Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#2201
Hâkime hanım, lütfen özür dileyin!
Ekrem Dumanlı, Zaman Gazetesi, 26 Mayıs 2009

Birkaç gün önce Fatih I. İcra Mahkemesi'nde yaşanan olay, tüyler ürpertici, ibret verici bir manzara çıkardı ortaya. Mahkeme salonuna çarşaflı geldiği için bir hâkim, vatandaşı azarlıyor.
Boşandığı kocası hakkında tazminat davası açan Naciye Sönmez ismindeki kişinin yüzünü açmasını yeterli bulmayan hâkime hanım, "Böyle olmaz! Bütün çarşafını çıkaracaksın." diye gürlüyor. Hakkını aramak için adaletin kapısını çaldığı yerde sert bir fırça yiyen Sönmez "Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında böyle bir şey yok." diyor ama aldırış eden yok. Hâkime hanım coştukça coşmuş gözüküyor, "Atatürk ilke ve kanunlarına göre seni böyle kabul edemem, yargılama başlayamaz." diyor.

Buraya kadar yaşananlar belli bir oranda kişisel bir gerginliği iletişim kopukluğuna, zıtlaşmaya, gücünü gösterme psikolojisine dayanan otorite arayışlarına bağlanabilir. Hatta bir bakıma "üzücü bir durum; ama bazen böyle nahoş şeyler dünyanın her yerinde yaşanıyor" denerek meselenin üzerine gidilmeyebilir. Ne var ki hâkime hanımın söylediği şu cümleler art arda yapılan hataların hepsine tüy dikmiş: "Sizin Allah'ınız ve Allah'ınızın kanunları burada geçmez."

Adalet dağıtmakla yükümlü bir yargıç böyle mi konuşur? Karşısındaki kişi şeriat talebiyle gelmemiş ki. Sizden hukukî süreci işletmenizi istiyor ve tazminat talebinde bulunuyor. "Sizin Allah'ınız" diye konuşulur mu vatandaşla? "Sizin Allah'ınız" "Bizim Allah'ımız" diye bir ayrım mı var ki hâkime hanım zehir zemberek laflar edebiliyor? Sonuçta vatandaş şeriat mahkemesine müracaat etmiyor; size, yani devletin adalet sistemine, başvuruyor. Ayıp değil mi?

Uzun zamandan beri yargı mensuplarından bir kısmı maalesef insanları incitmeye, kırmaya, küstürmeye devam ediyor. Üzülmemek elde değil. Bir hâkim bir davacıyla böyle konuşur mu? Bir kadın bir kadına (üstelik tanımadığı ve görevi gereği muhatap olduğu bir kadına) bu kadar öfke duyar mı? Daha önemlisi, bir devlet memuru bir vatandaşa "Sizin Allah'ınız" diye başlayan laikçilik nutukları çekebilir mi?

Hâkime hanımın yaptığı yanlışa tepki verenleri de ciddi bir sınav bekliyor: Hukuka saygı! Saygısızlık yapıldığını düşündüğünüz yerde siz de saygısız bir üslup takınırsanız mesele başka bir mecraya kayar ve 'saygısızlıkla' suçladığınıza 'saygınlık' bahşedersiniz. Oysa hak arama, erdemle yürütülecek sabırlı demokratik bir çalışmanın ürünü olmak zorunda. Aksi takdirde zorbalık esas olur ve hukuk sistemi tamamen çöker...

Laiklik din düşmanlığı değildir. Bunu herkes söylüyor. Ama iş, hayatın kendi pratiğine indirgendiğinde laiklik, laikçilerin eliyle bir baskı aracına dönüşüyor. Her mecliste "mahalle baskısı" palavralarına sığınanlar, bu tip olaylar ortaya çıktığında sus pus olmayı tercih ediyor. Belli ki ortada bir hak ihlali var. Yargı mensubu bir fert, görevi sırasında siyasi bir tutum takınamaz; o tutum yüzünden vatandaşına baskı uygulayamaz. En absürt örnekleri zoraki yakıştırmalarla "mahalle baskısı"na delil sayan akademisyenler alenen işlenen hukuk ihlallerine karşı aynı demokratik tepkiyi niçin veremiyor?

Hâkime hanım o kadar kızmış ki adalet aramak için devletin kapısını çalan bir vatandaşa "terbiyesiz, ahlaksız, ukala" diyebiliyor. Kaç gündür bekliyorum ki Fatih hâkimi gazetelerde yer alan haberleri tekzip etsin ve insanların yüreğine su serpecek mahiyette bir açıklama yaparak "ben böyle demedim" gibi bir cümle sarf etsin. Maalesef ne bir özür ne bir açıklama. Şayet nakledilenler doğruysa hâkime hanımın topluma karşı bir özür borcu var demektir. Sırtındaki cübbe, temsil ettiği makam, emaneten yürüttüğü görev özür dileme mecburiyeti getiriyor kendisine. Hiçbir kimsenin husumet oluşturma hakkı yoktur; hele bahsi geçen kişi adalet dağıtmaktan sorumlu bir insansa...

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=851649
#2202
Çarşaflı bir kadın, hakkını aramak için gittiği mahkeme salonunda hakim tarafından kovuldu. Olay dün Fatih 1. İcra Ceza Mahkemesi'nde yaşandı. Mahkeme Başkanı Hakim Ayla Kara, boşandığı kocası hakkında açtığı tazminat davasının duruşmasına katılan Naciye Sönmez'in çarşaflı olduğunu görünce önce uyardı, ardından da çarşafını çıkarmasını istedi. 

İddiaya göre hakim, çarşafını çıkarmaması durumunda duruşma yapmayacağını söyledi. Bunun üzerine şikayetçi olan Naciye Sönmez, peçesini açarak yüzünün görünmesini sağladı. Ancak bu da hakim Ayla Kaya'yı tatmin etmedi.

Hakim, "Böyle olmaz! Bütün çarşafını çıkaracaksın." diyerek Sönmez'i azarladı. Neye uğradığını şaşıran genç kadının, çarşafını çıkaramayacağını söylemesi üzerine hâkim Kaya, "Atatürk ilke ve kanunlarına göre seni böyle kabul edemem, yargılama başlayamaz." dedi.

Bunun üzerine Sönmez, "Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında böyle bir şey yok. Düşüncelerinizi uygulayabilmek için Atatürk'ün arkasına sığınmayın. Atatürk'ün hanımı çarşaflıydı, sizin gibi yapmıyordu." diyerek tepki gösterdi.

SENİN ALLAH'ININ KANUNLARI BURADA GEÇMEZ!

Davaya başlamayacağını yineleyen Ayla Kaya ise "Sizin Allah'ınız ve Allah'ınızın kanunları burada geçmez." diye bağırdı. Kaya, çarşaflı olduğu için ertelettiği duruşmanın tutanaklarını yazdırmaya başlayınca Sönmez, dışarıdaki insanlara "Bu rezalete şahit olun." diye bağırdı.

Bunun üzerine Hakim Kaya, "Terbiyesiz, ahlaksız, ukala." diyerek hakaret etti. Naciye Sönmez, gördüğü muamele karşısında adeta şoke olduğunu söyledi.

Türkiye Cumhuriyeti hâkimlerinin insanların kılık kıyafetine göre değil, önüne gelen dava dosyalarına göre yargılama yapması gerektiğini ifade etti.

Sönmez, "Davaya bakan hakim konuyu unuttu, yarım saat benim çarşafımla ilgilendi. Bir hakime yakışmayacak kelimeler söyledi. Örtünmem benim dinimin gereğidir." diye konuştu. Hakim Kaya ise bu konuda konuşmak istemediğini belirterek, basın mensuplarının sorularını yanıtsız bıraktı.22 Mayıs 2009

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=850330
#2203
"Mali Durumu Bozulan Sermaye Şirketlerinin Yeniden Yapılandırılması - İFLASIN ERTELENMESİ" başlıklı toplantıya katılım ücretlidir. Toplantı tarih ve saati: 30.05.2009 - 10.00 - 17.30.

Diğer bilgileri bu adresten öğrenebilirsiniz: http://bahcesehir.edu.tr/habergoster/index/hid/228
#2204
Hukuki ve Tıbbi Açıdan Hasta Hakları
Mehmet Sıddık Çinko


1. Hasta hakkı kavramı

Hasta hakkı kavramını ele almadan önce bu hakkın temeli olan yaşama hakkı ve sağlık hakkını öz olarak ele almak yerinde olacaktır.

1.1. Yaşama hakkı

Tüm canlı varlıklar, varoluş temelleriyle uyumlu olarak hayatta kalmak için mücadele etmektedirler. Bu sebeple, varlıklarına yönelik bir saldırının yok edilmesine ilişkin davranışları, en temel dürtülerini oluşturmaktadır.

İnsanoğlu, diğer canlılardan farklı olarak, sadece kendi varlığını korumakla yetinmemekte, yaşamın daha da iyiye gitmesi için uğraş vermiş ve vermektedir.

Aslında insanlık tarihi, kişilerin varlıklarını (yaşamlarını) koruması ve korudukları bu varlıklarını (yaşamlarını) daha iyi bir şekilde sürdürme uğraşının anlatışıdır.

Yaşama kavramına, incelenen konuya göre farklı tanımlar vermek mümkündür. Genel olarak denilebilir ki, yaşam; varlığın korunması ve nitelikli devamıdır. Bunun toplumun diğer bireylerince de benimsenmesi, gözetilmesi, ihlâlinin hukuksal olarak yaptırıma bağlanması ise, yaşamın hak olarak nitelendirilmesini ifade etmektedir.

Bugün için yaşam, tüm toplumlarda hak olarak kabul edilmekte, korunmakta ve ihlâli yaptırıma bağlı bulunmaktadır.

Yaşama hakkı, sadece kişinin organik varlığının faaliyette olmasını, organizmanın çalışıyor olmasını kapsamaz. Bunun yanında, organizmanın maddî ve manevî olarak gelişmesi, iyi hâl içinde olmasını içerir.

Organizmanın iyi hâl içinde olması, kişinin maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirmesi için; sağlıklı beslenme, sağlıklı bir çevrede yaşama, iyi eğitim alma ve yaşama yönelik tehditlerden korunmasını gerektirir. Bu sebeple, yaşama hakkını sosyal haklarla tanımlamadıkça, özellikle sağlık hakkı ile pekiştirmedikçe, başlı başına yaşama hakkını sağlamaya, yığınları ondan faydalandırmaya imkan yoktur.(1) Anlaşılacağı üzere, yaşama hakkı, bizi, uzantısı olan başka bir hakka götürmektedir: Sağlık hakkı.

1.2. Sağlık hakkı

Günümüzde sağlık, bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik hâli olarak kabul görmektedir. Dünya Sağlık Örgütüde sağlık için bu tanımı yapmaktadır.

Sağlıklı olmanın temel şartı, kişinin sağlığını tehdit eden hastalık gibi faktörlerin etkisiz bırakılmasıdır. Kişilerin sağlık düzeyini ve hastalıklara karşı koyma düzeyini belirleyen, içinde bulundukları sosyal, çevresel ve ekonomik faktörlerdir. Başka bir deyişle, toplumu oluşturan sosyal, ekonomik, fizikî ve kültürel faktörler, aynı zamanda o toplumun sağlığına da etki etmektedir.(2, 3, 4)

Bu doğrultuda sağlıklı kişi için sayılacak talepler şunlar olacaktır: İyi beslenme, sağlıklı bir çevrede yaşama, sağlıklı konutlarda yaşama, hastalıklara karşı korunma, gerekli sağlık eğitimi almadır. Bunun yanında tıbbî bakım ve tedavinin ulaşılabilirliğinin sağlanması, nitelikli ve hakkaniyetli bir şekilde dağıtılması, kişilerin hastalıklara karşı korunmasını sağlayacak koruyucu önlemlerin de alınması gerekir.(5, 6)

Hukuk süjesi olan bireyin, haklarını kullanabilmesi, özgür olabilmesi, yükümlülüklerini yerine getirebilmesi ve toplumu oluşturabilmesi için sağlıklı olması gerekmektedir.

Tüm hukuksal düzenlemelerde temel hak olarak kabul edilip korunan yaşama hakkı, niteliği gereği sağlık hakkı ile anılıp bütünleştiği takdirde anlam kazanacaktır.(7) Sağlık hakkı da, diğer haklarla pekiştirilmedikçe anlam kazanmaz. Sağlık hakkının beslenme hakkı, dinlenme hakkı, konut ihtiyacının karşılanma hakkı ve en önemlisi de hastalıklara karşı korunma, hastalığa yakalandığında gereken bakım ve tedaviyi görme hakkı ile pekiştirilmesi gerekmektedir.

1.3. Hasta haklarının doğuşu (Sağlık hakkının gelişimi)

Hasta haklarının, iki temel gelişme sonucunda doğduğunu söylemek yerinde olur. Bunlardan birincisi, kamu hukuku alanındaki gelişmedir. İkincisi de hasta-hekim ilişkisindeki gelişim ve değişmedir [8].

Kamu hukuku alanındaki gelişme, sosyal devlet anlayışının doğmasıdır

1789 Fransız İhtilali ile doğal haklar teorisi benimsenmiş, liberal devlet anlayışının kişi mutluluğunu sağlayacağına inanılmıştır. Buna göre; devletin tek dayanağı ve kaynağı bireydir, bireyin mutluluğudur.(9) Ancak birey, mutluluğunu kendisi yakalayacaktır. Devletin, toplumsal hayata müdahale etmesi yanlıştır. Birey, hukuk önünde eşittir ve kendi mutluluğunu kendisi bulacaktır. Hukuksal eşitlik esastır.

20. yüzyılın bilimsel ve teknik gelişmesi ile, bu çağın insanı, artık sadece hukuk önünde eşit olmakla, mutlu olunamayacağı gerçeğine inanmaya başlamıştır.(10) Doğal koşulların kendiliğinden mutluluğu sağlayamayacağının kabulü ile, devletin fonksiyonu da değişmiştir. Artık devletin, bireyin mutluluğu için hayata müdahale etmesi, doğal eşitsizlikleri en aza indirgeyecek politikalar yürütmesi gerektiği benimsenmiştir. Buna göre, yurttaşların mutluluğu, maddî ve manevî varlıklarını geliştirmeleri için; sağlıklı bir çevre, sağlıklı bir konutta yaşama, yeterli eğitim ve öğretim olanakları, çalışma hak ve özgürlüğü, devletten istenir olmuştur.

Devlet; birey sağlığı için gerekli önlemleri almalı, bireyin hastalanması halinde ise, insanca bir tedavi ile sağlığına kavuşması için gerekli düzenleme, organizasyon, denetim önlemlerini almalıdır.

Devlet; bu görevlerini, gerekli yasal düzenlemeler yapmak, hastaneler ve diğer sağlık kuruluşları kurmak, gerekli denetimleri yapmak, sağlıklı çevre ve koşullar oluşturmak, tüm bireylere eşit, ulaşılabilir sağlık hizmetleri sağlamakla yerine getirecektir.(11) Bu doğrultuda diğer anayasalarda olduğu gibi 1982 Anayasamızda da düzenlemeler bulunmaktadır. Anayasamızın 5, 49, 56, 57, 60 ve 61'inci maddelerinde, bu amaçlı hükümler bulunmaktadır.

İşte bu gelişmeler; sağlık hakkının, dolayısıyla sağlık hakkının kapsamında ve günümüz uzantısında değerlendirilen hasta hakkının doğmasını sağlamıştır. Gerçekten de, Hasta Hakları Yönetmeliğinin 1'inci maddesinde, hasta haklarını, temel insan haklarının sağlık alanına yansıması olarak nitelemektedir.

Hasta haklarının kamu hukuku alanında gösterdiği gelişmelere paralel olarak ulusal ve uluslar arası düzeyde çalışmalar yapılmıştır. Bu hakkın gelişimi ve hukuksallaşması olarak nitelendirilebilecek gelişmeleri belirtmek yararlı olacaktır.

Uluslar arası düzeyde yapılan çalışmalardan ilk önemli etkinlik, 1981 yılında Dünya Tabipler Birliği tarafından kabul edilen "Lizbon Hasta Hakları Bildirgesi"dir. Bu Bildirgede; hastanın hekimi seçebilme hakkı, bakım hakkı, tedaviyi kabul ve ret hakkı, gizlilik hakkı olduğu belirtilmiştir. Yine 29-30 Mart 1994 tarihinde, Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Bürosu tarafından düzenlenen toplantıda kabul edilen "Avrupa'da Hasta Haklarının Geliştirilmesi Bildirgesi"nde hasta hakları daha geniş çerçevede değerlendirilmiştir. Bu Bildirge; ulusal düzeydeki alan çalışmalarına daha çok etkide bulunmuştur. Uluslar arası düzeyde, ayrıca pek çok çalışma yapılmaktadır.

Avrupa'da son yıllarda görülen eğilim, hasta haklarının tıbbî etik bildirgeleri ile yeterli korunamayacağı; bunun yanı sıra yasal düzenlemeler ile de korunması gerektiği yönündedir. Hollanda, Finlandiya ve Norveç gibi bazı Batı Avrupa ülkelerinde, bu eğilim doğrultusunda, hasta örgütlerinin de katılımıyla hasta hakları yasaları hazırlanmıştır (Örneğin, Hollanda Parlamentosu böyle bir yasayı kabul etmiştir).(12)

Ülkemizde, hasta hakları ile ilgili yasa bulunmamaktadır. Hasta hakları, konu ile ilgili genel düzenlemeler çerçevesinde ele alınmaktadır. Konu ile ilgili temel düzenlemeler şunlardır:

224 sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun, 1219 sayılı Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun, 1593 sayılı Umumî Hıfzıssıha Kanunu, 2219 sayılı Hususî Hastaneler Kanunu, 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun, 2827 sayılı Nüfus Plânlaması Hakkında Kanun, 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu, 6283 sayılı Hemşirelik Kanunu, Hususî Hastaneler Tüzüğü, Tıbbî Deontoloji Tüzüğü, Hasta Hakları Yönetmeliği.

Hekim-hasta ilişkisinin niteliğinin değişmesi ile hasta hakları, doğuş ve gelişme sağlamıştır.

İlk dönemlerde; hekimler, yarı büyücü, yarı tanrısal güç olarak kabul edilmekteydi. Büyücülüğün yerini dinler ve özellikle tek tanrılı dinler alınca hekimin sahip olduğu bilgilerin kaynağı büyücülükten tanrısallığa kaydı. Hekimin gerek yarı büyücü ve gerekse de yarı tanrısal kaynaklı faaliyetleri sorgulanmamaktaydı. Hekim, faaliyetlerinden sorumlu tutulamaz ve hasta da, hekimden herhangi bir talepte bulunamazdı. Hekimlik, doğaüstü güçlerle, tanrı ile arasındaki gizemli bilgileri ve ilişkiyi temsil etmekteydi. Kısaca, hekim otorite olarak kabul edilmekte; hasta hekime güvenle teslim olmaktaydı. Nitekim Hipokrat Andında hekimin hastalarına karşı bazı yükümlülükleri olduğu belirtilmiş ise de bu yükümlülüklere uymamamın bir yaptırımı bulunmamaktaydı.

Bilimsel ve teknolojik gelişme ile hastalıkların sebebi anlaşılır olmuştur. İnsan kimyası alanındaki gelişmeler ile hekimliğin büyücü ve tanrısal özelliği yok olmuştur.(13) Artık bilgili hekim tutulur ve saygı duyulur olmuştur. Böylece hekim, esas gücünü bilgiden almaya başlamıştır.

Bilimsel gelişme, tıbbî bilginin herkes tarafından ulaşılabilir olmasını sağlamıştır. Bilginin ulaşılabilir olması ile hekim sorgulanır olmuştur. Başka bir değişle; hekimin yaptıklarının bilimsel ilkelere uygun olup olmadığı tartışılır olmuştur. Bunun sonucu olarak da, hastanın hekime mutlak teslimiyeti son bulmuş; hastanın hekime karşı talepleri doğmuştur. Hasta ile hekim, yapılacak bakım ve tedavi için karşılıklı olarak görüşme ve anlaşma yoluna gitmişlerdir. Böylece, hekim-hasta ilişkisi sözleşme temeline kaymıştır. Durum bu olunca, hekimin ücret alma hakkı kabul edilmiş; buna karşılık olarak da, hastanın, bakım ve tedavi hakkı doğmuştur. Tarafların sözleşmeye aykırı davranışları ise yaptırıma bağlanmıştır.

Hastanın iatrojenik ve teknolojik gelişmelere karşı korunması gereği de, hasta haklarının hukuksal olarak oluşumunu sağlamaktadır.

Belirtmek gerekirki, hasta hakları iyi bir hekimliğin ayrılmaz bir parçasıdır.(14) Hekimin amacı; hastaya faydalı olmak, onun ıstıraplarını ortadan kaldırıp tıbbî şifasını sağlamak olduğuna göre iyi hekimlik ve hasta hakları nihai amaçta örtüşmektedir.

Belirtilen bu sebeplerden dolayı hasta haklarının kabulü zorunluluğu doğmuştur.

Hasta haklarının doğuş ve gelişmesine, tıp tarihinde var olan meslekî ahlâk kurallarının yanı sıra, günümüzde kabul edilen temel değer yargılarının tıp alanındaki yansımalarının da büyük etkisi bulunmaktadır. Sağlıklı yaşama hakkı, çağımızın önemli değer yargılarındandır.(15) Aynı şekilde, kişisel değerlere saygı, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkı, çağımızın önemli değer yargılarındandır. Bu ve bu nitelikli değer yargıları, günlük yaşamımızda etki ettikleri gibi disipliner bilgi alanlarına da etki etmektedir. Tıp bilimi de, bu değer yargılarından etkilenmekte ve bu bilimle ilgili ahlâki kuralların oluşmasını doğurmaktadır.

Hasta haklarının gelişimi ve savunulabilirliği ülkemiz açısından da önem taşımaktadır. Hatta bazı hallerde, hasta haklarının korunup geliştirilmesi, ülkemiz gerçeğinde daha da ön plâna çıkmaktadır. Şöyle ki; ülkemizde, sağlık hizmetlerindeki aşırı merkeziyetçilik, profesyonel sağlık hizmetlerinin yokluğu, sağlık kuruluşları arasında rekabetin olmayışı, sağlık personeli sayısındaki yetersizlikler, birinci basamak sağlık hizmetlerinin yetersizliği, etkili bir hasta sevk disiplinin olmayışı, sağlık sigortası olmayan nüfusun çok fazla oluşu ve halkın sağlık hizmetleri konusundaki bilgi ve bilinç eksikliği; hem hizmet maliyetinin gereksiz yere artmasına, hem de hizmetlerde verimsizliğe yol açmakta ve hizmetlerin herkes tarafından kullanılabilirliğini de kısıtlamaktadır.(16)

1.4. Hasta hakkı

Bugün için hasta-hekim, hasta-sağlık kuruluşu ilişkisinin hukuksal bir ilişki olduğu tartışmasızdır. Bu ilişkinin, hukuksal ilişki olarak nitelendirilmesi ile hastanın hekime, hekimin hastaya karşı yetkilerinin de hukuk düzeni tarafından korunmasını doğurmaktadır. İşte, hastanın hekime karşı olan yetkilerinin, hastaya izafe edilen davranış biçimlerinin hukuk tarafından korunmasına "hasta hakları" denilmektedir.

Hasta haklarının pek çok tanımı yapılmıştır. Bunlardan birkaçını belirtmekte yarar vardır.

"Hasta hakları kavramı, özünde, temelinde, insan haklarının ve değerlerinin, sağlık hizmetlerine uygulanmasıdır."(17)

Sağlık hizmetlerinden faydalanma ihtiyacı bulunan fertlerin, sırf insan olmaları sebebiyle sahip bulundukları ve Anayasa, milletler arası antlaşmalar, kanunlar ve diğer mevzuat ile teminat altına alınmış bulunan haklarına "hasta hakları" denir (Hasta Hakları Yönetmeliği md. 4).

Kanımızca hasta haklarının geniş ve geçerli tanımı, şu şekilde yapılabilir: Sağlıklı ve hastalıklı olarak sağlık hizmetlerinden yararlanan kişilerin hukuk tarafından korunup talep edilebilen, ihlâlleri cezaî ve/veya tazmini yaptırıma bağlanan yetki ve iradeleridir.

1.5. Hasta haklarının kapsamı

Hasta haklarının daha iyi anlaşılıp değerlendirilmesi için, kapsamının belirlenmesi gerekmektedir. Hasta haklarının, "hasta" olarak tarif edilen kişinin hakları olduğuna ve hastalığın da bir durumu ifade ettiğine göre, hasta haklarının durumsal haklar olduğu söylenebilir. Buna göre, hasta statüsündeki kişinin hakları olarak kapsamın belirlenmesi mümkündür.

Hasta haklarının bu çerçevede ele alınması, kapsamının belirlenmesinde yararlı bir ölçüt olmakla birlikte, yeterli bir ölçüt değildir. Bu açıdan değerlendirme, hasta haklarının hastalık süresi ile sınırlılığına götürmektedir. Oysa, hasta haklarının sadece hastalık süresince olduğunu söylemek eksik olacaktır. Hasta hakları, hastalık sürecinde, daha doğrusu, sağlık hizmetlerinden yararlanıldığı süreçte belirginleşip önem kazanmakla birlikte, sağlık hizmetlerinden yararlanmanın sona ermesinde de geçerlidir. Hatta, hastanın ve hekimin ölümünden sonra da geçerliliğini korumaktadır.

Hasta-hekim, hasta-sağlık kuruluşu arasında varolan ilişkinin niteliği, hasta haklarının kapsamını etkilemektedir. İlişki, sözleşme ile kurulmuş ise, hasta haklarını, sözleşme hükümleri de etkileyecektir. Ancak, hekim ve/veya sağlık kuruluşunun faaliyet alanı, hastanın bedensel varlığıdır. Bu itibarla, hasta haklarının kapsamını sadece, hasta-hekim, hasta-sağlık kuruluşu ilişkisi belirlememektedir. Başka bir deyişle, bakım ve tedavi sözleşmeleri, hastanın can güvenliği ile ilgili ödevler yüklediğinden; sözleşmede belirtilsin veya belirtilmesin, hukukun genel ilkelerine göre hekim ve sağlık kuruluşuna bazı yükümlülükler yüklemektedir.

Hasta hakları kapsamını tıbbî etik ve hukuk önemli ölçüde etkilemektedir. Bu alanlardaki gelişmeler ve görüşler, hakkın kapsamının daralmasına veya genişlemesine sebep olmaktadır.

Bu temel kıstaslar doğrultusunda, hasta haklarının kapsamını kişi olarak ve konu olarak belirlemek yararlı olacaktır.

1.5.1. Hasta haklarının kişi olarak kapsamı

Hasta hakları konusu itibarıyla, kişilik hakları içinde mütalaa edilir. Buna göre, kişilik haklarının kapsamını belirleyen kıstasların hasta hakları için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz.

Kişilik hakları, hukuk düzenince kişi olarak kabul edilenlerin tamamı için geçerlidir. Ancak hukuk, kişileri, gerçek kişiler ve tüzel kişiler olarak ayrıma tâbi tutmaktadır. İşte, bu husus gözetildiğinde, hasta haklarının, sadece, gerçek kişiler için söz konusu olduğu; tüzel kişiler için bir anlam taşımayacağı açıktır. Tüzel kişilerin, tıbbî müdahaleye konu olabilecek bir bünyeleri bulunmamaktadır.

Hasta hakları, gerçek kişilerin tümü için geçerlidir. Sağlık hizmetlerinden yararlanan gerçek kişiler, tam bir eşitlik ve genellikle hasta haklarına sahiptirler. Kişinin rüştüne varmaması, vesayet altında olması, aklen malul olması hâli, bu hakka sahip olmasına etki etmemektedir. Sadece, bu hakkın kullanılmasında, bu durumdaki kişiye, hukuksal temsilci yardımcı olacaktır.

Hastalığın türü, niteliği, kişinin görmek istediği bakım ve tedavinin niteliği de, hasta hakkının varlığına etki etmemektedir.

Hasta haklarının tanınmasında, temel hak ve hürriyetlerde olduğu gibi ırk, din, mezhep, dil, cinsiyet ayrımı gibi ilkel ayrımlar gözetilmez. Hatta kişinin toplumsal olarak hakir görülmesi, tutuklu ya da hükümlü olması gibi hususlar da, hasta haklarının genelliği ve eşitliğine etki etmemektedir. Hasta hakları, bir hukuksal statüyle, bir işlemle, bir eylemle alakalı değildir.

Hasta hakları, kişilik hakları içinde mütalâa edilmekle beraber, kendine has özellikler de taşımaktadır. Kişilik hakları, sağ ve tam doğumla başlamaktadır. Bu sebeple, cenin için kişilik haklarından bahsedebilmek oldukça güç olacaktır. Ancak hasta haklarının cenin için de geçerli olduğu kanaatindeyiz. Nitekim, Medenî Kanunda ceninin korunmasına ilişkin hükümler bulunmaktadır. Bu durumda ceninin ileride kişi olma ihtimaline binaen korunması gereği ortaya çıkmaktadır.

Ana rahmine düşmemiş gelecekteki kişilere ilişkin de hukuksal düzenlemeler bulunmaktadır. Medenî Kanunun 525'inci maddesine göre, bu kişiler son mirasçı olarak atanabilirler. Bu durumda, hasta hakkı kavramının bu kişiler için de geçerli olup olmayacağı hususu ortaya çıkmaktadır. Günümüz tıbbî gelişme düzeyinde, bu tür müstakbel kişilerin doğrudan tıbbî müdahalelere konu olmaları, sağlık hizmetlerinden faydalanmaları söz konusu değildir. Bu sebeple, hasta haklarının bu tür müstakbel kişiler için geçerli olmayacağını düşünmekteyiz.

1.5.2. Hasta haklarının konu olarak kapsamı

Hasta haklarının doğuş ve gelişim sürecini gözetmek, bu hakların konu olarak kapsamını tespit etmemizi kolaylaştıracaktır.

Hasta-hekim ilişkisi, günümüzdeki gelişmeye kadar paternalistti. Hasta, hekime tam bir güven içinde teslim olmaktaydı. Hekim, hasta için en doğru ve yararlı olanı seçerdi. Hekimin, hastaya karşı sorumluluğu, hekimin hesap vermesi derecesinde değildi.

Günümüz sağlık alanındaki gelişmeler, sağlık alanının sektörleşmesi ile birlikte klâsik hasta-hekim ilişkisi son bulmuştur. Artık hastaya, hekim ve diğer sağlık personelinin bir araya gelerek meydana getirdiği sağlık kuruluşları, bakım ve tedavide bulunmaktadır. Hastanın, tarihi süreçteki zaten pasif ve teslimiyetçi rolü, bu durumla birleşince, daha da mağduriyeti söz konusu olmaktadır.

Hasta hakları, bu olumsuzlukların hasta lehine değişmesi amaçlı olarak ortaya çıkmıştır.

Hasta, kişi olmanın doğal sonucu olarak, içinde bulunduğu ruh halinin gözetilmesini ister.

Hasta hakları, özünde, temelinde, insan haklarının ve değerlerinin sağlık hizmetlerine uygulanmasıdır. Herkesin, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkı vardır. Maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme kapsamında, sağlık hizmetlerinden gerektiği gibi yararlanması, gerekli bakım ve tedaviyi görmesi gerekmektedir. Bu sebeple, hasta hakkının esas kapsamı bakım ve tedavidir.

Hasta bakım ve tedaviyi görmekte iken; yukarıda belirtildiği üzere, kişi olması ve kendi geleceğini belirleme hakkına sahip olmasının doğal sonucu olarak, iradesinin esas alınması gerekmektedir. Buna göre, bakım ve tedavinin hastanın iradesi doğrultusunda yapılması, hastanın onayının alınması gerekmektedir.

Hastanın, kendisine yapılacak bakım ve tedavi hakkında, geçerli bir onayda bulunabilmesi için yeterli oranda bilgilendirilmesi gerekir. Buna "hastanın bilgilendirilme, aydınlanma hakkı" denir.

Sağlık hizmetinden yararlanmada, gerek sağlık hizmeti sonucunda ve gerekse de hastanın bizzat açıklaması ile özel yaşamına ilişkin bilgiler, sağlık çalışanına aktarılmaktadır. Bakım ve tedavi amacıyla hastaya ait bilgilerin sağlık personeline açıklanması, bu bilgilerin üçüncü kişilere aktarılmasını doğurmaz. Bu şekilde paylaşılan bilgilerin üçüncü kişilere karşı korunması, bakım ve tedavinin hastanın kişilik haklarının ihlâlini doğurmayacak şekilde yürütülmesi, mahremiyet ve özel hayat hakkını gerektirir.

Hasta lehine tanınan bütün bu yetkilerin, hukuk düzenince korunduğundan bahsedebilmek için, bu hakların ihlâlinde, hastanın başvuru hakkının olması gerekmektedir. Hasta haklarına uyulmadığı takdirde, haklarına uyulmasını isteme; zarara uğradığında, zararının giderilmesini isteme hakkına sahip olmakla, bu yetkiler önem taşır. Bu sebeple, hastanın son ve en önemli haklarından birisi de "başvuru hakkı"dır.

Hasta hakkının kapsamını oluşturan "aydınlanma", "onay", "bakım ve tedavi," "mahremiyet ve özel hayat" ve "başvuru" hakkını sağlık hizmetlerinin işleyişi esasıyla, sırayla açıklığa kavuşturulması gerekir.

2. Hasta hakları

2.1. Aydınlanma hakkı

Hastanın aydınlanma hakkı, diğer haklarının temeli ve ön koşuludur. Aydınlanma hakkı, hastanın Anayasa teminatı altında olan "kendi geleceğini bizzat belirleme hakkı"nın somutlaşmasına hizmet eder.(18) Hasta, tıbbî durumunu bildiği takdirde geleceğini de belirleme imkanına sahip olacaktır.

Hukukumuzda, hastanın aydınlanma hakkına ilişkin hükümler bulunmaktadır. Tıbbî Deontoloji Nizamnamesinin 14/2'nci maddesine göre, hastalığın artması ihtimali bulunmadığı takdirde, teşhise göre alınması gereken tedbirler, hastaya açıkça söylenmelidir. Aynı Tüzüğün 26/2'nci maddesi, konsültasyon neticesinin hastaya bildirilmesi gerektiğini hükme bağlamıştır. 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanunun 7'nci maddesine göre, hekimin vericiyi ve alıcıyı aydınlatması gerekir.

Hekimin hastayı aydınlatması, sadece hukukî bir zorunluluk değildir. Hastanın aydınlatılması, tıbbî etiğin de gereğidir.

Aydınlanma hakkı, hastanın sağlık hizmetleri, teşhis, tedavi, tedavi süreci ve tedavi sonucu konusunda aydınlatılmasını gerektirir.

Hastanın sağlık hizmetleri konusunda aydınlatılması, hastanın sağlık kuruluşunun işleyişi hakkında bilgilendirilmesini ifade eder. Hastaya, sağlık kuruluşunda uymak zorunda olduğu kurallar, hakları, muhtemel durumlarda yardım isteyebileceği kişi veya birim, sağlık hizmetinin mahiyeti, ödeme koşulları, ödemeyi nereye, nasıl ve ne şekilde yapması gerektiği konusunda yeterli bilgi verilmelidir. Hastanın özellikle tedavi maliyetleri konusunda aydınlatılmaması, bazı olumsuz sonuçlara neden olmakta, hastanın geç taburcu olması veya hukuksal ihtilâflara sebep olabilmektedir.

Hasta, başvurmuş olduğu sağlık teşkilâtının kendisine yakındığı hastalık konusunda yeterli ve gerekli yardımı yapıp yapamayacağı, personelin ve/veya imkanların yapılması gereken tedavi için yeterli olup olmadığı, yeterli değilse hangi kurum veya hastaneye başvurması gerektiği konularında, yeterli ve zamanında bilgilendirilmelidir.

Hasta, sağlık durumunu, kendisine uygulanacak tıbbî işlemleri, bunların faydaları ve muhtemel sakıncaları, alternatif tıbbî müdahale usulleri, tedavinin kabul edilmemesi halinde ortaya çıkabilecek muhtemel sonuçları ve hastalığın seyri ve neticeleri konusunda, sözlü veya yazılı olarak bilgi isteme hakkına sahiptir (Hasta Hakları Yönetmeliği md. 15).

Kural olarak, hasta, kendisine tıbbî yardımda bulunacak hekim tarafından bizzat tıbbî müdahale öncesinde hastanın anlayacağı şekilde aydınlatılmalıdır.

Bununla birlikte, tıbbî müdahalenin niteliği, ivediliği, hastanın kişiliği, aydınlanmaya ilişkin iradesi gibi hususlar aydınlanma hakkının kapsamını etkilemektedir.

Tıbbî müdahale ivedi ise, hastanın aydınlatılması azalmakta veya ortadan kalkmaktadır (1219 sayılı Yasa madde 70). Tıbbî müdahale ivedi değilse hasta ayrıntılı olarak aydınlatılmalıdır.

Tıbbî müdahale sonucunda, zorunlu olarak ortaya çıkacak komplikasyonlar önemli ise, hasta mutlaka bilgilendirilmelidir. Örneğin, hastanın çocuk yapma yeteneğinin kaybolması söz konusu ise, bunun mutlaka hastaya anlatılması gerekir. Buna karşılık, tıbbî müdahale sonucunda zorunlu olarak ortaya çıkan, makul bir hasta tarafından da kabul edileceği olağan bulunan komplikasyonlar hakkında, hastanın aydınlatılması gerekmeyebilir.(19) Yargıtay, haklı olarak, tıbbî müdahale sonucunda mayubiyetin meydana gelebileceğinin açıkça hastaya anlatılması görüşündedir.(20)

Hastanın tutumu da aydınlatmanın kapsamını etkilemektedir. Hekimin aydınlatmasıyla yetinmeyip ayrıca bilgi isteyen hastanın, ayrıntılı bilgilendirilmesi gerekmektedir.(21)

2.2. Onay hakkı

Tıbbî müdahalelerin veya daha geniş kavram olan sağlık hizmetlerinin konusu, kişinin maddî ve manevî varlığı, beden tamlığıdır. Bu itibarla, sağlık hizmetlerinden yararlanıp yararlanmama, tıbbî müdahaleyi kabul veya ret etme konusunda kişinin bir karar vermesi, yaşama, maddî ve manevî varlığını geliştirme hakkının gereğidir. Bu hakkı kullanması, tıbbî müdahaleye yönelik irade açıklamasında bulunması ile gerçekleşecektir. İşte, bu irade açıklamasına, hastanın "onay hakkı" denir. Bu irade açıklaması, tıbbî müdahaleye tam onay, kısmen onay ya da tıbbî müdahaleyi ret şeklinde olabilir.

Kanımızca, onayın soyut ve genel olarak verilmesi yeterlidir. Ancak onay belli bir hekim için verilmişse ve/veya belli bir şikâyetin giderilmesi için verilmişse bunun esas alınması gereklidir.

Onayın geçerli olabilmesi için hastanın bilgilendirilmesi gerekir. Bununla birlikte onayın hasta tarafından verilmesi; onayın tıbbî müdahaleye ve sağlık hizmetini vermeye ehil kişilere yönelik olması gerekir.

Onay, tıbbî müdahalenin ön koşulu olduğundan, bu ön koşul gerçekleşmeden tıbbî girişimin yapılmaması gerekir. Bu nedenle, hasta, tıbbî müdahalenin gerçekleştirilmesinden önce veya en geç tıbbî müdahale sırasında, onayını bildirmelidir (Biyoetik Sözleşmesi md.5/1).(22, 23)

Mevzuatın öngördüğü istisnalar dışında, onay, herhangi bir şekle bağlı değildir (Hasta Hakları Yönetmeliği md. 28). 1219 sayılı Yasa, büyük cerrahi ameliyatlarda hastanın yazılı onay vermesi gerektiğini hükme bağlamıştır. Yine organ ve doku alınabilmesi için, vericinin yazılı ve imzalı veya en az iki tanık önünde sözlü olarak beyan edip imzaladığı tutanağın bir hekim tarafından onaylanması gerekir (2238 sayılı Yasa madde 6). Yargıtayda bir kararında, "hekimin, yaptığı ameliyatın çok ağır sonuçlar doğurabileceğini hastaya anlatarak, onun bu muhtemel sonuçlara rağmen ameliyatı istediğine ilişkin onayını almış olması gerektiğini" belirtmiştir.(24)

Kural olarak, hastanın onayı alındıktan sonra tıbbî müdahalede bulunulmalıdır. Ancak bazı hallerde onay alınması mümkün olamamakta ve bazı hallerde de verilen onay esas alınmamakta ya da hiç aranmamaktadır. Hastaya tıbbî müdahalenin yapılması çok acil ise ve hasta onay verebilecek durumda değilse, onayın alınmasına gerek yoktur. Kişinin trafik kazası sonucu ağır yaralanması ve şuurunu kaybetmesi halinde, durum budur.

2.3. Bakım ve tedavi hakkı

Bakım ve tedavi, hekim ve diğer sağlık personelinin hastaya yönelik belli nitelik ve kapsamlara haiz tıbbî faaliyetleridir. Burada sadece hekimin değil, diğer sağlık personelinin, doğrudan veya dolaylı olarak, hastanın acılarını dindirme, iyileştirme, tıbbî müdahale süresince hastanın kişisel ihtiyaçlarını karşılamaya ilişkin tüm faaliyetleri, bakım ve tedavi hakkının konusunu oluşturmaktadır. Anlaşılacağı üzere, bakım ve tedavi hakkının konusu, birbiri içine geçen ve aynı zamanda belli aşamalar da seyreden pek çok faaliyeti içerir.

Bakım ve tedavinin konusunun birinci aşaması tanıdır. Hastanın yakındığı, giderilmesini istediği hususun tespitidir. Tanı, tedavinin temelini oluşturmaktadır.

Bakım ve tedavinin ikinci basamağı ise, sağlık hizmetinden yararlanan kişinin konulan tanıya göre biyolojik, psikolojik, fizyolojik bozuklukların giderilmesine ilişkin hekimlik faaliyetleridir. Bu hekimlik faaliyetlerine "tedavi" de denilmektedir. Tedavi; hastalığı önlemek, ortadan kaldırmak veya iyileşmesini çabuklaştırmak, hastalığın tehlikelerini azaltmak, yarattığı ızdırapları teskin etmek, arazlarını ortadan kaldırmak veya hafifletmek için alınan tedbirlerin, uygulanan ilaçların veya cerrahi müdahalelerin bütününü ifade eder (Tıbbî Deontoloji Nizamnamesi madde 13).(25)

Hekim ile hasta arasındaki ilişkinin niteliği ne olursa olsun hastanın en temel hakkı, dolayısıyla hekimin asıl edimi hastayı tedavi etmektir.(26) Tıbbî faaliyetin özü, hasta hakkının özü, bakım ve tedavidir. Hastanın aydınlanması, onayın alınması, bakım ve tedavi öncesi gözetilmesi gereken hususlar olup bunların da amacı, doğru bakım ve tedavinin sağlanmasıdır.

Yukarıda değinilen hususlar, hasta ile hekim arasındaki ilişkinin niteliği ne olursa olsun geçerli olacak hususlardır. Hasta-hekim, hasta-sağlık kuruluşu arasındaki hukuksal ilişkinin niteliğine göre, bakım ve tedavi hakkının konu ve kapsamı genişlemekte veya daralmaktadır. Yapılan sözleşmede hastaya yapılacak tıbbî müdahalenin niteliği, şekli, süresi, bakım ve tedavi süresince barınma, yeme ve diğer temel ihtiyaçların karşılanması hükme bağlanmış olabilir. Bu şekilde yapılacak sözleşmelerde belirtilen edimler de bakım ve tedavi hakkının konusunu teşkil edecektir.

Sağlık hizmetlerinin özünü oluşturan bakım ve tedavi, hasta hakları açısından ele alındığında, bazı hususları kapsaması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Bakım ve tedaviyi yapacak hekimin hasta tarafından seçilebilmesi; bakım ve tedavinin meslekî özen içinde tıp biliminin gereklerine göre yapılması, sosyal açıdan kaliteli sağlık hizmeti niteliğinde olması ve ekonomik olması gerekir. Hasta, bakım ve tedaviyi alırken gerek fizikî koşullar açısından ve gerekse de başka bir hastalığa yakalanmamak açısından güvende olmalıdır.

Bakım ve tedavinin yukarıda belirtilen hususların kapsaması gerektiği mevzuat hükümlerinde hükme bağlanmış olup (Tıbbî Deontoloji Nizamnamesi, Hasta Hakları Yönetmeliği, Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun) yargısal kararlara da konu olmaktadır.(27, 28, 29)

2.4. Mahremiyet ve özel hayat hakkı

Kişinin bakım ve tedavi amacıyla ya da başka bir sebeple açıklamak zorunda olduğu, ancak, toplumdaki tüm bireylerin bilgisinden saklamak istediği yaşam alanına, "mahremiyet" denir. "Özel hayat (yaşam) alanı"nı ise, bizzat kendisi tarafından oluşturduğu ve/veya önemsediği değerler ve yaşam tarzı oluşturmaktadır. Bu değerler içinde, kişinin inanışları, felsefi düşüncesi, hayata bakış açısının oluşmasında etkili olan hususlar da yer almaktadır. Mahremiyet ve özel hayat alanı, birlikte anıldığında, kişinin başkasının bilgisinden sakladığı şeyler, yaşamsal değerleri ve yaşama tarzının önemsenmesini ve korunmasını kapsamaktadır.

Mahremiyet ve özel hayat alanının hukuk tarafından tanınması, bunun hak olarak tanımlanmasını doğurmaktadır. Böylece, mahremiyet ve özel hayat alanı, hukuksal olarak korunmaya alınmış, bu alana tecavüz niteliğindeki eylemlere karşı korunma sağlanmış olunur.

Hekim, klâsik muayene ile hastanın vücut yapısını, prognoz ile geçmişini öğrenecek; gerekirse ek sorular sorarak özel yaşamına ilişkin bilgilere sahip olacak; yapacağı tetkik ve tahlillerle de hastanın da bilmediği bilgilere sahip olacaktır. Görüldüğü gibi her tıbbî müdahale, hasta için özel yaşamına müdahale anlamını taşımaktadır.

Nelerin hastanın mahremiyet ve özel yaşam hakkının konusunu oluşturduğunun tespiti, her tıbbî müdahale için ayrı ayrı değerlendirmeyi gerektirir. Genel bir hasta tipinden hareketle hastanın özel hayat hakkının belirlenmesi yanlış olacaktır.(30) Hastanın mahremiyet ve özel yaşama hakkının konusunun tespitinde, öncellikle, somut hasta tipi esas alınmalıdır. Hekim, hasta ile ilgili bilgilerde, kendi değer yargılarına göre değerlendirme yapamaz. Hekimin değer yargılarına göre, hastanın mahremiyet ve özel yaşam alanının tespiti mümkün değildir.

Hastanın mahremiyet ve özel hayat hakkının kapsamı, tıbbî etik tartışmalarına ve mevzuat hükümlerine konu olmuştur. Bu konuda esaslı düzenleme olarak kabul edilebilecek Hasta Hakları Yönetmeliğinin 21'inci maddesi, aynen şöyledir:

"Hastanın mahremiyetine saygı gösterilmesi esastır. Her türlü tıbbî müdahale, hastanın mahremiyetine saygı gösterilmek suretiyle icra edilir. Mahremiyete saygı gösterilmesi ve bunu isteme hakkı; hastanın sağlık durumu ile ilgili tıbbî değerlendirmelerin gizlilik içerisinde yürütülmesini; muayenenin, teşhisin, tedavinin ve hasta ile doğrudan teması gerektiren diğer işlemlerin makul bir gizlilik oranında gerçekleştirilmesini; tıbben sakınca olmayan hallerde yanında bir yakınının bulunmasına izin verilmesini; tedavisi ile doğrudan ilgili olmayan kimselerin, tıbbî müdahale sırasında bulunmamasını; hastalığın mahiyeti gerektirmedikçe, hastanın şahsî ve ailevi hayatına müdahale edilmemesini; sağlık harcamalarının kaynağının gizli tutulmasını kapsar. Ölüm olayı, mahremiyetin bozulması hakkını vermez."

Hastanın mahremiyet ve özel hayat hakkı, hekim ve diğer sağlık personelinin hasta hakkında edindiği bilgileri, üçüncü kişilere aktarmamasını, hasta ile ilgili bilgilerin saklanmasını gerektirir. Hastanın bu hakkı, tıbbî etik ve anayasal haktır (Anayasa madde 20).

Hasta ile ilgili bilgi ve belgelerin üçüncü kişilere karşı korunması, özel yaşamın masumiyetini ifade eder. Ancak hasta ile ilgili özel yaşam bilgilerinin masumiyeti ilkesi, her zaman mutlak değildir. Bazı hallerde, hasta ile ilgili bilgi ve belgelerin açıklanması yapılmaktadır. Üstelik bu durum, hastanın özel yaşamının ihlâli sonucunu doğurmamaktadır. Bu hallerin çoğu kanunda belirtilmiştir. Daha çok Umumî Hıfzıssıhha Kanununda düzenlenen bu istisnalar toplum sağlığı ve güvenliği amaçlı olup kolera, veba, tifo, cüzzam, kızamık, kuduz gibi sari ve salgın hastalıklara ilişkindir. Bu hastalıklardan birisine tutulduğu tespit edilen kişileri kimlik bilgileri ve durumlarının ilgili birimlere bildirilmesi zorunludur. Bazen de hastanın onayı ile mahremiyet ve özel hayat alanına ilişkin bilgiler açıklanabilir.

2.5. Başvuru hakkı

Tıp etiği ve hukuk tarafından hasta lehine tanınan yetkilerin anlam kazanabilmesi, bu yetkilerin güvence altına alınması ile olur. Bunun için hasta lehine tanınan yetkilerin ihlâli halinde; hastanın ihlâlin engellenmesini isteme, ihlâl edilmişse telafisini talep etme hakkı olmalıdır.

Hasta, sağlık hizmeti alırken karşılaştığı sorunların çözümü için çeşitli başvuru imkanlarına sahiptir. Yapılacak başvuru, etik, idarî ve yargısal nitelik taşıyabilir. Belirtmek gerekir ki, hasta lehine tanınan yetkilerin, güvencesiz olması ve özellikle hukuksal güvence taşımamaları, bu yetkilerin hak olarak nitelendirilmemesini doğurur. Bu itibarla, başvuru hakkı, hasta lehine tanınan yetkilerin hak olarak nitelendirilmesinin esasını teşkil eder.

Hasta-hekim ilişkisinin güvene dayandığı ilk dönemlerde hastanın güvencesi, sadece tıp mesleğinin etik kurallarıydı. Hekim, babacan tavrıyla hastanın haklarını korumakta, hasta bir hak talep etmeksizin hekime teslim olmaktaydı. Hasta haklarının gelişmesi ile hasta lehine tanınan yetkiler, hem hukuksal güvenceye bağlanmış oldu, hem de hakların etik olarak korunması, daha da gelişti.

Hasta haklarının etik güvencesi, etik kuralların hasta lehine daha da belirginleşmesi, tıp uygulamasındaki pratiğin etik kurum ve kuruluşlarca tartışılıp değerlendirilmesi, etik yaptırımların uygulanması ile belirginleşmektedir. Ayrıca, hasta haklarının tanımlanıp korunmasında hukukun etik kurallardan yararlanması ile de etiğin hukuksal alana kayarak güçlenmesini sağlamıştır.

Hasta hakları konusundaki gelişmenin en önemlisi, hasta lehine tanınan yetki ve irade beyanlarının hukuk tarafından kabul edilmesidir. Bu yetki ve irade beyanlarının hukuk tarafından benimsenmesi ile hukuksal güvence sağlanmıştır. Hukuksal güvence ile hasta haklarının ihlâli, hukuksal yaptırıma bağlanmıştır. Hukuksal yaptırım, diğer sosyal kuralların yaptırımından en güvenceli olanıdır. Bu itibarla, hasta haklarının en büyük güvencesi hukuksal güvencedir.

Hasta haklarının hukuksal güvenceye kavuşması, hastaya karşı yükümlülük içinde olacak kişi ve kuruluşların daha dikkatli davranmalarını sağlamaktadır.

Hasta haklarının hukuksal ve etik güvencesinin yanında, temel güvencelerinin de olması gerekmektedir.

Temel güvencelerinin başında, hastanın, hakları konusunda bilgi sahibi olması gelir. Hasta, haklarını bildikçe haklarına sahip olacaktır.

Hasta belirtilen tüm haklarının ihlâlinde başvuru hakkını kullanabilir.

İdarî başvuruyu kendisine sağlık hizmeti veren birime yapmalıdır.

Etik başvuruyu, etik kurullara ve meslekî kuruluşlara yapabilir. Meslekî kuruluşların en etkili ve yaygın olanı tabip odaları ve üst birlikleridir.

Yargısal başvuruyu ise yargı organlarına yapmalıdır. Yargı organları Cumhuriyet başsavcılıkları ve mahkemelerdir.

Yargısal başvurularda hastanın iki temel talebi olacaktır: Zararının tazmini ve sorumlunun cezalandırılması.

Hasta, zararının tazminini, tazminat davası ile talep edecektir. Tazminat talebi ise, iki türlü olabilir: Birincisi, hastaya verilen zararın maddî olarak tazminidir. Maddî tazminat talebinde hasta, tedavi yüzünden uğradığı kazanç kaybını isteyecektir. Ayrıca meydana gelen zararın yeni bir tedaviyi gerektirmesi halinde bu tedavi giderini de talep edecektir. Hasta, meydana gelen zararla, kısmi veya daimi zaafa uğramışsa bunun giderilmesini isteyebileceği gibi, ölmesi halinde bakmakla yükümlü olduğu kişiler de tazminat talebinde bulunabilirler.

İkinci tazminat talebi ise, manevî tazminattır. Manevî tazminat talebinde hasta, yanlış bakım ve tedavinin kendisi için doğurduğu olumsuz manevî zararın giderilmesini talep edecektir.

Yargı mercilerinin, sağlık kuruluşunun ve/veya sağlık personelinin hastaya tazminat ödemelerine karar verebilmesi için hastanın başvurusu zorunludur. Ancak ceza hukuku açısından sağlık personelinin takibata uğraması için kural olarak hastanın başvurusu aranmaz. Ceza hukuku açısından hastanın başvurusu, sadece Cumhuriyet başsavcılığının harekete geçmesini sağlayacaktır. Cumhuriyet başsavcılığınca resen soruşturma yürütülecektir. Sağlık personelinin görevi ihmali, taksirle ölüme sebebiyet vermesi gibi hallerde durum budur. Sağlık çalışanının taksirle yaralamaya sebep olması ve bu yaralamanın 20 günden az mutat iştigale engel nitelik taşıması, basit etkili eylem (TCK madde 456/4) hallerinde ise, yine hastanın şikâyeti aranacaktır.

Sonuç olarak denilebilir ki hasta hakları, temel hak ve değerlerin sağlık alanına yansımasıdır.

Hasta hakları bir ucu açık haklardandır. Bu sebeple, değişim ve gelişim göstermektedir. Ayrıca hasta haklarının içerik ve kapsamı, toplumun ekonomik, sosyal ve bilinç düzeyi ile alakalı olup, bu parametrelere göre gelişim ve değişim göstermektedir.

Kişinin kendi geleceğini belirleme hakkı gereği, sağlık hizmetleri sunumunda, hasta merkezli faaliyet esas alınmalıdır.

Hasta merkezli sağlık hizmeti için hasta-hekim, hasta-sağlık çalışanı, hasta-sağlık kuruluşu iş birliği gereklidir.



KAYNAKÇA

Akdur, Recep, 1997, "Koruyucu Sağlık Hizmetlerinde Etik Sorunlar", Etik Bunun Neresinde, Ankara Tabip Odası Yayınları, Ankara, s.159-168

Akın, F. İlhan, 1987, Kamu Hukuku, 5. Bası, Beta Basım Yayım Dağıtım A. Ş. İstanbul.

Ayan, Mehmet, 1991, Tıbbî Müdahalelerden Doğan Hukukî Sorumluluk, Kazancı Kitap Ticaret A. Ş., Ankara.

Bayraktar, Köksal, 1972, Hekimin Tedavi Nedeniyle Cezai Sorumluluğu, Sermet Matbaası, İstanbul.

Cihan, Erol, 1997, "Hukukî Açıdan Hasta Hakları" Tıbbî Etik Yıllığı, IV, İstanbul s., 25-29.

Çilingiroğlu, Cüneyt, 1993, Tıbbî Müdahaleye Rıza, Filiz Kitabevi, İstanbul.

Çinko, Mehmet Sıddık, 2001, Hasta Haklarının Hukukî ve Tıbbî Açıdan İrdelenmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü, İstanbul.

Fişek, Nusret, 1996, "İnsan Hakları ve Hekimlik" Hekimlik ve İnsan Hakları Türk Tabipleri Birliği Deneyimi, 1984-1992, (Derleyen Ata Soyer).

Göze, Ayferi, 1989, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, 5. Baskı, Beta Basım Yayım ve Dağıtım A. Ş., İstanbul.

Hamzaoğlu, Onur, 1997," Sağlıklılık ve Etik" Etik Bunun Neresinde, Ankara Tabip Odası Yayınları, Ankara, s., 151-153.

Hekim Forumu, 1996, "Neden Hasta Hakları", s., 107, 15, İstanbul Tabip Odası Yayını, s., 4-9

Illıch, İvan, 1995, Sağlığın Gasbı, (Çev. Süha Sertabiboğlu) 1.Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul

Kalaca, Çağrı, 1997, "Hasta Hakları" Etik Bunun Neresinde, Ankara Tabip Odası Yayınları, Ankara, s., 35-52.

Lök, Veli,1996, "İnsan Hakları ve Sağlık" Hekimlik ve İnsan Hakları Türk Tabipleri Birliği Deneyimi, 1984-1992 (Derleyen Ata Soyer).

Ortaylı, Nuriye, 1996, "İğneyi Kendine Çuvaldızı Başkasına" Hekim Forumu, İstanbul Tabip Odası Yayınları, 15, s. 107, s.10-11

Özsunay, Ergun, "Alman ve Türk Hukuklarında Hekimin Hastayı Aydınlatma Ödevi ve İstisnaları" Sorumluluk Hukukundaki Yeni Gelişmeler, 5. Sempozyum, Mukayeseli Hukuk Araştırma ve Uygulama Merkezi, Fakülteler Matbaası, İstanbul, s. 31-59.

Öztürk, Hafize, 1997, "Etik Alanında Temel Yaklaşımlar", Etik Bunun Neresinde, Ankara Tabip Odası Yayınları, Ankara, s. 15-25

Terzioğlu, Arslan, 1997 "Tıbbî Etik Açısından Hasta Hakları ve Hekim", tıbbî Etik Yıllığı, IV, İstanbul. s.7-12.

Yargıtay İkinci Ceza Dairesinin 08.04.1994 tarih, 1994/738, E-2971 K. sayılı kararı, YKD, c. 20, sy. 7, Temmuz 1994

Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesinin 17.10.1964 tarih, 6428 E,-4925 K sayılı kararı, (Bayraktar, Köksal, 1972, Hekimin Tedavi Nedeniyle Cezai Sorumluluğu, Sermet Matbaası, İstanbul).

Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesinin 07.03.1977 tarih, 1976/ 6297 E-1977/2541 K. sayılı kararı, YKD, c. 4, s. 6, Haziran1978.

Yargıtay Onüçüncü Hukuk Dairesinin 14.03.1983 tarih, 1982/7237 E-1983/1783 K sayılı kararı, YKD c. 9, s. 7,

Danıştay Onikinci Dairesinin 25.12.1968 tarih, 1967/788 E-1968/2489 K sayılı kararı, (Hancı, İ. Hamit, 1995, Hekimin Yasal Sorumlulukları (Tıbbî Hukuk), Egem Tıbbî Yayıncılık Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi, İzmir).

Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi, İnsan Hakları ve Biyoetik Sözleşmesi( Biyoetik Sözleşmesi).

"İnsan Hakları İhlâli" İddiaları Bağlantısı İçinde Sağlık ve Hasta Hakları (Mevcut Durum, Tenkitler ve Hâl Çareleri) Konusunda Sağlık Bakanlığı Raporu

http://www.hukukcular.org.tr/yazi_detay.php?Yazi_id=78&yazar=42
#2205
Luiz Inácio Lula da Silva (d. 27 Ekim 1945 Caetés, Brezilya) Brezilyalı politikacı. 2002'de Brezilya Devlet Başkanı seçildi. 1 Ocak 2003'te devlet başkanlığı görevini devraldı. Lula, Brezilya İşçi Partisi'nin (Partido dos Trabalhadores, PT) kurucusu üyesidir. Portekizce'de Kalamar anlamına gelen "Lula" takma adını daha sonradan resmi adına dahil etmiştir.

Lula 1974'ten bu yana Marisa Letícia ile evlidir ve beş çocuk sahibidir.

Gençlik
Lula da Silva Pernambuco eyaletinin Caetés kentinde doğdu. 1952'den itibaren São Paulo'da büyüdü. Sekiz çocuklu Aristides Inácio da Silva ve Eurídice Ferreira de Mello çiftinin yedinci çocuğuydu. Yoksulluktan dolayı okula çok az gidebildi ve 12 yaşından itibaren ayakkabı boyacılığı, postacılık, çamaşırhane işçiliği gibi çeşitli işlerde çalıştı.

Daha sonra bir metal fabrikasında çalışmaya başladı ve metal işçiliği eğitimi gördü. 1966'dan sonra São Bernardo do Campo'da büyük bir metal işletmesinde çalışmaya başladı.

Sendikacılık ve politikaya giriş
Kardeşi üzerinden sendika hareketine katılan Lula, 1969'da metal işçileri sendikasının bölge grubu başkanı seçildi. 1975 yılında % 92 oy alarak sendika başkanı oldu ve 100.000 işçiyi temsil etmeye başladı.

1970'lerden itibaren Lula aralarında büyük çaplı grevlerin de olduğu sendika faaliyetlerinin örgütlenmesinde yer aldı. Tutuklandı, bir ay tutuklu kaldı. Grevlerin başarısızlığı üzerine başka sendikacılar, aydınlar ve toplumun farklı kesimlerinin temsilcileriyle birlikte 10 Şubat 1980'de İşçi Partisi'ni (Partido Trabalhadores, PT) kurdu. PT daha 1982 yılında ülkenin geniş kesimine yayıldı ve 400.000 üyeye ulaştı.

1986 yılında Lula Brezilya kongresine seçildi. Yeni sivil anayasanın hazırlanmasına aktif olarak katılan PT bu sayede işçi haklarıyla ilgili önemli kazanımlara anayasayal güvenceye almayı başardı. Ancak toprak mülkiyeti gibi konularda aynı başarıyı gösteremedi. 1989 yılında Lula PT'nin adayı olarak sosyalist bir programla başkanlık seçimlerine katıldı. Ancak özellikle sermaye çevrelerinin karşı çıkması sonucu seçilemedi.

Daha sonra yapılan bütün başkanlık seçimlerine Lula da katıldı. 2002 yılındaki seçim kampanyasında işçi imajını değiştirerek ilk defa takım elbise giydi. Ayrıca Brezilya'nın dış borçlarını ödememesi gerektiğine yönelik taleplerini vurgulamaktan vazgeçti. Bunun yerine programında açlık ve yoksullukla mücadele ve daha iyi eğitim olanakları ön plana çıktı. Ayrıca sermeye çevreleriyle de yavaş yavaş güven ilişkisi geliştirmeye başladı. Bunu Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) güvenini kazanması izledi.

Başkanlık
27 Ekim 2002 yılında yapılan ikinci tur seçimlerini Lula Brezilya Sosyal Demokrat Partisi ((Partido da Social Democracia Brasileira - PSDB) adayı José Serra'ya karşı başarıyla tamamladı ve 1995'ten beri başkanlık görevinde bulunan Fernando Henrique Cardoso'nun yerine Brezilya devlet başkanı oldu.

Aynı zamanda Mato Grosso valisi olan ve Greenpeace'in Brezilya'daki yağmur ormanlarının tahrip edilmesinden sorumlu tuttuğu sanayici Blairo Maggi gibi isimlerle yakınlığı yüzünden çokça eleştirilen Lula 2006 yılında yapılan seçimlerde rakibi sosyal demokrat Geraldo Alckmin'e karşı yeniden başarılı olarak başkanlık görevini sürdürdü.

Özellikle toplumun yoksul kesimlerinden destek bulan Lula da Silva'nın göreve geldiği 2002 tarihinden bu yana Brezilya toplumunda yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranı %40'dan %20'ye geriledi.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Luiz_In%C3%A1cio_Lula_da_Silva
#2206
O bir zamanlar ayakkabı boyacısıydı. Sokağın nabzını iyi kavradı.

Ülkesinin kaderi haline gelen yoksulluk ve üst üste yaşanan krizlerin nedenleri konusunda kafa yordu. Sonunda şifreyi çözdü.

Ülkenin içinde bulunduğu vahim durumun, uzun yıllar boyunca devleti yöneten "vasat insanların" ortaya çıkardığı bir fatura olduğuna kanaat getirdi.

Bir tespiti çok önemliydi: Hükümetler kim için var olduklarını bilmeliler ve politikalarını o önceliğe göre belirlemeliydiler. Hükümet zenginlerin değil, öncelikle yoksul kesimler için var olmalıydı. Çünkü zenginler zaten işin yolunu bulmuşlardı. Önemli olan geniş yoksul kesimlerin elinden tutmaktı.

Bu düşüncelerle, gidişatı durdurmak ve ülkesindeki yoksulluğu bitirmek için en tepeye çıkmak gerektiğini anladı ve gün geldi ülkesinde cumhurbaşkanı oldu.

Sözünü ettiğimiz kişi, resmi bir ziyaret için birkaç gündür ülkemizde bulunan Brezilya Cumhurbaşkanı Lula Da Silva'dan başkası değil.

Da Silva'nın NTV'de ayınlanan röportajını izlerken, ülkesini batık bir devletten IMF'e borç veren bir ülke konumuna nasıl geldiklerinin ipuçlarını öğrendik.

Röportaj sırasında Da Silva'nın beden dilini, kıyafetini ve içinde bulunduğu ruh halini gözlemledim. Yıkıntı halindeki bir ülkenin enkazı üzerinde puro tüttüren, içinden çıktığı çevrelerden kopuk, tuzu kuru bir papyonlu gibi değil, ütüsüz pantalonu, mutevazi kıyafeti ile, saray havasının bile bozamadığı "bu ülkenin hali ne olacak" sorusuna cevap arayan sokaktaki insanın devletin tepesinde sorumluluk üstlenmiş bir duruşu vardı.

Da Silva, Latin Amerika'nın en önemli politikacılarından biri. 1945 yılında yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Doğru dürüst bir eğitim görmedi. 12 yayındayken iş hayatına sokaklarda ayakkabı boyarak başladı. Hani derler ya hayat mektebinden mezun, o da tıpkı öyleydi. Zaman içinde sendika liderliğine yükseldikten sonra 1980 yılında politikaya atıldı.

Solcu İşçi Partisi lideri olan Lula, 1986 yılında parlamentoya girdi. 2002 ve 2006'da olmak üzere, iki kez ardı ardına cumhurbaşkanı seçildi. Halkın kendisine gösterdiği yoğun destek hala sürüyor.

NTV sunucusunun, "kendinizi nasıl tanımlarsınız? Sosyalist misiniz, sosyal demokrat mısınız, popülist misiniz, pragmatist misiniz?" sorusuna verdiği cevap çok anlamlıydı. Şöyle dedi: "Bir devlet başkanının alnında etiket olamaz. Ben bütün Brezilyalılar için Brezilya'yı yönetiyorum..."

Ömrünü IMF politikalarına muhalif olarak geçirmiş, sokaklarda bu konuda elinde pankart ve dövizler gezdirmiş biri olarak IMF ile bir masa oturamazdım diyen Da Silva, ülkesini IMF cenderesinden nasıl kurtardıklarını da anlattışunları söyledi:

"...Her şeyden önce politik ekonomi açısından bir büyü yok. Mali politikalarda çok ciddi bir tutum ortaya koyduk. Harcamalarımızı çok ciddi bir şekilde tanımladık ve önceliklerimizden biri refah alanıydı. 20 milyon Brezilyalıyı yoksulluktan orta sınıfa çıkardık. Biz artık IMF'den borç alan değil, IMF'ye borç veren ülkeyiz. Bugün rezervlerimizde önemli miktarda para var. Hiçbir kuruma borcumuz yok.

IMF'nin o zamanki başkanına borcumuzu ödemek istediğimizde; "Yok yok! Brezilya'da kalsın o para, gerek yok vermenize" dediler. 'Siyasi karar verme sürecine yabancı müdahaleleri kabul etmiyoruz. Biz tek taraflı olarak IMF kredilerini ödeme kararı aldık ve ödedik. Artık borçlu değiliz ve aksine biz bugün kredi sağlayabiliyoruz. IMF direktörünün Brezilya'nın artık IMF'den para almaya ihtiyacı yok dediğinde nasıl şaşırdığını hatırlıyorum. Biz IMF'ye bugün en az gelişmiş ülkelere kredi vermesi için kredi veriyoruz.

Ben hayatım boyunca "IMF dışarı!" pankartları taşıdım. Nasıl IMF ile çalışabilirdim? IMF bu ülkelere borç vermeli, ama o ülkenin ekonomi politikasına ülkeyi yönetenler karar vermeli. Biz artık IMF'nin bizim ulusal ekonomimize müdahale etmesine izin veremeyiz. IMF yetkililerinin bizim bakanlarımıza talimatlar vermesini istemiyoruz.

Çalışmalarımızla 106 bin istihdam alanı yarattık. Şimdi çok daha iyi bir durumdayız. Brezilya artık bağımsız olmayı öğrendi. Brezilya hiçbir ülkeye bağımlı değli. Hiçbir ülkeye karşı çıkmak istemiyoruz. Ama ikinci sınıf ülke olmak da istemiyoruz. Eşitlik istiyoruz."

Hükümet yoksulları kollamalı...

Da Silva önceliklerini de şöyle sıraladı:

"...Brezilya'da bizim önceliğimiz, ülkemizdeki yoksullara yardım etmekti. 11 milyon yoksul aileye ulaştık. En uzak yerlere bile elektrik taşıdık. Asgari ücretin yükseltilmesi için çalıştık. 2013'e kadar 203 milyar dolarlık yatırımlar yapılacak. Özel düşük faizli kredi yarattık. Toplumda ihtiyaç duyan kesimlere yardım ettik. Hükümet zengin değil, yoksul kesimler için var olmalı. Çünkü devlete esas ihtiyacı olan yoksul kesimler. Brezilya'nın gerçekleştirdiği büyüyü herkes gerçekleştibilir. Önemli olan bu politkaları uygulamak. Türkiye de bunu gerçekleştirebilir."

Da Silva'ya gezisi sırasında bazı bakanları ve çok sayıda Brezilyalı işadamı eşlik ediyor. Brezilya heyetinin Türkiye'nin ardından Suudi Arabistan'a geçecek.

Başarılı belediyelerimizden birinin, "çalışınca oluyor" şeklinde güzel bir sloganı vardı. Brezilya çalıştı ve başardı.

Da Silva diyor ki; "Dünyadaki pek çok ülke büyümeye başladı. Çin, Hindistan ve Türkiye önemli rol oynuyor. Bu yüzden Türkiye dünya politikalarında çok daha fazla söz sahibi olmalı."

Bugün aslında farklı bir konuyu yazmak istiyordum. Fakat bazı medya gruplarının  ve iş dünyasının önde gelen isimlerinin IMF ile anlaşma yapılması konusundaki ısrarcı yaklaşımlarını görünce, Brezilya örneğine dikkatleri çekmek istedim.

Brezilya Devlet Başkanı Da Silva Türkiye'nin konumunu önemsiyor ve bazı önerilerde bulunuyor. Dilerim yetkililer, "madem onlar başarmış, biz neden başaramayalım ki..." diye düşünürler ve içişlerimize müdahale anlamına gelen IMF kredilerine boyun eğmezler ve ülkemizi bu paraya muhtaç duruma düşürmezler.

Siyasetin yeniden harmanlanma sürecine girdiği şu konjonktürde Brezilya örneğine tüm ilgililerin dikkatini çekmek istiyorum.

Kendinize, ülkenize ve insanınıza güveniniz.

(Röportajın tamamını buradan izleyebilirsiniz: http://video.ntvmsnbc.com/Default.aspx?QueryStringValue=58585858585853456435297572776530536430865373736530536430335835586539627480113463848067401437)

Prof. Dr. Osman ÖZSOY -  Haber7.com

http://www.haber7.com/haber/20090522/Gul-ve-Erdogan-bu-adami-iyi-izlemeli.php
#2207
Vahim bir mahkeme kararı: Düşünce tehlikedir

Vatan Gazetesi'nde Can Ataklı bir süre önce bir yazı kaleme almıştı. "Bu Paralar Niçin Alındı" başlıklı bu yazıda, 1915 Özür Kampanyası'na katılanlar, bu ve benzer kampanyalar için AB'den para almakla itham edilmişti...

Tarz ucuzdu...

Kimi imzacıların üyesi oldukları sivil toplum kuruluşları internetten bulunmuş, bunların aldıkları bazı araştırma fonlarına ilişkin Avrupa kaynaklarının toplamı, kaynak bu kişilere, bu kişilerin cebine aktarılıyor gibi göstermişti.

Böylece 1 milyon avro, 200 bin avro alan adamlar haline getirmişti Ataklı kimi isimleri.

Ucuz işti ve her ucuz iş gibi kirletici yanı vardı.

O yazıda ismi geçenlerden, Ahmet İnsel, Murat Belge, Adalet Ağaoğlu, Can Ataklı'ya tekzip göndermişler, tekzip metni yayınlanmayınca mahkemeye başvurmuşlardı.

Bu durumda, beklenen nedir?

Tartışmaya, düşünmeye mahal bırakmadan, rutin bir kararla mahkemenin tekzibin yayınlanması hükmünü vermesi değil mi?

Peki ne oldu?

Talep mahkeme tarafından reddedildi.

Beteri şu: Mahkeme tekzibe konu olan yazıyı değil, 1915 Özür Kampayasını tartışarak, dahası yorumlayarak aldı kararını...

Bu ibretlik kararı biz de kayda geçirelim.

Yorumunda şöyle diyor mahkeme:

"Kampanyayı başlatanlar arasında yer alan, tekzip talebinde bulunanların, kimilerine göre, Türk Milletinin geçmişini ve tarihini ağır bir sorumluluk altına sokacak ve yine Türk Milleti ve Türk Devletini uluslararası sahada belki de hukuken sorumlu tutmaya ve sanki bir suç işlemiş olup, bundan pişmanlık duyup ikrar eden konumuna düşürecek bu masum gibi gözüken kampanya, fikir ve düşünce özgürlüğü kapsamında ve ahlaken de erdemli bir davranışmış gibi sunulsa ve böyle olduğu kabul edilse bile; aynı görüşü paylaşmayanların; tarihsel ve düşünsel açıdan direnç göstermelerinin de fikir ve inanç özgürlüğü kapsamında kaldığı kuşkusuzdur".

Karar ise şöyleydi:

"Yazarın kaleme aldığı sözü geçen yazının tamamen; fikir ve düşünce özgürlüğü ile bunun doğal bir yansıtma biçimi olan basın özgürlüğü sınırları çerçevesinde kaldığı; AB fonlarından para alınmasının belli usullere göre yapılması durumunda zaten suç olarak değerlendirmediği hususu tekzip talebinde bulunanların düzeltme metnine aldıkları yazılarından da anlaşılmıştır."

Gerçekten inanılır gibi değil...

Türkiye'de yargının ilerdiği ideolojik ve politik hat tanımlanabilir, açıklanabilir değil...

Bir hakim böyle düşünse bile, kişisel düşüncesini, ideolojik mülahazasını bir karara yansıtabilir mi?

Baskın Oran'ın son yazısında sorduğu soru kadar basit hadise:

"Acaba ... yargıçlarımız ... örneğin Hukukçular Derneği diye bir derneğin AB'den aldığı araştırma fonunu, bir 'gazeteci' kalkıp da, kendilerinin açık açık isimlerini vererek, 'Şu şu kişiler ceplerine atmışlardır' diye ilan etseydi acaba ne yaparlardı?"

Bu nasıl hukuk düzenidir?

Demek ki dün olduğu gibi bugün de, bazı kişilerin kişilik hakları çiğnenebilir, bazı düşünceleri savunan kişiler karalanabilir bu düzende...

Bırakın yargıç olmayı, hakkaniyet sahibi bir insansanız, yapılan bir açıklamayı beğenmeyebilir, eleştirebilirsiniz, fakat hukuk ve yasaları kendi gücünüz haline çeviremezsiniz...

Yargıçsanız siyaset yapamazsınız.

Fayda tanımı yapamazsınız...

Tarihçilik hiç yapamazsınız...

Düşünce karalanacak, düşünce sahipleri kirletilecek, bu düşünce ve düşünce adamı düşmanlığı mahkemelerde aklanacak...

Böyle bir şey olabilir mi?

Yazık ki oluyor, hala oluyor...

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/default.aspx?i=15518&y=AliBayramoglu
#2208
Limited şirket ve anomim şirket ana sözleşme örneklerini Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın web sitesinden temin edebilirsiniz:

Limited şirket: http://www.sanayi.gov.tr/webedit/gozlem.aspx?sayfaNo=2475

Anomim şirket: http://www.sanayi.gov.tr/webedit/gozlem.aspx?sayfaNo=1236

Diğer şirket işlemleri için bkz. http://www.sanayi.gov.tr/webedit/gozlem.aspx?sayfaNo=702
#2209
Adalet Bakanlığı'nın Türkiye'deki tüm adliyeleri kapsayacak şekilde hazırladığı telefon rehberine bu adresten erişebilirsiniz:

http://www.adalet.gov.tr/rehber/rehber.asp
#2210
'Sakıncalı' içeriklerin çıkarıldığı YouTube video paylaşım sitesine 2.5 yıldır uygulanan erişim yasağı, mahkeme tarafından kaldırıldı. Aşağıda yasağın başından kaldırılışına kadarki süreçte konuyla ilgili gündeme gelen olaylar ve haberler yer almaktadır.


Youtube Yasağı 1 yılını doldurdu:

Türkiye İnternetle Savaşmaktan Vazgeçmelidir!


Mustafa Akgül

İnternet teknolojileri Derneği


İnterneti yasaklamak, interneti ve çağı algılayamanın sonucunda en hafifinden "Pire için Yorgan yakmaktır". Ülkemiz, internetden korkan, onu kontrol etmeye çalışan, Donkişot vari internete savaş açan bir ülke görüntüsü çizmektedir. Yasaklar, en iyisinden, Türkiyenin kafasını kuma gömmesidir. Başbakanımız, yasağı deldiğini TV'de açıklamakta, medya yasağın nasıl delineceğini anlatmakta, yurttaşlarımız da bu yasakları delmenin yollarını kolayca öğrenebilmekteler. "zararlı içeriği", yönetişim ilkeleri ışığında modern dünyaya paralel bir şekilde çözmek mümkündür. Ülke olarak yasaklama refleksinden vazgeçip, interneti demokrasimizi geliştirmek, toplumsal kalkınmayı sağlamak, dünya ile nasıl rekabet ederiz konusuna odaklanmamız gerekir.

Ülkemiz, adı konmadan, dünya internetine savaş açmıştır. Yasakçı bir bakış açısıyla, dünyadaki tüm yer sağlayıcıların Türkiye'de kayıt olmasını istemekte; mahkemelerimiz uluslarası hukuku tesis etmeye çalışmaktadır. Tedbir olarak verilen kararlar, yargılama yapılmadan kesin karar gibi uygulanmaktadır. Bu ise en çok yurttaşlarımıza zarar vermektedir. Ülkemiz matbaada gecikmeye benzer bir mantıkla, interneti yasaklamaktadır.

İnterneti Nasıl Algılamalıyız ?

İnternet bir bilgisayar ağının ötesinde, insanları ve insanlığın düşünce ve kültür ürünlerini kapsayan bir ağdır. İnternet üzerinde 1.6 milyar insan mevcuttur. 630 milyon bilgisayar İnternet alan adı sistemi DNS'e kayıtlı durumdadır. Yeni tarama motoru cuil.com 125 milyar sayfayı indekslediğini söylemiştir, yani en az o kadar da sayfa bulunmaktadır. netcraft.com 231 milyon web saymıştır. 180 milyon civarında alan adı mevcuttur. 100 milyonu aşkın kişisel web/günlük olduğunu düşünmekteyiz. Tüm İnternette 100 milyonlar ölçüsünde video olduğu düşünülmektedir. Facebook'un kullanıcı sayısı 200 milyonu aştı.

İnternet, insanların buluştuğu, iş yaptığı, eğlendiği, öğrendiği, öğrettiği, çeşitli elektronik nesneleri değiştiği, paylaştığı, okuduğu, yazdığı bir ortamdır. İnternet, kütüphanelerin, gazete ve dergilerin, TV'lerin, müzelerin, laboratuvarların, sergilerin, konser salonlarının olduğu, insanlığın kültür mirasının paylaşıldığı bir ortamdır. İnsanlar arası iletişim, iş birliği ve dayanışmanın olduğu bir ortamdır. Yaşamın tüm boyutlarına, tüm mesleklere, tüm yaş gruplarına hitabeden, yaşamın yansını bulan, insanlığı etkileyen önemli bir gelişmedir.

Bilişim, bilgi teknolojileri ve İnternet, insanlığı yeni bir toplum biçimine taşıyan, tetikleyen ve temsil eden içiçe geçmiş araçlar bütünüdür. İnsanlık, sanayi ötesi bir toplum biçimine, adına "bilgi toplumu" demeye çalıştığımız yeni bir toplum biçimine geçişin sancılarını yaşamaktadır. Bu anlamda bilgi, temel zenginlik kaynağı, verimlilik, rekabet kaynağı ve istihdam aracıdır.

Beyinsel emek yaratılan katma değer açısından, kol emeğinin önüne geçmiştir. Yer altı zenginliklerinden, bankalardaki paralardan çok entelektüel sermaye öne çıkmıştır. Bunun sonucunda ülkelerin zenginlik kaynağı, yetişmiş insanların beyinlerindeki bilgidir denebilmektedir.

"Bilgi toplumu"na yönelişin bir sonucu olarak, sektörlerin yapısında önemli değişimler gözükmektedir. Telekom, basın, medya, eğlence sektörleri köklü olarak değişmektedir. Kamu yönetimi, bu gelişmeler sonucunda ciddi bir yeniden yapılanma arayışına girerek, kendini e-devlet uygulamaları şeklinde ortaya koymaktadır. Ülkeler ve Birleşmiş Milletler, AB, Dünya Ekonomik Forumu gibi uluslararası yapılar, ülkeleri ve tüm dünyayı "bilgi toplumu"na taşımak için planlar yapmaya, eylem planları ortaya çıkartmaya, her çocuğa bir dizüstü bilgisayar gibi tüm dünya yurttaşlarına yönelik projeler üzerinde çalışmaya başlamıştır.

Kısaca tüm dünya, "bilgi toplumu" hedefini benimsemiş ve ona yönelmek için ciddi bir çabaya girmiştir. Bu bağlamda ülkemizde de 2006-2010'u kapsayan bir "Bilgi Toplumu Stratejisi" ve "Eylem Planı" bulunmakta ancak DPT Bilgi Toplumu Dairesi sekreteryasında, DPT ile ilgili Başbakan Yardımcısı'nın başkanlığında, bakanlar düzeyinde katılımla oluşan e-dönüşüm İcra Kurulu Başkanlığı'nda ağır aksak ilerlemektedir.

5651 Ne Getirdi ?

Ülkemizdeki yasaklamaları tetikleyen, 5651 nolu aceleye getirilmiş, internetden korkan bir felsefeyle yazılmış, ileride kullanılabilinecek maddelerle dolu "Truva Atı" görüntüsü veren bir yasadır. Bir tepki ve yasaklama yasasıdır. Özgürlükler ve güvenlik dengesinin, özgürlük aleyhine bozulduğu, "internetde benim istemediğim kuş, ne pahasına olursa olsun uçmasın" bakış açısıyla, evrensel hukuk ve Anayasanın temel ilkelerinin feda edildiği bir düzenlemedir. Bu amaçla, BTK içinde İletişim Başkanlığına (TİB), hukukçu ve iletişimci ağırlıklı 93 kişilik kadro veriliyor, ve İnterneti temizleme görevi veriliyor. Yurt dışındaki webleri, TİB, resen, sorgusuz sualsiz, savunmasız, haber vermesiz kapatma yetkisine sahip. Bu yetki yurt içinde mahkemelere ait.

Ne Yapılmalı ?

Youtube 5 mayıstan beri kapalı. 3,5 milyon kişinin günlüğünü tutan wordpress.com bir yazı nedeniyle aylarca kapalı kaldı. Geocities.com, Myspace.com, DailyMotion.com, alibaba.com gibi büyük, milyonlarca kullanıcının üye olduğu, içerik eklediği çoğu weblerin yanında, richarddawkins.net, turandursun.com, anarsist.com, ataist.org gibi aykırı görüşlerin ortaya atıldığı weblerde yasaklardan nasibini aldı. Bu yasaklamalar, her zaman 5651 nedeniyle olmuyor; kişisel haklar ve fikri ve sinai hakların ihlali nedeniyle Türkiye'nin her hangi yerinde bir mahkeme, hiç bir savunma almadan, bir bilirkişiye başvurmadan tedbir olarak bir yasaklama getirebiliyor. Blogger.com'u Diyarbakır, pek çok webi de Silivri ve Gebze mahkemeleri yasakladı.

Yasakçı refleksten kurtulup, hoşgörü, katılım ve saydamlık temelinde, ifade özgürlüğünü esas alan, uzun vadeli ülke çıkarlarını gözeten süreçleri kurmalıyız.

Kısa vadede bir kitap, hatta bir paragraf yüzünden koca kütüphaneleri yasaklamak düşüncesiden vazgeçmeliyiz. Başarılı olduğumuz sürece, kendimize zarar veririz; bu harakiri çabasından vazgeçmeliyiz. BTK'nın işini yapmaması nedeniyle, 1 video nedeniyle youtube'u 1 yıldır kapalı tutmak Türkiye'ye zarar veriyor. Nesne temelli filtreleme kolayca yapılabilir; BTK bunu yapacak, mali, idari ve teknik beceriye sahiptir.

Ülkemizin hassasiyeti olduğu konulardaki "zararlı içeriği", Bilişim STK'ları ve internet gönüllüleri ile birlikte harekete ederek çözebiliriz. Kamunun katı refleksi yerine, sivil toplumun esnek, katılımcı, diyalog temelli yapısı bu sorunu daha kolay çözebilir. Devletin, esas olarak, "zaralı içerik"le mücadeleyi yurttaşa bırakması, demokrasilerde, esastır. Devlet bunu destek olmalıdır; ama işi yurttaşa bırakmalıdır.

5651 ilk fırsatta kaldırılmalı, yerine daha katılımcı ve demokrasi felsefesiyle uyumlu yeni bir yasa çıkartılmalıdır. Geçiçi olarak merkezi 1 ya da 2 mahkeme bu konuda uzmanlaşmalı; ictihat oluştuktan sonra doğal hakimler devreye girmelidir. Tüm hukuk camiasi bilişim konularında eğitilmeli, bilişimciler de hukuk kavramlarıyla eğitimde tanışmalıdır.

Türkiye internetin marjinal problemlerine cok fazla enerji harcıyor. Asıl, İnterneti demokrasimizi geliştirmek, toplumsal kalkınmaya katkı vermek ve bilgi toplumu yönünde nasıl kullanırız konularına kafa yormamız gerekir.

İnternet Yaşamdır !

5.05.2009

http://www.inetd.org.tr/Bildirge/youtube-yasak.html
#2211
Dünyaca ünlü Fransız Avukat jacques Verges, Hukukçular Derneği'nin davetlisi olarak İstanbul'a geliyor. 28 Mayıs 2009 Perşembe günü 19:00'da Cemal Reşit Rey'de Jacques Verges tarafından verilecek "Savunma Saldırıyor" konferansına davetlisiniz. Konferans halka açık olup simultane tercüme yapılacaktır. 

Türkiye'nin önde gelen hukuk STK'larından Hukukçular Derneği, anarşistleri, muhalifleri ve 'teröristleri' savunmasıyla ünlenen Fransız avukat Jecques Vergès'i İstanbul'a getiriyor.

Önümüzdeki hafta ortası Türkiye'ye gelmesi beklenen Vergès, 28 Mayıs Perşembe akşamı saat 19.00'da, İstanbul'da Cemal Reşit Rey konser salonunda bir konferans verecek. "Ben bir kışkırtıcı olarak ortaya çıkıp düşünceyi tahrik etmek istiyorum" diyen 84 yaşındaki anarşist hukuk adamı, Av. Reşat Petek'in moderatörlüğünde, ünlü avukatlar Yücel Sayman ve Muhammet Emin Özkan'ın müzakereci olarak katılacakları konferansta bir konuşma yapacak.

Katalan asıllı Fransız vatandaşı bir baba ve Vietnamlı öğretmen bir annenin oğlu olarak 1925 yılında dünyaya gelen Vergès'in İkinci Dünya Savaşı'nda Liverpool'da Nazi karşıtı direnişle başlayan hayat hikâyesi, Paris'te gördüğü hukuk eğitiminin ardından giderek artan bir ünle 'zor davaların avukatı' olarak devam etti. Üstün zekâsı ve meşhur "kopuş savunması" ile adını duyanların kayıtsız kalamadığı bir ceza avukatı olan Vergès, Baader Meinhof mensuplarından Cezayirli direnişçilere, Filistinli özgürlük savaşçılarından Çakal Carlos'a kadar, sistemin 'terörist' olarak tanımlamayı tercih ettiği pek çok sanığı, bazen kendi hayatını da riske atarak müdafaa etti, idamın eşiğinden geri çevirdi.

Vergès, son olarak, 2008 yılındaki 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde hayat hikâyesini anlatan 'Terörün Avukatı' filmi ile gündeme oturmuş, hukuk, siyaset ve sinema dünyasından kalemlerin köşelerinde yer almıştı.

Vergès'in 28 Mayıs Perşembe akşamı CRR' de vereceği konferansa katılım ücretsiz olacak. Arzu edenler, konferans öncesinde saat 18.00'da gösterilecek Verges'in hayatıyla ilgili belgesel filmi de ücretsiz olarak izleyebilecekler.

Konu ile ilgili detaylı bilgi konferans için kurulan http://www.jacquesvergesistanbulda.com/ sitesinden temin edilebilir.
#2212
Duyurular / Ynt: Merhaba Arkadaşlar
24 Mayıs 2009, 10:04:29
Aleykümselam Fatih, hoşgeldin :)
#2213
Sokrates gibi çağlar sonrasına bile ulaşacak değerde düşünce üretebilmek ve bu düşünceyi bu denli etkileyici bir ifade yeteneği ve hayat hikayesiyle geride kalanlara miras bırakabilmek çok az kişiye nasip olabilecek bir şey. "Günümüzde böyle düşünürler var mıdır" sorusu bir umutsuzluk içeriyor gibi; bence umutsuz olmamak lazım. Bir de şu gerçeği unutmayalım: Genelde insanlar öldükten sonra, hatta bazen öldükten yüzyıllar sonra hak ettiği değeri bulurlar. Dolayısıyla günümüzde Sokrates gibi düşünürler var mıdır sorusu kadar "günümüzde kutup yıldızı konumunda insanlar var da ben mi farkında değilim" sorusu üzerinde de düşünmeliyiz. İsim tartışmasına girmeden şunu söyleyebilirim ki, şahsen ben çağımızda bu tür kişilerin var olduklarını düşünüyorum :)
#2214
Çek aslının takip öncesinde bankaya götürülmemesi ve dava aşamasında da çek aslının bankaya teslim edilmesinin kabul edilmemesi halinde mahkemeler yukarıdaki açıklamalar çerçevesinde önlerine gelen davalarda red kararı vereceklerdir. Ancak takipten sonra veya dava aşamasında davacı taraf çek aslını bankaya teslim etmeyi kabul edip çek aslını bankaya teslim ederse, bu durumda yerel mahkemenin kararı ne şekilde olmalıdır? Bu konuda farklı ihtimallere göre çeşitli görüşler ileri sürülebilir. Ben görüş belirtmeden önce doğrudan bu konuyla ilgili bir mahkeme kararını değerlendirmelerinize sunmak isterim:

T.C. ANKARA 10. SULH HUKUK MAHKEMESİ

ESAS NO:  2008/2489 
KARAR NO: 2009/277
DAVA TARİHİ: 21/11/2008
KARAR TARİHİ: 13/02/2009

Taraflar arasında Mahkememizde görülmekte olan İtirazın İptali davasının yapılan açık yargılaması sonucunda aşağıdaki hususlar değerlendirilerek karar verilmiştir.

DAVA: Davacı vekili dava dilekçesinde; Davacı tarafından davalı bankaya çek ibraz edildiğini, davalı bankanın çekin bankada karşılığının bulunması sebebiyle çekin arkasına karşılıksız ibaresi yazdığını ancak 3167 sayılı yasanın lO.maddesi uyarınca muhatap bankanın her çek yaprağı için 410 TL ödeme yapması gerektiğini ancak davalı bankanın ödeme yapmadığını bunun üzerine Ankara 5.İcra Müdürlüğünün 2008/14608 sayılı takip dosyası ile icra takibine giriştiklerini, davalının icra takibine itiraz ederek takibi durduğunu belirterek, davalının icra müdürlüğü dosyasına yaptığı itirazın iptaline, % 40 icra inkar tazminatına hükmedilmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

SAVUNMA: Davalı vekili savunmasında; Bankaya çek aslının ibraz edilmediğini, 3167 sayılı kanunun 10.maddesinden kaynaklanan borcun ifa edilebilmesi için, öncelikle çek aslının hamil tarafından ilgili bankaya ibraz edilmesi gerektiğini ve çek aslını yedinde alıkoyarak ön ve arka yüzünün onaylı fotokopisini hamile vermesi gerektiğini ancak bu şekilde kanuni sorumluluk tutarının ödenmesi gerektiğini, çek aslının bankaya ibraz edilmeksizin ilamsız icra takibi yoluyla kanuni sorumluluk tutarının bankalardan talep edilebilmesinin mümkün olmadığını, çek aslının ibrazının amacının bankayı dolandırmaların önlenmesi olduğunu, ayrıca çekin çek takas odası aracılığıyla ibraz edildiğini, yani söz konusu çekin ibrazı anında fıziken davalı banka tarafından incelenmesinin mümkün olmadığını belirterek davacının reddine karar verilmesini talep etmiştir.

GEREKÇE : İcra müdürlüğü dosyası celbedilmiş ve 3167 Sayılı Yasadan kaynaklanan banka sorumluluğuna dayalı olarak ilamsız takip yapıldığı, davalının itirazı üzerine takibin durduğu görülmüştür.
3167 S.Y.nın4. ve 10. maddeleri uyarınca çek aslının bankaya ibrazı gerekmektedir Davacı vekili çek aslının çek borçlusu için yapılan takip dosyasında olduğunu beyan etmiştir. Bu durumda aşağıdaki şekilde karar vermek 3167 Sayılı Yasanın amacına, TMK.nun 1 ve 2. maddelerine ve hakkaniyete uygun görülmüştür.

HÜKÜM: Yukarıda açıklanan nedenlerle;
1- Bankaya çek aslı ibraz edilmeden 3167 sayılı yasanın l0.maddesinde belirtilen ödemenin talebi mümkün olmadığından, ancak davacının alacağın esasında haklı olduğu anlaşıldığından davalının Ankara 5.İcra Müdürlüğünün 2008/14608 sayılı takip dosyasına yapmış olduğu itirazın iptaline,
2- Takipte faizin çek aslının İcra müdürlüğü dosyasına ibraz edildiğinin davalı bankaya ihtarından sonra faiz yürütülmesine,
3- Çek aslı takip tarihi itibariyle dosyaya sunulmamış olduğundan davada karşılıklı olarak yargılama giderleri ve avukatlık ücretine hükmedilmesine yer olmadığına,
4- Alınması gereken 18,90 TL bakiye karar harcından peşin alınan 14,00 TL harcın mahsubu ile geriye kalan 4,90 TL harcın davalıdan alınarak hazineye gelir kaydına,
5- Yargılama giderlerinin yapan üzerinden bırakılmasına,
Kesin olarak verilen karar davalının yokluğunda davacı vekilinin yüzüne karşı açıkça okunup usulen anlatıldı.13/02/2009
#2215
HMK TASARISINDA İLAMIN ALINMASI, KESİNLEŞME KAYDI VE HARÇLARA İLİŞKİN YENİ DÜZENLEME YAPILDI

Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tasarısı'nın TBMM Adalet Komisyonundaki görüşmeleri 15 Nisan 2009 tarihinde tamamlandı. Söz konusu Tasarıda ilamın alınması, kesinleşme kaydı ve harçlar konusunda yeni düzenlemeler yapıldı.

Adalet Bakanlığı Kanunlar Genel Müdürlüğünden alınan 5 Mayıs 2009 tarih ve 2507 sayılı yazıda 2 Temmuz 1964 tarihli ve 492 sayılı Harçlar Kanunu dâhil, diğer kanunların yeni düzenlenen HMK 308. maddesine aykırı hükümlerinin uygulanmayacağı bildirildi.

İstanbul Barosu Başkanlığınca, Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu Başkanlığına, Adalet Bakanlığına, Maliye Bakanlığına ve İstanbul Defterdarlığına yazdığı 6 Nisan 2009 tarih ve 426 Gündem sayılı yazıda, 492 sayılı Harçlar Kanununun, günümüz toplumunun yapısı, ticari ilişkileri ve hukukun işleyişine cevap vermekten uzak kaldığı, değişik zamanlarda çeşitli maddelerinde yeninde düzenleme yapılmış olmasına rağmen, ihtiyacı karşılayamadığı ve yeni bir Harçlar Kanunu'na ihtiyaç duyulduğu belirtilmişti.

Adalet Bakanlığı Kanunlar Genel Müdürlüğünün bu yazıya ilişkin yanıtı şöyle:


İSTANBUL BAROSU BAŞKANLIĞINA

İlgi:     06/04/2009 tarihli ve 426 Gündem sayılı yazı.

Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tasarısına ilişkin görüş ve önerilerinizi içeren ilgi yazınız incelenmiştir.

1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununda uygulamadan kaynaklanan aksaklıkları gidermek, davaların hızlı, basit, en az giderle ve etkin bir biçimde görülmesini ve bir kısım uyuşmazlıkların nizasız kaza, sulh, uzlaşma gibi yöntemlerle çözümünü sağlamak amacıyla, taslağı Bakanlığımızca kurulan Bilim Komisyonunca hazırlanan "Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tasarısı"nın Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonundaki görüşmeleri 15/04/2009 tarihi itibarıyla tamamlanmıştır.

Söz konusu Kanun Tasarısının Adalet Komisyonundaki görüşmeleri sırasında verilen bir önergeyle "İlâmın alınması, kesinleşme kaydı ve harçlar" kenar başlıklı 308. maddesi,

"(1) Taraflar, harcının ödenmiş olup olmamasına bakılmaksızın ilâmı her zaman alabilirler.

(2)  Bakiye karar ve ilâm harcının ödenmemiş olması, hükmün tebliğe çıkarılmasına,
takibe konmasına ve kanun yollarına başvurulmasına engel teşkil etmez.

(3)   02/07/1964 tarihli ve 492 sayılı Harçlar Kanunu dâhil, diğer kanunların bu
maddeye aykırı hükümleri uygulanmaz.

(4)  Hükmün kesinleştiği, ilâmın altına veya arkasına yazılıp, tarih ve mahkeme mührü
konmak ve başkan veya hâkim tarafından imzalanmak suretiyle belirtilir."

şeklinde düzenlenmiştir.

Bilgilerinizi rica ederim.


Muharrem BARUT

Hâkim
Bakan a.
Daire Başkanı

http://www.istanbulbarosu.org.tr/Detail.asp?CatID=1&SubCatID=1&ID=4149
#2216
BOLU 1.ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ

EK KARAR

2008/35. E
2009/2. K

G.D.
1- Davacı vekilinin gerekçeli kararın harçsız olarak verilmesi talebinin bu aşamada reddine,
2- 492 sy Harçlar Kanunu'nun 28.Maddesinin "Karar ve ilam harcı ödenmedikçe ilam ilgiliye verilmez" hükmünün ve Harçlar Kanunu'nun 32.maddesinin "Yargı işlemlerinden alınacak harçlar ödenmedikçe müteakip işlemler yapılmaz" hükmünün Anayasaya aykırı olduğu düşünüldüğünden Anayasa Mahkemesine başvuru yapılmasına,
3-Başvuru sonucuna göre işlem yapılmasına,
4-Kararın davacı vekiline elden tebliğine,
Dosya üzerinden yapılan inceleme sonucu Yargıtay yolu açık olmak üzere karar verildi.27/03/2009



Anayasa Mahkemesi 07.05.2009 günlü oturumunda, Bolu 1.Asliye Hukuk Mahkemesinin Harçlar Kanunu 28 ve32 nci maddelerinin iptali için yapmış olduğu başvuruyu görüşmek üzere gündeme almıştır.

http://www.anayasa.gov.tr/general/haberdetay.asp?contID=680
#2217
YARGITAY 12.HUKUK DAİRESİ

ESAS : 2008/15603
KARAR : 2008/19983
K.TARİHİ: 13.11.2008

*EKSİK HARÇ
*VEKALET ÜCRETİ
*AİHM KARARLARININ BAĞLAYICILIĞI

ÖZET: AİHM kararının karara konu olan dava için bağlayıcılığı söz konusu olup, karar doğrultusunda yürürlükteki yasa değiştirilmedikçe anılan kararın eldeki davaya uygulanma olanağı bulunmamaktadır. Bu durumda harçtan sorumlu tutulmayan alacaklıdan harcın ödenmesi istenemez ise de; alacaklının,lehine hükmedilen vekalet ücretini bu ilama göre borçludan tahsil edebilmesi için karar tarihindeki red harcını yatırması gerekir ( Yargıtay Kararları Dergisi Mart2009).
#2218
T.C.
İZMİR
4. ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ

Esas No: 2005/89
Karar No: 2006/358
DURUŞMA DIŞI KARAR

Davalı ......... Ltd. Şti. vekili mahkememize verdiği 21.11.2008 havale tarihli dilekçesi ile bakiye karar harcı alınmaksızın karar suretinin tebliğini istediği anlaşılmakla, dosya ve ekleri incelendi.
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ:
Harç ödemeden mahkeme ilamından suret isteyen davalı tarafın, ilama göre harçtan sorumlu olmaması sebebiyle, davalının talebinin; Harçlar kanununun 28/A maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Ülger (Türkiye) davasında 26.06.2007 tarihinde verdiği karar çerçevesinde ve de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6. maddesi ve ek 1 protokolün 1. maddesi kapsamında değerlendirilmesi gerekir.
Kararın bir suretinin harçtan muaf olan talepçiye verilmemesi veya ödemekle yükümlü olmadığı karar harcını ödemekle karşı karşıya bırakılması ilgilinin üzerine aşırı bir yük oluşturacağından ve mahkemeye erişim hakkının özünü zedeleyeceğinden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6. maddesine aykırılık teşkil edeceği gibi ek 1 protokolün 1. maddesine göre de mülkiyetin çekişmesiz kullanılmasına engel teşkil edecektir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Türkiye Cumhuriyeti tarafından onaylanması ile birlikte sözleşme hükümlerinin iç hukuk mevzuatı gibi uygulanması gerçeği karşısında talebin kabulü ile ilamın ...... Ltd. Şti. vekiline harç alınmaksızın tebliğine,
Dair dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda oybirliği ile karar verildi.31.12.2008




T.C.
VAN EK KARAR
İŞ MAHKEMESİ
ESAS NO : 2007,257
KARAR NO : 2008165

DAVA : ALACAK
DAVA TARİHİ : 29/0612007
KARAR TARİHİ : 15/I0,'2008
EK KARAR TARİHİ :01/042009

Davacı vekili 3 1.03.2009 havale tarihli dilekçesi ile özetle; Mahkerneniz davacı sıfatı ile açmış olduğumuz ve lehimize sonuçlanan 15.10.2008 tarihli karar ile davanın kabulüne karar vermiş: bakiye harç miktarının davalılardan tahsiline karar vermiştir. Bilindiği üzere, Harçlar Yasası'nın 28. ve 32. madde hükümleri "karar ve ilam harçiarı ödenmedikçe ilgilisine ilam verilmeyeceği" düzenlemesi içerdiğini ancak tarafı olduğumuz Avrupa Insan Hakları Sözleşmesi hükümleri çerçevesinde mahkemenin 15.10.2008 tarih 2007.257 E-2008 165 K sayılı ilamınınharç ödenmeksizin verilmesini talep etmiştir.
Dava dosyası talep dilekçesi üzerine ele alınıp incelendi.

GEREGİ DUŞÜNÜLDÜ:
492 sayılı Harçiar Kanunu'nun 28.maddesi ile ayni kanunun 32. maddesinde yargı işlemlerinder alınacak harçlar ödennıedikçe müteakip işlemlerin yapılamayacağı ve ilgilisi tarafından ödenmeyen harçları diğer taraf öderse işleme devam olunacağı, Hukuk ve Ticaret Mahkemeleri Yazı işleri Yönetmeliği'nin 54 maddesine göre de ilanı suretinin ancak harç ödendikten soııra verilebileceğine dair hükümler birlikte değerlendirildiğinde adli yardımdan yararlanan taraf davayı kazanması halinde diğer taraf adli yardım nedeniyle alınmamış olan harçlara ve bu arada karar ve ilanı harcına da mahkum edilir, adli yardımdan yararlanan taraf davayı kaybederse davada haksızlığı ortaya çıktığından adli yardımdan yararlanma hakkı düşmüş sayılır ve hüküm verildikten sonra adli yardımdan yararlanan tarafın HMUK 466/1. maddesindeki harçları ödemekten muafiyet hakkı da sona erer. Bu halde davayı kaybeden ve adli yardımdan yararlanan davacı karar ve ilam harcı ödemeden karar tebliğe çıkartılamaz ve ilamı verilmez, dolayısıyla adli yardımdan faydalanan taraf davayı kaybetsin yahut kazansin hükümde belirtilen karar ve ilam harcı ödenmeden karar tebliğe çıkartılmaz ve ilamı kendisine verilmez.
Harç ödemeden mahkeme ilamından suret isteyen davalı tarafın ilama göre harçtan sorumlu olmaması sebebiyle, davalının talebinin Harçlar Kanununun 28.A maddesi ve Avrupa Insan Hakları Mahkemesinin Ülger (Türkiye) davasında 26.06.2007 tarihinde verdiği karar çerçevesinde ve de Avrupa İnsan Hakları Sözleşrnesi'nin 6. maddesi ve ek 1 protokolün 1.maddesi kapsamında davalının ilamı alabilmesinin aslında davalı tarafın ödemesi gereken harcı yatırması şartına bağlanması, 'mahkemeye erişim" bağlamında adil yargılanma ilkesinin (AIHS m.6) ihlali olduğu gibi davacının, maddi hak elde ettiği ilaımı aynı nedenlerle alamaması ve icraya konu edememesi de AIHS EK 1 no'lu Protokol'ün 1. maddesi ile korunan "mülkiyetin çekişmesiz kullanımı hakkının" ihlalidir.
Anayasamızın 90.rnaddesi uyarınca iç hukukumuz açısından da bağlayıcı AİHS hükümleri de göz önünde tutulduğunda HMUK'nun yukarıda belirtilen şekilde yorumlanmasının adli yardım müessesesinin amacına aykırı bulunduğu keza incelenen dosya kapsamına göre davacının açmış olduğu davayı kazandığı dolayısıyla haklılığının ortaya çıkığı, adli yardım müessesesinin esasen uyuşmazlıkta kesin hüküm elde edilinceye kadar yargılama giderlerinden ve harçlardan muafıyet olarak yorumlanmasının adli yardım müessesesinin amaç ve gereklerine daha uygun olacaktır.
Kararın bir suretinin harçtan muaf olan talepçiye verilmemesi veya ödemekle yükümlü olmadığı karar harcını ödemekle karşı karşıya bırakılması ilgilinin üzerinde aşırı bir yük oluşturacağından ve mahkemeye erişim hakkının özünü zedeleyeceğinden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6. maddesine aykırılık teşkil edeceği gibi ek 1 protokolün 1. maddesine göre de mülkiyetin çekişmesiz kullanılmasına engel teşkil edecektir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Türkiye Cumhuriyeti tarafından onaylanması ile birlikte sözleşme hükümlerinin iç hukuk mevzuatı gibi uygulanması gerçeği karşısında talebin kabulüne dair aşağıdaki hüküm verilmiştir.
HÜKÜM:
1-Davacı vekilinin talebinin KABULÜNE,
2-Mahkememizin 15.10.2008 tarih 2007/257 esas 2008/165 karar sayılı ilamın verilmesine dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda karar verildi.01/042009




T.C.
SAMSUN
ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ
ESAS NO:2008/108 ESAS
KARAR NO:2008/233
KARA TARİHİ:14/01/2009

Davacı vekili, 14/01/2009 günlü dilekçesi ile mahkememizin 2005/108 esas, 2008/233 karar ilamı ile 3.500TL harcın davalıdan alınmasına karar verildiğini, ancak bakiye harç davalı tarafından yatırılmadığından kararın tebliğe çıkarılamadığını, bu konuda kendi müracaatlarının ise Yazı İşleri Müdürlüğü nezdinde kabul görmediğini, halbuki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin ÜLKER-TÜRKİYE davasına ilişkin kararında özetle; harç ödenmeden kararın tebliğ edilememesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı olduğundan bahisle hüküm kurulduğunu, AİHM kararlarının bağlayıcı olduğunu belirterek, söz konusu ilamın harç yatırılmadan tebliğini talep etmiştir.

Bilindiği üzere Harçlar Kanunu 28/a maddesi uyarınca harca tabi işlemlerden harç ödenmeden müteakip işlemlerin yapılamayacağı açıkça düzenlenmiş bulunmaktadır.

Yine ülkemizin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini imzaladığı, bilahare AİHM'ye kişisel başvuru yolunun kabul edildiği ve daha sonra da AİHM'ye bu anlamda zorunlu yargı yetkisi tanıdığı ve dolayısıyle Anayasamızın 90.maddesi uyarınca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin hükümlerinin kanun hükmünde kabul edildiği açık bir hukuksal gerçektir. bu açıdan ayrıca temel hak ve özgürlüklere ilişkin Milletlararası anlaşmaların, iç hukukta başka bir kanun hükmü veya düzenlemesi ile çeliştiği durumda Milletlerarası anlaşmaların esas tutulacağı da yine aynı hükmün amaç ve sonuçları arasındadır.
Bu bilgiler ışığında olaya bakıldığında, AİHM'nin 25321402 başvuru no'lu ÜLGER/TÜRKİYE konulu 26 Haziran 2007 tarihli kararı incelendiğinde "... özet olarak gerekçeli kararın harç ödenmeden ilgilisine tebliğ edilmemesine yönelik işlemin Harçlar Kanunu 28/a maddesindeki bu düzenlemenin sonuç olarak kişilerin karara erişimini engellediği, karara erişimin kişilerin mahkemeye gitme hakkı çerçevesinde kaldığını, kararların uygulanmasının AİHS'nin 6.maddesi uyarınca yargılamanın tamamlayıcı bir parçası olduğunu, dolayısıyle belirtilen bu hususun AİHS'nin bu anlamda ihlal edildiği..." sonucuna vararak bu uygulamanın sözleşmeye aykırı olduğunu belirlemiştir.
AİHM'nin bu kararı ile AİHS'nin sözleşmesinin Harçlar Kanununun 28/a maddesi ile çeliştiğini açıkça ortaya koymuş olup, bu durumda AİHS'nin hükümleri ve AİHM kararları esas alınacağından, mahkememizce davacının bu anlamda talebi yerine görülerek aşağıdaki şekilde hüküm kurmak gerekmiştir.

HÜKÜM: Yukarıda açıklandığı üzere:
1-TALEBİN KABULÜ ile mahkememizin kararının harç ödenmeksizin talep edene TEBLİĞİNE,
2-Karardan bir suretinin gereği için Yazı İşleri Müdürlüğüne gönderilmesine,
Dair evrak üzerinde yapılan inceleme sonucunda oy birliği ile karar verildi.14/01/2009

Başkan 30864 Üye 33322 Üye 33961 Katip 85427
#2219
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararı

ÜLGER/Türkiye

Başvuru No. 25321/02
Strazburg
26 Haziran 2007

USUL

Davanın nedeni, Muharrem Ülger adlı Türk vatandaşının ("başvuran"), İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerinin Korunmasına İlişkin Sözleşme'nin ("AİHS") 34. Maddesi uyarınca, Türkiye Cumhuriyeti aleyhine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne ("AİHM") 10.06.2002 tarihinde yapmış oldukları 25321/02 no'lu başvurudur.
Başvuran Ankara Barosuna bağlı avukat N. Ünal tarafından temsil edilmektedirler.
Başvuran, özellikle, lehinde verilen nihai kararın uygulanmamasının, AİHS ile uyumlu olmadığından şikayetçi olmuştur. Bu bakımdan, AİHS'nin 6 § 1. Maddesi ile AİHS'ye Ek 1 No'lu Protokol'ün 1. Maddesi'ne atıfta bulunmuştur.
AİHM, 13.12.2005 tarihinde başvuruyu Hükümet'e bildirmeye ve AİHS'nin 29 § 3. Maddesi'ni uygulayarak, başvurunun kabuledilebilirliğiyle esaslarını beraber incelemeye karar vermiştir.

OLAYLAR
I. DAVANIN AYRINTILARI

1955 doğumlu başvuran Ankara'da ikamet etmektedir.
Başvuran, 14.10.1996 tarihinden 09.05.1998 tarihine dek, Rusya'da bir şantiyede, YAPITEK Yapı Endüstri ve Ticaret Limited Şirketi (bundan böyle "şirket" olarak anılacaktır) adlı Türk firması için çalışmıştır.
Başvuran 28.06.1999 tarihinde Ankara İş Mahkemesi'ne başvurarak şirket aleyhine dava açmıştır. Türkiye'ye izinli geldikten sonra, izninin bitmesini müteakip Rusya'ya gönderilmek üzere başvurduğunda, şirketin kendisini merkezde tutarak 4 ay beklettiğini iddia etmiştir. Başvuran ne Rusya'ya gönderilmiş ne de Türkiye'de kendisine iş verilmiştir. Bu süre içinde kendisine maaş ödenmediğini ve kontrat süresinin sona erdiğinin bildirilmediğini belirtmiştir. Başvuran mahkemeden, faizleriyle beraber, ödenmemiş maaşı, kıdem tazminatı ve ihbar tazminatının kendisine ödenmesine karar verilmesini talep etmiştir.
Mahkeme 01.07.1999 tarihinde dava dosyasına ilişkin ilk incelemesini tamamlamış, 05.10.1999 tarihinde duruşma yapılmasına karar vermiş ve bu tarihten önce delillerle beraber şirketin cevabını sunmasını istemiştir.
Davalı çağrılmasına rağmen, 05.10.1999 ve 18.11.1999 tarihli duruşmalara gelmemiştir.
Mahkeme 27.01.2000 tarihinde, başvuranın şantiyede meslektaşı olan iki tanığını dinlemiştir. Başvuranın avukatı bir sonraki duruşmada üçüncü bir tanığın hazır bulunacağını ifade etmiştir.
Mahkeme 21.03.2000 tarihinde üçüncü tanığı dinlemiştir. Duruşmanın sonunda bilirkişi raporu hazırlanmasına karar verilmiş, başvuranın gerekli harcı ödemesinin ardından dava dosyası bilirkişiye gönderilmiştir.

* Dışişleri Bakanlığı Çok Taraflı Siyasî İşler Genel Müdürlüğü tarafından Türkçe'ye çevrilmiş olup, gayrıresmî tercümedir.

12.04.2000 tarihli ilk bilirkişi raporu, şirketin başvurana kıdem tazminatı için, kontrat süresinin sona erdiğini bildirmediği için ve ödemediği maaş için tazminat ödemekle yükümlü olduğunu ifade etmiştir. Ödenmesi gereken meblağlar hesaplanıp raporda belirtilmiştir.
Başvuranın avukatı 28.04.2000 tarihinde rapora itiraz etmiş, belirtilen meblağların yeterli rakamlar olmadığını ve başka bir bilirkişi tarafından yeniden gözden geçirilmesini talep etmiştir.
Mahkeme 04.05.2000 tarihinde, başvuranın ek harcı yatırmasının ardından, aynı bilirkişinin bir rapor daha hazırlamasına karar vermiştir. Buna göre aynı bilirkişi ikinci bir rapor hazırlamış ve mahkemeye sunmuştur. Bu rapor, başvuranın temsilcisinin kıdem tazminatının miktarıyla ilgili talebinin yerinde olduğunu ifade etmiştir. Bu meblağın 787.5 Amerikan Doları tutarında olması gerekmektedir.  Başvuranın avukatı bu rapora itiraz etmiş ve meblağın başka bir bilirkişi tarafından yeniden hesaplanmasını talep etmiştir.
Başvuranın avukatı 20.06.2000 tarihli duruşmaya katılmamıştır. Mahkeme, yeniden başlaması talebinde bulunulmaması halinde, davanın düşmesine karar vermiştir. Başvuranın avukatının talebi üzerine davanın 26.06.2000 tarihinde yeniden başlamasına ve ilk duruşmanın 13.07.2000 tarihinde yapılmasına karar verilmiştir.
Mahkeme 13.07.2000 tarihinde, harcın başvuran tarafından 3 gün içinde yatırılması halinde, davalıya, başvurana Türkiye'ye döndükten sonra beş ay boyunca maaş ödendiğine dair makbuzları sunmasını isteyen bir mahkeme kararı gönderilmesine karar vermiştir. Şirketin, maaş makbuzlarını sunmaması halinde maaş ödemediğinin farz edileceği konusunda uyarılmasına karar verilmiştir. Duruşma 05.10.2000 tarihine ertelenmiştir. Davalı şirket resmi uyarıya rağmen mahkeme kararına yanıt vermemiştir.
Mahkeme 05.10.2000 tarihinde, başka bir bilirkişi raporunun hazırlanmasına, ücretinin başvuran tarafından karşılanmasına karar vermiştir. Yukarıda belirtilen beş aylık sürenin de göz önünde bulundurulduğu rapor 27.11.2000 tarihinde mahkemeye sunulmuştur.
Başvuranın avukatı 18.01.2001 tarihinde, mahkemede görülen, aynı olaylara dayanan ve ek tazminatın talep edildiği diğer davanın bu davayla birleştirilmesini talep etmiştir. Mahkeme talep üzerine davaları birleştirmiş ve duruşmayı 13.03.2001 tarihine ertelemiştir.
Ankara İş Mahkemesi 13.03.2001 tarihinde, başvurana, kıdem tazminatı için, işten çıkarıldığı bildirilmediği için ve ödenmemiş maaşı için toplam 9.424.50 ABD Doları ödenmesine karar vermiştir. Kararda, nispi mahkeme harcının 524.190.700 Türk Lirası  olduğu ifade edilmiştir. Bu harcın, içinden başvuranın davanın başında ödediği meblağın çıkarılarak davalı şirket tarafından ödenmesine karar verilmiştir.
Mahkeme 22.05.2001 tarihinde vergi icra dairesine mahkeme harcını şirketten almasını emretmiştir.
Başvuranın avukatı 10.12.2001 tarihinde mahkemeye bir dilekçe sunmuş, icraya koymak üzere kararın kendisine verilmesini talep etmiştir. Avukat, başvuranın davayı kazandığını, davalı şirketin ise tazminat ödemesine ek olarak yargılama giderlerinden de yükümlü olduğunu ifade etmiştir. Mahkemenin karar verdiği tarihte adresi belli olan şirketin, mali sorunları nedeniyle başka bir yere taşınarak yükümlülüklerinden kaçma girişiminde bulunma tehlikesine işaret etmiştir. Ayrıca başvuranın kararı almak amacıyla yargılama giderlerini ödemeye istekli olduğunu ancak bunu yapmak için kaynaklarının yetersiz olduğunu belirtmiştir.
Aynı gün mahkeme bu talebi, 492 Sayılı Harçlar Kanunu'nun 28 (a) Maddesi çerçevesinde gerekli harç ödenmedikçe kararın ilgiliye verilemeyeceği gerekçesiyle reddetmiştir.
Bu nedenle başvuran bahsi geçen kararın uygulanması için icraya koyulmasını sağlayamamıştır. Bu arada şirketin taşındığı anlaşılmıştır.
HUKUKA İLİŞKİN

1. AİHS'NİN 6 § 1. MADDESİ İLE AİHS'YE EK 1 NO'LU PROTOKOL'ÜN 1. MADDESİ'NİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

Başvuran, şirket aleyhindeki yargılama süresinin haddinden uzun olduğundan ve ulusal mahkemenin kendisine kararı vermemesi nedeniyle kararın uygulanmasını sağlayamadığından şikayetçi olmuştur. Ayrıca, kararın uygulanmamasının mülkiyetin çekişmesiz kullanımı hakkını ihlal ettiğini iddia etmiştir. AİHS'nin 6 § 1. Maddesi ile AİHS'ye Ek 1 No'lu Protokol'ün 1. Maddesi'ne dayanmıştır:

Madde 6 § 1

"Herkes ... medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar ... konusunda karar verecek olan ...  [bir] mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde ... görülmesini istemek hakkına sahiptir..."

Ek 1 No'lu Protokol'ün 1. Maddesi
"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Herhangi bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."
A. Kabuledilebilirliğine ilişkin
Hükümet, başvurunun, AİHS'nin 35 § 1. Maddesi kapsamında iç hukuk yollarını tüketme koşulunun yerine getirilmemesi nedeniyle reddedilmesi gerektiğini belirtmiştir. Başvuranın iç hukukun sağladığı başvuru yollarından yararlanmadığını iddia etmiştir. Sorumlu tarafın ödemediği meblağın başvuran tarafından ödenmesi halinde işlemlerin devam edeceğini öne sürmüştür. AİHM'nin, iç hukuk yollarının tüketilmemesi nedeniyle başvuruyu kabuledilmez olarak beyan ettiği Poghosyan – Ermenistan davasındaki (36211/03) kararına atıfta bulunmuştur. Hükümet, bu davada, AİHM'nin, başvuranın dava açmamasının Devlet'in ihmalinin mi yoksa başvuranın kendi hatasının sonucu mu olduğunu incelediğini, başvuranın kararın uygulanması için olası ve erişilebilir hiçbir önlem almadığı sonucuna vardığını belirtmiştir. Bu davada karar sonucu ortaya çıkan borcun bir Devlet kurumuna değil özel bir limited şirkete ait olduğunun dikkate alınması gerektiğini belirtmiştir.
AİHM, yukarıda belirtilen davada, ilgili ulusal makamların icra takibi başlattıklarını ve ulusal mahkemenin kararı sonucunda ortaya çıkan borcun karşılanması için gerekli tüm tedbirleri aldıklarını kaydeder. Bu nedenle, ulusal makamlar esasında kararı uygulamaya başlamışlardır ve bu bağlamda başvuranın iç hukukla uyumlu olarak somut bir taleple, ilgili mahkemeye başvurması beklenmiştir. Başvuranın dava açmamasının Devlet'in ihmali mi yoksa başvuranın kendi hatası mı olduğunu belirlemek AİHM'ye kalmıştır. Ulusal mahkemenin başvuranın davasını yeterince titizlikle incelemediğini usulen kaydeden AİHM, yine de bu durumun, başvuranı, iç hukuk gerektirdiği biçimde uygun bir biçimde hazırlanmış bir taleple aynı merciye yeniden başvurmasını engellemediğini kabul etmiştir. Dolayısıyla AİHM, başvuranın, kararın uygulanması için, olası ve erişilebilir tüm tedbirleri almadığı sonucuna varmış, AİHS'nin 35 §§ 1. ve. Maddesi'yle uyumlu olarak başvuruyu iç hukuk yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabuledilmez olarak beyan etmiştir.
Öte yandan, bu davada, AİHM, başvuranın, kararın uygulanmasını sağlamak için bir kopyasını almak üzere, usulüne uygun olarak, ilgili makam olan Ankara İş Mahkemesi'ne başvurduğunu gözlemler. Başvuranın talebi, diğer tarafın ödemesi gereken yargılama giderleri bulunduğu gerekçesiyle reddedilmiştir. AİHM, Sorumlu Devlet'in iç hukuku kapsamında, başvuranın, Ankara İş Mahkemesi'nin kararının uygulanmasını sağlamak için başvurabileceği veya başvurması gereken başka bir merci bulunmadığını kaydeder. Bu nedenle başvuran yalnız mevcut iç hukuk yollarından yararlanmıştır. Sonuç olarak, Hükümet'in bu konuyla ilgili itirazı reddedilmelidir.
Hükümet ayrıca, başvuranın şikayetinin, AİHS'nin 35 § 1. Maddesi çerçevesinde altı ay kuralıyla uyuşmaması nedeniyle reddedilmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu bağlamda, başvuranın lehinde çıkan kararın 13.03.2001 tarihinde verildiğini, Harçlar Kanunu'nun 28 (a) Maddesi kapsamında, yargılama giderlerinin bu tarihten itibaren iki ay içinde ödenmesi gerektiğini öne sürmüştür. 21.05.2001 tarihinde iyi aylık sürenin bitmesinin ardından, mahkeme, Harçlar Kanunu'nun 37. Maddesi'ne göre, vergi icra dairesine ödenmeyen borcun şirketten tahsil edilmesini emretmiştir. Davalı masrafları ödememiş, bu tarihten başvuranın 10.12.2001 tarihli dilekçesine verilen yanıta kadar, hiçbir işlem yapılmamıştır. Hükümet, bu nedenle başvuranın, 10.12.2001 tarihli dilekçesinden çok önce, gerekli borcu ödemedikçe kararın kendisine verilmeyeceğinin farkında olduğunu savunmuştur.
Başvuran Hükümet'in argümanına itiraz etmiş, iddialarını mahkemenin kararı nedeniyle değil, bu kararın uygulanmaması nedeniyle ortaya koyduğunu savunmuştur. Dolayısıyla kararın tarihi altı aylık süre aşımı için başlangıç noktası olarak alınamaz. Sözkonusu tarih, ulusal mahkemenin başvurana açıkça kararın verilemeyeceğini ifade ettiği, başka bir deyişle uygulamanın durdurulduğu tarih olan 10.12.2001'dir.
AİHM, başvuru yolu bulunmuyorsa veya başvuru yollarının etkisiz olduğuna karar verilmişse, altı aylık süre aşımının, şikayet konusu uygulamanın tarihinden itibaren başladığını yineler. İstisnai davalarda, başvuranların önce bir iç hukuk yoluna başvurdukları, ancak bu başvuru yolunu etkisiz kılacak koşulların daha sonra farkına varacakları veya varmaları gereken özel koşullar bulunabilir. Böyle bir durumda, altı aylık süre, başvuranın bu koşulların farkına vardığı veya varması gereken tarihten itibaren hesaplanabilir (bkz. Hazar ve Diğerleri – Türkiye, 62566/00).
AİHM, ulusal mahkemenin 10.12.2001 tarihinde başvuranın kararın kendisine verilmesi talebini reddettiğini kaydeder. Başvuran AİHM'ye başvurusunu, 10.06.2002 tarihinde, 10.12.2001 tarihinden itibaren tam altı ay içinde yapmıştır. Bu nedenle AİHM, Hükümet'in, başvurunun altı ay kuralına uymadığı itirazını reddeder.
AİHM ayrıca, bu şikayetlerin AİHS'nin 35 § 3. Maddesi kapsamında dayanaktan yoksun olmadığını kaydeder. Ayrıca başvurunun başka bir gerekçe altında da kabuledilmez olarak değerlendirilemeyeceğine işaret eder. Bu nedenle başvuru kabuledilebilir olarak ilan edilmek durumundadır.

B. Esaslara ilişkin

Hükümet, bu davada, yargı sürecinin makul süreyi aşmadığını belirtmiştir. Mahkemenin delil topladığını, üç bilirkişi raporu aldığını ve başvuranın tanıklarını dinlediğini savunmuştur. Dava iki yıldan kısa bir sürede ve duraklama olmaksızın sona erdirilmiştir. Hükümet, bu koşullarda, yargı sürecinin haddinden uzun olduğu biçiminde değerlendirilemeyeceğini ileri sürmüştür.
Ayrıca Hükümet, başlangıçta, bu davadaki meselenin yetkili makamların kararı uygulamayı reddetmeleri olmadığını ifade etmiştir. Kararın uygulanmamasının nedeni, öncelikle gerekli harç ödenmeden kararın başvurana verilmemesidir. Hükümet, bu nedenle, kararın başvurana verilmemesinin iç hukuka uygun olduğunu ve mahkemenin harcın davalı şirketten tahsil edilmesi için vergi icra dairesine emir gönderdiğini eklemiştir.
Hükümet, başvuranın yargılama giderlerini ödemesi halinde kararın uygulanmasına başlanacağını öne sürmüştür. Harçlar Kanunu'nun 32. Maddesi'ne göre, ilgili harçların ödenmemesi durumunda müteakip işlemler uygulanmamaktadır, ancak taraflardan birinin yaptığı ödeme, işlemlerin sonunda dikkate alınır. Buna göre, başvuran harcı ödeyip kararın uygulanması sürecini başlatabilirdi. Ardından bu meblağ borcun geri kalanıyla beraber kendisine geri ödenirdi. Dolayısıyla Hükümet, başvuranın, iç hukuk çerçevesinde kendisine tanınan bu olanağı reddetmesi nedeniyle, lehine verilen kararın uygulanmaması sorumluluğunu yüklenmesi gerektiğini kanısındadır.
Başvuran, bu kanuna dayanarak, Devlet'e, kayıpları mahkemelerce tanınan kimselerden harç toplanması yetkisi verildiğini, böylece zarar gören tarafın bir kez daha mağdur edildiğini ileri sürmüştür. Bu uygulama nedeniyle, haklı olan tarafların, kaybeden tarafın üstlenmesi gereken harcı ödemediği veya ödeyemediği durumlarda, mahkemenin kendilerine ödenmesine karar verdiği meblağları alamadıklarını eklemiştir.

1. AİHS'nin 6 § 1. Maddesi

AİHM, AİHS'nin 6 § 1. Maddesi'nin herkese, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili olarak, bir mahkeme tarafından davasının görülmesini isteme hakkı verdiğini yineler; bu yolla, hukuki konularda mahkemelerde dava açma hakkı anlamına gelen erişim hakkının bir yönünü teşkil ettiği "mahkemeye gitme hakkı"nı da çerçevesi içine alır. Öte yandan, Sözleşmeye Taraf Devletlerden birinin iç hukuk sistemi, nihai ve bağlayıcı bir kararın, taraflardan birinin zararına geçersiz kalmasına izin verirse, bu hak aldatıcıdır. AİHS'nin 6 § 1. Maddesi'nin, hakim kararlarının uygulanmasını güvence altına almadan, davacılara tanınan usule ilişkin teminatları – hakkaniyete uygun, açık ve süratli davalar – ayrıntılı olarak tanımlaması düşünülemez. Bu Madde'nin yalnız mahkemelere erişim ve davaların idaresi ile ilgili olduğu biçiminde yorumlanması, Sözleşmeye Taraf Devletlerin AİHS'yi kabul ettiklerinde uymayı taahhüt ettikleri hukukun üstünlüğü ilkesi ile uyuşmayan durumlara yol açabilir. Bu nedenle, mahkemelerin verdiği kararların uygulanması, AİHS'nin 6 § 1. Maddesi'nin amaçları doğrultusunda, "yargılama"nın tamamlayıcı parçası olarak değerlendirilmelidir (bkz. Hornsby – Yunanistan ve Burdov – Rusya, 59498/00).
AİHM, kararların uygulanmasının yargılamanın bütünleyici parçasını teşkil etmesi gibi, "medeni hak ve yükümlülüklerin" belirlenmesi için ilk derece ve temyiz mahkemelerine erişim ile beraber mahkemeye gitme hakkının da (bkz. Kreuz – Polonya, 28249/95), icra davasına erişim hakkını eşit derece koruduğu kanısındadır (bkz., gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra, Manoilescu ve Dobrescu – Romanya, 60861/00).
Bu davayla ilgili olarak, AİHM, sözkonusu kararın uygulanmasının ardından başvuranın yargılama giderlerini geri alıp alamayacağı sorusunun, başvuranın AİHS'nin 6 § 1. Maddesi kapsamında şikayette bulunduğu durumla ilgisi bulunmadığı kanısındadır. Buradaki mesele, kaybeden tarafın üstlenmesi gereken harçları peşinen ödeme zorunluluğunun, başvuranın lehine verilen bağlayıcı kararı almasını ve sonrasında icra takibini başlatmasını engellemesidir.
Bu bağlamda, mahkemeye erişim hakkının mutlak olmadığı ancak sınırlamalara tabi olduğu anımsatılır; erişim hakkı, niteliği gereği Devlet'in düzenlemelerini gerektirdiğinden, bu sınırlamalara üstü kapalı olarak müsaade edilmiştir. Öte yandan, AİHM, uygulanan sınırlamaların, bireye bırakılan erişimi, hakkın esasına zarar gelecek ölçüde sınırlamaması ya da azaltmaması nedeniyle memnun olmalıdır. Ayrıca, haklı bir amaç gütmeyen ve başvurulan yollar ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir orantılılık ilişkisi bulunmayan bir sınırlama, 6 § 1. Madde ile uyumlu olmayacaktır (bkz. Waite ve Kennedy – Almanya [BD], 26083/94 ve Apostol – Gürcistan, 40765/02).
Hükümet, kararın uygulanmama nedeninin, iç hukuk çerçevesinde kararın, ödenmesi gereken yargılama giderleri ödenmedikçe ilgili tarafa verilmesinin mümkün olmaması olduğunu belirtmiştir. Öte yandan, AİHM, Harçlar Kanunu'nun 28 (a) Maddesi'ne atıfta bulunarak, mahkemenin, başvurana, mali bir sorumluluk yüklemiş olduğunu, böylece karara erişimini ve kararın uygulanmasını engellediğini kaydeder.
AİHM, bir kimsenin erişim hakkından yararlanıp yararlanmadığını belirlemek için, yargılama giderlerinin makullüğünün, başvuranın bu meblağı ödeme kapasitesi, davanın özel ayrıntıları ve bu sorumluluğun yüklendiği dava safhası ışığında değerlendirilmesi gerektiğini anımsar (bkz. Kreuz). Bu bağlamda, AİHM, başvuranın inşaat işçisi olduğunu gözlemler. Başvuran sorumlu şirkete, ödenmemiş maaşını alabilmek için dava açmıştır. Mahkeme başvuranın taleplerini kısmen kabul etmiş, tazminat olarak yaklaşık 10.000 Euro ödenmesine karar vermiştir. Geri kalan yargılama giderleri yaklaşık 598 Euro'dur. Başvuran, kendisine ödenecek meblağı alabilmek için harcı ödemeye istekli olmasına rağmen, bunu yapmak için yeterli kaynağa sahip değildir.
AİHM, AİHS'nin 6 § 1. Maddesi kapsamındaki etkili hakları güvence altına alma yükümlülüğünün yerine getirilmesinin, yalnız müdahale olmaması anlamına gelmediğini, Devlet'in olumlu bir faaliyette bulunmasını gerektirebileceğini de yineler. Yargılama giderlerinin karşılanmasında tüm sorumluluğu başvurana yükleyerek, Devlet'in, kararların uygulanması için hem hukuken hem de uygulamada etkin bir yöntem belirleme yönünde genel ya da özel her türlü uygun tedbiri alma yükümlülüğünden (pozitif yükümlülük) kaçındığı kanısındadır (bkz. Fuklev – Ukrayna, 71186/01). Dolayısıyla, bu davada, yargılama giderlerinin miktarı ile bu giderlerin ödenmesi, başvuranın bu meblağları ödeme kapasitesi ve kararın bir kopyasının başvurana verilmesi arasındaki makul orantılılık ilişkisi de göz önünde bulundurulmalıdır.
Yukarıda belirtilenler ışığında, AİHM, başvuranın kararın bir kopyasını alamadan mahkeme harcını ödemekle yükümlü tutulmasının, üzerinde aşırı bir yük oluşturduğu ve mahkemeye erişim hakkını bu hakkın özünü zedeleyecek derecede kısıtladığı kanısındadır.
Dolayısıyla AİHS'nin 6 § 1. Maddesi ihlal edilmiştir.
Son olarak, AİHM, bu davada, yargılamanın uzunluğunun, başvuranın kararın uygulanmaması ile ilgili şikayetinin tamamlayıcı parçası olduğunu kaydeder. Bu nedenle, şikayetin bu kısmının ayrı olarak incelenmesine gerek olmadığı sonucuna varmıştır.

   2. AİHS'ye Ek 1 No'lu Protokol'ün 1. Maddesi

AİHM, bir "talebin" uygulanabilir olarak addedilecek derecede yeterince kabul görmesi halinde, AİHS'ye Ek 1 No'lu Protokol'ün 1. Maddesi çerçevesinde "mülkiyet" teşkil edebileceğini yineler (bkz. Burdov – Rusya ve Stran Greek Refineries and Stratis Andreadis - Yunanistan). 13.03.2001 tarihli karar başvurana icraya verilebilir tazminat sağlamıştır.
Başvuranın kararı uygulatamaması, AİHS'ye Ek 1 No'lu Protokol'ün 1. Maddesi'nin ilk paragrafının ilk cümlesinde ortaya konduğu üzere, mülkiyetin çekişmesiz kullanımı hakkına müdahale teşkil etmiştir.
Bu müdahale hiçbir biçimde maruz gösterilmediğinden, AİHM, AİHS'ye Ek 1 No'lu Protokol'ün 1. Maddesi'nin ihlal edildiği sonucuna varmıştır.

II. AİHS'NİN 13. MADDESİ'NİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

Başvuran ayrıca AİHS'nin 13. Maddesi kapsamında, ulusal mahkemenin kararının, yine ulusal mahkemenin yarattığı engel nedeniyle hükümsüz kaldığından şikayetçi olmuştur.
AİHM, bu şikayetin yukarıda incelenen şikayetlerle bağlantılı olduğunu ve bu nedenle kabuledilebilir olarak beyan edilmesi gerektiğini kaydeder. Ancak AİHS'nin 6 § 1. Maddesi ile AİHS'ye Ek 1 No'lu Protokol'ün 1. Maddesi kapsamında tespit edilen ihlallere ilişkin olarak,  AİHM, başvuranın bu başlık altındaki iddialarının ayrı olarak incelenmesinin gerekli olmadığı kanısındadır.

III. DİĞER AİHS İHLALİ İDDİALARI

Son olarak, başvuran, hiçbir gerekçe göstermeksizin, AİHS'nin 1. ve 17. Maddeleri'nin ihlal edildiğinden şikayetçi olmuştur.
AİHM, dava dosyasında, bu maddelerin ihlal edildiklerini gösteren hiçbir emareye rastlamamıştır. Dolayısıyla başvurunun bu kısmının açıkça dayanaktan yoksun olduğu ve AİHS'nin 35 §§ 3. ve 4. Maddesi'yle uyumlu olarak reddedilmesi gerektiği anlaşılmaktadır.

IV. AİHS'NİN 41. MADDESİ'NİN UYGULANMASI

AİHS'nin 41. Maddesi'ne göre:
"Mahkeme işbu Sözleşme ve protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, hakkaniyete uygun bir surette, zarar gören tarafın tatminine hükmeder."

A. Tazminat

Başvuran, maddi tazminat olarak 15.005 Euro, manevi tazminat olarak ise 50.000 Euro talep etmiştir.
Hükümet bu taleplere itiraz etmiştir.
AİHM, başvuranın maruz kaldığı maddi zararın, başvurana tazminat ödenmesine hükmeden kararın uygulanmamasıyla ortaya çıktığını kaydeder. Hem mahkeme kararıyla başvurana ödenmesi gereken tazminat hem de o tarihteki ekonomik koşullar göz önünde bulundurularak, başvurana maddi tazminat olarak 10.000 Euro ödenmesine karar vermiştir. Bu tazminat, başvuranın ulusal mahkemelerden talep ettiği ve ödenmemiş tazminatla ilgili nihai ödeme olarak addedilmelidir.
AİHM ayrıca başvuranın, tespit edilen ihlallerin sonucu olarak manevi zarara da uğradığı kanısındadır. Öte yandan talep edilen meblağ haddinden fazladır. AİHM, tarafsızlık esasıyla hareket ederek, başvurana bu başlık altında 1000 Euro ödenmesine karar vermiştir.

B. Yargılama giderleri

Başvuran, ulusal mahkemelerde meydana gelen yargılama giderleri için 3198 Euro, AİHM önünde meydana gelen mahkeme masrafları için ise 3618 Euro talep etmiştir.
Hükümet, başvuranın bu giderleri belgeleyemediği gerekçesiyle bu taleplere itiraz etmiştir.
AİHM'nin içtihadına göre, yargılama giderleri, ancak gerçekliği ve gerekliliği kanıtlandığı ve makul bir meblağ olduğu takdirde başvurana geri ödenir. Bu davada, AİHM, sahip olduğu bilgiler ve yukarıda belirtilen ölçütler ışığında, tüm başlıklar altındaki yargılama giderleri için 1500 Euro tazminat ödenmesinin makul olduğu sonucuna varmıştır.

C. Gecikme Faizi

AİHM, gecikme faizi olarak, Avrupa Merkez Bankası'nın kısa vadeli kredilere uyguladığı marjinal faiz oranına üç puan eklemek suretiyle elde edilecek oranın uygun olduğuna karar vermiştir.

BU NEDENLERDEN ÖTÜRÜ AİHM OYBİRLİĞİYLE

1. AİHS'nin 6 § 1 ve 13. Maddeleri ile AİHS'ye Ek 1 No'lu Protokol'ün 1. Maddesi'ne ilişkin yapılan şikayetin kabuledilebilir, başvurunun geri kalan kısmının kabuledilmez olduğuna;
2. AİHS'nin 6 § 1. Maddesi'nin ihlal edildiğine;
3. AİHS'ye Ek 1 No'lu Protokol'ün 1. Maddesi'nin ihlal edildiğine;
4. AİHS'nin 13. Maddesi kapsamındaki şikayetin ayrı olarak incelenmesinin gerekli olmadığına;
5. (a) Sorumlu Devlet'in, aşağıdaki meblağları,  AİHS'nin 44 § 2. Maddesi'ne göre nihai kararın verildiği tarihten itibaren üç ay içinde, ödeme tarihinde geçerli olan kur üzerinden Yeni Türk Lirası'na çevirerek başvurana ödemesine:
(i)   10.000 Euro (on bin Euro) maddi tazminat;
(ii)   1000 Euro (bin Euro) manevi tazminat;
(iii)   yargılama giderleri için 1.500 Euro (bin beş yüz Euro);
(iv)   yukarıdaki meblağlara uygulanabilecek tüm vergiler;
(b) yukarıda belirtilen üç aylık sürenin sona ermesinden, ödeme gününe kadar geçen süre için, yukarıdaki miktarlara Avrupa Merkez Bankası'nın o dönem için geçerli faizinin üç puan fazlasına eşit oranda basit faiz uygulanmasına karar vermiştir.
6. Başvuranların adil tazmin taleplerinin geri kalanını reddetmiştir.

İşbu karar, İngilizce olarak hazırlanmış ve Mahkeme İç Tüzüğü'nün 77. Maddesi'nin 2. ve 3. fıkraları uyarınca 26.06.2007 tarihinde yazılı olarak tebliğ edilmiştir.


F. ELENS-PASSOS                               F. TULKENS
     Zabıt Katibi                            Başkan

www.inhak-bb.adalet.gov.tr/aihm/karar/ulger.doc
#2220
(Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararıyla ilgili açıklamalar aşağıdadır. Bu iptal kararından sonra 23.7.2010 tarihinde TBMM'de Harçlar Kanunu'nun 28. maddesi değiştirildi. Anayasa Mahkemesi'nin kararından ve TBMM'deki değişiklikten önce hukukumuzda yaşanan tartışmalara değinen aşağıdaki mesajlar konunun evveliyatı bozulmasın diye silinmemiştir. Av. Yusuf Kaçar)

Davayı kazanan taraf harç ödemeden mahkeme kararını alabilir mi? Av. Hakan Eren'in http://www.turkhukuksitesi.com/showthread.php?t=37103 adresinde yayınladığı konuyla ilgili dilekçesi şu şekilde:

....... ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ YARGIÇLIĞINA


Dosya No: .............

KONUSU : Kararın tarafımıza harçsız olarak verilmesi talebimiz.

Mahkemeniz, ........... tarihli kararı ile davanın kabulüne karar vermiş; bakiye harç miktarının davalılardan tahsiline karar vermiştir.

Bilindiği üzere, Harçlar Yasası'nın 28. ve 32. madde hükümleri "karar ve ilam harçları ödenmedikçe ilgilisine ilam verilmeyeceği" düzenlemesi içermektedir.

Ancak davanın kabulü halinde, harcı ödeme yükümlülüğü olmayan davacı tarafın, diğer tarafın bu yükümlülüğü yerine getirmemesi sebebi ile ilama kavuşamaması ve hükmün icrasını isteyememesi hakkaniyete ve vicdana uygun değildir. Davacı davasını kazanmıştır; haklılığı mahkeme kararı ile belgeye bağlanmıştır ama davalı tarafın ödemekle yükümlü olduğu harcı ödememesi sebebi ile haklılığını belgeleyen mahkeme kararına ulaşamamaktadır! Hukuk mantığının bunu kabul etmemesi gerekir.

Nitekim tarafı olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümleri çerçevesinde bu konuda benzer bir dava Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde görülmüş; Mahkeme, Ülger / Türkiye davasında şu sonuçlara varmıştır:

Davacının ilamı alabilmesinin, aslında davalı tarafın ödemesi gereken harcı yatırması şartına bağlanması, "mahkemeye erişim" bağlamında adil yargılanma ilkesinin (AİHS m.6) ihlalidir.

Davacının, maddi hak elde ettiği ilamı aynı nedenlerle alamaması ve icraya konu edememesi, AİHS EK 1 no'lu Protokol'ün 1. maddesi ile korunan "mülkiyetin çekişmesiz kullanımı hakkının" ihlalidir.

Yargıç karar verirken salt yasa hükmüne değil Anayasa'ya, Anayasa ile güvence altına alınmış temel haklara ve hukuka uygun karar vermelidir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, ülkemizin de tarafı olduğu temel bir hukuk metnidir. Bu sözleşme, Anayasa'nın 90. maddesi hükmüne göre yasa hükmündedir. Hatta bu sözleşmelerin Anayasa'ya aykırılığının dahi iddia edilemez oluşu sebebiyle, normlar hiyerarşisinde yasalara göre üstünlük sağladığı dahi savunulabilir.

Davacının, davalının ödemesi gereken harcı ödemeden ilama kavuşamaması "mahkemeye erişim" hakkı zedelendiği için adil yargılanma ilkesinin ve parasal sonuçlar içeren ilama kavuşamaması sebebi ile de mülkiyet hakkının ihlalidir. Böyle bir ihlale sebebiyet verilmemesi için mahkemenizden harç ödemeksizin kararın tarafımıza verilmesini ve harcın davalılar tarafından ödenmesini temin maksadı ile işlem yapılmasını talep etmekteyiz.


SONUÇ ve İSTEM : Sunduğumuz nedenlerle, mahkemenizin ........... tarihli ilamının tarafımıza harç ödenmeksizin verilmesi saygılarımızla talep olunur.

Davacı vekili
Av.Hakan EREN



EK : ÜLGER/TÜRKİYE kararının Dışişleri Bakanlığı Çok Taraflı Siyasî İşler Genel Müdürlüğü tarafından Türkçe'ye çevrilmiş gayrıresmi tercümesi