görürüz."

Konu bilim yönünden -en azından- tartışmalı olduğuna göre "eşcinselliğin normal olduğu" tezi bir iddiadan ibarettir ve bu teze dayalı hukuki düzenlemeler bilime değil, siyasete dayanmaktadır.

Gelecek yazı: Kur'an eşcinselliği kınıyor ve yasaklıyor

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=16921&y=HayrettinKaraman
#2153
Muhsin Hendrix'in iddiaları

İmamlık ve öğretmenlik yaparken eşcinsel olduğu ortaya çıkınca bu görevleri bırakmak zorunda kalan/bırakılan M.H. röportajında, çok dindar bir ailenin çocuğu olduğunu, çocukluğundan itibaren kadınlığa meyilli bulunduğunu, ergenlik çağından sonra bu meyilden ve onun sürükleyebileceği günahtan kurtulmak için çok çabaladığını, namaz kılıp oruç tuttuğunu, belki faydalı olur diye bir kızla evlendiğini, Pakistan'da İslami öğretim gördükten sonra konuyu incelediğini ve sonunda İslam'a göre eşcinselliğin günah ve yasak olmadığı neticesine ulaştığını ifade ediyor ve iddiasını ispat amacıyla şunları söylüyor:

"Biz şu anda bir kitap hazırlıyoruz. İsmi de "İslam ve Eşcinsellik" olacak. Bir yıl içinde basılacak bu kitap. 12 yıllık bir araştırma sürecinin ürünü. Biz kendimiz eşcinsellik konusunu gidip aştık. Çünkü din adamları bu konularda çok bilgiye sahip değil...

"Evlilik bir iş sözleşmesi gibi; yani çalışmazsa Kuran-ı Kerim'e göre bozmak gayet normal. Kuran'da "erkekle kadın evlenir" diye bir açıklama bulamazsınız. Böyle bir kural yok. İslam'a göre evlilik bir iş anlaşması olduğuna göre...eşcinsel ilişkilere uygulamada hiçbir sakınca yok. Çocuk sahibi olmaya gelince de, eğitim ortamı, sevgi ortamı yerindeyse eşcinsel bir ailenin çocuk evlat edinmesinde hiçbir sakınca yok.

"Bizim eşcinsel olmamızın, duygularımızın, Tanrıya inanmamızla bir ilgisi olmadığını, İslam ile bir ilgisi olmadığını açıklamamız gerekiyor.... 'Tanrının yarattığı hiçbir şey yanlış değildir'i açıklamalıyız...

"İslami şeriat kanunları Kuran'a ve Hz, Muhammed'in (S.A.V.) öğreti ve yaptıklarının toplandığı hadis kitaplarına dayanır. Her iki kaynak da Sodom ve Gomora İle İlgili hikayeye referansta bulunarak kanunlar için temel kaideyi oluşturur ve eşcinselliğin İslam'da kamusallaşmasını engeller. Analojik muhakeme (kısas) ve din adamlarının fikir birliği (icma) bu iki metne ve kaynakları yorumlayışlarına dayanır.

"Hz. Muhammed (S.A.V.) eşcinsellikle doğrudan ilgili olmadı ya da eşcinsellere cinsel yönelimlerinden dolayı cezalandırmadı ya da zulümde bulunmadı. Hz. Muhammed (S.A.V) döneminde Medine'de 'muhannesûn' adı verilen bir grup efemine erkek yaşardı. Muhannesûn grubu modern gey erkeklerin bazı vasıflarını taşısa da, onları tam olarak temsil ettiği söylenemez. Hz. Muhammed bazılarının Müslümanların evlerinde kadınlara ait odalarda çalışmalarını engelledi ve bazıları da Medine'den sürgün etti. Ama tüm bunlar, onların cinsel yönelimleri temelinde değil, edepsiz ve dine aykrı davranışlarından dolayı yapıldı."

"Aşikardır ki, Sodom ve Gomora sakinleri bugünkü anlayışın aksine eşcinsel değildiler, daha ziyade 5. yüzyıl Atina'sı ya da 7. yüzyıl Arabistan'ında olduğu gibi cinsel özgürlükleri bulunan aristokratik heteroseksüel erkeklerdi. Bu erkeklerin egoist ve ataerkil toplumsal düzenin güç dengelerine hizmet eden bu cinsel özgürlükleri bir kadına tecavüz etme hakkından, reşit olmayan oğlan çocuklarla birlikte olma ve hayvanlarla ilişkîye girebilme hakkına kadar geniş bir alana yayılırken; aynı zamanda çocukları taşıyacak ve soyunu devam ettirecek aristokrat bir kadınla yasal evlilikleri de bulunmaktaydı."

M. Hendrix bu iddialarında hem Kur'an ayetlerini hem de hadisleri kendi peşin hükmüne ve sapkınlığına tabi olarak hedefinden saptırıyor, işine geldiği gibi yorumluyor, hatta iddiası ile çelişen kısımları atlıyor, yok sayıyor.

Gelecek yazılarda bütün bunları açıklayacağım.

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=16881&y=HayrettinKaraman
#2154
Eşcinsellik problemi

Dinimize inanan, müslümanca yaşamak isteyen, ama kendi cinsine karşı çeşitli derecelerde ilgi duyan, bundan rahatsız olan ve kurtulmak isteyen... birçok kimseden mektup aldım, kendilerine yardımcı olmamı istiyorlardı; ben de nasihat ediyor, dinin bu fiile bakışını anlatıyor ve bazılarını da tanıdığım psikiyatri uzmanlarına yönlendiriyordum. Bugünkü yazıda –aşağıda- size sunacağım mektup ABD'de ilmi araştırma yapan bir gençten geldi ve ben ilk defa "eşcinselliğe İslam'dan meşruiyet delili arayan bir eşcinsel imam ve öğretmen"in varlığından haberdar oldum.

Önce bu mektubu vereceğim, sonra o imamın bir röportajından alıntılar yaparak delillerini çürütecek ve eşcinselliğin İslam'da haram olduğunu ispat edeceğim (Röportaj Türkiye'de eşcinsellerin çıkardığı bir dergide de yayımlanmış).

Mektup:

"Uzunca bir süredir size eşcinsellikle ilgili kafamda oluşan sorularla ilgili bir mail yazmak, düşüncelerinizden istifade etmek istiyordum. Ancak, elimde elle tutulur bir belgeden çok hissiyatlar ve izlenimler vardı ve bunlar üzerinden bir çıkarımda bulunmak bana hiçbir zaman doğru gelmedi. Mailde ek olarak gönderdiğim yazılar bu konuda bana bir kaynak sağladı. KAOS-GL isimli eşcinsel kültür ve sanat dergisinin son sayısı İslam ve eşcinsellik adında bir dosyaya sahip ve ekte gönderdiğim yazılar da bu dosyada yer alıyor. Güney Afrika Cumhuriyeti'nde imamlık yapan bir eşcinsel olan Muhsin Hendricks'le yapılmış bir röportaj. Kur'an'da Lût kavmiyle ilgili olan ayetleri çok farklı yorumluyor ve benim ilk araştırmalarımda elde edemediğim bir hadise gönderme yapıyor. Kendisine de belirli yollarla ulaşmaya çalıştım, ama ek bir şey bulamadım şimdiye kadar.

"Bu konuda neden bu kadar kafa karışıklığına sahip olduğumu da belirtmek istiyorum. Üniversite öğrencisiyim ve alternatif kültür ve sanat faaliyetleriyle uğraşıyorum. Böyle bir alanda bir Müslüman olarak var olma çabası içerisindeyim, ancak benimle aynı alanda çalışma yürüten eşcinsel arkadaşlarım da var, aramızda konuştuğumuzda ben tartışamayan taraf olarak kalıyorum, çünkü eşcinsellikle ilgili görünür olarak Müslümanlar arasında sorgulayan bir tartışma ortamı yok ne yazık ki. Bana yukarıda bahsettiğim yazıyı okuttular ve söyleyecek tek kelime bulamadım. "Ama öyle değil" demek de yeterli olmuyor tahmin edersiniz ki."

Bu mektuba kısa bir cevap olarak şunu yazmıştım:

"Bütün ilahi dinler eşcinselliği bir bozulma, bir ahlaksızlık, bir tabii olanın dışına çıkma, bir ayıp ve günah olarak görürler. Size, yakında okuduğum bir yazıyı da gönderiyorum."

Gönderdiğim yazı, eşcinselliğin normal olmadığını ve tedavi edilebilir olduğunu ifade eden ilmi bir rapor idi. Genç şu cevabı yazdı:

"Bana gönderdiğiniz yazı ve benzeri çok yazı okudum. Tam tersine argümanlı da çok ama çok yazı okudum. Bu noktada bilimsel bir açıklama, tüm dinlerdeki genel kabuller ve İslam geleneğindeki karşılığından çok (ki bunların da önemli olduğunu çok iyi bilerek ve İslami bir yaşam tarzı kurgulama konusunda bu bilgilerden yararlanmaya özen gösterdiğimi de belirterek) Kur'an ve sünnetteki detaylı karşılığını merak ediyorum. Ekte gönderdiğim yazıda bahsedilen hadisi başka bir yerde göremedim ben naçizane araştırmalarımda. Sizin de kaynaklara ulaşımınız ve bilgileriniz benim için çok değerli, yardımlarınız için şimdiden teşekkürler."

Konuya devam edeceğim.

Kur'an eşcinselliği kınıyor ve yasaklıyor.

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=16864&y=HayrettinKaraman
#2155
Dindara düşman, eşcinsele dost

Dostumuz Ali Bulaç bir tv programında, eşcinsellik ile şiddet arasındaki ilişkiye dair bazı Arap aydınlarının tespitlerinden bahsetmiş; bunun da kendi düşüncesi değil, onların düşüncesi olduğunu açıklamış. Buna rağmen belli çevreler Sayın Bulaç'a yönelik "âdeta bir linç girişimi" başlatmışlar. Artık buna alıştığımız için fazla da önem vermemek gerekiyor. Ancak bu vesile ile ülkemizdeki çifte standardı gündeme taşımakta fayda görüyorum.

Önceki günkü yazısında (15 Mayıs 2009) Sayın Prof. Dr. Nevzat Tarhan bunu (çifte standardı gündeme taşıma işini) çok güzel yapmış, eline ve kalemine sağlık.

Prof. Tarhan eşcinselliğin doğuştan mı (bir gen sebebiyle mi) yoksa eğitimden mi kaynaklandığı konusunda ilmi bilgi verdikten ve eşcinsellikle şiddet arasındaki ilişki konusunda ispatlanmış bir bilginin de bulunmadığını kaydettikten sonra şöyle diyor:

"Homofobikler eşcinsellere karşı ayrımcılık yapan, aşağılayan, fiziksel ve psikolojik şiddet uygulayan kişiler olarak bilinir. Eşcinselliğe karşı korku, nefret ve düşmanlık duyguları taşıyan kişilerdir.

"Homofobi gibi bir sosyal olguya karşı yapılan haklı mücadele gereklidir. Eşcinselliğe karşı çıkanlar da gerekçeleri ile fikir mücadelelerini yapmalıdırlar. Gelecek kuşaklarımızın toplumsal ahlakını kendi doğrularını savunma haklarına sahiptirler.

Aynı özgürlüğü dinini yaşamak isteyen kişilere göstermemek çifte standart değil mi? Eşcinsel müdafilerine duyurulur."

Bu ülkede yıllardan beri dindarlara, din adamlarına, başörtülülere, İslamcılara karşı kampanya yürütülüyor. Cemaat ve tarikat içinde öğrenme ve dinini yaşama yolunu seçmiş Müslümanlara karşı ayrımcılık uygulanıyor; onlar bu ülkenin vatandaşları değilmiş, onların insan haklarında yerleri yokmuş gibi davranılıyor. İnsan hakları savunucusu geçinen kalemler bu zulüm karşısında sessizler. Sıra eşcinsellere gelince "din ve ahlak açısından" farklı inanan ve düşünenlerin, düşmanlık aşılamadan tenkit haklarına bile saygı gösterilmiyor, bunu yapanlara karşı linç girişimi başlatılıyor.

Çifte standart bu değilse nedir?

Yıllardır bazı mümin eşcinsellerden, durumlarının dini yönünü soran mektuplar aldım ve onlara özel cevaplar verdim. Son günlerde ABD'den aldığım bir mektupta, Afrikalı bir eşcinsel imamdan söz ediliyor ve bu imamın yazdığı bir kitapta "eşcinselliğin İslam'da yeri olduğu"nun iddia edildiği bildiriliyordu.

Güney Afrika'da, başkent Cape Town'da yaşayan imamlık ve öğretmenlik de yapan Muhsin Hendricks ile yapılan bir röportaj da bana gönderildi. Pek yakında inşallah bu röportajı ele alacak ve İslam'ın eşcinselliğe nasıl baktığını açıklayacağım.

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=16805&y=HayrettinKaraman
#2156
Benzin Coni'ye 0.33 dolar!

ABD'ye ihraç edilen benzinin fiyatı yurtiçinde satılan benzinden 4 kat daha ucuz...Akaryakıt fiyatlarına yapılan zam tartışma konusu olurken, ABD'ye Türkiye'den ihraç edilen benzinin fiyatının 0,33 ile 0,75 dolar arasında değiştiği açıklandı.

Gümrüklerden Sorumlu Devlet eski Bakanı Kürşad Tüzmen'in, CHP Kırklareli Milletvekili Tansel Barış'ın soru önergesine verdiği cevap, Türkiye'den ihraç edilen benzinin yüzde 12'sinin ABD'ye gittiğini belirtti.

DÖRTE BİR FİYATINA

Tüzmen'in verdiği bilgilere göre, Türkiye'den ihraç edilen benzin fiyatı 0,33 ile 0,75 dolar arasında değişiyor. "Bu çerçevede 2008 yılında benzinin litresi 0.33 ile 0.75 dolar arasında ihraç edildi.

Benzinin yurtiçi litre satış fiyatı ise vergilerle birlikte 2.8 lira (1.7 dolar) olarak belirlenebilmektedir" diyen Tüzmen, iç piyasada benzin fiyatının yüksek olmasının vergilerden kaynaklandığını vurguladı.
#2157
Ben mektubumu yazmaya başladığımda 1 milyonuncu kelimeye 9 saat 10 dakika 25 saniye kaldığını haber veriyordu kronometre. "The Global Language Monitor(GLM)", Teksas merkezli bir dil, analiz, teknoloji kuruluşu. Paul Payack adında teknoloji uzmanı bir amatör dil bilim meraklısı tarafından yönetilen organizasyon, 2006 yılından beri sürdürdüğü "1 milyon kelimeye doğru" kampanyası ile biliniyor.
Kampanyanın bu kapsamda, "languagemonitor.com" adlı web sitesinde 2 yıldır geriye dönük çalışan bir saati var ve işte bu kronometreye göre 10 Haziran 2009 Çarşamba yani bugün, Londra saati ile sabah 10:22'de İngilizce "1 milyon kelimeye sahip bir dile dönüşecek". Payack ve ekibi, geri sayımı dilin gelişimi üzerinde yaptıkları araştırmalarla hazırladıkları bazı özel bilgisayar programlarına dayandığını savunuyor. Ancak, bu sayımı muteber bazı dil bilimcilerin eleştirdiğini de ekleyeyim. Onlara göre, dile giren çıkan kelime sayısını böylesine teknolojik bir analizle tespiti mümkün değil.

Üç mektuptur İngilizce'nin macerası içinde dolanıyorum. İngilizce'nin gelişiminin ana hatları konusunda bütün dil uzmanları mutabık. Ancak, İngilizce'nin bundan sonra alacağı yol konusunda farklı görüşler var. Mario Pei, 1965 tarihli "Dilin Hikayesi" adlı klasik kitabının son bölümünde, Roma İmparatorluğunun zayıflamasıyla beraber, Latincenin nasıl, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca şubelerine ayrılarak farklı vadilerden tarih içinde yola devam ettiğini hatırlatır. Amerikan imparatorluğunun dili İngilizce'nin de benzeri bir akıbet yaşayıp yaşamayacağını tartışır. 20'nci yüzyıl içinde "İngiltere İngilizcesi(King's English)" ile Amerikan İngilizcesi arasında oluşan fark 40 yıl önce böyle bir ihtimali akla getiriyor. Bu zaviyeden bakınca, günümüzde İngilizce'nin farklı milletlerden insanlarca konuşulan versiyonları da bunu destekleyen bir gelişme olarak görenler var. Fakat profesör Pei o dönemde televizyon, radyo ve genel olarak medyanın rolüne dikkatimizi çeker ve özetle der ki, "Bu medya organları, dilin uluslararası bir standardını oluşturacak ve bunun dünyanın her yerinde kabul görmesini sağlayacak. Ulaşım ve iletişim çağında, insanlar evlerinden hiç çıkmasalar bile bu standardize edilmiş uluslarası dilin etkisinden kurtulamayacak".

İnternet İngilizce'yi de yutuyor

Hollywood ve televizyonun İngilizce'nin küreye yayılmasında oynadığı rol herkesin malumu. 1990'lı yıllarda buna internet de eklenince, "İngilizce, gelecekte insanlığın tek dili olacak" iddiasında olanların sesi daha gür çıkmaya başladı. İnternetin ilk 15 yılında uluslararası makineyi "domine" eden İngilizce, internetin şimdiden sosyo kültürel ve ekonomik düzenlere olan etkisi sebebiyle, en şüphecimizin bile aklına "acaba?" sorusunu düşürmedi değil.

Ancak son yıllarda bu öngörülere uymayan tuhaf gelişmeler oluyor. Tarihin en etkili ve kitlesel ansiklopedi hareketlerinden biri olan Wikipedia'daki maddeler, artık 200'ü aşkın dilde ulaşılabilir durumda. Wordpress adlı popüler blog sitesindeki İngilizce olmayan blogların oranı sadece son iki yılda yüzde 36'ya yükseldi. Ve şahsen gelecekte çok şeyi değiştireceğini düşündüğüm bir teknolojik atılımın ilk işareti, "Google translate" hayatımıza girdi. Google, şimdi tam 41 dilde anında tercüme hizmeti sunuyor. Tercüme edilmesini istediğiniz metni kopyala yapıştır yapıp tıklıyorsunuz ve istediğiniz dildeki tercümesi bir kaç saniyede karşınızda. Yüzünüz gülüyor değil mi? "Haklısınız, bire bir kelime çevirisinin sebep olduğu evlere şenlik metinler" gerçekten de komik. Ama merak etmeyin uzak olmayan bir gelecekte, yüzünüz bu kez keyiften gülecek. Şu anda yüzlerce yazılım uzmanı, sadece kelime çevirisi değil, "deyim, günlük konuşma, kalıp ve gramer anlayışıyla" da çeviri yapabilen bir yazılım geliştirmek için harıl harıl çalışıyor. Bu yazılımı başaranın internetin kralı olacağını görmek için deha olmaya gerek yok.

Elbette hiçbir zaman, bir dilden bir dile mükemmel çeviri mümkün olmaz ama yakın gelecekte sahip olacağımız tercüme teknolojisinin, uluslararası bilginin, ortak düşüncelerin, kültürlerin yayılmasına yapacağı muazzam katkı, her şeyi değiştirecek. Öylesi bir atmosferde ise, dünyanın her coğrafyasında kabul görebilecek yeteneğe uygun fikri, felsefi, bilimsel ya da sanatsal doğurganlığı olan diller ve kültürler, bir anda kendilerini önde bulacak. "Coğrafyasına sıkı sıkıya bağlanmış", 19'ncu, 20'nci yüzyılın kavram ve tartışmaları içinde boğulan etnosentrik diller ve kültürleri çetin bir yaşam mücadelesi bekliyor.

Günümüzde dünyada kaba bir tahminle 6 bin dil konuşuluyor. Böyle giderse, 21'nci yüzyıl içinde bunların yüzde 90'ının nesli tükenecek. Dilsel çoğulculuk, tabiatın biyolojik çoğulculuğundan daha hızla eriyor. Gerçi bu arada, büyük diller de metropoller içinde yeni versiyonlarını üretiyor bir yandan. Bu durum ve internetteki dilsel çoğulculaşma, "İngilizceyi geleceğin tek dili gören" iddiayı eritiyor. Buna, derin değişimlere yol açmaya namzet ekonomik kriz ve değişimleri de eklemek lazım. Sadece ABD'de yılda 70 bin'e yakın ilköğrenim öğrencisi okullarında Çince dersi alıyor artık. Sadece ABD'ye özgür bir durum değil. Çin hükümetince 66 ülkede kurulan Konfiçyus Enstitülerinde milyonlarca dünyalı Çince öğreniyor. 2010 yılında dünya üzerinde yabancı dil olarak Çince öğrenmeye çalışan kişi sayısının 100 milyona ulaşması bekleniyor. Nüfus bakımından yakın geleceğin lideri Çince görülürken, Hindi/Urdu, İspanyolca ve Arapça'nın da yakın gelecekte İngilizce ile aynı seviyeye geleceği öngörülüyor.

"İnsanoğlu birgün aynı dili konuşacak mı?" sorusu her gündeme geldiğinde dil bilimciler hemen anlatmaya başlar... Eski Ahit'in Tekvin(Genesis) bölümündeki meşhur hikayeyi çok duymuşuzdur bu sebeple. İnsanoğlu Tanrıya ulaşmak için Babil Kulesini inşa etmeye başlar. Tanrı, insanoğlunun bu kendini beğenmişliğine ceza olarak, Hz Adem'den beri aynı dili konuşan insanoğluna birbirini anlamama cezası verir ve 72 dili yaratır. İşte insanoğlu o gün bugündür, Babil'den önceki o ilk kutsal dili arıyor. Ya da en azından, tıpkı Babil'den önceki gibi herkesin aynı dili konuştuğu bir dünya hayaliyle yaşıyor. Şüphesiz İngilizce, bir ulusun ya da kültürün dilinin bu evrensel dil olma başarısını yakalayıp yakalayamayacağı ile ilgili bize önemli bir tecrübe sergiliyor. Hatta, 1930'lu yıllarda Charles Kay Ogden, uluslararası iletişim dili olacağı iddiasıyla "Basic English" denen dil oluşturur. Basitleştirilmiş bu dilin, dünya hükümetinin resmi dili olacağı öngörülüyordu. Hatta İkinci Dünya Savaşı sonrası Birleşmiş Milletler'e de teklif edildi ancak, BM üyeleri bu teklifi reddetti.

Bunun yanında yüzyıllardır, birçok kişi de, insanlığın evrensel dili olabileceği iddiasıyla, yapay diller üretiyor. Bunların sayısı 700'ü geçmiş durumda. Bunlardan özellikle Esperanto (Umudun Dili), yaygınlık kazanmayı başardı.

Gülün adı var devleti yok

Yahudi kökenli Polonyalı bir göz doktoru olan L. L. Zamenhof'un 1887 yılında 28 yaşındayken yayımladığı kitapla bu yapay dilin hikayesi başladı. Zamenhof'un kitabını, Esperanto dilinde "Doktoro Esperanto Ümidin Doktoru)" müstear ismiyle yazması sebebiyle dil bu şekilde anılıyor. Cermen, Latin ve Yunan kökenli dillerdeki kelimelerden türetilen bu dilin basit birkaç gramer kuralı ve yazıldığı gibi okunan bir alfabesi var.

"Esperanto estas la moderna, kultura lingvo por la internacia mondo. Simpla, fleksebla, praktika, solvo dela problemo de universala interkompreno..." Sanırım her hangi bir Batı dili bilen herkes bu Esperanto cümleyi anlamıştır. Henüz hiçbir devlet resmi olarak bu dili tanımış değil. Tabi, 'Gül Adası Cumhuryeti'ni saymazsak. Bir grup Esperantist, Adriyatik Denizinde İtalya'nın 11 km açığında kurdukları yapay adada, 24 Haziran 1968 günü "Respubliko de la Insulo de la Rozoj (Gül Adası Cumhuriyeti)" adlı devleti ilan ettiler. Bu yapay devletin resmi dili de en az kendisi kadar yapay olan Esperantoydu. İtalya hükümetinin bu mikro devlete tepkisi yapmacık olmadı. Donamma bombalarıyla yapay devlet Adriyatik'in dibine gönderildi.

Bugün dünyanın bütün önde gelen ülkelerinde ya da dillerinde Esperanto kurslar var. Dünyada 2 milyon kişi bu yapay dili değişik seviyelerde konuşabiliyor. Artık ana dili Esperanto olan binlerce kişi de var aramızda. Şüphesiz ana dili Esperanto olanların en ünlüsü George Soros. Macar Yahudisi olan babası bir Esperantist idi ve büyüdüğü evde Esperanto dili konuşuluyordu. Kendisi büyüyünce yabancı dil olarak "paranın dilini" öğrendi.
Bu dilde yazılmış ya da basılmış 25 binden fazla kitap var. Konuşanların genelde eğitim ve gelir seviyesi yüksek kentliler olması sebebiyle dünyadaki birçok turizm dairesi ya da acentesi, emlak şirketi, Esperanto broşürler de yayınlıyor. Google arama motoru Esperanto dilindeki web sitelerinde de arama yaparken Wikipedia'nın Esperanto dili versiyonu da var. Esperantistlerin, temel amacı, yeryüzünde uluslarası iletişime olanak veren ortak dil olmak. Bu sebeple, "anadil değil, yaygın yabancı dil olduklarını" ısrarla vurguluyorlar.
Aslında Avrupa'daki ilk yapay dil Esperanto değil. Comenius devrimi Avrupa'sında 17'nci yüzyılda uluslararası yapay dil arayışı da başladı. Sir Francis Bacon, Çince karakterlere dayanan bir dil icat etmeye çalıştı. 1629 yılında ise aydınlanmanın büyük filozofu Decartes, kavram ve kelimeleri rakamlarla anlatan bir dil icat etti. Sonra bu yönde art arda girişimler oldu ancak hiçbiri başarılı olamadı. Bacon'dan günümüze kadar yüzlerce dil icat edildi. Uluslarası mal, bilgi ve insan sirkülasyonunun kendinden önceki çağlara göre olağanüstü bir hıza ulaştığı 19'ncu yüzyılda ise bu konuda adeta patlama yaşandı. Bopal, Spelin, Balta, Dil, Veltparl, Orba, Langue Bleue, Idiom Neutral, Novial, Ido, Neo, Loglan, interglossa, Monling ve daha nicesi çok fazla yayılmadan sahipleri ile beraber tarihin karanlığına gömülmüş yapay diller...

Esperanto dışında Avrupa'nın en ünlü yapay dili ise Volapük oldu. İsmini, "world (dünya)" ve "speak (konuşma)" kelimelerinin karışımından alan Volapük dili, 1880'li yıllarda Monsignor Schleyer tarafından icat edildi. Kelimelerinin köklerinin çoğu Latin ve Cermen dillerindendi.

Avrupa yapay diller açısından elbette verimli br kaynak oldu ama dünyadaki ilk yapay dil, Avrupa'da ortaya çıkmamıştı. Tarihin ilk kapsamlı yapay dili bilmeyenlerinizi oldukça şaşırtacak bir yerde, Osmanlı'da oluşturuldu. Osmanlının mirasçıları, diğer birçok Osmanlı hazinesi gibi bunu da Batılılardan öğrenecekti.   

Tarihin ilk yapay dili Baleybelen

19'ncu yüzyılın başlarında bir Fransız bilim adamı, Halep'te bulduğu el yazması kitaptan hiçbir şey anlamaz. Ne olduğunu anlamak için bir bölümünün kopyasını o dönemde Avusturya imparatorluğunun İstanbul büyükelçiliğinde görevli tarihçi Joseph Von Hammer'a gönderir. Ancak o da anlamaz ve dönemin doğu dilleri üzerindeki çalışmalarıyla tanınan ünlü linguistik uzmanı Fransız Silvestre de Sacy'e gönderir. Gazeteci oğlunun adı "Ustazade" olacak kadar doğu kültürüne vakıf olan Sacy, bu gizemli kitap hakkında ilk yazısını yazdığında 8 yıl geçmiştir. Ancak ona göre bu eser, "kayıp bir milletin ya da Kabalistlerin dilinde" yazılmıştı. Bu kitabın dilinin ve kim tarafından yazıldığının sırrının çözülmesi nerdeyse 150 yıl sürdü. Kitap, bir Osmanlı mutasavvıfı olan Muhyi-i Gülşeni'ye aitti ve müellifince "Baleybelen" adı verilen yapay bir dilde yazılmıştı.

1528 senesinde Edirne'de doğan ve tam adı Muhammed bin Fethullah bin Ebu Talip el Edirnevi olan Muhyi-i Gülşeni, Edirne'deki Üçşerefeli ve Bayezid medreselerinde başladığı eğitimini, İstanbul'da Sahn-ı Seman'da Ebussuud Efendinin öğrencisi olarak tamamlar. Ömrünün geri kalan kısmını Defterdar kardeşinin yanında geçirdiği Kahire'de Halveti tarikatının şeyhlerinden Diyarbekirli İbrahim Gülşeni hazretlerinin yoluna intisap ettiği için Muhyi-i Gülşeni adıyla biliniyor.

Baleybelen (Dilsizlere dil veren) adlı bu dile ait tam 10 bin kelimeden oluşan bir de sözlük hazırlamayı başaran Muhyi-i Gülşeni, "hem Batı hem de Doğu medeniyetlerinde uzun yıllar süren 'ilk ve ilahî dili' yeniden inşa etme çabalarına ilişkin ilk pratik tecrübenin sahibi" olarak itiraf edeyim beni hayretler içinde bırakıyor. Gülşeni, Sultan Üçüncü Murat döneminde Baleybelen dilini yapmaya başladığında daha Doktoro Esperanto'nun doğmasına 300 yıl var.

Kendisini "zebân-zede-i ebkemân" (dilsizlere dil veren)" olarak takdim eden Muhyi, bu ifadenin kurguladığı dildeki karşılığı olan Baleybelen ifadesini kullanır. İtalyan dil bilim uzmanı Alessandro Bausani, 1974 yılında Baleybelen'i tarihin ilk yapma dili ilan etti.

Ben, özellikle iki isme de hayranlığımı minnettarlığımı kayda geçirmek istiyorum. Birincisi Baleybelen ve müellifini 1 Şubat 1966 tarihinde ilk defa 20'nci yüzyılın en önyargılı entelicansiyasına "İlk Milletlerarası Dili Bir Türk icat etmişti" başlıklı yazısıyla tanıtan Mithat Sertoğlu( Hayat Tarih Mecmuası, Yıl 2, Sayı 1); diğeri, tam 5 yıl iğne ile kuyu kazar gibi uğraşarak hazırladığı 752 sayfalık "Bâleybelen – İlk yapma dil" adlı bilimsel çalışmayı 2005 yılında yayınlayan (Klasik Yayınları) değerli akademisyen Mustafa Koç. Konuya ilgi duymuyorsanız bile sırf çocuğunuz belki bir gün sorar diye kütüphanenize katmanız gereken bu ilk bilimsel Baleybelen çalışmasında Koç, Muhyî'nin oluşturduğu dil hakkında şunları dile getirdiğini aktarır: "Öyle müstakil bir dil oluşturdum ki böylesini ademoğlu yapmadı. Türkçe ve Farsça'yı bu dile aktardım, Arapça'nın dizilişini kullanarak bu binayı sağlamlaştırdım".

Bâleybelen'de, Arapça'da bulunan tensiye, müennes, kural dışı çokluk şekilleri gibi yapılara yer verilmez. Kelime köklerini ilhamla ya da diğer dillerden yaptığı alıntılarla belirler. "Bâleybelen'in söz dizimi Arapça'dan, kelime gruplarında Farsça'dan, genel yapı bilgisinde Türkçe ve Farsça'dan yararlanılmış. Ural-Altay, Hint-Avrupa ve Sami dilleri ayıklanarak Bâleybelen oluşturulmuş." Bir sufi olan Gülşeni'nin bu çalışmasında gayesi ise, Hakikatin batıni ilmini avamın nazarına vermeden konuşabilmeye imkan verecek bir "şifre dil" oluşturmak. Ömrü boyunca 200 eser daha yazan Muhyi Gülşeni 1605 senesinde vefat eder. Baleybelen dili de, keşfedilmeyi bekleyen kimbilir daha nice hazineler gibi yüz yıllık karanlığımıza gömülür.

Bir Amerikalı akademisyen arkadaşım, "tarihin iki numara ahmakları bir sosyo-politik düzene 'tarihin sonu' diyenlerdir" demişti. Ona göre bir numara ahmaklar ise iki numaradakilere inananlardı. Dilin hikayesi insan soyunun hikayesidir. İnsanlık olarak 'kutsal ortak dili' arayışımızın tarihi belki de... Onu bulunca yeryüzü cennet mi olacak yoksa ancak cenette mi bulacağız bilinmez ama kendi adıma, bu dünyada dilin tarihinin İngilizce ile bitmeyeceğine inanıyorum. Yeryüzünün neresinde olursa bir 'vay natçı' görünce içten içe sempati duyuşum bundan...

Harseb gevi Ya Muhyi-i Gülşeni! Tabli ?*
*Seni gördük Ya Muhyi-i Gülşeni! Hoşnut musan? (Baleybelen 'beginning' seviye talebesi)


CEMAL DEMİR – HABER 7
cemaldemir111@gmail.com


NOT: Mektubu kapattıktan sonra aklıma geldiği için zarfa yazıyorum. Baleybelen'in bilinen tek orijinal kopyası Paris'te Fransa Milli Kütüphanesi arşivindeymiş. Osmanlıca bilen meraklısı Princeton Ünversitesi Kütüphanesi dijital koleksiyonda "Kitab-i Baleybelen" adıyla kayıtlı online versiyonundan (http://diglib.princeton.edu/view?_xq=pageturner&_index=1&_inset=1&_start=1&_doc=/mets/islamic3s265.mets.xml) okumaya çalışabilir. Amerikan Kongre Kütüphanesinde de orijinal olmayan bir Baleybelen kitabı (sp2009000461 index numarası) var. Bu inanılmaz eser ile ilgili Türkçe bilgi o kadar az ki... Mustafa Koç hocaya ne kadar teşekkür etsek az. Ayrıca, Esperanto hakkında Türkçe bilgi ve ders almak isteyenler de şu adresten yararlanabilir: http://www.cursodeesperanto.com.br/bazo/index.php?tr

http://www.haber7.com/haber/20090610/Osmanlinin-mechul-hazineleri.php
#2158
 "Dilimizin hazinelerini yabancı sahillere gönderebilir miyiz? Batı ufkunda henüz tanımlanmamış ülkelere, bu en büyük gururumuzla ulaşabilir miyiz? Oraları bizim aksanımızla güzelleşir mi?"
Samuel Daniel'in 1590'lı yıllarda yazdığı şiirinde sorduğu bu soruların cevabını alamadan öldü. Aksan kısmı dışında rüyaları gerçek oldu. Bugün, batı ufkunda beliren dünyanın süper gücü İngilizce konuşuyor. Dünyada ana dili İngilizce olan 400 milyona yakın insan var. Çince ve İspanyolca'dan sonra üçüncü sırada ama etkisi onlarla kıyaslanmayacak derecede fazla. Yeryüzünde İngilizce bilen insan sayısının 1,5 milyarı aşkın olduğu tahmin ediliyor. 2020 yılında İngilizce konuşan ya da öğrenen insan sayısı 2 milyarı geçecek ve bunların sadece yüzde 15'ini anadili İngilizce olanlar oluşturacak.

Her toplumda, "why (neden)" diyenler de var, "why not? (neden olmasın)" diyenler de... Vay natçı Samuel Daniel ile de aynı dönemde yaşayanların çoğu için bu ulaşması imkansız bir rüyaydı. İngilizcenin bilinen ilk gramercilerinden Richard Mulcester, "Dilimiz İngilizce, bu adanın dışına yayılamaz" diye ahkam kestiğinde tarihler 1582'i gösteriyormuş. Bu söz söylendiğinde Şekspir 16 yaşında olmalı. Ama onun da İngilizce'nin yerine bakışı çok farklı değil. Venedik Tüccarı adlı eserinin kadın karakteri Portia, genç İngiliz Baron Falconbridge'den bahsederken, "Ona bir şey demiyorum. Ne o beni anlar ne de ben onu. Çünkü ne Latince biliyor, ne Fransızca ne de İtalyanca..." diye yakınıyor. İngilizce, 18'nci yüzyıla kadar Fransızca, Almanca, İspanyolca, Rusça ve İtalyanca'nın gerisindedir. Avrupa akademileri, İngilizce'den başka bir dil bilmeyen yazara, akademisyene acımaktalar.

Peki ne oldu da, İngilizce bugünkü etkinliğine ulaştı?
Bu soruya çok net cevaplar verenler var. Bir uçtakilere göre elbetteki sadece emperyalizm ve sömürgecilik sayesinde İngilizce bu kadar etkin hale geldi. Diğer uçtakilere göre ise İngilizce'nin bir dil olarak potansiyel ve yetenekleri, diğer Avrupa dillerine göre öğrenme kolaylığı sayesinde bu gerçekleşti.

Gri sahalarda top koşturan bir oyuncu olarak böylesine net iki cevaptan da tatmin olmamı beklemeyin lütfen. İki görüşün de kısmen doğrular içermekle beraber fena halde eksik olduğunu düşünüyorum. İngilizce'nin uluslararasılaşmak için gerçekten de zaman içinde edindiği kendine özgü yetenekleri var. Ancak bir bilimsel gerçek de var: "Ne kadar özel ve güzel olursa olsun hiçbir dil, durup dururken uluslararasılaşmaz!". Bu noktaya geleceğim ama önce adadan çıkıp okyanuslara açılmak lazım.

Sömürgecilik ve emperyalizmi denkleme katmadan İngilizce'nin bugün ulaştığı noktayı açıklamak büyük cehalet, fazlasıyla etnosentrik. Ayıptır günahtır. Var böyle 'kıl' Anglosaksonlar... Hikayeyi biliyorsunuz, Britanya Krallık Donanması, dünyanın dörtte üçünün su ile kaplı olduğunu erken farketti ve denizlerin hakimi haline geldi. 1588 senesinde "Armada" olarak bilinen İspanya Donanmasını bozguna uğrattı ve sonra da dünyaya açılmaya başladı. 1607 senesinde ilk İngiliz kolonisi Kuzey Amerika'da kuruldu. 1652 yılından itibaren kabul edilen İngiliz Seyrüsefer Kanunları(Navigation Acts) İngilizlerin denizlerdeki hakimiyetini pekiştirdi. Britanya İmparatorluğu bu kanunlarla, İngilizlere ait olmayan ve İngiliz müretebattan oluşmayan hiçbir geminin, imparatorluğun ve kolonilerinin limanlarını kullanamayacağını ilan etti. Bu kanunlar, o zamana kadar açık denizlerde İngilizlerle başa baş giden Hollandalıların, denizlerdeki hakimiyetini bitiren süreci başlattı. Artık, Hong Kong'tan, Port Said'e, New York'tan Ümidin Burnuna İngiliz gemileri ve İngiliz lisanı dolaşıyordu.
Ancak İngilizce sadece Britanya'nın eski ya da yeni kolonilerinde yayılmadı. Örneğin, Çin, Polonya ve Japonya hiç İngiliz kolonisi olmadıkları halde, İngilizce'nin yoğun etkisi altına girdiler. Ben Lincoln Barnett'in 1945 tarihli kitabında okudum, Tokyo'da yayınlanan English Journal'ın 1928 Nisan ayı sayısında yayınlanan makalesinde Sanki Ichikawa, son 3 ayda yayınlanan bütün Japon dergi ve gazetelerini taradığında 1400 İngilizce kelime tespit ettiğini yazıyormuş. İngilizce konuşan nüfus oranı, örneğin İskandinav ülkelerinde, eski İngiliz kolonileri ile kıyaslanamayacak oranda yüksek.
Üçüncü dünyada modern devletlerin ortaya çıkışı da İngilizce'ye yaradı. Bazı ülkelerde nerdeyse yüzlerce dil konuşulunca, bu ülkelere bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da resmi dil olarak İngilizce'den uzun süre vazgeçemedi. Çünkü kimse kimseyi anlamıyordu (Bakınız Zambiya ya da bakınız Hindistan).

Amerika icat oldu, dilin terazisi bozuldu

19'ncu yüzyılda ise İngilizce'nin tarihinin diğer önemli aktörü ABD sahne almaya başladı. ABD nüfusu İngiltere nüfusunu 1860 yılında geçti.
19'ncu yüzyıl İngilizce'nin ilk büyük sıçramasını yaptığı asırdır. Yüzyılın başında yani 1800'de İngilizce, Avrupa dilleri arasında hala beşinci sıradaydı. 1900 yılında ise, İngilizce, en yakın rakibi olan Almanca'nın neredeyse iki katına ulaşmıştı. 20'nci yüzyılın başında Avrupa tamamen büyük savaşın cenderesine girdi. Birçok muteber linguistik uzmanı, her iki dünya savaşının İngilizce'yi dünya dili haline getiren sıçramalar olarak görüyor. Dünyanın süper güçleri olan İngiltere, Fransa, Osmanlı, Almanya ve Rusya bu savaşta birbirini tüketti. Savaşa son dakikada girerek hem ekonomik zayiattan kendini koruyan hem de Avrupa'nın hamisi rolüne soyunan ABD, artık ağırlığını dünya sahnesine koymaya başlar. İcatların, teknolojik gelişmelerin, modern medyanın döl yatağı olmakla da dünyaya, "gözden uzak olanın gelişmeden ırak olmayacağı" sözünün hakikatini öğretir. 1919 yılında toplanan Versailles Konferansı ise, İngilizce'nin diplomasi dili olmadaki ilk sıçramasıdır. Konferansın üç büyüğünden ABD Başkanı Woodrow Wilson ve İngiltere Başbakanı Lloyd George, İngilizce'den başka bir dil bilmiyordu. Üçüncü büyük Fransa'nın Başbakanı Clemencau ise, akıcı şekilde İngilizce konuşabiliyordu. İngilizce konferansın resmi dili oldu. Diplomasiye rengini vermeye başladı. 1930'lere kadar dünyanın 'lingua franca'sı Fransızcaydı. Daha 1931 yılında bile, bir ya da birden fazla resmi dili olan 330 uluslararası organizasyonun yüzde 78'inde bu dillerden biri Fransızca, yüzde 58'inde İngilizce'ydi. O tarihten sadece yarım yüzyıl önce, resmi dili Fransızca olmayan tek bir uluslararası kuruluş yoktu. O tarihten sadece yarım yüzyıl sonra ise tam tersi...

Futbol asla sadece futbol değildir

İngilizce'yi dünyanın "de facto" dili haline getiren en önemli etkenlerin bana göre en önemlilerinden biri de, İngilizce konuşan ülkelerin, bilim ve teknoloji sonra da başta Hollywood olmak üzere eğlence, spor ve entelektüel alanlardaki baş döndüren üretkenlikleri oldu. 1970'lerin sonu, 1980'li yılların başında Anadolu'nun ücra bir köşesinde geçen ilk çocukluğumun "favori" oyununu hatırlayınca hayret ederim. Sokakta tarlada bahçede oynadığımız oyunda, top ele çarpınca "ent (hand)" , kenardan dışarı gidince "taç (touch)", dışarı gidince "avut (out)" , köşe atışı olunca "korner (corner), kaleye topu göndermeye "şut (shot)", topun gelişine vurmaya "vole (volley)" , tersten çift ayak vurmaya "rövaşata (reverse-shot)", serbest vuruşa "frikik (free-kick)", ceza alanı dışında kural ihlaline "faul (foul)", ceza alanı içindekine "penaltı (penalty)" , sayıya "gol (goal)", golcüye "forvet (forward)" , devre arasına "haftaym (half-time)", bütün bu faaliyete "maç (match)" ve hepsine birden futbol (foot-ball) derdik de İngilizce konuştuğumuzu bilmezdik.

Bugün günlük İngilizce gazetenin yayınlanmadığı bir dünya başkenti yok gibi. Radyo da İngilizcenin yayılmasında rol oynadı. 1940'lı yıllarda yani radyonun altın çağında dünyadaki radyo yayınlarının yüzde 60'ı İngilizceydi. Aynı yıllar mektubun da dünyadaki en yaygın iletişim aracı olduğu yıllardı ve dünyadaki mektupların yüzde 70'inden fazlası İngilizce yazılıyordu.
İngilizce günümüzün teknolojik hükümdarı internetin de en yaygın dili. Dünyadaki internet kullanıcılarının yüzde 40'a yakını İngilizce kullanıyor. Bilgisayar programlarının ve video oyunlarının ezici çoğunluğu İngilizce. Hiçbir gemi kaptanı biraz İngilizce bilmeden denize açılamaz. Yine 1920'lerde basireti olan "istikbalin göklerde" olduğunu görüyordu. İngilizce göklerin de dili olunca istikbalin de dili oldu. Evet, havacılık dünyasının da resmi haberleşme dili o gün bugündür İngilizce.

Kelime fethi mi kelime istilası mı?

İngilizce'nin kendine özgü bazı yetenekleri de bugünkü seviyesine ulaşmada rol oynadı. Beni en çok büyüleyen özelliği ise yabancı dillerden kelime almada ve farklı ağızlara uyum göstermedeki esnekliği. İngilizce'ye yabancı dillerden geçmiş kelimelere "loanwords" deniyor. Önce, kısa bir paragraf daha açacağım.

Bugün birçok ülkede konuşulan dilin kurallarını koyan, gramerini ve yabancı kelime girişini kontrol eden resmi ya da özerk kurumlar var. Franszıca (L'Academia Française), İspanyolca (Real Academia Espanola), Almanca(Rat für Deutsche Rechtschreibung), İtalyanca (Academia della Crusca), Türkçe (Türk Dil Kurumu) ve daha birçok büyük dil için bu tür kurumlar var. Bunun dışında birçok dilde, "yabancı kelime" hassasiyeti üst seviyede. Fransa'da günlük hayatta art arda İngilizce kelimeler başgösterince, 1963 yılında ünlü Fransız akademisyen Rene Etiemble, yıllarca çok satan listesinde kalacak "Parlez Vous Franglais? (Franglizce konuşur musunuz?)" adlı kitabını yazarak savaş başlattı. Kitabı okumadım ama bizdeki 'Bye Bye Türkçe'nin erken bir versiyonu olsa gerek.     

Yeryüzündeki bütün büyük diller içinde, dilin kurallarını ve gramerini koruyan, ve yabancı dillerden kelime girişini kontrol eden bir kuruma sahip olmayan tek dil hangisi biliyor musunuz? İngilizce!
İngilizce ta gelişme dönemlerinden beri hiç bu tür çabaların içinde olmadı. Aksine, yabancı kelimeyi gördüğü yerde kapıp onu da İngilizceleştiren bir felsefeye sahip. Fransızca'nın bütün gelişimi, Akademi üyesi 40 tutucu entelektüelin ufkuyla ve üretimiyle sınırlı. İngilizce ise tamamen doğal akışı içinde büyüyen bir dil. Sokaktaki zenci de dilin üretiminde rol oynuyor, yeni İngilizce öğrenmeye çalışan Çinli de, ve hatta Amerika'ya karşı savaşan Iraklı direnişçi de... Sadece geçen yıl 20 bin yeni kelime eklenmiş dile. Geçen yıl Pekin Olimpiyatı sırasında, Çin'de her yere asılan İngilizce uyarı tabelalarının bilinen dil ve gramere aykırılığı ile ilgili tartışma çok ilgimi çekmişti. Kendini dil polisi gibi gören birkaç kişi, Çin'den bu tabelaları düzeltmesini isteyince, en büyük tepki Amerikalı entelektüellerden geldi. Gerekçeleri çok ilginçti; "Bunun yanlış, sizinkinin doğru olduğunu nerden biliyorsunuz?". İngilizce bu adaptasyon yeteneğiyle şimdiden birçok yavru dil üretmiş durumda. Çinglizce (Chinglish), İspanglizce (Spanglish), Singapur İngilizcesi (Singlish), henüz zayıf olsa da Türk İngilizcesi (Turklish), Hint İngilizcesi (Hinglish), Japon İngilizcesi (Engrish) vs... Bu yan lisancıklardan geçen birçok dünyalı, ana akım İngilizce'ye kendi kendine ulaşıyor. Ve herkes yanında gelirken üç beş kelime de getiriyor. Fransızca'nın etnosentrik bakışına taban tabana zıt. Anglosakson dil anlayışı, kurumsal bir otorite marifetiyle dili güya sadeleştirerek ve özüne döndürerek, "dünya dili" olmanın imkansız olacağını savunanların ağırlığı altında. Bu iki görüşten hangisi doğru elbette tartışılır ama hangisinin başarılı olduğunu tartışmaya gerek var mı?   

İngilizcenin kökenini oluşturan Keltik ve Anglo Sakson dillerinden günümüze ulaşan kelimeler İngilizce'nin dörtte birini ancak oluşturuyor. İngilizce'deki kelimelerin yüzde 30'unu nerdeyse tamamen Hıristiyanlık ile beraber Latince'den geçmiş kelimeler oluşturuyor. Eski Fransızca, Viking Dili ve Anglo-Norman Fransızcasından gelen kelimeler de nerdeyse yüzde 30'u oluşturuyor.

Ben daha tek bir İngilizce filolugundan, Fransız Akademisinin tutucu üyeleri gibi, "Dilimiz Fransızca'nın Latince'nin istilasına uğradı, temizleyelim safkan dilimize dönelim" gibi tarihsel gelişim açısından gülünç olacağı açık bir itiraz duymadım, okumadım, görmedim.

Daha tek bir ateist İngilizce filolugunun, dili Hıristiyansızlaştırma ve bu kapsamda tüm Latince kelimeler yerine, tarih öncesi Germen kavimlerin dilindeki kelimelerden ya da karnımızdan yeni kelimeler üretme" gibi ultra modern bir çağdaşlaşma çabası görmedim, duymadım, okumadım.

Daha tek bir muteber İngilizce uzmanından, "İspanyolca, Kızılderili dilleri, göçmenlerin ana dilleri, dilimize tehdit. Onları yasaklayalım" dediğini, görmedim, okumadım, duymadım. Aksine, bu dillerin hepsini ana nehre durmadan kaynak taşıyan çaylar gibi görüyorlar.

But you know very well you're talking bosh

ABD'ye geldiğimden beri en büyük merakım, "18'nci, 19'ncu ve 20'nci yüzyılın ilk yarısında buralarda ne oldu?" sorusuna cevap aramak. "Biz neden bu haldeyiz, buralar neden bu halde" sorusuna kendimce yanıtlar arıyorum. Bu sebeple, kütüphanelerin kitapçıların köşelerinde kalmış tozlu 19'ncu yüzyıl, 20'nci yüzyılın ilk dönem kitaplarıyla yatıp kalkıyorum uzunca bir süredir. Ve sıklıkla tanıdık dostlara rastlıyorum bu kitaplarda. Bir dönem, yani bizim de dünyaya katkı yaptığımız dönemlerimizde, Türkçe'den de epey kelime girmiş İngilizce'ye. Dilde sadeleştirmeyle Türkçe'yi yaşayan bir tarihin birikimi olmaktan çıkarıp, etnik bir dile dönüştürme yoluna girdiğimizden beri dünyanın önde gelen dillerine kattığımız kelime sayısı bir elin parmağını geçmez her halde. Sadece Türkçe kökenli kelimeler değil, İngilizce'deki Arapça, Farsça, hatta bazen Hintçe ve Rusça kelimeler bile Osmanlılar aracılığıyla İngilizce'ye geçmiş. Bazı Türkçe kelimeler ise, değişik Avrupa dillerine uğradıktan sonra İngilizce'ye ulaşmış.
"Airan'ı (ayran), yoghurt'u (yoğurt), shish kebab'ı çoğumuz duymuşuzdur. Ama, mesela, özellikle ABD'de okumuşların, hoşçakal yerine kullandığı "so long" kalıbının, aslında "selam"ın zaman içinde değişmiş hali olduğunu pek bilmeyiz. Yeni nesil bilmez ama atalarımız sadece bir yere girdiklerinde değil, ayrıldıklarında da "selamun aleyküm" ya da "selam" derdi. ABD'de bugün bile, özellikle okumuş çevrelerde "kismet (kısmet)" cari bir kelime. Biz bile tomurcuk çayının meşhur meyvesine bergamut diyoruz ama hangi İnglizce sözlüğü açarsanız, kökeninin Tükrçe "bey armudu" olduğunu söyleyecek size.

Özellikle İngiltere İngilizcesinde bir dönem sıkça kullanılmış, "bosh" da bizim 'boş'tan başkası değil. Mesela George Gissing'in 1884 tarihli The Unclassed adlı romanının 16'ncı bölümünde, Abraham, "But you know very well you're talking bosh (Ancak çok iyi biliyorsun ki boş konuşuyorsun)" diye bağırır muhatabına. Bunu dedikten sonra, İngilizce'de saçma anlamına gelen "kibosh" kelimesini de hatırlatmaya gerek kalır mı bilmem. Bir dönem burda kafelere "cafeneh" derlermiş. Bizim kahvane'nin bozulmuşu. İki cümle önce kahvehane yerine kafe dediğimi de görmüşsünüzdür. Bu neyin bozulmuşu bilmiyorum.

Yine bir dönem İngilizce'nin en önemli eksikliklerinden birini tamamlamaya çok yaklaşmışız. Bu dilde amcaya da dayıya da "uncle" diyorlar. Biz Türklerin günlük konuşmada huzurumuzu bozan bir durum. Bana nedense hep farklı tatları var gibi gelen dayı sevgisi, amca sevgisini ayrı ayrı vurgulayamam, tıkanırım. 19'ncu yüzyıl İngiliz edebiyatını dayıyı, Kuzey Afrika üstünden "dey" olarak sokmayı başarmışız ancak, dayılık günlerimiz geride kalınca kelime de revaçtan düşmüş.
İzmir'in eleme incir'i bir zamanlar o kadar popülermiş ki, "eleme fig" olarak yerleşmiş İngilizce'ye.

Terimin 19'ncu yüzyıla ait olduğunu hemen baştan belirteyim de her hangi bir alınganlığa yol açmıyayım, "bashawism" diye bir politik tanımlama bile olmuş. Artık bazı Osmanlı paşaları nasıl bir izlenim bırakmışsa paşavizm kavramını, hiyerarşik tiranizme karşılık olarak kullananlar olmuş Anglo Sakson dünyada. Gavur işte, torba değil ki bi tarafını büzesin. Gavur dedim de, Lord Byron'ın meşhur The Giaour şiirini bilirsiniz. Gavur, giaour kimliğiyle geçmiş bu dile. Biz de gavuru bir zamanlar sadece ateşe tapanlar, putperestler için kullanırmışız da, uygarlığımızla beraber hayatın ve hakikatin nezaket, detay ve inceliklerini de kaybettikçe "ha gavur ha kafir ha gayrı müslim deyip" Müslüman olmayan herkes için kullanmaya başlamışız. Kalyon kelimesini İtalyanlardan almışız ama, kalyoncu bizim malımız. İngiliz gemicilerde kalyon mürettabatını galiongee (kalyoncu) diye çağırımış, hey gidi... Ordu kelimesi de Polonya üzerinden İngilizce'ye geçmiş, bir başka askeri sözcük. "Horde", ordunun bozulmuş hali. "H" harfi bölüğe Polonya nizamiyesinde katılmış.

Eğer birgün Amerikan anayasasının yazılması aşamasında yayınlanan ünlü Federalist Makaleleri (The Federalist Papers), okurken Alexander Hamilton'un bazı bazı janizaries'tan verdiği örneklere rastlarsanız, sözlük karıştırmayın. "Janissary" bizim "yeniçeri" ve bazen "seraglio" dedikleri bizim "saray" işlerine bazen de elitizme atıfla kullanırlar.
Bunlar, dalkavuk ya da uşak anlamına kullandıkları "lackey" kelimesini, Fransızlardan onlar da İspanyolların 'lacayo'sundan almışlar. İspanyollar ise bizim "ulak"tan almış bu haberi.
Bakır kalayına, yaldıza "latten" derler ya, bunun hikayesini okumaya korkuyorum. Bizim tüccarlar, "altın" diye satmışlar muhtemelen kaplama madeni.
Yine bizim "odalık" kelimesi, Fransızca'da "odalisque" olmuş, İngilizce'ye de aynen geçmiş.

New York'a yolunuz düşerse, birbirinden nefis "pastrami" mekanları var. Bir de pastırmanın hasını tatsalar, akılları başlarından gider. Kısmetse birgün Kayseri'de... Eğer pastrami açlığınızı bastırmazsa, tavuk "shawarma" da yiyebilirsiniz. Ya da tavuk "çevirme" demeliydim ama Amerikalılar böyle deyince anlamıyor. Yanına da "tzatziki (cacık)"...
'Bashi- bazouk'tan (başıbozuk) , chibouk'a (çubuk), lavash'tan paklava'ya, kielbasa'ya (külbastı) kadar daha sayması epey vakit alacak birçok kelime...

Bu kelimeleri kuru gurur ya da hamaset olsun diye saymadım. İki şeye dikkat çekmek istedim; Birincisi konumuz olan İngilizce'nin kelime almadaki iştah ve yeteneği. Diğeri Osmanlı döneminde, benyelmilel planda daha etkili bir kültürel varlığa sahip olduğumuz gerçeği... Bu noktada yiğidin hakkını vermek de boynumun borcu olsun; Dünyanın kelimesini derme ve kendi kovanında bal yapma hususunda dünyada İngilizce kadar yetenekli tek dil Osmanlıca olmuş. Osmanlı'nın "küresel" olma iddiasına ve yeteneğine bu kadar erken çağlarda uyanmasına hayranlık duymamak mümkün değil. Beş para etmez ucuz bir hamaset ve anakronik bir entelektüalizmin, ondan da anakronik bir hümanizmin değersiz ve sığ tartışmalarıyla yabancılaştığımız Osmanlı, "kayıp bir uygarlık" gibi orda yeniden keşfedilmeyi bekliyor. Elbette, Osmanlı'nın yeniden ihyasından bahsetmiyorum. Ama o adamların ufkunun, çoğulculuğunun, kültürel genişliklerinin, entelektüel rahatlıklarının onda birine ne sağcımız ne solcumuz ne de futbolcumuz sahip. Ve ben maalesef bu gerçeği, İstanbul'da değil Amerikan kütüphanelerinde yuttuğum tozlarda keşfettim maalesef.

Maalesef, bu mektupta da İngilizce'nin geleceği, küresel tek dil haline dönüşüp dönüşmeyeceği hakkında paylaşacaklarımı aktarmayı başaramadım ve mücadeleyi kaybettim. Bu mektup geride kaldı. Artık Çarşamba günü yazacağım mektuba bakıyorum. Kısmet!   
Cemal Demir - Haber 7

http://www.haber7.com/haber/20090608/Ingilizce-nasil-dunya-dili-oldu-2-.php
#2159
Akdeniz'in dünya ticaretinin kalbi olduğu yüzyıllarda, bu ticaretin tarafları arasında bir ortak dil doğdu. Venedik, Cenova, Floransa gibi şehirler bu ticari sirkülasyonun Avrupa yakasındaki ana duraklarıydı. Bu sebeple, bu yeni dilin önemli bir kısmı İtalyanca kelimelerden oluşuyordu. Ancak, Arapça, Farsça, Türkçe ve Yunanca da kayda değer yer tutuyordu bu dilde. Gemicilerin, tüccarların, esirlerin, askerlerin kendi arasında konuştuğu bu melez dile Latince adıyla, "Lingua Franca" dendi. Bizim eskilerin deyimiyle "Frenk Dili". Müslümanlar, nerdeyse Haçlı Seferlerinden beri bütün Avrupalılara "Frenk" diyordu. Frenk Dili ya da bazı kaynaklarda "Sabir" denen bu dilin bazı harika örnekleri, Fransız yazar Moliere'in Kibarlık Budalası adlı tiyatro komedisinde var. O dönemin diplomatlarının ve tüccarlarının ortak anlaşma dili olması sebebiyle, bugün bazı dil bilimciler, her devrin uluslararası anlaşma diline "lingua franca" diyor. Ve bu durumda günümüzün 'lingua franca'sı da İngilizce oluyor.

Medyadan takip ettiğim kadarıyla Türkçe Olimpiyatları çerçevesinde, Türkçe'nin de birgün "lingua franca' payesi kazanıp kazanamayacağı ile ilgili, -başkasını bilmem ama bana keyif veren- bir tartışma devam ediyor. Bu tartışmaya katkı yapar umuduyla İngilizce'nin nasıl doğup nasıl dünya dili haline geldiği konusunda hariçte gazel okumak istiyorum. Ama öncelikle kavram kargaşası yaşanmaması için de bazı terimlerin ve isimlerin tarihlerini hatırlatmam lazım dersem müdavim mektup arkadaşlarım mevzunun iyice karışacağını hissetmiştir...

Büyük Britanya bir devlet adı değil, Avrupa'nın kuzeydoğusundaki adanın adıdır. Bu adadaki en büyük devlete Batı kaynakları United Kingdom (Birleşik Krallık) diyor. Biz yanlış şekilde İngiltere diyoruz. United Kingdom, 4 ülkeden oluşuyor. Başkenti Belfast olan Kuzey İrlanda, İngiltere(England), İskoçya ve Galler. Bu dört ülke de bizim yine yanlış olarak İngiltere Krallığı dediğimiz Birleşik Krallığa bağlı. England (İngiltere), vaktiyle adayı işgal eden Cermen (Germen) kavimlerin en büyüğü olan Anglo'lardan alıyor adını. "Anglo-land" Anglo ülkesi demek. İtalyanlar bu ülkeye "İnglaterra" dedi. "Terra" İtalyancada toprak ya da ülke anlamına geliyor. Biz de, bu ülkeyi ilk Akdeniz'lilerden öğrendiğimiz için bu şekilde adlandırıyoruz. İngiliz, Anglos'un Akdenize uyarlanmış söylenişi.

Mevzunun bilyeleri dağılmasın diye direniyorum ama bu Cermen mevzusu da mühim. Millattan önceki 7-8 yüzyılık dönemde Kuzey Avrupa'yı mesken tutan aynı soydan farklı kabilelerin tamamına ortaklaşa Cermen kavimleri deniyor. Anglolar ve Saksonlar en önde gelen Cermen kavimlerinden. Peki biz niye Cermen deyince 'Alaman'ı hatırlıyoruz? Bir kısmı bugün artık Fransa sınırları içinde kalan Alamanni'ler de bir başka Cermen kavmi. Fransızların ilk tanıdığı Cermen kavmi Alamanni'ler olduğu için onlar bu topraklardan berisine Allamania dediler. Biz de onlardan öğrendiğimiz için Alamanya diyoruz. Oysa, Alman kökenliler bugün ynalış şekilde Almanya dediğimiz ülkede nüfusun yüzde 1-2'sinden fazlasını oluşturmazlar. Ama elbette nüfusunun büyük çoğunluğu değişik Cermen ırklarındandır ve bu sebeple İngilizce'de bu ülkeye Germany (Cermen ülkesi) denir. İngilizler bunu Latince Germania'dan aldılar. Romalılar ise bunu hikayenin başındaki Büyük Britanya adasının o zamanki mukimleri Kelt (Celtic) kavimlerin dilinden aldı. Keltlerin dilinde "germen", "komşu" demek. Almanya halkı ise kendilerine, "halkımız" anlamına gelen "Deutsch (doyç)" , ülkelerine ise 'doyç ülkesi' anlamında "Deutchland" diyor. Gelgelelim İngilizler, Hollandalılara "Dutch" diyor. İtalyanlar ise Alman'a Dutch'ın zamanla bozulmuş bir şekli olan Tedesco diyor. Ya sen ne diyorsun Allah aşkına demeyin, onlar diyor. Şimdi böyle kafası karşık bir kıtada birlik olur mu? Olmuyor... Peki benim sadede dönme şansım var mı? Yola çıktım bir kez, gittiğim yere kadar...

Bütün Cermen kavimler, milattan önce 2500 yıllarında dilbilimcilerin Pro-Germen dedikleri etnik bir dil konuşuyorlardı. Ancak bu dil, zamanla dallandı budaklandı. Danimarkaca, Norveçce, İsveçce, Hollandaca, Almanca, İzlandaca, Yidişçe ve elbette İngilizce işte bu Cermen dilinin torunları.

Avrupa'nın kuzey ve batısında Cermen kavimlerden farklı olarak bir de Kelt(Celtic) kavimler yaşıyordu. Bu kavmi, özellikle sarı kırmızılı mektup arkadaşlarım belki bilir zira vakti zamanında Anadolu'ya kadar ulaşmış, Galatia diye bir de devlet kurmuşlar. Ancak Türkiye'de hiç başarılı olamamışlar yeniden Avrupa'ya dönmüşler!

İşte bu Kelt kavimlerin merkezi hikayemize başladığımız Britanya adası. Ordan yayılmışlar. Günümüze kadar ulaşmayı başaran birçok Keltik dil var. Bugünkü, Galca (galler dili), İrlandaca, Gaelce vs hep Keltik diller içinde yer alan diller. Bizim Galya dediğimiz Gaul dili ve halkı da bugünkü Fransızların ataları. Almanya ve Fransa neden Avrupa'da iki ayrı kutbun başında duruyor sorusunun manzarasının bir kısmını bu Cermen - Kelt ayrılığı süsler.

Her neyse Anglo-Saksonların Britanya'ya gelmesinden önceki Keltler'de kaydetmeden geçemiyeceğim bir büyük kabile daha var; Britonlar. Romalılar bu Keltik kavimden dolayı Avrupa'nın kuzey batısına "Britanniae" diyordu. Ortaçağ boyunca da Briton dendiğinde sadece adadaki Keltik Britonlar yani "İngiliz olmayanlar" kastediliyordu. Kraliçe Birinci Elizabeth 1603 yılında ölünce, yerine İskoç kökenli kuzeni James geçti. King James, ilk iş olarak İrlanda ve İskoçya'yı da krallığa dahil ederek kendini, 1604 yılının güzel bir sonbahar sabahı hiç yeri değilken "Büyük Britanya Kralı" ilan etti. Britanya adı, adadaki Cermen ve Kelt kavimleri birleştiren ortak bir isim vazifesi gördü. Böylece, 16'ncı ve 17'nci yüzyılda üzerine güneşin batmadığı Britanya İmparatorluğu doğdu. Bugün de Britanya üzerine güneş pek doğmuyor ama buna birazdan dikkat çekecem. Günümüzde artık, Britanya adasından olan herkese etnik kökenine bakılmaksızın "Briton" deniyor. Ada dışında yani Avrupa'nın kuzeyinde kalan antik çağ Britonları ise anavatanlarının Anglo Saksonlaşmasına Fransız kaldı ve Galyalı diğer Keltler ve bir Cermen kavmi olan Franklar ile beraber Fransız ulusunun inşasına katıldı. Dekor tamam, şimdi İngilizce'nin doğuşuna geçebililiz.

Anglo Saksonların canının sıkılması

Milattan sonra 5'nci yüzyılda Cermen kavimlerinden Anglolar, Saksonlar ve Jute'lar, yaşadıkları kıta Avrupasının kuzeyinde ani bir can sıkıntısı yaşadılar ve bizim Fransızlar gibi Manş Denizi dediğimiz 'English Channel'ı geçerek Britanya adasını işgale başladılar. Angloca ve Saksonca eski Germen dilleri konuşuyorlardı. Keltik dillerden etkilenmeye başladılar ve İngilizce'nin hikayesini başlattılar. Bugün dil bilimcileri, değişik ağızlardan oluşan ve nerdeyse 12'nci yüzyıla kadar konuşulan o günkü dile "Eski İngilizce (Old English)" diyor. Bugün İngilizce bilenlerin de anlayamayacağı bir dil bu. Eski İngilizce iki büyük etki ile şekillenmeye başladı.

Birincisi Latin etkisi. Latince o çağın 'lingua franca'sı yani uluslararası anlaşma diliydi. Anglo Sakson elitler de Latince öğrenmeye başladılar. 7'nci yüzyıldan itibaren Hıristiyan olmaya başlamalarıyla Latince'den İngilizce'ye kelime akını da hızlandı.

Eski İngilizce'ye Latinler dışında, Vikinglerin etkisiyle "Old Norse" denen dilden de büyük bir kelime ve gramer kalıbı etkisinin girdiği dönemdir de bu aynı zamanda. "They" , "them" , "are" gibi bazı temel kelimeler, bugünkü İzlandaca, Norveççe, İsveççe ve Danimarka dillerinin atası olan "Old Norse" dilinin İngilizce'ye hatıralarıdır.

Normanlar'ın canının sıkılması

İngilizce'de asıl büyük devrimi yapan ve bugünkü İngilizce'yi doğuran ise 1066 yılında başlayan Norman istilasıdır. 1066 yılında Hastings Savaşında Norman kavimler Anglo Sakson ordusunu yenerek, adada her şeyi bir daha asla eskisi gibi olmayacak şekilde değiştirir. Tıpkı sadece 4 yıl sonra Malazgirtte kazanacak Selçuklu ordusunun Anadolu'yu bir daha asla eskisi olmayacak gibi değiştirmeye başlaması gibi... Büyük Britanya'da artık sonraki 3 yüzyıl için yönetim dili İngilizce değil Eski Fransızca'nın bir lehçesi olan Anglo-Norman dilidir. Elitler, aristokratlar ve saray Fransızca konuşmakta. Halk bir süre daha Eski İngilizce konuşur ama kısa sürede Fransızca'dan etkilenmeye başlar. Din adamları Latincenin etkisindedir. Fransızca'dan ve Latince'den sayısız kelime girmiştir dile. Yaşama mücadelesi veren Eski İngilizce, Latince etkisindeki İngilizce ve Fransız İngilizcesinin mücadelesi, bugünkü modern İngilizce'ye bazen aynı anlama gelen birden çok kelimenin ulaşmasının sebebidir. Mesela, krallık için, İngiliz etkili "king", Fransız etkili "royal" ya da Latin etkili "regal" kelimelerini tercih edebilirsiniz. Hepsi İngilizce. Norman hakimiyeti, 1330'larda başlayıp nerdeyse bizim İstanbul'u fethettiğimiz yıllara kadar süren "Yüzyıl Savaşları"na kadar sürdü. İngilizce'nin 1066 savaşı ile başlayan bu dönemine dil tarihçileri, "Orta Dönem İngilizcesi" diyor.

İngilizlerin canının sıkılması

14'ncü yüzyılda yeniden Anglo Sakson etkisinin Britanya'da hakim hale gelmeye başlamasıyla İngilizce'nin de yeniden yükselme dönemi başladı. Bu aynı zamanda, Büyük Britanya İmparatorluğunun da doğmaya başladığı dönemdir. "Üzerine güneşin bir türlü doğmadığı bir adada" canları sıkılınca, üzerine güneşin batmadığı bir imparatorluk yaratma tutkusuna girdiler. İngilizin bu güneş tutkusu, 'bizim Ruslar'ın "sıcak denizlere inme" tutkusunun aynısı. New York'a ilk geldiğimde, bu şehrin güneyindeki plajların(Coney Island, Brighton Beach, Staten Island'ın güneyi vs) hep Rus mahallesi olduğunu görünce, bunun bir espri değil bir milli şuuraltı olduğuna aynel yakin inandım.
İngiltere'de uzun süre yaşamış birçok arkadaşımdan hep aynı serzenişi dinledim; "Hava o kadar kötü ki, bu adamların niye dünyanın bütün güneşli coğrafyalarını istila etmeye gittiğini şimdi anlıyorum". Geçenlerde içinde kaybolduğum bir etimoloji kitabında, bugünkü İngilizce'de 'bulut' anlamanına gelen "cloud" kelimesinin serencamını okurken, güneş ile kolonizasyon arasındaki bu teze dayanak olacak belirtilere rastladım. Bugünkü İngilizce'de gökyüzü anlamına gelen iki kelime var; "sky" ve "welkin". Her ikisi de İngilizin ve İngilizce'nin güneş görmemiş zamanları olan Eski İngilizce döneminde "bulut" anlamına geliyormuş. "Sky" yukarıda bahsettiğim Viking dili "Old Norse"tan İngilizce'ye geçmiş ve bulut demekmiş. Yaşadıkları coğrafyaya bakınca, başını her göğe kaldırışta buluttan başka birşey görmeyenler için normal bir gökyüzü adlandırması. "Cloud" ise Eski İngilizce'de "tepe" demekmiş. Tepeden sonrası bulut, gerisini unut. Eski İngilizce'de gökyüzü için, bugün sonuna "s" eklenerek cennet anlamında kullanılan "heaven" kelimesi kullanılırmış. Kendimi bir an Dr Jung gibi düşündüğümde, kolonizasyon hastalığına, "cenneti arama" tanısı koyuyorum. Şekspirvari bir tat da katacak olursam, 'dünyanın geri kalanına cehennemi yaşatarak cenneti aramak' derim. Eski İngilizce'de gökyüzü için kullanılan "heaven" kelimesinin bizim Farsça'dan aldığımız "hava" kelimesine akraba çıkmasından korktuğum için bu hatıramı burada kesip, konuya dönüyorum.
Yeryüzünde tek bir İngiliz kalmasa bile...

Sömürge dönemi ve Şekspir İngilizcesi'nin bir dil olarak yükselişinin kilometre taşları. Adam o kadar muhteşem yazmış ki, yeryüzünde tek bir İngiliz kalmasa Şekspir külliyatından yeniden bu dili ortaya çıkarabilirsiniz. Türk entelijansiyasının hala keşfetmemiş olmasını bir türlü anlayamadığım Henry L. Mencken, "Amerikan Dili" adlı 1921 yılı tarihli kitabında, karşılaştırmalı filolojinin kurucusu Jakob Grimm'in 18'nci yüzyıldaki bir kehanetine dikkat çeker ki etkileyicidir. O dönemde, İngilizce hala Avrupa'nın beşinci dilidir. 1801 yılı tarihli bir istatistiğe göre dünyada Fransızca konuşanların sayısı 31,5 milyon, Rusça konuşanların sayısı 30,7 milyon, Almanca konuşanların sayısı 30,3 milyon, İspanyolca konuşanların sayısı 26,1 milyon ve İngilizce konuşanların sayısı ise 20,5 milyondur. O tarih itibarı ile ABD nüfusu sadece 5 milyondur. Devir 17'nci yüzyıldan beri Fransızca'nın devridir. Avrupa, Ön Asya ve Afrika'nın 'lingua franca'sı Fransızcadır. İşte böyle bir dönemde bir Alman filoloğu olan Jakob Grimm, ekonomik, kültürel ve filolojik verileri dikkate alar ve der ki; "İngilizce, birgün dünyanın baş dili olacak. Refah, bilgelik ve ekonomik şartlarda, diğer hiçbirinin onunla rekabet şansı bulunmuyor." Ancak, tohuma bakarak ağacı ve meyveyi sezebilme basireti herkese bahşedilmiş bir nimet değil.
19'ncu yüzyıl İngilizce'nin yavaş yavaş dünya siyaset ve edebiyat sahasında yükselmeye başladığı yüzyıl oldu. 20'nci yüzyıl ise İngilizce'nin yüzyılı oldu. Sabrınızı daha fazla zorlamayayım ve İngilizce'nin nasıl ve niçin dünya dili haline geldiği konusunda paylaşacaklarımı bir sonraki mektuba bırakayım.
Cemal Demir - Haber 7

http://www.haber7.com/haber/20090602/Dunya-dili-Ingilizce-nasil-dogdu.php
#2160
EPDK'nın fiyatları düşürmesi için muhtıra verdiği akaryakıtçı dün meydan okuma gibi zam yaptı. Son dönemde eleştirilerin hedefi olan EPDK 'Cevabımız 21 Haziran sonrasına' dedi.


EPDK'nın fiyatları düşürmesi için muhtıra verdiği akaryakıtçı dün meydan okuma gibi zam yaptı. Benzinin litre maliyeti 1.5 kuruş yükselince, pompa satış fiyatları 5 kuruş artırıldı

Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu'nun (EPDK) fiyatların tüketici aleyhine belirlendiği gerekçesiyle verdiği 'indirim yapın' muhtırasına akaryakıt firmalarından cevap haksız 'zam'la geldi. Mayıs başından bu yana benzinde litre başı maliyetleri 1.2 kuruş artan akaryakıtçılar dün 5 kuruş zam yaptı.

EPDK'nın indirim için 20 Haziran'a kadar tanıdığı sürenin dolmasına 10 gün kala benzinin litre fiyatı 3.23 lirayla Eylül 2008'den bu yana en yüksek seviyesine çıktı. Tüketicinin bir litre benzinde ödediği fazladan para 30 kuruşa yükseldi. Zamla birlikte 45 litrelik bir otomobilin deposunu doldurma masrafı 145.3 liraya yükseldi. 1.400 cc motor hacmine sahip aracıyla günde ortalama 50 kilometre yol yapan bir tüketcinin aylık yakıt masrafı 363.4 liraya, fazladan ödediği para ise 33.75 liraya yükseldi. Benzinin litre fiyatı dün 3.23 liraya yükselirken şirketler bundan önceki zammı 31 Mayıs'ta yapmıştı. Akaryakıtçılar pompa fiyatlarını döviz kuru ve uluslararası benzin fiyatlarındaki değişime göre belirlediklerini iddia ederken, iki zam arasındaki gelişmeler bu gerekçeyi haksız çıkartıyor.

MALİYETİN 4 KATI ZAM

Benzine dün yüzde 1.57 zam yapılırken, mayıs başındaki fiyat ayarlamasıyla dünkü değişim arasında maliyet artışı bu zammın dörtte biri düzeyinde oldu. Dünya benzin fiyatları, Merkez Bankası'nın resmi döviz kuru ve vergiler eklenerek bulunan benzinin ton başına fiyatı mayıs başından bu yana sadece yüzde 0.43 artışla 2 bin 772 liradan 2 bin 784 liraya yükseldi. Bir başka değişle benzin fiyatları pompada 5 kuruş artarken akaryakıtçıların litre başına maliyeti sadece 1.2 kuruş yükseldi. Böylece son zam EPDK'nın 'Akaryakıtçılar fırsatçılık yapıyor' iddiasını kesin olarak kanıtladı. n EKONOMİ SERVİSİ

Yıldız: Akaryakıt fiyatları daha gerçekçi olacak

Enerji Bakanı Taner Yıldız, EPDK'nın yüksek benzin fiyatlarını aşağı çekmeye dönük çalışma yaptığını açıkladı. Bakan Yıldız dün bir soru üzerine 'EDPK Başkanı ile konuştum ve kendisi, pompa fiyatlarıyla toptan satışlar arasındaki makasın hangi noktada olması gerektiğine dair bir çalışma yürüttüklerini söyledi. İnşallah o çalışmanın sonucunda tüketici için uygun olan düzenleme daha gerçekçi bir şekilde yapılacak' diye konuştu.

EPDK:Cevabımız 21 Haziran sonrasında

Hüseyin Özay'ın haberi

Enerji sektörünü karıştıran zam haberi akaryakıt şirketlerinden indirim bekleyen EPDK'da büyük rahatsızlığa neden oldu. Zam yapma kararı alan akaryakıt şirketleri temsilcilerinin, zam kararının alındığı gün EPDK yetkilileri ile toplantı yaptığı ortaya çıktı. Toplantıda EPDK'nın, fiyatlarını düşürmeleri için şirketlere sözlü olarak uyarıda bulunduğu, şirket temsilcilerinin de EPDK'nın fiyatlarının düşürülmesine ilişkin talebinin değerlendirildiğini ifade ettikleri öğrenildi. Aynı toplantıya katılan akaryakıt şirketleri temsilcilerinin zam kararına onay vermesi ise EPDK da 'devlete meydan okuma' olarak algılandı.

EPDK yetkilileri zamla ilgili şu anda bir açıklama yapmanın doğru olmadığını belirterek, akaryakıt şirketlerine gerekli cevabın 21 Haziran'da verileceğini bildirdiler. EPDK, akaryakıt şirketlerine fiyatlarını düşürmesi için 20 Haziran'a kadar süre tanımıştı.

http://www.haber7.com/haber/20090610/Akaryakit-zammina-EPDK-sert-cikti.php