Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#281
9 Ocak 1996'da Özdemir Sabancı, Haluk Görgün ve Nilgün Hasefe'yi öldüren DHKP-C'li üç tetikçiden biri İsmail Akkol'du.

Uzun süredir firari olan İsmail Akkol'un Yunanistan'dan Suriye'ye geçtiği yolunda bir haber, 17 Temmuz 2013 tarihli Milliyet'te yayınlandı.

Habere göre, ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'ne yönelik 1 Şubat 2013'teki canlı bomba saldırısının ardından Amerikan makamları Yunanistan'a baskı yapmış, İsmail Akkol da bunun üzerine Suriye'ye gitmek zorunda kalmıştı!

Milliyet'teki bu haber, DHKP-C gibi 'İçerideki Gladio'nun vaktiyle inşa ettiği 'devrimci bayrak' taşıyan kontra örgütün 'ABD'ye karşı imiş gibi' gösterilmesi numarasına hizmet eden bir yayındı.

ABD, iddia edildiği gibi gerçekten DHKP-C'den rahatsız olsaydı, yıllardır Belçika-Almanya-Yunanistan'da (Bir başka deyişle NATO hattında) cirit atan Sabancı Suikastı tetikçisinin yakalanmasını veya iadesini bir şekilde sağlardı!

Bu gözbağcılık numaraları afiyetle yememiz içindir.

1 Ağustos 2013'teki Milliyet'te 'Biber'i Amerikan baskısı yakalattı' başlığı da bu cümledendir:

Yunanistan'daki Sakız Adası'ndan 'cephanelik gibi bir botla' Türkiye'ye geçmek isteyen DHKP-C'liler bir operasyon sonucu ele geçirildi. MİT'in girişimleriyle, Adalet Bakanlığı'na yönelik eylemin faili olarak aranan DHKP-C'li Hasan Biber'in yakalanması sağlanmıştı; Milliyet ABD'nin baskısı sayesinde operasyonun yapıldığını öne sürerek gözlerimizi bağlıyordu!

Özdemir Sabancı Suikastı'ndaki üç tetikçinin de yolu Yunanistan'dan geçmiştir:

Firari Fehriye Erdal Belçika'ya gitmeden önce bir süre Yunanistan'da saklanmıştı.

Mustafa Duyar, suikasttan teslim oluncaya dek Rodos, Selanik, Almanya ve Suriye'de dolaşmıştı. Lazkiye'de teslim olan (Aralık 1996) Duyar, Afyon Cezaevi'nde öldürülmüştü. (Şubat 1999)

İsmail Akkol'un Türkiye'ye teslim edilmeyip Suriye'ye 'uçurulması' Avrupa'daki Gladio'nun kanatları altındaki bir seyahattir.

*

DHKP-C'nin geçen Aralık'ta Atina'yı ziyaret eden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'na suikast düzenleyebileceği ihbarı üzerine Yunan makamlarının alarma geçmiş olduğuna dair bir haber Hürriyet'te çıktı. (8 Ocak 2014)

Haberde, Sakız Adası'nda ele geçen isimlerden birisinin suikast ihbarını yaptığından söz ediliyordu!

*

1996'daki Sabancı Suikastı'nın ardından DHKP-C militanı Fehriye Erdal'ın evvela saklanmasını sonrasında ise yurtdışına kaçırılmasını temin eden meşhur işadamı kimdi diye bir defa daha soralım!

Fehriye Erdal'ın Sabancı Merkezi'nde 'çaycı olarak' işe girmesini sağlayan Emniyetçi Hüseyin Kocadağ Susurluk'taki Mercedes'te hayatını kaybeden isimlerdendi.

3 Kasım 1996'da hurdahaş olan Mercedes'in bagajında bulunan silahlardan birinin sözde 'kaza'dan on ay öncesinde Sabancı Suikastı'nda kullanıldığı anlaşılmıştı.

Olay yerinde ağır yaralı iken 'boynu kırılarak' öldürülen Abdullah Çatlı 1979'daki İpekçi Suikastı'ndaki gibi Sabancı Suikastı'nda da organizatör isimdi.

Çatlı'nın organize ettiği ve DHKP-C'li tetikçilerin istihdam edildiği Sabancı Suikastı'nın ardından Sabancı ailesinin adeta bir karpuz gibi ortadan ikiye bölünmüş olmasının nedeni hakkında 'Baronlar'ın Sarıgül'ü' acaba hiç düşünmüş müdür?

Şişli Belediyesi'nde DHKP-C mensubu iki ismin çalıştığı ve bu isimlerden birisinin izinli veya raporlu değilken neden sıkça yurt dışı seyahat yaptığı, Yunanistan'a gittiği yolundaki iddiaları acaba ne yapsak?

Sarımsaklasak da mı saklasak?

Yunanistan seyahati dikkat çeken Şişli Belediyesi çalışanı kadın, (İstanbul Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği Başkanı) daha evvel DHKP-C davasında yargılanmış mıdır?

5 Haziran 2007 tarihli Hürriyet'teki haberden hareketle soruyorum!

*

Şimdi de, Vatan yazarı Okay Gönensin'in, 27 Aralık 2013 tarihli yazısından bir bölümü hatırlayalım:

'Savcının künyesine bakıldığında ilginç bilgiler görülüyor. Söz konusu savcı, Hrant Dink Cinayeti Davası'nda vardır. Bu dava baştan aşağı bir karartma operasyonudur. Sabancı Cinayeti davasında vardır, asla aydınlatılmamıştır, başından karartılmıştır...'

Bahsi geçen savcı mı? 25 Aralık operasyonundaki malum savcıdır.

Görevden alınmış olan bu savcı yedi işadamı için jet hızı misali ihtiyati tedbir kararı aldırabilmişken, mesela önemli bir soruşturmayla ilgili olarak Mister Koch'un ifadesini üç yıldır neden alamamıştır?!

Kanaltürk televizyonunun kuruluş aşamasında yüklü miktarda ödeme yapılmış olmasıyla ilgili soruşturmada Koç Ailesi'ne mensup isimlerin ifadelerinin dahi alınmamış olmasının sebebi nedir? Soruşturmanın, Ergenekon Davası içinde adeta buharlaştırılmış olduğu anlaşılıyor!

*

Muhsin Yazıcıoğlu'nun hayatını kaybettiği dehşetengiz hadisedeki Bell 206 tipi helikopterin Ali Sabancı'nın havayolu şirketine ait olduğunu da hatırlıyoruz:

Bu durum, sadece 'tesadüf' müdür?

Ali Sabancı, Şevket Sabancı'nın en küçük oğludur.

Aydın Doğan'ın da damadıdır.

İpekçi Suikastı'ndan sonra Aydın Bey'in elinden tutarak Milliyet'i almasını sağlayan da...

Vehbi Koç'un damadı 'Derin Galatasaray' İnan Kıraç'tı.


http://yenisafak.com.tr/yazarlar/TamerKorkmaz/matruska/49073
#282


Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Dumanlı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan alehinde ağır benzetmelerde bulundu. Ekrem Dumanlı Erdoğan'ın açıklamaları için çeşitli yorumlarda bulundu. Dumanlı Başbakan Erdoğan için öyle bir benzetme de bulundu ki sözleri bu kadar da olmaz dedirtti. Başbakan'ın Haşhaşiler açıklamasından rahatsızlığını açıkça dile getiren Dumanlı sözünü daha ileri götürdü ve Erdoğan'ın tavırlarına ilişkin 'Yezid' benzetmesi yaptı.

YEZİD BENZETMESİ

İslam dünyasına Kerbela acısını yaşatan Peygamberimizin torunu Hz Hüseyin'i öldüren Yezid'i örnek gösteren Dumanlı, "Yezit İstanbul'u fethetmek için de gelmişti. Fakat siyasi merkezdeki goygoycular Yezid'i doldura doldura bir yere getirdiler" dedi.

GOY GOYCU ELEŞTİRİSİ

Yezid'in Eyüp El Ensari ile İstanbul'u kuşatmaya bile geldiğini anımsatan Dumanlı fakat yanındakilerin yönlendirmesi ile hatalar yaptığını anlatmaya çalıştı. Başbakan Erdoğan'a hakarete varan benzetmesini sürdüren Dumanlı şunları söyledi:

"Yezid 3 yıl yönetimde bulunmuş bir adamdır. 3 yılında kahraman olmuş bir adamdır. Hakkaniyet ve adaletten ayrılmasaydı İslam tarihi onun hakkında bambaşka bir şey yazacaktı. O zaman siyasetinin merkezinde oturan goygoycular Yezid'i doldura doldura bir yere getirdiler. Benim korkum şimdi de öyle bir hadisenin yaşanması" dedi.

http://yenisafak.com.tr/gundem-haber/basbakana-yezid-benzetmesi-yapti-18.01.2014-610077

Başbakan devlet içinde paralel devlet yapılanmasına gidenlere, bu yapılanmaya güvenerek yargısal darbeye yeltenenleri eleştiriyor, hakaret niteliğindeki cevap Ekrem Dumanlı'dan geliyor!

Ekrem Dumanlı'nın ve genel olarak cemaat medyasının dost-modern darbecilerle aynı safta yer alması, operasyonları yürüten savcılara ve emniyet güçlerine yönelik diğer eleştirilerde olduğu gibi Başbakanın "haşhaşi" tespitine de adeta bu darbecilerin avukatı imiş gibi sert şekilde cevaplar vermesi, bir kez daha dost-modern darbenin arkasındaki gücün afişe olmasına yol açtığı kanaatindeyiz. Dumanlı'nın o şok sözlerini aşağıdaki videodan seyredebilirsiniz:

www.youtube.com/watch?v=CJiSbGNkKVU



Başbakan ne demişti?

Erdoğan, 17 Aralık'ın arkasındaki güçleri, suikastlarla ünlü gizli tarikat Haşhaşilere benzetmişti.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 17 Aralık operasyonuyla ilgili en kapsamlı değerlendirmesini uzun bir aradan sonra toplanan AK Parti TBMM Grubu'nda yapmış ve operasyonun arkasındaki gücü 'Haşhaşiler'e benzetip "Sinsi virüslere izin vermeyeceğiz" diyerek yargıya da çok sert eleştiriler yöneltmişti. Başbakan'ın konuşmasından satır başları şu şekildeydi:

"Demokrasimize yönelik en büyük, en ağır ve en ahlaksız darbe girişimine tevessül edildi. 17 Aralık komplosu, Türkiye'nin demokrasi ve hukuk tarihine kara bir leke olarak geçti. 17 Aralık sabahı belli merkezlere baskın yapılıyor. Tamamen gizli yürüttükleri soruşturmaları seçime 3.5 ay kala başlatıyorlar. Geçmişi 3 yıla kadar uzanıyor. Bunca zamandır bu adımları niye atmadınız? Düşünebiliyor musunuz, 25 mühürlü çuval gelecek, bunlar açılmadan anında adım atılacak. Bu işin nasıl organize edildiği ortada.

MAŞA OLARAK KULLANILAN ÖRGÜT
Bu ihanet operasyonunda maşa olarak kullanılan örgüt, taraftarlarını harekete geçirmiş, hükümete karşı kampanyanın fitilini ateşlemiş. Bir anda itibarsızlaştırma girişimleri başlamış. Milletten değil, mensubu oldukları örgütten talimat alıyor. Uluslararası kirli odakların elinde oyuncak olmuş örgüt, adeta efsunladığı mensuplarını ülkelerinin aleyhine yönlendiriyor. Bu tezgâhı kuranlar kendilerini ele verdiler. Milletin ferasetini, demokrasiye ve seçilmiş hükümete muhabbetini hesaba katmadılar. Büyük Selçuklu Devletinde Haşhaşiler denen gözü dönmüş gizli örgütün devleti nasıl esir almaya çalıştığını, düşmanla nasıl işbirliğine gittiğini, asırlar önce gördük. Türkiye Cumhuriyeti, bu sinsi virüslere asla geçit vermez.

BİZ NE HAİNLER GÖRDÜK
Bu sürecin Türkiye'de inançlı kesimleri mağdur etmesine asla izin vermeyiz. Örgütün üst yönetimiyle, oradaki diğer vatandaşlarımızın hassasiyetlerini birbirinden kesinlikle ayırıyoruz. Samimi kardeşlerimizden oyunu görmelerini bekliyoruz. Hiç endişeniz olmasın. Tarihte biz nice hainler gördük. Nice ajanlara, casuslara, gayri milli saldırılara şahit olduk. Bu aziz millet duasıyla gayretiyle sarsılmaz imanıyla, kardeşlik dayanışmasıyla tüm o saldırıları aşmıştır. Aramızdan bazıları ihanet etse de, emanete hıyanetlik etse de siz kalbinize umutsuzluğun zehrini yaklaştırmayacaksınız."

http://www.haksozhaber.net/erdoganin-hashasi-benzetmesi-zamani-gerdi-43986h.htm

Başbakanın konuşmasının haşhaşilerle ilgili kısmını aşağıdaki videodan seyredebilirsiniz:

www.youtube.com/watch?v=YYoG_PMO2Uo
#283
Yavuz Bahadıroğlu, Yeni Akit'teki "Haşhaşiler ve Hasan Sabbah" başlıklı köşe yazısında tecahülü arif sanatına başvurmuş ve "Sayın Başbakan'ın "Haşhaşiler" benzetmesine katılmıyorum" demiş. Güzel bir yazı:

Haşhaşiler ve Hasan Sabbah

Mail kutum "Haşhaşiler"e ilişkin sorularla dolu. Bir cevap vermek lâzım...

Ama önce şunu söylemeliyim ki, tarihte yaşamış bazı şahıslarla örgütler, günümüzde yaşayan şahıs ve örgütlerle benzerlikler gösterebilir. Bu aynı sürecin tekrar yaşanmaya başlandığı anlamına gelmez. Çünkü her şey kendi zamanı içinde değerlendirilir. Tarihsel süreci bugüne aynen uyarlamak ve bu anlamda benzetmeler yapmak yanıltıcı ve şaşırtıcı olabilir. Bu bakımdan Sayın Başbakan'ın "Haşhaşiler" benzetmesine katılmıyorum.

Bu zaruri izahtan sonra, "Haşhaşiler Tarikatı"na ya da örgütlenmesine gelebiliriz...

Haşhaşinler veya Haşhaşin Tarikatı 1090 yılının Eylül ayında Şii bir "din adamı" olan Hasan Sabbah tarafından kurulmuş siyasi bir örgüttür. Önce İran'da, sonra Suriye'de yayılmıştır.

Bu örgütün kurucusu Hasan Sabah, tarihin kaydettiği en vahşi, en acımasız, aynı zamanda en plânlı-programlı terörist başlarından biridir.

1034 - 1124 yılları arasında yaşamıştır. Bir dönem, Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk'ün emrinde Selçuklu Devleti'nin hizmetine girmiş, devleti tanımış, yandaşlar edinmiş, daha sonra isyan edip Alamut Dağı'na çekilmiş, dağın tepesine inşa ettiği kaleyi dünyanın ilk "Terör Merkezi"ne dönüştürmüştü.

Masum gençlerin dini duygularını kullanarak ve çeşitli vaatlerde bulunarak saflarına kattı. Onları beyin yıkama operasyonundan geçirdi. Haşhaşla uyuşturup cennetle kandırarak kullandı. Kimini propagandist olarak, kimini diplomat olarak, kimini tüccar olarak, kimini de terörist olarak eğitti.

İlk hedefi Selçuklulardı. Devleti zayıflatmak için yöneticileri envai çeşit iftiralarla kirletti. Devletin içine soktuğu yandaşları vasıtasıyla devleti içten kemirmeye başladı.

Yöneticiler, önce işin farkında olamadılar. Devlette görev almak isteyen gençlerin "dindar" görüntüsüne kandılar. Hâlbuki onlar devlet hiyerarşisinin emrinde değil, Alamut Kalesi'nin emrinde çalışıyorlardı.

Bir süre sonra bu gerçek ortaya çıkacak ve "devlet içindeki devlet" deşifre olacaktı. Böylece mücadele hem sertleşecek, hem de açıktan yapılmaya başlanacaktı.

Haşhaşin Örgütü'ne müthiş bir disiplin ve katı bir hiyerarşi hâkimdi: Her grup, liderine gözü kapalı bağlıydı.

Ancak, "Fitne gizli kaldığı ölçüde etkili olur" (Bediüzzaman). Nitekim devlet içindeki sızmalar fark edilince, Hasan Sabbah'ın etkisi kırılmaya başladı. O da suikastlara yöneldi.

Beyni uyuşturulmuş, iradesi yok edilmiş katiller, dini bir psikoloji içinde adam öldürmeye başladılar. Bunun için ok, zehir ve hançer kullanıyorlardı.

Hasan Sabbah, müritlerinin üzerine o kadar etkiliydi ki, misafirleri geldiği zaman, müritlerinin kendisine olan sadakatini göstermek için, rastgele birini çağırır, kendisini kalenin tepesinden uçuruma atmasını isterdi. Beyni yıkanmış zavallı gençler, bu emri ikiletmeden kendilerini uçurumdan atarlardı.

Haşhaşiler, tarihte kendilerinden önce pek görülmemiş bir askeri ve siyasi taktik geliştirmişlerdi. Propagandayı siyasi ve dini taktik olarak kullanıp bir taraftan yandaşlarının sayısını sürekli artırırken, temel askeri taktik olarak da suikasta yönelmişlerdi. Bu aynı zamanda bir güç gösterisiydi, bu gücün karşısında durulamayacağı inancı iyiden iyiye yaygındı.

Zaman içinde bunun böyle olmadığı görüldü: Meşruiyetini milletten almayan hiçbir gücün ilânihaye etkili olamayacağı anlaşıldı.

Ama bu arada, başta Selçuklu Devleti'nin muhteşem veziri Nizamülmülk olmak üzere, pek çok değerli isim suikastlarda şehit edildiler.

Suikastı gerçekleştiren katil kaçmıyor, gülümseyerek öldürülmeyi bekliyordu. Çünkü mutlak manada cennete gideceğine inandırılmıştı.

Hasan Sabah, arkasında güçlü bir silahlı örgüt ve korku bırakarak 1124 yılında öldü. Ama "Haşhaşiler" Moğol istilasına kadar ayakta kaldılar. Nihayet, Hülagü Han, "Terörist Üretim Merkezi" olarak yıllar boyu faaliyet gösteren Alamut Kalesi'ni 1256'da yerle bir etti.

http://www.habervaktim.com/yazar/63240/hashasiler-ve-hasan-sabbah.html





Celâlî isyanları, Yavuz Bahadıroğlu, Yeni Akit

"Celâlî", özet olarak "Celâlci" demektir...

Yavuz Sultan Selim zamanında, 1519 yılı Ekim başlarında Bozok'da meydana gelen "Kızılbaş Şeyhi Celâl isyanı", daha sonra meydana gelen tüm isyanlara isim olmuş, isyanlar hep "Celâlî İsyanı" olarak anılmıştır.

Âsilerin de bütününe "Celâlîler" denmiştir.

Şu halde, celâliliği, geniş anlamda, devlete isyan, yani "bağy" veya "hurûc ales-sultân" (Padişaha karşı kalkışma) diye isimlendirmek mümkündür.

Bütün kalkışmaların görünür sebepleri arasında;

Osmanlı Devleti'ni yücelten hukuk ve adalet sistemindeki bozulma...

Devlet yöneticilerinin, adaleti arka plana itmesi...

Vergilerin ağırlaşması...

Bazı tımarların sipahilerin elinden alınması...

Ekonomik hayatta bozulmalar...

Rüşvet alınıp verilmesi...

Adam kayırma...

Ancak bunların çoğu, isyana "bahane" bulmak için uydurulmuş gerekçelerdir. Asıl mesele devleti zayıf düşürüp rol kapmak, yükselişini durdurmak, kısacası "tekerine çomak" sokmaktır. İsyanların çoğunun arkasında, başta Safevi Devleti(İran) olmak üzere bazı yabancı devletlerin bulunması da bu görüşümüzü doğruluyor.

Bu isyanlar iki kaynaktan beslenir: Birincisi: Safevi Devleti'nin himayesinde gelişen isyanlardır ki, özünde Anadolu'yu Şiileştirmek emeli vardır. Zaman zaman Osmanlı Devleti, Safevî tahrikleri ve parasıyla gerçekleşen isyanlara sahne olmuş, büyük zararlar vermiştir. Bunların en önemlisi "Şahkulu" (Osmanlılar bu adama "Şeytan Kulu" diyor) isyanıdır. Sultan II. Bâyezid döneminde Antalya taraflarında gerçekleşmiş, çok kan dökülmüştür.

Çaldıran Zaferi bu tip isyanları ortadan kaldırmaya yetmemiş, Şeyh Celâl isyanı bastırıldıktan bir süre sonra, bu kez de, Kanuni'nin, oğlu Şehzâde Mustafa'yı idam ettirmesini bahane yapıp adı Mustafa olan ("Düzmece Mustafa") sahte bir şehzadenin etrafında toplanmışlar ve isyan etmişlerdir.

İkincisi: Halkın yönetimden memnuniyetsizliğinden beslenir... Bu tür isyanlarda da "dış güçler"in kışkırtması, teşviki ve katkısı olmakla birlikte, devletin hukukî, sosyal ve ekonomik hayatında bazı bozulmaların olması daha önemli bir faktördür.

Gayrimemnun kitleler aralarından çıkan bir "lider"in etrafında toplanıp düzene isyan ederler...

Bu tür isyanların en kayda değer olanlarından biri "Karayazıcı İsyanı"dır ki, Sultan III. Mehmed döneminde meydana gelmiştir...

Osmanlı Devleti'nin, o tarihte Avusturya ile savaşmasını fırsat bilen Karayazıcı Abdülhâlim (kendisi aslında devletin memurudur ve sekbanbaşılık, subaşlık gibi görevlerde bulunmuştur) etkili propaganda sayesinde yanına çektiği"Celâliler"le birlikte Malatya taraflarında ayaklanmış, Urfa'yı işgaül edip yağmalamış (1596); Cığala-zâde (Cağaloğlu) Sinan Paşa'nın bazı yanlış hareketlerinden rahatsız olan 30 bin kapıkulu askeri de kendisine katılınca, isyan iyice büyümüştür.

O kadar ki, Urfa'yı işgalden sonra, kendi kendisine "Hâlim Şah" adını vererek saltanatını ilân etmiş, sağa-sola fermanlar bile göndermiştir.

Ancak Sokullu-zâde Hasan Paşa ile girdiği savaşı kaybetmiş, ordusunun büyük bölümünü yitirmiş, kalanların bir kısmı dağılmış, kendisi de canını kurtarma derdine düşüp Canik (Samsun) dağlarına çekilmiş ve önceden aldığı yaraların enfeksiyon kapması sonucu orada ölmüştür (adamları tarafından öldürüldüğü de söylenir).

Fakat patırtı bitmemiş, yerine geçen oğlu Deli Hasan, isyanı sürdürmüş, ancak Sadrazam Yemişçi Hasan Paşa'nın usta siyaseti sayesinde bu büyük isyan sonlanmıştır (1603).

Tavîl Ahmed İsyanı, Canboladoğlu Ali Paşa İsyanı, Saracoğlu Ahmed İsyanı gibi kalkışmalar da devletin başını çok ağrıtmıştır.

Önümüzdeki günlerde, yine isyanlar tarihine bir pencere daha açarak, tarihin en büyük isyanını ve bastırılmasını konuşalım...

http://www.habervaktim.com/yazar/63247/celali-isyanlari.html





Kabak tadı vermiş bir hikâye: "Canbaza bak canbaza!", Yavuz Bahadıroğlu, Yeni Akit

80'li yıllardı. Genceciktim. Gencim ya, boyumdan büyük bir işe kalkışmış, tarih bilincini toplumda yeniden inşa etmek gibi bir misyon üstlenmiştim. Bir taraftan konusunu tarihten alan romanlar yazarken, diğer taraftan Anadolu'yu karış karış gezip, "Tarihin Işığında Günün Meseleleri" konulu konferanslar veriyorum.

Bir keresinde, konferansıma, hepinizin çok iyi tanıdığı üst düzey bir politikacımız da gelmişti. Konferansımı verip yanına oturduğumda, elini dizime koydu: "Yavuzcuğum" dedi, "güzel şeylerden söz ediyorsun, ama Karadenizlilik kanı seni fena halde ateşliyor; heyecandan su içmeyi unutuyorsun. Bu yüzden kelimeler gırtlağında yuvarlanmaya başlıyor, anlaşılmaz oluyorsun. Arada bir konuşmayı kesip su içmelisin."

Bizim mahallenin çocukları ise, bahsettiğim tarihlerde organizasyon gibi disiplin gerektiren işlerde çok acemiydi. Sürahi koysalar bardak koymayı, bardak koysalar sürahi koymayı unutuyorlardı. Bazen ikisini birlikte masaya koyuyorlar, ancak bu kez de sürahiye su koymayı unutuyorlardı.

Konuşmaya ara ver, su iste; suyu sürahiden bardağa boşaltırken, bir yandan da notlarına bak... Derken dikkatin dağılsın, ya konuyu kaçır ya da suyu masaya dök, notlarını ıslat...

Beyefendiye bunları kısaca anlattığımda, bir taktik hata yaptığımı söyledi. Bu iş böyle yapılmazmış. Nasıl mı yapılırmış? İşte Beyefendi'nin taktiği:

"Parlak bir lâf söyle, millet gaza gelip alkışlarken de suyu götür!"

O gün bugündür, Türkiye'de ne zaman parlak lâflar edilmeye başlansa ya da toplumda ölçüsüz bir kavganın fitili ateşlense, malı götürmek için, birilerinin bizi gaza getirmeye çalıştığını düşünmekten kendimi alamam...

Biz al takke ver külah kavga ederken, birileri elini cebimize (bazen de yüreğimize) atıyor, ne var ne yok götürüyor: Yani kavgalarımızdan başkaları nemalanıyor.

"İrtica hortladı, laiklik elden gidiyor" diye yıllar boyu yaptığımız kavgalarda nasıl soyulduğumuzu hatırlayalım...

O süreçte o günkü parayla yaklaşık yüz elli milyar dolarımız "hortlaklı manşetler" atan medya patronlarının da içinde bulunduğu bir "soygun çetesi" tarafından hortumlandı!

Bu yüzden artık çarpıcı, parlak, ürkütücü haberlere önem vermiyorum... Ne zaman bir damla suda fırtınalar koparılmaya başlanıyor, safi dikkat kesiliyorum: Toz-duman arasında "deveyi hamuduyla yutma" girişimlerini çözmeye çalışıyorum.

Durum, tamı tamına "canbaza bak" durumu!

¥

Eskiden canbazların türlü canbazlıklar yaptığı canbazhâneler varmış. Halk ücret karşılığı, canbazları seyredip eğlenirmiş.

Ortam kalabalık olduğu için de yankesicilere gün doğarmış.

Böyle bir zaman diliminde, canbazın en ölümcül hareketleri yaptığı bir sırada, yankesicinin eli seyircilerden birinin cebine giriyor.

Seyirci bunu hissediyor ve yankesicinin elini yakalıyor...

Yankesici ise hiç oralı değil, son derece pişkin bir tavırla ipte yürüyen canbazı gösteriyor: "Canbaza bak canbaza!"

Ve bu oyun, canbazı izlemeye dalan seyircinin cebindeki cüzdan yer değiştirene kadar sürüyor...

Vatandaş ne zaman uyanır gibi olsa, yankesici, ip canbazının nefes kesen hareketlerine dikkat çekmek için bastırıyor: "Canbaza bak!"

Bizim canbaz, yerine göre değişiyor: Bazen darbe çığırtkanlığına dönüşüyor, bazen kavgaya... Ama işin mantığı hiç değişmiyor. Sonuçta olan yine vatandaşa oluyor. Yine vatandaş soyuluyor.

İşte kavga/kargaşa arasında ekonomik veriler yine kötüleşmeye başladı. Bunun ağır bedelini tabii yine biz ödeyeceğiz.

¥

Bu oyundan sıkılmış durumdayım. "Canbaza bak canbaza!.." oyunu oynayanlara, bundan böyle "Sen bak kardeşim" diyeceğim, "artık kandırılmak istemiyorum."

http://www.habervaktim.com/yazar/63283/kabak-tadi-vermis-bir-hikaye-canbaza-bak-canbaza.html





"Ambargo" yedik ey halkım!, Yavuz Bahadıroğlu, Yeni Akit

"Ambargo" kelimesinden hayatım boyunca nefret ettim: Çünkü bir şekilde gücü eline geçirenin, daha güçsüzleri ezmesi olarak algıladım.

İslam tarihinde, bilinen ilk "ambargo", Peygamber Efendimiz'e ve çevresindeki Müslümanlara konulan "ambargo"dur..

Hikâyesi kısaca şöyle:

Hâşim ve Muttalib oğullarının tümü (Müslim ve gayr-i Müslim) toplanıp Peygamberimiz'i korumaya ant içtiler...

Bunu duyan Kureyş müşrikleriyle Kinane'ler bir araya geldiler ve Müslümanları dize getirmek için "ambargo" kararı aldılar. Buna göre:

1. Haşim oğullarından gelecek hiçbir barış teklifi kesinlikle kabul edilmeyecek;

2. Onlara asla acınmayacak;

3. Kız verilmeyecek, kız alınmayacak;

4. Onlara hiçbir şey satılmayacak ve onlardan hiçbir şey satın alınmayacak;

5. Onlarla oturulmayacak, görüşülmeyecek, konuşulmayacak;

6. Evlerine gidilmeyecek, evlere alınmayacak...

Kararlarını, üç mühürle tasdik edilmiş bir sayfaya geçirdiler.

Götürüp Kâbe'nin içine astılar.

Âlişan Efendimiz bu "ambargo"dan haberdar olur olmaz, canı o kadar yandı, yüreği öylesine acıdı ve sığınılacak yegâne dergâha öyle bir sığındı ki, metni yazan Mansur bin İkrime'nin kalem tutan eli ömür boyu çolak kaldı.

İşte "ambargo" denilince ilk bunu hatırlıyorum. Ardından İsrail'in yıllardan beri devam eden "Gazze Ambargosu"nu...

Bunlar da kelimeye karşı duyduğum antipatiyi arttıran unsurlar...

Bir gün benim kitaplarımın da "ambargo"ya uğrayacağını söyleseler inanmazdım.

Ama bu da oldu: NT Mağazaları, Yavuz Bahadıroğlu kitaplarına, gerekçe göstermeden "ambargo" koydu.

Kara listeye girdik!.. 

Hiç önemli değil elbette, zira daha önce de "Balyoz Darbesi"ni plânlayan güruhun "kara liste"sine girmiştim...

Darbe başarıya ulaşsaydı, âcilen içeri atılacak yazarlar arasındaydım...

Hesapları ters tepti: Kendileri içeri girdi.

Herkesin bir hesabı varsa, Allah'ın da bir hesabı vardır ve şaşmaz tek hesap O'nun hesabıdır!

Gerisi boş!

Bendeniz kırk yıldır yazıyorum. Zaman zaman Aydın Doğan'ın da aleyhine yazdım, ama ona bağlı kitapçılardan "ambargo" yemedim.

"Ticarî ambargo"larla görüş değiştirmeyeceğimi beni tanıyanlar ve kitaplarımı okuyanlar iyi bilirler.

Önemli değil, ama bu tür bir "ambargo"nun, Müslüman olarak beni kırıp inciten pek çok yönü var:

Ben yanlış yapsam bile, bunda kitaplarımın ne "suç"u var?..

Kitaplarımın bir "suç"u varsa, şimdiye kadar neden sattınız, öğrencilerinize neden tavsiye edip okuttunuz?..

Kendilerine (ve kurumlarına) hükümetin "ambargo" koyduğunu iddia edenler, neden bazı yazarlara "ambargo" koyar?..

Yüzlerce müşterek noktayı görmezden gelip tek ihtilaflı nokta üzerinden "ambargo" koymak "hizmet esasları"yla bağdaşıyor mu?..

Farklı hiçbir düşünceye tahammül edememek, "hoşgörü" söylemini "takıyye" tereddüdüne bulaştırmaz ve sorgulamaya açmaz mı?..

Bu tartışmalar başladı başlayalı "üçüncü yol"u tavsiye ettiğime yazdıklarım şahitken, ille de "taraf" olmaya zorlamak ve bu olmayınca "ambargo" koymak İslâmî açıdan şık duruyor mu?..

Eskiden demediklerini bırakmayan yazarlara bile müsamaha ile bakan ve gazetelerinde, televizyonlarında yer veren camia(yı yönetenler), öz kardeşlerini neden vurmaya çalışıyor?..

"Ambargo" dünyevî bir terim iken, uhrevi amaca yönelik insanları bununla vurmaya kalkışmak, "varlık sebebi"ne aykırı değil mi?..

Bu yaklaşım, "Bana biat etmezsen seni yok ederim" (hoş Allah'ın yok etmediğini kimse yok edemez ya) tehdidi içermiyor mu?..

Söylenecek çok şey var, ama masum, mazlum, fedakâr, cefakâr insanların hatırına susacağım.

Camiayı yönetenleri camiaya havale ediyorum!

http://www.habervaktim.com/yazar/63346/ambargo-yedik-ey-halkim.html
#284
HSYK 1. Daire kararı ile görev yerleri değiştirilen savcılarımızın beşi birden, aynı gün aynı saatlerde sağlık raporu almışlar..

Rapor alanların "5 savcı olduğu" bilgisi, basına intikal edeni..

Belki daha başkaları da vardır..

Beş değil, bir savcı bile böylesi bir yanlışa imza attı ise..

HSYK hemen iddiayı soruşturmalı.. Hakim ve savcıların itibarlarını korumak istiyorsa, derhal bu iddiayı netliğe kavuşturmalı..

Görev başında olan savcılar..

Görev yeri değişikliği ile ilgili karar alınır alınmaz..

Birden bire nasıl hastalanabilir?

Aynı gün..

Aynı saatlerde..

HSYK, "Dalga mı geçiyorsunuz siz?" diyerek, soruşturmayı açmalı..

"Hakim ve savcıların itibarını üç paralık ettiniz.. Böyle gayrı ciddi iş yapılır mı? Savcılar devlete karşı böylesi hileler içine girerse, sıradan vatandaşlar ne yapmaz ki?" deyip..

Olaya el koymalı..

Sadece disiplin soruşturması da değil..

Ceza davası da açılmalı..

Türk Ceza Kanunu'nun "resmi belgede sahtecilik" başlıklı  204. maddesi bakın ne diyor: ".. Görevi gereği düzenlemeye yetkili olduğu resmi bir belgeyi sahte olarak düzenleyen, gerçek bir belgeyi başkalarını aldatacak şekilde değiştiren, gerçeğe aykırı olarak belge düzenleyen veya sahte resmi belgeyi kullanan kamu görevlisi üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır."

Gördüğünüz gibi..

Muayene ettiği kişi hasta olmadığı halde, hasta raporu veren doktor da..

Bu raporu kullanan memur da, 3 yıldan 8 yıla kadar hapis cezasına çarptırılıyor..

Önce, emniyetçi Ali Fuat Yılmazer, Tunceli'ye tayini çıktığı için, bu metodu uygulamış.

Hasta olmadığı halde, bir doktordan hasta raporu almış..

Raporu sunduğu amiri, mevzuattaki "raporda tereddüt olursa" maddesini işleterek, kendisini başka bir sağlık kurumuna havale etmiş.

Oradaki muayenede, emniyetçimizin hasta olmadığı anlaşılınca..

Tartışma yaşanmış..

Sonunda da, istifayı basmış, emniyet görevlimiz..

Görev yeri değişikliği kararı alınır alınmaz hemen "doktor raporu"na müracaat eden savcılarımızın da sonu istifa gibi görünüyor..

Muhtemel 3 yıllık hapis cezası da, cabası..

Tüm bunları niye önemsiyorum..

Bu arkadaşlarımız, 17 Aralık'ta bizim karşımıza, "Ey vatandaş. Soyuluyorsunuz. Uyanın" diyerek çıktılar..

11 yıldır Başbakanlık makamındaki dindar bir yöneticiyi, alaşağı etmeye kalkıştılar..

İşin doğasına aykırı idi, isnatları..

Cemaatin abilerinden Hüseyin Gülerce, geçtiğimiz gün Mehtap tv'de, Ali Bulaç ve A. Turan Alkan ile tartışıyordu..

"Kimse bana, 11 yıldır olmayan yolsuzluğun, şimdi son 1.5 yılda olduğunu söylemesin. Bizimle alay etmesin.."

Gerçekten, basit bir mantık bu..

Üç-beş dosyayı aynı gün operasyonda birleştirmeyi kenara koyun..

Başsavcıdan gizlemeyi kenara koyun..

UYAP'ta sahte isimlerle soruşturmayı yürütmeyi kenara koyun..

İnsanın zekası ile alay ediyor bunlar..

Bir yönetici, yolsuzluğa meraklı ise..

366 milletvekili ile geldiği iktidarda mı yapar o yolsuzluğu?

Yoksa, oy oranını artırmış olsa bile.. Milletvekili sayısı 330'a indiğinde mi?

Dershaneler kapatılmak istenmeseydi, 17 Aralık kirli operasyonu olacak mıydı?

Tabii ki olmayacaktı..

Bu siyasi iktidar yolsuzluk yapıyor olsaydı.. Bu milletin çocuklarının menfaati için, "Dershaneleri kapatacağız" diye ısrar edip, başını böyle belaya sokar mıydı?

Sadece bu gerçek bile, ortada yolsuzluk değil, "kirli operasyon" olduğunu ispatlıyor..

Ve bu kirli operasyonu yönetenler..

"Koş vatandaş koş,. Soyuldunuz" diyerek, halkı kışkırtanlar..

"Haramilere ses çıkarmayıp, hırsızı yakalayanı takip edenlerin evlerine ateş düşsün" diyerek, "kirli operasyon failleri"ne destek verenler..

Buyursun söylesinler..

10 günlük dandik rapor demek..

Savcının 1/3 maaşını, haksız yere alması demek..

Bir savcı için bunun karşılığı 1.500 TL.

5 savcı için 7.500 TL.

Gözümüzün önünde.. Evrakta sahtecilik yapmayı göze alarak.. 3 yıl hapis cezası gerektiren bir yanlışa imza atanlara.. Biz nasıl inanıp, "11 yıldır işbaşında olan.. Ülke zenginliğini dört katına çıkartan hükümete, yolsuzluk yapıyor" diyeceğiz?

Birisinin yanlışları, gizli iş bitirmeleri, kumpasları.. ayan beyan ortada..

Diğerinin ülkeyi zenginleştirdiği ortada..

Buyrun, istediğinize inanın..

http://www.habervaktim.com/yazar/63252/sahte-rapor-alanlara-nasil-inanacagiz.html
#285
Zaman yazarı Şahin Alpay'ın "Türkiye nükleer santralde bomba yapacak" iddiasına Enerji Bakanı Taner Yıldız, sert çıktı.



Enerji Bakanı Yıldız, Zaman yazarı Alpay'a "Bu arkadaşımız Türkiye vatandaşı mı?" diyerek tepki gösterdi.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Zaman gazetesi yazarı Şahin Alpay'ın Türkiye'nin nükleer santralde bomba yapacağını iddia ederek, İran'a atıfta bulunmasına çok sert tepki gösterdi. Yıldız'ın açıklamaları bugün Sabah gazetesinde yer aldı.

HEPSİNDE BENZER MADDE VAR
Ankara'da düzenlenen Büyükelçiler Konferansı'nın basına kapalı kısmında soruları yanıtlayan Bakan Yıldız, "Neymiş, Türkiye, İran gibi nükleer yakıtın zenginleştirilmesi ile alakalı madde koymuş. Biz bu anlaşmayı ABD, Kanada, Rusya, Fransa ile yapmışız. Hepsinde benzer madde var. Madde iki ülke kendi arasında anlaşırlarsa bu konuda çalışma yapabilirler ifadesini içeriyor" dedi.

KONJONKTÜRLE İLGİLİ
"Türkiye herhangi bir ülkeyle nükleer müzakere yapacaksa önce barışçıl anlaşmaya dönük bu maddeleri koyar. Ama birden bire Türkiye'nin uranyum zenginleştirmesiyle ilgili bir nokta oluştu" diyen Yıldız, şöyle devam etti: "Bunun konjonktürle ilgisi var. Ama bir yazarımız 'dikkatli olun ey dünya böyle bir risk var' diyor. Ben soruyorum 'Bu arkadaşımız Türkiye vatandaşı mı?'"

BAĞIMSIZLIĞA DARBE
Taner Yıldız, 17 Aralık'ta başlayan siyaseti dizayn etme operasyonuyla ilgili de değerlendirmelerde bulundu. Yıldız, "Bu operasyonda 10 sebep varsa emin olun en az 3'ü Kuzey Irak enerji işbirliğidir" dedi. Yıldız, son günlerde dünyada merak uyandıran Türkiye, Kuzey Irak enerji işbirliği alanında büyükelçilere bu yolla stratejik bir ortaklık kurulacağını belirtti. Kuzey Irak işbirliğinde petrol boru hatlarının gündemde tutulduğunu aktaran Yıldız, gözlerden kaçan bir unsuru vurgulayarak, "Ancak boru hatlarından da önemli olan bizim burada petrol üretimi yapacak olmamız. Bu doğrudan enerji bağımlılığımızı azaltacak, bağımsızlığa gidecek bir yol. Buna darbe vurulmaya çalışılıyor" diye konuştu. Yıldız, Kuzey Irak, Azerbaycan anlaşmalarıyla Türkiye'nin siyasi sınırlarının sabit kalmak kaydıyla ekonomik sınırlarını genişlettiğini belirtti.

KRİZ ORTAMI OLUŞTURUYORLAR
Enerji Bakanı Taner Yıldız, şu anda Türkiye'de oluşturulmaya çalışılan bir kriz ortamı olduğunu aktardı. Taner Yıldız, "Uluslararası arenada Türkiye'nin zorunlu olarak imajını değiştirmeye dönük gayret var. Türkiye El Kaide bağımlısı bir ülke gibi gösterilmeye çalışılıyor. Bu siyaseten Türkiye'nin imajını değiştirmeye yönelik bir harekettir. Ekonomik açıdan da bir kriz ortamına vehmettiği gibi algı yaratılıyor" dedi. Taner Yıldız, her zaman tetiklenmeye hazır kriz altyapısı oluşturulmaya çalışıldığını kaydetti. Yıldız, "Biz bu zorluğu da aşarız. Siyasi istikrar mutlaka sürdürülebilir olacaktır" diye konuştu.

YATIRIMDA ŞÜPHE BİLE YOK
Yıldız, yatırımcıların bu krize prim vermediğini de belirterek, "Geçen hafta Başbakanımızla Japonya'daydık. 22 milyar dolarlık yatırımı gerçekleştirmede şüphe bile etmiyorlar" dedi.

MEKSİKA'DAN DAVET GELDİ
Yıldız'ın görüşmesi boyunca büyükelçiler, görev yaptıkları ülkelerdeki enerji konularıyla ilgili sorular sordu. Meksika'nın daveti Yıldız'a iletilirken, Moğolistan'ın Türkiye ile güçlü ve yeni bir enerji işbirliği kurmak istediği vurgulandı.

http://www.internethaber.com/yildizdan-zaman-yazarina-sert-tepki-631518h.htm




Zaman yazarından kendi ülkesine düşman bir dille yazıya dökülmüş nükleer skandal!



Hükümete sert eleştirileriyle bilinen Zaman yazarı Şahin Alpay, çok tartışılacak bir iddiada bulundu.

Zaman gazetesi yazarı Şahin Alpay, hükümetin amacının nükleer bomba yapmak olduğunu iddia etti.

Cemaat medyasının amiral gemisi Zaman'ın yazarlarından Alpay, ses getirecek bir görüş ortaya attı. Yazılarıyla hükümetin iç ve dış politikasını yerden yere vuran yazarın hedefinde bu kez iktidarın inşa etmek istediği nükleer santraller vardı.

Nükleer santrallerin güvenli olmadığını yazan Alpay, "Amaç nükleer bomba yapabilmek" başlıklı köşesinde yankı uyandıracak iddiasını böyle dile getirdi:

TIPKI İRAN GİBİ

"Yine yıllardır yazıyorum: AKP hükümetinin derdi nükleer santrallerden sadece elektrik elde etmek değil. Bölgesel, hatta küresel güç (!) olma iddiasıyla, Türkiye 1980'de Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması'na taraf olduğu için açıkça ifade edemediği amaç, nükleer silah yapmak, en azından nükleer silah üretmek için gerekli teknolojiye sahip olmak. Tıpkı İran gibi..."

Geçen hafta Başbakan Erdoğan'ın Japonya ziyaretinde bu amacın apaçık ortaya çıktığını savunan yazar, olay tezini Japonya'nın en çok satan gazetelerinden biri olan Asahi Shimbun'da çıkan "Japonya'nın Türkiye ile imzaladığı enerji anlaşması, nükleer silahlanma endişesi doğurdu" başlıklı haberine dayandırdı.

NÜKLEER SİLAH YAPIMINDA KULLANILABİLEN PLÜTONYUM ELDE EDECEK

Haberde Türkiye'nin tüketilmiş yakıttan uranyum zenginleştirmesi yapmasını ve nükleer silah yapımında kullanılabilen plütonyum elde etmesini öngören bir maddeyi de içerdiğini okurlarına aktaran Alpay, iktidarın ülkenin başına büyük belalar açacağını ileri sürdü. Yazar, yazısını Japonya parlamentosu ve kamuoyuna hükümete karşı mücadele yapmaya çağırarak  tamamladı:

JAPONYA PARLAMENTOSU İMZALAMASIN

"Nükleer silahların yayılması, insanlık için büyük bir tehlike. Türkiye'nin ne kendini savunmak ne de bölgesel–küresel güç olmak için nükleer silahlara ihtiyacı var. Kalkınma, güçlenme çabasında başlıca ihtiyacımız insana ve yerli, yenilenebilir, sürdürülebilir enerji kaynaklarına yatırım yapmak. Umarım, Japonya Parlamentosu bu anlaşmayı onaylamaz. Eğer onaylayacak olursa, nükleer silahların yayılması anlaşmasına taraf olan Japonya'nın bu sözleşmeye sadık kalmadığı dünyaya ilan olacak.

GELECEK KUŞAKLARIN GÜVENLİĞİ İPOTEK ALTINA ALINACAK

Her durumda AKP hükümetinin uygulamak istediği, başımıza büyük belalar açma tehlikesi arz eden, gelecek kuşakların güvenliğini ipotek altına alan nükleer enerji programının durdurulması için, sorumluluk sahibi bütün yurttaşların her adımda, tüm demokratik hakları kullanarak mücadele vermeleri gerekiyor."

http://www.internethaber.com/cemaat-hukumet-kavgasi,-imanlilari-vuruyor-630210h.htm
#286


Öncelikle size önemli bir soru: normalde böyle bir şey olmaz ama, diyelim ki oldu ve 'Yargı bağımsızlığı' ve 'Yargı tarafsızlığı' aynı anda denize düştüler; önce hangisini kurtarırdınız?

Bu soru tuhaf bir soru tabii ki. Ama sormamızın sebebi var.

Şimdi düşününce şaka gibi geliyor ama bir zamanlar 'demokrasi ile laiklik aynı anda denize düşseler önce hangisini kurtarırdınız?' şeklinde bir soru sorulur ve insanlardan, 'bu durumda tabii ki öncelikle laikliği kurtarırdım' cevabını vermeleri beklenirdi.

İki eşli bir adam, eşlerinin, 'ikimiz aynı anda denize düşsek, önce hangimizi kurtarırdın?' sorusuyla karşılaşınca, biraz düşündükten sonra eşlerinden yaşlıca olanına dönerek, 'sen biraz yüzme biliyordun değil mi?' şeklinde cevap vermiş ya, bu konu da öyle bir şey. Geçmişte 'demokrasi ya da laiklikten önce hangisini kurtarırdın' sorusuna muhatap olanlar arasında, 'demokrasinin zaten biraz yüzme biliyor olduğunu' düşünenler çoğunluktaydı. Ya da dönemin şartları öyle cevap verilmesini gerekli kılıyordu.

Aktüel problemimiz Yargı ile ilgili gelişmeler. Birileri ısrarlı bir şekilde 'Yargı bağımsızlığı'na vurgu yapıyor. Yapmalarında bir beis yok tabii. Ama bu arada Yargı söz konusu olduğunda unutulmaması gereken tarafsızlık bahsine nedense hiç değinmemeyi tercih ediyorlar.

Demokrasilerde erkler 'Yasama, Yürütme, Yargı' şeklinde sıralanırken, bu sıralamanın hiyerarşik bir anlamı olmadığını vurgulamak adettendir. Bu vurgulamayı sıklıkla Yargı mensupları ya da dönemsel olarak onlara destek verenlerin yapıyor oldukları da malumdur.

Üç erk arasında hiyerarşik üstünlük vardır-yoktur, ayrı mesele. Ancak kanunları Yasama yapar ve Yürütme bu kanunlara uygun olarak memleketi idare ederken; Yargı da, yine Yasama'nın yaptığı kanunlar muvacehesinde işlerin yürütülüşünde aykırılık olup olmadığını denetler.

Bu denetleme işini yerine getirirken, Yargı'nın bağımsız ve tabii mutlaka tarafsız bir şekilde kanunları uygulaması gerektiğini söylemeye bile gerek yok.

Son yıllarda Yargı sisteminde yapılan değişikliklerin en önemli hedeflerinden birisi, 'son merci' yüksek yargı kuruluşlarının yetkileri dahilinde olmayan alanlara müdahale etmelerini önlemeye yönelikti ve bu konuda belli bir başarı da sağlandı.

Ancak alışkanlıklar zor terk edilebildiği için halen bu türden olaylarla karşılaşabiliyoruz ve Yasama, Yürütme'nin haklı şikayetlerinden hareketle, Yargı'nın bu türden davranışlarını hizaya getirmeye çalışan düzenlemelere gitmek mecburiyetinde kalıyor.

İşte o zaman da, Yargı'nın el'an yapmakta olduklarından memnun olanların feryatları ile karşılaşıyoruz. Sanki Yasama ve Yürütme erkleri yokmuş gibi, Yargı'nın 'bağımsız' bir şekilde çalışmasına müsaade edilmesi gerektiğini haykırıp duruyorlar. Konunun önemi şurda ki, bu arada diğer önemli hususa, yani 'tarafsızlığa' hiç değinmiyorlar. Yapılanların tarafsızlıkla alakası olmadığını en iyi kendileri biliyorlar çünkü...

Uzun makaleler döktürüp, Yargı erkine güzellemeler yapmak fena bir fikir değil. Bunların çoğu, teorik olarak doğru da. Ama bu türden makaleler yazanlar, şu sualin cevabı üzerine de düşünseler iyi olur: 17 Aralık'tan sonra yaşanan süreçte, 'bağımsız' yargı tarafından atılan ve atılmaya çalışılan adımlar  'tarafsız' mıdır?..

Ekrem Kızıltaş - Haber7
ekremkiziltas@gmail.com
http://www.haber7.com/yazarlar/ekrem-kiziltas/1117521-tarafsizlik-biraz-yuzme-bilir-mi
#287
HSYK'nın Adli Yargı kararnamesiyle bir hakimle 19 savcının görev yeri değiştirildi. Listedeki isimler gündeme bomba gibi düştü. 17 Aralık operasyonundan sonra aralarında bazı hakimler ve 20 savcının görev yerleri değişti.  

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Birinci Dairesinin 16/01/2014 tarihli ve 127 sayılı Adli Yargı Kararnamesi'nde giden ve gelenlerin tam listesi şöyle:



http://www.haber7.com/guncel/haber/1117343-20-savcinin-gorev-yeri-degisti



Turan Çolakkadı'ya yeni görev



İstanbul Cumhuriyet başsavcısı Turan Çolakkadı Bölge adliye başsavcılığına atandı.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı Bölge Adliye Başsavcılığına atandı.  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na Bakırköy Başsavcısı Hadi Salihoğlu getirildi.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı Bölge Adliye Başsavcılığına, İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Fikret Seçen Gebze Savcılığına, İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Ercan Şafak Kocaeli Savcılığına, Ergenekon Savcısı Cihan Kansız da Sakarya Savcılığına atandı.

Öte yandan, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, cumhuriyet savcıları Zekeriya Öz, Celal Kara ve Muammer Akkaş hakkında inceleme izni verdi. Buna göre, HSYK 3. Dairesi üç savcı hakkındaki iddiaları araştırmak için müfettiş görevlendirecek. Müfettişten gelen rapor doğrultusunda HSYK 3. Dairesi soruşturma izni verilip verilmeyeceğine karar verecek.

http://www.haber7.com/guncel/haber/1117347-turan-colakkadiya-yeni-gorev



Bozdağ'dan 3 savcı için inceleme izni



Adalet Bakanı Bekir Bozdağ 3 savcı için incelemeye izin verdi.

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, 17 aralık soruşturmasını yürüten savcı Celal Kara, 2. dalga operasyonunu başlatan Muammer Akkaş ve Bakırköy Başsavcı Vekilliğine atanan Zekeriya Öz hakkında inceleme izni verdi.

KOVUŞTURMA VE DİSİPLİN CEZASI

Habertürk'ten Fevzi Çakır'ın haberine göre; Bakan'ın inceleme iznine olur verdiği yazıda üç savcı hakkında da yürütülen soruşturmalarda usul ve yasaya aykırı işlemler yapıldığı belirtildi. Bakan'ın izninin ardından HSYK 3. Dairesi üç savcı hakkındaki iddiaları araştırmak için müfettiş görevlendirecek. Müfettişten gelen rapor doğrultusunda HSYK 3. Dairesi soruşturma izni verilip verilmeyeceğine karar verecek. Soruşturma izni verilmesi durumunda ise savcılar hakkındaki dosya HSYK 2. Daire'ye gidecek. Bu Daire, savcılar için kovuşturma yapılıp yapılmamasına ve disiplin cezası verilip verilmeyeceğine karar verecek.

ÇOLAKKADI ALTINOK VE OKTAY ERDOĞAN İÇİN İZİN VERİLMEDİ

Öte yandan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ daha önce de açıkladığı üzere İstanbul Emniyet Müdürü Selami Altınok, İstanbul Başsavcısı Turan Çolakkadı ve İstanbul TMK ile yetkili başsavcıvekili Oktay Erdoğan hakkında inceleme izni vermedi. Bu yazı da HSYK'ya gönderildi.

http://www.haber7.com/guncel/haber/1117331-bozdagdan-3-savci-icin-inceleme-izni



Muammer Akkaş Tekirdağ'a atandı



İstanbul'da 25 Aralık'taki ikinci darbe operasyonuna start veren Savcı Muammer Akkaş'ın görev yeri değiştirildi.

İstanbul'da 25 Aralık'taki ikinci darbe operasyonuna start veren Savcı Muammer Akkaş Tekirdağ'a atandı.

Akkaş, operasyon için kolluk güçlerine talimat vermiş, talimatı yerine getirilmeyince de Adliye'de yazılı basın açıklaması dağıtmıştı.

Akkaş, yaptığı hukuk dışı basın açıklaması nedeniyle gerek İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı, gerekse başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere hükümet üyeleri tarafından eleştirilmişti.

Akkaş'ın yazılı açıklama dağıtmasının ardından basın toplantısı düzenleyerek, bu durumu eleştiren Başsavcı Turan Çolakkadı da HSYK'nın bugün yaptığı toplantı sonucunda İstanbul Bölge Adliye Başsavcılığı'na getirildi.

Hatırlanacağı üzere Muammer Akkaş hukuk kurallarını hiçe sayarak Adalet sarayının önünde bildiri dağıtmıştı.

http://www.haber7.com/guncel/haber/1117361-muammer-akkas-tekirdaga-atandi



HSYK'DAKİ ÜYE DEĞİŞİKLİKLERİ "DOSTMODERN DARBE" GİRİŞİMİNİ SEKTEYE UĞRATTI:

Kritik atamalar nasıl yapıldı: 5 üye sürpriz yaptı, HSYK'da dengeler değişti

Beş üye, hükümet kanadıyla hareket etti. Bakan, müsteşar ve hükümete yakın üyeler ve yüksek yargıdan seçilen üyelerin oyuyla atamalarla görevli 1. Daire'nin iki üyesi değiştirildi. Karar 9'a karşı 13 oyla alındı.



Adalet Bakanı'na geniş yetkiler veren HSYK Kanunu'nda değişiklik yapılmasına ilişkin teklif TBMM Adalet Komisyonu'nda görüşülürken, HSYK'da çok kritik bir toplantı yapıldı. Kurula Bakan Bekir Bozdağ ilk kez başkanlık etti, Müsteşarı Kenan İpek de HSYK üyesi sıfatıyla ilk kez toplantıya katıldı.

Vatan'ın haberine göre; HSYK Genel Kurulu, Bozdağ'ın önerisiyle hakim-savcı atamalarını yapmakla yetkili HSYK 1. Dairesi'nin 2 üyesinin değiştirilmesi teklifini oyladı. Oylamada Yargıtay ve Danıştay'dan seçilen 5 üye hükümete yakın üyelerle birlikte hareket etti. Teklif 9'a karşı 13 oyla kabul edildi.

Kararla 1. Daire üyeleri Bülent Çiçekli ile Ahmet Berberoğlu'nun yerine 3. Daire üyesi Rasim Aytin ve 2. Daire üyesi Halil Koç getirildi. Berberoğlu 2. Daire'de, Çiçekli ise 3. Daire'de görev yapacak. 1. Daire üyeliğine getirilen Koç ve Aytin, HSYK'nın hükümetin tepkisini çeken Adli Kolluk Yönetmeliği açıklamasına karşı çıkan 5 üye arasındaydı. 1. Daire'den gönderilen Berberoğlu ile Çiçekli ise imza atmıştı.

Bütün üyeler oylandı

HSYK toplantısında Bakan, Müsteşar ve Başkanvekili dışında kalan 19 üyenin tamamının görev yaptıkları dairelerde kalıp kalmayacaklarının oylandığı öğrenildi. 15 üyenin yerinde kalmalarına karar verildi.

2500 kişiyi kapsayacak

Kulislerde, 1. Daire'nin her yıl Ocak ayında çıkarılan mazeret kararnamesi ve Yargıtay tetkik hakimliğine yapılacak atamalarla ilgili kararnameyi son aşamaya getirdiği belirtildi. 1. Daire'nin önümüzdeki günlerde 50 civarında başsavcının değişeceği; özel yetkili mahkeme hakim ve savcılarını da kapsayan kararnamenin 2 bin 500 hakim ve savcıyı kapsayabileceği belirtiliyor. Buna göre 13 bin 666 hakim ve savcının yaklaşık 5'te 1'inin yeri değişecek. Kararnamenin 19 Ocak'ta ilk defa atanacak hakim ve savcıların kura kararnamesi ile birlikte çıkarılması bekleniyor.

http://www.haber7.com/hukuk/haber/1117111-5-uye-surpriz-yapti-hsykda-dengeler-degisti



HSYK'da Atama Dairesi'ne neşter

Adalet Bakanı, katıldığı ilk HSYK toplantısında Kurul üyelerinin yerlerinin değiştirilmesini önerdi. 4 üyenin yerlerinin değişikliği yüksek yargı kökenli üyelerin oylarıyla kabul edildi

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), yapısında değişiklik içeren yasa teklifinin görüşüldüğü sırada dün önemli bir adım atıldı. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ'ın ilk kez katıldığı HSYK Genel Kurulu, hâkim ve savcı atamalarında yetkili olan 1'nci Daire'nin iki üyesini değiştirdi. Öneri Bakan Bozdağ'dan geldi, Yargıtay ve Danıştay kökenli üyelerin blok desteğiyle kabul edildi. Bu yer değişikliğiyle eleştirilerin odağındaki 1. Daire'de "tarafsız denge" kuruldu.

1. DAİRE'YE NEŞTER
HSYK Genel Kurulu'nda Bakan Bozdağ, Kurul'un seçimle gelen tüm üyelerinin yerlerinin değiştirilmesini önerdi. Bu öneri kabul görmeyince Bozdağ bu kez 1'inci Daire'nin idari yargıdan seçimle gelen üyesi Ahmet Berberoğlu ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün atadığı Bülent Çiçekli'nin 2 ve 3'üncü Dairelerde, bu dairelerden Rasim Aytin ile Halil Koç'un ise 1'nci Daire'de görevlendirilmesini önerdi.

KARARA ŞERH KOYANLAR
Bakan Bozdağ'ın 1'inci Daire için önerdiği isimler HSYK'nın 26 Aralık'ta yayınladığı "Adli Kolluk Yönetmeliği Bildirisi"ne birlikte muhalefet şerhi yazan isimlerdendi.

"YÜKSEK YARGI"DAN BLOK DESTEK
Bozdağ'ın 'performans eksikliği' gerekçesiyle sunduğu öneri, HSYK Genel Kurulu'nda bir süre tartışıldı. Öneriye karşı çıkan üyelerin, "HSYK üyeliği seçimlerine 6-7 ay gibi kısa bir süre kaldı. Şimdiye kadar uyum içinde çalışılırken böyle bir değişiklik yapılması Kurul'un saygınlığını yıpratacağı gibi bir amaca yönelik hareket ediyormuş görüntüsü verir. Kaldı ki performans eksikliği oldukça soyut bir tanımlama. Bu değişikliğin zamanlaması ve amacı manidardır" dedikleri öğrenildi. Tartışmalardan sonra oylamaya geçildi. 1. Daire'nin iki üyesinin yerlerinin değiştirilmesi önerisi 9'a karşı 13 oyla kabul edildi. Kurul'un Yargıtay ve Danıştay tarafından seçilerek gelen üyeleri; Ahmet Karayiğit, Ulvi Yüksel, Zeynep Kavlak, Zeynep Nilgün Hacımahmutoğlu ve Ziya Özcan, Bakan Bozdağ'ın önerisine destek verdi. Bu isimlerin Bozdağ'ın önerisine destek vermelerindeki sürprizse, bu 5 ismin yapıları değişmeden önce Yargıtay ve Danıştay'dan seçilerek Kurul'a gelmiş olmaları oldu.

1'İNCİ DAİRE'DE DENGE DEĞİŞTİ

HSYK Genel Kurulu'nun dünkü kararı, 1'inci Daire'deki dengeleri değiştirdi. Değişiklikle bu dairedeki üyelerin konumu şu hale geldi:
Başkan İbrahim Okur: Dünkü değişikliğe karşı çıktı. HSYK'nın yapısının değiştirilmesini öngören kanun teklifine de karşı olduğu biliniyor.
Üye Zeynep Nilgün Hacımahmutoğlu: Yargıtay'dan 25 Ekim 2010'da seçildi. Dünkü kararda, Bakan Bekir Bozdağ'ın önerisine destek verdi.
Üye Kenan İpek: Adli Kolluk Yönetmeliği Bildirisi'nden sonraki krizde Adalet Bakanlığı Müsteşarlığı'na getirildi. Kurul'un doğal üyesi.
Üye Halil Koç: Bakanlığın önerisine destek verdi, zaten kendisi 2'nci Daire'den 1'inci Daire'ye getirildi.
Üye Rasim Aytin: Kendisini 3'üncü Daire'den kritik konumdaki 1'inci Daiye'ye getiren Bakanlık önerisine destek verdi.
Üye İsmail Aydın: Adli yargıdan HSYK üyeliğine seçilen isimler arasındaydı. Dünkü oylamadaki oyu bilinmiyor ancak Adli Kolluk Yönetmeliği bildirisine imza atmamış, "açıklama yapmayalım" demişti.
Üye Teoman Gökçe: Seçimle gelen üyelerden. Dünkü oylamadaki tavrı bilinmiyor.

YÜKSEK YARGIYI DA ETKİLEYECEK

HSYK Genel Kurulu'nun yaptığı değişiklik, önümüzdeki dönemde önemli sonuçlar doğuracak. İlk olarak HSYK Birinci Dairesi önümüzdeki haftalarda, gecikmiş olan ve "Güz Kararnamesi" diye de bilinen ana hâkim - savcı kararnamesini çıkaracak. Dünkü, "yüksek yargı - bakanlık" ittifakı kararname sırasında da devam ederse bu ittifak büyük oranda kararnameye şekil verecek. Hâkimler ve Savcılar Kanunu'nda, Yargıtay ve Danıştay üyeliğine seçim için 20 yıllık kıdem şartı getirilmişti. Şimdi, eski hükümetler ve HSYK döneminde mesleğe alınan kıdemli hâkim - savcıların Yargıtay ve Danıştay üyelikleri de kolaylaşacak. Bu arada Adalet Bakanlığı'nın, Kurul'a 2 bin 500'e yakın hâkim-savcının görev yerinin değiştirilmesini öngören kararname taslağını gönderdiği öğrenildi.

ANAYASA KOMİSYONU DA TOPLANACAK

HSYK Yasa Teklifi'nin Meclis Anayasa Komisyonu'nda görüşülüp görüşülmeyeceği tartışmalarına son noktayı TBMM Başkanı Cemil Çiçek koydu. Çiçek, muhalefet milletvekillerinin çağrısı üzerine Anayasa Komisyonu'nun toplanması gerektiğini belirtti. Komisyonun toplanarak, HSYK teklifinin anayasaya uygun olup olmadığını tartışması bekleniyor. Öte yandan HSYK yasa teklifinin Adalet Komisyonu'ndaki görüşmeleri sırasında CHP'li Atilla Kart, Çiçek'in görüşünü içeren yazısını, Anayasa Komisyonu'na gönderdiğini, çalışmaların Anayasa Komisyonu'nun kararına kadar durdurulmasını istedi. Adalet Komisyonu Başkanvekili Hakkı Köylü ise görüşmeleri sürdürdü. Tasarıdaki 3 madde daha kabul edildi. Buna göre Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı sayısı üçe çıkartılıyor. Teftiş Kurulu Başkanı ve Başkan Yardımcıları kurul müfettişleri ile aynı haklara sahip olacak. Kurul müfettişlerinin atanmasında ikinci daire teklifte bulunacak.

SIRADA YARGI REFORMU VAR

Hükümet, HSYK değişikliğinin ardından kapsamlı bir yargı reformu için düğmeye basmaya hazırlanıyor. Reform paketinde 17 Aralık operasyonunda yaşanan hukuka aykırılıkların tekrarının önlenmesi öncelikli hedef olacak. İşte o çalışmadan bazı detaylar:

* YASAL DİNLEMEYE 3. ŞAHIS AYARI : Yasal dinlemeler yapılırken bir kişi üzerinden pek çok isim dinlenebiliyor. Düzenlemeyle bunun önüne geçilecek. Dinleme yapılacak telefon numarasının, dinlemenin hedefindeki şüpheliye ait olduğu savcı tarafından belgelenecek. Eğer telefon başkası adına ise ancak şüpheli tarafından kullanılıyorsa savcının onu da ispat etmesi gerekecek. Yasa dışı dinlemeler mahkemelerde delil olarak kabul edilmiyor. Yeni çalışma çerçevesinde hakkında dinleme kararı alınmış bir kişinin dışında yapılan dinlemeler de delil olarak kabul edilmeyecek. Üçüncü şahıslarla ilgili bilgiler imha edilecek.
* ÇEKMECE DOSYALARA YAPTIRIM : 17 Aralık operasyonunda en çok tartışılan konu soruşturmayı tamamlayan savcıların harekete geçmek için "uygun zamanlamayı" beklemesiydi. Düzenlemeye göre soruşturma başlatıldıktan sonra savcılar belli bir süre içerisinde harekete geçmezse dosya düşecek ya da dosyayı belli bir süre bekleten, hemen harekete geçmeyen savcılar hakkında işlem yapılacak.
* UYAP'A EKSİKSİZ KAYIT : Soruşturmayla ilgili bilgiler UYAP'a tam olarak girilecek. Soruşturmaya konu olanların açık kimlikleri yazılacak.
* TMK 10'LA GÖREVLİ MAHKEMELER: Çalışma kapsamında TMK 10'la görevli mahkemelerin kaldırılıp kaldırılmayacağı, kaldırılırsa sonuçları konusunda detaylı inceleme ise sürüyor.

http://www.sabah.com.tr/Gundem/2014/01/16/hsykda-atama-dairesine-nester
#288
İnanılmaz gelişmeler yaşıyoruz. Zaman gazetesinin eski ekonomi yazarı Prof. Dr. İbrahim Öztürk dün peş peşe attığı tweetlerle kendisini tanıyanları şaşırttı.

Tek çıkar yol Ak Parti'nin kapatılması olduğunu söylüyordu. Gerçekten üzüldüm. İbrahim Öztürk, parti kapatmak için iddianame düzenleyen burada isimlerini zikretmek bile istemediğim zevatla aynı çizgide mi anılacaktı.

Hatırlayacaksınız, dershane tartışmaları gündemde iken twitter hesabından "Peygamberin bile kıblesi şaştı oğlum !!! Kudüs'tü Kabe oldu. Bu alemde değişmeyen tek şey yalakalık, güce tapmak" diye yazmıştı.

Peygamberimize hakaret teşkil eden bu sözlerin kamuoyundan aldığı tepkiler nedeniyle, Öztürk'ün  Zaman gazetesiyle ilişiği kesilmiş, hatta Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı da, 'Öztürk'ün söylediği laf asla kabul edilemez, özür dilemesi şart' demişti. Ben şahsen Peygamberimize hakaret kastı olamayacağı kanaatiyle hatasını kabul edip özür dileyeceğini düşünmüştüm. Ancak İbrahim Öztürk bir zaman sonra söz konusu sözleri kendisinin yazmadığını, hesabının ele geçirildiğini açıklayarak düzeltmeye çalışmış ise de, oluşan ilk algıyı düzeltemedi.

Yaklaşık iki aydır gündemde olmayan İbrahim Öztürk dün sosyal medya üzerinden son gelişmeleri değerlendirip, "Türkiye için tek çıkış yolu var. AKP'ye derhal kapatma davası açılmalı. Artık hukuki ve toplumsal meşruiyetlerini kaybettiler" diyor. Ak Parti'nin kapatılması için çağrı yapıyor. Çağrısını tekrarlıyor; "Demokrasilerde kilitlenme olunca devreye yargı girer. Demokrasidir bu. Meşrudur. AKP kapatılmalı" sözleriyle de, demokrasi yerine jüristokraside çözüm arıyor.

Cemaat adına yazmadığını, kendi görüşlerini ifade ettiğini söyledikten sonra AKP üyesi olduğunu, görüşlerinin partiyi bağlayacağını da ilave ediyor. Öztürk'e göre, AKP'yi bağlayan görüş; AKP'nin kapatılması gerektiği!

Yukarıya alıntıladığım sözler, sosyal medyada dolaşan sıradan sözlerden biri olsa üzerinde durmaya değmez diyebiliriz. Ancak, sözlerin sahibi "AKP üyesi olduğunu" -Ak Parti değil- söyleyen bir yazar, bir akademisyen olunca önemsenmeli diye düşünüyorum. Sosyal ve siyasi krizlerden çıkış yolu, gerekirse erken seçim ile halkın hakemliğine başvurmak, egemenliğin sahibi millete gitmek, halk onaylıyorsa iktidarın yeniden yetki alması, onaylamıyorsa yeni siyasi oluşumlara yetki vermesi iken çözümü iktidar partisinin kapatılmasında aramak nasıl izah edilebilir?

Fikir ve düşünce dünyasındaki bu savruluş neyin nesidir ? Sosyologlar, siyaset bilimciler olayı nasıl tahlil ederler ? Yoksa ortada psikolojik bir sorun, patolojik bir vakıa mı vardır?

Parti kapatma davalarına Türkiye zaten yabancı değil. 1924'den bu yana kapatılan siyasi parti sayısı 60'a yakın. Genelde halkın iradesine güvenmeyenler parti kapatmayı çare olarak görmüştür. Gelişmiş demokrasilerde ise silahlı mücadeleyi, cebir ve şiddeti metot olarak benimsemeyen partilerin kapatılması söz konusu değildir. Bu nedenle beğenmediğimiz darbe anayasalarında bile siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak zikredilmiştir.

Bizde ise, toplum mühendisliğine uymayan siyasal yapılanmalar sandık yoluyla engellenemeyince, partilerin kapatılmasıyla çare arandığı malumdur. Öyle ki, 28 Şubat Darbesi sürecinde iktidar ortağı birinci parti hakkında kapatma davası açılmış ve iktidar partisi kapatılmıştır. Böylece demokrasi, demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan bir siyasi partiden korunmuş, kurtarılmıştır!

Milletin büyük teveccühüne mazhar olarak, tek başına iktidar olma yetkisi verdiği Ak Parti hakkında da 2008 yılında kapatma davası açıldığı, bir oyla Ak Parti'nin kapatılmaktan kurtularak para cezasına çarptırıldığı hafızalarımızda.

Geçtiğimiz ağustos ayında karar verilen Ergenekon davasında, Ak Parti kapatma davasında kullanılan bazı delillerin üretildiğinin ortaya çıkması üzerine Ak Parti "yargılamanın yenilenmesi" yoluna başvurmalıdır demiştim. Ak Parti kapatılmamış olsa da, "irticai eylemlerin odağı olma" suçlamasının sabit görülmesinin her zaman Ak Parti aleyhine kullanılabileceğini ifade etmiştim. Hatta yargılamanın yenilenmesi talebinde bulunmak için Ergenekon davasının kesinleşmesinin beklenmeyebileceği, dosyadaki kara propaganda sitelerinde üretilen delillerin "yeni delil" olarak ileri sürülebileceğini de ileri sürmüştüm. O günlerde Sayın Başbakan'ın konunun değerlendirilmesi yönünde talimat verdiği basında yer almıştı. İşin doğrusu Ak Parti'nin kapatılması talebinin bu kadar kısa sürede gündeme getirileceğini tahmin edememiştim.

Gündem hızla değişti. Değişmeyen, temelden değiştirilemeyen asıl sorun devam ediyor. Sorun, egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu gerçeğini bazı kesimlerin hala kabullenememesinden kaynaklanıyor. Diğer bir deyimle demokrasiyi hazmedememenin sancıları devam ediyor.

Yetkiyi milletten alıp hesabını da millete verecek olan siyasal iktidara, kimseye hesap verme kaygısı ve mecburiyeti olmayanların dayatmalarda bulunması, taleplerinin bir kısmının kabul görmemesi üzerine, iktidara meşruiyet veren kendileriymiş gibi, "iktidarın hukuki ve toplumsal meşruiyetini kaybettiğini" ileri sürmeleri akıl ile, hukuk ile, demokrasiyle nasıl izah edilebilir?

Darbeci/vesayetçi anlayışın devamı bir dille Ak Parti'nin kapatılmasını istemek, sadece Ak Parti karşıtlığı, düşmanlığı değildir. Millet egemenliğine, milli iradeye, hukuk devletine karşı olmak, kumpas kurmaktır. Halkın seçtiği lidere "diktatör" deyip, kimseye hesap vermeye yanaşmayan belli bir sınıf ve zümre iktidarını savunmak  bu olsa gerek.  Neredesin sağduyu, neredesin aklı selim!

Reşat Petek - Haber 7
www.resatpetek.net
petekresat@gmail.com

http://www.haber7.com/yazarlar/resat-petek/1117136-asil-amac-ak-parti-kapatilsin
#289

Fotoğraf: Soruşturmadan el çektirilen Cumhuriyet Savcısı Muammer Akkaş.

Hükümeti hedef alan 17 Aralık operasyonunun ikinci ayağında 7 şirkete getirilen tedbir kararlarının hukuksuz olduğu ortaya çıktı. Kararları araştıran İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, yarım saatte tedbir kararı verildiğini belirledi.

MÜHÜRLÜ DOSYALAR

UYAP kayıtlarında yapılan incelemenin 54 klasör ve bin 5 sayfalık fezleke içermesine rağmen, 32 klasörü içeren çuvalların hala mühürlü olduğuna dikkat çekildi.

MASAK'TAN RAPOR YOK

Kazanç miktarlarının ayrı ayrı belirlenmesi gerekirken böyle bir tespite de gidilmedi. MASAK'tan da herhangi bir rapor talep edilmediği belirlenen dosyada suçlara yönelik kurumdan veya bilirkişiden alınmış başka bir rapora da yer vermediğine işaret edildi. Raporda Cumhuriyet Savcıları, soruşturmanın usule uygun olarak yapılıp yapılmadığına ilişkin kuşkular oluştuğunu da karara not etti.

Her şey ortaya çıkacaktır

Hükümeti hedef alan 17 Aralık operasyonunun ikinci ayağı kapsamında alınan, 'mal varlıklarına el koyma kararı' kaldırılan işadamı Cemal Kalyoncu, 'Hukuksuz bir uygulama vardı, kaldırıldı. Her şey ortaya çıkacak' dedi. Açıklama yapan işadamı Kalyoncu, 'Karar açıklandı. Hukuksuz bir uygulama vardı, kaldırıldı. Hukuki süreç devam ediyor. Her şey ortaya çıkacak' diye konuştu.

Hukuk dışı bir uygulama

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Adem Sözüer de konuya ilişkin değerlendirmesinde, 'İnsanların doğduğu andan bugüne dek sahip oldukları tüm varlıklarına tedbir koyulması Anayasa'da yasaklanan genel müsadere cezası etkisi gösteren hukuk dışı bir uygulamadır' dedi. Sözüer, şunları belirtti: 'Böyle bir uygulama sadece mallarına haksız olarak tedbir konulan kişi ve kuruluşlara değil tüm ekonomiyi büyük zarar veren sonuçlar doğurmaktadır. Borsadan hisse senedi alan ve olaylarla hiç ilgisi olmayan on binlerce borsa yatırımcısı dahi cezalandırılmak istenmiştir.'

http://yenisafak.com.tr/gundem-haber/akkasin-tedbiri-hukuksuz-cikti-15.01.2014-607294?ref=manset-6



7 işadamının tedbir kararının kaldırılmasına ilişkin şok ayrıntı!

'Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu'nun 2. Dalgasında 7 işadamı ve 2 şirketin mal varlıklarına konan tedbir, soruşturmayı devralan savcılar tarafından kaldırıldı. Karar belgesinde şok ayrıntılar yer alıyor...

25 Aralık'ta başlatılan ikinci soruşturma dalgası çerçevesinde 7 işadamının ve 2 şirketin mallarına tedbir konma kararı verilmişti. 'Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu'nun 2. Dalgasında 7 işadamı ve 2 şirketin mal varlıklarına konan tedbir, soruşturmayı devralan savcılar tarafından kaldırıldı.

25 Aralık'ta başlayan ikinci dalga operasyon çerçevesinde, savcının işadamlarının mallarına tedbir koyulan Abdullah Tivnikli, Mustafa Latif Topbaş, Cemal Kalyoncu, Ömer Faruk Kalyoncu, Mehmet Cengiz, Üsame Kutub ve Cengiz Aktürk'ün mallarına tedbir kararı kalktı.

Verilen kararın geniş gerekçelerini içeren belgede önemli ayrıntılar yer alıyor...

Savcılığın gerekçeli kararını aşağıdaki linkten inceleyebilirsiniz:

http://www.timeturk.com/tr/2014/01/14/7-isadaminin-tedbir-kararinin-kaldirilmasina-iliskin-sok-ayrinti.html#.UtSbjbQnVQY
#290
Susalım biz en iyisi

Sen...

Kendini bizden üstün gör. Sıkışınca 'senin bilmediğin, aklının ermediği şeyler var' cümlesine yaslan.

Biz, susalım.

'Başörtüsü furuattır' diyerek okul önlerinde, direnişlerde bizi yapayalnız bırak. Başörtülü kızların gözyaşları arşı tutarken sayende peruk satan dükkanlar tarihlerinin en büyük cirosunu yapsınlar.

Biz, susalım.

'Asker şu an siyasilerden daha demokrat' de, 'Orta Asya'da radikal İslam'ın önündeki engel biz oluruz' de, 'beceremediler, çekilsinler' de, 'Ecevit'e şefaatçi olmak isterim' de.

Biz, susalım.

'Otoriteden izin alınmalıydı' diye açıklama yap; sanki Mavi Marmara gemisine binenlerin iradeleri yokmuş, kendileri karar alamazlarmış, kuklalarmış gibi 'gencecik insanları ölüme gönderdiler' beyanında bulun.

Biz, susalım.

17 yaşındaki kızlara şarkı söylettiğiniz statlara Efendimiz(sav)'in geldiğini söyle.

Biz, susalım.

Ellerini gökyüzüne açıp bugüne kadar gavura, müşriğe, kafire bir kez bile etmediğin tarzda bedduayı/ahitleşmeyi Müslümanlara yap. Üstelik bu metnin içine modern hukuk ve demokrasi gibi ne idiğü belirsiz kavramlar yerleştir.

Biz, susalım.

Sen...

İngilizce gazetende Sabra ve Şatilla katili, eli kanlı Ariel Şaron hakkında 'trailblazing' yani 'öncü, önder, çığır açan' ifadelerini kullan. Televizyonunda son dakika olarak 'Ariel Şaron vefat etti' cümlesini geç.

Biz, susalım.

Nereden çıktığını bilmediğimiz 'operasyon çocuğu' yazarların, Mümin hanımlara hakaret edip iftira atsın, Mavi Marmara hakkında en ağır yalanları söylesin, IHH'yı bitirmeye çalışsın, Türkiye'yi 'terör destekçisi' gibi göstermek için bin türlü numara çeksin.

Biz, susalım.

Oy vermeye elinde bidonla giden, anlattığı hikayelerin sonunda ağlayan ünlü sunucun, IHH Başkanı Bülent Yıldırım'a 'Bülocan' diye lakap taksın. Gazetende ekonomi yazısı yazan herif 'Peygamberin bile kıblesi şaşmış oğlum' yazabilsin.

Biz, susalım.

Badem bıyık yazarın, kötü İngilizcesiyle 'Recep Tayyip Erdoğan'ın mitinginde 'cihadist Erdoğan' sloganları atıldı' diyerek bizi batılı yavşaklara şikayete yeltensin.

Biz, susalım.

Güya entelektüel yazarın, Mısır'da insanlar darbeci köpekler tarafından katledilirken 'İhvan yanlış yapıyor' diye tıslasın.

Biz, susalım.

Senin adamlarının yönettiği mahkemeler Yakup Köse ve arkadaşlarını işlemedikleri suçlardan dolayı içeri atsınlar.

Biz, susalım.

Başörtüsüne hiçbir kısıtlama olmayan Bosna'daki, Macaristan'daki okullarınızda başörtülü çalışmak yasak olsun.

Biz, susalım.

Amerika'daki insani yardım örgütün Netanyahu'nun çağrısı ile İsrail'e yardım toplasın.

Biz, susalım.

Okullarınızda, dershanelerinizde, öğrenci evlerinizde 'herkesin beşer onar twitter adresi olacak. Şu ortamda tweet atmak büyük sevaptır' densin. Kendisini, hareketinizin fedaisi görenler bize sabah akşam küfür ve hakaret etsin.

Biz, susalım.

Gazeten Roboski'nin ilk günü 'kaçakçılar vuruldu' manşeti atsın, sonra iktidarla aranızdaki 'al gülüm ver gülüm' ilişkisi değişince 'Roboski iki yıldır adalet bekliyor' deyiversin.

Biz, susalım.

Yolsuzluk davalarında 'canbaza bak canbaza' diyerek hem savcı, hem avukat, hem hakim rolüne soyunsun birileri. Bir haftada 100 milyar dolar fakirleşsin Türkiye.

Biz, susalım.

Hayır susmayacağız!

Çünkü biz, Recep Tayyip Erdoğan'a ve AK Parti iktidarına da susmadık.

TOKİ kalkınmasının yanlışlığını eleştiren onlarca makale, onlarca televizyon programı bulabilirim size 'yandaş' medyada.

Yakup Köse ve arkadaşları konusunda; KCK davası konusunda hükümeti en sert şekilde eleştiren yazılar bulabilirim.

'Yeni muhafazakar tosuncukları' yerin dibine batıran bir sürü ses kaydı, bir sürü köşe yazısı derleyebilirim.

'İktidarın üzerinde yolsuzluğun zerresi varsa temizlenmeli, faillerden hesap sorulmalı' demeyen 'yandaş medya' yazarı bulamam fakat. Çünkü istisnasız hepsi söyledi bunu.

Siz 'kaçakçılar vuruldu' manşeti atarken ben ekranda Roboski için gözyaşı döküyordum. Daha ne diyeyim.

O yüzden susmayacağız.

Ölürsek de, susarak değil, avazımız çıktığı kadar bağırarak öleceğiz. İnsan olarak ve insan kalarak...

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/ismailkilicarslan/susalim-biz-en-iyisi/48332
#291

   
Başbakan Erdoğan, 17 Aralık operasyonunu tezgahlayan paralel yapılanmaya en sert cevabı Meclis'ten verdi: Demokrasimize yönelik en büyük, en ahlaksız darbe girişimine tevessül edildi. 17 Aralık, Türkiye'nin demokrasi ve hukuk tarihine kara bir leke olarak geçti.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, hükümete yönelik 17 Aralık komplosunun arkasındaki 'paralel örgüt'e bugüne kadarki en sert tepkisini dün AK Parti'nin Meclis grubunda yaptığı konuşmada verdi. 17 Aralık'ta demokrasiye yönelik en büyük, en ağır ve en ahlaksız darbe girişimine tevessül edildiğini belirten Erdoğan, bunun hukuk tarihine kara bir leke olarak geçtiğini vurguladı. Yargı ve emniyet içinde yerleşik örgütün birkaç yıllık soruşturmayı mahalli seçimlere 3,5 ay kala başlattığına dikkat çeken Erdoğan, 'Daha önce aklınız neredeydi? Bunca zamandır bu adımları niye atmadınız? Demek ki burada niyet apaçık ortada' dedi.

ŞANTAJ ÇETELERİ ACAYİP...

Operasyonun başlamasıyla birlikte ihanet projesi paydaşlarının harekete geçtiğini söyleyen Erdoğan, 'Malum medya sabah saatlerinden itibaren kendilerine servis edilen, gizlilik kaydı olan görüntüleri yayımlamaya başlıyor. Muhalefet partileri, daha meselenin ne olduğu anlaşılmadan hükümete yönelik saldırılara başlıyorlar. Belli sermaye çevreleri harekete geçiyorlar. Şantaj çeteleri acayip çalışıyor, ihanet şebekeleri el ele, birlikteler. Akşam olduğunda adeta soruşturma, sorgu tamamlanıyor, adeta mahkeme süreci tamamlanıyor ve zanlıların tamamı ve onlarla birlikte bakanlarımız, hükümetimiz suçlu ilan ediliyor' ifadelerini kullandı. Başbakan Erdoğan, konuşmasında şunları söyledi:

GÖREV DAĞILIMI YAPILMIŞ

'Her şey hazırlanmış, görev dağılımı yapılmış, kimin nerede duracağı, ne yapacağı, hangi vazifeyi yerine getireceği tek tek belirlenmiş. Sosyal medyada operasyon başlatılmış, yazılı görsel medyada görev dağılımları yapılmış, talimatlar verilmiş, kalemler verilen emirleri kağıda dökmeye başlamış. 17 Aralık sabahından itibaren gelişmeleri son derece soğukkanlılıkla takip ettik. Çünkü bu bizim için ilk değildi. Daha önce de bunları bize yaptılar. Eğer telaşa kapılsaydık bunlara hizmet etmiş olurduk. Tedbirlerimiz çok hızlı şekilde aldık.'

MİLLETİ HESABA KATMADILAR

'Bu tezgahı kuranlar, milletin ferasetini hesaba katmadı. Aziz milletimiz yapılanı gördü ve bu tuzağa karşı tavrını çok net ortaya koydu. Türkiye üzerine kimin ne hesabı varsa bu operasyonun içine dahil ederek, arzularını yerine getirmeye çalıştılar. Seçim öncesinde hükümeti yıpratmaya çalışırken 'Türkiye'nin ekonomisini de alt üst edelim' dediler. 'Faizleri yükseltip eskisi gibi kazanalım', 'Türkiye'nin dış ticaret hamlelerini bozalım', 'Enerji politikalarını sarsalım', '2023 hedeflerini, istikrarını engelleyelim' dediler.'

KİRLİ NİYETLER TEK PAKETTE

'Mavi Marmara'nın, Mısır'da dik duruşun, İran'da, Irak'ta ilkeli dış politikanın, Suriye'de insani tavrın, Filistin'de vicdani itirazın intikamını alalım, dediler. 'Türkiye'nin yükselişini durduralım' 'Çözüm sürecini bozalım, bu ülkede yeniden kan akıtalım' dediler. Bir tek operasyon paketinin içine bütün bu kirli niyetlerini koydular ve o tuzak ayaklarına dolaştı. Şimdi çıkıyorlar bize dış mihrakları soruyorlar. Allah aşkına soruyorum, bu operasyon eğer başarıya ulaşmış olsaydı, darbe girişimi başarıya ulaşmış olsaydı kazanan kim olacaktı? Bu operasyondan Türkiye'nin, aziz milletimizin kazanacağını iddia edecek bir tek aklıselim sahibi bulabilir misiniz? Faiz lobilerinin, silah, savaş ve kaos lobilerinin kazanacağı bir operasyonun yerli olabilme, milli olabilme ihtimali var mı?'

ACIRSANIZ ACINACAK HALE DÜŞERSİNİZ

'17 Aralık'tan bugüne kadar, devletin kurumları içinde nasıl çark kurulduğu, nasıl bir örgütsel yapılanmaya gidildiği net olarak ortaya çıktı. Göreceksiniz, bundan çok daha fazlası ortaya çıkacak. Kim olursa olsun, artık olayın aslı şudur: Acırsanız acınacak hale gelirsiniz. Nasıl bir takiyenın, kokuşmuşluğun, çürümüşlüğün hüküm sürdüğü ortaya çıkacak. Virüs vücuda girmiş, sinsi bir şekilde yerleşmiş, çoğalmış, bir anda vücudu esir almak üzere harekete geçmiş. Ancak bu bünye, kendisini sinsi virüslere teslim edecek kadar zayıf bir bünye değil.'

HAŞHAŞÎNLER'E GEÇİT YOK

'Tarihte de bunları gördük. Büyük Selçuklu Devleti'nde Haşhaşînler denilen gözü dönmüş gizli bir örgütün devlet bünyesini nasıl esir almaya çalıştığını, gerektiğinde düşmanlarla nasıl işbirliğine gittiğini, asırlar önce millet olarak yaşadık ve gördük. Türkiye, bu sinsi virüslere, devlet bünyesini terketmeye yönelik sızıntılara asla geçit vermez, vermeyecektir.'

Başbakan Erdoğan, Ankara'da 317 milyon lira değerindeki 214 eserin açılışını Arena Spor Salonu'nda düzenlenen törenle gerçekleştirdi. Erdoğan, kendisini salona girişinde güllerle karşılayan çocukları sevdi.

HSYK teklifini dondurabiliriz

Başbakan Erdoğan, muhalefetin Anayasa değişikliğini birlikte yapmayı kabul etmesi halinde TBMM Adalet Komisyonu'nda görüşülen HSYK ile ilgili yasa teklifini dondurabileceklerini söyledi. Erdoğan, 'Yeni anayasayadaki çalışmada HSYK belli yere gelmişti. Eğer muhalefet anayasa değişkiliğini beraber yapalım derse, biz yasa teklifini dondururuz, gerekirse Genel Kurul'a indirmeyiz. Bugünkü görüşmeler burada belirleyicidir. Anayasa değişikliği, yasa değişiklinin çok çok ötesinde bir olaydır. Parlamento içinde grupların kendi gücüne göre aynen RTÜK'te olduğu gibi, sayılarına göre HSYK içinde onlar da temsil edilme imkanı bulacaklardır, bulabilirler. Biz bu teklife sıcak bakıyoruz. Böyle bir adımı atabiliriz. Hatta Hakimler Kurulu'nu ayrı, Savcılar Kurulu'nu ayrı planlayabiliriz. Birkaç maddelik anayasa değişikliğini geçirmemiz halinde, yasal düzenleme çalışmasını dondurur ve yolumuza anayasa değişikliğiyle devam ederiz' dedi. Meselenin 'kuvvetler ayrılığı' ya da 'yargı bağımsızlığı'na ilişkin olmadığına dikkat çeken Erdoğan, 'Mesele, yargının bir örgüt tarafından adeta teslim alınarak tarafsızlığını yitirme meselesidir' diye konuştu.

YARGI KİME HESAP VERİR

Başbakan Erdoğan, hesap verecekleri yerin millet olduğunu, yasama ve yürütme organının millete hesap verdiğini kaydederek, şöyle konuştu: 'Yargının hesap vereceği yer neresidir? Allah'tan başka hesap vereceği merci yoktur. Peki gelişmiş ülkeler aynen bizdeki gibi mi? Hayır. Oralarda seçilmişlerin ciddi bir yetkilerinin olduğunu görüyorsunuz. Yargı bağımsızlığı, yargının tarafsızlığını sağladığı için önemlidir. Eğer yargının bir kısmı siyasi operasyonlara hukuk kılıfı giydirmekle meşgulse meselemiz 'yargının tarafsızlığı' meselesidir.'

Kümesten aldık saraya getirdik

Başbakan Erdoğan, hükümeti yolsuzlukla suçlayan hakim-savcılara da seslenerek adliye saraylarının hangi imkanlarla yapıldığını sordu. 'Kümes gibi yerlerde hükmeden hakim ve savcı varken, biz o merdiven arasından çıkardık, getirdik İstanbul Çağlayan'da o dev adalet sarayını yaptık. Anadolu yakasında da aynı şekilde adalet sarayını yaptık. İnsan şöyle bir baktığında, 'Bu sarayları yapıp bize teslim edenler nasıl yolsuzluk şebekesi olur' diye düşünmez mi? Bunlar durup dururken olmadı' diyen Erdoğan, Türkiye'nin AK Parti döneminde dev yatırımlarla tanıştığını hatırlattı. Erdoğan, 'Bunları görmeden, bilmeden veya inadına bu iktidara yolsuzluk yakıştırması yapmak, kusura bakmasınlar ancak olsa olsa ihanetle özdeş olabilir. Ben dürüstlerini tenzih ediyorum, artniyetliler için konuşuyorum. Bu iktidar yolsuzluklara bulaşmış olanlara bunun hesabını sordu, sormaya da devam edecek' şeklinde konuştu.

Tarih onları affetmeyecek

Yargının 'millete rağmen' karar veremeyeceğini vurgulayan Erdoğan, 'Yargı millet adına karar verir, millet için karar verir. Millete rağmen veremez. Yargı milletin seçtiği hükümete, siyasete, Meclis'e, milli iradeye istikamet çizemez, dayatma yapamaz. Yargının içerisinde hukuka saygılı olan yargı mensuplarını tenzih ederim ama ne yazık ki örgüt bağlantılı çalışanları da tarih affetmeyecektir, yetkili kurum ve kurullar affetmeyecektir' diye konuştu.

Üyelerini adeta efsunlamışlar!

Millet değil, mensubu oldukları örgütten emir ve talimat alıyor ve öyle hareket ediyorlar. Uluslararası kirli odakların elinde oyuncak olmuş, maşa olmuş bir örgüt, adeta efsunladığı mensuplarını kendi ülkelerinin aleyhine yönlendiriyor. Siz kimsiniz ki bu ülkenin milletin milli istihbarat teşkilatına karşı düşmanca tutum içine giriyorsunuz? Kamuoyunun gözü önünde suç işleyenler ifadeye çağrılmazken, benim sözlerimi manşete çekti diye gazete yöneticileri ifadeye çağrılıyor. Bir savcı çıkıp sahte ihbarlar üzerinden demokrasiyi katletme, ekonomiyi durdurma, ülkeyi kaosa sürükleme cüretinde bulunabiliyor.

O savcı Reyhanlı'da neredeydi

Paralel örgütün imza attığı operasyonlarla Milli İstihbarat Teşkilatı'na da (MİT) kasttettiğini belirten Başbakan Erdoğan, 'Bu ülkenin milli istihbarat teşkilatı, Suriye'deki Türkmen kardeşlerimize yardım ulaştırmaya çalışıyor, Adana'dan bir savcı bunu engellemek için elinden geleni yapıyor' dedi. Dünyanın hiçbir yerinde bir yargı mensubunun, kendi ülkesinin istihbaratına husumet beslemesine rastlan-mayacağını kaydeden Erdoğan, şunları söyledi:

7 GÜN SONRA ANCA GİDEBİLDİ

'Reyhanlı'daki olaylar olduğu zaman bu beyefendi (savcı), Adana'dan kalkıp Reyhanlı'ya gitmemiştir. 7 günün ardından oraya gitti. 7 gün senin aklın neredeydi? O kadar insanımız şehit edildi, niye gitmedin oraya? Sormazlar mı? Ben buradan hatırlatıyorum, hadi ilgili olanlar bunu incelesinler. Türkiye maalesef bunları yaşadı. Bir savcı Adana'dan kalkıp Hatay'a MİT'in insani yardım operasyonunu engellemek üzere geliyorsa o savcı milli çıkarlara kastetmiştir. Ülkesinin düşmanlarına maşalık etmiştir.'

Fidan'ı tutuklama amaçlandı

Örgütün üst yönetimi ile diğer vatandaşların hassasiyetlerini birbirinden kesinlikle ayırdıklarını ifade eden Erdoğan, 'O başka o başka... Samimi insanlar, samimi gayretlerle fedakarlıkta bulunurken, örgütün üst yönetimindekilerin çok başka amaçlarla bunları istismar ettikleri anlaşılıyor. Biz bu ayırımı hassasiyetle muhafaza ediyoruz. Yıllarca buralarda fedakarca hizmet etmiş samimi kardeşlerimizden oynanan oyunu, kurulan tuzağı görmelerini bekliyoruz' dedi.

BU MİLLET ASLA İZİN VERMEZ

17 Aralık darbe girişiminin birçok sinsi hedefin yanında çözüm sürecini de hedeflediğini kaydeden Başbakan, '17 Aralık darbesinin mimarı olan örgüt, daha önce de MİT'in gayretlerini sabote etmiş, MİT Müsteşarı'nı (Hakan Fidan) tutuklayıp devre dışı bırakma girişiminde bulunmuştur. Kimin ne olduğunu gayet iyi biliyoruz. Eğer biz buna sessiz kalmış olsaydık, benim müsteşarım kimbilir nerede olacaktı? Bu millet çözüm sürecinin sabote edilmesine asla izin vermeyecektir' diye konuştu.

Ne hainler ne casuslar gördük...

Çözüm sürecinin başladığı bir yıldan buyana nice badireyi atlattıklarına dikkat çeken Başbakan Erdoğan, 'Bu alçakça ve haince sabotajları da inşallah hep birlikte aşacağız' dedi. 'Bu millet binlerce yıllık medeniyet birikimi olan bir millettir. Tarihte biz nice hainler gördük, nice ajanlara, nice casuslara, nice gayri milli saldırılara şahit olduk. Bu aziz millet duasıyla, gayretiyle, sarsılmaz imanıyla o saldırıları aşmış ve bugünlere ulaşmıştır' diyen Erdoğan, kurulan tuzakların moralleri bozamayacağını belirtti.

UZAK ASYA HÜKÜMETE DUACI

Başbakan, Pakistan ve Malezya'da dualarla karşılandığını da anlattı. Oralarda şahit olduğu manzaranın coşkusunu arttırdığını dile getiren Erdoğan, 'Biz enerjimizi işte oralardan alıyoruz. Malezya sokaklarında bize hayır duaları eden kardeşlerimizi gördük. Gazze'de, Kahire'de, Halep'te, Saraybosna'da daha nicelerinin hayır duaları ettiğini duyduk. Yalnız değiliz' diye konuştu.



http://yenisafak.com.tr/politika-haber/en-ahlaksiz-darbe-15.01.2014-607256?ref=manset-1
#292
Yargı eliyle Hükümete karşı yürürlüğe sokulan 17 Aralık operasyonuyla ilgili Hayrettin Karaman'ın Yeni Şafak Gazetesi'ndeki köşe yazıları:

Vakıflara bağış rüşvet olur mu?

Kör muhalefet ve kin yüzünden gözü dönmüş birileri 'Başbakan'ın yakınlarının yönetim kurulunda bulunduğu bir vakfa yapılan her bağış rüşvettir' diyebiliyorlar.

Kaynaklara baktığımızda suç olan rüşvetin şöyle tarif edildiğini görüyoruz: 'Bir kamu görevlisinin, görevinin gereklerine aykırı bir işi yapması veya yapmaması için kişiyle vardığı anlaşma çerçevesinde bir yarar sağlamasıdır.'

TÜRGEV (Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı) adı üstünde bir vakıf; burada çalışanlar da kimin nesi olurlarsa olsunlar 'kamu görevlisi' olarak çalışmıyorlar. İster iktidarda olanların gözüne girmek için olsun, ister Allah rızası için olsun bu ve benzeri vakıflara yardım edenlerin 'rüşvet verdiklerini', vakıfta çalışanların da 'rüşvet aldığını' iddia etmek saçmalamanın ötesinde bir abes örneğidir.

Tartışma konusu olan vakıf TÜRGEV değil de mesela 'çağdaş yaşamı destekleme' amaçlı bir vakıf olsaydı buraya yapılan yardımlar da, burada çalışan siyasetçi yakınları da övülecek, kendilerine ödüller verilecekti. Böyle çifte standartlara alıştığımız için artık ne şaşırıyor ne de öfkeleniyoruz; acı acı gülümseyip geçiyoruz.

Bu vesile ile adı geçen vakfın değerli ve onurlu hizmetçilerinin yaptıkları açıklamadan bir kısmını aşağıya alıyorum:

'Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (TÜRGEV) 1996 yılında Türk Medeni Kanunu'na göre kurulmuş olup vakıf senedinde belirtilen amaçlar doğrultusunda ülkemiz gençliğine hizmet vermektedir. 18 yıldır yükseköğrenim gören binlerce kız öğrencimizin eğitimine katkıda bulunan TÜRGEV, halen 2000'in üzerinde öğrenciye hizmet vermeye devam etmektedir. Öğrencilere burs veren, en iyi şartlarda barınma hizmeti sağlayan vakfımız, ayrıca da şehit yakını ve yetim öğrencilerimize destek olmakta; burs ve ücretsiz barınma hizmetleri sağlamaktadır.'

'Vakfımız yurt işletmeciliği yaparken asla kâr amacı gütmemektedir. Hizmetlerde kâr değil, sosyal hizmet amaçlanmaktadır. Vakfımızın çalışan personeli dışında ne yönetim ne denetim kurulu ve ne de genel kurul üyeleri vakıftan hiçbir ücret almamaktadır. Yapılan tüm çalışmalar 'gönüllülük' esasına göre ve 'gençliğimize hizmet' gayesiyle yapılmaktadır.'

TÜRGEV, ENSAR, ÖNDER, İLİM YAYMA, HÜDAYİ, İSAR, BİLİM SANAT, ANADOLU PLATFORMU gibi birçok vakıf ve derneğimiz, değerlerimize sahip çıkacak, medeniyetimizi ihya ve inşa edecek bir gençlik yetiştirmek, çeşitli sosyal ihtiyaçları karşılamak, dertlilerin dertlerine derman olmak için gece gündüz çalışıyorlar. Buralarda menfaat beklemeden hizmet verenler Allah'ın sevgili kullarıdır.

Medeniyetimiz aynı zamanda bir 'vakıf medeniyeti'dir. Halkımızın genlerinde vakıf hassasiyeti mevcuttur. Kim ne derse desin halkımız bu mirasa sahip çıkacak ve bu güzel, yararlı, sevaplı hizmet alanına alakasını arttırarak devam ettirecektir.

Yerdeki bazı yaratıkların uluması gökte seyreden bulutları etkilemez, etkilememelidir!

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/HayrettinKaraman/vakiflara-bagis-rusvet-olur-mu/47685




İslam'a hizmet kuruluşlarına bağışlar

Çok partili demokrasiye geçmeden önce Diyanet'in kadrosu oldukça kısıtlı idi. Şehirlerde ve köylerde birçok camiin kadrolu görevlisi yoktu. Cemaat kendi aralarında topladıkları bağış para, tahıl vb.nden, din görevlisine aylık öderlerdi.

Cami, Kur'an kursu gibi din eğitimi ve ibadet yerleri yine halktan toplanan bağışlarla yapılırdı, şimdi Diyanet Vakfı, belediyeler ve vakıflar devreye girmiş olsalar da halkın bağışı devam etmektedir.

Dindar halkımız hem çocuklarının, inandıkları dinin eğitim ve öğretimini almaları, hem de gittikçe azalan ve yetersizleşen din görevlileri sebebiyle boşluğu doldurmak için 1950'den sonra okul istediler. 1951 yılında ülkemizin yedi vilayetinde yedi yıllık İmam Hatip Okulları açıldı. Hiçbirinin devlet veya yerel yönetimler tarafından yapılmış bir binası yoktu. Ya hayır sahiplerinin bağışladığı veya bazı kurum ve kuruluşlara ait boş, fakat yetersiz, eksikli binalarda öğretim ve eğitim başladı. Ben Konya İmam Hatip Okulu'na girmiştim. Binası eskiden polis koleji olarak kullanılmış oldukça eskimiş, yetersiz, okul için elverişsiz bir bina idi.

Türkiye'nin yedi vilayetinde dindar ve hamiyetli Müslümanlar kolları sıvadılar, yaptırma ve yaşatma dernekleri kurdular, halktan bağış toplayarak İmam Hatip Okulları için uygun binalar yaptırmaya koyuldular. Konya'da Hacıüveyszade Mustafa Efendi Hocamız o yaşında beni veya benim gibi öğrencilerden birini, gideceği köyden itibarlı bir zatı da yanına alarak köy köy dolaşır, öğrencilere Kur'an okutur, vaaz verdirir, sonra köylüden yardım isterdi. Tozlu yollarda, sıcak havada uzak köylere gittiğimizi, arabadan indiğimizde terin üzerine yapışmış toz ile çamurdan adama döndüğümüzü hatırlıyorum.

Bu okullar işte bu yoldan halkın bağışlarıyla yapıldı. Sonra Yüksek Okullar ve Fakülteler kuruldu, halk bunlar için de önemli bağışlarda bulundular, yurt ve okul binaları yaptılar, yapıyorlar.

Yalnız İmam Hatip Okulları ve Kur'an Kursları mı bu yardımlardan yararlandı? Elbette hayır. Dernek ve vakıfların yurt içinde ve dışında kurdukları özel okullar, kolejler, kurs ve yurt binaları, bunların zorunlu ve gelirlerinin karşılayamadığı giderlerini de yine dindar halkımız Allah rızası için karşıladılar, karşılamaya devam ediyorlar.

Şimdi Müslümanların daha hür, daha rahat oldukları bir zamanda hayır kurumlarına ve din hizmetine ait yapılara yapılan yardımların mesele yapılması, bunlara ayrılmış olduğunu ilgililerin onayladıkları ve tanıklık ettikleri meblağlara, 'mal bulmuş mağribî gibi' el koymaları, verenleri ve aracılık edenleri sahtekarlık ve hırsızlıkla suçlamaları düşündürücüdür. Toplamada, bir yerde korumada, aktarmada, kayıtta usulsüzlükler olabilir, kimse 'bunlar oluversin' demez, ama usul hatası başkadır, hayır ve hizmet sahiplerini bin pişman hale getirecek kötü muamele başkadır.

İlgililer bu paraları geri versinler vermesinler, dindar ve hamiyetli halkımız yine de hem Balkan Üniversitesi'nin, hem Osmancık İmam Hatip Okulu'nun, hem de diğer hayır ve din hizmeti yapılarının ihtiyaçlarını ibadet hazzı içinde karşılayacaklar ve bu kervan yürümeye devam edecektir.

Şunu da şimdilik kısaca not edeyim ve günü geldiğinde daha uzun yazayım:

Ben bir İmam Hatipliyim ve bu okullardan halkımızın din eğitim ve öğretimi bakımından büyük faydalar sağlayacağına inanıyorum, elimden geldiği kadar da yardımcı oluyorum. Ama biz tekelci, ayrımcı ve rekabetçi değiliz; kimse de böyle olmamalıdır. Ülkemizde ne kadar hayra hizmet kurum ve kuruluşu varsa birbirini kardeş bilmeli, hayırda yarışmalı ve hizmeti -bu arada bağışları ve imkanları- adil olarak paylaşmalıdırlar.

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/HayrettinKaraman/islama-hizmet-kuruluslarina-bagislar/45435



Oyunu bozmak için el ele

Doğru bakan ve gerçeği görenler şu hükümde/tespitte ittifak ediyorlar:

Çevre, yolsuzluk, diktatörlük kavramları ve her zaman olan bazı münferit vakalar kullanılarak başlatılan kalkışmalar, operasyonlar, medya savaşları içeriden ve dışarıdan Türkiye'yi çökertmek/engellemek içindir.

Türkiye niçin çökertilecek ve engellenecek?

Çünkü Türkiye; çarpık, zalim, sömürücü ve sömürgeci dünya düzenine/sistemine hayır demeye başlamış, mazlum milletlerin yanında yer alarak daha adil, insani ve adalet dairesinde barışçı bir dünyanın oluşması için yola koyulmuştur. Yalnız gayri Müslim ülkeler değil, bazı zalim İslam ülkeleri de bu savaşta Türkiye'nin karşısında, emperyalistlerin safında yer almaktadırlar.

Emperyalist Batı, ümmetin varlık ve birlik garantisi olan Osmanlı'yı, savaşarak değil, unsurları birbirine düşürerek ve Müslümanları kendi aralarında savaştırarak yıktılar. Parçalanıp zayıf düşen bir devleti savaşta yenmek, biçilmiş buğday saplarını toplamak gibidir.

Müslümanların niyeti/maksadı ne olursa olsun, 'ümmete savaş açmış, zalim düzenin devamından yana' olan sömürgeci/sömürücü devletlerle işbirliği yapamaz, onlara destek veremez ve onlardan medet umamazlar. Birlik ve beraberlik içinde hareket ettikleri sürece ümmet kendine yeter; 'ötekinden imdat isteyenler zaferden ümidi kesmelidirler'.

Yeni Türk dış politikasını tenkit etmek, iyi niyetle tavsiyelerde bulunmak her vatandaşın hakkıdır. Ama halkın büyük çoğunluğunun oyunu alarak iktidara gelmiş ve halkına hesap verme durumunda olan iktidarın da 'bir dış politika' belirleyip uygulama hakkı vardır. Daha iyiyi ve doğruyu bulmak için tartışmak, fikir alış verişinde bulunmak makul ve makbul, 'beğenmiyorum diye düşmanlarla işbirliği yapmak' gayr-i meşru ve zararlıdır.

Çare:

Derin ideolojik ihtilaf sebebiyle iktidara karşı olanlar bir yana aynı kıbleye yönelen bütün insanımızın, bu yıkıcı savaş karşısında el ele vermeleri gerekiyor.

Ağaç, çevre, yolsuzluk gibi bahanelere (oltalara) takılmadan asıl maksadı görmek ve bu suikastı önlemeyi öncelemek gerekiyor. Unutmayalım ki, en büyük yolsuzluk 'vesayetin avdetidir'.

'Biz barış istiyoruz, meşru olmayan yapı içinde yokuz, devlet içinde devlet olmak gibi bir hedefimiz de yok...' diyenler bir dakika gecikmeden dillerini ve davranışlarını değiştirmelidirler. Türkiye'ye karşı açılmış savaşta, bilerek bilmeyerek, isteyerek istemeden düşmanın işine yarayacak dil ve davranış içinde olmak iç (kardeşler arası) barışın en büyük engelidir.

Dün (Cumartesi günü) gazetelerde yer alan 'çok geniş sivil toplum dayanışması ve iktidar desteği' ümitlerimizi yeşertiyor. Bütün Türkiye'yi kaplayan bu 'el ele duruş'un dışında hiçbir 'kardeş' kalmamalıdır.

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez

Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.

yenisafak.com.tr/yazarlar/HayrettinKaraman/oyunu-bozmak-icin-el-ele/48087





Rüşvete ve yolsuzluğa fetva verilmez

Benim rüşvete fetva verdiğimi, yolsuzlukların örtülmesini istediğimi söyleyen veya ima eden ahlak yoksunlarına, eğer Müslüman iseler, iftiranın, karalamanın, itibar katlinin dünyada ve ahretteki sorumluluğunu hatırlatıyorum. Müslüman değilseler, dillerinden düşürmedikleri 'evrensel ahlak kitabında yaptıklarının yeri var mı' diye soruyorum.

Benim elli civarında kitabım, binlerce sayfa yazıyı içeren sitem var; buralarda ne söylediğim, ne yazdığım ortada, bunları bırakıp da kapalı kapıları zorlayanlara sesleniyorum: Dini konuşma ve açıklama bakımından açamayacağım bir kapım yoktur, arkadan dolanmaya, casusluk yapmaya gerek yok, bana sorabilirsiniz.

Ben yolsuzluğun üstü örtülsün, yolsuzluk yapanların üzerine gidilmesin filan demem; ama:

Din, hukuk ve ahlaka aykırı olduğu halde suçu sabit olmamış, hüküm giymemiş, hükmü temyizde tasdik edilmemiş insanlara –ki, bunlar henüz masumdurlar- sırf itham ve iddialara dayanarak 'suçlu' muamelesi yapmam, yapılmasına razı olmam, onların ve ailelerinin maruz kaldıkları maddi ve manevi işkenceye itiraz ederim.

Yolsuzluk iddiaları ile ilgili bilgileri hukuka ve ahlaka aykırı olduğu halde elde edip çarşaf çarşaf ilan edenlere 'zalim ve ahlaksız' derim.

Kendilerini aynı zamanda 'savcı, hakim ve yüksek hakim' yerine koyup insanları suçlayan ve mahkum edenlere, 'yahu sizde hiç insaf, vicdan, utanma duygusu, Allah korkusu, manevi sorumluluk hissiyatı... yok mu' derim.

Şeytana ve nefse uyup ister özele, ister kamuya yönelik bir haksızlık yapan, suç işleyen, milyonların kul hakkını yiyen kimselere -bu suçlar sabit olduğunda- asla müsamaha etmem, cezalarını çekmelerini isterim; ama cezalarını çekerken de 'keşke yapmasaydılar, hem kendilerine hem çevrelerine yazık ettiler' der, üzülürüm.

Bazılarının iftira ettikleri gibi bana başbakan, belediye başkanı iken, 'Hocam, daha güçlenmemiz, davayı sağlama almamız gerek. İhale verdiğimiz kişilerin kârlarından komisyon alabilir miyiz?' diye bir soru sormadı ve ben de ne ona, ne de bir başkasına 'Evet' diye cevap vermedim.

Bana o değil ama birçok kişi, 'Devletten veya belediyelerden haklı ve meşru olarak ihale alıp istifade ve kâr eden kimseleri, yardımda bulunsunlar diye hayır kurumlarına yönlendirsek bunda bir sakınca var mıdır' diye sordular.

Buna verdiğim cevap şudur:

Hayır işlesin diye teşvik ve sevkettiğiniz kimseler Müslüman iseler ve siz istemeseniz bu yardımı yapmayacak idiyseler ve/veya bir daha iş ve ihale alamam diye bu yardımı yaparlarsa bundan ecir (sevap) alamazlar. Ama kayıtlı ve şeffaf olmaları şartıyla hayır kurumları bundan istifade edebilirler; çünkü onların bir zorlamaları ve baskıları söz konusu değildir, verenin de baskı altında verdiği bilgisine sahip değillerdir.

Hemen kaydedeyim ki, insanları bir yerlere toplayıp manevi baskı yaparak yardım toplandığında da yukarıdaki sakınca (sevap alamama) sakıncası vardır. En uygunu insanlara, baskı yapmadan, mecbur bırakmadan ihtiyacı bildirmek ve hür iradeleriyle istedikleri kadar yardım etmelerine imkan vermektir.

Bir yerlere yardım edecek diye bir kimseye 'layık, ehil, en iyisi, en hesaplısı, kamu için en yararlısı olmadığı halde' ihale verilirse yapılan ihanet olur ve elbette caiz olmaz.

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/HayrettinKaraman/rusvete-ve-yolsuzluga-fetva-verilmez/45227
#293


Türkiye'de 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonuyla başlayan süreç yeni bir boyut kazandı. Uzmanlar, gelişmelerin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a muhtemel yansımalarını DW'ye değerlendirdi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye'yi sarsan yolsuzluk operasyonu ile ilgili olarak hükümetinin siyasi bir komplo ile karşı karşıya olduğunu vurguluyor.

Gülen cemaatinin devlet içinde, özellikle de polis teşkilatındaki örgütlenmesini konu alan İmamın Ordusu adlı kitabın yazarı gazeteci Ahmet Şık da Erdoğan'ı siyaset sahnesinden silmeyi hedefleyen bir siyasi operasyonla karşı karşıya olunduğu görüşünde. Şık'a göre mevcut depremin artçı sarsıntıları Başbakan Erdoğan istifa edene ya da iktidardan gidene kadar devam edecek. Şık tüm yaşananların, devletin görünen ve görünmeyen yüzünde kimin iktidar olacağının kavgası olduğunu belirterek, "Son yolsuzluk soruşturmasının arkasındaki güç cemaattir, Gülen cemaatidir ve hükümeti iktidardan devirmek üzere hayata geçirilmiştir. Ve nihai hedefi Recep Tayyip Erdoğan'dır" diyor.

"Emniyet'i temizlemek mümkün değil"

Yolsuzluk skandalının ardından özellikle Emniyet Teşkilatı, yapılan görev değişiklikleriyle gündemde öne çıktı. Ahmet Şık, yapılan görev değişikliklerinin emniyetten cemaatin temizleneceği anlamına gelmediğini belirtiyor ve "Emniyetten cemaati temizlemek istiyorsanız emniyetin kapısına kilit vurup yeni bir emniyet müdürlüğü teşkilatı oluşturmanız gerekiyor" diyor:

"Şu örnekle anlatmak gerekiyor. İstanbul terörle mücadele müdürü 7 Şubat MİT krizinden sonra önceki müdürün yerine konulmuştu. Diğeri cemaatçi olduğu, bir komplonun içinde yer aldığı düşüncesiyle görevden el çektirilmişti, yerine de cemaatçi olmadığı düşünülerek bu emniyet müdürünü koydular, terörle mücadele müdürünü. E bakıyorsunuz son olayın içinde o emniyet müdürü de var ve yine görevden alındı."

"Daha misilleme başlamadı"

Ahmet Şık şimdiye kadar alınan önlemlerin sadece yeni gelecek soruşturmaların önünü kesmeye yönelik olduğunu belirterek, henüz cemaate yönelik bir misilleme adımı atılmadığını belirtiyor. Ahmet Şık, kendini gizlemeyi çok iyi beceren, gizli örgüt mantığıyla çalışan bir yapılanmayla karşı karşıya olunduğunu belirterek, bu yapılanmaya karşı mücadeledeki zorluklara dikkat çekiyor:


'Erdoğan hükümetinin sonunu getirebilir'


"Cemaate yönelik misillemenin henüz gelmediğini, bunun da dedikodusu bir süredir dolaşan bir örgüt operasyonu çerçevesinde olacağını düşünüyorum. Ama şöyle de bir sıkıntı var ki, emniyet teşkilatının büyük çoğunluğunun cemaatçi olduğu bilinen bir ortamda hangi polislerle siz bu operasyonu yapacaksınız, yargıda da bu kadar iyi örgütlendiği ortaya çıkan cemaatten bağımsız kalabilecek hangi savcıyla bu davayı açacaksınız, hangi hakim ve mahkeme heyetiyle bunu yürüteceksiniz? Bunlar çok önemli sorular."

"Erdoğan köşeye sıkıştı"

Almanya'nın önde gelen düşünce kuruluşlarından Berlin merkezli Bilim ve Politika Vakfı'ndan Türkiye uzmanı Günther Seufert, son olaylar ışığında Erdoğan ve partisinin kendi tabanında da itibar kaybına uğradığını belirtiyor ve ülke içi ve dışında ilişkilerin hızla bozulduğuna dikkat çekiyor:

"Erdoğan şu an önemli ölçüde zayıflamış durumda. Biliyorsunuz Türkiye'nin dış politikası da son iki yılda oldukça başarısızdı. İsrail ile ilişkiler, ABD ile ilişkiler... İran ile de, Mısır ile de çok iyi bir dönem değildi. AB ile ilişkiler neredeyse rafa kaldırılmıştı, üyelik müzakerelerinde pek bir ilerleme kaydedilemedi. Erdoğan'ın gösteriler ve göstericilere yönelik tepkileriyleTürkiye'deki liberallerle de arası açıldı. Şimdi de Müslüman muhafazakar halkın geniş kesimleriyle bu yolsuzluk skandalı konusunda ilişkileri bozuldu. Bu nedenle Erdoğan hükümetinin şu an gerçekten de köşeye sıkışmış olduğuna inanıyorum."

Erken seçim olasılığı

Ahmet Şık da Gülen cemaati ile Erdoğan arasındaki çekişmenin "çok ciddi ağır silahların da kullanıldığı bir savaş' haline dönüştüğünü belirterek sürecin nasıl sonuçlanacağını kestirmenin çok güç olduğunu kaydediyor. Peki yaşanan kriz önümüzdeki yılki seçim takvimine nasıl yansıyacak?

Mart ayındaki yerel seçimlerle genel seçimlerin birleştirilmesi olasılığı giderek daha yüksek sesle dile getiriliyor. Gazeteci Ahmet Şık da bu görüşü paylaşanlardan. Soruşturmanın üzerinden ne kadar çok zaman geçerse iktidar için kaybın o kadar fazla olacağını belirten Şık, bu noktada bir erken seçim kararının sürpriz olmayacağını kaydediyor. Şık, AKP içinden kırılmalar olabileceği yönündeki görüşleri ise şöyle değerlendiriyor:

"Elbette söz konusu. Erdoğan Bayraktar gibi Recep Tayyip Erdoğan'ın yıllardır bu kadar yakınında olan bir kişinin 'başbakanın istifa etmesi gerekiyor' açıklamasıyla bakanlık ve milletvekilliğinden istifa etmesi çok önemli bir şey. Bu parti içerisinde de ciddi kırılmalar olduğunun bir göstergesi. Cemaate yakınlığıyla bilinen iki milletvekili istifa etti. Birisi İdris Bal, birisi Hakan Şükür ve bunların devam edeceğini, -ama istifa edenlerin hepsinin cemaatçi olduğunu söylemiyorum- ama cemaat bu işi sonuna kadar kullanacak ve AKPnin alternatifini yine AKP içerisinden çıkarmaya çalışacakları bir plan hayata geçirileceğini düşünüyorum . AKP içerisinde de kopuşlar olacağı kesindir."

© Deutsche Welle Türkçe

Başak Özay / Beklan Kulaksızoğlu

Editör: Ahmet Günaltay
http://www.dw.de/nihai-hedef-erdo%C4%9Fan/a-17324334




Hem Hükümete hem de Cemaate muhalif konumda bulunan Ahmet Şık, 17 Aralık operasyonundan yaklaşık bir ay kadar önce Birgün Gazetesi'ne vermiş olduğu röportajda Hükümet-Cemaat arasında yakın geçmişte yaşanan sıkıntıları ve buradan hareketle geleceğe dair öngörülerini -kendi siyasi penceresinden- şu şekilde yorumlamıştı (röportajdaki gerek 2010 referandumuyla gerekse iktidar ve Başbakanla ilgili kesinlikle yanlış bulduğumuz eleştirilere rağmen bu röportajın ülkemizde yaşanan son gelişmelerin analiz edilmesine katkı sağlayacağını düşünüyoruz):

AKP'nin elinde Cemaat'i bitirebilecek bir arşiv var

BARIŞ İNCE'nin röportajı

Cemaat'in hedefi olmuş bir gazeteci Ahmet Şık. Polis teşkilatı içerisindeki cemaatçi örgütlenmeye dair yazdığı kitap yüzünden aylarca hapis yattı. Şimdi de AKP-Cemaat kavgasına dair bir kitap hazırlıyor. Ahmet Şık, dershaneler üzerinden yürüyen AKP-Cemaat kavgasının arka planını BirGün'e anlattı.

»Dershanelerle birlikte AKP cemaat gerilimi arttı. Bir rant kavgası varmış gibi gözükmekle beraber daha derinlerde ne var?
Dershanelerin kapatılması üzerinden bugün yeniden kamusal alanda görünür olan AKP-Cemaat savaşını finansal bir rant kavgası olarak görmek doğru değil. Elbette içinde finansal rantın da olduğu ancak son kertede tamamıyla siyasi bir kavga bu. Adını doğru koymak gerekirse, bu yaşananlar devlete kimin sahip olacağı savaşı. Devletin sadece görünen kısmına değil derinde yer alan yapısına yani kontrgerillaya da kimin sahip olacağı kavgası. Ancak AKP-Cemaat savaşını sadece bugüne bakarak yorumlamak da yanlış olur. Başlangıcı 1970'lerin sonuna dek uzanıyor. Ama Milli Görüş ile Gülen Cemaati arasındaki en büyük ilk kırılma bunlardan bağımsız olarak, bugünlerde de tartışma konusu olan 28 Şubat darbesinde yaşandı.

»Peki nasıl bir araya geldiler?
Günümüzün en önemli siyasal ve toplumsal iki güç odağının, 28 Şubat darbesi travmasından sonraki ilk yakınlaşması da AKP'yi iktidara taşıyan 2002 seçimleri öncesinde yaşandı. İçinden çıktığı Milli Görüş Hareketi'nin siyasal anlayışından kopmuş görüntüsü vermekle birlikte AKP aslında aynı siyasi geleneğin devamı olan ancak küreselleşme politikaları ekseninde neo-liberalizme uyum sağlayarak ehlileştirilen, bu sayede geleneksel sağ seçmeni de taraftarı haline getiren bir siyasal İslam modeliydi. Meşruiyetini sağlayacağı seçimlerde her bir oya ihtiyacı olan AKP ve siyaseti okuma becerisi ile iktidar koltuğuna oturacak her güç odağıyla kim olursa olsun yakın ilişki kurma "becerisine" sahip Gülen'in çıkarlarının kesişmesi dolayısıyla ikili sorunlu geçmişlerine "sünger" çekti. Bir cemaatler ve tarikatlar "konsorsiyumu" olarak iktidar olan AKP'nin ilk iktidar döneminde devlet rantının bölüşümünden Gülenciler de, tıpkı diğerleri gibi seçimlerde verdiği destek kadar faydalandı. Ancak bu hakkını, bürokrasideki örgütlenmede, özellikle stratejik önemi birkaç yıl içinde kendini gösterecek olan güvenlik ve yargı alanında kullandı. Cemaatin bu stratejik örgütlenmesi AKP'nin ikinci iktidar dönemi olan 2007 seçimlerinden sonra başlatılan ve Ergenekon süreci diye adlandırılan kimi siyasal davaların en önemli gücü oldu. Aynı sosyal ve siyasal tabandan beslenen AKP ve Gülen Cemaati, sorunlu geçmişlerinin üzerine kalın bir çizgi çekip Türkiye'nin yeniden biçimlendirildiği bu soruşturma ve davalar sürecinde güçlü bir ittifak kurdular. İttifakı sağlayansa, geçmişte bu iki yapıyı karşı karşıya getirmeyi de başarmış olan ordunun kendisiydi. 27 Nisan muhtırasından sonra AKP-Cemaat ortaklığı hayata geçti.

»Düşmanlığın da ortaklığın da nedeni ordu yani?
Aynen öyle. Aslında AKP iktidarını 3 döneme ayırmak gerekiyor. İlk dönem 2002 Kasım seçimlerinden 2007'ye kadar olan süreç. Özden Örnek günlüklerine baktığınızda, bu ilk döneminde askerin iktidarın ortağı olduğunu kabul etmiş bir Erdoğan portresi ile karşı karşıyayız. Askerin siyasetteki ağır gölgesinin bilincinde ve bu nedenle gücünü paylaşmaktan rahatsız olmayan bir Başbakan olduğunu Örnek anlatıyor zaten. Ancak 27 Nisan muhtırasıyla işin rengi değişiyor. Hakkını teslim etmek gerek ki o muhtıraya karşı olması gerekeni yaparak dik bir duruş sergiledi hükümet. Ancak iktidarı paylaşıyor olmasına rağmen ordunun hedefinde olmaktan kurtulamayan ve darbe planlarıyla alaşağı edilme tehlikesini gören Erdoğan, yapıtaşları daha önceden Ergenekon sürecinin hayata geçmesi için de, bu sürecin en önemli aktörü olan Cemaati iktidar ortağı yapmayı tercih etti. Zaten kendisine sunulan belge ve bilgilerle bu konunun yargı yoluyla ve büyük oranda denetim altına alınan medyanın susturulmasıyla çözüleceğine ikna olmuştu Erdoğan.

»Cemaat o dönemde polis ve yargıdaki gücünü göstererek Erdoğan'a "ben bu işi çözerim" dedi ve ittifak başladı diyorsun...
Öyle görünüyor. Geçmişte de hedefinde olduğu ordunun geriletilmesi Erdoğan'ın önceliği oldu doğal olarak. Zaten bu kadar sorunlu, kuşkulu ve haksızlıklarla dolu olan bu sürecin en tek kazanımı, ordunun olması gereken sınırın içine çekilmesi oldu. Ama ne acı ki bu, demokratik ve hukuki yöntemlerle değil bizzat ordunun yaptığı gibi kontrgerilla yöntemleri kullanılarak yapıldı. Nedeni de bugün Türkiye'nin otoriter, baskıcı, antidemokratik, diktatörlük gibi sıfatlarla anılıyor olmasıyla ortaya çıktı. Buradan yola çıkarak 2007 ile 12 Eylül 2010 arasına kadar geçen süreci de AKP ya da Erdoğan'ın ikinci iktidar dönemi olarak adlandırıyorum. Erdoğan'ın gücüne ortak istemediği, her şeye tek başına karar verip mutlak güç olmak istediği üçüncü iktidar dönemi de 2010 referandumu sonrasında başladı ve günümüze kadar geldi. Resmi olarak 2007 yılından başlayarak hayata geçirilen Ergenekon sürecinde kontrgerilla olma işlevini de Cemaat üstlendi. Daha doğrusu polis ve yargıda örgütlü gücüyle kontrgerilla yöntemlerini uygulayan Cemaatti. Bunu da sadece ben değil MİT krizi sonrasında "Devlet içinde devlet olmuşlar" diyerek Başbakan Erdoğan'ın kendisi de söyledi. Ancak bunun siyasal onay makamının da AKP iktidarı, dolayısıyla Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olduğunu göz önünde tutmakta fayda var. Mutabakatın siyasal gücü AKP, sahadaki tetikçi gücü de polis ve yargı teşkilatında örgütlenmiş cemaatin çete kanadı. Ve birinin suçu diğerinden daha az değil. İkisi de suç ortağı.

»Bugünkü savaşın başlangıcı MİT krizi mi?
Aslında öncesinde nüveleri zaman zaman ortaya çıkan bir savaş olmakla beraber MİT krizi meseleyi kamusal alana taşıdı. Öncesinde de dış politika anlayışındaki farklılık nedeniyle öne çıkan Mavi Marmara katliamı ile ilgili Gülen'in İsrail'in cinayetlerini arkaya alan tutumu vardı. Ancak 7 Şubat 2012'de ve sonrasında yaşananların ardında Cemaat'in olduğu, Başbakan Erdoğan ve Beşir Atalay'ın öncelikli hedef olduğu bir sivil darbe girişimiydi. Görünen hedefi MİT yöneticileri olmakla birlikte nihai hedef Erdoğan'dı. O MİT'çiler ifadeye gitse kesinlikle tutuklanacaklardı. Ardından da bu dokunulmazlık zırhının kapsamında olmayan bu "suçun" azmettiricileri olan Başbakan ve müzakere sürecinin koordinatörü sıfatıyla Beşir Atalay da tutuklanacaktı. Hükümet bu tehlikeyi görüp tartışmalı birtakım yasal değişikliklerle, polis teşkilatı ve yargı başta olmak üzere devlet bürokrasisi içindeki kritik noktalarda görevli Cemaatçi personel temizliğiyle bu saldırıyı savuşturdu. Ama AKP ve Cemaat arasındaki ilişkiyi bir daha tamir edilemeyecek derecede zedeledi bu girişim. Bugün dershaneler üzerinden tartışma konusu edilen savaşın en önemli cephesi MİT'tir. Buradan yola çıkılarak hem MİT'in hem de belirlenen isimlerin hedef alınması tesadüf değil.

»Neden?
En başta yaşananların devlete kimin sahip olacağı savaşı olduğunu söylemiştim. Bunun Cemaat açısından en önemli ayaklarından birisi MİT. Güvenlik bürokrasisini adeta örümcek ağı gibi kuşatmış bir Cemaat örgütlenmesi var. Başta İstihbarat Daire Başkanlığı olmak üzere Emniyet'in en önemli birimleri bir çete gibi çalışan Cemaat'in elinde. Siyasal davaların tek yürütücüsü olan polise göbeğinden bağlı olan yargının vurucu gücü olan faaliyet gösteren Özel Yetkili Mahkemeler de öyle. Ergenekon süreci de kanıtladı ki ordu içinde de ciddi örgütlenmesi olan bir Cemaat'le karşı karşıyayız. Güvenlik bürokrasisinin son ayağı olan MİT üzerinden bu kadar kavga kopması ise kanımca Cemaat'in orada istediği düzeyde örgütlenemediğinin bir işareti. Eğer o kale de düşerse, bu alanlara egemen olan bir güç zaten Türkiye'nin mutlak iktidarı olur. 7 Şubat darbe girişimiyle bu da ortaya çıktı zaten. MİT'in ve Hakan Fidan'ın hedef olmasının bir başka nedeninin daha olduğunu düşünüyorum.

»Nedir o?
Aslında daha önce de BirGün'de haberleştirmiştik bunu. Taraflarından da hiçbir yalanlama gelmedi ve hafıza tazelemek adına tekrar etmekte sakınca yok. Wikileaks belgelerinin içinde bir kripto var. Kriptoda, isimleri geçen beş kişinin İslami Cihad Birliği adlı bir örgütün üyesi olduğu ve ABD Sivil Hava Sahası için tehlike arz ettiği yazıyor. İsimlerin dördü El Kaide vb radikal dinci örgütlerle bağlantılı olarak isimleri medyaya yansımış zaten. Ama bizi ilgilendiren isim 5'inci. O isim, Hanefi Avcı'nın asılsız suçlamalarla tutuklanmasına neden olan kitabında Cemaat'in Emniyet'ten sorumlu imamı diye adı geçen kişi olan O.H.Ö. Kriptoda bu bilginin kaynağı olarak da "yıllardır doğru bilgiler aldığımız Emniyet'teki üst düzey bir bürokrat" diyor. İddia edilen o ki Ö.H.O. Cemaat'in arşivlerini taşıdığı ABD'de havalimanında FBI tarafından gözaltına alınıyor. Ele geçirilen arşivler de ilgili birimler üzerinden Başbakanlığa ulaştırılıyor. Erdoğan'ın talimatıyla Hakan Fidan da bu arşivlerden yola çıkarak Cemaat'le ilgili bir rapor hazırlıyor. Ardından da devlet bürokrasisi içinde ciddi bir Cemaatçi kadro temizliği başlatılıyor. Fidan'ın konuşmalarının bulunduğu ses kayıtlarının sızdırılmasının bu iddiayla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu iddialar doğruysa sanırım hükümetin elinde Türkiye tarihinin en büyük örgüt davasını açacak bir arşiv bulunuyor.

»Yani Emniyet'te "eski imam yeni imam" kavgası mı var?
Cemaat içinde de bir kavga var ama bence bu dediğin gibi değil. Cemaat'in içinde sivil ve militarist iki kanadın kavgası var. Cemaat bir takım hukuksuzlukların kaynağı olarak anıldığında ve kendini savunamaz noktaya geldiğinde hep aynı yalana sığınıyor. Böylesine büyük bir camianın içine kontrgerilla unsurları ya da ajanlar sızmış olabileceği savunmasını yapıyorlar. Ama bizler kontrgerilla derken, Ergenekon süreci denilen siyasal davalar zinciri içinde yer almış unsurlardan bahsediyoruz. Cemaat'in medya organları da en bilinen kalemşorları da hep bu kontrgerilla faaliyetlerini savunageldiler. Ardında polisin ve yargının olduğu her türlü adaletsizlik ve hukuksuzlukta her zaman polisin ve yargının yanında saf tutup infaz gerçekleştiren cellatların rolünü üstlendiler. Bu hukuksuzlukların yanında duruyorsanız siz de kontrgerilla ya da ajansınız o halde. Öte yandan artık cemaatin de yekpare bir yapı olduğunu düşünmüyorum. Şu anda rekabet ettiği bir güç odağı olan AKP ile savaştalar ve bir arada duruyor görünüyorlar o kadar. Ama özellikle, artık daha yaşlı ve giderek sağlık sorunları artan Fethullah Gülen sonrasında Cemaatnin ne olacağı kavgası olarak da okuyabiliriz yaşananları. Çünkü neo-liberalizmi tüm hücrelerine kadar özümsemiş, parasal değerini kimsenin bilmediği ama devasa diye anılan bir finansal güce sahip bir holding oldu Cemaat. Ve bu paraya kimin sahip olacağı da nasıl bölüşüleceği de koca bir soru işareti.

»Madem bu kadar büyük ve birçok cephesi olan bir savaş var, Cemaat neden dershaneler üzerinden hükümetle çatışmaya girdi?
Bu meselenin tartışılıyor olmasının tek iyi yanı ülkenin eğitimdeki kalitesizliğinin, rezilliğinin, sistemin pespayeliğinin ortaya çıkmış olması. Dershaneler bir neden değil sonuç. Ve öğrenciler dolayısıyla aileler eğitim sisteminin kanserli uru diyebileceğimiz dershanelere mahkûm. Cemaat de bunu bildiği için sınava bağımlı bir eğitim öğrenim sisteminin içinde dershaneler gibi herkesin hassasiyet gösterebileceği bir konuda kendini kolaylıkla mazlum gösterebileceği alanı tartışmaya açtı. Ancak konunun çatışan taraflarından ikisinin argümanları da yalan. Mesele ne eğitimde yaratılan fırsat eşitliği ne de dershanelerin bir kene gibi halkın kanını emmesi. Sorun 3-5 dershane meselesi değil. Siyasi. Devlet erkinin paylaşılması meselesi. Öte yandan dershaneler Cemaat için ciddi bir finans ve insan kaynağı. Yıllık 4 milyar liranın üzerinde bir ciroyu barındıran sektörün yüzde 25'inin Cemaat'in elinde olduğu yazıldı. Ki bu paraya sınava hazırlık kitapları ve dershaneler içinde oluşturulan daha pahalı özel sınıflar üzerinden dönen parayı da eklediğinizde devasa bir bütçe çıkıyor karşımıza. 1 milyondan fazla öğrencinin de bu sistemin içinde olduğunu düşününce işin insan kaynağı da ortaya dökülmüş oluyor. Bana kalırsa AKP hükümeti dershanelerdeki Cemaat ağırlığını ki bunun içine okullar, yurtlar ve Işık Evleri denilen öğrenci evlerini de kattığımızda ortaya çıkan tabloyu bir milli güvenlik meselesi olarak ele aldı. O milli güvenlik meselesinin içinde AKP ve Erdoğan'ın siyasi geleceği de önemli bir yer tuttuğu için dershaneleri kapatmakta bu kadar kararlı görünüyor. İlginçtir, bu konuda Erdoğan hükümetine danışmanlık yapan isim de eski bir Cemaatçi.

»Kim o?
Cemaatçi oldukları dile getirilen isimlere ait internet sitelerinde bu isim telaffuz edildi ama biz rumuzla verelim: K.Ö. Emniyetin eski imamı olarak bilinen ve hatta Fethullah Gülen hakkında açılan davaların birinde de sanık olarak yer alan bu kişinin adını ilk yazan kişi de Önder Aytaç oldu. Nurettin Veren'den sonra ikinci itirafçı olarak anılıyor. Aytaç ve cemaatin diğer tetikçi kalemlerinin iddiasına göre Hakan Fidan koordinasyonunda yürütülen savaşta danışmanlık hizmeti verdiği söyleniyor. Dershanelerin kapatılmasını öneren K.Ö'nün okullar üzerinden ortaya çıkan Cemaat tehlikesinin ne olduğuna dair kapsamlı bir rapor yazdığı da iddialar arasında. Merak ediyorum acaba o raporlarda neler yazıldı, neler söylendi ki dershaneler ya da Cemaat bir milli güvenlik meselesi haline geldi? Bana kalırsa ve ortaya çıktığı üzere Cemaat eğitim yoluyla devlet bürokrasisini ele geçirerek devleti dönüştürmek peşinde. Yani konu üç beş dershane meselesi değil yüzeydeki ve derindeki devlet aygıtına kimin sahip olacağı meselesi.

***

Adeta nükleer savaş çıkar

»AKP-Cemaat savaşından kim galip çıkar?
Bu savaş gerçekten karşısındakini yok etmeye dönük olursa kazananı olmayacak bir savaş. Deyim yerindeyse "nükleer savaş" olur. Çünkü iki tarafın da elinde kanımca birbirini yok edecek etkide belge ve bilgi var. Öte yandan iki güç odağı da Ergenekon süreci dediğimiz darbe döneminin suç ortakları. Bu süreç soruşturma konusu olursa bu dönemin aktörlerinin cezaevindekilerle yer değiştirmesi kuvvetle muhtemel. Birbirlerinin gücünü olabildiğince tırpanlamaya çalışıp belli bir noktada mutabakat sağlayacaklardır. Cemaat açısından istenilen plan Erdoğan'sız bir AKP hükümeti. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı imzasıyla açıklanan 13 Ağustos bildirisine baktığımızda açık bir savaş ilanı görüyoruz. Cemaat gibi bugüne kadar hiçbir güç odağını karşısına almamış pragmatik bir oluşum, yakın dönem Türkiye siyasetinin en güçlü hareketine ve liderine savaş ilan edebilecek cesaretini gösterdi. ABD ve AB ülkeleri nezdinde de Erdoğan'ın yalnız kalmasıyla sonuçlanan Gezi direnişleri sonrasına denk gelmesi açısından zamanlaması doğru seçilmiş elbette. Ama burada önemli soru Cemaat'in kime ve neye güvenerek savaş ilan edebildiği. Bu savaş mevcut yetkileri üzerinden Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığına ikna edilip, yerine de "ılımlı bir zalimin" oturtulması şeklinde bir anlaşmayla da sonuçlanabilir. Ancak Erdoğan gibi hikmetinden sual edilmesini istemeyen ve içindeki diktatör özlemi bunca açığa çıkmış bir lider savaşa devam etmeyi de göze alabilir. Benim dileğim ikinci seçeneği tercih etmesi. Ama bu savaşta taraf tutmamanın en erdemli tutum olduğunu düşünüyorum. Çünkü taraflar ne demokrasi ne de barış niyetiyle cephedeler. İkisi de mutlak iktidarın peşinde.

***

'Yetmez ama evet' pespayeliğinin müsebbibleri özeleştiri bile vermedi

12 Eylül referandumu, 2007'den başlayarak devam eden zulüm düzeninin nirengi noktasıdır. Referanduma karşı çıkanlara, "faşist, militarist, darbe yanlısı, demokrasi karşıtı" gibi iftiralar atmaya kadar vardıran "Yetmez ama evet" pespayeliğinin müsebbibleri özeleştiri vermek bir yana hata yaptıklarını bile düşünmüyorlar. Ya da bu hatayı dile getirmekten kaçınıyorlar. 12 Eylül cuntasının yargılanacağına dair o ufacık umudu, oradan bir tırnak bile olsa koparma isteğini anlayabiliyorum ama sürecin bu hale geleceği de çok belliydi. Siyaset hata yapma riskinin en yüksek olduğu alanlardan biri ama önemli olan hatayla yüzleşip yüzleşememek. Hâlâ o dönemki yanlış tercihlerini savunuyor olmak, bu kişileri zulüm düzeninin suç ortağı yapıyor.

http://birgun.net/haber/akpnin-elinde-cemaati-bitirebilecek-bir-arsiv-var-7369.html
#294
17 Aralık 2013'te yargı eliyle başlatılan operasyon, devamında yaşanan olaylar ve Başbakanın "paralel devlet" söylemlerinden sonra akıllara Hanefi Avcı ve yazmış olduğu kitap geldi. Yeni Şafak Gazetesi'nden Ali Bayramoğlu, Hanefi Avcı'yı Silivri'deki hapishanede ziyaret ederek güncel olaylarla ilgili görüşlerini sordu. İşte o çarpıcı röportaj:

Hanefi Avcı'yla Silivri'de

Hükümet-cemaat kavgası, özellikle cemaatin yargı üzerinden yaptığı salvolar pek çok adli süreçle ilgili soru ve kuşkuları tekrar akla getirdi.

Cemaatin emniyet ve yargı içinde keyfi ve kendi hesabına girişimleriyle ilgili pek çok ciddi kanıt, şüphe var ve bu işin pek çok mağduru var.

Şüphe yok ki Hanefi Avcı bunların başında geliyor. 2010'da yayınladığı 'Haliç'te Yaşayan Simonlar, dün devlet, bugün cemaat' başlıklı, cemaati sorguladığı, pek çok yönüyle teşhir ettiği kitabı onu bir anda cemaatin 'hedef'i yapmıştı.

Fethullah Gülen, Avcı için o günlerde, 'Son günlerde emniyet teşkilatından birisinin 'falan yerde kadrolaşma' gibi çok yakışıksız iddiaları oldu. Allah taksirâtını affetsin, Allah insanları cehenneme gitme yoluna düşürmesin...' diyordu.

Tutuklandı Avcı. Solcu ve Ergenekoncu ilan edildi. Kitabı delil oldu.

Avcı tutuklandığı zaman bu köşede şunları söylemiştim:

'Bir emniyet müdürü 'teşkilat içinde, özellikle istihbaratta cemaat örgütlenmesi var, beni bile dinliyorlar' diyen bir kitap yazmakta, bir süre sonra, 'bir kadınla ilişkisi olduğuna ve bu yüzden izlendiğine dair bilgiler gazetelere servis edilmekte', ardından 'silahlı bir sol örgütle dolaylı teması olduğu iddiasıyla tutuklanmakta'... Avcı'nın tutuklanması her yönüyle izaha muhtaçtır...'

Kimi basın organlarında uğradığı itibarsızlaştırma ve kişilik katli girişimlerine, 'solculara işkence yaptığı günlerle özdeş kılınma' çalışmalarına rağmen Avcı, bu tarihten itibaren cemaatin adli imkanları kendi hesabına kullanmasını ve bunun mağduriyetini simgelemeye başladı.

Susurluk döneminde çeteler düzenini ifşa eden, TBMM Araştırma Komisyonu'nda, PKK'nın ve destekçilerinin imhası için yasa dışı operasyon birimlerinin Emniyet, MİT ve ordu içerisinde aynı kollardan kurulduğunu ortaya koyan adam, emniyet içinde yeni kuşak için idol haline gelmiş, doğruculuğuyla bilenen muhafazakar bir polis, Hanefi Avcı, 2013 Temmuz'nda Devrimci Karargah davasından, solculuktan 15 yıla mahkum edildi.

O ceza bana şu satırları yazdırmıştı:

'Susurluk devletinin egemen olduğu o dönemde bile bugün olduğu gibi 'ödüllendirilme'ye yeltenilmedi Avcı. Kendi ifadesiyle 'devlet dönemi'nde dahi bu türlü 'cezalandırılamadı. Devlet ile cemaat arasındaki usül ve güç farkı mı diyelim?..'

Geçen hafta salı günü, Adalet Bakanı'nın verdiği izinle, Silivri'ye Hanefi Avcı'yı görmeye gittim. Konuşmak, son olayları değerlendirmek, duygu ve kanaatlarını aktarmak için... Aşağıda okuyacağınız satırlar onunla yaptığım görüşme ve daha sonra onun bana yolladığı kimi notlarla ortaya çıktı.

Açık görüş yaptık Avcı'yla. İki ayrı koridorda iki ayrı kapısı olan, dar camekanlı bir odada, odayı ikiye kesecek şekilde monte edilmiş ince bir masaya benzeyen sabit bir rafta karşı karşıya oturduk. Kapılar üzerimize kitlendikten sonra 1 saatimiz vardı. Benim geldiğimi 10 dakika önce öğrenmişti, kaptığı kimi dosyalarla gelmişti görüşe. Anlatacağı, anlatmak istediği çok şey vardı doğal olarak, kendi davası üzerinden haksızlık ve hukuksuzluklar görülsün istiyordu. Anlatıyor, anlatıyordu. Olaylar, kişiler, dosyalar, kanun maddeleri...

POLİS YARGI DIŞARIDAN KOORDİNE EDİLİYOR

Bir ara durdurdum Hanefi Avcı'yı...

'Şu an yaşananlar karşısında ne hissediyorsunuz, haklı çıktınız, haklı çıktığınızı hükümet de gördü' dedim. Şöyle cevapladı beni:

'Haklı çıktım diye gram kadar sevindiğim yok. Bilinen, görünen bir şeydi. Bugün yaşananlar ülke için, insanlar için sıkıntılı bir durum. Bundan herkes zarar görecek. Hükümet de cemaat de, özellikle cemaat. Ama olumlu düşünecek olursak, bunun sayesinde belki bazı şeyler yerli yerine oturur. İnsanlar zamanla başka gerçekleri görüyor. Eskiden ben ve çevrem cemaatin verdiği eğitim hizmetini her şeyden değerli, her şeyden önemli görürdük.. İstihbarat için, telefon dinlemeler için de aynı şey oldu. Ben bunları suç takip için çok önemli görürdüm. Ancak yeri geldiği zaman bunun ne kadar sorun yaratabileceğini, nasıl kötüye kullanabileceğini, nasıl haksızlığa yol açabileceğini de gördüm...'

Şu an yaşanan büyük gerilimi nasıl değerlendirdiğini sordum Avcı'ya:

Yanıtı şu oldu:

'Bu olayın adı ne, nasıl tanımlamak lazım ve kim haklı? Bu sorulara cevap vermek için önce şu an ki durum ne onu bir tam tespit etmek gerek. Geçmişime bakıldığında her iki tarafa da en yakın kişiyim, samimi, içten, onlarla gönül bağı olan, aynı değerlere inanan, özel dünyamda aynı yaşam biçimini arzulayan biriyim. Bu yetiştiğim çevremden, özel yaşamımdan, yakınlarımdan bilinen, anlaşılan bir halimdir. Bugün ise her ikisinden de ağır cezalar gördüm. Cemaat uydurma iddialar, iftiralar ile bana ceza davaları açılmasında etkin oldu, hükümet ise haksız yere birkaç defa meslekten, memuriyetten ihraç ve onlarca disiplin cezası verdi.

Ama bugün durum şu: Hiçbir ülkede hiçbir iktidar kendi kurumlarının dışarıdan birilerince yönetilmesine ve kendi menfaatleri için kullanmasına müsaade edemez. Hatta cemaatin kendi elemanlarının kurduğu bir iktidar bile olsa, kendi kurumlarını ve memurlarını kendisi yönetmek ister. Dışarıdan kendi cemaatinden birilerinin karışmasına razı olmaz. Hangi iktidar olursa olsun bu mücadeleyi yapmak zorunda.

Peki 'bugünkü noktaya gelineceğini bekliyor muydu Hanefi Avcı?'

'Üç yıldır hapisteyim. Uzaktan bakmak bazen iyi olabiliyor. Az bilgiyi iyi kullanabiliyorsunuz mesela. Bazı gelişmeleri baştan gördüm. Özel Yetkili Mahkemelerin buraya kadar geleceğini görüyordum. 2012'ye kadar tüm önemli soruşturmaların tüm tutuklama kararları aynı mahkemenin nöbetçi olduğu gün veriliyor. O gün başlıyor süreç. Hep aynı mahkeme, 10. Ağır Ceza Mahkemesi. Böyle bir tesadüf olabilir mi? Bunu görüyordum. Mahkeme heyetlerinde yargıçlar arası fikir, yorum farkları olur. Ama Özel Mahkemelere bakıyorsun, hiç yok. Hep aynı görüş, hepsi aynı fikirde. Böyle bir şey olamaz. Bunu görüyordum. Her soruşturmaya gizlilik kararı veriliyor ve sonuna kadar kaldırılmıyor. Bunu görüyordum. Örneğin bir kez kaldırılması için başvurdum. Bir hakim, 'mevzuatta yoktur, gizlilik kararı kaldırılamaz' kararı verdi. Daha sonra itiraz edince mahkeme heyeti, bu kararın yanlış olduğunu söyledi ama, o kararı veren hakim, Ömer Diken, 10. Ağır Ceza Reisi yapıldı...'

Bu, 'organizasyon', bu 'mekanizma' nasıl işliyor?

'Polisle adliye birlikte çalışmıyor. Her ikisini de dışarıda cemaatin yönetici kadroları koordine ediyor her ikisi de dışarıda cemaat yöneticilerinin emir ve talimatıyla iş yapıyor....' diyor Avcı...

Şöyle devam ediyor:

'Kamu kurumunda çalışan her kişi kendi elde ettiği bilgileri, cemaate aktarıyor. Bu yukarıda birleştiriliyor. Büyük bir havuz oluşturuyorlar. Sonra kime dava açılacak, kim tutuklanacak yukarıda karar veriyorlar. Önce olayı kendileri yakın medya üzerinden sızdırıyorlar. Sonra polis savcının işini yapıyor. Tespit tutanağı fezlekeye geçiyor. Fezleke iddianameyee dönüyor. Örneğin bir dilekçe veriyorsun ya da soruşturma başlıyor. Öne arkaya kaydırarak belli kişi ve makama denk getiriliyor. Savcılar şikayet dilekçilerini dikkate almıyor. Tanık üretiliyor. Bu adamların çalışma biçiminin gösterilmesi lazım. Binlerce insan dinlenmiş kimsenin haberi yok'.

HÜKÜMET GEÇ KALDI

Şu örnekle bugün tartışılan HSYK'da gönderme yapıyordu:

'Ben bir şikayetimi HSYK'ya gönderdim. Gülersin, cevap iki sene sonra geldi. Bir yargıca havele etmişler, o da reddetmiş başvurumu. Ama vahim olan şu: Yargıçın verdiği dosya numarası benimki değil, bir başka numara. Dosyaya bile bakmadan reddetmiş talebi... Polis- savcının ve hakimin yaptığı hukuka aykırılıklar HSYK şikayet ediliyor ama aylar yıllar geçiyor hiçbir işlem yapılmıyor. Suç olduğu sabit belgeli hususlarda bile iki yıldan önce HSYK cevap vermiyor.'

Aslında nereden nereye gelindi. Silivri'ye gitmeden önce fikrini almak istediğim Ruşen Çakır, 'Beşir Atalay'ın İçişleri Bakanlığı zamanında Avcı'nın Emniyet Genel Müdür Yardımcısı yapılacağı söyleniyordu', diye bir hatırlatma yaptı...

Sordum bunu Avcı'ya.

Bakan Eskişehir'den beni Ankara'ya almak istedi. Daire başkanlığı önerdiler ama o zaman bu uygun olmazdı. Bakanın yanında olmam için bir formül aranıyordu. Bulunamadı. Ama o esnada cemaat haber gönderdi. Ankara dışına çıksın da nereye giderse gitsin diye...'

Bakanla konuşmalarını anlatırken aslında cemaatle ilgili derinlik meselesini de anlatıyordu.

Bakana anlattım o zaman, cemaat yapılanması sizin tahmininizden çok derin diye. Cemaat tüm bilgilere hakim. MİT'in, Emniyet'in, Maliyenin bilgileri ellerinde. Bu, büyük bir güçtür dedim. Bunun üzerine gidilmesini, denetim yapılmasını, yoksa büyük sorunlar doğabileceğini söyledim. Temelde istihbarat dairesi vardır. Sizin haberiniz olmadan, dinleyen kim adına dinliyor. Buna kim karar vermiş. Şube müdürü olabilir mi? Olmaz. Dışarıdan birileri talimat veriyor. İşte bunlardan birisi Kozan'lı Ömer...'

Hükümetin sorumluluğunu her fırsatta hissettiriyordu Avcı:

'Bir hüsnüniyet var bunlara karşı. O yüzden her şeyi yapabiliriz havasına girdiler. Hükümetin hoşgörüsüyle, görmezden gelmesiyle, bir iki ihlale göz yummasıyla iyice cesaretlendiler, ciddi hukuksuzluklar üretmeye kadar gittiler. Sahte delil üretmeye başladılar.'

En iyi bildiği konuyu emniyet istihbaratın altını özellikle çiziyordu:

'İşin çapı büyük. Cemaat kendi parasıyla dinleme cihazı alıp bunları emniyet istihbaratta tutup kullanıyor, TİB'de kendi kanallarıyla dinleme yapıyorlar. Sahtecilik operasyonunu onlar yapıyor. İzmir (casusluk) süreci bir reziliktir. Cemaatin istihbarattaki adamları, istihbaratın kendi fişlerini, kendileri için hazırladıkları fişleri seçip subayların bilgisayarına koymuşlar. Bir istihbaratçı olarak, bu adamları yetiştirmiş biri olarak, bunu görür görmez anlarım.'

İŞİN ESASI TEHLİKEYİ GÖRMEKTİR

Sonra şu kritik sorulara geldik:

Siz dışarıda olsanız işin başına getirilseniz, nasıl temizlerdiniz bu işi?

' İşin yüzde 90'lık kısmı tehlikeyi görmektir. Hükümet zamanında bunu görmedi ve büyük hata yaptı. Epey süredir Türkiye, resmi kurumları ve uygulamaları dışarıdan yönlendirilerek yapılan vahim olaylar yaşıyor. Polis-yargı bu sahada en hayati kurumlar. Kasıtlı hukuk ihlalleri yapıyorlar; insanlar, bu anormalliği normalleştirmeye, kanıksamaya, kabullenmeye itiliyor. Sanki polisi- yargıyı dışarıdan yönetmek, sahte deliller uydurmak, keyfi kararlar normalleştiriliyor. Onun için bugün en önemli safha olan olayın boyutunun yönetimce iyi algılandığı kanaatindeyim. Bu konunun çözümü konusunda en önemli şey, tabii ki keşke daha önce kitabı yazdığım zaman müdahil olunsa idi, o zamandan bu yana bu yapı çok genişledi, emniyette, tüm istihbaratta, KOM'da (Kaçaçılık ve Organize Suclar) nerdeyse ful denecek hale geldi, hemen hemen tüm istihbarat ve KOM şubelerine cemaat kadroları hakim oldu, tahribat arttı, cemaatin tayin terfi etkisini gören çok kişi de menfaati için o tarafa kaydı...'

Tehlikenin görüldüğü artık açık, şimdi ne yapmalı?

Evet, şimdi olayın halka anlatılması gerekir. Ben yaşamasam inanmazdım devletin kendi insanını sahte delil yaratarak suçlayacağını... Göstermek lazım, karşımızda görevini yapmaya çalışan bir polis–yargı düzeni yok. Hukuku tanımayan, ülkeyi ve devleti nereye getireceğini göremeyen, devleti devlet olmaktan çıkaran, devlete, yargıya-polise güveni yok eden bir çalışma biçimi ve yapı var. Gerçek yaşanan hukuksuzlukları halk tam bilmiyor onun için öncelikle bu konuda yapılan hukuksuzlukların ortaya konması gerekiyor. Bunu özellikle cemaatin tabanının görmesini sağlamak lazım. Cemaat polisleri, savcıları yaptıklarını devlet için yapmıyorlarsa, kimin için yapıyorlar, neden yapıyorlar sorusuyla anlatmak çok önemli. Özellikle cemaat tabanının bunları görmesi, soru sorması sağlanmalı.

Yöntemi ne olacak bunun?

Bence yöntem, sahtecileri ve sahtekarlıkları ortaya çıkarmaktır. Onları kendi evraklarıyla, işlemleriyle kıstırmaktır ve teşhir etmektir. Bu mümkün. Oda TV davası bende olsa, davayı ters çevirsek, ben bizi suçlayanların hepsinin sahtekar olduklarını ispat ederim, mahkum olmalarını sağlarım... İzmir soruşturması, casusluk davası bir reziliktir. Cemaat polisi kendi topladığı istihbarat bilgilerini almış, askerlerin bilgisayarlarına koymuş... Bunu teşhir etmek lazım...

'Bu sorunu çözmek için işin başına getirilseniz' dediğim zaman Avcı'nın girizgahı ruh halini göstermesi bakımından önemliydi. Bunca ağır siyasi meselese içinde bir ayrıntı gibi görünse de, bu ruh hali, haklılığı tescil edilmiş bir kamu görevlisinin iç dünyasına ve beklentilerine işaret ediyordu. Avcı böyle bir görevi neden almayacağını anlatırken, hapisteki bir tutukluyla değil, görev başındaki ya da göreve kısa ara vermiş bir emniyet müdürüyle koşuyor gibi hissettiriyordunuz kendinizi.

Şöyle:

' Böyle bir olayda birkaç sebepten görev almak istemem. Birincisi ben açıktan bu işe karşı biliniyorum, her yaptığım ön yargıyla taraflı anlaşılır halbuki bu mücadele herkesçe adil kabul edilecek şekilde olmalı. İkincisi bu işte karşıya çıkacak insanların çoğunu tanıyorum bir kısmı yanımda çalışmış kişilerdir ben eskide bir kişiyi dost kabul etmiş isem bu gün o bana kötülükte yapsa ben ona karşı hiçbir zaman zarar verecek işte bulunmak istemem. Üçüncüsü benim birikimim görev anlayışım hep devleti açıkta hedef alan terör gruplarına karşı olmuş, bu tür gruplara karşı personel tahkikatları konusunda uzmanlaşmış insanlara ihtiyaç vardır.

Söyledikleri önemli Avcı'nın, Dün uyardı, bugün yaşanıyor, yarına dair soru işaretleri taşıyor...

Ve hepsinden önemlisi bu adam bir öfke, intikam nedeniyle hala içeride yatıyor.

Tam mağduriyeti simgeliyor.

Makarayı nasıl ve ne kadar geriye sarmak gerektiğine işaret ediyor...

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AliBayramoglu/hanefi-avciyla-silivride/48122




Avcı'dan cemaate: Bir düşünün ne yapmak istiyorsunuz?, Ali Bayramoğlu, Yeni Şafak

Hem deneyimli bir istihbaratçı, hem deneyimli bir 'cemaat mağduru' olan Hanefi Avcı'nın gözleri 'cemaat'in üzerinde. Avcı, cemaat yapılanmasını derinlemesine ilk gören, bunun tehlikesine ilk işaret eden isim değil sadece, aynı zamanda bunlara cesaret ettiği için 3 yılı aşkın süredir manasız suçlama ve saçma iddialarla hapiste tutulan biri.

Avcı'nın gerek görüşmemiz esnasında, gerek daha sonra avukatı Emin Arslan ile gönderdiği notlardaki değerlendirmeleri 'kim haklı kim haksız sorusu'na dayanmıyor. Bu değerlendirmeler, kendisi açısından doğal olarak, 'devlet içinde cemaate yönelik bir düzeltme yapılmazsa ne olur endişesi' üzerine oturuyor.

Hanefi Avcı'yla tanışmam Susurluk günlerinde olmuştu. İlk karşılaşmamızda bana anlattıklarını, bu tür konuları yazan, polis-gazeteci ilişkisini seven biri olmadığımın altını çizerek, o kayıtla dinlemiştim.

O gün ve daha sonra Avcı bana ne anlattıysa zaman içinde doğrulandı.

Ama doğal bir şüphe mesafem hep oldu.

'Haliçteki Simonlar' kitabı çıktığında Dink davasıyla ilgili satırlarını eleştirerek, bunlara işaret ederek Avcı'nın cemaat yapılanması hakkında da abartabileceğini düşündüğümü söylemiştim. Ağzım yandı. İki ay sonra tutuklandı ve adım adım hiç bir değerlendirmesinin abartılı olmadığı ortaya çıktı. Benim merceğimi cemaat açısından farklı noktalara kaydırmamı da bu süreç hızlandırdı.

O zaman o söylesin biz dinleyelim...

Hanefi Avcı 7 Şubat 2011 MİT operasyonu hakkında ne düşünüyor? 17 Aralık soruşturmalarına teknik olarak nasıl bakıyor? Cemaate söyleyecek sözü var mı? Mevcut çatışmanın varacağı nokta hakkında tahminleri neler?

SAHTE DELİL KAYNIYOR

Önce mevcut soruşturmalar ve davalar...

Avcı'nın şu sözlerini bir kenara özelikle not etmek istiyorum:

"Her tahkikatta sahte delil üretildiği çok açık. Bu o kadar özensiz, basit yapılıyor ki, adil bir yargı olsa bunlara gülüp geçer, böyle saçma şey mi olur, bunlar sahte ve uydurma, der. Bu ülkede insanlar el yazısını unuttu mu, herkes her şeyi bilgisayara yazıyor, herkes dijital verilerle geziyor, kimse el yazısı kullanmıyor, bütün suç delilleri bilgisayarlarda... Her şey açık, isimler, adresler... Örgütlerde bile hiç kod, şifre yok... Birileri hiçbir işe yaramayacak notlar, yazılar üretiyor, üzerine bir isim yazıp, bu ismi suçluyor, tutukluyorlar. Bu örgütsel notlar gerçek örgüt faaliyeti olsa hiçbir işe yaramaz seviyede. Ama bu notlar hayat karartıyor..."

7 ŞUBAT MİT KRİZİ

Hükümet-cemaat çatışmasının açığa çıkması cemaatin ilk büyük hamlesiyle, 7 Şubat 2012'de MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın MİT'in izlediği rota yüzünden ifadeye çağrılmasıyla olmuştu.

Avcı'ya "işin istihbarat boyutu da var, bu konuda ne düşünüyorsunuz?" diye sordum.

İşte yanıtı:

"Basına önceden verilen bilgilere, belli kişilere MİT faaliyetleri ve bazı mensupları hakkında yazdırılan kamuoyunu hazırlamaya yönelik yazılara bakarak, MİT müsteşarı soruşturmasıyla ilgili tahminim şudur: Eğer 7 Şubat operasyonu durdurulmasaydı bugün birkaç yüz kişi tutuklu olurdu. MİT mensuplarının tutuklu olduğu bir davamız olurdu. 7 Şubat operasyonu başarılı olsaydı MİT'te muhalifler bertaraf edilecekti. Kendi taraftarları yönetime gelince devletin icrai bir gücü ve bilgi toplama, bilgiyi kullanma gücü tamamen cemaatin etkisi, denetimi altına girecek, böylece cemaat iç güvenlikte istediği politikaları uygulama imkanına kavuşacaktı..."

17 ARALIK SORUŞTURMASI...

Cemaatin ikinci büyük salvosu hiç şüphe yok ki, yolsuzluk dosya ve iddialarıyla hükümeti hedefleyen, tüm siyasi zemini titreten, devlet bunalımını tetikleyen 17 Aralık soruşturması ve sonrası....

Avcı 17 Aralık kriziyle ilgili doğal olarak doğrudan bir bilgiye sahip değil. Ancak bu sürecinin pek sorun ve anormallik içerdiğini, hükümete yönelik ciddi bir salvo olduğunu düşünüyor.

Şöyle söylüyor:

"Ben de yolsuzluğa, rüşvete, ihaleye fesat karıştırılmasına karşıyım. Hayatım bu işlerle mücadeleyle geçti. 1983 yılında Mersin'de hayali ihracat ve altın kaçakçılığı tahkikatı yaptım. Birçok üst düzey bakanlık yetkilisi, banka genel müdürü, holding patronunun adı geçti. KOM Başkanı iken Enerji Bakanlığı'nda ihale yolsuzlukları soruşturması yaptık, bazı AK Partililerin adı geçti. Kapıkule'de yolsuzluk operasyonu yaptık. Tüm bu operasyonlarda her zaman üstlerimizin haberi vardı. Enerji operasyonunda hem Enerji Bakanı'nın hem İçişleri Bakanı'nın haberi vardı. 17 Aralık soruşturmaları bu açıdan çok garip ve anormal. Özellikle emniyetin, özellikle istihbarat ve TEM (Terörle Mücadele) birimlerinin çalışma biçimlerini bilen insanlar için olay çok garip ve anormal'.."

AMİRDEN HABERSİZ SORUŞTURMA OLMAZ

Bu gariplik işinin altını özellikle çizmek gerek. Zira Avcı'nın anlattığı yerleşik ve yasal takip, izleme, soruşturma düzeni ile 17 Aralık soruşturması arasında oldukça büyük bir fark var. Bu fark adeta, otonom, içine kapalı, kendi niyetleri üzerinden hareket eden bir yapıya işaret ediyor.

Nasıl çalışır sistem sorusuna şu yanıtı veriyor Avcı:

"İstihbarat Dairesi bir örgüt hakkında çalışmaya başlarken, önce Emniyet Genel Müdürlüğü'ne rapor vererek olayı anlatır ve bu çalışmayla ilgili bir plan önerir. Plan onaylanırsa buna uygun olarak izleme, takip işleri başlar. İllerde de bundan önce emniyet müdürünün haberi olur. Ankara'ya yazı emniyet müdürünün imzası ile gider. Çalışma başlayınca her yapılan işlemden mutlaka merkeze bilgi verilir. Merkez her safhayı bilir. Her yazının bir sureti merkeze gönderilir. Her dinlenen telefon, her kişinin takip raporu merkeze gönderilir. İlde emniyet müdürüne ve onun vasıtasıyla valiye bilgi verilir. Merkezde ise daire başkanlığı her ilin yaptığı çalışmaları emniyet genel müdürlüğüne ve bakana arzeder. O kişiler teferruat bilmezler ama geneli bilirler. Merkeze hiç bilgi vermeden, emniyet müdürüne bilgi vermeden çalışma, operasyon hazırlığı imkansızdır. Çünkü her şey bilgisayarlarda kayıtlıdır ve merkez bilgisayarlarda yazılanları otomatik olarak görür ve bilir. Ayrıca il emniyet müdürlerine, valilere, ilin emniyetinden sorumlu olanlara bilgi vermeden, desteklerini almadan soruşturma yapmak zordur.

17 Aralık operasyonunda Emniyet Müdürünün, Valinin, Emniyet Genel Müdürünün, İçişleri Bakanının haberi olmamasını anlamak mümkün değil. Bir şube müdürü üstüne anlatmadığı çalışmayı neden yapar ki?"

CEMAATE BİR ÇİFT SÖZÜM VAR

Şüphe yok ki, Avcı'nın gönderdiği ek notlardaki en ilginç bölümlerden birisi cemaatle, yargıç, savcı, polisteki cemaat mensuplarıyla iç konuşması, onlara yönelik mesajıydı.

Şöyle diyordu:

"Bugüne kadar yapılana bakılırsa devlet içerindeki cemaat mensupları devletten çok cemaate bağlı olarak hareket etmiş, görevler oradan gelen talimatla belirlenmiştir. Polis, yargı ve diğer devlet kurumlarındaki cemaat mensuplarının belli istikametteki görevleri, kendi amirleri ve mutat usullerle değil, dışarıdan cemaat tarafından koordine edilmiştir.

Bence cemaat kadrolarındaki üst düzey polis müdürleri, hakimler ve savcılara şunu demek lazım:

Bir düşünün ne yapmak istiyorsunuz? Hiç bugün yaptığınız gibi bir devlet görevi, bir kamu anlayışı olabilir mi? Tüm bilgiler cemaatte birikecek, kararı cemaat verecek ve siz uygulayacaksınız!.. İşler arttıkça, büyüdükçe ne olacak?! İkinci bir cemaat arşivi mi kurulacak? Hiç bugünün dünyasında böyle bir devlet anlayışı olabilir mi?! Yargıçlar, savcılar, polis müdürleri dışarıdan idare edilmeyi nasıl kabul ediyor?! Adalet, yargı böyle bir çalışmayı, dışarıdan emirle iş yapmayı kabul edebilir mi?! Geçmişte baskı dönemlerinde, militarizmin baskısı nedeniyle, cemaat ve tüm siyasi grupların üzerinde baskı olduğu dönemlerde, kendinizi koruma adına, devlet içinde dayanışma ve örgütlülük halinde oldunuz. Bugün böyle bir yapıya gerek var mı; buna müsaade edilirse işin sonu nereye gider?"

BÖYLE DEVAM EDEMEZ

Evet, işin sonu nereye gider? Bu önemli bir soru. Kendi sorduğu soruya Avcı şu cevabı veriyor:

"Türkiye'de istihbarat ve KOM biriminin ve özel yetkili yargının uygulamaları ile sanki iki ayrı hukuk, iki ayrı devlet, iki ayrı uygulama varmış gibi bir görüntü ortaya çıktı. Ülkedeki bu ikilik mutlaka kaldırılmalı. Bu faaliyetin devamı herkes için felaket olur. Bugüne kadar yeterince fark ettirilmeden yapılan işlemler veya zararların tazmini ciddi sorun, ama bundan sonra devamını düşünmek korkunç. Bu, çok büyük çatışma getirir ve bu çatışmanın galibi de olmaz; AK Parti ve cemaatin karşısında olanlar dahil, bu ülkedeki herkes bundan zarar görür. Bu, devleti, toplumu, tüm değerleri temelinden sarsar. Devlet içinde veya devletin içindeki elamanlar vasıtasıyla devlet işlerinin tanzimi kabul edilemez olduğundan, cemaatin yaptığı da kabul edilemez, tanınamaz ve tartışılamaz..."

CEMAAT TAŞERONLUK MU YAPIYOR?

Avcı'nın görüşü şu:

"Ben cemaatin dış güçlerle, ABD veya şu ülkeyle veya bu teşkilatla işbirliği yaptığı konusunda bilgi sahibi değilim. Tahmin de etmem, milli olduklarını kabul ederek ülkeye ihanet etmeyeceklerine inanırım. Ancak dış ülkelerin bu tür yapıları, akıl almaz yöntemlerle, her şeyi, her yolu deneyerek, sofistike yöntemlerle kullanmak isteyeceklerini de bilirim. İstihbarat temini için bunca sistem kuran, uydu, uçaklar alan, trilyonlar harcayan istihbarat teşkilatlarının böyle bir yapıyı kullanmak için her yolu deneyeceklerini de tahmin ederim. O açıdan cemaat her yönüyle şeffaf olup, tüm gizli faaliyetlerden, devletle ilgili tüm işlerden uzak durmalıdır. Yoksa bu örgütlerin hedefi olmaktan kendini kurtaramaz. O ülkelerin yerinde olsam ben de yaparım; neden yapmayayım; böyle bir yapı varsa ben de kullanmayı, denetlemeyi düşünürüm..."

Evet, soru cevap turu bitti.

1 saat zaten çabuk geçmişti.

Kimi bölümleri ayakta konuşmak zorunda kalmış ve vedalaşmıştık Avcı'yla.

Dışarıda görüşürüz diye...

SON SÖZ: İADE-İ İTİBAR

Sahte belgeler, zorlama işlemler, zorlama kanıtlar, keyfi tutuklamalar, adli süreçleri siyasi palazlanma için kullanma, tahrif etme, kirli dosyalar açma veya temiz dosyaları kirletme gibi hadiselerde cemaatle ilişkili olduğu iddia edilen kişilerin oynadığı rol, bugün sadece Avcı'nın davalarını değil, Ergenekon'dan Balyoz'a diğer davaları da kimi yönleriyle tartışmaya açıyor. Bu konudaki iddialar, hükümet ve çevresi tarafından kendi yaşadıklarından hareketle daha fazla ciddiye alınıyor. Yeniden yargılama tartışmalarının zeminini de bu oluşturuyor. Avcı'nın söyledikleri, durumu ve tutumu bu zemine de işaret ediyor.

Hapisteki kitap ve zulüm

"Haliç'te Yaşayan Simonlar- Dün Devlet Bugün Cemaat", Ağustos 2010'da piyasaya çıktı. Yazarı, Hanefi Avcı Eylül 2010'da tutuklandı. Ve hakkında arka arkaya davalar açılmaya başlandı. Devrimci Karargah örgütü davası, Ergenekon davası, en nihayet PKK ve TİKKO örgütlerinin propagandasını yaptığı iddiasına dayanan üçüncü bir dava. Hemen hepsi kitabıyla ilişkiliydi. Kitabın yazılmış olması ve satırları ayrı ayrı suç delili sayıldı.

Devrimci Karargah davası sonuçlandı. Ve Hanefi Avcı, toplam 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Örgüt üyelerinin ceza alıp serbest kaldığı davada, örgüte yardım ettiği gerekçesiyle mahkum olan Hanefi Avcı'nın tutukluğunun devamına karar verildi!

Hanefi Avcı'nın bu soruşturma ve kovuşturmalarda karşı karşıya kaldığı hukuksuzlukları anlatmaya satırlar kafi gelmez.

Temyiz dilekçesinin bir yerinde şunları söylüyor Avcı:

"Terörle ve organize suçlarla mücadele görevlerim dolayısı ile çalıştığım her il, birim ve rütbede olmak üzere 244 defa takdir ve taltif edildim, bunlar dolayısı ile 24 defa takdirname, 747 maaş taltif, Başbakan ve Devlet Başkanınca takdirname ve hediye ile ödüllendirildim.

- Bir yandan, terörle mücadelede başarılı çalışmalarımdan dolayı onlarca taltif, takdir ödül alacağım, hep terörün yoğunlaştığı bölgelerde görevlendirileceğim, Emniyet Genel Müdürlüğü'nün, terörle mücadele sistemlerinin geliştirilmesinde önemli katkılarım olacak ve sol terör örgütlerinin hedefleri arasında olacağım,

- Diğer yandan, adı sanı doğru dürüst duyulmamış, hiç bir ferdini tanımadığım bir terör örgütüne, Eskişehir ilinde Emniyet Müdürü olup, İstanbul'da yardım edeceğim.

Bu suçu da emniyet müdürü olarak tüm grup nakillerini (para nakli) patlayıcı sevkiyatını, devlet büyüklerinin ilimdeki seyahatleri, askeri malzeme sevki konularında her şeyi bilecek konumda olmama rağmen bu konularda değil de kendi şikayetçi olduğum hukuka aykırılığı sahte isimler üzerinde alınmış istihbari dinleme kararını kitabımda yazarak ve aynı kararla dinlenen arkadaşıma 'sende savcılığa şikayet et' dediğim için bu suçu işlemiş oluyorum.

Benim durum ve konumumda bir insanın bir terör örgütüyle ilişkisinin olması makul olmadığı gibi bir birinden farklı ideoloji, inanç ve örgütsel faaliyet içerisinde bulunan 4 ayrı gizli terör örgütüyle, bu örgütlere karşı en ciddi görev yapmış bundan dolayı bu örgütlerin hedefi olan birinin aynı anda ilişkide olması insaf, akıl ve izanla bağdaşacak şey değildir..."


Ne demeli, haksız mı?

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AliBayramoglu/avcidan-cemaate-bir-dusunun-ne-yapmak-istiyorsunuz/48349






Hanefi Avcı'nın iddialarına Gülen Cemaatinden cevap geldi. İşte o cevap:

Avcı'nın iddiaları mahkemede çürütülmüş


MUSTAFA GÜRLEK - 14 Ocak 2014

Yeni Şafak Gazetesi, Hanefi Avcı hakkında geçmişte yayımladığı haberlerle çelişti. 29 Eylül 2010 tarihinde 'Örgüte yardımdan cezaevinde', 30 Eylül 2010'da da 'Kod adı Süleyman' başlıklarını atan gazete, dünkü manşetinde Avcı'nın 'MİT'in sırları bile ellerinde' iddiasını gündeme taşıdı. Suçlamalarına yer verdiği eski Emniyet Müdürü'nün haksızlığa uğradığını ileri sürdü.

Yeni Şafak Gazetesi yazarlarından Ali Bayramoğlu'nun eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı ile yaptığı röportajda, Avcı'nın iddialarının tutarsızlığı gözlerden kaçmadı. Avcı, Ergenekon ve Balyoz gibi kritik davaları kastederek, 2012'ye kadar bütün önemli soruşturmalarda tutuklama kararlarının 10. Ağır Ceza Mahkemesi'nin nöbetçi olduğu güne denk getirildiğini iddia etti. Ancak Ergenekon ve Balyoz gibi soruşturmalarda önemli kişiler hakkında verilen tutuklama kararlarının İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi'nin nöbetçi olmadığı dönemlerde verildiği, 11.,12. ve 14'üncü ceza mahkemeleri gibi 5-6 mahkemenin değişik defalar tutuklama kararlarında imzası olduğu görülüyor.

Yine, İzmir polisi tarafından 10 Mayıs 2012'de düzenlenen ve askeri sırların parayla satıldığı, fuhuş, tehdit çetesi iddialarını içeren 'askeri casusluk' davasında delillerin üretilip subayların bilgisayarlara konulduğu iddiaları da tutarsız. Avcı'nın "İzmir (casusluk) süreci bir rezilliktir. Cemaatin istihbarattaki adamları, istihbaratın kendi fişleri, kendileri için hazırladıkları fişleri seçip subayların bilgisayarına koymuşlar" şeklindeki iddiasını, Hava Kuvvetleri Komutanlığı'nın ortaya koyduğu deliller ve aramalar yapılırken aramalarda bulunan avukat, cumhuriyet savcısı ve askerî savcılık çürütüyor. Fuhuş ve şantaj yoluyla askeri bilgi ve belgeleri ele geçiren çeteyi, ilk olarak TSK deşifre etti. İlki 10 Mayıs 2012'de yapılan operasyonda bütün aramalar, şüphelilerin avukatları ve cumhuriyet savcısı nezaretinde yapıldı. Askeri birimlerde yapılan aramalarda da askeri savcılık daima hazır bulundu. Bu veriler de Hanefi Avcı'nın yalan söylediğini net bir şekilde ortaya koyuyor.

Avcı'nın yolu, 10. Ağır Ceza Mahkemesi'nden geçmedi

29 Eylül 2010 tarihinde Devrimci Karargâh Örgütü'ne yardım ettiği gerekçesiyle Ankara'da gözaltına alınan Avcı, İstanbul Beşiktaş Adliyesi'ne getirildi. 29 Eylül günü nöbetçi olan 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nde hâkim karşısına çıkartılan Avcı, "terör örgütüne yardım" suçlamasıyla tutuklandı. Avcı'nın, 14 Mart 2011 tarihinde Devrimci Karargâh Örgütü davasından tutuklu olduğu dönemde Savcı Zekeriya Öz tarafından Ergenekon soruşturması kapsamında ifadesi alındı. "Terör örgütü üyeliği ve örgüt adına faaliyetlerde bulunmak' suçlamasıyla nöbetçi 11. Ağır Ceza Mahkemesi'ne sevk edilen Avcı yine tutuklandı. Devrimci Karargâh Örgütü davası İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görüldü. 20 Temmuz 2013 tarihinde karara bağlanan davada Hanefi Avcı, "Yasa dışı silahlı terör örgütüne ve mensuplarına yardım etmek" gibi 4 farklı suçtan 15 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. Hanefi Avcı'nın yargılandığı iki ayrı davanın yolunun hiçbir zaman 10. Ağır Ceza Mahkemesi'nden geçmediği anlaşılıyor.

İstanbul Adliyesi'nin tarihi davalara ilişkin verileri de Avcı'nın 'tutuklamaları 10. Ağır Ceza Mahkemesi yaptı' iddialarını boşa çıkarıyor. 26 Ocak 2008 tarihinde Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınan emekli Tuğg. Veli Küçük, emekli Albay Fikri Karadağ ve avukat Kemal Kerinçsiz, çıkartıldıkları nöbetçi İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından tutuklandı. İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından, ADD Başkanı emekli Org. Şener Eruygur ile emekli Org. Hurşit Tolon da nöbetçi 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından tutuklandı. 12. Ağır Ceza Mahkemesi'nin nöbetçi hâkimi Oktay Kuban, 1 Nisan 2010'da aralarında Çetin Doğan'ın da bulunduğu 19 sanığı "kuvvetli suç olgusunun bulunmadığı" gerekçesiyle tahliye etti. Ancak savcılar, nöbetçi hâkimin aldığı bu karara itiraz etti ve 12. Ağır Ceza Mahkemesi üç kişilik heyet olarak toplandı. Mahkeme, 21 şüphelinin tekrar tutuklanmasına karar verdi.

http://www.zaman.com.tr/gundem_avcinin-iddialari-mahkemede-curutulmus_2193349.html
#295


28 Şubat postmodern darbe süreciyle birlikte 2004 yılında kapatılan Milli Gençlik Vakfı (MGV) yeniden kuruldu. 13 kişilik kurucular kurulu bulunan MGV'nin el konulan malları da iade edilecek.

28 Şubat sürecinin mağdur vakıfları arasında yeralan ve 2007 yılında kapatılan Milli Gençlik Vakfı (MGV) yeniden kuruldu. Vafkfın yakın zamanda faaliyetlerine başlayacağı öğrenildi.

10 yıl sonra kaldığı yerden

2013 yılının haziran ayında torba yasa olarak adlandırılan 6495 sayılı kanun ile 28 Şubat süreci sonrası kapatılan vakıfların tekrar kurulmasının önü açılmıştı. MGV'nin yeniden kurulması için Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi'ne yapılan başvuru, önceki gün karara bağlanarak resmileşti. Böylelikle MGV'nin yeniden kurulması kesinleşmiş oldu.

Mal varlıkları 3 ay içinde iade edilecek

Milli Gazete'de yer alan habere göre kapatıldığı gün 155 adet gayrimenkulüne el konularak Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne emanet edilen MGV'nin mal varlıkları ise 3 ay içinde tekrar iade edilecek. Mahkeme kararı sonrası kurulması resmileşen MGV'nin mal varlıkları için ise Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün önümüzdeki günlerde bir çalışma başlatarak, mal varlıklarını iade işlemine başlayacağı öğrenildi.

İŞTE MGV'NİN KURUCULAR KURULU

1-Nevzat Laleli

2-Adil Gündüz

3-Nazım Karaman

4-Ali Tandoğan

5-Yahya Zararsız

6-Ertan Yülek

7-Cengiz Acar

8-Enver Ergün

9-Muzaffer Baydar

10-Mükremin Karakoç

11-Fikret Erçoban

12-Av. Yılmaz Bölükbaşı

13-Burhan Uzgur

http://yenisafak.com.tr/gundem-haber/milli-genclik-vakfi-yeniden-kuruldu-08.01.2014-603241
#296


AK Parti Bartın Milletvekili Yılmaz Tunç'un hazırladığı ve içinde HSYK ile ilgili düzenlemenin de yer aldığı yasa teklifi, TBMM Başkanlığı'na sunuldu.

AK Parti, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ile ilgili yasa teklifini Meclis Başkanlığı'na sundu. Adalet Bakanı'nın HSYK üzerinde yetkisini arttıran teklif HSYK'nın yapısında bazı değişiklikler öngörüyor.

AK Parti milletvekilleri, içinde HSYK ile ilgili düzenlemenin de yer aldığı yasa teklifi hazırladı.
AK Parti Bartın Milletvekili Yılmaz Tunç ile çok sayıda AK Partili milletvekilinin imza koyduğu ve 52 maddeden oluşan teklif, HSYK'nın çalışma düzenini değiştiriyor. Teklif, Hakim ve Savcılar Kanunu, Adalet Akademisi Kanunu, Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş Görev ve Yetkileri Hakkında Kanun, HSYK Kanunu, Yargıtay Kanunu, Anayasa Mahkemesi Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'da değişiklik öngörüyor.

TBMM Başkanlığı'na sunulan teklifin gerekçesinde, geçen 3 yıllık süre içinde uygulama dikkate alınarak Kurulun daha etkin ve verimli çalışması amacıyla; kurul üyeliğine seçim usulü, dairelerin oluşumu, çalışma usulü ve görevleri ve kararlarına itiraz, Genel Kurulun ve Kurul Başkanı'nın görevleri, daire başkanı, genel sekreter, genel sekreter yardımcıları, teftiş kurulu başkan ve yardımcıları, kurul müfettişleri, kurul tetkik hakimleri ve idare personelin atama ve görevlendirilmeleri konularında değişiklik yapılması zorunluluğunun doğduğu ve bir genel sekreter yardımcısı kadrosunun ihdas edildiği ifade edildi.

Teklifle, geçen 10 yıllık sürede uygulama dikkate alınarak Adalet Akademisi'nin daha etkin ve verimli çalışması amacıyla başkan ve başkan yardımcılarının görevlendirme ve atanma usulü, genel kurul ve yönetim kurulunun oluşumu ve görevleri, hizmet birimlerinin daire başkanlığı şeklinde yapılandırılması, idari personelin atanma usulü, yeni kadroların ihdas edilmesi ve diğer konularda değişiklik yapılması gereğinin ortaya çıktığı belirtildi.
Teklifle, düzenlemenin yürürlüğe girdiği tarihte HSYK'da görev yapan Genel Sekreter, genel sekreter yardımcıları, Teftiş Kurulu Başkanı, Teftiş Kurulu başkan yardımcıları, Kurul müfettişleri, tetkik hakimleri ve idari personelin, kuruldaki görevleri bitecek. Ayrıca Kurul Başkanvekili ve daire başkanlarının bu görevleri ile Kurul üyelerinin dairelerdeki görevleri sonlanacak.

Düzenlemenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 10 gün içinde Kurulun Başkanı olan Adalet Bakanı; Kurul üyelerinin, asıl ve tamamlayıcı üye olarak görev yapacakları daireleri belirleyecek, Teftiş Kurulu Başkanı, Teftiş Kurulu başkan yardımcıları ve genel sekreter yardımcılarını atayacak.
Üyelerin görev yapacakları daireler belirlendikten sonra 10 gün içinde Genel Kurul tarafından; Daire başkanları ve başkanvekilinin seçimi gerçekleştirilecek, Genel Sekreter adayları belirlenecek. Genel Sekreter adayları belirlendikten sonraki 3 gün içinde Başkan tarafından Genel Sekreter atanacak. Kuruldaki görevleri sona eren Genel Sekreter, genel sekreter yardımcıları, Teftiş Kurulu Başkanı, Teftiş Kurulu başkan yardımcıları, Kurul müfettişleri ve tetkik hakimleri müktesepleri dikkate alınarak uygun görülecek bir göreve atanacak.
Kuruldaki görevleri sona eren idari personel, Adalet Bakanlığı tarafından mükteseplerine uygun bir göreve atanacak. Düzenlemenin yürürlüğe girdiği tarihte Kurul tarafından çıkarılan yönetmelik ve genelgelerin tamamı yürürlükten kalkacak.

Teklif, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekilliği için 3 yıl olan görev şartını da 6 yıla çıkarıyor.
Önce Meclis'te komisyonda görüşülecek teklif buradaki görüşmelerin ardından Genel Kurulu'na gelecek.
HSYK'nın yapısı 12 Eylül 2010 günü yapılan anayasa referandumu ile değişmişti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise 17 Ağustos operasyonunun ardından HSYK'ya ilişkin yaşananlarda büyük tepki göstermişti. Başbakan Erdoğan, Manisa'da toplu açılış töreninde yaptığı konuşmada Adalet Bakanlığı'nın HSYK'yı denetleme yetkisini kaldırmalarının yanlış olduğunu belirerek, "Orada yanlış yaptık. Kimsenin denetimsiz kalmaması gerekir. Bu ülkede başbakan denetlenecek, bakanlar denetlenecek, parlamento üyeleri denetlenecek bu beyler denetlenmeyecek, olmaz" diye konuşmuştu.

http://haber.stargazete.com/guncel/ak-partinin-hsyk-teklifi-meclis-baskanligina-sunuldu/haber-826461
#297


Bülent Yıldırım, İsrail ve yargıdaki cemaat yapılanmasının İHH'yı hedef aldığını anlatırken çarpıcı bir örnek verdi: Mavi Marmara katliamı için dava açılacağı zaman, bu grubun savcıları 'eğer dosyayı açarsanız İHH ile ilgili El Kaide dosyası da açılır' dedi. Yargı içinde masaya dosya koyarak tehdit eden savcılar var.

Geçtiğimiz gece İHH'ya ait Suriye'ye giden bir TIR'da silah bulunduğu iddiası bazı gazetelerin internet sitelerine haber olarak düştü. Ardından sosyal medyada bazı isimlerce iddia yayıldı. Kısa süre sonra iddianın asılsızlığı ortaya çıktı ancak haber çoktan yurt dışına servis edilmişti. TIR'ın İHH ile ilişkilendirilmesi Türkiye'nin teröre destek veren bir ülke olarak lanse edilmesi çabası olarak görüldü. Çok değil bundan 3-4 gün önce İHH Başkanı Bülent Yıldırım İHH'ya yönelik saldırılar beklediklerini açıklamıştı. Yıldırım'la neler olup bittiğini ve gündeme getirdiği suikast timini Yeni Şafak Gazetesi'nden Emeti Saruhan konuştu. İşte o röportaj:

Önceki gece İHH TIR'ında silah iddiası haberleştirildi. Çok geçmeden doğru olmadığı ortaya çıktı. Bu olayı nasıl yorumluyorsunuz?

Mavi Marmara hadisesinden sonra Türkiye İsrail ilişkileri dibe vurdu ve İsrail yalnızlaştı. Türkiye'yi kaybetmeleri Siyonist sermayenin büyük yara almasına sebep oldu Bu nedenle paniklediler. Türkiye ile ilişkileri eski düzeyine hatta daha büyük bir ittifaka çevirmek istiyorlar. Bunun için çok çeşitli tekliflerde bulundular. Bize de geldiler. İsrail Türkiye ilişkilerinin tekrar düzelmesi için yapılan anlaşmalara ses çıkarmamamız istendi.

Teklifler İsrail hükümeti tarafından mı geldi?

Tabii. Aracılar vasıtasıyla. Bazıları başka ülkeler üzerinden geldi. Biz bu teklifleri reddettik. Dolayısıyla İHH'yı bitirme kararı aldılar.

DOSYALAR HAZIRLADILAR

Nasıl yapacaklar bunu?


Üç konu üzerinde tartıştılar. Birincisi Bülent Yıldırım'ı öldürelim. Fakat öldürürsek kahraman olur dediler. İkincisi vakfa çeşitli devlet kurumları tarafından baskı yaptıralım başkanı değişsin, ki paralel devlet mensupları bu baskıyı yaptılar. Sonra Bülent Yıldırım gitse geride kalanlar aynı misyonu devam ettirecek dediler. O yüzden üçüncü yol olarak itibarsızlaştırmaya karar verdiler. Dosyalar hazırladılar.

Ne gibi dosyalar?

El Kaideci, İrancı dediler, özel hayatı öne sürdüler... Aklınıza gelen her iftirayı attılar. Fakat hiç biri tutmadı. Son olayın da İHH'yı itibarsızlaştırmak için yapıldığını düşünüyoruz. Demek ki İsrail'e bir söz verdiler. Bu sözün gereğini yerine getirmeleri isteniyor artık. Sanki bir TIR yakalanmış, içinde İHH'nın Suriye'ye götürdüğü silahlar varmış gibi bir kamuoyu oluşturma gayretine girdiler. Bunu İngilizce olarak da bütün dünyaya yaydılar. Bizler hemen net tepkimizi verdik. Jandarmaya ulaştık. Jandarma böyle bir TIR'ın kontrolleri altında olduğunu ancak İHH ile hiçbir ilgisi olmadığını bize bildirdi.

İTİBAR OPERASYONU VAR

TIR'ın kime ait olduğu, içinde ne olduğu açıklığa kavuştu mu?


Onu bilmiyoruz. Bir iftira atıldı. İftiranın asıl sebebini de biliyorsunuz, 3-4 gün önce İsrail Dışişleri Bakanı Liberman 'İHH bizim için büyük bir tehdittir' diye açıklama yaptı. Biz 2 gün önce Gazze'yle ilgili dünya çapında bir kampanya başlattık. Bu arada Türkiye'ye gelen bir suikast timi var. Arkasından da bir grubun mensupları İHH'nın silah yüklü TIR'ı yakalandı diye iftira kampanyası başlatıyor. Bu tabloyu okuyun.

Haberde TIR MİT'le de ilişkilendiriliyordu. Buradan konu Türkiye'nin teröre destek veren ülke imajı verilmesi noktasına gidiyor değil mi?

Şu anda uluslararası ceza mahkemesinde bir dosya hazırlıyorlar. Türkiye'yi teröre destek veren ülke konumuna düşürmek istiyorlar. Çünkü biz İsrail'i uluslararası ceza mahkemesinde yargılatmak için başvurduk ve ilk defa dünyada bu kabul edildi. Buna karşılık Sayın Başbakan'ı, arkadaşlarını ve İHH'yı teröre destek veren kişi ve kurumlar olarak göstermek istiyorlar. Sayın Başbakan İsrail'e karşı çok net tavır içinde. Mavi Marmara'dan sonra abluka kaldırılmadı, ambargo kaldırılmadı, tazminat miktarında da anlaşılamadı. İsrail bunları yapabilecek konumda kendisini göremiyor.

Neden?

Çünkü ablukanın asıl sebeplerinden biri de İsrail'in Filistin'e ait olan doğalgazdan Filistin'e pay vermek istememesi. Bunu Başbakan iktidarda oldukça yapamayacağını düşünüyor.

TÜRKİYE KASETLE ANILIYOR

Bahsettiğiniz suikast timi nereden geldi? Kim gönderdi?


Hangi ülkedeki Yahudi kökenli ismin yönlendirdiğini biliyoruz. Buraya gönderdikleri de kısmen belli. Hedef benim. Rahmetli Medet Ünlü'yü vuranlarla aynı çizgide olan bir yapı. Normalde bunu söylemeyip, bu timin yakalanmasını istememiz lazım ama bir kaos ortamı var. Gerçekten hükümet direniyor. Direnmese hepimiz altında kalırız. Biz de bu ortamda suikastlerin olabileceğini ortaya koymaya çalıştığımız için bunu açıkladık.

Hedefte başka kim var?

Benim için ortaya çıktı. Belki başkası için de var. O nedenle bu kaosu ortaya çıkaranlara sesleniyorum. Herkes geri çekilsin. Türkiye'de bundan sonra olacak her şeyden onlar sorumlu olur. Ülkenin ekonomisine, kazanımlarına, kendi hizmetinize, diğer STK'lara zarar verdiniz. Dünyada Türkiye'yi yolsuzluk ve kasetlerle anılır hale getirdiniz. Bir an önce özür dileyip tövbe edin ve geri çekilin. Aksi takdirde bu millet sizi unutmayacak.

BİR CEMAAT GİZLİ SERVİSLE GÖRÜŞEMEZ

Geride ülke olarak kim var?


Onu bilemeyiz. Tetikçiler A ülkesinden kullanılabilir, B ülkesinden kullanılabilir. Dünyada herkesle iletişime geçebiliyorlar. Utanmadan ve övünerek 'Biz sadece FBI ile değil, CIA'le, Mossad'la, İngiliz istihbaratıyla da, hepsiyle iletişim içindeyiz' diyen bir grup var Türkiye'de. Bir devlet bu ülkelerle gider, konuşur ama bir STK, bir cemaat böyle bir şey yapamaz.

Cemaat tasfiye ediliyor

Fethullah Gülen'in yanlış yönlendirildiği, gidenlerin görüştürülmediği de söyleniyor...


Ben buna itibar edemiyorum ama yanılıyorsam artık her şey deşifre oldu. Türkiye'ye gelsin. Hem onu yapmıyorsun. Hem bir sürü linç operasyonu içinde yer alıyorsun. Allah korusun ahlaksızca kaset işleri. Düşünün Hocaefendi diyor ki 'Ben bir kişiyi uyardım. 10 tane daha var.' Şimdi sana demezler mi sen nerden alıyorsun bu bilgiyi? O zaman sana bu bilgiyi vereni söyle. Bu kaset nereden çıkıyor bulsunlar. Dünyada düştüğümüz durumu görüyor musunuz? İslam'ın önemli şahsiyetlerinden biri olarak Hocaefendi görülüyor. Ve şu anda kasetlerle anılıyor. Şimdi biz tebliğ veya daveti neyle yapacağız? Ne kadar zarar verdiklerinin farkındalar mı? Hocaefendi gelsin bunu çözsün. Aksi takdirde biz canı yanan insanlar olarak kendimizi korumak zorundayız.

Hizmet hareketinin dünyadaki varlığını sürdürmek adına Türkiye'deki yapısını feda ettiği yönünde yorumlar var. Tüm yapı deşifre olmadı mı?

Rusya'dan, 'Bu okullar CIA merkezi diye' açıklama yapılıyor. Türkiye'de herkes bu işin arkasında Mossad, CIA var diye bas bas bağırıyor. Bu bütün dünyaya yayıldı. Sadece Türkiye'de değil, Avrupa, İslam dünyasında, her tarafta 'Kime çalışıyorlar, arkalarında kim var' diye soruluyor. Okulların olduğu heryerde bu konuşuluyor. Onun için aslında cemaat tasfiye ediliyor. Cemaate bir görev veriliyor. Yapamayınca tasfiye ediliyor. Cemaatin üst düzeyleri bu oyunu görmeli.

Bu tasfiye süreci mi?

Evet, 17 Aralık operasyonunda başarıya ulaşacaklarını düşündüler. Beceremediler. İkinci, üçüncü adımlar zevahiri kurtarmak için. Cemaat gidiyor şu anda. O yüzden cemaat içindekilere söylüyorum. Lideriniz veya değil, kim olursa olsun, eğer bu yanlış operasyon içindeyse emeğinizi kurtarmak için bir şura oluşturun . Kendi içinizde tartışmaya açın. Yoksa yazık olacak. Şu anda insanların gönlünden çıktılar. Hala bizim gibi insanların az çok merhamet ettiği bir yapı. Yoksa halk tamamen sildi.

Dosyam ABD'ye gitmiş

İHH'nın daha önce cemaatle bir anlaşmazlığı oldu mu?


Geçmişte hiçbir problemimiz olmamıştı. Bir çok kere de yardımlarının dağıtılması, okullarının açılması noktasında, bazı okulların ihtiyaçlarının alınmasına karşılık beklemeden yardımcı olduk. Sonra birden bire iş Mavi Marmara'yla birlikte değişti. İşin içine İsrail girince ip koptu.

Bazı fotoğraflardan bahsettiniz. Bunlar size şantaj olarak mı kullanıldı?

İHH yardım dağıtırken silahlı insanlar da yanımızda görüntülenmiş. Çeşitli konferanslarda oturmuşuz, yanımızdaki birini almışlar bu El Kaide'ye bağlamışlar. Biz insani diplomasi yapıyoruz. Bütün örgütlerle görüşüyoruz. Birçok gazetecinin birçok kişinin kurtarılması için dünyadaki hemen hemen her örgütle görüşen bir konumdayız. Bu görüşmeleri yaptığımızda karşımızda silahlı örgüt var. Silahını bırak sonra masaya oturalım mı diyeceğiz. Bu fotoğrafları dosyalamışlar ki İHH'yı içeri aldıklarında El Kaide ile fotoğraflarınız var diye önümüze koyacaklar.

SAVCILAR TEHDİT ETTİ

Her bölgenin kendi grubu var. Adamlar hepsi silahlı. O bölgeden o gruba giderken o adamların içinden geçiyorsun. Bunları görüntülemişler, bize karşı kullanılıyor. Böyle ahlaksızca bir tehdit el altından yapılıyor. Bu tehditlerin sayısı çok fazla.

Başka ne gibi tehditler yöneltildi?

Size ilk defa bir şey açıklıyorum. Mavi Marmara dosyası davası açılacağı zaman bu grubun savcıları önümüze başka bir dosya koydular. Eğer bu dosyayı açarsanız İHH ile ilgili El Kaide dosyası da açılır dediler. Yargı içinde tehdit eden savcılar var.

O savcılar biliniyor herhalde değil mi?

İsimleri var. Bu dosyayı önüne koydukları kişinin ismini vermiyorum. Kendisi bir gün açıklarsa açıklar. Ama bize sordu ne yapalım diye. Biz asla vazgeçmeyeceğiz dedik. Bir taraftan El Kaide dosyası diyorlar. Bir taraftan İran dosyası diyorlar. Dosyalar uçuşuyor. Bu arkadaşlarda bir dosya koleksiyonu var. Ama biz de diyoruz ki biz Mavi Marmara'dan sonra zaten uzatmalı bir hayat yaşıyoruz. Biz korkmuyoruz. Elinizde ne kadar dosya varsa açıklayın. Millet gerçek yüzünüzü bir görsün. Geçen bir tehdit daha geldi. Senin dosyan alındı Amerika'ya falan kişiye götürüldü. Onun vereceği karara bağlı dediler.

Kastedilen kişi Fethullah Gülen mi?

Tabii. Onu kastediyorlar. O zaman aklımıza da şu geliyor. Her dosya bir yere gidiyor, onay alıyor, ondan sonra mı ortaya çıkıyor. Kasetler de dahil.

İHH'nın tüm yapısı şeffaf

İHH'ya karşı yeni bir operasyon bekliyor musunuz?


Tabii. İsrail'in İHH ile hesabı bitmedi. Bitmeyecek de... İsrail bizi tehdit görüyor biz de İsrail'i bütün dünyaya tehdit görüyoruz. O nedenle siyonizmle olan mücadelemiz sonuna kadar devam edecek. Fakat İHH'nın en büyük kazanımı şeffaf oluşu. İnsani yardımda da, insani diplomaside de, ara buluculukta da... Kim bizimle ilgili bir şey duyarsa hemen bildirebilir. Biz devletin kurumlarına da söylüyoruz; polise, emniyete, askere...

İHH bu ülkenin bir kazanımıdır. Her ay 40 bin civarında yetime bakıyoruz. Fakirlerin sayısını biz bile bazen bilmiyoruz. İHH ile ilgili bizim bilmediğimiz bir yanlışlık varsa İHH'ya suç oluşturma tuzağı kurmayın. Gelin bilgi verin biz düzeltelim. Ama yok sizdeki bilgi yanlışsa, siz kendinizi düzeltin.

http://yenisafak.com.tr/roportaj-haber/savci-dosyayla-tehdit-etti-03.01.2014-600493?ref=manset-1
#298


Konuyla ilgili Tillo Belediyesi'nden yapılan açıklama şu şekilde:

İlim ve irfan yurdu olan ilçemizin adının 1964'te Aydınlar olarak değiştirilmesi itibariyle ilçemizin adı 49 yıldır Aydınlar olarak anılıyordu. Ancak bu isim halk tarafından kabul görmemişti.

Demokratikleşme paketi ile birlikte 49 yıllık yapay isimden kurtulup asıl adımız olan TİLLO adına kavuştuk.

Tillo adına tekrar kavuştuktan sonra kolları sıvayan belediyemiz; Belediye Başkanımız Mesut MEMDUHOĞLU'nun talimatlarıyla tabelalar değiştirildi ve yeni logo çalışmalarına büyük bir özveri ile başlandı. Kısa sürede yeni logomuzu oluşturduk.

Konuyu değerlendiren Başkan Mesut MEMDUHOĞLU "Tillo'nun 1957-58 yıllarında Bucak olduğunu belirterek, Bu 1964'e kadar Tillo olarak kalmış. 1964'te Türkiye genelinde bazı bucakların isimleri değiştirildi. O zaman Tillo da Aydınlar ismine dönüştürülmüş. 1990'da nahiyeyken, bucakken ilçe statüsüne alınmış yine Aydınlar ilçesi olarak devam etmiş. Tabi özellikle Kurban Bayramı'yla birlikte Milli Eğitim Komisyonu'nda görüşülerek dün gece genel kuruldan geçerek Tillo ismi tekrar iade edildi. Tabi burda başta Başbakanımız sayın Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne, Siirt Milletvekilleri Osman Ören, Afif Demirkıran'a, hem şahsım hem Tillo halkı adına şükranlarımı ve teşekkürlerimi sunuyorum. Kurban Bayramı dedik, bu bayramda biz çiftte bayram yaşadık. Demokratikleşme paketiyle birlikte ilk kanun teklifinin Tillo olması, hem bizim açımızdan, hem bölge açısından, hem de Türkiye açısından manidardır. Tabi tabelaları bugün değiştirme girişiminde bulunduk. Tabi resmi gazetede yayınlanmasını bekliyoruz. En geç 2-3 gün içerisinde resmi gazetede yayınlandıktan sonra tabelalarımızı asacağız" değerlendirmesinde bulundu.


http://www.aydinlar.bel.tr/Sayfala.asp?nereye=YAZIOKU&ID=131
#299


Budistlerden yeni katliam!

Myanmar'ın Arakan bölgesinde Budist çetelerin Müslümanlara yönelik zulmü sürüyor. Arakan'da 24 Ekim'de kaydedilen görüntüler, Müslümanlara karşı sürdürülen katliamların tüm vahşeti ile devam ettiğini gözler önüne serdi.

Bölgedeki Budist çeteler, güvenlik güçlerinin seyirci kaldığı saldırılarda, Müslümanlara terör estirmeyi sürdürüyor. Adını, Müslüman katliamının yapıldığı vahşet haberleri ile duyuran Arakan, yeni bir katliam haberi ile gündeme geldi.

Görüntülerde, sırf Müslüman oldukları için 10 Müslüman, Budist çetelerce yakalanıp yerde öldüresiye dayak yerken görülüyor. Ellerinde bıçak ve sopa olan Budistler, yerde son nefeslerini vermekte olan Müslümanları vahşice öldürüyor.

Bu arada Tayland'a sığınan ya da resmi görevlilerce gözaltına alınan Arakanlı Müslümanlar, köle olarak satılıyor. Taylandlılar, her bir Arakanlı için 4 bin TL civarında para istiyor.

http://www.haber7.com/asya/haber/1090092-budistlerden-yeni-katliam


http://www.youtube.com/watch?v=N33YXIsDgEo#
#300


İSA YAZAR

Mevcut sistemde 100 çalışandan sadece 8'inin kıdem tazminatını alabilmesi Çalışma Bakanlığı'nı harekete geçirdi. Kıdem Tazminatı Fonu kurarak tazminatları devlet güvencesine almayı planlayan Bakanlık, işçi ve işveren uzlaşmasını şart koştu. Ancak taban tabana zıt görüşler yüzünden fon sistemine geçilmesi mümkün görünmüyor.

Çalışma hayatının en önemli problemlerinden kıdem tazminatı, sıkça tartışma konusu oluyor. Mevcut sistemde işçilerin yüzde 92'sinin tazminatını alamaması sebebiyle yeni bir sistem olarak Kıdem Tazminatı Fonu kurma çalışmaları yürütülüyor. Ancak fonun kurulabilmesi için işçi, işveren ve hükümetin uzlaşması gerekiyor. Çalışma Bakanı Faruk Çelik, fona geçmenin şartının  uzlaşma olduğunu belirterek, "Uzlaşma sağlanamazsa başka bahara kalır." diyor. İşçi sendikaları ile işveren örgütlerinin talepleri ise taban tabana zıt.

Türk-İş mevcut sistemin devamından yana. Hak-İş hak kaybı olmaması şartıyla fona geçişi destekliyor. İşveren örgütleri ise tam tersi yönde görüş bildiriyor. Mevcut sistemin işverene ağır maliyet getirdiği gerekçesiyle hak kazanma oranlarının düşürülmesini talep ediyor. TİSK, bir yıllık çalışmaya karşın 30 günlük olan kıdem hakkının 15 güne indirilmesini istiyor. TOBB işsizlik maaşıyla kıdem tazminatının birlikte uygulanmasına karşı çıkarak sistemin işgücü maliyetini artırdığını öne sürüyor. Fona karşı çıkarken mevcut 30 gün olan kıdem hakkının 15 güne indirilmesinden yana. TÜSİAD da mevcut sistemin, hak kazanma oranlarının yüzde 50 azaltılması gerektiği görüşünde. Bu tablo, mutabakatın imkânsız olduğunu gösteriyor. Üç seçimin peş peşe yapılacağı dikkate alındığında kıdem tazminatı düzenlemesi başka bahara kalacak gibi görünüyor.

Mevcut kıdem tazminatı sisteminde işçilerin önemli bir bölümü kıdem tazminatlarını alamıyor. Çalışma Bakanlığı'nın verilerine göre çalışanların sadece yüzde 8'i kıdem tazminatını alabilirken, yüzde 92'si çeşitli sebeplerle bu haktan mahrum bırakılıyor. Bu tablonun başlıca sebeplerini işverenin her yıl işe giriş çıkış yaptırması, bir yılı dolmadan çalışanları işten çıkarıp yenisini alması ve iflas gibi nedenlerle ödeme yapmaması gibi unsurlar oluşturuyor. Haklarını alamayan işçi ise yargı yolunu tutuyor. Kıdem tazminatı sebebiyle açılan davalar, yargıda önemli bir iş yükü oluşturuyor. Çalışma Bakanlığı'nın kapısını çalan yüzlerce işçi, kıdem tazminatını alamamaktan şikâyetçi. Bakanlığın Alo 170 hattını arayan 297 bin kişi, kıdem ve ihbar tazminatı şikâyetini iletti. Bu tablo, bakanlığı yeni bir sistem arayışına yöneltti. Üzerinde durulan formül ise Kıdem Tazminatı Fonu kurulması.

Fon ile çalışanların kıdem tazminatları devlet güvencesine kavuşacak. Uygulama, ilk kez çalışmaya başlayacak olanlar için geçerli olacak. Mevcut çalışanların geçmiş ve gelecekteki hakları korunacak. Bu kişiler isterlerse mevcut sistemde devam edebilecekler. Ancak isteğe bağlı olarak Kıdem Tazminatı Fonu'na geçebilecekler. Hak kayıplarını önlemek için kıdem tazminatında yıllık sistemden aylık sisteme geçilecek. İşçinin kıdemi devlet güvencesinde olacak. Firma iflas etse de çalışan kıdemini alacak. Kıdem tazminatı ay üzerinden hesaplanacak. İşçi, fondan kıdem tazminatını 15 yıl çekemeyecek. Evlilik, ev alma, ölüm ve askere gitmek bunun istisnasını oluşturacak. Fonda herkesin bireysel hesabı olacak. İşveren, kıdem tazminatına denk gelen rakamı her ay çalışanın bireysel fon hesabına yatıracak.

Ancak bu sistemin hayata geçebilmesi için işçi sendikaları ile işverenlerin uzlaşması gerekiyor. Çalışma Bakanı Çelik, uzlaşma olmaması durumunda düzenlemenin bir başka bahara kalacağını dile getiriyor. İşçi sendikaları ile işveren örgütlerinin pozisyonlarına bakıldığında ise uzlaşmanın çok zor olduğu görülüyor. En büyük işçi örgütü Türk-İş ile DİSK, en baştan fona karşı çıkıyor. İşveren örgütleri TİSK ve TÜSİAD ile TOBB da fona karşı çıkarken, mevcut sistemin işveren lehine yüzde 50 indirilmesini istiyorlar. Bu üç kuruluşa göre mevcut sistemde her yıl için 30 gün olan kıdem hakkı, 15 güne indirilmeli. Fona destek olan Hak-İş ile TESK ise hak kaybına karşı çıkıyor. Çalışma Bakanlığı ise 30 gün olan kıdem tazminatı oranını bir miktar aşağı çekip fona geçilmesinden yana. Bu tablo, kıdem tazminatında taban tabana zıt görüşler yüzünden fon sistemine geçilmesinin kolay olmadığını gösteriyor.

http://www.zaman.com.tr/ekonomi_kidemde-isci-ile-isveren-uzlasmiyor-fon-duzenlemesi-baska-bahara-kalacak_2157331.html