Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#2221
Pakistan Devlet Başkanı Asif Ali Zerdari Pakistan 'ın bütünlüğüne yönelik ABD saldırıları arttıkça çok net siyasi mesajlar vermeye başladı.

Pakistan Devlet Başkanı Asif Ali Zerdari çarpıcı açıklamalar yapmaya devam ediyor. Taliban'ın CIA tarafından kurdurulduğunu açıkladıktan sonra şimdi de Aralık 2001'de Usame Bin Ladin'i yakalayıp ABD'lilere teslim ettiklerini ama Amerikan Ordusu'nun Ladin'i serbest bıraktığını iddia etti.

Amerikan NBC televizyonunun 'Basın toplantısı' programına demeç veren Zerdari, eşi Benazir Butto'nun başbakan olduğu dönemde ABD hükümetinin hatalarını içeren ifşatlarda bulundu. Zerdari şöyle konuştu: Eşim Benazir Butto 1989 yılında ABD'yi Ladin konusunda uyardı. Bush yönetimi ve onun kurmaylarına sordu.

Pakistan hükümetini istikrarsızlaştırmak için çalışma mı yapıyorsunuz? 10 milyon dolar Pakistan muhalefetine bu yüzden mi yardım ettiniz? Müslüman bir ülkede seçilen ilk kadın başbakandı eşim. Ve bu kışkırtmalardan haberli olduğumuzu ABD tarafına ifade etti.

TORA BORA'DA USAME AVI

Pakistan güçlerinin ABD'lilerle birlikte Afganistan dağlarında operasyon yaptığını anlatan Zerdari, Pakistan ordusunun Tora Bora dağlarında Usame bin Ladin'i yakaladığını, Amerikan güçlerine tesilm ettiğini ama ardından ABD askerlerinin onu serbest bıraktığını söyledi.

2001 Aralık ayında yani 11 Eylül'den üç ay sonra yakalanan Ladin'in şimdi yaşadaığına inanmadığını belirten Zerdari CIA'nın sekiz yıldır Ladin'den haber alamadığını bildiğini söyledi. Zerdari, ayrıca Washington ve müttefiklerinin Ladin'in Tora Bora dağlarınan saklandığına dünyayı inandırmasının arkasında başka planlar olduğunu ima etti.

http://www.bugun.com.tr/haber-detay/69466-ladin-i-yakaladik-abd-birakti-haberi.aspx
#2222
Gündelik hayatta yaygın olarak kullanılmakta olan plastik şişeler sağlığı tehdit ediyor.

Harvard School of Public Health'te araştırmacılar 77 öğrenci üzerinde inceleme yaptı. Öğrenciler 7 gün boyunca plastik şişelerden su içti.

Plastik şişe kullanan katılımcıların idrarlarında, dişilik hormonu östrojene benzeyen BPA maddesinin yüzde 69 arttığı görüldü. Araştırmalar neticesinde plastik şişelerde bulunan, BPA maddesinin doğumsal kusurlara, büyüme bozukluklarına ve kalp hastalığı ile diyabet riskinin artışına neden olduğu tespit edildi.

http://www.bugun.com.tr/haber-detay/69865-plastik-sisede-cinsel-tehlike-saglik-haberi.aspx
#2223
Mühürden Elektronik İmzaya...
Zafer BABÜR, 16.01.2006


İnsanoğlu varlığını dokümante ettiğinden bu yana günlük ticari hayatındaki işlemler için de kontratlar kullanmış. Insanlık tarihinde şimdiye kadar bulunmuş en eski kontrat günümüz Güney Irak sınırları içinde kalan bir bölgede gerçekleşen arazi satışı ile ilgili kontrat;

"Ilı-Eribu nun oğlu Sini İştar ve kardeşi Apil-li, Sini İştar ile Minaninin evine komşu, sokağa cepheli, Migrat-Sin oğlu Minaniye ait olup içinde hali hazırda evi olan 1/3 şar araziyi anlaştıkları fiyat olan 4.5 sekel gümüşten almışlardır. Minani'nin bu satışdan dolayı hiç bir hakkı kalmamıştır. Kralın huzurunda yemin ettiler. Tebet ayı, Büyük Karra-Şarma duvarı yılı.

14 şahit adları ve imzaları"

Bu sözleşmenin tarihi MÖ 2000 yıllarına rastlıyor. Yine bilinen bir başka sözleşme ise esir satışına ilişkin ve MÖ 2300 yılına ait.
Bu sözleşmeler modern zamanın standart sözleşmelerinde olması gereken ögelerin hepsini taşıyor; tarih, taraflar, değiş tokuşun şekli, ve hepsinden önemlisi şahit imzalar. Mamafih bu imzalar yaş kil üzerine bastırılan üçgen biçimli işaretler olsa da günümüz imzaları ile eşdeğer işleve haizler.

Hergün onlarca imza atıyoruz; mektuplar, çekler, faturalar, teslimat makbuzları, sözleşmeler vs. Ama gerçekten kağıdın üzerindeki o mürekkep izinin ne anlama geldiğini o an düşünüyor muyuz?
"Imza" kelimesi Arapça kökü "meza" yani "zaman" dan geliyor. Ingilizce "Signature" ise Latincedeki "Signare" kökünden gelen "Signum" dan geliyor yani "işaret".

Hukuksal olarak bakıldığında işaretimizi, izimizi farklı nedenlerden ötürü belgelerin üzerine ekleriz.

Seremoni ya da Tören: Imza gerektiren birçok belge büyük ya da küçük montanlı parasal hareket içerir. Bu tip işlemlerde tören talep edilmesinin nedeni ise işlemin önemini vurgulamak ve hukuki olarak geçerli kılmak içindir.

Delil: Bir belgeyi imzaladığımızda onun üzerinde kendimize ait belirgin bir iz bırakırız. Imzalarken "tebelluğ ettim", "okudum" vb kendimize ait kelimeler de kullanırız.

Onay: Kişinin işareti genelde o dokümanı, içeriğini ve hukuksal yaptırımını onayladığının ifadesidir. Yani kısaca bu belgede söylenenleri kabul ediyorum anlamına gelir.

Lojistik: Bir belgenin imzalanması paranın el değiştirmesi, malın sahip değiştirmesi vb bir seri işlevi de beraberinde getirir. Bir belgenin imzalanmaması ise yukarıda anılan işlemlerin olmamasını sağlar.
Imzayı genelde bir kişinin adı gibi algılasak da genelde böyle gerçekleşmeyebilir. Bir filmde aktör kocaman bir X harfi ile belgeleri imzalıyordu. Kimi zaman bilgisayara resim olarak kopyalanmış imzalar bilgisayar tarafından üretilen faturaların üzerine eklenir. Hatta banknotların üzerinde Merkez Bankası başkanının matbaa da oluşturulmuş imzası vardır. Bunun dışında mühür ya da soğuk damga da hukuk sisteminde imza olarak kabul edilir. Büyükninemin kadife kesesinde sakladığı pirinç mühürü çocukluğumdan kalma anılardan biriydi ve ninem onu her türlü resmi işinde kullanırdı.
Dolayısı ile imza ister kişinin adı, ister X, ister mühür, ister soğuk damga olsun hukuki açıdan farketmiyor. Önemli olan, o kişinin o belgede yazanları kabul ettiği ve işlemlerin başlamasına onay verip vermediğidir.

Neden Sayısal Imza?
Malum Internet hepimizin hayatına öyle ya da bu şekilde girdi. İşimizi yapabilmek için her geçen gün daha fazla sistemde "Online" olmamız gerekiyor. Her gün eskisinden daha fazla belgeyi sayısal olarak üretiyoruz, sayısal olarak işliyor ve sayısal olarak saklıyoruz. Bu şekilde gelişen iş dünyasında belgelerin elektronik olarak imzalanmasının işlemleri hızlandıracağı kesinlik kazanınca sayısal imza da hayatımızda yerini aldı.
"Islak Imza" (wet signature) kalem ve mürekkeple kağıt üzerine atılır ve yüzyıllardır yukarıda belirtilen işlevleri yerine getirir. İmzalayanın kimliği ya şahit (ve/veya noter) huzurunda onaylanır ya da elyazısı uzmanlarının onayı ile gerçekleşir. Belgenin aslı geçerlidir fax ya da kopyası ile geçerli olamaz. Islak imza her zaman geçerli olarak kabul edilir, ancak şüpheli durum olduğunda kontrol edilme gereksinimi doğar.
Sayısal imza için onay standartları ise çok daha fazladır. Alınan ya da gönderilen verinin herkese açık olan bir ortamda değişime uğramamasının sağlanması gerekir.

Sayısal İmza Nedir?
Sayısal imza nedirden önce "sayısal imza ne değildir?" ile başlamak belki daha uygun olacaktır. Sayısal imza hiç bir şekilde kişinin el ile atılmış imzasının uzantısı değildir. Bazılarımız elektronik pad üzerine imza atmışızdır bu şekilde imzamızın resmini sisteme vermişizdir, bu sadece sayısallaştırılmış imza olup sayısal imza değildir. Sayısal imza karmaşık (complex) algoritmaların meydana getirdiği şifreleme teknolojisini kullanarak oluşturulmuş sayılar serisidir. Yani belgenin içeriğinin şifrelenerek saklanmasıdır.
Sayısal teknolojinin arkasındaki matematik 70'li yıllardan bu yana hayli kullanılıyorsa da günümüzde PKI olarak kısaca anılan Public Key Infrastructure frameworkunun kullanılması ile yaygınlaşmıştır.

PKI Nedir?
Açık Anahtar Atyapısı ya da kısaca AAA olarak da bilien Public Key Infrastructure (PKI) sayısal imza endüstrisinde çalışan şirket, insan ve teknolojileri birlikteliğini ifade eder ki bunlar da:
Kişinin kimliğinin teyidi
Sayısal Sertifikaların üretilmesi ve yönetilmesi
Kişinin Sayısal Sertifikasına anahtar kodunun ilişkilendirilmesi
Anahtar (Key) kod ve şifreleme teknolojilerinin güvenliği
Altyapının desteklenmesi ve yaygınlaştırılması
PKI teknolojisinin kalbi Asimetrik kriptolojidir. Birçok kripto yöntemi günümüzde simetric teknolojiyi kullanir. Asimetrik kripto, private ve public key olarak iki farklı anahtarla çalışır. Her iki anahtar farklı işler için kullanılır.
Private key özgün matematik fonksiyonları ile üretilmiş uzunca bir sayıdır. Private Key sayısal imza oluştururken kullanılan ana ögedir. Oluşturan kişiye ait olup, kesinlikle gizlidir ve kişiye özeldir. Zira kişiyi tanımlar. Private key genelde password ile korunur ve USB token veya kart üzerindeki smart card üzerinde saklanır.
Public key diğer bir kişinin kendisine gönderilen belgeyi ve imzayı doğrulamada kullandığı ikinci uzun sayı dizisidir. Private Key ve Public key matematiksel olarak birbirleri ile ilintili olsalar da Public Key den Private Key üretmek imkansıza yakındır.
Private Key ve Public Key beraber birçift oluştururlar. Public Key sayısal sertifika ("digital certificate") oluşturulduğunda açık anahtar haline gelir. Sayısal sertifikayı bir nevi "imzalama lisansı" gibi düşünülebilir. Public Key de yeralan bilgiler
Sertifika sahibinin adı
Sahibi hakkında detay bilgi (e-mail, şehir, ülke vb)
Sahibine ait Public Key
Sertifikanının oluşturulduğu tarih ve son kullanım tarihi
Sertifkayı veren makamın Onay damgası (bir başka imza)
Sayısal imza Certification Authority (CA) olarak bilinen merci tarafından oluşturulur. PKI endüstrisi CA lere sertifika oluşturma, iptal etme, yeniden oluşturma, sertifika sahiplerinin kimliklerini onaylama gibi konularda yetki vermiştir. CA ler pasaport, ehliyet, kimlik vb konularda sertifika oluşturmadan önce o kişilerin doğrulamasını da yapar. Dolayısı ile sıklıkla denetçilerin denetimine tabi olmak zorundadırlar.
Private Key ve Public Key sayısal imza oluştururken nasıl kullanılır?
Sayısal imza teknolojisinin özü evrak her ne olursa olsun 1 ve 0 dan oluşan sayılardır. Dolayısı ile her türlü matematiksel işlem bunların üzerinde yapılır.
Proses önce imzalanmamış evrak ile başlar:
1. Sayısal Belge imzalanmaya hazır hale gelince, bu belgenin sayısal kodları "HASH" fonksiyonu denilen özgün bir matematiksel işleme tabi tutulur. Bu şekilde belgenin "parmak izi" oluşturulur. Kısaca buna "message digest" da denir.
2. Belgenin parmak izi ve Private Key ikinci bir işleme tabi olur ki buna imza fonksiyonu denir. Bu işlem belgenin parmak izini Private Key ile şifreleyerek sayısal imzayı oluşturur. Sayısal imza belgenin parmakizini içeren Private Key ile kilitlenmiş sadece Public Key ile açılabilen bir kutu gibi düşünülebilir.
3. Sayısal imza orjinal belgenin içine eklenir böylece sayısal imzalanmış belge oluşturulmuş olur.
Public Key Sayısal Imzanın Doğrulanmasından nasıl kullanılır?
Sayısal belge imzalandıktan sonra ilgili kişilere gödnerilebilir. Sayısal imzalanmış bir belgeyi alanın ilk yapacağı iş bu belgenin ve imzanın gerçek olup olmadığını kontrol etmektir. Geçerlilik kontrolünde belgeyi imzalayanın bu belgeyi imzalama hakkının olup olmadığı ve belgenin kendisinde bir değişiklik yapılıp yapılmadığının kontrolü gerçekleştirilir.
"Validation process" sayısal belgenin imzalanması ile başlar:
1. Orjinal belge ve sayısal imza birbirinden ayrılır. Orjinal belge aynı HASH fonksiyonu kullanılarak belgenin parmakizi oluşturulur.
2. Imzalayanın sayısal sertifikası CA'in online repositorysinden edinilir. Bu sertifika imzayı atan kişinin Public Key'ini içerir. Public Key sadece Private Key ile imzalanmış belgeleri açmak için kullanıldığından doğru anahtarın kullanılması kritik bir noktadır.
3. Public Key sayısal imza ile imzalanmış belgenin açılması için kullanılır böylece orjinal dokümanın parmakizi açığa çıkar.
4. Açığa çıkan parmakizi ile belgeden oluşturulan parmakizleri karşılaştırılır. Geçerli dosya için bu iki parmakizlerinin birbirleri ile birebir aynı olması gerekir. Eğer imzayı oluşturan PrivateKey mesajı açan Public Key in çifti değilse, belgede değişiklik yapılmışsa imzalı döküman geçersiz hale gelecektir.
5. Eğer her iki parmakizi (message digest) birbirinin aynısı ise imzalanan belge hukuki ve meşru kabul edilecektir.
Böylelikle sayısal imza tüm gerekleri yerine getirmiş; belgeyi imzalayan kişiyi, belgeyi tanımlamış, ne imzanın ne de belgenin sahte ya da değişikliğe uğramamış olduğunu teyid etmiştir.

Sayısal Imza ve Doğrulama Ne kadar Güvenlidir?
PKI ile ilgili herşey – dijital sertifika, Public Key, İmza ve Hash fonksiyonları herşey Public yani "herkese açık"dır. Gizli olan bireye ait olan Private Key dir. Private Key PKI altyapsında "tekerleğin dingil çivisidir" aslında, doğrulamanın çalışabilmesi için olmazsa olmazıdır. İmzalayanın "Private Key" si gizli kaldığı sürece tüm işlemler güvenlidir.
Private Key nin güvenirliği üç şekilde yitirilebilir ki
1. Private Key'nin sahibi bunu bir başkasına verir (kasdi ve bilerek veya başka bir biçimde)
2. Kullanıcının bilgisayarına girmiş kötü niyetli bir yazılım tarafından Private Key ele geçirilebilir
3. Kriptoanalizi sonucu Private Key oluşturulur
İlk senaryo en fazla olma olasılığı olan bir senaryo olup aynı zamanda kolaylıkla engellenebilir bir durumdur.
Mesela, sayısal imza sahibini arayan biri aşağıdaki şekilde konuşabilir
"Merhaba, Ahmet Bey. Ben Zeki Yandım Tubitak'dan. Geçtiğimiz gün fırtınada hatlarımıza yıldırım düştü ve tüm serverlarımız yandı. Backuplardan geri yükledik, mamafih sizin sayısal imzanızı doğrulamak zorundayız. Rica etsem private key inizi şu mail adresine gönderir misiniz?" Elbette Ahmet Bey, telefondaki kişiye cevabı "nazik bir teşekkür" olmalı ve anında CA i arayıp durumdan haberdar etmeli.
CA hiç bir zaman hiç bir şekilde "private key" i talep etmez. Private key hiç bir şekilde ne eşinize, ne arkadaşınıza verilmemelidir.
İkinci olasılık ise yazılım vasıtası ile Private Key nin kötü niyetli kişilerin eline geçmesidir. Bu da ancak kötü niyetli kişilerin sitelerinde Private Key inin kullanımı ile mümkündür ki bunu da önlemenin yolu imza yazılımlarınının güvenilir kaynaklardan temin edilmesidir.
Son olasılık ise kriptoanalizi ile private key oluşturulmasıdır ki Private key nin yapısı gereği bu da hemen hemen imkansızdır.
Kabul edilebilir güvenlik sınırları nerede başlar nerede biter? Örneğin masaj odasında kullandığınız kasalar ne kadar güvenlidir? Standart kombinasyon kilit 3 sayı ve 40 farklı pozisyondan oluşur bu da yaklaşık 64000 kombinasyon demektir ki her kombinasyonu 15 saniyede oluştursanız 11 günde dogru kombinasyona ulaşabilirsiniz.
Sayısal imza 1,024-bit şifrelemeyi kullanır. Private Key sonuçta "1" ve "0" dan oluşan 1024 lü serilerdir. Kombinasyonu iki olasılıklı 1,024 pozisyonlu bir sistemde toplam 1.8 x 10308 (18 E+307) olasılılkla karşılarız. Bu sayıları analiz edip ortaya çıkarmak varolan bilgisayar sistemleri ile dünyanın yaşı kadar bir zaman gerektirecek. Güvenlik danışmanlarına göre kişi "private key" sinin önemini bilip ona göre sakladığı müddetçe güvendedir.

Sonuç:
Eski zamanlardan günümüze insanoğlu farklı imleri imza olarak kullanmış, yeri gelmiş ıslak kil tablete demirden çivi ile kendine has işaretin izini bırakmış, yeri gelmiş demirden yapılmış silindiri döndürüp kabartma şekil çıkartmış, papirüsün üzerine çizgiler çekmiş, yeri gelmiş sıcak balmumu üzerine elindeki yüzüğün izini çıkartmış... Dünün standartı beyaz kağıt üzerine siyah çini mürekkebi idi zaman –her zaman olduğu gibi- değişiyor.
Belge işlemede "kağıt standartlarının" yeniden nasıl yazılıp uygulamaya geçeceğini bilgi çağında hep beraber görecek ve uygulayacağız. Bilgisayarlaşma daha önce görmediğimiz anında iletim, değişken arşiv ve saklama, zahmetsiz kopyalama gibi nimetleri bize sunarken, Sayısal Imza yüksek güvenlik standartları ile bize daha nice kolaylıklar sunacak gibi görünüyor.

http://www.btdunyasi.net/index.php?module=corner&corner_id=192&cat_id=22
#2224
E-İMZA ve E-KİMLİK TESPİTİ HAKKINDAKİ AVRUPA EYLEM PLANI

28 Kasım 2008 tarihinde Avrupa Komisyonu "Sınır ötesi kamu hizmetlerinin Avrupa Tek Pazarı'nda sunulmasını kolaylaştırmak için e-İmza ve e-Kimlik Tespiti Hakkında Bir Eylem Planı" kabul etmiştir. Kamu kurumları, kamu hizmetlerini ve aynı şekilde kamu ihale prosedürlerini gittikçe daha çok elektronik ortam ve araçlar yardımıyla sunmaktadırlar. Ancak; uygulamalar şimdiye kadar genellikle ulusal ihtiyaçlar ve olanaklara yoğunlaşmıştır. Bu yaklaşım ise; söz konusu kamu hizmetlerine diğer üye devlet vatandaşlarının veya teşebbüslerinin erişimini sınırladığı için, sınır ötesi pazarın önünde bir "e-bariyer" oluşturmakta ve Tek Pazarın iyi bir şekilde işlemesine engel olmaktadır.

Eylem Planı kamu hizmetlerinin online kullanımını AB çapında yaygınlaştırmak için çözüm aramakta ve kapsamlı bir yaklaşım önermektedir. Eylem Planı Üye Devletlere, bilgi toplumunda kamu hizmetlerinin sınır ötesi gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak amacıyla, karşılıklı olarak tanınan ve karşılıklı işler elektronik imza ve kimlik tespiti çözümlerinin uygulanmasında yardımcı olmayı hedeflemektedir. Eylem Planı esas olarak e-devlet uygulamalarına odaklanmışsa da, önerilen eylemler B2B (işletme-işletme) ve B2C (işletme-tüketici) işlemleri bakımından da uygulanabilecektir.

Eylem Planına ilişkin detaylı bilgi aşağıdaki adreste yer almaktadır:
http://eur-lex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=COM:2008:0798:FIN:EN:PDF
#2225
Hukuk Sohbetleri / E-imza Nedir?
22 Mayıs 2009, 17:09:48
E-imza Nedir?

5070 Sayılı Elektronik İmza Kanunu'na göre Elektronik İmza;

Başka bir elektronik veriye eklenen veya elektronik veriyle mantıksal bağlantısı bulunan ve kimlik doğrulama amacıyla kullanılan elektronik veriyi,

Güvenli elektronik imza;

- Münhasıran imza sahibine bağlı olan,
- Sadece imza sahibinin tasarrufunda bulunan güvenli elektronik imza oluşturma aracı ile oluşturulan,
- Nitelikli elektronik sertifikaya dayanarak imza sahibinin kimliğinin tespitini sağlayan,
- İmzalanmış elektronik veride sonradan herhangi bir değişiklik yapılıp yapılmadığının tespitini sağlayan elektronik imzadır.

Elektronik imza, aslında kapsamlı bir güvenlik teknolojisi içerisinde yer alan, teknolojinin gelişimiyle birlikte artan fonksiyonları da bünyesine katarak genişleyen bir veri güvenliği uygulamasıdır. Veriler, ağ sistemleri içersinde yer alan bilgi parçacıklarıdır. İletişim ve şu anda elektronik ortamda gördüğümüz tüm uygulamaların temelinde veri sistemleri bulunmaktadır. Verilerin güvenliğini sağlamak aynı zamanda bunların oluşturduğu uygulamaların da (programların, elektronik belgelerin v.b.) bir ölçüde güvenliğini sağlamak anlamına gelmektedir.

Esasen "elektronik imza" çok genel bir kavram olup, kişilerin elle atmış olduğu imzaların tarayıcıdan geçirilmiş hali olan sayısallaştırılmış imzaları, kişilerin göz retinası, parmak izi ya da ses gibi biyolojik özelliklerinin kaydedilerek kullanıldığı biyometrik önlemleri içeren elektronik imzaları veya bilginin bütünlüğünü ve tarafların kimliklerinin doğruluğunu sağlayan sayısal imzaların tamamını içermektedir.

Sayısal imza, imzalanan metine göre farklılık gösterir ve içeriğin matematiksel fonksiyonlardan geçirilerek eşsiz olduğu düşünülen bir değer bulunması sureti ile elde edilir. Yani kişilerin, elle atılan imzada olduğu şekilde tek imzası yoktur; bunun yerine imzalamada kullanılan anahtarları vardır.

5070 sayılı Elektronik İmza Kanunu'nda geçen "elektronik imza" kavramı sayısal imzayı işaret etmektedir.

E-imzanın Faydaları Nelerdir?

İmza, günlük yaşamamızda yazılı iletişimde bulunan tarafların kimliklerini doğrulamak amacıyla kullanılan bir teknolojik uygulamadır. Elle attığımız imza da aslında bir teknolojik uygulamadır, ancak yüzyıllardır kullanılagelen bir uygulama olduğundan artık, günlük yaşamsal fonksiyonlarımızla bütünleşmiştir. Örneğin, elle imza atabilmek için objektif olarak kağıt ya da üzerinde imza atmaya elverişli bir ortam, imzamızı atabilme imkanı sağlayan bir araç (kalem veya tükenmez kalem v.b), okuma yazma bilme, kalem kullanabilme gibi araçlara ve niteliklere sahip olmalıyız. Bununla birlikte hukuki açıdan imzaya bağlanan bir takım sonuçlar olduğundan, kişilerin fiil ehliyeti dediğimiz hak ve borçları üstlenebilme ehliyetine, buna bağlı olarak akıl sağlığına ve yaptığı işlemin sonuçlarını idrak edebilecek bir zihin yapısına da sahip olması gerekmektedir. Tüm bunlar aslında, bir kişinin yazılı olarak iradesini aktardığı veya yazılı olarak kişinin iradesiyle uyuşan bir metin üzerinde o kişinin varlığını ortaya koyabilmesi için asgari sayıda gerekli olan unsurların bir araya geldiği bir teknolojiyi temsil etmektedir.

Elektronik imza da, aynen günlük hayatımızda kullandığımız ıslak imzalar gibi bir takım asgari unsurların bir araya gelmesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu unsurlar genel olarak;

- Elektronik imza yaratmak amaçlı kullanacağımız sadece sahibi tarafımızdan bilinen ve sadece sahibi tarafından aktif konuma getirilebilecek imza oluşturma verisi,
- İçeriğine herkes tarafından ulaşılabilen imza oluşturma verisi ile imzalanan verinin gerçekten o imza oluşturma verisi ile mi oluşturulduğunu doğrulama imkanı tanıyan doğrulama verileri,
- İmza doğrulama verisini içersinde taşıyan ve elektronik kimlik kartı olarak da kullanabileceğimiz bir elektronik kayıt (elektronik sertifika),
- Elektronik imza ile ilişkilendireceğimiz veri (elektronik belge, herhangi bir elektronik uygulama veya elektronik posta mesajı) şeklindedir.

E-imza sayesinde kişiler zamandan tasarruf ederek işlemleri kolay yoldan halletmenin tadını çıkartacaktır.

UYAP ile E-İmza Adaletin Hizmetinde!

Adalet Bakanlığı e-devlet uygulaması olan Ulusal Yargı Ağı Projesi (UYAP) ile vatandaşlar artık duruşma tarihini ve dava aşamalarını öğrenmek için adliyelere gitmeyecek ve davalarının seyrini internet üzerinden öğrenebilecekler.

Avukat Bilgi Sistemi de, UYAP'ın avukatlara sağladığı bir hizmettir. Avukat Bilgi Sistemi sayesinde avukatlar, UYAP üzerinden mevcut davalarını takip edebilir, yeni bir dava açabilir, dava dosyalarına her türlü evrakı gönderebilir, yargılama harcı, ücret ve diğer masraflara ilişkin her türlü para transferini on-line olarak gerçekleştirebilir, vekâletnamesi bulunmayan dosyaları ilgili hâkimin bilgisi dâhilinde inceleyebilirler.

Avukatların, UYAP kapsamında kullanacakları nitelikli e-imza sertifikaları (NES) başvurularını Telekomünikasyon Kurumu tarafından yetkilendirilmiş sertifika hizmet sağlayıcılarına (ESHS) yapmaları gerekmektedir.

Detaylı bilgi için 5070 Sayılı Elektronik İmza Kanunu'nu inceleyebilirsiniz:

http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/1328.html
#2226
Yargının intiharı

Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararı tam bir anayasa ihlalidir. Bariz bir hatadır, kasıtlı bir tavırdır. Bir mahkeme Cumhurbaşkanı'ndan bahsederken 'Şüpheli' lafını kullanır mı? Anayasa'daki açık hüküm 'vatan hainliği dışında yargılanamaz' dediği halde hangi gözü kararmış yargı mensubu 'Yargılanabilir' hükmüne varabilir ki?
Üstelik tartışmaya vesile olan 'Kayıp trilyon davası'nın üzerinden 10 küsur yıl geçmiş, dava sonuçlanmış... Hal böyleyken Sincan'daki mahkeme ne yapmak istiyor? Belli ki bu karar hukuki değil, siyasidir. Ve maalesef 'münferit bir olay' da değildir. Uzun bir zamandan beri yargıdaki siyasallaşma millet vicdanını yaralar hale gelmiştir. Akla hayale gelmedik kararlar alındıkça hem adalete duyulan güven törpülenmiş hem de yargının itibarı sarsılmıştır. Toplumda derin bir endişe gözleniyor; zira hangi yargı mensubunun nerede, nasıl bir siyasi spekülasyona karışacağını hiç kimse kestiremiyor.

Sincan'daki hatayı sistem kendi içinde bertaraf edemez mi? Aslında bu tip absürt hamleleri, yargı sistemi kendi disiplinleri içinde çözebilir. Mesela HSYK bu tip alan ihlallerinde duruma müdahale edebilir; ancak siyasallaşma konusunda en ağır darbeyi maalesef HSYK almış durumda. Şemdinli davasında takındıkları tavır, sadece yargının bağımsızlığına gölge düşürmedi; aynı zamanda defolu bir demokrasi manzarasının ortaya çıkmasına sebep oldu. Genç bir savcının (Ferhat Sarıkaya) hayatını kararttılar ve meslekten men ettiler. Bu kadar orantısız bir ceza verilmesi bir yandan adalet kavramını yerle bir etti; diğer yandan da yargı üzerinde bir vesayet olduğuna dair kuşkuları artırdı. Dönemin Genelkurmay Başkanı o günleri 32. Gün programına anlatırken 'Şemdinli olayları sırasında Meclis'e gidip emniyet istihbarat daire başkanı benim hakkımda uydurma beyanatlar veriyor. Ben bunu ilgili makamlara ilettim ve o adam hemen görevden alındı.' diyor. Sabri Uzun'un görevden alınması için temaslarda bulunduğunu itiraf ediyor. Vahim bir durum. Yaşar Paşa, rahatlıkla izah edebileceği ve haklı çıkacağı bir konuda kendini zora sokuyor. İster istemez insanların aklına şu soru geliyor: Bir üst düzey emniyet yetkilisinin görevden uzaklaştırılması için ricacı olan emekli Genelkurmay Başkanı benzer bir taleple HSYK'ya bir mesaj göndermiş miydi?

Eski defterleri karıştırmak ve bazı devlet büyüklerini incitmek için yazmıyorum bunları. Demem o ki HSYK kredisini o kadar lüzumsuz yere harcadı ki bu saatten sonra ne yapsa yanlış anlaşılmaya müsait. Ergenekon Davası sırasında da defalarca gündeme geldi HSYK. Davayı yürüten savcılar ve hâkimler hakkında hukuki çerçeveyi zorlayan alternatifler peşinde koşuldu hep. En azından bu kuşkuya yol açan bir imaj verildi. Maalesef şimdi çok doğru bir hamle bile yapsalar vatandaşın kafası karışacak; zira sabıkasından dolayı kamuoyu HSYK'yı artık bir iç kontrol mekanizması olarak görmüyor...

Yargı kendi kendini hırpalıyor. YARSAV diye bir kuruluş var mesela; her siyasi konuya balıklama dalıyor. Ergenekon örgütüne tam destek veriyor. Üstelik başındaki kişi halen görevde olan bir savcı. Olacak şey mi bu? Bu ülkede böyle şeyler yaşanıyor ve adalet mensupları bunu içine sindirebiliyor. Dahası var. Anayasa Mahkemesi, Anayasa'daki yetkilerini göstere göstere aşıyor, türban yasasında usule dair denetleme hakkıyla yetinmeyip esasa da müdahale ediyor. 367 kararındaki korkunç yanlışı bir daha deşmeye gerek bile yok. Yargı mensupları bu vahim hata karşısında sus pus olmayı tercih ediyor. Tam bir skandal!

Örneklerini sıralamaya gerek var mı? Son yıllarda yaşanan onlarca kritik hadisede yargı kendi kalesine gol attı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile ilgili Sincan'daki mahkemenin kararı bu çılgın gidişatın son örneği. Yüksek yargı mensupları her platformda 'Yargının bağımsızlığı'ndan söz ediyor. Haklılar. Ancak görünen o ki bu ülkede yargı bağımsızlığında sorun yok; yargı tarafsızlığında problem var. Bağımsız olacaksın; en az o kadar da tarafsız olacaksın ki adalete duyulan güven zedelenmesin. Yargının zirvesi mikrofon buldukça feryat ediyor ve 'Yargıyı yıpratmayalım' diyor. Haklılar. Ancak yargıyı asıl yıpratan yargının bizzat kendisidir; dolayısıyla imajı düzeltecek olanlar da yine kendileridir...

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=849966&title=yarginin-intihari
#2227
Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, "Kayıp Trilyon" davasıyla ilgili olarak, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hakkında vermiş olduğu "kovuşturma yapılmasına yer olmadığına" ilişkin kararını kaldırdı.

Alınan bilgiye göre, kararda, Gül hakkında "özel evrakta sahtecilik" ve "2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'na" aykırılık suçlarından dolayı soruşturma açıldığı, soruşturma sonunda Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca "kovuşturma yapılmasına yer olmadığına" karar verildiği anımsatıldı.

Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararında, şunlar kaydedildi:

"Ancak; bu kovuşturmaya yer olmadığına karar verilirken Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, yasalar yönünden dokunulmazlığı bulunan ve yasalarda yargılanmaları istisna kabul edilen kişiler ile kıyas yapılarak, şüphelinin Cumhurbaşkanı olması nedeniyle milletvekili ve bakanlara tanınan dokunulmazlığının yasa koyucunun Cumhurbaşkanını da kapsadığı yönünde görüşleri hukuktan yoksun, kanunlara aykırı olduğu açıktır. Kıyasın; kamu hukuku alanında yapılamayacağı, kaldı ki daha önce Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan kişilerin önceden suç işlemiş bulunmalarının doğal olarak yasa koyucular tarafından düşünülemediğinden Anayasa'da bu konuda boşluğun bulunduğu, bunun yerine Anayasa'nın ilgili hükümlerinde değişiklik yapılarak Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan kişilerin Cumhurbaşkanlığı döneminden önceki suçlarına yönelik düzenlemelerin yapılması gerektiği ve Anayasa'daki bu boşluğun kıyas yolu ile değil, hukuki düzenleme ile ortadan kaldırılması hukuki açıdan çok daha uygun olacağından; şüpheli Abdullah Gül hakkında iddia olunan eylemlerin kanıt ve unsurlarının mahkemesince tartışılması için Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının hukuka uygun olmayan takipsizlik kararının kaldırılmasına karar vermek gerekmiştir."

"KANUN YARARINA" BOZMA İSTEMİ

İtiraz üzerine verilen kararlar kesin nitelik taşıdığı için Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı veya Abdullah Gül'ün avukatları, Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesinin kararının kanun yararına bozulması istemiyle Yargıtay'a götürülmesi için Adalet Bakanlığına başvurabilecek.

Adalet Bakanlığı, istemi yerinde görürse söz konusu kararın "kanun yararına" bozulması istemiyle Yargıtay'a başvuracak. Süreçle ilgili son sözü Yargıtay söyleyecek.

TAKİPSİZLİK KARARI

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, "Kayıp Trilyon" davasıyla ilgili olarak, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hakkında, "mevcut anayasal sistem gereğince, iddia olunan eylemlerin kanıt ve unsurları tartışılmaksızın, yasal imkansızlık nedeniyle soruşturma yapılmasına gerek olmadığına" karar vermişti. Kararda, "Cumhurbaşkanının, seçilmeden önce işlemiş olduğu kişisel suçlarından dolayı Anayasada bir hüküm yer almadığı gibi TBMM İç Tüzüğünde de bir düzenlemenin mevcut olmadığı, demokratik rejimlerde Devlet Başkanının dokunulmazlığının kabul gören bir imtiyaz şeklinde oluştuğu" kaydedilmişti. 1982 Anayasasının 105. maddesine göre Cumhurbaşkanının sorumsuzluğunun "esas", sorumluluğunun ise "istisna" olarak getirildiği belirtilen kararda, 1961 Anayasasının 99. maddesi ve 1982 Anayasasının 105/3. maddeleri ile "Cumhurbaşkanının sadece vatana ihanetten dolayı sorumlu tutulabileceğinin", 105/1-2. madde fıkralarında ise "görevi ile ilgili işlemlerden dolayı sorumsuzluğunun düzenlendiği" ifade edilmişti.

Kararda, "Bunun haricinde, Cumhurbaşkanının, Cumhurbaşkanlığı makamına seçilmesinden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülürse tutulma, sorguya çekilme, tutuklama ve yargılama yollarına maruz kalıp kalmayacağının madde metninde bulunmadığı" belirtilmişti.

Kararda, şunlar kaydedilmişti:

"Anayasanın 148/3. maddesinde belirlenen Anayasa Mahkemesinin 'görev ve yetkileri' başlıklı bölümünde, Anayasa Mahkemesinin; Cumhurbaşkanını, Yüce Divan sıfatıyla yargılaması hususu belirtilmiş ise de görev yönünden düzenlenen bu maddenin 105. maddede belirlenen görev sorumsuzluğu göz önüne alındığında sadece 105/3. maddesinde geçen vatana ihanet suçlamasına ilişkin yargılamayı kapsadığı anlaşılmakta olup, kişisel suçlardan yargılamayı içermediği, bu bağlamda Anayasal sistem içerisinde Cumhurbaşkanının 'vatana ihanet' haricinde kalan bir suçtan dolayı yargılama mercinin de düzenlenmemiş olduğu belirlenmiştir. Bu açıklamalar ışığında; Cumhurbaşkanı seçilen milletvekilinin varsa partisiyle ilişkisinin kesilmesi ve milletvekilliğinin sona ermesi, görevinin özelliğinin doğal gereği olup, milletvekilliğinin sona ermesinin, dokunulmazlık dışında kalacağı anlamına gelmediği, açıkça bu sözcüğün Anayasada yer almamasının, Anayasanın 104. maddesinde sayılan yetkileri kullanan, milletvekillerinden çok daha önemli konumda olan Cumhurbaşkanının dokunulmazlığının bulunmamasının düşünülemeyeceği ve bu hususun olsa olsa etik nezaket gereği ile bu makamın, ülkede sıkıntılar baş gösterdiğinde, oluşan problemleri; ciddi, herkesin inanacağı ve kabul edebileceği şeklinde çözebilecek son makam olacağı düşüncesiyle muhafaza ve koruma düşünceleri altında yapılan, Anayasa koyucunun tasarrufu olarak vücut bulduğu, 1982 Anayasasının, 1924 Anayasası düzenlemesinden ayrılarak 105. madde ile yaptığı Cumhurbaşkanının sorumluluğu ve sorumsuzluğu tanımlamasının mutlak olup, başka kanunlar veya diğer dokunulmazlıklar açısından kıyas yoluna açık bulunmadığı, Cumhurbaşkanı seçilinmesinden önce veya sonra görevle ilgili olmayan kişisel suçlardan dolayı Cumhurbaşkanının sorumluluğu ve yargılanması ile yargılama yer, usul ve şekil şartlarıyla zaman aşımının nasıl ve ne şekilde uygulanacağı hususunda hiçbir Anayasal düzenlemenin mevcut olmadığı, Anayasanın 105. maddesinin 1. fıkra hükmünden Cumhurbaşkanının vatana ihanet dışında kalan diğer görev suçlarından sorumlu olmadığının açıkça anlaşıldığı halde, kişisel suçlardan dolayı sorumlu olup olmadığı, eğer sorumlu ise yargılamanın nasıl ve ne zaman yapılacağı hususunda açık bir belirsizlik olduğu, tersine yorum tekniği ile vatana ihanet suçu haricinde yargılaması mümkün bulunmayan Cumhurbaşkanının, kişisel suçlarla ilgili doktrinde tartışılan cezai sorumluluğun ise yorumsal kıstaslarla doldurulmasının ve muğlak yargılama teknikleri ve makamları ihdas edilmesinin mümkün bulunmadığı tespit edilmiştir."

Kararda, "Mevcut Anayasal sistem gereğince, Türkiye Cumhuriyeti 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hakkında iddia olunan eylemlerin kanıt ve unsurları tartışılmaksızın, yasal imkansızlık nedeniyle soruşturma yapılmasına gerek olmadığına CMK'nın 172. maddesi gereğince karar verildi" denilmişti. Söz konusu karara, şikayetçi Cahit Nalbantoğlu Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesinde itirazda bulunmuştu.

http://yenisafak.com.tr/Politika/?i=187041
#2228
Yunanistan'ı ayağa kaldıran kola gerçeği

Yunanistan'da 21 yaşında bir kadının, 2 litreden fazla kola içtikten sonra kalp krizi geçirmesi ülke gündemini bir anda değiştirmişti. Kolanın sağlıksız olduğu konusunda birleşen araştırmacılar, Ioannina Üniversitesi'nde yeni bir araştırma için toplandı. 20'ye yakın uzmanın yer aldığı araştırmanın sonuçları da gündeme bomba gibi düştü.

'KEMİK ERİMESİ' UYARISI

Araştırma sorumlularından Dr. Moses Elisaf, "Fazla kola tüketmek kalp hastalıklarına ve kemik erimesine neden oluyor. Kola içenlerin kalp ritminde bozukluk en çok görülen durum. Kola içmeyi önermiyoruz" ifadelerini kullandı. Şişmanlık, şeker ve kalp hastalıkları üzerine uzun yıllar araştırma yapan Harvard Üniversitesi Genetik ve Kompleks Hastalıklar Bölümü Başkanı Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil de sağlıklı yaşam için kolayı evine sokmadığını belirtiyor.

http://www.haber7.com/haber/20090521/Yunanistani-ayaga-kaldiran-kola-gercegi.php

Kolalı içecekler kemiklere zarar veriyor

Kolalı içeceklerin içindeki yüksek miktardaki fosforun, kan fosforunu yükselterek kemiklerden kalsiyum kemiren hormonun düzeyini artırdığı ve bir süre sonra kalsiyumu azalan kemiklerin sağlamlıklarını yitirmesine yol açtığı belirtildi.
 
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı ve Endokrinoloji ve Diyabet Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Şükrü Hatun, obezitenin her geçen gün hızla arttığını ve son yıllarda özellikle çocukların sağlığını tehdit etmeye başladığını söyledi.

Obezitenin, sadece aşırı şişmanlık olarak algılanmaması gerektiğini vurgulayan Hatun, zaman içerisinde obezitenin şeker, kalp gibi ciddi sağlık sorunlarına yol açabilen kronik hastalıklara zemin hazırladığı uyarısında bulundu. Şekerli gıdalar içerisinde kolalı içeceklerin çok fazla tüketildiğine, bunun da sağlık üzerinde birçok olumsuz etkisinin olduğuna dikkati çeken Hatun, kolalı içeceklerin tüketiminin her geçen gün arttığını söyledi.

Prof. Dr. Şükrü Hatun, "Kolalı içecekler bir taraftan kan şekerini hızlı bir şekilde yükselten, dolayısıyla insülin hormonunu artırarak, vücudun yağ depolamaya yönelmesine yol açan yüksek miktarda şeker içermesi nedeniyle, diğer taraftan süt ve süt ürünleri gibi sağlıklı beslenmenin temeli olan içeceklerin yerine geçtiği için şişmanlık için risk oluşturuyor.'' diye konuştu. Bunların dışında kola içme alışkanlığının fast-food beslenmeye eşlik ettiğini ve kola ile birlikte daha fazla yemek yendiğini belirten Hatun, şunları söyledi:

"ABD'deki çocuk sağlığı otoriteleri, çocukların kolalı içeceklerden uzak tutulmasını öneriyor. Kolalı içeceklerin esas zararlı etkisi ise kemikler üzerinde oluyor. Amerikan Tabipler Birliği'nin Çocuk Sağlığı Dergisi'nde kolalı içecek alışkanlığının lise öğrencisi kızlarda kemik kırıkları sıklığını 3 kat artırdığını gösteren bir araştırma yayımlandı.'' AA

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=962037&title=kolali-icecekler-kemiklere-zarar-veriyor
#2229
Hukuk Sohbetleri / Hukuk nedir?
22 Mayıs 2009, 01:39:56
"Hukuk" kelimesinin anlamını Türk Dil Kurumu şu şekilde açıklamış:

1) Toplumu düzenleyen ve devletin yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünü.
2) Bu yasaları konu alan bilim.
3) Yasaların ceza ile ilgili olmayıp alacak verecek vb. davaları ilgilendiren bölümü.
4) Haklar.
5) (mecaz) Ahbaplık, dostluk.

Hukukun tanımlanması sorunsalı günümüze kadar bütün hukukçuları rahatsız ve meşgul etmiştir. Hukuk yaşamın her alanında var olan bir olgu olduğundan tanımlama sorunu da içinden çıkılmaz bir hale gelmiş ve hatta felsefe dünyasının önde gelen ismi İmmanuel Kant tarafından alaycı bir ifade ile "Hukukçular, kendi hukuk kavramlarına hâlâ bir tanım aramaktadırlar" sözü ile eleştirilmiştir. Aşağıda bu konuyla ilgili olarak birbiriyle paralel iki ayrı açıklama bulunmaktadır:

Hukuk Nedir?

Hukuk, her şeyden önce bir düzen demektir. Fakat hukukun öngördüğü düzen, fiilen gerçekleşen bir düzen değildir. Hukuk, toplum içinde insanların gerçekten nasıl davrandıklarını değil, nasıl davranmaları gerektiğini gösterir. Hukuk, kendisine uyulmak ve uygulanmak için vardır. Adalet değeri dolayısıyla, insanlar arası ilişkileri bir düzene koymak, toplumsal yaşamın gerçekleşmesini sağlamak ister. İnsanlara, "Bana uy; Beni gerçekleştir" buyruğu ile seslenir. Hukuk düzeni, doğduğu andan itibaren bireyin karşısına kabul edilmesi ve uyulması gereken, kesinlikle doğru kurallar olarak çıkar. İnsan, özgür bir varlıktır ve iradesini hukukun buyrukları doğrultusunda kullanabileceği gibi, onlara aykırı bir yönde de kullanabilir. Bu nedenle toplum içinde insanların tutum ve davranışlarının hukuk kurallarına uymaması, her zaman mümkündür.

"İşte hukuk, insan davranışlarını değerlendiren, çıkar çatışmalarına çözüm getiren kurallardan, normlardan meydana gelen bir sistem, bir bütündür."

İdesi ve ideali adalet olan hukuk, genel olarak şu şekilde tanımlanabilir: "Hukuk, adalete yönelmiş toplumsal bir yaşama düzenidir." Bu tanımdan, hukukun üç ayrı fonksiyonu yerine getirdiğini görmekteyiz. Bu fonksiyonlar düzen, pratik yarar ve adalettir.

Hukukun Toplumdaki Fonksiyonları

1. Düzen fonksiyonu
Hukukun bu fonksiyonu ile anlatılmak istenen, hukukun toplumsal yaşamı düzenleyip insanların barış ve güvenlik içinde bir arada yaşamalarını sağlamaktır.
2. Pratik yarar (Sosyal İhtiyaçların Karşılanması)
Hukukun pratik amacını, toplumsal gerçeklik belirler. Hukuk bu fonksiyonu ile toplum içinde yaşayan insanların, birbirleri ile kurmak zorunda oldukları ilişkilerini ve biyolojik, psikolojik bir varlık olarak insanın yapısından kaynaklanan ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır. Hukuk bu fonksiyonu ile doğum, evlenme, ölüm vb. önemli biyolojik olayları da çeşitli hükümlerle düzenler. Hiçbir hukuk düzeni yaşamın temel gerçeklerini görmezden gelemez. Hukuk düzeni, insanın doğal yapısına ve bundan ileri gelen ihtiyaçlarına uygun olmak zorundadır. Hukuk önemli ölçüde, ekonomik gerçeklere de bağlıdır; ekonomik ihtiyaçlara uymalı ve onları karşılamalıdır.
3.Adalet Hukuk bu fonksiyonu ile belirli bir düzenleme altına aldığı sosyal ihtiyaçları, özü salt bir eşitlik düşüncesi olan adalet ölçüsüne vurarak gerçek kimliğini kazanır. Hukukun idesi ve ideali adalettir. En kısa tanımıyla adalet, "bir eşitlik düşüncesi"dir.
"Adalet, nesnel (objektif) ve öznel (sübjektif) olmak üzere iki değişik anlamda kullanılır. Adalet aslında ahlâki bir kavramdır; Bu kapsamda, erdem, fazilet anlamında kişisel bir özelliği deyimler.

Kişi her zaman haklı olana yönelir, herkese kendine düşeni vermek yolunda sürekli ve değişmez bir çaba gösterir. İşte bu tutum ve çabayı gösteren adalet, özne (süje) ile ilgili oluşundan ötürü öznel (sübjektif) adalet olarak nitelenir. Bir erdem olan öznel adaletin dışında ve ondan önce nesnel (objektif) bir adalet kavramı vardır. Nesnel adalet, kişinin bir özelliğini değil, kişilerin somut durumlarda gerçekleştireceği ilişki biçiminin bir özelliğini deyimler.

İşte hukuk alanında hukuki değer olarak söz konusu olan adalet de, bu nesnel anlamda adalettir. Çünkü hukuk, insanlar arası ilişkileri biçimlendiren, onlara görünür ve algılanabilir bir düzen veren, bu amaca yönelen normlar bütünüdür."

Toplum içindeki davranış ve ilişkilerin değerlendirilmelerini içeren kurallar bütünü olarak hukuk, bu değerlendirmelerde adalet ölçüsünü kullandığı ve kullanmak durumunda bulunduğuna göre, adaletin böylece, hukukun da bir değerlendirilme ölçüsü olacağı doğaldır. Hukuk normlarında adalet acaba ne ölçüde yansıtılmıştır ? Mevcut hukuk ne denli adaletlidir ? İşte burada yasa üstü adalet kavramı ortaya çıkmaktadır. Bu, tüm hukuk sistemine ve sistemlerine egemen bulunan, nesnel ve salt bir değer niteliğindeki adalettir. Hukuk bir toplum düzenini içerir. Hukukun varlık nedeni de adalettir; gerek mevcut düzeni korumak, gerekse onu değiştirmeyi meşrulaştırmak için her zaman adalete başvurulur. Nesnel ve yasa üstü adalet hukukta karşımıza kurulu hukuk düzenlerinin asli örneği, olması gereken hukuk anlamında hukuk idesi olarak çıkar. Bu niteliği ile adalet, mevcut hukuk düzenlerinin kendisine uygun olup olmadığı açısından bir değer ve değerlendirme ölçüsü olur. Yine bu özelliği ile adalet, aynı zamanda hukukun idealidir. Hukukun gerçekleştirmek amacını güttüğü şey adalettir.

Birbirleri ile olumlu ve olumsuz karşılıklı ilişkilerde bulunan bu üç fonksiyon denge içinde olduklarında, adil bir hukuk düzeninin gerçekleşmesi sağlanır. Normal olarak tüm hukuk normları bu üç fonksiyonu da kapsar.

Sonuç olarak hukuk, hem adaleti gerçekleştirecek, hem toplumsal yaşama uyacak, hem de bu toplumsal yaşamın barış içinde sürebilmesi için bir düzen görünümünü sağlamaya çalışacaktır.


Hukuk Nedir?

Belirli bir toplumda kişiler arasındaki ilişkileri düzenleyen ve devletin yaptırım gücüyle uyulması zorunlu kılınan davranış kurallarının oluşturduğu düzenin adıdır. Yazılı olsun olmasın, hukuk kurallarını öteki toplumsal kurallardan ayıran en önemli özellik devletin yaptırım gücüyle desteklenmiş olmasıdır. Bununla birlikte iç hukuk düzeninin de uyulması kişilerin isteğine bırakılmış tamamlayıcı hukuk kuralları gibi, uluslar arası ilişkileri düzenleyen kuralları da devletin devletlerin yaptırım gücünden yoksundur. Hukuk, toplumsal ilişkilere bağlı olarak sürekli değişen bir kurumdur. Devletin giderek artan bir biçimde toplumsal yaşama müdahale etmesi ve bunu hukuk kuralları koyarak gerçekleştirmesi, kişilerin hukuka bağımlılığını artırmanın yanı sıra yazılı hukuk kurallarının karmaşıklaşması sonucunu doğurmuştur. Bu nedenle hukuk ve hukukçuluk aynı zamanda bir uzmanlık alanı ve meslek niteliğini de kazanmıştır. Evrensel nitelikleri nedeniyle uygar toplumların hepsinde geçerli olan ortak hukuk kurallarının dışında her toplumun yaşam biçimi, dünya görüşü, gelenek ve göreneklerine bağlı olarak farklılık gösteren hukuk kuralları da vardır. Hukuk özü bakımından bir üst yapı kurumu olduğundan, toplumların temel ve yapısal özelliklerine göre biçimlenmesi kaçınılmazdır. Bu bağlamda ekonomik yapının, hukuk düzeni üzerindeki etkisi büyük önem taşır. Bu nedenle kar amacına yönelik özel girişimciliğe dayalı kapitalist sistemlerde geçerli hukuk kurallarıyla, ekonomik etkinlikleri büyük ölçüde devletleştirmiş olan kolektivist sistemlerde geçerli hukuk kuralları arasında önemli farklar bulunur. Bununla birlikte bazı kapitalist sistemlerde, devletleştirme ve planlı kalkınma gibi kolektivist ekonomi düzenine özgü öğeler yer alabilir; kolektivist sistemlerde de özel mülkiyet ve rekabet gibi kapitalist ekonomi düzenine özgü öğelere sınırlı olarak yer verilebilir. Devletin toplumsal yaşama müdahalesi bakımından özde büyük farklılıklar taşıyan bu iki sistemdeki özgürlük anlayışına bağlı olarak kişilerin irade serbestliğine ilişkin hukuk kuralları da büyük farklılıklar gösterir. Ayrıca azgelişmiş ülkelerin hukuk düzenleriyle gelişmiş ülkelerin hukuk düzenleri arasında da önemli farklar vardır.

Bir ülkenin hukuk düzeni yasama organınca oluşturulan yazlı hukuk kurallarını, yargı kararlarını ve devletin iradesi dışında oluşan genel hukuk ilkeleriyle örf ve adet kurallarını kapsar. Genel hukuk ilkeleriyle örf ve adet kuralları gibi yazılı olmayan hukuk kurallarının bağlayıcılık niteliği kazanarak hukuk düzeninde geçerli olabilmesi için devletin bu kuralları tanıyarak onları yaptırıma bağlaması zorunludur. Ayrıca hukuk kuralları emredici ve yasaklayıcı nitelikte olabileceği gibi kişilerin iradesini tamamlayıcı ve yorumlayıcı nitelikte de olabilir. Bir ülkede hukuk düzeni bir bütün oluşturmakla birlikte birbirinden farklı bölümleri de vardır. Klasikleşmiş ayrıma göre bunlar kamu hukuku ve özel hukuktur. Kamu hukuku, devletin organlarının oluşumunu, yetki ve görevlerini, kişilerin bu organlar karşısındaki hak ve yükümlülüklerini düzenleyen kurallardan oluşur. Özel hukuk ise kişiler arasındaki hak ve yükümlülük ilişkilerini düzenleyen kurallardan oluşur. Öğretide kamu hukuku ile özel hukuku birbirinden ayıran özelliklerin bu hukuk alanlarında egemen olduğu kabul edilmektedir. Kamu hukukunda kamu yararı ile özel kişilerin çıkarlarını, birincisinin üstünlüğüne zarar gelmeksizin uzlaştırmaya çalışır. Özel hukuk ise kişilerin birbiri karşısındaki çıkarlarını eşitlik kuralını zedelemeden uzlaştırmaya çalışır. Bu nedenle kamu hukuku öznelerinin özel hukuk özneleri (gerçek ve özel tüzel kişiler) karşısında üstün yetkilerle donatılmış olmasına karşın, özel hukuk özneleri arasında eşitlik kuralı geçerlidir.

Ayrıca kamu hukuku ve özel hukuk bölümleri çeşitli hukuk dallarını içerir. Başta anayasa hukuku olmak üzere uluslararası kamu hukuku, idare hukuku, ceza hukuku, icra hukuku, iflas hukuku ve kamu hukuku gibi hukuk dalları kamu hukuku bölümünü oluşturur. Buna karşılık medeni hukuk, borçlar hukuku, uluslararası özel hukuk ve ticaret hukuku gibi hukuk dalları da özel hukuk kapsamına girer. Karma nitelikte hukuk dalları arasında fikri hukuk, deniz hukuku, hava hukuku, iş hukuku ve toprak hukuku sayılabilir. Bu hukuk dallarını oluşturan hukuk kuralları bazı yönleriyle kamu hukukunun, bazı yönleriyle de özel hukukun özelliklerini taşırlar. Ayrıca önceleri idare hukuku dalı içerisinde yer alırken, kazandığı önem dolayısıyla giderek bağımsızlaşmaya başlayan maden ve petrol hukuku, ticaret hukukundan kopan bankalar hukuku ve uluslararası hukuktan ayrılarak farklı bir dal oluşturan uzay hukuku gibi yeni hukuk dalları da ortaya çıkmıştır.

Hukuk Devleti

Tüm etkinliklerinde hukukun üstünlüğü ilkesine ve yargı denetimine bağlı kalan devlet. Devletin hukuk ve adalet ilkesine bağlılığı, Platon ve Aristoteles'ten bu yana hukuk felsefesinde önemli bir yer tutmuştur. Bu kavram ortaçağda devlet örgütünün işlemesine ilişkin önlemlerden çok, toplumsal sözleşme ilkesine dayanıyordu. Buna göre hükümdar söz verdiği yükümlülükleri yerine getirmezse, yönetilenlerde ona itaat borcundan kurtulmuş sayılırdı. İngiltere'deki ilk anayasal belge olan Magna Carta'da (1215) yer alan direnme hakkı da kaynağını bu anlayıştan alıyordu. Yeniçağda hukuk devleti kavramı Locke ve Montesquieu'nün ortaya attığı kuvvetler ayrılığı ilkesiyle genişleyerek daha büyük bir önem kazandı. Ayrıca, doğal hukuk yanlılarının ortaya attığı ve daha sonra 1787 ABD Anayasası'na da yansıyan ''doğal haklar'' kuramı ve ''insan hakları'' anlayışı, hukuk devleti düşüncesine yeni boyutlar getirdi. Bu gelişimin yarattığı birikim 19. yüzyıldan başlayarak, özellikle Alman hukuk öğretisinin sağlam temellere dayandırılmasını sağladı. Devletin amacının yurttaşlarının özgürlüğünü, eşitliğini ve hukukun egemenliğini güvence altına almak olduğunu savunan Kantçı devlet felsefesine dayanan Alman öğretisi, ''hukuk devleti'' (Rechtsstaat) deyimini ''polis devleti'' (Polizeistaat) kavramının karşıtı olarak kullandı. Yapıtlarında ''hukuk devleti'' deyimine ilk kez yer veren Rudolf von Mohl, bu deyimden anlaşılması gereken devlet tipini, etkinliklerinin sınırını kişilerin özgürlüğünde gören, yasaların genelliği ilkesine uyan ve kişilerin devlet gücü karşısında korunması için yargı organları kuran devlet olarak tanımladı. Bu hukuk devletini anayasal devletle eş değerde tutan bir görüştü. Hukuk devleti kavramına çeşitli anlamlar veren Stahl ve Bahr gibi Alman hukukçulardan sonra günümüzde geçerli olan hukuk devleti görüşüne en yakın tanımı Rudolf von Gneist ortaya koydu. Buna göre hukuk devletinin güvence altına alınması için anayasada kamu hak ve özgürlüklerinin düzenlenmiş olması yeterli değildir. Bunların uygulamada değer kazanabilmesi için her şeyden önce devletin en etkin organı olan idarenin, özel bir yargı sistemince (idari yargı) sıkı bir biçimde denetlenmesi gerekir. 20 yüzyılda özellikle Avusturyalı hukukçu Hans Kelsen hukuk devletinin maddi hukuk içeriğinden arınmış biçimsel bir kavram olduğunu ileri sürmüş ve bu kavramın en önemli özelliğini devletin bütün işlemlerinin (anayasa, yasa, tüzük, yönetmelik, birel idari kararlar) belli bir hiyerarşi içerisinde bir temel norma dayanmasında bulmuştur. Kelsen'in bu biçimselci görüşü hukuk öğretisinde güçlü eleştirilerle karşılaşmıştır. Günümüzde gelişmiş hukuk sistemlerinde, özellikle kara Avrupa'sı hukukunda ortak bir hukuk kavramı ve kurumu olan hukuk devletinin şu öğelerden oluştuğu kabul edilmektedir. 1) Yasallık ilkesi günümüzde yasaların anayasaya uygunluğunu da kapsar ve idarenin yalnızca yasalara değil, genel hukuk kurallarına da bağlı olmasını ön görür. 2) Kuvvetler ayrılığı ilkesi, klasik öğretinin benimsendiği tam bağımsızlık yerine denetim ve iş birliğini de kapsayan bir denge sistemini içerir. 3) Temel hak ve özgürlüklerin korunması ilkesi hukuk devleti ile demokrasi kavramları arasındaki bağı kuran bir ilkedir. Buna göre kişilerin temel hak ve özgürlükleri, pratikte uygulanabilen ve demokratik rejimin ruhuna uygun olan güvencelere bağlanmalıdır. 4) Hukuk güvenliği ilkesi devlet işlemlerinin önceden öngörülmüş esaslara uygun olarak yapılması, geriye yürüyen hükümler içermemesi ve önceden öngörülmüş esaslara uygun olarak yapılması, geriye yürüyen hükümler içermemesi ve önceden uygun bir biçimde duyurulması gibi ilkeleri içerir. 5) İdarenin yargısal denetime bağlı olması ilkesi uyarınca idarenin hiçbir işlem ve eyleminin yargı denetimi dışında bırakılmaması gerekir. Bu ilke en iyi biçimde idarenin adli yargıdan bağımsız bir idari yargı sisteminin denetimine bağlı tutulduğu idari rejimde gerçekleştirilir.

Türkiye'de hukuk devleti kavramı ilk kez idari hukuku bilgini Sıddık Sami Onar'ın İdare Hukuku (1938) adlı yapıtında yer aldı. 1961 Anayasası hukuk devleti deyimini devletin nitelikleri arasına sokan ilk Türk anayasası oldu. 1982 Anayasası da 2. maddesinde hukuk devleti deyimine yer verir.

1982 Anayasası hukuk devleti ilkesini kabul etmiş olmakla birlikte, özellikle temel hak ve özgürlüklere aşırı sınırlamalar getirmiştir. Ayrıca idarenin bazı işlemlerini yargı denetimi dışında tuttuğundan çağdaş hukuk devleti anlayışından farklı bir anlayışı yansıtır. Hukuk devleti ve yargı denetimi ilkeleri özellikle olağanüstü hal ve sıkı yönetim rejimleri altında yapılan işlemler için ortadan kalkmaktadır. Bu dönemlerde Bakanlar Kurulu'nun çıkardığı kanun hükmündeki kararnamelerin anayasaya aykırı olduğu iddiasıyla dava açılamaz (m.148). Bunun gibi, idari yargılamada yürütmenin durdurulması kararı verilmesi yasayla sınırlanabilir (m.125). Ayrıca Sıkıyönetim Kanunu'nda yer alan ve anayasaya aykırılığı öne sürülemeyen bir (Ek m. 3) uyarınca sıkıyönetimin komutanının idari işlemlerine karşı yasa yollarına baş vurulamaz.
#2230
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 10. maddesine ilişkin Avrupa İnsan Hakları Komisyon ve Mahkemesi'nin içtihatları çerçevesinde "Avrupa'da düşünce özgürlüğü"nü açıklayan yararlı bir çalışma için tıklayınız:

http://www.byegm.gov.tr/YAYINLARIMIZ/kitaplar/avrupa/giris.htm
#2231
Hukuk Sohbetleri / Düşünce Özgürlüğü
22 Mayıs 2009, 00:21:43
Düşünce Özgürlüğü, Bilgi Edinme Özgürlüğü ve Bilgi Hizmetleri

Ahmet Çelik ve Yaşar Tonta

Giriş

Demokrasi kuramcılarından Montesquieu'ya göre düşünce özgürlüğü en önemli özgürlüktür. Ona göre, "insan, dinamik, yaratıcı ve erdemli bir varlıktır. Fakat bu nitelikler ancak özgür bir ortamda işlerlik kazanır ve gelişir. Özgür olmayan bir ortam, kuşku ve korku da belirsizlik, güvensizlik ve uyuşukluk getirir" (Kavra, 1989: 83). Montesquieu'nun bu görüşleri günümüzde de geçerlidir. Düşüncenin özgürce ifade edilebildiği ortamlarda demokratik kurumlar varlıklarını sürdürmekte ve gelişme olanağı bulabilmektedirler.

Özgür insan, özgürce düşünebilen ve kanaatlerini özgürce ifade edebilen insandır. Bunun ön koşulu da doğru, çarpıtılmamış bilgiye erişim hakkıdır. Bilgi edinme özgürlüğü adını verebileceğimiz bu hakkın yetersiz olduğu ülkelerde kamuoyunun sağlıklı oluşmadığı, demokrasi dışı rejimlerin kitle iletişim araçlarını kullanarak gerçeğe aykırı durumları kendi halklarına benimsettikleri görilmektedir. İşte bu nedenle, bir demokraside düşünce özgürlüğü kavramının temel öncülü, vatandaşların bilgiye -özellikle devlet organlarınca üretilen bilgiye- erişim hakkıdır.

Günümüzün çağdaş toplumları bilgi edinme özgürlüklerini (ya da haklarını) geniş ölçüde basın-yayın araçları yoluyla kullanmaktadırlar. Onun için basın-yayın özgürlüğünün desteklenmesi kamu yararınadır. Kitle iletişim araçları yoluyla her türlü haberi öğrenebilme ve yayabilme 10 Aralık 1948 tarihli İnsan hakları Evrensel Bildirgesi (md. 19), 1950 tarihli Avrupa insan Hakları Sözleşmesi (md. 10) ve 1975 tarihli Helsinki Nihai Senedi ile, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bir hak olarak tanınmıştır.

Son yıllarda Internet vb. gibi ağların kullanımının yaygınlaşması ile birlikte insanlar duygu, düşünce ve yaratılarını elektronik ortamda da kolayca yayabilme olanağına kavuşmuşlardır. Elektronik bilgilere erişimin kolaylaşması ve yaygınlaşması bilgi edinme özgürlüğüne yeni bir boyut kazandırmıştır. Devlet tarafından üretilen elektronik ortamdaki bilgilere daha kolay erişim olanağı doğmuştur. Fakat aynı zamanda elektronik ortamdaki kişisel bilgilerin (mali bilgiler, sağlık bilgileri vs.) gizliliği ve güvenliği de son derece önem kazanmıştır.

Bu yazıda düşünce özgürlüğü ile bilgi edinme özgürlüğü arasındaki ilişkiye değinildikten sonra, bilgi edinme özgürlüğüyle ilgili belli başlı konular (devlet bilgilerine erişim, gizlilik, elektronik bilgilere erişim, mülkiyet vd.) kısaca özetlenmektedir. Yazının sonunda bilgi edinme özgürlüğü ile kütüphaneler arasındaki ilişki üzerinde de durularak, kütüphanelerin bilgi edinme özgürlüğünün sağlanmasındaki rolü vurgulanmaktadır.

Düşünce Özgürlüğü-Bilgi Edinme Özgürlüğü İlişkisi

Ana Britannica'da (1984, c.7, s.577) düşünce özgürlüğü, "kişinin serbestçe düşünce edinebilme, edindiği düşünce ve kanaatlerden dolayı kınanmama, bunları açıklama ve yayma hakkının dokunulmazlığı" biçiminde tanımlanmaktadır. Günümüzün klasik özgürlüklerinin en önemli esin kaynağı olan 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'nin 1. maddesinde "İnsanlar hak yönünden özgür ve eşit doğarlar ve özgür ve eşit kalmaya devam ederler" denmektedir. Bildirgenin 2. maddesi ise özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnmeyi doğal bir hak olarak benimsemekte, 10. ve 11. maddelerinde de din, inanç, düşünce ve düşünceyi açıklama ve yayma hakkına yer vermektedir. Bu ilkeler bazı farklılıklarla çağdaş ülkelerin anayasa metinlerine girmiş, bir bakıma evrensel olarak benimsenmiştir.

Düşünce özgürlüğü ile bilgi edinme özgürlüğü arasında mutlak bir ilişki vardır. Düşünce özgürlüğünün "olmazsa olmazı"ı (sine qua non) bilgi edinme özgürlüğüdür. Yeterli ve doğru bilgi elde edemeyen birey ve toplumların özgür davranamadıkları konusunda yeterince örnek vardır. Bilindiği gibi düşünce özgürlüğünün iki boyutu vardır:

1. Başkalarının görüşlerine özgürce erişebilme,

2. Kendi görüşlerini yayabilme (Woodward, 1990; Turfan, 1995: xiii-xiv).

Görüldüğü gibi, bilgi edinme özgürlüğü başkalarının görüşlerine, bu arada devlete ait bilgilere, erişimi konu edinmektedir. Bilgi edinme özgürlüğünün sınırlandırılıp sınırlandırılmaması konusu, aynen düşünce özgürlüğünde olduğu gibi, önemli bir tartışma konusudur. John Stuart Mill'in öncülüğünü yaptığı bir görüş düşünce özgürlüğünün sınırsızlığını savunurken; buna karşı çıkan görüş, toplum yararı açısından, düşüncenin sınırlanabileceğini ve hatta yasaklanabileceğini öngörmektedir (Woodward, 1990: 3). Türkiye'de de 1982 Anayasası'nın "Düşünceyi Açıklama ve Yayma Hürriyeti" başlığını taşıyan 26. maddesinde, "Herkes. düşünce ve kanaatlerini söz, yazı ve resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir" denilmekte, 13. maddesinde ise "temel hak ve hürriyetlerin Anayasanın özüne ve ruhuna uygun olarak kanunla sınırlanabileceği" belirtilmektedir.

Tartışma konusu olan özgürlüklerin kısıtlanması değil, bu kısıtlamaların kapsamı ve sınırıdır. Konu ile ilgili olarak Türk Anayasa mahkemesi 1987 yılında verdiği bir kararda şu görüşlere yer vermektedir:

Hiçbir hak ve özgürlük sınırsız olmaz. Hakların ve özgürlüklerin sınırlandırılması, demokrasinin kendi iç dinamiğini ve etkinliğini sağlama ve toplumsal yararlar bakımından mümkündür. Ancak demokrasilerde bu sınırlamanın da mutlaka bir sınırı vardır. Sınırlama hak ve özgürlüğü anlamsız ve göstermelik hale getiremez, hak ve özgürlükleri özünden zedeleyip onu ortadan kaldıracak bir ölçüye varamaz ("Polis Vazife..., 1987: 21).

Tarihsel süreçteki çeşitli örnekler göztermektedir ki kutsal (dinsel) değerler, kamu güvenliği, devleti koruma, kişileri koruma, pornografi vb. gerekçelerle çeşitli ülkelerde düşünce özgürlüğü ve doğal olarak bilgi edinme özgürlüğü sınırlanabilmektedir (Molz, 1990: 25). Bu kısıtlamaların bazen aşırıya kaçtığı da olmaktadır. Bu konudaki en çarpıcı örnek, bundan bir-kaç yıl önce The New York Times gazetesinde de yayımlanan Terry Anderson örneğidir. Ünlü Amerikalı gazeteci Anderson, ABD Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası (1986) gereğince ABD'nin resmi kaynaklarında Beyrut'taki kendi esaret günleriyle ilgili ne tür bilgi ve belgeler bulunduğunu görmek istemiş, ancak Amerikan hükümeti "teroristlerin mahremiyet haklarının ihlal edilmiş olacağı" gerekçesiyle kendisine bazı belgeleri görme izni vermemiştir!

ABD'de son olarak çıkarılan Telekomünikasyon Yasasında yer alan müstehcenlikle ilgili maddenin Amerikan Anayasasına aykırı olduğu öne sürülmektedir. Bu madde ile kişilerin düşündüklerini özgürce ifade etmelerinin olanaksız hale geldiği, sırf içinde yedi müstehcen sözcükten biri geçtiği için elektronik tartışma listelerinin bazılarının kapatılabileceği söylenmektedir. Hatta yasanın bu maddesine aykırı düşmemek amacıyla bazı tartışma listelerine gönderilen mesajlar otomatik olarak denetlenmektedir. Bu tür bir davranışın kişilerin kendilerini ifade etmelerini engellediği görüşü savunularak bununla ilgili yaşanmış ve çarpıcı bir örnek verilmektedir. Amerikan Beyaz Saray Web sayfasına gönderilen bir mesajda sırf "meme" sözcüğü geçtiği için bu mesaj otomatik olarak elenmiştir. Oysa, daha sonra mesajın meme kanseriyle ilgili olduğu görülmüştür! Bu maddeyi protesto etmek için Internet ortamındaki Web sayfaları bir süre karartılmış ve kamuoyunun dikkati buna çekilmek istenmiştir.

Kısmen de olsa bu ve benzeri kısıtlamalar nedeniyle olsa gerek, ABD'de her yıl 16 Mart günü "Bilgi Edinme Özgürlüğü Günü" olarak kutlanmaktadır.

Devlet Bilgilerine Erişim ve Bilgi Edinme Özgürlüğü

Öte yandan, hükümetler, resmi bilgilere erişimin kısıtlanması, ulusal savunma, kamu düzeni, gizli bilgileri açıklama yasağı gibi düzenlemelerle doğrudan ya da dolaylı olarak bilgi edinme özgürlüğünü kısıtlayabilmektedirler (Gboyega, 1995: 136). Örneğin, ülkemizde 657 sayılı Devlet Memurları Kanununda yer alan "Gizli Bilgileri Açıklama yasağı" kapsamında, devlet memurları kamu görevleri ile ilgili olarak kitle haberleşme araçlarına bilgi ya da demeç veremezler (Gözübüyük, 1995: 172). Bu maddenin halkın haber alma özgürlüğünü büyük ölçüde engellediği açıktır. Oysa, bütçelerinin tamamını veya bir kısmını kamu kaynaklarından sağlayan kuruluşlar (üniversiteler, bakanlıklar, kamu kuruluşları vs.) yönetim kurulu toplantılarını da kamuya açık olarak gerçekleştirmek durumundadırlar. Örneğin, Amerikan vatandaşları Açık Toplantı Yasasına göre, kendi vergileriyle ayakta duran kuruluşların (personelle ilgili konular dışında) yaptıkları toplantıları izleyebilirler. Böyle bir yaklaşım aynı zamanda "saydam devlet" anlayışının da bir göstergesidir.

Kuşkusuz, kamu kaynaklarıyla üretilen bilgilerin dağıtımı ve bu bilgilere erişim konusu da bilgi edinme özgürlüğüyle yakından ilişkilidir. Vatandaşlar kendi ödedikleri vergiler kullanılarak üretilen bilgilere erişim hakkına sahip olmalı ve bu belgelere özgürce erişebilmelidirler.

Devletin resmi bilgi ve belgelerine erişimde iki tür sınırlamadan söz etmek mümkündür. Bazı kamu kuruluşları tarafından yayımlanan kitap ve raporlar içerik açısından sadece o kuruluş mensuplarının erişimine açıktır. Dışarıdan gelen kullanıcıların ise ya izin almaları gerekmekte, ya da söz konusu belgelere erişimleri kısıtlanmaktadır.

Öte yandan, gizli olmadığı halde bazı kaynaklara fiziksel açıdan erişim, bu bilgileri üreten kuruluşların gerekli önlemleri almamaları ve kolaylık sağlamamaları nedeniyle sınırlanabilmektedir. Örneğin, ülkemizde TBMM tarafından çıkarılan ve Resmi Gazete'de yayımlanan yasa ve yönetmelikler herkesin erişimine açıktır. Keza, Yargıtay, Danıştay gibi kurumların aldıkları kararlar da çeşitli yollardan duyurulmaktadır. Ancak bu tür kaynaklara erişim devlet tarafından daha etkin bir biçimde düzenlenebilir kanısındayız. Örneğin, yasama organınca çıkarılan yasa ve yönetmeliklerin, tutanak dergilerinin Internet aracılığıyla herkesin kullanımına açılmaması için hiçbir teknik neden bulunmamaktadır. Nitekim bu bilgiler özel bir şirket aracılığıyla zaten pazarlanmaktadır. Nedendir bilinmez, tüm vatandaşları ilgilendiren bu tür yasa ve yönetmelikler devlet tarafından ücretsiz olarak daha geniş bir kullanıcı grubuna sunulmamaktadır. Örneğin, bu araştırmayı yaparken Internet aracılığıyla Amerikan Kongre Kütüphanesine bağlanıp Amerikan Temsilciler Meclisi ve Senatosunda "bilgi edinme özgürlüğü" konusunda neler yapıldığını saptayarak, ilgili yasanın (Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası, 1986) ve yasa tasarısının (Elektronik Bilgi Edinmeyi Geliştirme Yasası, 1995) tam metinlerini kolayca kendi bilgisayarımıza aktarabilmiştik. Oysa bir başka araştırma nedeniyle gittiğimiz bir kamu kuruluşunun bilgisayar merkezinden istediğimiz içtihat kararlarından (42) sadece üç tanesini bastırabiliyorduk. Görevliye elektronik ortamdaki bu kararları yanımızda götürdüğümüz bilgisayar disketine aktarıp aktaramayacağımızı sorduğumuzda aldığımız yanıt da ne yazık ki olumsuzdu.

Kamu kaynaklarıyla üretilen ve hiçbir gizliliği olmayan bu tür bilgilere erişimin gereksiz yere kısıtlanmaması ve bu bilgilerin bir an önce Internet aracılığıyla kullanıma açılması gerektiği kanısındayız.

Bilgi Edinme Özgürlüğü ve Gizlilik

İletişim teknolojilerinin gelişmesi ve Internet aracılığıyla bilgilerin bir yerden bir başka yere kolayca aktarılabilmesi elektronik olarak gönderilen mesajların güvenliğini ve gizliliğini de gündeme getirmektedir.

Bu konuda yasalarda ya hiç yaptırım yoktur, ya da yetersizdir. Elektronik iletişim olanaklarını sağlayan işyerleri, çalışanların elektronik posta trafiğini istedikleri takdirde kontrol edebilmektedirler. Açılan davalarda işyerleri haklı görülebilmektedir. Buna gerekçe olarak da bu tür olanakların zaten iş dışı amaçlar için kullanılamayacağı gösterilmektedir.

Yasal kısıtlamalardan kaynaklanan bir başka husus, bilgi edinme özgürlüğü ile özel yaşamın gizliliğinin nasıl bağdaştırılması gerektiğidir. Özel yaşamın gizliliği, kişilerin özel yaşamına ve aile yaşamına müdahalede bulunulmamasını ve saygı gösterilmesini öngören temel bir hak olarak bazı ülkelerde yasal güvence altındadır. Bu durum, doğal olarak ilgili kişiye yönelik bilgilere erişimi kısıtlamaktadır. Ancak politikacılar ve devletin önemli katlarında görev yapanlara bu ilkenin daha esnek bir biçimde uygulanması (yani bu kişilerin toplumdan gizli-saklı hiçbir şeylerinin olmaması) batılı demokrasilerin benimsediği bir olgudur.

Bilgi edinme özgürlüğü ile gizlilik arasında nazik bir denge vardır. Kişilerin sağlık, eğitim ve mali durumlarıyla ilgili bilgilerin elektronik olarak kolayca edinilebilmesi ne derece bilgi edinme özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir? Örneğin, yaşam sigortası hizmeti veren firmaların kişilerin sağlık bilgilerine erişebilmeleri bu firmaların verdikleri hizmetleri nasıl etkileyebilir? Bu tür firmalar onulmaz bir hastalığa yakalanma riski olan kimseleri sigorta etme konusunda nasıl davranırlar?

Bir diğer tartışma bilginin paralı olup olmaması konusunda sürmektedir. Bir görüşe göre, "bilgi ticari bir meta niteliği kazanmıştır ve her metanın bir karşılığı vardır; bu yüzden bilgi de paralı olmalıdır." Karşıt görüştekiler ise bilgilenme hakkının, bu arada ücretsiz kütüphane ve bilgi hizmetlerinin evrensel bir hak olduğunu ve bilginin parasız olması gerektiğini öne sürmektedirler. Bu konudaki tartışmalar giderek artmaktadır.

Kütüphanelerde ve bilgi merkezlerinde bulunan kullanıcılarla ilgili özel bilgiler veya tutulan kayıtlar herkese açık mıdır? Bilim, gizlilik ve bilgi edinme özgürlüğü arasındaki ilişkiler nelerdir? Bilgi edinme özgürlüğü ile akademik özgürlük arasında ne tür ilişkiler vardır?

"Düşünsel mülkiyetin korunması" üzerine yapılan tartışmalar da kütüphanecileri ilgilendiren bir başka alandır. Burada da bilgi erişim ile mülkiyet hakkı çatışabilmektedir. Bazı ülkelerde bu konu ile ilgili olarak bağlayıcı düzenlemeler yapılmaktadır.

Elektronik Bilgilere Erişim ve Bilgi Edinme Özgürlüğü

Eğer demokratik bir toplumda düşünceler serbestçe tartışılacaksa insanların bilgiye erişmeleri zorunludur. Entellektüel özgürlük ve bilgi edinme özgürlüğü kütüphanecileri de çok yakından ilgilendirmektedir. Nitekim Amerikan Kütüphane Derneği (ALA) 1982-83 yılında "Bilgiye Özgürce ve Hakça Erişim Komisyonu" kurarak konuyu ayrıntılı olarak inceletmiştir. Komisyon tartışmaları sansürden daha çok bilginin yayımı ve bilgiye erişim üzerinde yoğunlaşmış ve bu bağlamda konuya Amerikan Anayasasının televizyon yayınları ve elektronik bilgi iletim sistemlerini de içine alıp almadığı, teknoloji temelli bilgi sistemlerinin vatandaşlar için fiziki, mali, eğitsel ve teknik engeller yaratıp yaratmadığı ve devlet bilgilerinin dağıtımı ve bu bilgilere erişim açılarından yaklaşılmıştır (Eaton, 1990: 112). Adı geçen Komisyonun raporu 1986 yılında yayımlanmıştır (American Library Association, 1986). Rapor devletin ürettiği bilgilere erişim konusunda güçlü yorumlar içermekte ve sürekli bir bilgi okumaz-yazmazlar alt sınıfı yaratmanın ulusal çıkarlara uygun olmadığı not edilmektedir. Dahası, geleneksel ya da elektronik formattaki bilgi kaynaklarına erişimi sınırlanan kimselerin gerçek anlamda modern demokratik topluma ve serbest pazar ekonomisine tam ve etkin olarak katılım fırsatının ellerinden alındığı vurgulanmaktadır. Bazı devlet bilgilerinin sadece elektronik ortamda erişilebilir olmasının, çok uzun süreden beri derleme kütüphaneleri yoluyla vatandaşların devlet bilgilerine erişimini sağlayan ve böylece toplumsal bir işlevi yerine getiren kütüphaneler için de bazı sonuçlara yol açacağı öngörülmektedir (Eaton, 1990: 117).

Elektronik bilgilere erişim konusunda Amerikan Kütüphane Derneği çalışmalarına devam etmiş ve son olarak Kütüphane Hakları Bildirgesini elektronik bilgilere, hizmetlere ve bilgi ağlarına erişim açısından yorumlamıştır (bkz. Ekler). 24 Ocak 1996 tarihinde ALA Konseyi tarafından kabul edilen bu yorumda, kütüphane ve kütüphanecilerin varlık nedeninin, "düşüncenin kaydedildiği format ve teknoloji ne olursa olsun bir düşünceyi tanımlama, düzenleme, hazırlama ve erişimi sağlamakla bu hakların kullanımını kolaylaştırmak olduğu" vurgulanmaktadır. Öte yandan, evrensel bir bilgi köyünde yaşadığımız halde, pek çok kişinin ekonomik koşullar, teknolojik olanaklar ve alt yapı farklılıkları yüzünden elektronik kaynaklara erişemedikleri, bunun da insanların "bilgiye sahip olanlar" ve "bilgiye sahip olmayanlar" (information "have's" and information "have nots") şeklinde iki sınıflı bir toplum yaratacağından endişe edilmektedir.

Elektronik bilgi edinme özgürlüğü: Halen Amerikan Kongresinde Senatör Patrick Leahy'nin desteklediği "Elektronik Bilgi Edinmeyi Geliştirme Yasası" tasarısı gündemdedir. Bu yasa tasarısı, ABD'de ilk kez 1966'da çıkarılan ve 1974 ve 1986'da bazı değişiklikler gören Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasasındaki maddelerin kapsamına elektronik bilgileri de sokmaktadır. Örneğin, tasarıda elektronik formda yayımlanan kamuya ait bilgi ve belgelerin de dizinlenmesi ve kamunun yararına sunulması zorunlu hale getirilmektedir. Elektronik bilgi edinme özgürlüğününün yasal düzenlemeye kavuşturulması konusundaki çalışmalar sürdürülmektedir.

Bu kesimde elektronik bilgilere erişim ile bilgi edinme özgürlüğü üzerinde durduk. Ancak konuyu daha da genelleştirecek olursak, teknolojinin, özellikle bilgisayar ağları yoluyla elektronik bilgilere erişmenin bilgi edinme özgürlüğü üzerine etkilerinin derinlemesine incelenmesi gerektiğini söylemek mümkündür. Teknolojiye dayalı bilgi sistemlerinin vatandaşlar için oluşturduğu fiziksel, maddi, eğitimsel ve teknik engeller oluşturup oluşturmadığı ve varsa bunların neler olduğu araştırılmalıdır.

Düşünce Özgürlüğü, Bilgi Edinme Özgürlüğü ve Kütüphaneler

Olsen (1994: 32) Cornell Üniversitesi Albert Mann Kütüphanesindeki elektronik kütüphane kurma çalışmaları bağlamında düşünce özgürlüğü ile bilgi erişim özgürlüğü arasındaki ilişkiyi şöyle açıklamaktadır:

Düşünce özgürlüğünün temeli, bilgiye erişim özgürlüğüdür. Bu olmaksızın ne özgür araştırma, ne gerçeğin izlenmesi, ne de bilimin ilerlemesi gerçekleşebilir. Üniversitede akademik topluluğun her üyesinin bilgi edinme özgürlüğünü ve bilgiyle ilgili tüm görüş açılarına erişimi garantileyen kurum kütüphanedir. Bu erişim özgürlüğünü sağlama ve koruma kütüphaneye yol gösteren ideladir.

Bu idealin izlenmesinde kütüphane şunları garanti eder:

Tüm kayıtlı bilgiler içeriğine önyargısızca yaklaşarak herkese sunulmalı;

Erişimi kısıtlanmaksızın ve ayrım yapmadan bilgi herkese eşitçe sunulmalı;

Kullanıcının kişilik hakları korunmalı, bireyler toplumca benimsenmeyen görüşleri izlemekte özgür olmalı ve ne okudukları açıklanmamalıdır;

Kullanıcıların ne yaptıklarıyla ilgili olarak bir kanaat, düşünce ileri sürülmemeli ve etkide bulunulmamalıdır.

Bilgi edinme özgürlüğü ile ulusal bilgi politikaları arasındaki ilişkiler üzerinde bu zamana dek pek durulmamıştır. Ancak ulusal bilgi politikalarında bilgi edinme ile ilgili konulara yer verilmesi gerekmektedir. Bilgi edinme özgürlüğü veya sansürle ilgili konuların özelde profesyonel kütüphanecileri, genelde bilgi hizmetlerini hangi yönleriyle ilgilendirdiği ayrıntılı olarak irdelenmelidir (Kızılkan, 1988; Sağlamtunç, 1991). Örneğin, kütüphanelerin yayın seçme politikaları ile bilgi edinme özgürlüğü arasında ne tür bir ilişki söz konusudur? Kütüphanelerde ve bilgi merkezlerinde bulunan kullanıcılarla ilgili özel bilgiler veya tutulan kayıtlar herkese açık mıdır? Yakın geçmişte yaşanan bir olayda, Amerikan Haber Alma Ajansı CIA'nın, kütüphane kullanıcılarına ilişkin kayıtları incelemek istemesi büyük tartışmalar yaratmıştır. Bilim, gizlilik ve bilgi edinme özgürlüğü arasındaki ilişkiler nelerdir? Bilgi edinme özgürlüğü ile akademik özgürlük arasında ne tür ilişkiler vardır? Hakemli dergilere gönderilen, ancak yayımlanması şu veya bu nedenle uygun bulunmamış makaleler kişilerin bilgi yayma ve dağıtım ile bilgi edinme özgürlüğünü nasıl etkilemektedir?

Bu bağlamda derleme yasaları ile bilgi edinme özgürlüğü arasındaki ilişkilere de kısaca değinmekte yarar görüyoruz. Bilindiği gibi, derleme yasalarının temel amaçlarından bir tanesi de, vatandaşların, bir ülkede üretilen bilgilere ve yayımlanan kitap ve dergilere kolayca erişimine olanak sağlamaktır. Belli kütüphaneler (Milli Kütüphane, Meclis Kütüphanesi, vd.) tarafından toplanan derleme nüshaları kullanıcıların hizmetine sunulmaktadır. Böylece, dolaylı yoldan da olsa, halkın bilgi edinme özgürlüğü bir dereceye kadar sağlanabilmektedir.

Ancak, ne yazık ki, derleme yasasının uygulanmasından kaynaklanan bazı sorunlar nedeniyle kütüphanelere düzenli olarak ulaşması gereken nüshalar, yerine ya hiç ulaşmamakta ya da zamanında ulaşmamaktadır. Öte yandan, bazı nedenlerle derleme nüshaları yayımlanmalarından ancak üç-dört yıl geçtikten sonra duyurulabilmekte ve okuyucu önüne çıkarılabilmektedir. Bu da vatandaşların, bu tür bilgilere zamanında erişememelerinden dolayı bilgi edinme özgürlüklerinin kısıtlanmasına yol açabilmektedir. Derleme yoluyla derme geliştiren kütüphanelerimizin konuya bir de bu açıdan yaklaşarak bir an önce vatandaşların zamanında bilgi edinmelerine olanak veren sistemler kurmalarında büyük yarar vardır.

Sonuç

Düşünce özgürlüğünün temel koşulu olan bilgi edinme özgürlüğü ile ilgili tartışmalar sürmektedir. Batılı demokrasilerde bilgi edinme özgürlüğü büyük ölçüde garanti altına alınmış, bu toplumlarda kişi haklarının korunması ön plana çıkmaya başlamıştır. Önemli sayıda ülkede ise bilgi edinme özgürlüğü çok yetersiz düzeyde gerçekleşebilmiştir. Demokrasi ile doğrudan ilintili olan bu özgürlüğe gereken önemi vermek çağdaş devletlerin vazgeçilmez görevidir. Çünkü bilgi edinme özgürlüğü düşünce özgürlüğünün, düşünce özgürlüğü de demokrasinin temel kaynağı ve güvencesidir.


Kaynaklar

Bu yazıda bilgi edinme özgürlüğü konusuna belli başlı birkaç yönüyle değindik. Ancak bilgi edinme özgürlüğü çok boyutlu bir konu olduğundan, bir bildiri çerçevesinde konuyu bütün yönleriyle ele almak hemen hemen olanaksız görünmektedir. Bu bakımdan, bu bildiride sözünü edemediğimiz, ancak konuyla ilgilenenlerin başvurmak isteyebilecekleri kısa bir kaynakça hazırladık. Bu kaynakçada yer alan çalışmalar konunun ne denli önemli olduğunu açıkça göstermektedir kanısındayız.

1995 yılında yapılan XXXI. Kütüphane Haftasının ana teması "Düşünce Özgürlüğünün Olmazsa Olmazı: Bilgi Edinme Özgürlüğü" idi. Gerek Kütüphane Haftası için düzenlenen etkinliklere hazırlanmak, gerekse bu yayın için kullanmak amacıyla geniş bir literatür taraması gerçekleştirdik. Aşağıdaki kaynaklardan da görüleceği gibi, bilgi edinme özgürlüğü oldukça "sıcak" bir konu. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde konunun hemen hemen her yönüyle (düğünce özgürlüğü, sansür, okuma özgürlüğü, özel yaşamda gizlilik, resmi kayıtların gizliliği, vd.) ilgili kitap ve makaleler yayımlanmış. Bizde ise bilgi edinme özgürlüğü konusundaki yayınlar yok denecek kadar az. A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, A.Ü. Hukuk Fakültesi Dergisi, İnsan Hakları Yıllığı gibi dergilerin yanı sıra birçok kaynak kitabı da gözden geöirmemize karşın konuyla doğrudam ilgili yazılara pek rastlayamadık. Bulabildiğimiz konuya en yakın makalenin başlığı "Yönetimde Açıklık-Gizlilik Bilgi Alma Hakkı" idi.

Aşağıdaki kaynakça kapsayıcı (exhaustive) olmayıp, son derece seçmeci davranılarak hazırlanmıştır. Amaç, listelenen kaynakların çeşitliliğinden de anlaşılacağı üzere, konunun ne kadar kapsamlı olduğunu ortaya koymaktır. Bilgi edinme özgürlüğü konusunda Türkçe literatürde de bu denli ayrıntılı çalışmalar yapılmasına bir nebze katkıda bulunur umuduyla bu kaynakçayı koymayı uygun gördük.

Referanslar ve Kaynakça

Adler, Allan. (1987). Using the Freedom of Information Act : a step by step guide. Washington, D.C. : American Civil Liberties Union Foundation.

Aliefendioğlu, Yılmaz. (1991). "Temel hak ve özgürlükler açısından anayasa yarfısı", Amme İdaresi Dergisi 24(3): 101-107.

American Library Association. Commission on Freedom and Equality of Access to Information. (1986). Freedom and equality of access to information : a report to the American Library Association / Commission on Freedom and Equality of Access to Information; Dan M. Lacy, chair. Chicago : ALA.

Barnes, Trevor. (1980). Open up!: Britain and freedom of information in the 1980s. London: Fabian Society.

Bell, Robin and Helen Watchirs. (1988 December) Freedom of information : the commonwealth experience Australian Journal of Public Administration 47(4).

Biggs, M. (1990 Summer-Fall). "The impact of peer review on intellectual freedom," Library Trends 39(1-2): 145-167.

"Bill of Rights and Responsibilities for Electronic Learners," (May-June 1993). EDUCOM Review 28(3): 24-27.

Bloch, S. et al. (1994 December 5). "Can patients safely read their psychiatric records - implications of freedom of information legislation," Medical J. of Australia 161(11): 665-666.

Bowron, A. (1989 September 1). "Freedom to Read," Canadian Library Journal 114(14): 221-221.

Brady, Patricia. [1991]. The tension between Freedom of Information and Privacy Protection Acts for State Departments of Motor Vehicles. Charlottesville, Va.: Virginia Transportation Research Council.

Braunstein, Y.M. (1990 Summer-Fall). "Resolving conflicts between information ownership and intellectual freedom," Library Trends 39(1-2): 126-131.

Buschman, J. (May 1994). "Librarians, self-censorship, and information technologies," College and Research Libraries 55(3): 221-228.

Casey, William L. et al. (1983). Entrepreneurship, productivity, and the Freedom of Information Act : protecting circumstantially relevant business information. Lexington, Mass.: Lexington Books.

Cate, F.H. et al. (1994 Winter). "The right to privacy and the publics right to know - Central purpose of the Freedom of Information Act," Administrative Law Review 46(1): 41-74.

"Düşünce özgürlüğü". (1984). Ana Britannica. İstanbul: Ana Yayıncılık.

Eagles, Ian et al. (1992). Freedom of information in New Zealand. Auckland; New York: Oxford University Press.

Eaton, N.L. (1990 Summer-Fall). "Freedom and equality of access to information - The Lacy Commission Report," Library Trends 39(1-2): 111-125.

"Electronic Freedom of Information Improvement Act of 1995." (1995 July 28). (S. 1090; 104th Congress, 1st Session, (Yasa tasarısının elektronik kopyası Kongre Kütüphanesi kataloğundan edinilebilir (telnet://locis.loc.gov).

Emerging democracies and freedom of information. (1995). Ed. by Barbara Turfan et al. London: The Library Association.

Feinberg, L.E. (1989). "Managing the Freedom of Information Act and Federal information policy," Government Information Quarterly 6(4): 345-363.

Freedom of information and expression in Australia: a commentary by Article 19 on the report submitted to the United Nations Human Rights Committee by the government of Australia. (1988). [London] : Article 19 Research Information Centre on Censorship.

Freedom of information and expression in Ecuador : a commentary on the report submitted to the Human Rights Committee by the government of Ecuador. (1989). [London] : Article 19 Research and Information Centre on Censorship.

Freedom of information and expression in Guinea. (1989). [London, U.K.] : Article 19 Research & Information Centre on Censorship.

Freedom of information and expression in Hong Kong : a commentary by Article 19 on the report submitted to the Human Rights Committee by the government of the United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland. (1988). [London] : Article 19.

Freedom of information and expression in Iraq : a commentary by Article 19 on the report submitted to the United Nations Human Rights Committee by the Government of the Republic of Iraq. London : Article 19 Research and Information Centre on Censorship,

Freedom of information and expression in Japan: a commentary on the report submitted to the Human Rights Committee by the Government of Japan. (1989). [London, U.K.] : Article 19.

Freedom of information and expression in the Central African Republic: a commentary by Article 19 on the report submitted to the United Nations Human Rights Committee by the government of the Central African Republic. (1989). [London] : Article 19 Research & Information Centre on Censorship.

Freedom of information and youth. (1986). Jana Varlejs, editor. Jefferson, N.C. : McFarland.

Freedom of information trends in the information age. (1986). Edited by Tom Riley and Harold C. Relyea. London, England ; Totowa, N.J. : F. Cass, 1983.The information needs of a democratic society : proceedings of the Twelfth Annual Colloquium on Intellectual Freedom. Los Angeles: University of California, Los Angeles, Graduate School of Library and Information Science.

Gboyega, Banjo. (1995). "Freedom of information in Nigeria", in (Emerging..., 1995: 135-143).

Gözübüyük, Şeref. (1995). Yönetim hukuku. 8. bası. Ankara: Turhan Kitabevi.

Grade, M. (1994 May-June). "The state of the nation (Freedom of information and the freedom of secrecy in Britain," Index on Censorship 23(1-2): 207-213.

Hazell, R. (1989 Summer). "Freedom of information in Australia, Canada and New-Zealand," Public Administration 6(2): 189-210.

Information, freedom of access and perestroika [teleconference videocassette]. (1990). Riverside, Calif. : U.C. Riverside Media Resources.

Intellectual freedom manual. (1989). Compiled by Office for Intellectual Freedom of the American Library Association. Chicago: ALA.

Kaboğlu, İbrahim. (1993). "Düşünce özgürlüğü (Avrupa ölçütleri ve Türkiye). İnsan Hakları Yıllığı 45-53.

Kavra, Erol. (1989). "Montesquieu ve de Tocqueville'e göre demokrasi ve temel güvenceleri", Amme İdaresi Dergisi 22(3): 75-83.

Kızılkan, Zafer. (1988) "Düşünce özgürlüğü ve kütüphanecilik", Türk Kütüphaneciliği 2(4): 159-165.

Mankekar, D. R. (1981). "Whose freedom? Whose order?: a plea for a new international information order by Third World. Delhi : Clarion.

Milevski, S.N. (1990 Summer-Fall). "Federal policy-making and national security controls on information," Library Trends 39(1-2): 132-144.

Molz, R. Kathleen. (1990). "Censorship: current issues in American libraries;. Library Trends 39(1-2): 18-35.

"Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanununun bazı maddelerinin değiştirilmesine ve bu Kanuna bazı maddelerin eklenmesi hakkında 3233 sayılı Kanun!un iptali istemine ilişkin kararı" (Anayasa Mahkemesi Kararı) Resmi Gazete 14 Ağustos 1987 (No. 19544).

"Political barriers to infirmation access," (Special issue). (1983). Special Libraries 74(4).

Olsen, Jan. (1994). "Introduction", Library Hi Tech 12(3): 32-37.

Protecting works of fact : copyright, freedom of expression, and information law. (1991). Editors and contributors, Egbert J. Dommering ... [et al.]. Deventer; Boston: Kluwer Law and Taxation Publishers.

Riley, T.B. and D. Goldberg (1993). "First Freedom of Informatiom Conference - Hungary," Government Information Quarterly 10(3): 365-368.

Sağlamtunç, Tülin. (1991). "Kütüphanecilik açısından düşünce özgürlüğü ve sansür", Türk Kütüphaneciliği 5(3): 93-99.

Sarkaria, R. S. (Ranjit Singh). (1991). Freedom of information and official secrecy. Bhopal : Makhanlal Chaturvedi Rashtriya Patrakarita Vishwavidyalaya.

Threats to freedom of information. (1985). Washington, D.C. : Media Institute.

Tilson, J.L. (1993 May). "Freedom of information acts - invaluable resources," Trial 29(5): 43-46.

Timberlake, L. (1989 July-August). "Freedom of information on the environment," Index on Censorship 18(6-7): 6-7.

Turfan, B. (1995). "Introduction" in (Emerging..., 1995: xiii-xiv).

Wilson, Des. (1984). The Secrets file: the case for freedom of information in Britain today. Foreword by David Steel. London; Portsmouth, N.H.: Heinemann Educational.

Woodward, Diana. (1990). "A framework deciding issues in ethics". Library Trends 39(1-2): 8-17.

http://yunus.hacettepe.edu.tr/~tonta/yayinlar/beozgur.html
#2232
Hukuk Sohbetleri / Cumhuriyet Nedir?
21 Mayıs 2009, 22:47:35
Türk Dil Kurumunun hazırladığı sözlükte "Cumhuriyet" kelimesi, "Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi" olarak tanımlanmıştır.

http://www.tdk.gov.tr/TR/SozBul.aspx?F6E10F8892433CFFAAF6AA849816B2EF4376734BED947CDE&Kelime=cumhuriyet

Cumhuriyet kelimesi Arapça kökten 18. yüzyılda Osmanlı Türkçesinde türetilmiş bir isimdir. Arapça "cem" kökü "bir araya toplanma, topluluk oluşturma", bu kökten türeyen cumhūr ise "cemiyet, toplum, kamu" anlamına gelir. 18. yüzyıl Avrupa'sında monarşi ile yönetilmeyen Hollanda, İsviçre (ve 1789 Devrimi sonrasında Fransa) gibi ülkeleri tanımlayan Latince respublica > Fransızca république sözcüğünün Türkçe çevirisi olarak benimsenmiştir.

Latince respublica, klasik kullanımda "Devlet" anlamındadır. Toplumun bütünü namına kamu otoritesini kullanan tüzel kişiliği ifade eder. Avrupa siyasi düşüncesinde respublica Jean Bodin'den (1530-1596) itibaren, egemenlik hakkını kullanan hükümdardan ayrı olarak "devletin soyut kişiliği" anlamında kullanılmış, 1640'lı yıllardan itibaren de popüler kullanımda "hükümdarsız devlet biçimini" ifade etmiştir.

Osmanlı Devletinde cumhuriyet fikri ilk kez 1870'li yıllarda Genç Osmanlılar ve Mithat Paşa tarafından (açıkça savunulmaksızın) tartışılmıştır.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Cumhuriyet

[Birçok yazarlar, Cumhuriyeti hem bir devlet şekli, hem bir hükümet şekli olarak kabul etmektedirler. Devlet şekli olarak Cumhuriyet, egemenliğin bir kişiye veya zümreye değil, toplumun tümüne ait olduğu bir devleti ifade eder. Devlet şekillerinin tasnifinde kullanılan başlıca kriterlerden biri, egemenliğin kaynağı olduğuna göre, Cumhuriyetin bu anlamda bir devlet şekli olduğunda şüphe yoktur. Ancak Cumhuriyet, aynı zamanda bir hükümet (devlet yönetimi) şekli olarak da kabul edilebilir. Bu anlamda Cumhuriyet, başta devlet başkanı olmak üzere, devletin başlıca temel organlarının seçim ilkesine göre kurulmuş olduğu, özellikle bunların oluşumunda veraset ilkesinin rol oynamadığı bir hükümet sistemini anlatır. Böylece Cumhuriyet, seçim ilkesine dayanan bir hükümet sistemi anlamı taşımaktadır. Aslında, devlet ve hükümet şekli olarak cumhuriyet kavramlarının birbiriyle çok yakından ilgili olduğu açıktır. Egemenliğin siyasal toplumun tümünde olduğu bir sistemde, devletin temel organlarının toplum iradesinin ifadesi olan seçimlerle oluşması tabiidir. Aynı şekilde, devletin temel organlarının seçimden çıktığı bir sistem, milli egemenlikten veya halk egemenliğinden başka bir ilkeye dayanamaz. Türkiye'de Cumhuriyeti ilan eden 29 Ekim 1923 tarihli «Teşkilatı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddının Tavzihen Tadiline Dair Kanun» «Türkiye Devletinin şekl-i hükümeti, cumhuriyettir» demek suretiyle, cumhuriyeti bir hükümet şekli olarak tanımlamıştı. 1924 Anayasası ise «Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir» diyerek cumhuriyete bizce daha doğru olarak bir devlet şekli anlamını vermiştir.

Şüphesiz, bir devletin adının Cumhuriyet olması ve başında da veraset yoluyla iktidara gelmiş olmayan bir devlet başkanının bulunması, mutlaka o devletin milli egemenlik ilkesine dayanan demokratik bir hükümet sistemine sahip olduğunu göstermez. Kendisini Cumhuriyet olarak nitelendirdiği halde, gerçekte ne millet egemenliği ile ne demokrasi ile hiçbir ilgisi olmayan devletlerin, tarihte de, bugün de pek çok örnekleri vardır. Oysa, Türk inkılabının ortaya çıkardığı Cumhuriyetçilik anlayışı, sadece hükümdarlığın reddi anlamında cumhuriyetçilik değil, fakat demokratik cumhuriyetçiliktir. Nitekim Atatürk'e göre, «demokrasi prensibinin en asri ve mantıki tatbikini temin eden hükümet şekli, Cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, millet tarafından müntehap (seçilmiş) meclistedir. Millet namına her türlü kanunları o yapar. Hükümete itimat eder ve onu ıskat eder.» (A.Afetinan, Medeni Bilgiler ve M.Kemal Atatürk'ün El yazıları, Ankara, 1969, Türk Tarih Kurumu Yayınları). Türk kamu hukuku geleneğinde de, cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının birlikte düşünüldüğü gözlemlenmektedir. Nitekim 1960-61 ve 1980-82 dönemlerinde askeri idarelerin liderleri, Cumhurbaşkanı değil, Devlet Başkanı sıfatını kullanmaya özen göstermişlerdir. 1982 Anayasasının geçici birinci maddesine göre Anayasanın halkoylaması sonucu kabul edildiğinin ilanı ile birlikte, «halkoylaması tarihindeki Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanı, Cumhurbaşkanı sıfatını kazan»ır.

Cumhuriyet ile monarşi arasındaki temel bir değer ve zihniyet farkı cumhuriyetin «vatandaşlık», monarşinin ise «uyrukluk» (tabiiyet) kavramlarına dayanmasıdır. Ne kadar sınırlanmış, anayasallaşmış ve demokratlaşmış olursa olsun, her monarşide geçmişten kalan ve çağdaş eşitlik anlayışıyla bağdaşmayan bir takım ayrıcalık kalıntıları vardır. Mesela monarşilerde hükümdarın şahsı, kutsal ve sorumsuz sayılır. Hükümdarın suç işlemeyeceği ve hata yapmayacağı varsayılır. Demokratik rejimin beşiği olan İngiltere'de bile bu ilke, «Kral hata yapmaz» (the King can do no wrong) vecizesiyle ifade edilir. Cumhuriyet ise, bütün vatandaşların ortak iradelerinin ürünüdür. Bu açıdan, Anayasamızın 10'uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkesini, sadece hukuk devletinin değil, belki ondan da önce Cumhuriyetçilik ilkesinin doğal bir sonucu saymak gerekir. Bu maddeye göre, «herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye ve sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.»]

Prof. Dr. Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, 4. Baskı-Ankara 1995, Yetkin Yayınları, Sayfa 47-49.


["Cumhuriyet"in bir hükümet ya da devlet biçimi mi olduğu haklı olarak akla gelebilir (Bkz. Başgil A.F., Esas Teşkilat Hukuku, Türkiye Siyasi Rejim ve Anayasa Prensipleri, Cilt I, Baha Matbaası, İstanbul 1960, s. 216 ve vd. Tunaya T.Z., İkinci Meşrutiyet Rejimi ve Atatürk, İÜ İdare Hukuku ve İlimleri Dergisi, Yıl 2 Sayı 3, Aralık 1981 s. 104-105). Çünkü T.C. 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarının 1. maddelerinde, "Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir" denirken, Cumhuriyet bir devlet şekli olarak kabul ediliyor. Oysa Türkiye'de Cumhuriyeti ilan eden 29 Ekim 1923 tarih ve 364 sayılı Kanun'un 1. maddesi "Türkiye Devleti'nin şekli hükümeti, Cumhuriyettir" diyordu: Burada Cumhuriyet, bir hükümet biçimi olarak öngörülüyor. Bunun gibi Fransız III. Cumhuriyet Anayasasının 8. maddesine 14 Ağustos 1884 tarihli kanunla yapılan ek, 1946 Anayasasının 95. maddesi ve 1958 Anayasasının 89. maddesinin 5. fıkrası Cumhuriyeti bir hükümet şekli olarak öngörmüştür. Aslında Türkiye'de 1924 Anayasasında Cumhuriyetin bir devlet şekli olarak yer alması, Saltanatın (1922) ve hilafetin (1924) kaldırılmasından sonra, buna bağlı olan çevrelere karşı bir önlem niteliğindedir. Çünkü 5 Eylül 1920 tarih ve 18 sayılı "Nisabı Müzakere Kanunu"nun 1. maddesi, Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nin amacının Saltanat ve hilafetin kurtarılması (istihlas) olduğunu belirtmişti. Bu bakımdan, 1924 Anayasasında, devlet şekli olarak "Cumhuriyetin", hukuki olmaktan çok siyasi bir anlamı vardır ve devlet başkanlığının, soydan gelme yolu ile bir hanedana ait olmasını önlemektedir. 1961 Anayasasında olduğu gibi, 1982 Anayasasında da, kamu hukuku tekniği açısından, aslında devletin şeklini yani tek yapılı bir devlet oluşunu belirleyen 3. maddedeki "Türkiye Devleti, ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bir bütündür" hükmüdür. Bu bakımdan, teknik anlamda, Cumhuriyet bir devlet biçimi olarak değil, fakat bir hükümet biçimi olarak anlaşılmak gerekir. Demokrasi ile Cumhuriyet sözcüklerinin de birbirine karıştırılmaması gerekir: Cumhuriyet bir şekil, demokrasi ise bir içerik sorunudur. Çünkü, monarşik bir yönetimin demokratik olabilmesine karşılık, Cumhuriyet yönetiminin pekala antidemokratik olması mümkündür.]

Prof. Dr. Erdoğan Teziç, Anayasa Hukuku (Genel Esaslar), 4. Bası-İstanbul 1997, Beta Yayınları, Sayfa 142.
#2233
Atatürk ve Atatürkçülük  

Mussolini, Hitler, Lenin, Stalin çağın modasına uydular. Onca kitap yazdılar. Ürettikleri ideolojileri, başka görüşlere soluk almayı yasaklayarak uygulamaya kalktılar. Onlar hem ideokrat, hem diktatördüler.

Oysa Atatürk, asla bir ideokrat olmadı; yapay ve geleceğe kapalı bir ideoloji yaratmaya kalkışmadı.

İşte kendi ağzından söyledikleri:

'Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir'. 'Türk ulusunun elinde ve kafasında tuttuğu meş'ale bilimdir'. 'Bilim neredeyse oradan alacağız. Ulusun her bireyinin beynine sokacağız'. 'İzlenen yolun, akılcı, mantıklı ve özellikle bilimsel olması gerekir'. 'Bilim için sınır ve koşul yoktur'. 'Öğreti istemem, donar kalırız'. 'Biz de uygulanamaz düşünceleri, kuramsal bir takım ayrıntıları yaldızlayarak, kitap yazabilirdik. Öyle yapmadık. Ulusun maddî ve manevi olarak çağcıllaşması yolunda eylemi söz ve kuramlara üstün tuttuk'. 'Ben manevi miras olarak kalıplaşmış hiçbir düstur bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Zaman süratle ilerliyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğini ileri sürmek, aklın ve bilimin gelişmesini yadsımak olur. Beni izlemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde aklın ve bilimin rehberliğini benimserlerse benim manevi mirasçım olurlar'.

Daha ne desin?

Atatürkçülüğün kılavuzu bilimdir. Kendisi, bir çağcıllaşma biçimidir; bilimin yaşama uygulanmasıdır. Bilimin de, dolayısıyla Atatürkçülüğün de doğasında sürekli evrim vardır.

Öyleyse dünlere bakarak yarınların keşif anahtarlarını sunan, geçmişin değil, geleceğin zaman kipi olan Atatürkçülük; kendisinden başka görüşlere katlanamayan ideolojik algılarla/dayatmalarla güdükleştirilemez, 1930'lara mıhlanamaz. Atatürkçülüğün cumhuriyetten özgürlükçü/çoğulcu/katılımcı demokrasiye doğru ilerleyen saati durdurulamaz.

Evet, Atatürk, bir diktatördü. Eğer, Batı ne yaptıysa benzerini yaparak onda tükenmeden, köksüzleşmeden, 'halka karşın, halk için' yukarıdan aşağıya dikey bir devrimle, 'haraset-i fikriye'yle uygar değerleri ulusal potada eriterek Türk insanının keşfedecekseniz, bir ölçüde baskı yapmayı, çaresiz diktatör olmayı göze alacaksınız, demektir. Ne ki Atatürk, kendisine diktatör denmesine bile katlanamamıştır.

İşte öyküsü:

Cumhuriyet yedi yaşındadır. Atatürk, Yalova'da A. F. Okyar'a şöyle der: 'Bugünkü manzaramız, diktatörlüktür. Gerçi bir Meclis vardır. Fakat içte, dışta bize diktatör gözüyle bakıyorlar. Geçen yıl Ankara'ya gelen Alman yazarı E. Ludvig, bana yönetim biçimimiz hakkında tuhaf sorular sordu. Diktatörlüğümüze kanaat getirerek geri döndü. Bunu da yazdı (...) Ben Cumhuriyeti kişisel yararım için kurmadım. Hepimiz ölümlüyüz. Ölümümden sonra, arkamda kalacak kurum bir diktadır. Ben ise millete miras olarak, bir dikta kurumu bırakmak, tarihe öyle geçmek istemiyorum'.

Oysa her şey apaçıktır.

Atatürk, izlencesini her zaman TBMM'ye danışarak uyguladı. Bütün umutların söndüğü anlarda, sürekli 'irade-i milliyeyi hákim ve kuvvay-ı milliyeyi ámil' kıldı. Bu 'irade-i milliye'nin içinde, 'sofralarımızda öküzlerimizden sonra gelen' kadının yeri yoktu. İlk nüfus sayımında kadınların da sayılmasını isteyen milletvekili TBMM'de konuşturulmamıştı. Ama O direndi, tarihe maruz kalmadı, tarih yaptı, tarih yazdı.

Peki nasıl bir diktatördü Atatürk?

Duverger'nin vurguladığı üzere, ılımlı bir diktatördü. Ölçüsü belliydi: Devrimlerin gerektirdiği oranda yasal yaptırımlara başvurmak.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/ataturk-ve-ataturkculuk-haber-139067.htm


Atatürk ne totaliterdi ne de dine karşıydı 

Mussolini, Hitler, Lenin, Stalin, Franko, Salazar aynı zamanda birer totaliter önderdiler.

Ancak Atatürk asla totaliter bir önder olmadı. O, yukarıdaki mevkideşlerinin ve kurdukları düzenlerin şiddetle karşısında olmuştur, her zaman.

İşte öyküsü.

Yıl 1935. Recep Peker, Avrupa'da kimi ülkeleri dolaşır. Almanya'dan, özellikle Mussolini İtalya'sından çok etkilenir. 9.5.1935'te toplanacak olan CHP Kurultayına sunulmak üzere ayrıntılı bir tüzük ve izlence (program) hazırlar.

Tüzük ve izlence, dönemin tek partili totaliter/ideolojik yönetimlerindeki esaslara göre kaleme alınmıştır. Üyesi sınırlı, ama gücü ve yetkileri sınırsız bir kurul (heyet) tasarlanmıştır. Bütün kararları bu kurul verecektir. TBBM, devre dışı göstermelik bir kurum olacak, İtalya ve Almanya'da olduğu gibi, üniformalı gençlik örgütü kurulacaktır. Özellikle izlence çok ayrıntılıdır. Çocukların sütlerine varıncaya dek insan yaşamının her alanına el atmaktadır.

Zaten 'şeytan da bu ayrıntıda saklıdır'. Çünkü önerilen, tam anlamıyla faşizmdir.

Başbakan İnönü'nün onayladığı tüzük ve izlence Atatürk'e sunulur.

Atatürk'ün tepkisi çok şiddetlidir:

'Bu zorbalar kimlerdir? Bütün kuvvetleri nefsinde toplayıp tek partiyi, devleti ve memleketi kendi başlarına yönetecek olan yüksek meclisin azasını, bu zorbaları kimler seçecek? Bu zorbalar heyeti, kuvvet ve salahiyetlerini kimden ve nasıl alacak? Hayret, hayreti uzma... Bu ne sakat düşüncedir? Bu nasıl zihniyettir? Görülüyor ki, varmak istediğimiz hedef, henüz en yakın arkadaşlar tarafından bile zerre kadar anlaşılmış değildir (...) Neyse ki İsmet Paşa, Recep'in marifeti olan o saçmaları okumadan imza etmiş. Her şey olduğu gibi kalacak'.

Asıl şu cümle önemli: 'Biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki, bu memlekette bir gün padişahlığa taraftar olanlar dahi bir fırka kurabilsinler' (H. R. Soyak'ın anılarından, I, s. 57-60).

Burada şaşırtıcı olan şudur: Cumhuriyeti kuran Atatürk, demokrasinin çoğulcu boyutunun iyice belirginleşmediği 1930'larda bile önsezisiyle özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiyi savunuyor.

Kuşkusuz bu görüş, 1961 ve 1982 anayasalarına aykırıdır. Ama olay, yaşanmıştır, gerçektir; inanılmaz bir ufku yansıtmaktadır.

Atatürk'ün karşı çıkmasıyla olası faşizm önlenir.

Atatürk'ün İslám diniyle ilgili görüşleri de biliniyor. Ama bu ilişki ya sömürülmüş ya da O haksız yere İslám'ın düşmanı gibi gösterilmiştir.

İşte öyküsü.

Fuat Köprülü, büyük bir bilim adamıdır. Onun başkanlığında bir 'Dinde Reform Kurulu' oluşturulmuştur. Kurul masa ve sandalyede namaz kılınması gibi birçok öneriyi Atatürk'e sunar. Atatürk öfkelenir: 'Dinde reformu, der, din kendi içinde din insanlarıyla yapabilir. Ben siyaset insanıyım. Luther değilim.' Kurulu kaldırır.

Görülüyor ki, Atatürk ideokrat, totaliter, Atatürkçülük ideoloji, totalitarizm değildir.

Tek kişinin yapacağı bir işi on kişi yaparsa, dokuz kişinin görünüşte işi vardır. Ama aslında dokuz kişi işsizdir. Ekonomide buna 'gizli işsizlik' denir. Atatürkçülüğü bir ideoloji olarak algılayıp onu bir totalitarizme dönüştürenler de aslında Atatürk'ü severken boğan gizli antikemalistlerdir.

Atatürk'ü ve Atatürkçülüğü gizli antikemalislerden kurtarmak, bilimsel yörüngesine oturtmak gerek. O zaman sadece Avrupa Birliğinin değil, bütün kapıların açıldığını, Atatürkçülüğün tam demokrasiye geçmede gerçek işlevini yerine getirdiği görülecektir.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/ataturk-ne-totaliterdi-ne-de-dine-karsiydi-haber-139066.htm
#2234
Anayasa Mahkemesinin karar(lar)ı sonrası dış dünyada oluşan izlenimler/kanılar  

Anayasa Mahkemesinin (AYM) karar(lar)ı sonrası dış basında yazılanlar, söylenenler, yıllardır hukukun üstünlüğü için çırpınan Türk halkını; bütün dünyada, özellikle AB ve demokratik ülkeler karşısında güç durumda bırakmıştır.

İşte birkaç değerlendirme: 'Kendilerini ulusun kurtarıcısı olarak sunan askerler, (cumhurbaşkanı) oylamasının geçersizliği konusunda bütün ağırlıklarını ortaya koydular (...) Uyarı, (AYM'nin) on bir üyesini baskı altına almıştır. Bunlardan yedisi generallerin yakını olan Cumhurbaşkanı tarafından atanmıştır (...) Ordunun bildirisi Yüce Mahkemeyi etkilemiştir. Karar, Türk yargı sistemine ve demokrasiye ağır bir darbe, hukuk devleti ve yargıya inancın örselenmesi, azınlığın çoğunluğa baskısı, Anayasaya aykırı, Türkiye'de yüce yargının her zaman Ortodoks Kemalizmin inatçı bekçisi olduğunun kanıtıdır(...) 'Gül'ün adaylığına karşı ordunun demokratik olmayan ve yargının karar darbesiyle peçelenmiş müdahalesi...' (Türkiye-AB Komisyonu Karma Parlamento Eşbaşkanı Joost Lagendijk ile yazarlar M. Nureddin, Thierry Oberlé, Sophie Shibab vb.).

Dikkat ediniz. Bu görüşlerde beş noktaya parmak basılıyor: 1-Ordunun müdahalesi. 2-Yargı kararının; a-ordunun baskısıyla ve b-ortodoks bir ideolojiyle verildiği. 3-Yargının kararıyla ordu müdahalesinin meşrulaştırılmak istendiği. 4-Yargıya güvenin yitirildiği.

Hukuka bağlı bir devlet, uygar bir toplum, bu yargıları çürütmek zorundadır.

Bu yargılardan en acımasızı, kanımca Atatürkçülük ile ilgili olanıdır.

O Atatürk ki, Atatürkçülüğü şöyle özetlemiştir: 'Ben değişmez bir düstur/dogma bırakmıyorum. Dogmacılık, sürgit değişen bilime aykırıdır. Bilimi izleyenler, beni izlemiş olurlar'.

Değişen bilim ise elbette hiçbir zaman katı bir ideoloji değildir.

Eğer Atatürk, yargının hukuka (bilime) göre değil, kendisine mal edilen tutucu bir ideolojiye ve yerindelik ölçütüne göre karar verdiği izlenimini görseydi, hiç kuşkusuz kahrolur, kıyameti koparırdı.

Hukuka kıymak, bilimi izlememektir; Atatürkçülüğe de kıymaktır.

Geliniz. İkisine de kıymayalım.

Türkiye'de üstünlerin değil, hukukun üstünlüğü ilkesinin geçerli olduğunu kanıtlayalım. Yargı/yargıç, elbette kimsenin aracı olamaz. Türkiye'de de olmamıştır. Olamaz da. Çünkü yargı, devletin her türlü işlemlerini, bireylerin eylemlerini hukuk süzgecinden geçirerek, sistemi arındırır/meşrulaştırır.

Yargının bağımsız/yansız ve hukuka bağlı olmadığı izlenimini uyandırması bile sistemi kirletmeye yeter.

Yargı(çlar) dahil, başına buyruk olanları hukukun içine çeken biricik güç, yansızlıktan ve nesnellikten sapmayan bağımsız yargıdır.

Başı darda olanların/ezilenlerin iki sığınağı vardır: Nesnel hukuk ve onu yaşama geçirebilen yargı.

Bu sığınaklardan yoksun toplumlarda hiç kimse yarınından emin olamaz; 'Berlin'de yargıçlar var' diyemez.

Diyemezse tartışma rejimin içinden üzerine kayar.

Bilgi çağını yakalamalıyız. Ülkemizi, 'bilim başka, uygulama başka' aldatmacasıyla kendilerini avutanların, bilimi küçümseyerek sözde Atatürkçü geçinenlerin diyarı olmaktan çıkarmalıyız.

Hukuk, binlerce yıllık incelemelerin, deneyimlerin ürünüdür. Hukuk dili, binlerce beyinden damıtılan süzme kavramlar dilidir. Kullanırken onların içeriklerini ve sınırlarını iyi bilmezsek, kuşkulanıp bilgimizi denetlemeden uygulamaya geçersek, kesinkes yanılırız.

AYM, bu yüzden yanıldı.

Daha önceleri Yüce Mahkemenin doyurucu ve çığır açıcı bir gerekçeyle karşımıza çıkmasını dilemiştim.

27 Haziran 2007 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan karar, bu dileğimi gerçekleştirmek şöyle dursun, beni düş kırıklığına uğrattı. Hukukun temel kavramlarının içleri boşaltılmış, ilkeleri dışlanmıştı.

Hele hele temel gerekçeyi beslemek savıyla yazılmış, uydurma kavramlar ve dil yanılgılarıyla sakatlanmış 'ek(lemleme) gerekçeler', bu düş kırıklığımı, umutsuzluğa dönüştürdüler.

Ülkem ve yargı adına kahroldum.

Özür: 9 Temmuz 2007 tarihli yazıda yazı başlığı 'Kararlar sonrası birbirine karşıt değerlendirmeler' iken eksik ve yabancı dildeki aksanlar ters çıkmış; dip notlarının ait oldukları yerler belirtilmemiştir. Özür dilerim (S.S).

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/anayasa-mahkemesinin-karar-lar-i-sonrasi-dis-dunyada-olusan-izlenimler-kanilar-haber-139075.htm
#2235
Anayasa Mahkemesi kararlarının yarattığı çağrışımlar ve düş kırıklıkları-1  

Anayasa Mahkemesi, 27 yıl önce ortaya atılan(1) ve fakat hukuka ve etiğe aykırı biçimde kaynağı gösterilmeyerek altı ay önce diriltilen 102. maddede aranan (toplantı) yetersayısı ile ilgili iptal ve durdurma kararları verdi. İkincisi RG'de yayımlandı.

Sorun en azından 10 yıl için bitti.

Ama tartışma bitmedi, bitmeyecek de.

Yüce Mahkemenin kararları, eğer günlerden beri sergilenen nedenlerin dışında bir gerekçeye dayanmıyorsa(2), bende kimi çağrışımlar uyandırdı, düş kırıklıkları yarattı.

İlkin çağrışımlara değineyim.

Yıl 1990. Merhum Prof. Dr. Sahir Erman'dan bir mektup aldım.

1983'te Roma Hukuk fakültesinde konuk profesördür, Erman. İtalya'dan alınan Ceza Yasamızın nasıl uygulandığı konusunda bir konuşma istenir. Erman en güzel kararları seçerek konuşur.(3) Konuşmanın sonunda homurdanmalar başlar. Bir ara sonradan Adalet Bakanlığı da yapan Prof. Conso, Türk yargıçlarının hukuk öğrenimi alıp almadıklarını sorar. Erman 'elbette' deyince Conso, 'Öyleyse neden böyle kararlar çıkıyor? Demek hukukun en basit kavramlarını öğretememişsiniz' diye çıkışır. Erman'ın en acı anılarından biridir bu olay. Milliyet'te de daha sonra yazdı, bu anıyı.

Ancel, 1980'de 'İtalyan Ceza Yasası, Türk uygulamasında yozlaştırılmıştır' diyordu.

Rahmetli Hocam Erem, Belçika Kongosu'ndan Prof. Bolongo'nun yapıtını inceledikten sonra 'Bunlar bizi geçmiş. Onca yıl ders verdim. Başarısız mıydım?' diye sormuştu, bana. Üzgündü elbette.

Bu eleştirilerin nedeni belliydi. Ülkemde hemen hemen hiçbir hukuk kavram yerleşmemişti. Bir örnek yeterli, bunu anlatmaya. Yargılamanın en önemli evresi 'tartışma'dır. Onu bile 'dur' kökünden türetmişlerin, karşılıklı durmayı anlatan işteş bir eyleme dönüştürmüşlerin ülkesidir, burası. Gülmece değil bu, ağlanası bir gerçektir.

Nur içinde yatsınlar. Rahmetli Kunter'e ve Dönmezer'e 'Ülkemdeki hukuk uygulamasını yaşadıkça, fakülte öğreniminin gereksizliğine inanıyorum' dediğimde birincisi gülmüş, ikincisi 'sabırlı ol' demişti.

Peki ne zamana dek?

Onlar, hukuka büyük katkılarda bulundular. Dilerim bir gün işe yararlar.

İkinci olarak, kararlar bende düş kırıklıkları yarattı.

Her şeyden önce, Yüce Mahkeme, 'küresel anlamda bir yorum anlayışı'nı geliştirmek şöyle dursun, kanımca yorumun başat kurallarını bile yıktı.

6 eylül 2001 adli yıl açış konuşmamda genç meslektaşlarıma şöyle seslenmiştim: 'Hukukçunun tek efendisi vardır: Hukuk. Hukuk, bir yasalar yığını değil, iç mantığı tutarlı bir bütündür, bir sistemdir. Yasa hükümlerine titreyen ellerle yaklaşın. Onları yorumlarken, bir kişi değil, bir kurum olduğunuzu unutmayın (...) Normları sistemle ve öbür normlarla sürtüşmeyecek biçimde yorumlayın. Yasaları yasa koyucular çıkarırlar. Ama hukuku yargıçlar yaparlar. Hukuk zor bir bilim, hukukçuluk gerilimli bir meslek, ama inceliği olan bir sanattır. Hukuku kristal özeniyle koruyun. Zorlu sorunlar karşısında, örtmecelere ve dolambaçlı söz kalabalığına asla sığınmayın. Hedefe bilimsel çizgiden yürüyün. Yargı erkini kullanmak, kolay değildir (...) Toplumsal çılgınlıkların egemen olduğu dönemlerde bile, (...) hukuka bağlılığın yürekliliği, kararlılığı içinde olmalısınız (...) 'İnsan, yaptığıdır' (Malraux). Hukuk bayrağını sizden sonraki kuşaklara teslim ederken, 'yaptıklarım, hukuksal yaşamım, yapıtım olan kararlarım üzerine ant içerim ki, hiçbir çıkarı ve beklentiyi gözetmeden, hukuku ödünsüz uyguladım' diyebiliyorsanız, yargısal soy kütüğünüz temiz demektir (...) Hukukta uyuşmazlık hukukun hasta kesimidir. Bu hastalığı ancak, kökleri hukukun derinliklerinde bulunan, dalları geleceğe yönelik adil ve tutarlı bir yapıtla iyileştirebilirsiniz. Bütün çağcıl değerlerin özü demek olan hukukun üstünlüğünü bireylere ve devlete ancak böylelikle aşılayabilirsiniz'.

Kasım 2006'da öğrencilerime hukukta yorumu anlatırken şunları söylemiştim: 'Yorumun ontolojik temeli, yasal metindir; 'yasalar, sözcüklere kazınmıştır' (E. Pound). Ozanların bile bildikleri bu ilke, yazılı hükümlerin yorumu ile ilgili '1978 Louisiana Günleri'nin 'bireşim raporu'nda, yaklaşık bin katılımcının tarafından altın kural olarak desteklenmiş; genetik, sistematik, amaçsal dahil, bütün yorum yöntemlerinin yazılı metinden yola çıkması, metnin içinde kalması gerektiği vurgulanmıştır. Frankfurter'in üç öğüdünü unutmayın: Yasal hükmü 'okuyun, okuyun, okuyun'. Yasal metnin koordinatlarını aşmaya ve dolanmaya kalkışmayın. Bu, yasal haddi aşmak, yazılı hükmün normokratik, telokratik, etokratik işlevlerini yok etmek demektir. Yorum, kurallara bağlı bir yetkidir (arbitrium regulatum), keyfi yetki (plenum arbitrium) değildir. Yasa koyucunun gönlünden geçtiğini saptasanız bile metinde olmayan bir sözü metne eklemeyin. Bu, erkler ayrılığı ilkesini çiğnemektir; yetki aşımıdır. Yasal metnin biraz ötesi sizi, halk yönetiminden/demokrasiden yargıçlar yönetimine/dikastokrasiye kaydırır. O zaman tartışma, rejimin içinden üzerine taşınmış olur.

Daha bitmedi. Konuyu sürdüreceğim.

1- Türk Parlamento Hukukunun Kaynakları ve İlgili Anayasa Mahkemesi Kararları, İstanbul, 1980, s. 167,.

2- Dilerim, Yüce Mahkeme, herkesi doyurucu, çığır açıcı bir gerekçeyle, bir başyapıtla karşımıza çıkar, hepimizi utandırır. O zaman, kendi adıma ben de, bir yazı daha yazar; özür diler, teşekkürlerimi/minnetlerimi açıklarım.

3 - Bu konuşma İtalya'da basıldı.


http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/anayasa-mahkemesi-kararlarinin-yarattigi-cagrisimlar-ve-dus-kirikliklari-1-haber-139086.htm


Anayasa Mahkemesi kararlarının yarattığı çağrışımlar ve düş kırıklıkları-II  

Sıkı kurallara bağlı düşünsel bir etkinlik olan hukukta yorumu işlerken, Kasım 2006'da öğrencilerime özenle ve özetle şunları söylemiştim: 'Hukukta yorumla ilgili 1978 'Louisiana Günleri'nin 'bireşim/sentez raporu'nda, genetik, sistematik, amaçsal dahil, bütün yorum yöntemlerinin/türlerinin 'ontolojik temelinin yazılı-yasal metin' bulunduğu, yorumun metin içinde kalması gerektiği bütün hukukçularca oybirliğiyle benimsenmiştir. Yasal metin varsa, yorum da vardır, yasal metin yoksa yorum da yoktur. Yorumcu, yasal metnin asla dışına çıkamaz. Ona asla yeni sözcükler ekleyemez; onda var olan sözcükleri asla yok sayamaz. Gény'den Duguit'ye, Garraud'ya, Tarello'ya dek bütün büyük hukukçular ve yorumcular, yorum konusuna girerken böyle başlarlar, söylerler ve yazarlar. Bunları hiçbir zaman unutmamalısınız'.

Anayasa Mahkememiz ise, yazılı anayasal metne; yorumbilimin (hermeneutik) koyduğu yasakları ve bireşim raporunun altın kuralını çiğneyerek, hukuk mantığı yerine aşağıda değineceğim I. James'in doğal mantığını kullanarak, yeni sözcükler eklemiş; yorumbilimi, beni ve öğrencilerimi görkemli biçimde (ama kanımca sözde) yalanlamış; mahcup etmiştir (!).

Bu koşullarda benim acaba hukuktan, bilimden, özellikle yorumbilimden ve öğrencilerimden özür dilemem mi gerekir?

Bu soruya sağlıklı yanıt verebilmek için izninizle ilkin hukuk tarihinde zorbaların, sonra üstünlerin hukukundan hukukun üstünlüğüne geçişin kimi örneklerini, yaşanan gelişmeleri/evreleri, kişisel anılarımı aktarmak istiyorum.

MÖ 390. Galyalılar Roma'yı kuşatırlar. Direniş yedi ay sürer. Galyalı Başbuğ Brennus, belli ölçüde altın verilirse kuşatmayı kaldıracağını bildirir. Altınlar tartılırken 80 Romalı senatör hileli tartmaya karşı çıkınca Brennus, kılıcını çekerek terazinin öbür kefesine atar ve haykırır: 'Vae victis!' (yazıklar olsun şu acınası yeniklere).

Sonuç bellidir. Sözde bir terazi vardır. Ama güçlünün/zorbanın istediği olacaktır. Olur da. Çünkü, 'silahlar konuştuğu zaman yasalar (hukuk) susar' (inter arma silent leges); 'zora karşı hukuk çaresizdir' (contra vim non valet jus).

Ortada ne hukuk ne yargı ne yargı bağımsızlığı, dolayısıyla ne de adalet vardır. Sadece üstünlerin/zorbaların hukuku vardır. O kadar.

Hukuk tarihinin birinci evresidir, bu.

Yıl 1612. İngiltere. Birini tutuklama konusunda Kilise Mahkemesi ile laik mahkeme çatışırlar. Olaya el koyan Kral I. James ile Başpiskopos Canterbury şu görüştedirler: 'Kral, her zaman Kral adına hüküm kuran yargıçların yerine geçerek karar verebilir'. Üst Mahkeme Başkanı Coke, bu görüşe karşı çıkar: 'Kral, İngiliz hukukuna göre hiçbir davada karar veremez. Dava, hukuka göre ve sadece mahkemelerce çözülebilir'. Doğal hukuk öğrenimi görmüş olan Kral, hukukun (yalnızca) akla dayandığını, uyuşmazlığı çözmek için aklın yeterli olduğunu söyleyince Başyargıç Coke, Kralın doğa hakkında yetkin bir bilgisi olduğuna inandığını, ancak kişilerin yaşam, miras ve mallarına ilişkin hakları ile ilgili davaları çözmek için doğal aklın yetersiz olduğunu, hukuk öğrenimiyle, uzun araştırmalarla, uygulama deneyimleriyle ulaşılabilen hukuksal akla gerek bulunduğunu söyler. Kral, öfkelenir ve 'Ben Kralım. Kralın yasalara bağlı olduğunu ileri sürmek hainliktir' diye haykırınca Başyargıç Coke, hukuk tarihine geçen şu yanıtı verir: 'Hiç kuşkusuz Majesteleri hiçbir kişiye bağlı değildir. Ancak herkes gibi Kral da yasalara uymak zorundadır'.

Coke'un bu son sözlerini yansıtan resim, ABD Yüksek Mahkemesinin kapısına kazınmıştır.

Böylece hukukun üstünlüğü ilkesinin temeli atılmıştır. Artık bundan böyle, sadece köylüler, kentliler, yoksullar, zenginler, soylular, soylu olmayanlar değil, toplumun hangi katmanından olursa olsun, herkes, bu arada kaptan köşkünde oturanlar, hatta krallar bile hukuka uyacaklardır.

Üstünlerin hukuku, daha doğrusu hukuksuzluğu/başına buyrukluğu dönemleri geride kalmış, hukukun üstünlüğü çağı ve hukuk karşısında herkesin eşitliği evresi başlamıştır.

Ülkemin bu evreleri aştığı kanısındayım.

Ama ey okur! Şimdi sana şu soruyu yöneltmek istiyorum: 'Anayasa Mahkememiz yorumun ontolojik temeline, altın kuralına uymuş mudur? Kimseyi incitmeden ne demeliyiz? Özellikle ben, hukuktan, bilimden, özellikle yorumbilimden, öğrencilerimden özür dileyeyim mi? Ben değilsem kim özür dilemeli?'

Dilerseniz, yanıtlamakta ivecen olmayın. Yazacaklarımı bekleyin biraz daha.


http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/anayasa-mahkemesi-kararlarinin-yarattigi-cagrisimlar-ve-dus-kirikliklari-ii-haber-139085.htm


Anayasa Mahkemesi kararlarının yarattığı çağrışımlar ve düş kırıklıkları-III  

18. yüzyıl. Prusya Kralı Büyük Frederik (II) Sans-Souci Sarayının bahçesini genişletmek için bir köylünün değirmenini satın almak ister. Buraya kadar her şey hukuksaldır. Değirmenci direnir. Kral, 'Ben Kralım. Zorla alırım' der. İşte tam bu noktada hukuk tükenmiş, zorbalık başlamıştır. Ne ki, değirmenci hukuk tarihine geçen şu yanıtı vermiştir Krala: 'Berlin'de yargıçlar var!'

Demek, 18. yüzyılda bile, Prusyalı değirmencilerin sığınacağı iki kurum dimdik ayaktadır: Hukuk ve yargı. Hukuk nesneldir; herkesin ve her şeyin üzerindedir. Kral II. (Büyük) Frederik de hukuka uyacaktır, yargıçlar da, değirmenci de. Prusya'da herkes nesnel hukuka ve bağımsız/yansız yargıçlara güvenmektedir.

Yeni bir dönemin başlangıcıdır, bu: Hukuk her gücün, herkesin üzerindedir. Artık hiç kimse Brennus'lardan, I. James'lerden, Büyük Kral denilen II. Frederik'lerden korkmamaktadır.

Yine 18. yüzyıl. Montesquieu'nün 'Yasaların Özü Hakkında' adlı yapıtı yayımlanmıştır. 'Erkler ayrılığı ilkesi'ni en katı biçimde savunan düşünüre göre, 'yargıç, yasa koyucunun/yasanın sadece ağzıdır; yasayı yorumlayamaz'. Çömezi Beccaria da aynı görüştedir.

19. yüzyılın sonları, 20. yüzyılın başları. İlke değişir: 'Yasaları yasama, hukuku yargıç(lar) yapar. Çünkü hukuku yorum tekeli, yargıcındır'. Öyle ki, İngiliz yargıçlarına yasamanın yasayı oluştururken dayandıkları gerekçeyi öğrenmeleri bile yasaklanmıştır.

Ancak bu tekelin duyarlı ve değişmez bir sınırı vardır: Yargıç, hukuku soğukkanlı mantığı içinde yorumlarken, erkler ayrılığı ilkesini çiğnememeli, asla 'yetki aşımı'na, 'yetki yağması'na kalkışmamalıdır.

İki örnek vereyim.

Yıl 1967. Fransa'da bir yargıç, Ticari Kira Yasasına göre yerinde bir hüküm kurmuş; ancak gerekçede Yasayı eleştirmiştir: 'İğreti tutkulardan esinlenen ve ölçüsüz ayrıklar getiren Yasa, korkunç sonuçlara yol açacaktır'.

Fransız Yargıtayı, 'Yargıç, yazılı hukuka uymakla yükümlüdür. Yargı kararında yasayı eleştirmek yetki aşımıdır ve erkler ayrılığı ilkesine aykırıdır' gerekçesiyle kararı bozar; kesinleşmesine izin vermez (30.5.1967). Bozma kararı doğrudur. Çünkü bir yargıç, bir makalede hukukçu olarak yasaları elbette eleştirebilir, eleştirmelidir de. Ama yargı kararında eleştiremez. Hüküm kuran 'yargıcın görevi, adaleti lütfetmek değil, yasaları (doğru yorumlamak), doğru uygulamaktır' (Sokrates). Çünkü 'yasalara, doğru oldukları için değil, sadece yasa oldukları için uyulur.' (Montaigne). Bu bilince erişmemiş biri, yargıçlık yeterliliğinden yoksundur.

İkinci örnek: Eylül 1989. Fransız Yargıtay Başkanı Drai'yle odasında baş başayız. Fransız Yargıtayının özellikle iki kararını eleştiriyorum.

Birincisi şu: Alman Yargıtayı elektrik enerjisini mal kavramına sokmamış, ancak yasal düzenlemeden sonra eylem, hırsızlık sayılabilmişti. Fransız Yargıtayı ise bu konuda çok geç kalmıştı.

Biz ise bunu kolayca başarmıştık.

İkincisi de şu: 19. yüzyılın sonlarında Fransız Cumhurbaşkanı Grèvy'nin damadı Wilson, kayınbabasının nüfuzunu kullanmış, birçok kişiye nişan dağıtacağı sözünü vererek çıkar sağlamış, ancak yargı bunu dolandırıcılık suçuna sokamamış, damat aklanmıştı. Karara tepki büyüktü. Yasa koyucu 1889'da 'nüfuz ticareti suçu'nu düzenleyerek boşluğu doldurdu. Ancak, kanımca bir boşluk yoktu. Nitekim, kimi yazarlara göre karar yanlıştı, çünkü eylem dolandırıcılık suçuna girmekteydi. Nüfuz ticareti ile dolandırıcılık suçları arasında sadece özel-genel hüküm ilişkisi bulunmakta idi.

O halde?

Başkan Drai, yerinden kalktı. Bir önceki yıl yaptığı konuşmadaki 'Yargıçlar, yorum yaparlarken yasaların üzerine çıkamazlar' cümlesini okudu ve ekledi:

-Yorum, elbette yargının tekelindedir. Ama başına buyrukluk değildir. Şunu asla unutmayın. Avrupa, erkler ayrılığı ilkesinin babaları olan Locke'ların, Montesquieu'lerin anakarasıdır. Yargıç yorum yaparken yasal metnin içinde kalmak zorundadır. Onu aşarsa, yasa koyucunun yerine geçmiş, erkler ayrılığı ilkesini çiğnemiş olur. Sizin de bizim hukuk ailesi içinde olduğunuzu sanıyorum.

Drai varsın öyle sana dursun.

'Biz bize benzeriz'. Türk yargıçları olarak kararlar veririz bizler. Sözgelimi, yasal düzenlemeleri beklemeden, İçtihatları Birleştirme Büyük Kurulunu toplar, 'telefon hattına saplama yaparak konuşma yapmayı', yani 'hizmet'i bile 'mal' kavramına sokar, eylemi hırsızlık diye niteler (6.4.1990, 2/2), isterse ceza yasası olsun, yasada boşluk varsa, örnekseme yöntemiyle onu bir çırpıda doldurur, işi çözeriz. Varsın bilim adamları; erkler ayrılığı, yasallık, ceza hukukunda örnekseme (kıyas) yasağı ilkelerinin çiğnendiğini ileri sürsünler. Varsın, hukuk dünyasının yüreği ağzına gelsin. Varsın, yurttaşlar, yarınlarını, kendilerini güvenceden yoksun görsünler.

Telaşa gerek yok. Yedi ayda yeni bir T. Ceza Yasası yapar, yasalık ilkesini düzenleyen 2. maddesine örnekseme yasağı ilkesini getirir, gerekçesinde de kendi kararlarımızı çürütmek pahasına özetle şunları yazar, sorunu çözeriz: Yargı, ceza hukukunda yorum yaparken örnekseme yasağını çiğnerse, hiçbir birey yarınından emin olamaz, özgürlükler tehlikeye düşer, güvenceden yoksun kalır.

Örneklerimiz öylesine çok ki! 2002'de bile bir mahkeme kararını, sanki bir kaymakamın iddianamesi sanmış ve 'yokluk' yaptırımıyla sakat saymıştık.

Şaşmıyorum bunlara. Çünkü benim ülkemde Montesquieu'lerin, Gèny'lerin, Drai'lerin, Radbruch'ların, Duguit'lerin ve benzerlerinin ilkeleri değil, kimileyin eski dönemlerin alışkanlıkları, kimileyin dikastokrasinin yaklaşımları yaşanıyor, hálá.

Hukuk, Avrupalı, yeni mi yeni. Ama alışkanlıklar/yaklaşımlar eski mi eski.

Çaresiz, yeni kuşaklar yetişinceye dek, yeni anlayışlar, yeni yaklaşımlar boy verinceye dek katlanacağız bunlara.


http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/anayasa-mahkemesi-kararlarinin-yarattigi-cagrisimlar-ve-dus-kirikliklari-iii-haber-139084.htm
#2236
Yansızlık / Nesnellik üzerine 

Kolay değildir, yansız/nesnel bakışa ulaşmak. İnsanın çevresine ve kendine karşı bağımsızlığını ilan etmesidir, bu.

Özellikle iki insan, bilim adamı ve yargıç, yansız olmak için bağımsız olmak zorundadır. Topluma karşı, kendi inançlarına/görüşlerine karşı. Bağımsızlık, gerçek bilgiye/bilime ve doğru hukuka/yargıya ulaşmak için bir araç-değerdir.

Kendi zaaflarınıza kıymaya hazır değilseniz, ne yargıç olun ne de bilim adamı.

Spencer, gerçeğe/doğruya ulaşabilmek için aile, yurt, din sevgisi ya da bağımlılığı gibi önyargı kaynağı etkenlerden sıyrılmasını salık vermiş; Bachelard, önceki bilgi kırıntılarından kendisini arındıramayan bir beynin gerçeklere ulaşmak için çok yaşlı olduğunu söylemiş; Husserl, bunları ayraç içine almayı önermiştir.

Bilim adamı, ulaştığı gerçekleri dış dünyaya eğip bükmeden yansıtmak zorundadır. Yargıç hukukun ne dediğini, yasanın bütün zamanlar için geçerli temel/nesnel mantığına (ratio legis) göre, söyleyecektir. Hem de kimileyin yüreği yana yana. Çünkü yargıcın yazılı hukuku beğenmeme/uygulamadan çekme hakkı yoktur. Bilim adamı gerçekleri yansıtırken, yargıç yasayı yorumlarken artık bir kişi değil, bir kurumdur. Bilim adamı da, yargıç da, her tür güç ve etken karşısında üçüncü kişidirler. Bunun adı 'nesnel/görevsel/kurumsal yansızlık ilkesi'dir. Özellikle hukukta 'herkesin yasa önünde eşitliği'ni bu ilke sağlar.

Nesnellik/yansızlık için bu da yetmez. Bu ilkenin bir başka ilkeyle bütünleşmesi gerekir. Çünkü kendi inançlarını/görüşlerini laboratuarının ya da duruşma salonunun eşiğinde bırakamayan bir bilim adamı ya da yargıç, ne gerçek bilgilere ne de doğru kararlara ulaşabilir. Cüppesini giyen bilim adamının da, yargıcın da gerçek bilgi ve doğru karar uğruna kendi inançlarına, görüşlerine, hatta duygularına karşı da bağımsız olmaları, tutkuları ve önyargılarıyla yüklü insanı silmeleri zorunludur. Dış ve iç dünyanın şeytanlarına karşı direnmenin başka yolu yoktur.

Bunun adı da 'öznel/bireysel yansızlık' ya da 'kişisellikten arınmışlık ilkesi'dir. Bu sayede 'bilimde evrensellik ilkesi', hukukta adalet terazisindeki tartının değişmezliği ve 'yasa herkes için eşit uygulanır ilkesi' yaşama geçirilmiş olur.

Bilim adamı ve yargıcı kucaklayan bir örnek vermek istiyorum.

Saburo İenega bir bilim adamı, Japon tarihçisidir. 'Japon Tarihi' adlı yapıtında Japon ordusunun Çin'de, Singapur'da 2. Dünya Savaşı'nda kimyasal silah kullanarak suç işlediğini yazmış, yönetim kitabın okullarda okutulmasını yasaklamıştır. Ancak Japon Yüksek Mahkemesi, bilimsel/tarihsel gerçeklerin yasaklanamayacağına karar vererek yönetimin işlemini iptal etmiştir.

Burada Japon tarihçi hiç kuşkusuz, çok sevdiği ulusuna ve ülkesinin yararlarına karşın, gerçek bilgiyi yansıtmaktan vazgeçmemiştir. Japon Yüksek Mahkemesi yargıçları da öyle. Onlar da elbette ülkeleri, ulusları üzerine titremektedirler. Ancak, onların görevi, ülkelerini/uluslarını kurtarmak değil; hukuku kurtarmaktır. Bu nedenlerle nesnel mantıkla hukuka göre karar vermişlerdir.

Görülüyor ki bilim adamı için de, yargıç için de düşünsel, etik, toplumsal ve mesleksel boyutuyla yansızlık/nesnellik ilkesi vazgeçilmez bir değerdir.

Eğer bu değerler göz ardı edilirlerse, o ülkede bilim de, hukuk da sıkı düzen ideolojilere kurban edilmiş, bilimsel gerçekler ve doğru hukuk toplumdan gizlenmiş; son çözümlemede halk sahte ve ikiyüzlü bir düzenin kucağına teslim edilmiş olur.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/yansizlik-nesnellik-uzerine-haber-139119.htm
#2237
Demokrat insanı yaratmak  

Bir dostumla televizyondaki tartışmayı izliyoruz. Konuşmacılardan biriyle ters düşüyor o. Karşı görüşü savunan konuştukça sövüyor.

Tartışma bitince Sokratik yönteme özenerek sorguluyorum dostumu:

-Sövdüğün kişinin yüzü, saçları, gözleri, ağzı, burnu seninkilere benziyor mu?

-Kardeşim değil. Niye benzesin ki?

-Peki, yumurta ikizi kardeşin olsaydı tıpkıbasımın olmasını ister miydin?

-Asla.

-Demek beyinlerinizin de benzemezliğini kabul ediyorsun ve istemiyorsun.

-Elbette.

-Öyleyse farklı beyinlerinizin farklı düşünceler üretmelerini niçin kabul edemiyorsun?

Gülümsemekle yetiniyor.

Sıklıkla yaşadığımız, bizler için nedense sıradan bir olay, bu.

Oysa bu olay, özünde hem doğaya, hem ahlaka, hem hukuka, hem de Türkçe'ye aykırıdır.

Doğaya aykırı. Çünkü, etkinliği düşünmek olan beyinler başka başka. Ürettikleri düşüncelerin de başka başka olması öylesine doğal ki.

Ahlaka aykırı. Çünkü, yaratıkların en onurlusu olan insanın dokunulamaz özgür alanına, beynine ve ürünlerine saldırı.

Hukuka aykırı. Çünkü, sövme suçtur. Ayrıca anayasalar, bırakınız sövmeyi, düşüncelerin/inançların/kanıların 'kınanmalarını' bile yasaklamışlardır (Anayasa, m. 25).

Yıllarca önceydi. Üçü Fransız, biri Polonyalı, biri Türk beş hukukçu tartışıyorduk. İçimizden biri, Polonyalı yargıca: 'Evet, ama ne yazık ki komünistsiniz!' demez mi?

Buna herkes tepki gösterdi. Çünkü, doğaya, ahlaka, hukuka aykırı bir kınama yargısı ile sakattı söylenen: 'Ne yazık ki'. Komünizm, her görüş ve düzen gibi, eleştirilebilirdi. Ama kınanamazdı.

Evet, yukarıdaki olay Türkçe'ye de aykırı. Çünkü, 'tartışmak', işteş bir eylemdir. Sizin görüşünüzü karşınızdaki tartacak, onun görüşünü siz tartacaksınız. Bu karşılıklı eylemin adı, 'tartışmak'tır. Demek, karşılıklı tartma yoksa tartışma da yoktur. Bireşim (sentez) hiç yoktur.

Bu olgulardan yola çıkarak demokrat insanın resmini çizebilir ve kendimizi sınavdan geçirebiliriz.

Demokrat insan, her şeyden önce sağlıklı tartışmanın değerini bilen, onu başaran insandır.

Bu da yetmez.

Demokrat insan, görüşleriyle, davranışlarıyla kendisini ve toplumu sarsan, hatta inciten 'öteki'nin;

-kendisiyle eşdeğer olduğunu kabul eden,

-o görüş ve davranışları dış dünyaya yansıtma hak ve özgürlükleri çiğnendiğinde kendisini hak ve özgürlükleri çiğnenmişçesine çiğneyenlere karşı çıkan, özlü deyişle Voltaire bilincini kazanmış insandır.

Tersini yapıyor, için için seviniyorsa o insan, bir faşisttir.

Bu berikileri/faşistleri azaltalım. Ama onları bile bütünüyle tüketmeyelim.

Çünkü, onlara gereksinmemiz var. Demokrat insanın fotoğrafının karanlık yüzünü bilmezsek demokrat insanın aydınlık yüzünün değerini anlayamayız. Zira demokrat insan, faşistlerin bile hak ve özgürlüklerini savunduğu için de demokrat insandır.

Faşist insan ise, kendisinden başkasının hak ve özgürlüklerine yaşama hakkı tanımadığı için faşisttir.

Bırakınız, sokaktaki sıradan insanları, en yüksek katlarda dahi, soğukkanlılıkla değerlendirilmesi gereken görüşleri/kanıları kınamanın bile ötesine geçerek söverek karşılayanlara rastlıyoruz.

Bu kötü alışkanlıklar/örnekler bir veba salgını gibi her alanı kuşatıyorlar. Bu yüzden çoğu insan, görüş sergilemeyi, kimileyin bir yüreklilik, kimileyin bir güç gösterisi olarak algılıyor; benimsediği anlayışın karşıtını ezmesi isterisiyle tartışmayı, önce sövüşmeye, sonra da dövüşmeye dönüştürüyor.

Bindiği dalı kesenler, meyveleri devşiremezler.

Yapılacak iş, demokrat insanı yaratmak ve çoğaltmaktır.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/demokrat-insani-yaratmak-haber-139121.htm
#2238
Sanal yasak 

Yıllardan beri Türkiye bir yasağı tartışıyor. Tartışmanın sağlıklı sürdüğü, süreceği kuşkulu. Çünkü, alevlenen son tartışmada şimdiden ürkütücü kaygılar, karşılıklı ölümcül suçlamalar başladı, savaş baltaları çekildi bile.

Yasağın adı: Üniversitede türban.

1-Yasağın hukuksal dayanağı:

Yok. Çünkü Yüksek Öğretim Kurumu Yasasının (YÖKY) ek 17. maddesine göre, 'Yürürlükteki yasalara aykırı olmamak koşulu ile yüksek öğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir'.

Bu hukuksal çözüm doğru. Çünkü, üniversite sözcüğünün karşılığı 'evrenkent'.

Evren, her tür yaratığı barındırır, içselleştirir. Dışlamaz.

Kent ise, bütün insanları barındırır.

Kavram olarak 'evrenkent', görüş ve inancı ne olursa olsun, ayrım gözetmeden her tür insanı barındırır, içselleştirir. Dışlayamaz. En özgür (olması zorunlu) ortamdır.

Bu yüzden gelişmiş ülkelerin üniversitelerinde türban yasağı yok. Çünkü, bir görüş ve/ya da inancın sınırlandığı yer, evrenkent/üniversite kavramıyla bağdaşamaz. Yasaklandığı yer ise zaten evrenkent/üniversite olamaz.

Öyleyse, ergin insanların öğrenim gördüğü bir üniversitede düşünce ve inançlara yasaklar getirilmesi yanlıştır.

Demek ki, türban yasağının hukuksal/kurumsal/bilimsel dayanağı yok. Yasak eylemlidir.

2-Eylemli yasağın nedenleri:

a-Yanlış algılama: Anayasa Mahkemesinin (AYM), Danıştayın (D) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) kararları.

AYM ilk kararının hüküm fıkrasında, 1988/3511 sayılı Yasa ile YÖKY'de yapılan şu değişik hükmü iptal etmiştir: 'Yüksek Öğretim Kurumlarında, dini inanç nedeniyle boyun ve saçların örtü ya da türbanla kapatılması serbesttir'.

Laik hukuk düzeninde devlet, yansızdır. Herhangi bir dine ne ayrıcalık tanır, ne de onu dışlar. Devlet, bütün inançlar karşısında eşit uzaklıktadır.

Bu nedenlerle, bir din kuralını, hukuk kuralına dönüştürmek laiklik ilkesine aykırıdır. Bu açıdan iptal yerindeydi. Ancak, gerekçede yansıtılan öbür nedenceler, hem gereksizdi, hem de yersizdi. Üstelik, AYM, yerindelik denetimine kaymış, denetim sınırlarını aşmıştı.

Yasama organı bu iptal kararına uymuş, laik düzene uygun olarak ek 17. maddeyi düzenlemişti.

AYM, bu maddenin iptali isteğini reddetti. Ancak kararın gerekçesinde, türbanın serbest olmadığına değini(ver)mişti.

D de, üniversitelerce konulan yasak kararlarının hukuka aykırı olmadığını belirterek, başvuruları reddetti.

AİHM ise, olaya yakın olan (iç) yargı organlarının değerlendirmesine saygı duydu. Bu saygı, Türk denetim yargılamasının hiç gözetmediği küresel bir kuraldır. AİHM zaten yasak getiremez.

Demek, yine bir yasak yok. Ama yanlış bir algılama var. Zira sadece yasağa karşı yapılan başvuruların reddi söz konusu.

b-Yanlış uygulama: Küresel kural şudur: Mahkemelerin kararlarının gerekçeleri bağlayıcı değildir. Sadece hüküm fıkraları bağlayıcıdır. Sözgelimi, jürili mahkeme kararlarının gerekçesi bile yoktur. Bu yüzden, AYM'nin kendi kararlarının gerekçelerinin de bağlayıcı olduğuna ilişkin görüşü (27.5.1999, 58/19) hem bilimle çatışmakta ve temelsiz, hem de, bilimin çözeceği alana girdiğinden, yetki aşımıyla sakattır. İyi ki, sadece bir görüş, bir kararın hüküm fıkrası değil.

Ayraç arası bir iki söz: Eğer mahkemelerin gerekçelerinin bağlayıcı oldukları ileri sürülürse, herkesin işini gücünü bırakıp mahkeme kararlarının gerekçesini öğrenmeleri gerekir. Bu ise, işin doğasına aykırı. Çünkü, kimi zaman bu kararlarda, örneğimizde görüldüğü üzere, yasaklar bile getirilebiliyor. Hukukta, 'yasaları bilmemek özür sayılmaz' diye kurallar vardır. Bunlar bile bugün sınırlandı. Sanki bizdeki uygulama, bir kural daha getirmiş oluyor: 'Mahkeme kararlarının gerekçesini ve hüküm fıkrasını bilmemek özür sayılmaz' (!?) Hukuk dünyasında böyle bir görüşe yer verilemez.

Sonuç: Demek sanal bir yasağı tartışıyoruz.

3- Anayasal düzenleme:

Bu eylemli yasağı, anayasal bir düzenlemeyle aşmak, bana anayasa kavramıyla bağdaşmaz görünüyor.

İlle de anayasal bir düzenleme ile aşılacaksa, şöyle düşünüyorum: Düşünce ve inancın, söz, yazı, resim, karikatür, müzik, kullanılan dil ve para, taşınan simge, giyilen giysi gibi araçlarla da dış dünyaya yansıtılabileceği açıktır. Kanada Yüksek Mahkemesinin yerleşik kararları bu doğrultudadır.

Öyleyse Anayasanın 26. ve 42. maddelerinde bu doğrultuda yapılacak bir düzenleme sorunu çözülebilir.

Yeter ki, düzenleme, devletin dinler/inançlar/görüşler karşısında laik/yansız duruşunu örselemesin. Bu takdirde kaygı duyulmasına da gerek kalmaz.

Ek bir görüş: Hakları ve özgürlükleri insanlara başkaları/halk, çoğunluk sunmaz. Onlar insanın insan olarak özünde vardırlar. Bu yüzden haklar/özgürlüklerin kullanılmaları başkalarının/halkın, çoğunluğun iznine bağlanamaz; bu konuda halk oyuna başvurulamaz. Türkiye, 1987'de yaşanan gülünçlüğü/çarpıklığı bir daha yaşamamalıdır.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/sanal-yasak-haber-84614.htm
#2239
Pasif iyi, aktif kötünün teşvikçisidir

Dünyanın her yanında iyiler kıt değil. Aksine iyilerin sayısı küçümsenmeyecek bir yekûn tutar. Zira insan özünde iyi bir varlık.

Fakat asıl kıt olan "aktif iyi"ler. Çünkü iyilerin çoğu "pasif iyi". Aktif iyiler iyilerin içinde devede kulak değil. Pasif iyileri "kendine iyi" olarak da tanımlayabiliriz. Pasif oldukları için iyiliği yaymak gibi bir dertleri yok. Böyle bir dertleri olmadığı için de iyiliğin çoğalmasına katkıda bulunmuyorlar.

Dahası, kötüler aktif iyilerden rahatsız oldukları halde pasif iyilerden rahatsız olmuyorlar. Hatta bırakın rahatsız olmayı, onlardan hoşnut ve razılar. Çünkü pasif iyiler kötülerin kötülüğüne ses çıkarmıyorlar. Onların kötülüğü yaymalarına aldırmıyorlar. Onların kötü olmasından rahatsızlık duymuyorlar.

Pasif iyilerin göz ardı ettikleri bir gerçek var: İyiliğin pasif olduğu her yerde, kötülük kendiliğinden aktif hale geliyor. Bu kötülüğün tabiatı icabıdır. Kötülük karanlık gibidir. Bizatihi var değildir. Aydınlığın yokluğu halidir. Demek ki, iyiler sönük veya patlak lamba gibi değil, ışık veren açık bir lamba gibi olmalıdır.

İlk inen vahiylerden olan Müddessir suresi, daha yeni risalet görevini üstlenmiş olan Hz. Peygamber'i inşa eden surelerin başında gelir. Bu surenin giriş ayeti, "bilkuvve/potansiyel" iyiliği "bilfiil/kinatize" hale getirmeyi amaçlar. Onun için de ilk muhatabına yekten seslenir:

"Ey yatan kişi, kalk ve uyar!"

Bunun açılımı şudur:

"Ey yatan iyi! Yatan iyi iyi değildir! Kalk ve uyar! Yani, pasif halden aktif hale geç ve iyiliği yay!

Bu emri alan Hz. Peygamber, emrin gereğini yapmak için kalkmış ve iyiliği de ayağa kaldırma çabasına girişmiştir. İşte ne olmuşsa ondan sonra olmuş, o güne kadar Kureyş'in en güvenilir, en akıllı, en barışçıl insanı, birden bire "yalancı", "deli", "bozguncu" oluvermiştir. Önceki hayatında ona ilişmeyi aklından dahi geçirmeyenler, o "aktif iyi" haline gelince varlığını ortadan kaldırmak için sıraya girmişlerdir.

Neden?

Nedeni açıktır. Zira vahiy, pasif iyiyi aktif hale getirmiştir. Yatan iyiyi ayağa kaldırmış, sokağa çıkarmıştır. Sönük lambaya bitimsiz bir enerji vererek, onu bütün bir cihanı aydınlatan güçlü ışık kaynağı kılmıştır.

Dünyanın en munis, en sakin, en kendi halinde, en halim-selim insanını yeniden inşa etmiş, onu insanlığın en büyük iman hamlelerinden birini başlatan bir insanlık önderine dönüştürmüştür.

Bu vahyin en büyük mucizesi, hak sözün gücüdür.

Soruyorum kendi kendime: İyilerin tümünün pasif olduğu bir dünyada iyilik yaşar mıydı?

Cevabım "asla" oluyor. Zira dünyanın en kötüleri bile anasından kötü doğmaz. Fıtrat iyi üzerine formatlanmıştır. Hazreti insan, en iyidir. En iyi bozulunca en kötü olur. Canavarlaşan, dünyayı çirkinleştiren, insanlığın yüz karaları da başında "iyi" idiler.

İşte bu yüzden iyilerin tümünün pasif olduğu bir dünya kötülerin dünyası olurdu. Her çağda Allah'ın rahmet ve merhametinin bir eseri olan aktif iyiler olmasaydı, öylesi bir dünyada kötülük iyiliğe yer bırakmaz, pasif iyiler pasifliklerinin cezasını aktif kötülerin elleriyle yok edilerek çekerlerdi.

Tüm peygamberler peygamber olmadan önce en azından pasif iyi idiler. Allah peygamberlik kurumunu, insanlığın fıtratına yerleştirdiği bilkuvve iyiliği bilfiil hale getirmek için ihdas etti. İki hal arasındaki farkı bu müessese ve insanlığın ufuk şahsiyetleri olan peygamberler eliyle gösterdi. Fetret dönemlerine de, iyilerin pasif olduğu bir dünyada insanın nasıl ıslah edici olmaktan çıkıp ifsat edici olduğunu görmemiz için izin verdi.

Kur'an, el-Emr bi'l-ma'ruf ve'n-nehy ani'l-münker'i (iyiliği yaygınlaştırıp kötülüğü önlemeye çalışmak) işte bunun için farz kıldı.

İşbu nedenle, aktif iyilerin olmadığı bir dünyanın geleceği korkunç noktayı hayal bile edemiyorum. Böyle bir dünya gerçekten yaşanılabilir bir dünya olmazdı. Böyle bir dünyada iyilik Zümrüdüanka olur Kaf dağına giderdi. Böyle bir dünya kendi kendini imha eden bir dünya olurdu.

Sözün özü şu: Yatan iyi olmak yetmez. Pasif iyi iyi değildir. Zira her pasif iyi, aktif kötünün teşvikçisidir. Kötüleri kötülüğe yüreklendiren kendileri gibilerden daha çok, pasif iyilerdir. Onlar iyiliği özneleştirmeyip nesneleştirmenin cezasını, bir müddet sonra sessiz kaldıkları kötüler tarafından yok edilmekle çekerler. Bu yok edilme varlıklarını ortadan kaldırma biçiminde değil, onlardaki zaten pasif duran iyiliği de kurutma biçiminde olur.

En yaman çelişkilerden biri de ne, biliyor musunuz: Pasif iyilerin aktif kötülerden şikayet etmeye kalkması?

Onlara birileri "Sayenizde beyim" demeli.


Aktif iyi olmak için sorumluluk ahlâkı

Doğrudur: Pasif iyi aktif kötünün teşvikçisidir. Bu da şu demektir: Pasif iyilerin varlığından iyilikten daha çok kötülük kazançlı çıkmaktadır. Yani pasif iyiler, istemeden de olsa, aktif kötülerin teşvik primi olmaktadırlar. Sonuçta pasif iyinin varlığı iyiliği çoğaltacağı yerde, dolaylı yoldan kötülüğü çoğaltmaktadır. Bunu önlemenin en iyi yolu pasif iyiyi aktif iyi haline getirmektir.

Soru şu: Peki, pasif iyiyi aktif iyi haline getirmenin yolu nedir?

Cevap kısa: Sorumluluk ahlakı.

Buradan şu sonuç çıkmakta: İyilerin pasifliği, sorumluluk bilincinin yetersizliğinden veya yokluğundan kaynaklanmaktadır. Bu da bir tür sorumsuzluktur. Demek ki pasif iyiyi "sorumsuz iyi" olarak da niteleyebiliriz. İyi birinden bahsedildiğinde "İyi, ama iyiliği kendine" demekle, "İyi, ama sorumsuz" demek aynı kapıya çıkmaktadır.

İnsan sorumlulukla doğar. Pavlusyen Hıristiyanlık'ta, sorumluluğun yerini "orijinal günah" almıştır. Bu da "hasbi ahlak"ın yerini "hesaplı ahlak"ın almasına neden olmuştur. Bu, sömürgecilik, soykırım, asimilasyon, ötekini şeytanlaştırma gibi kötülüklerin neden Batı'da ortaya çıktığını açıklayabilir.

İnsanlığın değişmez değerlerinin öbür adı olan İslam, insanlığın son çevriminde Kur'an vahyinde tezahür etmiştir. Kur'an vahyinin en temel kavramlarından biri de "takva"dır.

Takva'nın tam olarak ne demeye geldiğini anlamak için, ilahi vahyin kullandığı dilin kavramlarına ne muamele yaptığını bilmek lazım.

Kur'an vahyi, kendini ifşa ettiği Arap dilinin kelime ve kavramları üzerinde üç tür tasarrufta bulunmuştur. Birincisi, kelimeyi mevcut anlamından tamamen soyutlayarak onun içini yeniden doldurmuştur. Bu türden tasarruf yaptığı kelimeleri genellikle kavramlaştırmıştır. İkincisi, kelimeyi mütedavel anlamından tamamen koparmadan onun anlamını daraltmış veya genişletmiştir. Üçüncüsü, kelimeyi aynen kullanmıştır. Bu üçüncü türe genellikle kavramlaşmamış olan sıradan kelimeler girmektedirler.

Takva, vahyin birinci türden tasarrufta bulunduğu kelimeler arasına girmektedir.

Takva, Muhammedi davet öncesinde "maddi" bir nitelik arzetmektedir. Erdemlerle alakalı bir bağlamda kullanılmamaktadır. Hatta lafzi anlamda kullanıldığı bir rivayete rastlamaktayız. Sözün sahibi sahabi, savaşlarda Rasulullah'ın ardına sığınarak korunduklarını ifade sadedinde "İttekayna bi-rasulillah" demektedir.

Kur'an vahyinin inşa ettiği dünyada takva kavramının işgal ettiği merkezi yeri cahiliyye döneminde "muruet" (mürüvvet) kavramı işgal ediyordu. Takva'ya "kişinin korktuğundan korunması" anlamı yüklemek kavramı tam karşılamıyor. Kavramı semantik bir tahlile tabi tutan Japon alimi Toshihiko İzutsu, bu kavram için "Sorumluluk bilinci" karşılığını öneriyordu. Benzer anlamı daha sonra Fazlur Rahman da önerecekti. Ne ki bu anlam Türkiye'de merhum Muhammed Esed'le yaygınlık kazandığı için hep ona mal edildi.

Merhum İzutsu, işin hakkını vererek yaptığı semantik tahliller sonucu tam isabet kaydetmişti. Takva, gerçekten de "sorumluluk bilinci" anlamına kullanılıyordu.

Neye karşı sorumluluk bilinci?

Tüm varlığa. Sorumluluğun en büyüğü varlığın zirvesi Allah'a karşı duyulan sorumluluk bilinciydi. Kur'an kavramı asıl bu anlamda kullanıyordu. Zira insan sorumluluk ahlakıyla hareket edecekse, bu ahlakın aşkın bir referansı olmalıydı. Bu da Allah idi. Diğer tüm varlıklara karşı duyulan sorumluluk, temelde Allah'a karşı duyulan sorumluluğun uzantısıydı.

İnsan, bizzat var oluşu dâhil, sahip olduğu her şeyi Allah'a borçlu olarak doğar. Zaten "borç" anlamındaki "deyn"den türetilen din ve dindarlık da borçluluk bilincinden başkası değildir. Allah'a borçlu olmanın bilincine varmanın sonucu, O'na bu borcu ödemek değildir. Zira bu mümkün değildir. Zaten O da kullarından bunu beklememektedir. Beklediği "emanete sadakat"tir. Emanete sadakat ise, sorumluluk bilinciyle hareket etmeyi gerekli kılar.

Bakara suresinin girişindeki "Kaynağı hakkında hiçbir şüpheye mahal bulunmayan bu kitap muttakiler için bir hidayettir" ayeti, takvanın hidayetin temelinde yer aldığını gösterir. Yani, hidayet takvayı değil, takva hidayeti getirir.

Biliyorum soracaksınız; hidayetten önceki takva da ne ola ki?

O ahlaktır; "sorumluluk ahlakı". Tıpkı "sen bundan önce kitap nedir iman nedir bilmezdin" denilen Hz. Peygamber'e "sen muhteşem bir ahlaka sahipsin" denilmesi gibi. İbadet, iman, teslimiyet hep hidayetten sonraki kavramlar. Ama takva hidayetten öncesini de kapsıyor. Yani sorumluluk kişiyi iman dairesine yaklaştırırken, sorumsuzluk kişiyi o daireden çıkarabiliyor.

İşte bunun için iyi olmak yetmiyor. Eğer aktif iyi değilse, iyi olmanın sorumluluğunu kuşanmamış demektir.

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=6312&y=SamiHocaoglu
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=6401&y=SamiHocaoglu
#2240
İslam kadını aşağılamadı, siz anneliği aşağıladınız!

Tesadüf mü? Biri çıkıp İslam'ın kadını aşağıladığını iddia ediyor. Söz bir biçimde anneliğe geliyor. O da ne? İslam'ın kadını aşağıladığını iddia eden 'modern' bay veya bayanların aklının dibini kazıdığınızda, anneliği fena halde aşağıladığını görüyorsunuz. Ortak noktaları bu.

Anneliği aşağılamanın teknikleri çok. Bunun başında dünyanın en şerefli işini yapan annelere "boş kadın" muamelesi yapmak geliyor. Onlara göre çalışıyor olmak için evden çıkmak lazım. Caddeyi görmek, caddeye görünmek lazım. Bir kadının "çalışıyor" sayılması için kamuya kendisini göstermesi şart. Sabah sekiz akşam dokuz (çünkü kadın ucuz işgücü) mesai yapması şart.

Bunlar için de başka şeyler lazım: Modern görünürlüğün vacibatından olan şeyler. Her gün aynı kıyafetle, aynı saç rengiyle, aynı ayakkabıyla, aynı çantayla gidilmez ki işe! Yenilemek lazım, rengini uydurmak lazım. Saça uygun elbise, elbiseye uygun ayakkabı, ayakkabıya uygun çanta, çantaya uygun cüzdan, ona uygun cep telefonu lazım...

Modası geçenleri değiştirmek lazım. Bunun için de modayı takip etmek lazım. Özetle üretim-tüketim çarkında yağ, değirmeninde un olmak lazım.

Bütün bunlar için çalışmak lazım. Çalışmadan bu masraflar nasıl kazanılacak? Daha iyi görünmek için daha çok kazanmak lazım. O da yetmiyorsa, daha daha çok kazanmak lazım. Daha çok kazanmak için harcamadan olmuyorsa, daha çok harcamak lazım. Görünmeden daha daha çok kazanılamıyorsa, daha çok görünmek lazım. Daha çok görünmek için daha çok dikkat çekmek lazımsa, onu yapmak lazım. Onu yapmak için herkesten çok harcama yapmak lazımsa, onu yapmak lazım. Herkesten çok harcamak için, herkesten çok kazanmak lazım.

Hangisi hangisine lazımdı? Kafam karıştı...

Evden çıkıp mesai yapmayan kadının yaptığı "çalışmak" değildir. O tepeden bakılan, "Ev kadınıymış" yollu dudak bükülen bir "acizdir". Evinin kadını olmak modernlere göre dudak bükülecek bir iştir. İş kadını daha hoş geliyor. Hatta sokak kadını bile ötekinden hoş geliyor.

Modernin gözünde o koca parası(!) yiyor. Patron parası mı? Amir fırçası mı? Onun bunun erkeklerinin ağız kokusu mu? Her işe gidiş gelişte yaşadığı tıkış tıkış otobüsler ve minibüslerdeki onur kırıcı durum mu? Onlar işin parçası ayol. Koca kârı yeme de, ne yersen ye! Koca fırçası yeme de, ister amir, ister ustabaşı, ister patron fırçası ye! Hatta sokak magandası ve çarşı maçosunun attığı laf bile ehven...

Ev kadını, üüü! Bir kere özgür(!) değil ayol. Yarım saat işten erken ayrıldığı için amirinden duyduğu lafı kargalar yemese de kendisi özgür. İşyerinde uygulanan sıkı denetime rağmen özgür. "Yarın müsait misin"lere verdiği "Mesaide olacağım, işten yorgun dönüyorum"lara rağmen özgür. Ama ev kadını handiyse esir canım...

Ama o anne. Çocukları var. Yani dünyanın en değerli, en asil, en soylu, en görkemli işini yapıyor. Yani insan yetiştiriyor. Çocuk sokakta yetişmez ki? Çocuk evde yetişir.

Olsun, o yine de "çalışmayan" kadındır. Annelik çalışmak sayılmıyor. Modernlere göre annelik işsizlik sayılıyor. Annelik angarya sayılıyor. Komedi de ne biliyor musunuz: Başkalarının doğurduğu çocuklara bakmak için kurulan sektörlerde çalışmak "iş", orada çalışanlar da "çalışıp üreten kadın" sayılıyor da, kendi doğurduğu çocuğa bakmak "iş" sayılmıyor. Modernler kazara anne olduklarında durum şu oluyor: baba işe, anne işe, çocuk kreşe, ev pansiyon, aile pansiyoner...

Ondan sonra "bebek mi-köpek mi?" ikilemi geliyor: tıpkı Fransa'da, Almanya'da, Hollanda'da olduğu gibi. Köpek bebekten daha sevimli oluyor modern kadın için. Bir, vücudu deforme etmiyor... Öyle ya: tenperest modernliğin gerçeği bunlar, görmek lazım.

Ama küçük bir sorun: Köpeğin ille de küçük olması lazım; kucağa alınıp sevilecek kadar küçük. Ne de olsa kadın o. Bir canlıyı kucağına alıp sevme güdüsü yaratılıştan verilmiş. Çaresi yok, sevecek. Peki, köpek yerine bebek sevse olmaz mı? Bu soruya Avrupa'nın bebek-köpek (yan yana iyi durmadığını biliyorum, ama anlayın) rakamlarını karşılaştırdığımızda, şu zımni cevabı alıyoruz: Yok, zinhar olmaz! (Almanya'da kayıtlı köpek sayısı nüfus ile neredeyse eşit).

İyi de, köpek de en az bebek kadar masraflı.

Olsun! O kadar kusur kadı kızında da bulunur.

Kazara doğursa bile anneliği sevmemiş ve severek annelik yapmamış (Bunun yanında doğum yapamadığı halde harika annelik yapanlar da var). Annelik yapmadığı için duyguları gelişmemiş, ufku gelişmemiş, hayat tecrübesi gelişmemiş, bilgelik dersen sıfır. Ama olsun; onun köpeği ve bir de mesaili işi var. O kendini tüm annelere hava atma makamında görüyor.

İşte buraya yazıyorum: Cenneti annelerin ayakları altına seren İslam kadını aşağılamadı. Fakat cenneti dünyada arayan tek dünyalı modernler gözümüzün içine baka baka anneliği aşağılıyorlar. Üstelik her birini bir ana doğurduğu halde.

Ne kadar ayıp! Ne kadar küstah! Ne kadar saçma!

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=9819&y=SamiHocaoglu