Haberler:

Hukuk Forumumuza Hoşgeldiniz

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#481
Konya polisinin Almanya ve Hollanda'ya kadar uzanan, değeri 500 milyon TL'yi bulan eroin sevkiyle ilgili operasyonunun son ayağında yakalanan ve örgüt lideri olmakla suçlanan avukat ve 3 adamı adliyeye sevk edildi.

Edinilen bilgiye göre, Avukat O.C'nin gıda şirketi kurarak helva ve kuru bakliyatların içerisinde özellikle Hollanda'ya eroin sevki yaptığını belirleyen Konya Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü Narkotik Büro Amirliği ekipleri, 14 ay süren bir çalışma başlattı. Polis, gıda paketleri içerisinde uyuşturucu madde olduğunu belgelemek için gemiye gitmek üzere Konya'dan hareket eden kurye Yılmaz T.'yi durarak arama yaptı. Araçta helva kutuları içerisine yerleştirilmiş 137 kilo eroin bulundu. Yılmaz T., tutuklanarak cezaevine gönderildi.

Konya polisi, merkez Karatay ilçesinde bir depoda 250 kilo eroinin helva ve kuru bakliyatlar içerisine gizlendiğini belirleyerek takibe başladı. Gıda paketleri arasındaki eroin, Konya'dan bir kamyonetle Bursa'ya getirilerek, yük gemisine yüklendi. Gıda paketleri deniz yoluyla Almanya'ya gitti. Almanya'da 4 kişi, gıda paketlerini teslim alarak Hollanda'ya götürüp başka bir kişiye teslim etti. Konya polisinin bilgileri doğrultusunda Almanya ve Hollanda polisi harekete geçti. Almanya'da eroini ilk teslim alan 4 kişi, Hollanda'da da 1 kişi yakalandı. 250 kilo eroin de gıda paketleri içerisinde ele geçirildi.

Hollanda ve Almanya'daki operasyonların ardından Konya polisi, örgüt liderine yönelik 3 gün önce operasyon yaptı. Operasyonda gıda şirketi kurarak yurt dışına eroin sevki yaptığı iddia edilen Avukat O.C. ile birlikte 8 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınan 8 kişiden 4'ü tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılırken, O.C. ve 3 kişi "uluslararası eroin ticareti yapmak" suçundan soruşturmayı yürüten Antalya Adliyesi'ne sevk edildi.

14 ay süren takip ve operasyonlarda 387 kilo eroin ele geçirilirken, Türkiye'de 1, Almanya'da 1 ve Hollanda'da 4 kişi tutuklanmıştı.

(İHA)
http://www.zaman.com.tr/gundem/cete-lideri-avukat-ve-adamlari-adliyeye-sevk-edildi/2040428.html
#482


Antalya Barosu, 300'ü aşkın avukatın, hakimlik yaparken kendilerine kötü davrandığı gerekçesiyle başvurusunun reddedilmesini istediği emekli hakim Hüseyin Rahmi Özdemir'in avukatlık istemini kabul etmedi.

Antalya Adliyesi'nde 5 yılı aşkın süre 3'üncü İcra Mahkemesi'nde görev yapan hakim Hüseyin Rahmi Özdemir, geçen 15 Kasım'da emekliye ayrıldıktan sonra 20 Kasım'da avukatlık yapmak için Antalya Barosu'na başvurdu. Bunun üzerine 300'ü aşkın avukat, Antalya Barosu'na itiraz dilekçesi verdi. Dilekçede, Özdemir'in hakimlik yaptığı dönemde avukatlara yönelik sergilediği, mesleğin saygınlığı ve onurunu aşağılayıcı, avukatın duruşma salonundaki konumu ve sıfatını görmezden gelen, hatta avukatların duruşma ve dava seyri hakkında mevcut yasal haklarını kısıtlayacak boyutlarda tutum ve davranışlar sergilediği ileri sürüldü. Avukatlar, bin 136 sayılı Avukatlık Kanunu 5'inci maddesi C bendinde belirtilen, 'Avukatlık mesleğine yaraşmayacak tutum ve davranışları çevresince bilinmiş olmak' şartının mesleğe kabulde engel şartlardan sayıldığını, bu nedenlerden dolayı Hüseyin Rahmi Özdemir'in avukatlık mesleğine kabul isteminin reddedilmesine karar verilmesini istedi. Önceki gün toplanan Antalya Barosu Yönetim Kurulu, Özdemir'in avukatlık talebini oybirliğiyle reddetti.

Yönetim Kurulu kararında emekli hakimin görev yaptığı dönemde avukatlara sergilediği davranışlardan örnekler de verildi. Bu örneklerden bazıları şöyle sıralandı:

"* Hakimlik yaptığı dönemde odasına girdiğimde beni kovan sayın emekli hakimin önce şahsıma sonra mesleğime karşı takındığı bu saygısız tutum karşısında...

* Meslektaşlarımıza karşı onur kırıcı ve aşağılayıcı söz ve fiilleri pervasızca sergileyen, tüm meslektaşlarımızın toplum içinde, kalem memurları ya da diğer meslektaşları huzurunda, defalarca, meslek tecrübesine bakmaksızın hor gören bahsi geçen kişinin mesleğe kabulü mesleğe saygısızlıktır.

* Adı geçen şahsın meslektaşlara karşı onur kırıcı, rencide edici ve meslek etiğine yakışmayan davranışları vukuu bulmuştur.

* Birçok avukat arkadaşımız bu kaba davranış ve sözlere maruz kalmıştır. Çok fazla söz, olay vs bulunmakla birlikte son olarak stajyer avukatımız bir dilekçe ile odasına gittiğinde 'Sen git avukatın gelsin' şeklinde yanıt vermiştir.

* Avukatları aşağılayıcı konuşmasının yanında stajyer bir avukatı da mahkeme salonundan atmıştır.

* Mesleğimizin saygınlığını ve onurunu aşağılayıcı, avukatın duruşma salonundaki konumunu ve sıfatını gözmezden gelen hatta avukatların duruşma ve dava seyri hakkında mevcut yasal haklarını kısıtlayacak boyutlarda tutum ve davranışlar sergilemiştir." (dha/ Mehmet ÇINAR)

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1116533&CategoryID=77
#483


Elektrik faturasındaki "kayıp kaçak bedeli"ne itiraz eden tüketici haklı bulundu.

Tüketici Sorunları Hakem Heyeti'nin kararına itiraz eden elektrik şirketinin temyiz istemi ise Yargıtay tarafından reddedildi.

Yargıtay, Kozan ilçesinde bir tüketicinin haksız şekilde "kayıp kaçak bedeli" alındığı yönündeki başvurusunu haklı bulan Tüketici Sorunları Hakem Heyeti'nin kararına itiraz eden elektrik şirketinin temyiz istemini reddetti.

Kozan'da Fırıncılar Odası BaşkanI Muhammet Yorulmaz, fırınına gelen 577,40 liralık elektrik faturasında yer alan 63,73 lira tutarındaki "kayıp kaçak bedelinin" haksız yere alındığı gerekçesiyle geçen yıl İlçe Tüketici Sorunları Hakem Heyeti'ne başvuruda bulunmuş, hakem heyeti de, tüketici lehine karar vermişti.

Elektrik şirketi yetkilileri de, Tüketici Sorunları Hakem Heyeti'nin verdiği kararın iptali için Kozan 1. Asliye Hukuk Mahkemesi'ne 24 Şubat 2012'de açtığı davayı kaybetmişti.

Yargıtay 7. Hukuk Dairesi ise, Tüketici Sorunları Hakem Heyeti kararının iptali amacıyla açılan Kozan 1. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin kararına itiraz eden elektrik şirketinin temyiz istemini reddetti. Yargıtay, yerel mahkemenin verdiği kararı 22 Kasım 2012 tarihinde değerlendirerek, "Söz konusu kararda bir isabetsizlik bulunmadığı, bu nedenlerle yerinde olmayan temyiz itirazlarının reddi ile kararın onanmasına" hükmetti.

Muhammet Yorulmaz, yaptığı açıklamada, verilen kararların, emsal niteliğinde olabileceğini belirterek, "Bu dava, haksız bulduğum uygulamaya hukuki yollara başvurarak gösterdiğim bir tepkiydi. Sonunda hak yerini buldu. Sırtımıza yüklenen bu haksız uygulamadan artık kurtularak, kullanmadığımız elektriğin parasını ödemek zorunda bırakılmamalıyız" diye konuştu.

Yorulmaz, en kısa sürede mahkeme kararıyla elektrik şirketine başvurarak, kendisinden alınan kayıp kaçak bedelini yasal faizleriyle tarafına ödenmesini isteyeceğini söyledi.

http://ekonomi.haber7.com/gundem-veriler/haber/975690-uyanik-olan-faturada-kacak-bedelini-aliyor
#484


DERVİŞ GENÇ İSTANBUL

Sürücüleri çileden çıkaran çekicilerle ilgili yeni bir düzenleme hayata geçiyor. İstanbul Emniyet Müdürlüğü Trafik Denetleme Şube Müdür Yardımcısı Ali Özsoylar, Trafik Vakfı dışındaki özel çekicilere yasak getirildiğini söyledi. İlçe emniyet müdürlüklerinin anlaştığı özel çekiciler yasak yere park edilse dahi vatandaşın aracını çekemeyecek. Aracın çekiminde hazır bulunan polis memuru ise fotoğraflamakla sorumlu tutulacak. Araç, fotoğrafı çekildikten sonra alınabilecek. Park yasağı ücretiyle ilgili de yenilik getirildi. Vatandaş çekiciye yüklenmeden gelirse aracını geri alacak ve ücret ödemeyecek. Çekiciye yüklenip götürülürken gelen sürücü 20 lira, aracı otoparka indirilen ise 60 lira çekici parası ödeyecek.

İstanbul Emniyeti Trafik Denetleme Şube Müdür Yardımcısı Ali Özsoylar, sürücülere kâbus yaşatan çekicilerle ilgili önemli açıklamalar yaptı. Özsoylar'ın verdiği bilgiye göre bugüne kadar özellikle ilçe emniyet müdürlüklerinin anlaşma yaptığı çekiciler, ne kadar çok araç çekerlerse o kadar pay alıyorlardı. Kâr etmek için de park ihlali olmayan yerlerden bile araç alınıyordu. Bu ise trafik polisleriyle sürücüleri karşı karşıya getiriyordu. Artık polis, sadece Trafik Vakfı ile park ihlali yapan sürücülerin araçlarını çekecek. Çekilen araçlar da genellikle trafik akışını engelleyen yerlerde olacak.

Çekicilerle ilgili en önemli düzenleme ise park yasağı ücretiyle ilgili. Eğer sürücü, çekici işleme başlamadan olay yerine gelirse aracını geri alacak ve ücret ödemeyecek. Çekiciye yüklenip götürülürken aracının yanına gelen vatandaşa 20, araç otoparka indirilmişse eskiden olduğu gibi 60 lira fatura kesilecek. Vatandaş, aracının nerede olduğunu, cep telefonundan 'park' yazıp boşluk bırakarak araç plakasını ekleyip 1550'ye kısa mesaj atarak öğrenebilecek.

Özel bir TV kanalında konuşan Özsoylar, sürekli orta gelirli vatandaşların aracının çekildiği iddialarına da cevap verdi. Çekicilerin belli bir kapasitesi olduğunu söyleyen Özsoylar, "2,5-3 ton kaldırma kapasiteleri var. Bu kapasitenin üstünde olan araçlar götürülemiyor. Bu da vatandaşımızın 'Lüks araçlar çekilmiyor' yorumunu yapmasına sebep oluyor." dedi.

Bu arada İstanbul Trafik Vakfı, internet sitesinde açıklama yaparak özel çekici şirketlerinin sahte belgeyle vatandaşları ikna etmeye çalıştığına dikkat çekti. Vakıf şu uyarıda bulundu: "Son zamanlarda kendini Trafik Vakfı çekicileri olarak tanıtan bazı araçlar, yolda kalan ya da herhangi bir sebeple çekilen araçlara abartılı ücretler yazmaktadır. Bunlara itimat edilmemesi ve vakfın 24 saat açık olan 0 (212) 275 24 00 No'lu telefonuna ihbarda bulunulması vatandaşlarımızın yararınadır."

http://www.zaman.com.tr/gundem/once-fotografini-sonra-araci-cek-donemi/2039805.html
#485


METİN ARSLAN - ANKARA

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Hrant Dink cinayeti davasında, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nin verdiği 'örgüt yok' kararının bozulmasını istedi.

Başsavcılık tebliğnamesinde, "19 Ocak 2007 tarihinde sırf başka din ve milliyetten olması nedeniyle Fırat (Hrant) Dink'in öldürülmesi, sistemli, planlı ve organize olarak bir örgüt faaliyeti kapsamında, devletin birliğini bozmaya yönelik eylemler olarak değerlendirilmelidir.'' denildi. Dink olayıyla ilgili etkin soruşturma yürütülemediği belirtilen tebliğnamede, eylemin sıradan bir adam öldürme eylemi olmadığı ifade edildi. Amacın, ülkede kaos, kargaşa ve güvensizlik ortamı oluşturmak, Türkiye'yi uluslararası arenada sıkıntıya sokmak olduğu vurgulandı.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Hrant Dink cinayeti davasında İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nin 19 sanık hakkında verdiği kararla ilgili tebliğnamesini hazırladı. Tebliğnamede, suç işlemek amacıyla örgüt kurmanın unsurları irdelendi. Durduk yere sırf örgüt kurdu desinler diye hiç kimsenin bir araya gelmeyeceği belirtilerek, suç işlemek için örgüt kurma suçunun bir tehlike suçu olduğu kaydedildi. Ardından, TCK'daki örgüt suçu için araç, gereç ve 3 kişinin bulunması, hiyerarşik bir yapı içerisinde sürekli ve disiplinli bir işbirliğinin bulunması ve yasalarda suç olarak sayılan fiilleri işlemek amacıyla oluşturulmuş bulunmasının yeterli olduğu ifade edildi.

Sanıklardan Yasin Hayal ve Erhan Tuncel'in devletin bütünlüğünü tehlikeye sokmak ve silahlı terör örgütü kurmak suçlarından cezalandırılması gerektiği belirtilen tebliğnamede, sanıklar Ersin Yolcu ve Ahmet İskender'in silahlı terör örgütüne üye olma suçundan cezalandırılması istenerek, bu suçlardan verilen beraat kararlarının bozulması talep edildi. Tuncel'in, Dink'in öldürülmesi olayının planlayıcısı olduğu belirtilen tebliğnamede, söz konusu sanığın, Yasin Hayal gibi Ogün Samast'ı Dink'i öldürmeye azmettirmek suçundan ağırlaştırılmış müebbet suçundan yargılanması gerektiğinin de altı çizildi.

Mahkeme kararının temyiz incelemesini Yargıtay 9. Ceza Dairesi yapacak. Daire, başsavcılığın tebliğnamesi yönünde karar verirse aralarında Yasin Hayal ve Ogün Samast'ın da bulunduğu sanıklar hakkında tekrar hüküm verilip örgüt suçundan ceza verilmesi gündeme gelebilecek. Ayrıca soruşturma genişletilebilecek ve ek iddianameler düzenlenebilecek.

Hrant Dink, 19 Ocak 2007'de Agos Gazetesi'nin önünde Ogün Samast tarafından öldürüldü. Küçük yaşta olmasından dolayı çocuk mahkemesinde yargılanan Samast, "tasarlayarak Hrant Dink'i öldürmek" suçundan 22 yıl 10 ay hapis cezası aldı. Yargıtay'ın onadığı kararın ardından İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, davada kararını açıkladı. 'Silahlı terör örgütüne üye olmak' suçundan bütün sanıkların beraatine karar veren mahkeme, tutuklu sanıklarından Yasin Hayal'i 'tasarlayarak adam öldürmek' suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdı. Erhan Tuncel ise McDonald's'ın bombalanması eylemine ilişkin 10 yıl ceza aldı. Duruşma savcısı Hikmet Usta, "örgüt suçlamasıyla ilgili yeterli delil olduğunu" belirterek kararı temyiz etti.

Bozma talebinde 'örgüte giden yol' açıldı

BÜŞRA ERDAL - Haber analiz

Gazeteci Hrant Dink'in öldürülmesiyle ilgili dava 1 yıl önce sonuçlandı. Mahkemenin, "dosyada örgüt bulamadık" kararı tam da cinayetin beşinci yılında kamuoyunda büyük infiale neden oldu.

1 yıl geçti ve cinayetin altıncı yıldönümü yaklaşırken, Yargıtay'dan Dink ailesini umutlandıran bir karar çıktı. Cinayetin örgütlü yapı tarafından işlendiğini belirten başsavcılık, amacın da ülkede kaos çıkarmak olduğunu söyledi. Bu tespit de akıllara doğrudan Ergenekon örgütünü getirdi.

Ancak Yargıtay Başsavcılığı'nın "örgüt" tespiti dosyada ilk değil. Daha önce Özel Yetkili Mahkeme savcıları, Dink cinayetiyle ilgili 2007'de hazırladıkları iddianamede sanıkları "terör örgütü" ile suçladı. AİHM, Eylül 2010'daki kararında Dink cinayetinin arkasında "ultra milliyetçi" bir örgüt olduğunu söyledi. 2007'ye kadarki Dink'i hedef alan 301 davası, eylemler, dosyadaki deliller, cinayetin işlenme şekline bir bütün olarak bakıldığında "örgüt" olduğu görülüyordu. Ama mahkeme, cinayeti işleyenlerin örgüt olmadığına hükmetti. Bu kararı ilk değerlendirecek olan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı idi.

Başsavcılık, yasal mevzuatı tek tek sayıp Dink cinayetindeki örgütlü yapıyı gösterdi. Görüşünde, "örgüt, tehlike suçu, suç kastı" gibi temel konularda önemli tespitler yaptı. Bunlar daha sonra Ergenekon, Balyoz dava dosyaları için de aydınlatıcı olacak nitelikte.

Başsavcılık, temel olarak "Örgütlerin varlığı genel itibarıyla işlenen suç sonrası anlaşılır. Durduk yere, amaçsız bir şekilde sırf örgüt kurdu desinler diye hiç kimse bir araya gelmez. Suç işlememiş dahi olsa, bu amaç doğrultusunda örgüt kurmakla doğrudan toplum düzeni tehlikeye sokulmuş demektir. Suç işlemek için örgüt kurma suçu bir tehlike suçudur." diyerek, öncesinde bir eylemi olmasa bile belirli bir suç kastıyla bir araya gelen en az 3 kişinin örgüt kurmuş olacağını belirtti. Dink cinayetini de terör örgütü kabul etti. Terör faaliyetlerinin "devletin birliğini" bozmaya yönelik olduğunu ancak bu birliğin de sadece "idari birlik" anlamında olmadığını ifade etti. Bir kişinin farklı din, mezhep ya da ırk gerekçesiyle hedef alınmasının da "devletin milleti ile olan bütünlüğünün bozulmasına yönelik cebri fiil" olduğunu kaydetti.

Örgüt üyelerinin, yakalanmasalardı ülke birliğini bozacak eylemlere devam edeceğini de hatırlatarak, cinayetin örgütlü bir eylem olduğu, tehlike suçunun oluştuğu gerekçesiyle cezalandırma talep etti. Başsavcılığın bu görüşü, davaya bakan İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi Savcısı Hikmet Usta'nın mütalaasını akla getiriyor. Usta, cinayet öncesi Trabzon Jandarması'ndaki faaliyetlerini, 301 davasını, Dink'in isminin Kafes Operasyonu Eylem Planı'nda geçmesini gerekçe göstererek cinayetin Ergenekon örgütü faaliyeti olduğunu belirtmişti. Aynı şekilde 1. Ergenekon iddianamesinde de Dink cinayetinin işlenme şeklinin, oluşturduğu kaosun Ergenekon örgütünün amacına uygun olduğu ancak gizli yapılanma nedeniyle yeterli delile ulaşılamadığı belirtilmişti. Şimdi Yargıtay Başsavcılığı da hem Ergenekon hem de dava savcılarıyla aynı görüşte. Bu anlamda İstanbul Başsavcılığı'nda kamu görevlileriyle ilgili hâlâ yürüyen bir soruşturma var. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, savcılık görüşü doğrultusunda kararı bozarsa soruşturma bir adım ileri gidebilir ve Ergenekon ile bağı da araştırılarak örgüte ilişkin bütün karanlık noktaların üzerine gidilebilir.

Kararda dikkat çeken bir diğer nokta da, Dink davasının "Susurluk davasına" benzetilmesi. Başsavcılık, Susurluk davasına ilişkin gerekçede, "örgüte ilişkin tüm yapının ilk aşamada ortaya çıkarılamamış olmasının yakalanan sanıkların eylemlerinin niteliğini değiştirmeyeceği" ibaresini hatırlatıyor. Ve geri kalan yapılanmanın ortaya çıkarılmasının da devletin görevi olduğunu vurguluyor. Umarız, başsavcılığın bu görüşü doğrultusunda Dink cinayeti Susurluk olayı gibi kalmaz, örgüt ortaya çıkarılır.

http://www.zaman.com.tr/newsDetail_getNewsById.action?newsId=2039386
#486
Ankete dayanan saha çalışmaları uzunca bir dönem modern dünyaya ait olduğu düşünülen kategoriler üzerinden tasarlandı. Yaş, cinsiyet, eğitim ve gelir seviyesi bir toplumu analiz etmenin anahtarları olarak görüldü.

Bugün de aynı sorular soruluyor ama artık çeşitli tutumlar ile bu ölçütler arasında anlamlı bağlantılar kurulamıyor. Modern tahayyülün bireyi tanımlayan kriterlerinin çözüldüğü bir süreçten geçmekteyiz. Bugün daha ön plana çıkan ve anlamlı çıkarsamalara zemin sağlayan ölçüt ise kimlik... Hangi yaş, eğitim, cinsiyet veya gelir seviyesinde olursa olsun, belirli bir kimliği taşıyanların siyasete ve ideolojiye dokunan hemen her konuda büyük çapta ortak bir algılama içinde olduklarını görüyoruz. TESEV/KONDA işbirliği ile gerçekleştirilen saha çalışması şu an için Türkiye'deki siyasi kimliklerin en önemli beş tanesini şöyle gösteriyor: Atatürkçü (yüzde 26,5), İslamcı (yüzde 17,8), muhafazakâr (yüzde 14,6), milliyetçi (yüzde 14,2) ve demokrat (yüzde 6,7). Bunlar kişilerin kendileriyle ilgili adlandırmaları, kendilerini nasıl gördükleri.

Anket sorularının kimlikler çerçevesinde irdelenmesi, ilginç imkânlar sunuyor. Kimlikler arası ne türden yakınlaşmaların olduğunu, dolayısıyla çeşitli sorun alanlarında muhtemel toplumsal koalisyonları öngörme ve anlama fırsatı sağlıyor. Bu yazıda farklı kimliklerin bazı ideolojik konulardaki tutumlarını ele alacağım. Sonraki birkaç yazı ise rejim, devletçilik, laiklik ve milliyetçilik açısından bakıldığında, kendilerini belirli kimliklere dahil olarak algılayan grupların nasıl bir yelpaze oluşturduğunu irdelemeye çalışacak.

Ancak bu analize girişmeden önce belki çoğumuz için şaşırtıcı bir tespit yapalım: Normatif, yani 'olması gerekenin' sorulduğu birçok konuda kimlikler arasında neredeyse hiçbir fark yok. Örneğin 'anayasal hak ve özgürlükler Terörle Mücadele Kanunu veya benzeri hiçbir özel kanunla sınırlandırılamaz', 'kalkınma için doğadan hiçbir şekilde fedakârlık yapılamaz', 'cumhurbaşkanı, hükümet, ordu dahil hiçbir kurum yargı denetimi dışında bırakılmamalıdır' ya da 'anayasa Türkiye'nin imzalayacağı uluslararası anlaşmalar ve evrensel ilkelerle uyum içinde olmalı ve bu konuda hiçbir istisna olmamalıdır' gibi sorularda tüm kimlikler yüksek oranlarda bu ibareleri onaylamaktalar. Buradan hareketle Türkiye halkının doğru norm ve standartlar açısından büyük çapta hemfikir olduğunu ve en azından bu normlara sahip çıkmak istediğini söyleyebiliriz. Bu da toplum olma yolunda önemli bir merhalenin aşılmış olduğunu ima etmekte.

Ancak anketin ideolojik bakışı deştiği sorular, kimliklerin ayrıştığını ve muhtemelen beklenmedik bir yelpaze sunduğunu gösteriyor. Güçlü devlet, istikrarlı ekonomi ve insancıl toplum arasında tercih yapmaları istendiğinde milliyetçi ve muhafazakâr kimlik arasında neredeyse hiçbir farklılık yok. Ancak İslamcı kimlik onlardan radikal biçimde farklılaşıyor. 'İslamcı' olarak konumlananlar milliyetçi ve muhafazakârlara göre 'güçlü devlet' ve 'istikrarlı ekonomiye' çok daha az önem atfederken, en yüksek oranı 'insancıl topluma' veriyorlar. Daha da ilginci bu oran (46) demokratların söz konusu şıkkı tercih oranıyla neredeyse aynı (48). Atatürkçüler ise bu tablonun her açıdan ortasında yer alıyorlar. Böylece bir ucunda milliyetçi ve muhafazakârların, ortada Atatürkçülerin, diğer kanatta ise İslamcı ve demokratların yer aldığı bir yelpaze oluşuyor.

Diğer bir soru adalet, eşitlik, özgürlük ve devletin bekası arasında yapılan tercihleri yansıtmakta. Devletin bekâsı ve eşitlik şıklarında yukarıdaki yelpaze aynen tekrarlanıyor. Atatürkçüler ortada, milliyetçiler ve muhafazakârlar bir tarafta, İslamcılar ve demokratlar diğer tarafta... Ancak özgürlük maddesinde net bir bölünme var: Atatürkçüler, İslamcılar ve demokratlar göreceli olarak bu şıkka daha fazla ağırlık veriyorlar. Türkiye'nin her alanda gerçekleştirmesi gereken reformların özgürlükle bağlantılı olduğu düşünüldüğünde İslamcılarla Atatürkçülerin buluşması umut verici bir durum... Ayrıca bu tercih herkesin kendi farklılığına sahip çıkma ve onu yaşama isteğini de yansıtmakta. Öte yandan İslamcı ve Atatürkçülerin pratiğe indiğinde farklı özgürlükleri aradıkları da öne sürülebilir. Ancak aynı normların genel kabul gördüğü bir ortamda birbirinin özgürlük alanına saygının da doğal olarak yerleşmesini bekleyebiliriz. Görünen o ki İslamcılar ezber bozan bir değişim içindeler ve özellikle milliyetçilerden ayrışma süreçleri devam ettiği takdirde yeniden toplum olma fırsatının taşıyıcılığını yapıyorlar.

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=2038773
#487
Modernliğin ötesi

1998'de İngiliz The Guardian'ın "çağın olağanüstü düşünürü", Amerikan The Wall Street Journual'ın "Siber-uzayın ilk büyük filozofu" ilan ettiği Manuel Castelles, referanslarını İslam'dan alan İslamcı akımların bizi "geçmişe dönük bir projeye çağırmadıklarını, aksine hiper-modern, modernlik-üstü bir dünyaya işaret ettiklerini" söylüyordu.

Bu sözleri bir 'durum tespiti' olarak anlamalıyız. İslamcılığın 19. yüzyılda "modern bir durumda ve modernliğe bir cevap olarak" doğduğu yönünde genel bir kabule sahip isek "modernlik, post-modernizm ve hiper-modern durum" söz konusu oldukça İslamcılık da var olacaktır, zira doğası bunu gerektirir. Ve eğer hiper-modern duruma cevap verilecekse bu cevap sadece İslamcılardan gelir. Bunun Müslümanlığın kendine "bir öteki inşa" edip tepkisellik ve karşıtlık şeklinde tanımlaması yanlıştır. Esasında "tepkisellik ve karşıtlık" argümanı da çok anlamlı değildir. Zira tevhid inancını, adaleti ve yüksek ahlakî hayatı tebliğ eden bütün peygamberler şirke, zulme ve ahlakî yozlaşmaya tepki göstermiş, "Hakk"ın tesisi durumunda "batıl"ın ortadan kalkacağını bildirmişlerdir.

Modern dünyanın saldırısı sadece eşitsizliklere, adaletsizliklere; kitlesel yoksullaşmaya ve çatışmalara; maddî tabiatın ve canlı hayatın tahribine sebebiyet vermesinden ibaret değildir. Dini izafileştirmek, marjinalleştirmek, bireysel akla ve vicdana indirgemek istiyor. Hakikat'in tekliğine ve tek olana çok ve çoğulcu yollardan gidildiğine; ana akımın sekülerlik değil, ed-Din olduğuna ve bireysel akıl ve vicdanın üstünde evrensel kriter ve hükümlerin bağlayıcılığına inanan Müslümanlar -ki bu inanç yoksa 'iman' da yoktur- modernlikle hesaplaşma içinde olacaktır. Eş'ari'den Gazali'ye, İbn Teymiye'den İbn Arabi'ye Molla Sadra'dan Şah Veliyullah'a ve Said Nursi'ye bütün Müslüman müceddit, ıslahatçı ve ihyacı âlim ve müçtehidin mesleği ve yolu bu olmuştur.

Müslümanlar her ne ile suçlanıyorlarsa (fundamentalizm, fanatizm, terör, radikalizm, mutlakiyetçilik, teokrasi, totalitarizm, monarşi, ırkçılık vs.) bunların arkatiplerini Batı tarihinde ve modern Batı'da bulmak mümkün. Bu virüsler bize oralardan geldi.

Söz konusu olan Müslümanlardan çok İslam'dır. Baudrillard, Batı'nın kendisiyle mücadele halinde olduğu aktörler değil, İslam'ın kendisi olduğunu söyler. Baudrillard'a göre "Amerika ve Batı bir gerçeği anlamıyor: Esas mesele bir çeşit düşmanlıktan ziyade, kendi benmerkezcilikleri, bencillikleridir. Buna İslamiyet itiraz ettiği için Amerikalılar dünyada İslamiyet'i bloke ve nötralize etmek istiyorlar. Amerikalılar mert kahramanlar gibi savaşmıyorlar, imha ediyorlar ve misyoner gibi çarpışıyorlar. Müslümanlar, bu virtüelleştirilmiş bilinmezlik ve simülasyonlarla dolu hayat tarzının içine çekilmek istemiyorlar. Biz Batı'da bu yüzden Müslümanları hor görebiliyoruz. Ama artık Batı bir kültüre sahip değil. Hakikat'in özlemini duyuyoruz. Bu profesyonelce virtualize edilen dünya ile barışık değiliz." (Der Spigel, 4 Şubat 1991).

Müslümanların meydan okuyuşu ve Batı'da yaşamaları kendi kusur ve zaaflarını hatırlamalarına, kendi gerçekleriyle yüzleşmelerine yol açıyor. Batı, İslam'a baktıkça kendi zayıflıklarını hissediyor, bu yüzden bastırmak istiyor. Batı, İslamiyet'i kendine benzetmedikçe, Protestanlaştırıp sekülerleştirmedikçe rahat edemeyeceğini düşünüyor. 1990'da Papa Vatikan'da Kardinaller toplantısında şöyle diyordu: "Bildiğim ve olayların seyrinden keşfedebildiğim kadarıyla Ortadoğu'da İslam'a karşı bir komplo hazırlanmış durumda. İslam'ın Avrupa'ya ulaşmasının engellenmesi amacıyla terörizm ve fanatizm bahanesiyle ABD'nin liderliğindeki komplo 1991'de uygulanmaya konulacak." Bernard Lewis, Huntintong, Fukayama vd.'nin doktrinleri, İslamafobia ve İslam ülkelerinde süren işgaller, sivil katliamlar, etnik ve mezhep kışkırtıcılığı ve yağmaların bilinenden farklı açıklaması var.

İslamcıları, kendi dar siyasî ve aktüel gündemleri içinden bakarak eleştirenlerin hiper-modernliğin ötesine geçerken süren derin krizin ve İslam'ın krizden çıkışta sunduğu imkânların yeterince farkında olduklarını sanmıyorum.

Not: İslamcılık tartışmasına değerli kalemler katıldı, özellikle Hayrettin Karaman Hoca ve Yasin Aktay tartışmaya hem derinlik hem zenginlik kattılar. Eleştiriler de geldi; Türköne'ye yeri geldikçe atıfta bulundum. Mahçupyan'ın eleştirilerine yazı takvimim içinde cevap vermeye çalışacağım, inşallah.

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1339760


Ne kadar 'milli'?

İslamcı akımlara yöneltilen eleştirilerden biri "milli" olmadıkları konusudur. Bunu iki düzeyde ele almak mümkün:

İlki, Türköne'nin Cemaleddin Efgani üzerinden İslamcılığı "Kökü dışarıda bir ideoloji" (19 Ağustos) olarak tavsif edip itibarsızlaştırmaya çalışması. Efgani'yle ilgili ibretlik spekülasyonların patenti şimdiki zamanda M.Şevket Eygi'nin elindedir. Tartışmayı adresinde yapmak lazım.

Diğeri "milli" kelimesinin Arapça iştikakı, Kur'an ve Sünnet'teki kullanımı ile fıkıhta kazandığı hukuki muhtevanın tamamen dışındaki kullanımı. Modern ulus devlet inşa etme süreçlerinde, yeni kurulan devletler kendilerine "ulus" inşa etme çabalarının hasılası olarak "millet ve milli" kelimelerini suistimal ve tahrif etmişlerdir; farkında olsunlar olmasınlar bazı Müslümanların da bu anlamda "millet ve milli" kelimelerini kullanmaları, "Ehl-i Kitab'ın kendi kitaplarını tahrif etmeleri, kelimelerin anlamlarını değiştirmeleri"yle eşdeğer bir inhiraf ve tahrifattır. Zira Arapça iştikak, Kur'an ve Sünnet ile fıkıhtaki kullanımıyla "millet" sayısal insan topluluğunu, ulus, kavim, ırk veya etnik grubu değil, "din ve şeriat"ı ifade eder. (Detaylı bilgi için bkz. A. Bulaç, Modern Ulus Devlet, 3. bsm, İstanbul-2007, s. 135-155.)

Modern anlamında "milli" olan hiçbir zaman ümmete, halka ve yönetilenlere ait olan değildir. Devletin yönetilenler üzerinde yurttaşlık bağlamında giydirmeye çalıştığı kendi resmi, hukuki, kültürel formasyonudur. Bunun modern zamanlardaki çarpıcı formülasyonunu İtalyan faşizminin babası Mussolini'nin yaptığı sıralamada bulabiliriz: Önce ordu, sonra devlet, arkasından ulus (millet). Yani ordular önce devlet kurar, devletler ulus/millet inşa eder. Türkiye ve İslam dünyasındaki sıralama da öyledir, bütün milliyetçilikler bu şablona uyarlar.

Bu anlamda İslamcıların "kökü dışarıda ideoloji"yi temsil etmiş olmaları bu bakış açısının, 19. yüzyıldan kalma ve tamamen "bize özgü düşünce ve ideoloji" zihni alışkanlığının süregelen etkisidir. Bütün ulus devletlere bakın, hepsinin "bayrakları ve milli marşları" vardır, hepsi kendilerine özgü "milli kültür ve kimlikleri"nin olduğunu savunuyor ki, ortak noktaları bu fikri ve zihni kabulü Batı milliyetçiliğinden ortaklaşa iktibas ve ithal etmiş olmalarıdır. İslam'ın menşei bir bölgeye, bir kavme ait değil, ilahidir. Hayrettin Karaman Hoca, "İslamcılığın kökü İslam'dadır ve bitmez" diye bunun güzel bir açıklamasını yaptı (24 Ağustos, Y. Şafak).

Bazen milliyetçi refleksler insanı tuhaf savunma mekanizmaları icad etmeye sürükler. Mesela "En iyi Müslümanlık Türkiye'de yaşanır, siz bakmayın Suudi Arabistan ya da İran'ın şeriatle yönetildiklerine" söylemi bunlardan biridir. Bu İslamiyet'i temellük yoluyla başka tür milliyetçiliktir. İslam'ın en iyi yaşandığı yeri tespit etmenin dört kriteri vardır:

a) Toplumsal ve kamusal alanda İslami hükümler uygulanıyor mu, uygulanmıyor mu?

b) Dini hayat; ibadetler seviyesinde ne kadar yaygın yaşanıyor? Mesela namaz kılma, oruç tutma oranları, camilerdeki doluluk, beş vaktin cemaatle kılınması ve münkerlerin (alkol tüketimi, çıplaklık, faizli ekonomi) alenen işlenmesi vs.

c) Tarihten gelen âdet ve geleneklerin ne kadarı İslam'ın ruhuna uygun? Yeni hayat ve oturma biçimleri İslam'dan mı besleniyor, yoksa dış dünya tarafından mı domine ediliyor?

d) Ülke; devlet olarak uluslararası camiada kimlerle ittifak içindedir, politik ve jeostratejik tercihlerini kimlerden yana yapmakta ve hangi devletlerle iş tutmaktadır? Bu dört kriteri herhangi bir ülkeye uygulayalım, ortaya çıkacak sonuç İslam'ın ne kadar doğru ve yaygın yaşandığı sorununun da cevabı olacaktır.

İslam içinde "milli" olan "dini", yani "İslami olan"dır. Kim İslamiyet'i referans alarak konuşuyorsa bizim için makbuldür, düşünceleri bizim öz malımızdır. Bu açıdan Seyyid Kutup ve Malik Binnebi, Mevdudi ve Ali Şeriati, Muhammed İkbal ve M. Bakır es Sadr, İzzetbegoviç ve Nedvi; Mehmet Akif, Said Nursi, Elmalılı ve Abdurrahman Arslan kadar milli ve yerlidirler. İslamcıların milli olanı, dine ve ümmete ait olan herkestir. Ebu Hanife, Gazali, İbn Teymiye, Şah Veliyullah Dehlevi, Molla Sadra, Mevlana, Ahmet Yesevi, Yunus vd.'nin Türk, Arap, Fars, Kürt olmalarının hiçbir önemi yoktur.

Hem liberalizm, sosyalizm ve milliyetçiliklerin neresi "milli" ki, İslami düşünce hasılası "milli" olmasın?

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1340377


Yenildik mi, geri mi kaldık?

Abdurrahman Arslan, son iki yüzyıllık tarihimizin ana temasını –mealen- şöyle özetler: "Bundan önce de Müslümanlar yenildi. Mesela Moğol istilalarında, Haçlı seferlerinde. Ama yere düşen hiçbir Müslüman ayağa kalktığında yenilgimin sebebi dinimdir demedi.

İlk defa 19. yüzyılda Osmanlı yenildiğinde sebebini kendi dininde aradı." (Bkz. Umran Dergisi, İslamcılık özel sayısı, sayı: 215, Temmuz-2012.)

Yenilgiyi kabullendikten sonra cevabını aramaya başladığımız soru şu oldu: "Neden yenildik?" Sorunun cevabı çarçabuk bulundu: "Çünkü geri kaldık?"

Ancak bundan önce sormamız gereken sual şu olmalıydı: "Batı karşısında yenildik mi, geri mi kaldık?" İki sorunun birbiriyle bağlantılı olduğu doğru olsa da hangisinin diğerini belirlediği son derece önemlidir. Şöyle ki:

Eğer Batı karşısında askerî olarak yenildiğimiz bir hakikat ise –ki Karlofça Antlaşması'nı imzaladığımız 1699'dan bu yana askerî sahadaki yenilgimizi kabul etmiş bulunuyoruz- neden yenildik, sorusunun cevabı üzerinde odaklanacağız. Öyle de oldu.

Karlofça'da kabullendiğimiz yenilgiden sonra ilerleyen zamanda –bariz olarak 19. yüzyılın ikinci yarısında- Batıcıların ve onlarla eşzamanlı ilk iki nesil İslamcıların tereddütsüz verdikleri cevap "geri kalmışlığımız"dır. Görülüyor ki bu iki soruya cevap arayanları kategorik olarak "Batıcılar" ve "İslamcılar" şeklinde iki gruba ayırmamız güç. Zira "yenildik" diyen iki gruptan biri olan Batıcılar (Türkçüler, liberaller, sosyalistler) ve İslamcılar da yenilgimizi aynı sebebe, yani "geri kalışımız"a bağlamaktadırlar.

Sebepleri bilinebilen bir yenilgi karşısında ne yapılır? Tabii ki sebepler ortadan kaldırılmaya çalışılır. Fakat bu zannedildiği kadar kolay bir işlem değildir, bu kararı vermek ruhsal ve zihinsel bir tutum değişikliğini gerektirir. Burada ya İbn Haldun'un işaret ettiği ruh halini kabulleneceksiniz, yani "mağluplar galibi taklid eder" deyip size ait ne varsa ortadan kaldırıp, galip Batı'yı taklid edeceksiniz veya başka bir yol bulup takip edeceksiniz. Kesin olan şu ki, "kendiniz (Müslüman, Osmanlı, Doğulu)" kalarak düşmanı taklid edemezsiniz. Galibi "düşman" olarak da görüp taklid edemezsiniz. Sizi yenen Batı hem referansınız, yani örnek alacağınız model, size yol gösterecek rehber, size kuvvet ve nusret kazandıracak güç kaynağınız olacak ve fakat aynı zamanda zihninizde onun "düşman" vasfını korumaya devam edecek! Bu tam bir kişilik parçalanması, Daryüs Şayegan'ın deyimiyle "bilinç yarılması"dır. Böyle bir çatışma hali insanı ruhsal olarak hasta eder. Bu açıdan bakıldığında bizim Avrupalılaşma, Batılılaşma, çağdaşlaşma ve yeni versiyonuyla Batı ile uyum politikaları ve küreselleşme, kısaca otoriter modernleşme projelerimizin tamamı kültürel olarak şizofreniktir.

Batıcılar söz konusu bilinç yarılmasına, şizofreniye muztar olmamak için çareyi suçu İslam dinine yıkmakta buldular; İslam'dan neş'et eden akıl, bilgi ve yaşama biçiminden vazgeçip, kendilerini galibin aklına, bilgisine, medeniyetine ve iradesine teslim ettiler. Batıcıların bu karar ve projesine "Osmanlı/Türk modernleşmesi" diyoruz. Bu projenin Saray/iktidar seçkinleri tarafından belirlenmesi, Avrupalılaşma/Batılılaşma olarak tanımlanması ve ana karakteristiğinin "din-dışı" tayin edilmesi tesadüfi değildir.

Şu noktayı da hatırlatmak lazım: Osmanlı Sarayı ve üst sınıfı uzun zamandan beri tefessüh etmiş, İslam'a olan itimadını-özgüvenini kaybetmiş, İslamî hayatı terk etmiş; zulüm ve istibdat, eşitsizlik ve adaletsizlikler, ahlakî dejenerasyon alıp başını gitmişti. Bu haliyle köklü bir arınma-tezkiye sürecinden geçmeden zaten İslam dininin özüne; hayat, kuvvet, nusret ve zafer veren hükümlerine dönemezdi. Kendi suçu ve günahının cezası olarak Osmanlı yenilince suçu ve kusuru amellerinde arayacağına yenilginin sebeplerini İslam dinine mal etti. İşte tam bu ruh ve zihin halinde Osmanlı'nın iktidar seçkinleri galiplerin ideolojisine kendilerini teslim edip dini bir kenara bırakma kararı aldılar.

Batıcılar bütün siyasî versiyonlarıyla geri kalışımızı İslam dinine bağlarken, İslamcılar "geri kalışımız"dan İslam dinini değil, biz Müslümanların tarihte dini yanlış anlama biçimini, dolayısıyla tarihsel mirası (türas) ve geleneği sorumlu tuttular.

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1342470


Neden geri kaldık?

Batıcılar ve İslamcıların üzerinde anlaştığı ortak nokta "geri kalışımız" olduğuna göre, bunun "terakkide geri kalma"da vücut bulduğu açıktır.

Hüküm cümlesi şöyle kurulmuştur: "Batı karşısında geri kaldık!" Batıcıların teşhisine göre, suç ve kusur İslam dininde olduğuna göre, İslamiyet'i etkin olup düzenleme talebinde bulunduğu her alandan tasfiye etmedikçe eski gücümüze kavuşamayız. Radikal Batıcılara göre -Abdullah Cevdet vd.- bu pozitivizmi ve materyalizmi resmi görüş ilan etmekle; diğerlerine göre reform yapıp onu -Hıristiyanlıktaki gibi- vicdan işlerine çekmekle olur. Ziya Paşa bunu şöyle özetler: "İslam imiş devlete pa-bend-i terakki / Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı."

1850-2000 arası zamanda ilk iki nesil İslamcılar kendi aralarında iki gruba ayrılır:

1) Geri kalışımızın sebebi dinimiz değil, onu tarihte yanlış anlamamızdır. Bunda gelenek, örf ve âdetler; özellikle tasavvuf, bid'at ve hurafeler; donmuş fıkıh, içtihat kapısının kapanması; Meşşailik yerine Eş'raliğin revaç bulması, Mutezile'nin mahkûm edilmesi, Gazali'nin filozoflara indirdiği ağır darbe; saltanat rejimleri vs. rol oynamıştır. Cemaleddin Efgani'den Abduh'a, Mehmet Akif'ten Muhammed İkbal'e, S. Ahmet Han'dan Said Nursi'ye kadar neredeyse herkes böyle düşünür.

2) Geri kalışımızın sebebi İslamiyet'in "yanlış veya eksik anlaşılması" değil, İslamî hükümlerin gereklerini yerine getirmeyişimiz, İslamiyet'i bir hayat nizamı olarak yaşamayı terk etmemizdir. Atalarımız İslamiyet'i doğru anladı, ama yaşamadılar, dinî hayatı ihmal ettiler. Bu grubun en tipik temsilcisi Mustafa Sabri Efendi'dir (1869-1954.)

Mustafa Sabri Efendi'ye göre, geçmiş Müslümanların dini yanlış anlamaları söz konusu değildir. Onlar yalnız dinin emirlerini gerektiği şekilde yerine getirmediler (Dini Mücedditler, İstanbul-1977, s. 118). Eğer geçmişte Müslümanlar dinî vazifelerine fiilen ve amelen riayet etmemeye alışmamış ve itikatça dine bağlılıklarını gevşetmemiş olsalardı bu hale düşmezdik (İnsan ve Kader, çev. İsa Doğan, İstanbul-1989, s. 298; Dini Mücedditler, s. 18.)

Mustafa Sabri Efendi; Muhammed Abduh veya Said Nursi'nin aksine pozitif bilimlere pek iltifat etmez, dinî hakikatleri veya imanın düsturlarını maddî tabiat olayları üzerinden göstermeye kalkışmaz. Açıkça "Kur'an, bir fen kitabı olmadığı gibi, fenlere mutabakattan gelecek şerefe de muhtaç değildir" der. "Kur'an, insana insanlığını öğretir; yüksek bilgiler verir, cismanî hastalıklardan ziyade ruhî hastalıklara çare gösterir." (Meseleler, sadeleştiren: O. Nuri Gürsoy, İstanbul-1978, s. 32.)

Mustafa Sabri Efendi'nin teşhis ve tespitleri önemlidir. Ancak o da yenilgimizin sebebini "geri kalışımız"da bulur, geri kalışımızı İslamiyet'i hakkıyla yaşamayı bir kenara bırakmamızda arar. Bu, onun da sorunlarımıza Batı'nın "ilerlemeci tarih görüşü" içinden baktığını göstermektedir. Anahtar terim "terakki"dir: "Müslümanların terakki yolunda geri kalmaları dinlerinden değil kendilerindendir" der. (Meseleler, s. 29)

İslamcıların "mağlupların galipleri taklid etmesi" kuralını aşıp "Hayır biz Batı karşısında geri kalmadık, askerî ve ekonomik olarak yenildik" deyip ilk iki neslin yanlış sorusunu gündemlerine almaları 1990'lara rastlar. (Bkz. A. Bulaç, Kutsala, Tarihe ve Hayata Dönüş, 3. bsm, İstanbul-2006; s. 207 vd.).

Batıcılar veya ilk iki nesil İslamcılar, prensipte Batı karşısında geri kaldığımızı kabul ettikleri için, Batı ile aramızdaki mesafeyi –kimi dini tamamen terk ederek, kimi tarihsel tortularından temizleyerek veya amelî olarak yaşayarak- kapatabileceğimizi savunur. Bu süreçte her iki kanadın paradigması "bilim, medeniyet, akıl, teknoloji ve ilerleme" parametreleri üzerinde inşa edilecek, dolayısıyla herkes bu beş ileri umdeye ulaşabileceğimiz konusu üzerinde kafa yoracaktır.

Üçüncü zamanda şunu idrak ettik: Her iki kanadın hareket noktası iki açıdan yanlıştır: a) İlk düğmeyi yanlış iliklemeniz gibi, bir kere soruyu yanlış sormuşsanız ilanihaye yanlış cevaplar bulmaya çalışırsınız. b) Sizin kendinize özgü bilgi/ilim, medeniyet, akıl, teknik ve tarih görüşünüz yoksa, sonuna kadar Batı'yı geriden takip edeceksiniz; bu sizin Avrupalılaşma demek olan asrileşmeden bugünkü küreselleşmeye kadar modernliğin her aşamasında dünyanın hegemonik güçlerine bağımlılığınızın sebebi olacaktır. Çünkü siz bunları üretmiyorsunuz, üretildikleri merkezlerden iktibas edip tüketiyorsunuz.

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1343211


Çağdaş mezhepler

Yakın tarihin yazılmış en iyi mezhepler tarihi Mısırlı alim Muhammed Ebu Zehra'nın "İslam'da Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi"dir. Orijinal adı "Tarihu'l-Mezahibi'l- İslamiyye"dir.

Sıbgatullah Kaya'nın Türkçe seçtiği başlık muhtevaya tamı tamına uygundur. Bu muhalled eserin tafsilatını yine aynı büyük alimin 8 imamın hayatını inceleyen daha büyük eseridir: Ebu Hanife, İmam Şafii, İmam Malik, Ahmed ibn Hanbel, Ca'fer es Sadık, İbn Hazm, İbn Teymiye ve İmam Zeyd.

Ebu Zehra'nın söz konusu dev çalışmasının arka planında hiç şüphesiz Şehristani'nin "El-Milel ve'n-Nihel"i; El-Bağdadi'nin "El-Fark Beyne'l-fırak"ı; Eş'ari'nin "Makalatu'l-İslamiyyin ve İhtilafu'l-Musallin" vb. yüzlerce değerli eser var. Büyük alim Suphi es-Salih'in "İslam Mezhepleri ve Müesseseleri"; Dr. İrfan Abdülhamid "Dırasat fi'l-Firak ve'l-Akaid el-İslamiyye"; Neşet Çağatay-İ. Agah Çubukçu'nun "İslam Mezhepleri Tarihi" ve diğerlerinin ana çerçevesine baktığımızda şunları görüyoruz:

1) İslam'ın fıkıh, kelam ve siyasi tarihi fırkalar ve mezhepler tarihidir. Adı geçen mezhep ve fırkalar iyi bilinmeden İslam tarihi bilinemez; Müslüman dünya ile ilgili düşünce, felsefe çalışması yürütülemez, Müslüman toplumların sosyolojisi anlaşılamaz.

2) Mezhepler ve fırkalar kendilerini daima İslam'ın iki ana referans kaynağına Kur'an ve Sünnet'e dayandırmışlar, tez ve görüşlerine bu iki kaynaktan 'meşru, ikna edici' deliller bulmaya çalışmışlardır.

3) Mezhepler ve fırkalar diğerlerinden farklı görüş ve fikirler geliştirirlerken, kendilerine göre belli bir usul geliştirip takip etmeyi ihmal etmemişlerdir. Ünlü oryantalistlerden Julius Welhaussen (Bkz. "İslamiyet'in İlk Devirlerinde Dini-Siyasi Muhalefet Partileri" ve W. Montogomery Watt da (bkz. İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri" aynı fikri paylaşırlar.

Farklı mezhep ve fırkaların ortaya çıkmış olması postmodern zamanlardakine benzer, birden fazla paradigma veya hakikatin parçalanıp her bir parçanın kendini mutlaklaştırması, diğerleriyle eşit olduğu iddiasında bulunup çoğulculuğu 'ne olsa gider, her şey görecelidir' ilkesine dayandırması demek değildir. Kabul gören muteber fıkhi ve kelami mezheplerin ilim ve hilim sahipleri kendilerini mutlaklaştırmadan uzak tutmaya özen göstermişlerdir. Farklı yorum, içtihat ve teviller bir ve tek olan hakikate birden fazla usul, yol ve okuma biçimiyle gidilebileceğinin göstergesidir. İslam'ın akidesi, temel hükümleri izafiliğe kurban edilemez, çünkü İslam'ın asla buharlaşması mümkün olmayan sabiteleri vardır.

Bu açıdan şu söylenebilir ki, Sünni ve Şii iki büyük İslam ekolü, kökleri göklerde Levh-i Mahfuz'da olup Kur'an vahyi ile gövdesi yeryüzüne inen, Hz. Peygamber Sünnet'i ve Sireti'yle dal budak salıp meşru usulle ortaya çıkmış bulunan ameller, yorumlar, teviller, içtihatlar ve ibadet şekilleriyle meyve veren devasa kutlu bir ağacın iki büyük bölüm halinde çatallaşmasıdır. Bazı çınarlar, gövdenin bitiminden başlamak üzere iki ana yeni gövdeye ayrılırlar ki tarihte ve hakikat-i halde –benim acizane kanaatime göre- Sünni, Şii, Zeydi, Zahiri ve İbadi mezhepler bu kutlu ağacın ayrı tezahürleridir. Tasavvuf ve irfan alanında tarikatların kendilerini Hz. Ali'ye ve Hz. Ebu Bekir'e dayandırmaları da bu çerçevede ele alınabilir. İlahi hikmet menşe'li İslami felsefe ekolleri dahi öyledir.

Siyaseti dinin ruhuna baskın kılmadan, siyaset yapayım derken dini maddileştirip dünyevileştirmeden yürütülecek bir siyaset, dinin olmazsa olmaz şartıdır.

Bu manada siyasi ve fikri bir hareket olarak İslamcılığa eleştiri yöneltirken "Müslümanlık yetmez mi, İslamcılığa ne gerek var?" veya "Hz. Muhammed (sas) İslamcı mıydı?" diye sormak çok anlamlı değildir. Yaşadığımız zamanda bizzarure ortaya çıkan İslamcı akımlar, fırkalar, sosyal gruplar, cemaatler ve tarikatlar çağdaş mezhepler hükmündedirler. Elbette Hz. Peygamber (sas) "İslamcı" değildi; ama hiç şüphesiz Sünni veya Şii; Hanefi veya Şafii; Eş'ari, veya Maturidi; Mutezili veya Cebri, Vehhabi veya Selefi; Nakşi veya Kadiri; Nurcu veya Süleymancı de değildi. Bu saydıklarımızın hepsi kendilerini onun vahy olarak getirdiği Kur'an'a ve Sünneti'ne refere ediyorlar, dün Müslümanların yaptıkları iş meşru ve doğruydu, bugün de öyledir.

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1348616


Yıldızlarımız çarpışmaz!

Allah, varlık, insan, tarih, hayatın anlamı, yaratılışın hikmeti, mebde-mead ve fiillerimizin ahlaki değeri konularında bilgi (ilim) sahibi olmak isteyen bir ilim talibinin yöneldiği birkaç gaye vardır:

Hakikat'e ulaşma çabası (Nazari-teorik ilke); elde edilen bilgiyle yaşama azmi (Ameli-pratik ilke); doğru ilmi bir bütün ve kendi tabii hiyerarşileri (itikad, ahlak, ibadet, muamelat ve ukubat) takip edilerek toplu(m) halinde yaşanması mecburiyeti (Ahkamı tatbik ilkesi); bilgiyi ve ahlaki erdemleri aktarma görevi (Tebliğ, irşad ve Emri bi'l ma'ruf-Nehyi ani'l münker ilkesi); zorba ve sömürücülere, Daru'l İslam'ın bağımsızlığına ve zenginliklerine göz diken harici düşmanlara karşı koyma vecibesi (Hak'ka ve halka karşı sorumluluk olan cihad ilkesi.)

Bu beş ilke arasında öncelik ve önem konularında farklı tercihler yapılmıştır. Kimine göre sosyal ve siyasi hedeflere ulaşıldığında diğerlerinde de maksad hâsıl olacaktır. Genellikle İslamcıların siyaseti öncelemeleri bu fikirden kaynaklanır. Bunun kurucu fikri Cemaleddin Efgani'ye aittir. Maksadın yukarıdan aşağıya doğru değil, aşağıdan yukarıya doğru ve köklü eğitimle hasıl olacağını düşünenler ise, ruhi ve manevi reformları, iman ve ilim eğitimini esas almışlardır. Bunun da kurucu fikri Muhammed Abduh'tur. Bu iki ana akım Sünni ve Şii dünyada hâlâ paralel olarak varlıklarını devam ettirmektedirler.

Bazı âlim ve mütefekkirler ya da cemaat ve gruplar her iki dönemi kendi hayatlarında yaşamışlardır. Mesela Said Nursi Hazretleri bunun tipik misalidir. Üstad siyasi ve içtimai hizmeti öne çıkaran kimliğiyle Mütareke yıllarına kadar Cemaleddin Efgani'nin çizgisinde iken (Eski Said), bu yıllardan sonra Muhammed Abduh'un çizgisine geçmiş, hattı hareketini değiştirmiştir (Yeni Said).

Benim acizane risalelerden anladığıma göre her iki dönemde Said Nursi'nin hedefi tekti: İslam'ın hayat bulması, Müslüman dünyanın eski izzet ve kuvvetini kazanması, İslam Birliği'nin kurulması. Siyasetin bu işte sonuç vermeyeceğine kanaat getirince imanı dönüştürücü bir güç olarak yeni bir tanımsal çerçeveye oturtmak istedi. Buna sadece siyasetin tabii yetersizliğinin farkına varması değil, yanlış ellerde, muhterislerin dilinde nasıl fitne, husumet ve sufli çıkar çatışmalarında kullanıldığına, tefrikaya yol açtığına şahid olunca Muhammed Abduh'un siyasetin kötülüğüyle ilgili sözünün ilk bölümünü söylemek zorunda kaldı: "Şeytan'dan ve siyasetten Allah'a sığınırım." Abduh (öl. 1905) bu sözün tamamını şöyle söylemişti: "Euzu billahi mine'ş Şeytani ve'ssiyase ve men sase ve yesus ve saisin ve mesus."

Müslüman Kardeşler 1950'ye kadar Abduh'un yöntemini takip etti, 1950'den sonra Efgani çizgisine kalboldu. Bu yöntem farklılığı Seyyid Kutup'un "siyaseti ve sosyal hayat'ın dönüşümü"nü esas alan fikri ile "medeniyet"i esas alan Malik Binnebi'nin fikri arasında bir kere daha belirginleşti, geniş bir tartışma alanı başlattı. Bu yöntem farklılığı kıyamete kadar sürecek, İslam'ın zenginliği olacaktır.

Nasıl aklı başında bir Hanefi, "Ebu Hanife'nin içtihatları mutlak ilmi ifade eder, İmam Şafii veya İmam Malik de kim oluyormuş" demiyorsa, aradığı bilgileri, hakikatleri ve lezzeti Risaleler'de bulan bir şakird de "Seyyid Kutup veya Mevdudi, Üstad'la mukayese mi edilir" demez. Kutup ve Mevdudi de tefsir sahibi âlim, fazıl, mücahid ve saygıdeğer şahsiyetlerdir.

İslam âlimlerini birbiriyle çatıştıranların bir bölümü mezhep ve grup taassubunda olanlar; kendi şahsi ve nefsani duygularını mutlaklaştıranlar, çıkar ilişkilerini alimleri paravan kullanarak sürdürenlerdir. Kimileri hasetçilik, kimileri milliyetçilik gibi kalp ve beyin hastalığına yakalanmışlardır. Kimileri ise "müşevvik ve muharrik fitneciler"dir, günümüzde Abdullah ibn Sebe rolünü oynamakta; Kissinger'in "Bundan sonra çatışma bizlerle onlar arasında değil, Müslümanların kendi aralarında olacak" dediği küresel doktrine lojistik destekler sağlamaktadırlar.

Biz Said Nursi'yi de, Mevdudi ve Seyyid Kutup'u da bu dinin İslam denizine akan nehirleri olarak görür, hepsine hürmet gösteririz. Her üçü de tefsir sahibidirler, eserleriyle bizi aydınlatırlar. Bizim gökkubbemizde yıldızlar birbiriyle çarpışmaz, yol gösterir. Kim onları çarpıştırmaya kalkışırsa, Mele-i a'la'nın kanallarına girmeye çalışanların üzerine akıp onu yakan şihab benzeri ateş fırtınalarına maruz kalır, göklerin ateşi onu yakar.

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1349248


Din ve siyaset

"Din-siyaset ilişkisi"ni nasıl anlamalı? Bu, modern zamanlarda her din mensubunun, özellikle Müslümanların zihnini fazlasıyla meşgul eden bir sorudur.

Geleneksel toplumlarda dinin şu veya bu biçimde mutlaka siyasetle ilişkisi olmuştur. Ya doğrudan din adamları yönetim aygıtını ellerinde bulundurup siyasi mekanizmayı işletmiş veya yöneticiler din adamları zümresinin desteğini alarak yönetimlerine kutsal-aşkın bir meşruiyet bulmaya çalışmışlardır. Japon Shintoizmi'ne göre yönetimin tepe noktasında imparator olmalı, çünkü "güneşin oğlu"dur, kutsallığını ve meşruiyetini buradan alır. Kadim Hind'de en tepede, yönetici sınıf Brahman'ın başından yaratıldığına inanılan din adamları bulunur. Askerler, tüccarlar, çiftçiler ve işçiler tanrısal bedenin daha alt kastlarında bulunurlar. Paryaların herhangi bir kutsal karşılığı yoktur, zira Brahman'ın herhangi bir yerinden yaratılmış değiller. Sasani İran'a göre yönetici Kisra'nın damarlarında "tanrının kanı" akar, tabii ki kral Kisra olacaktır. Roma'da Sezar ve Mısır'da Firavun kendileri tanrılık iddiasında bulunurlar vs.

Din-siyaset ilişkisinde karşılaştığımız modern sorunun temeli Batı'nın geçirdiği trajik tecrübenin ürünüdür. Sanki biz de benzer sorunları yaşamışız gibi, Avrupa'nın devletle yaşadığı sorunlar bizim önümüze de konuyor. Batı-dışı dünyada yöneticiler kendilerini mutlaka dine ve kutsala refere etmişlerdir. Hıristiyanlık döneminde de Katolikliğin etkisindeki krallar ve imparatorlar, meşruiyetlerini Tanrı'nın Hıristiyanlığı korumak üzere papaya verdiği "iki kılıç"tan birini ellerinde bulundurmalarından alıyorlardı. Birini elinde bulunduran papa, ikinci kılıcı cismani iktidarın başına vermişti, bu yüzden devlet kiliseye ve din adamları sınıfına tabi olmalıydı; "krallar Tanrı'nın yeryüzündeki serfleri"ydi.

Kanaatimce tarihte ilk defa İslamiyet, yönetimi ve yöneticiyi kendinden menkul kutsallıklardan tecrit ederek, siyasetin yapımını yönetilenlerin icab ve kabulüne, yani rızaya dayandırdı. Hz. Muhammed (sas) istisnai bir şahsiyetti, O Allah'tan aldıklarını tebliğ ediyor, İlahî koruma altında vahyin fiilî tatbikatını-somut pratiğini gösteriyordu. O'nun dünyadan irtihalinden sonra yerine Hz. Ebu Bekir (ra) 'seçim'le işbaşına geçti ve ancak biat aldıktan sonra 'halife' oldu. İlk zamanlarda ona "Allah'ın halifesi" dendiyse de, o itiraz edip "Ben Allah'ın halifesi değilim, Rasul'ün halifesiyim." dedi. Hz. Ömer (ra) "Rasul'ün halifesinin halifesi" oldu. Dile ağır geldiği için kısaca yöneticiye sadece "halife, imam veya emir" denmekle yetinildi. Devlet başkanının "Hz. Peygamber'den sonra gelen yönetici" sıfatını kazanması İslam'da teokrasinin teşekkülüne mani oldu. Yazık ki Muaviye'den sonra Emeviler, Bizans geleneği -Jüstinyen'in sıfatı- olan "Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi sultan" unvanını aldılar; Osmanlı padişahları da bunu -Zillullah fi'l arz- beis görmeden alıp kullandılar.

Belirtmek gerekir ki, yöneticinin kendisinin halk-yönetilenler tarafından seçilerek başa getirilmesini temel alan hilafet yönetimi -dört halife de böyle başa geldi- her ne kadar 'teokrasi'yi önlediyse de, yönetimin kendisini laikleştirmedi veya siyasetin yürütüleceği alanın 'seküler' olabileceği fikrine kapı aralamadı. Evet, yöneticiler halkın iradesiyle seçilmeli, 'biat' adı altında yöneticilerle hukukî-siyasî sözleşme imzalamalı, ancak ister yönetimin ve yasamanın referans alacağı kaynak ister üzerinde mutabakata varılacak sözleşme (biat) hükümleri İslamî bilinen açık hükümlere aykırı olmamalıdır. Bu manada İslam'da yönetimin asli ve sahih karakterinin "Allah'ın muradına ve halkın iradesine dayalı" olduğunu, olması gerektiğini söylemek mümkün.

İncillerde yer alan bir söz Hıristiyan tarihinin açılımıdır: "Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya, Sezar'ın hakkını Sezar'a verin." Bir yerde tanrı Sezar'a hâkimse, orada devlet Kilise'ye bağlıdır, buna "teokrasi" denir: Bir yerde Sezar tanrıya hâkimse, kilise devlete bağlıdır, buna da "Bizantinizm" denir. Bir yerde tanrı ile Sezar birbirlerinden ayrılmışlarsa, orada din/kilise devletten ayrılmıştır. Buna da "laik model" denir.

Bugün dinin siyasetten ayrı olmasını savunan iki ana fikir var: Birini laikler, diğerini "Şeytan'dan ve siyasetten Allah'a sığınırız" sözünü asıl bağlamından çıkaranlar. Bunun kritiğini önümüzdeki yazıda ele almaya çalışacağız.

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1351898


Şeytan ve siyaset

Abduh ve Bediüzzaman'ın "Şeytan'dan ve siyasetten Allah'a sığınırım" demiş olmalarının "din-siyaset" bağlamı içindeki yeri nedir?

Abduh'a ve Üstad'a bu ağır sözü söyleten sebebi (illet) anlamak için yine Üstad'ın tabir caizse hermönetiğine başvurmak lazım. Üstad sözün belâgatini sağlayan temel unsurları şöyle sıralar: (a) "Mütekellim" (söyleyen, yazan, kim, özne?), (b) Muhatap (dinleyen, okuyan, kime söylenmiş?), (c) "Maksad" (gaye, amaç, ne için söylemiş?), (d) "Makam" (konu, ne makamda söylemiş?) (Mesnevi-i Nuriye, 10. Risale, 6. Katre.)

Mısır'ın sömürge döneminde bazı zayıf kişilik sahiplerinin siyaset yoluyla İslam'ın bilinen ahlak ilkelerini kendi şahsi ikballeri uğruna kullanmaları Abduh'a bu sözü söyletmiştir. Toplumun asıl zihinsel ve ahlaki olarak dönüşümü gerçekleşmedikçe iyileşme olmayacağını düşünen ve siyasette kötü örneklere muttali olunca Said Nursi de siyasetten Allah'a sığındı.

Demek oluyor ki her iki şahsiyete bu sözü söyleten önemli bir illet (negatif sebep) olduğu anlaşılıyor. "Hükümler illetlere mebnidir" kaidesince, söz konusu hüküm illeti sürdüğü müddetçe kendisi de baki kalır. Ancak mesele, siyasetin kendisi (liaynihi/bizatihi) değil, istismarıdır (ligayrihi). "Eşya dünyasında aslolan ibahe"dir, "mübah" olan şeye "habis" bulaştığı zaman liaynihi değil, fakat ligayrihi münker veya habis olur. Nesne ile sıfat ayrıdır. İnsan soyut bir varlıktır, iyi bir sıfatı aldığı zaman övülür; kötü bir sıfatı edindiğinde yerilir. İnsanı iyi veya kötü yapan sıfatlardır. Adil insanı iyi yapan adalettir, zalim insanı kötü yapan zulümdür.

Liaynihi siyaset farzı ayındır, bir grup insan yapıyorsa yeterlidir (farz-ı kifaye). Yönetim olmadıkça güvenlik sağlanmaz, toplumsal ilişkiler sürmez, siyaset istismar edildiği zaman haram olur. Hatta Maverdi, Gazali ve İbn Teymiye sırf bu yüzden, bu işler aksamasın mülahazasıyla zorba (cair) yöneticiye cevaz vermişlerdir. Eşyada kötülüğe, "iyi olan"ın suistimali (yanlış kullanımı) yol açar. Allah iyiliği yaratmıştır, yarattığı şeyin iyi ve faydalı olarak nasıl kullanılacağı yolunu göstermiştir, insanlar iyi olanı yanlış kullandıklarında kötülük yapmış olurlar. Bu yüzden "iyilikler (hasenat) Allah'tan, kötülükler (seyyiat) bizden"dir.

Böyle olunca "siyaset yoluyla dünyevi vasıtaların uhrevi gayelerin yerine geçmesi, araçların amaç haline getirilmesi" veya dinin siyasette istismar edilmesi bir kusur ise bu siyasetin kendisinden (zati tabiatından) değil, yanlış kullanımından (ligayrihi olarak sui-isti'malinden) kaynaklanır. Hakikati itibarıyla aracın kendisi gereklidir, amacın yerine geçtiğinde kötülüğe sebebiyet vermektedir. Aracı amacın önüne geçirenler tabii ki hata yapar, ama hata aracın tümden neshedilmesini gerektirmez. Bir hedefe yöneldiğimizde her halükarda bir araca ihtiyacımız olacaktır, hata şu ki asli hedefi unutup aracı fetişleştirmektir.

Tarihte hangi mezhep aynı zamanda siyasi değildir? Uğradığımız ağır hasarlara rağmen bugün de sosyo-politik talepleri "dinin dili"ni kullanarak ifade edenler çıkıyorsa, bu henüz gelenekten tümüyle kopmadığımızın sıhhat ifade eden işaretlerindendir. Dünün mezhepleri ve fırkaları bugünün akımlarıdır. Hem biz "siyasi değiliz, İslam'a hizmeti siyasette bulmuyoruz" diyen gruplardan hangisi yeri geldiğinde "siyasetin dışında kalabilmiş"tir?

Modern devlette siyaset bir tercih değil, zorunluluktur. Üstad da DP'nin ortaya çıkışıyla siyasete ilgi duymaya başlamış (1944), "Dindar demokratlar, hususen Adnan Menderes gibi zatların hatırları için 35 seneden beri terkettiğim siyasete bir iki gün baktım." (Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Y., s. 749) demiştir. Kendi usulü içinden doğru yapmıştır, çünkü o tarihte illetin değiştiğine hükmetmiştir. Üstad'ın siyasetin kendisini kötü görmediğinin işareti, "İttihad-ı İslam Partisi yüzde 60-70'i tam mütedeyyin olmak şartıyla şimdiki siyaset başına geçebilir" (Emirdağ Lahikası, s. 746) demiş olmasıdır. Demek ki bu orana ulaşıldığında mani zail olmuş olur: "Mani zail oldukta memnit avdet eder." Bir şeyin sıhhat ve cevazına engel teşkil eden şey ortadan kalkınca engellenen şey avdet eder. Bu bize Üstad'ın fikir ve hükümlerinin ebedi ve evrensel değil, tarihsel-dönemsel olduğunu gösterir. Aksi olamazdı, çünkü her müceddit Kur'an'ın ebedi hakikatlerini ve ilahi hükümleri kendi döneminde yeniden ve bir kere daha ifade eder. Tecdid bir keşf-i kadimdir.

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1352454


Siyasetten kaçabilir miyiz?

Abduh, Hasan el Benna, Yeni Said, Nedvi, Malik Binnebi ve bu çizgide yer alan ıslahatçı ve ihyacıların "siyasete ilişkin görüşleri"ni çoğu zaman yanlış anlıyoruz. Yaygın kanaate göre, sanki bu zatlar siyaseti bizatihi (liaynihi) kötü, dine ve dindarlara zarar veren bir meslek olarak görmüşlerdir.

Şüphesiz öyle değil. Onların yapmaya çalıştığı şey alem tasavvuru, akidesi ve ahlaki hayatı çökmekte olan Müslüman dünyanın ıslahı, ihyası veya İslam'la kendini yenilemesi (tecdit) işine çalışırken, işe siyasetten başlamasının yanlışlığına vurgu yapmaktır. Diğer dikkat çektikleri husus, siyaseti ilk sıraya koyanların bazılarının ve zaman zaman İslam'ın bütününü siyasete indirgemeleri hatasına düşmeleridir.

İşe "iman"dan başlanması bir tercihtir ve en doğru tercihtir. Ama bu siyasetin kendisini önemsizleştiren, gereksiz veya zararlı kılan bir tercih değildir. Kaçınılması gereken siyaset,

a) İslami değerleri referans almayan;

b) İslami idealleri ve ümmetin maslahatını, birlik ve gücünü hedeflemeyen;

c) Şahsi, zümresel, sınıfsal, grup, ulusal, etnik, mezhebi, salt dünyevi çıkar ve başarılar uğrunda dini istismar eden, dini araçsallaştıran siyasettir.

Elbette bu siyasetten ve Şeytan'dan Allah'a sığınmalıdır.

Üstad'ın, Yeni Said sıfatıyla işe "iman"la başlaması son derece doğru ve isabetli bir hattı harekettir. Zira imanını kaybetmiş bir toplumun ne ahlakı, ne ameli hayatı ne idealleri İslami olur. Üstad'ın "Şeriat'ta yüzde 95 ahlak, ibadet, ahiret ve fazilete aittir. Yüzde 5 siyasete mütealliktir" sözünü "söyleyen, muhatap, maksad ve makamı demek olan zamansal bağlamı"nı göz önüne almayıp pozitivizm etkisindeki aydın selefiler gibi tamamen literal alacak olursak, Üstad'ın İslamiyet'i 20 ana dilime ayırdığını ve ancak 1'ini siyasete tahsis ettiğini düşünürüz. Oysa hadis ilmindeki "terğib ve terhib"de kullanıldığı üzere, müjdeleme-teşvik etme-özendirme veya korkutma-caydırma-vazgeçirme amaçlı olarak "kesretten kinaye" ifadeler kullanılır. İfadeler elbette mübalağa sigasıyla gelirler. "Şunu yaparsan 70 bin sevap kazanırsın" gibi. Üstad'ın burada kullandığı "yüzde 5" aynı çerçevede "kılletten kinaye"dir. Benim şahsi kanaatim öyledir, ben öyle anlıyorum. Eksik ve yanlış olabilir.

Durum bu merkezde olmakla beraber, bugün çok yönlü, rafine ve nüfuz edici-yaygın hakimiyet alanı içinde yaşadığımız modern devlet, dini hayatını özgürce yaşamak isteyen veya şiddet ve zor kullanmadan ideallerini gerçekleştirme mücadelesi verenlere "yüzde 1 siyaset"le yetinme imkanı vermiyor. Bana göre, yüzde 1'lik siyaseti ihmal edebileceğimizi kabul ettiğimiz andan itibaren, dinin asıl-ana gövdesi addettiğimiz iman, ahlak, ibadet ve zarurat-ı diniye olan yüzde 99'luk muamelatı da farkında olmaksızın modern devletin düzenleme ve belirleme gücüne terk etmiş oluyoruz. Üstad ve çağdaşlarının siyaseti geri plana ittikleri dönem ile bugünkü dönem arasında mahiyet farkı var, aslında modern ulus devletin ilk teşekkül aşamalarından itibaren bu böyleydi, ancak bizim zihin iklimimize intikali ancak yeni hissedilmeye başlandı. Şartlara bağlı illetler tamamen değişmiş bulunmaktadır.

Siyaset sosyolojisi siyasetin toplumsal bağlamını ele alır. A. Orum'a göre, siyaseti belirleyen toplumsal şartlardır. Toplumsal diğer olaylar siyaseti etkiler, siyaset tarafından etkilenir. Bu böyle olmakla birlikte bilim, teknoloji, iletişim, ulaşım, yoğun kent hayatı, yasama meclislerinin giderek güç kazanması ve planlama marifetiyle siyaset toplumu belirlemeye başlamış bulunuyor. Gücü yeterse toplum siyaseti etkilemek istiyor. STK'ların etkinliğinin artması, yerel inisiyatifler, marjinal grupların daha çok çıkan sesi, karar süreçleri üzerinde katılım arzuları, anayasalara getirilmek istenen istisnalar modern toplumda giderek boğucu hale gelen siyaset ve liberal devletin müdahaleciliğine karşı görece özerk-sivil alan arayışını ifade ederler. Kısaca öyle bir döneme girdik ki "siyasetten kaçamıyoruz."

Zeyl: Sözün bağlamını bilmeden beni "cahillik, iftira atmak, Üstad'ı anlamamak, gündemde kalmak istemek"le suçlayanlara Tabiat Risalesi'nin girişinden hazineler değerinde bir armağanım var: "Risale-i Nur'un mesleği nezihane ve nazikane ve kavl-i leyyindir."

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1353832


Yeni politik kültür

Modern paradigmanın parçalanıp her bir parçanın özerkleştiği postmodern zamanda siyaset üzerinde yeniden düşünme zarureti var.

Sol, milliyetçi ve liberal siyaset felsefesi yeni dönemin önümüze koyduğu sorunları çözecek modeller geliştiremiyorsa, modern dünyadan aldığı etkiler kadarıyla klasik İslamcılık da yeni duruma cevap verebilecek durumda değiller.

İsteyen eskiden kalma malzemeyle siyaset yapabileceğini düşünebilir. Ancak kendini empoze eden somut tarihsel ve toplumsal durum şu ki, yeni bir politik kültürün eşiğindeyiz. Bir kere 18. yüzyılın rasyonalizmi ve 19. yüzyılın pozitivizminin arka planını beslediği siyaset çoktan geride kalmış bulunuyor. Demokrasilerin doğdukları Batı dünyasının özel şartlarında güvenliklerini laiklikte aramaları bugün bize çok şey ifade etmiyor. Laiklik sekülarizmi, sekülarizm nihilizmi doğurdu. Ekonomik, sosyal, askeri ve uluslararası ilişkilerde devletlerin veya hükümetlerin aldıkları merkezi kararların hem ulusal hem bölgesel ve küresel düzeyde doğurdukları derin etki, liberal tezin salt bir iddia olduğunun yeterince göstergesi. Merkez Bankası'nın alacağı bir karar "serbest" zannettiğimiz piyasayı bir anda etkiliyor; Obama'nın veya Romney'nin seçilmesinin Ortadoğu'ya farklı etkileri ve maliyeti var. Şu halde "ideolojilerden ve müdahaleden bağımsız birey kararları veya serbest piyasa" tezi, liberal felsefenin ideolojisi ve politik ikna aracından ibaret.

Ulus devletler zayıflıyor, tümden ortadan kalkmasalar da egemenliklerinin bir bölümünü yerel ve yöresel olana, küresel ve bölgesel aktörlere devretmek zorunda kalıyorlar; bu da bizzarure siyasi olarak merkezi, sosyo-kültürel olarak adem-i merkeziyetçi bir yönetim modelini zaruri kılıyor. Üretim yapısı kökten değişti. Elimizdeki politik malzeme bunu yeniden formüle etmeye yetmiyor. Modernizme göre olan model politik, sosyal ve kültürel –kaba veya rafine- merkeziyetçiliği; postmodernizme göre olan model ise parçaların her birini özerkleştiriyor, ayrıştırıyor, sonra kutuplaştırıp çatıştırıyor. Çatışma dinler ve mezhepler; etnik gruplar, erkekler ve kadınlar; zenginler ve yoksullar; farklı kültürel gruplar arasında vuku buluyor. Postmodern durum, askeri müdahalelerin ve darbelerin önünü kapatıyor, 15 milyonluk bir kenti hiçbir askeri cunta tam olarak denetleyemez, hiçbir ideoloji de farklı sosyal ve kültürel grupları görece tatminkâr bir şemsiye açmadıkça kendi hegemonyası altında birlik ve uyum içinde tutamaz. Askeri müdahaleden ümidini kesen devletlerin derin güçleri denetimi eğitim, medya, stk'lar, demokratik örgütler, sendikalar ve popüler kültür üzerinden sürdürmek istiyorlarsa da, sivil eğitim talebi, sosyal medya-internet, kontrol dışı toplumsal gruplaşmalar ve ister faydalı ister zararlı-yıkıcı marjinal gruplar söz konusu denetimi imkansızlaştırıyor.

Dünün tehdit tanımında yer alan sorunlar nitelik değiştiriyor. Terör tanımı devletlere göre farklı, terörü siyaset aracı kullananlara göre farklı yapılıyor. Silahlanma, küresel-bölgesel ve ulusal eşitsizlikler; yaygın uyuşturucu ve alkolizm; cinsel sapmalar; çevrenin tahribi, ekolojik sorunlar ve küresel ısınma; erkek-kadın arasındaki fıtri ilişkinin bozulması; uyuşturucu, silah, kadın ve insan kaçakçılığı; organize suç örgütlerinin artan etkinliği; gençlere ve çocuklara yönelik faaliyet gösteren sapkın tarikatlar, sektler, satanist akımlar; sinema, televizyon üzerinden empoze edilen pop ve top kültürün zihni çökertmesi; Batı'nın kendi demokrasi modelini ve kültürel değerlerini "liberal müdahaleci"liğe gerekçe gösterip ülkeleri işgal etmesi; savaşlarda sivillere verilen zarar; milyonlarca insanın göçmen/mülteci durumuna düşmesi; Batı'da gelişen ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamfobia vb. sorunlar. Modernliğe göre kurulmuş demokrasiler bu konularda bize bir çıkış yolu gösteremiyor.

Bize Müslümanlığı siyasete karıştırmadan dindarane hayat yaşamakla yetinin diyenler dünyanın içinden geçmekte olduğu derin krizi anlamıyorlar. Hem sorunların akut hale gelmesine sebep oluyorlar hem insanlığı İslam'ın yeni bir politik kültür geliştirme imkânından mahrum ediyorlar. Küresel durumda din, felsefe, siyaset, iktisadi ve sosyal hayat birbirinden ayrı düşünülemeyecek çerçevede entegredirler. Dini bunlardan ayırdınız mı, ruhunu ve aklını iptal ettiğiniz insanı –beşeriyeti- kendi dramı ve trajedisiyle baş başa bırakmış olursunuz.

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1354823
#488
Adalet Bakanı Sadullah Ergin, cezaevlerinde bugün itibariyle 136 bin hükümlü ve tutuklu bulunduğunu bildirdi.

TBMM Genel Kurulu'nda, görüşmeleri yarım kalan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) yapılan bazı başvuruların tazminat ödenmek suretiyle çözümüne ilişkin esas ve usulleri belirleyen kanun tasarısının görüşmeleri sürüyor.

8. madde üzerinde söz alan MHP Grup Başkanvekili Mehmet Şandır, yargılama sürelerinin uzunluğu konusunda Türkiye'nin AİHM'de en çok mahkum edilen ülke olduğunu ifade etti.

16 bin 650 dosyayla vatandaşların Türkiye'yi AİHM'e şikayet ettiğini belirten Şandır, 440 davada Türkiye'nin mahkum edildiğini; 3 bin 500 bekleyen dava bulunuğunu kaydetti.

Şandır, ''Bu sonuç 10 yıldır iktidarda olan AKP'ye de yakışmıyor. Sonuçları değil sebepleri düzeltmeniz gerekir. Bu kanunla getirdiğiniz tedbir de doğru değil'' dedi.

Şandır, bu tasarının, uzun tutuklulukla ilgili vatandaşa zulmedildiğinin bir itirafı olduğunu öne sürdü.

-''Gelinen nokta önemli''-

Madde üzerinde soruları yanıtlayan Adalet Bakanı Ergin, cezaevlerinde bugün itibariyle 136 bin hükümlü ve tutuklu bulunduğunu bildirdi.

Tutuklu sayısının 32 bin 169 olduğunu; 104 bin de hükümlü bulunduğunu aktaran Ergin, hükümlü/tutuklu oranının da yüzde 23,5 olduğunu söyledi. Ergin, ''Bu oran 2000-2001 yıllarında yüzde 49 ile 51 arasındaydı. Bu süre içinde gelinen nokta önemli. Oranı bu noktaya indirebilmek kolay değil. Biz bu yüzde 23,5'i de yeterli görmüyoruz. Bunu daha aşağıya indirmek için çalışma yapıyoruz'' dedi.

Bu oranın, AB ülkeleri arasında kabul edilebilir bir oran olduğunu ifade eden Ergin, ''AB ortalaması yüzde 23,5. Türkiye, AB üyesi ülkelerin hükümlü/tutuklu oranlarını yakalamış, onun altına inmiştir'' diye konuştu.

http://www.habervaktim.com/haber/305700/adalet-bakanindan-cezaevi-aciklamasi.html
#489
http://www.youtube.com/watch?v=7CM2BLeiLVo#

Birinci dünya savaşında itilaf devletlerinin Rusya'ya yardım götürebilmek ve ittifak devletleri arasında yer alan Osmanlı Devleti'ni saf dışı edebilmek için Gelibolu'ya asker çıkarmasıyla başlayan, uzun ve zorlu mücadeleler neticesinde Osmanlı Devleti'nin üstünlüğü ile sona eren Çanakkale Savaşı, bu belgesel filmde tarafsız bir bakış açısıyla ele alınmış.
#490


İzzettin Y., avukat olmadığı anlaşılınca kendisini şikâyet edip sözleşmesini fesh eden firmaya alacak davası açtı.

İstanbul'da avukat olmadığı halde piyasaya kendisini avukat olarak tanıtan 62 yaşındaki İzzettin Y., yanında gerçek avukat bile çalıştırmaya başladı. Çeşitli şirketlerle hukuki danışmanlık sözleşmeleri imzalayan İzzettin Y.'nin diploması olmadığı, bir firma sahibinin dikkati sayesinde yakalandı. Yaptığı araştırma sonucunda, avukat olmadığını öğrendiği İzzettin Y. hakkında dolandırıcılık suçundan savcılığa şikâyette bulunan iş adamı Muharrem P. sözleşmesini de fesh etti. İzzettin Y. firmanın fesh ettiği sözleşmenin kendisinde bulunan nüshası üzerinde tahrifat yaparak, alacak davası açtı.

YEDİ YIL HAPSİ İSTENDİ
İzzettin Y.'nin ayrıca üzerinde ihtiyati tedbir kararı bulunan parasını çekmek için kendisini emekli avukat olarak tanıtıp bir avukat arkadaşı ile birlikte gittiği icra dairesinde, ilişkilerini kullanarak parayı çekmeyi başardığı anlaşıldı. Daha önceden hakkında sahte bono tanzim etmek, sahtecilik ve dolandırıcılıktan suç kaydı bulunan İzzettin Y.'ye 7 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı.

http://www.sabah.com.tr/Yasam/2013/01/05/sahte-avukat-pes-dedirtti
#491
Tüm memurların geriye dönük 17 yıllık sicilleri affedilecek. Atılma zorlaşacak. Disiplin cezası alan aday memurun memuriyet umudu devam edecek.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, memuru sevindirecek 3 af paketi hazırladı. Bakanlığın hazırladığı "Memurlar ile Diğer Kamu Görevlilerinin Bazı Disiplin Cezalarının Affı Hakkında Kanun Tasarısı Taslağı" ile memurların tüm disiplin suçlarının affedilmesi öngörülüyor. Taslağa göre memurlar ve diğer kamu görevlileri ile bu görevlerde bulunmuş olanlar hakkında 1 Ocak 1995'den 11 Eylül 2012'ye kadar işlenmiş fiillerden dolayı verilmiş disiplin cezaları bütün sonuçlarıyla affedilecek.

'Yüz kızartıcı'ya yok

Ancak; devletin şahsiyetine karşı işlenen suçlarla, basit veya nitelikli zimmet, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyet kırıcı suçlar, kaçakçılık, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma ile devlet sırlarını açığa vurma suçları nedeniyle görevleriyle sürekli olarak ilişik kesilmesi sonucunu doğuran disiplin cezaları kapsam dışında.

Kapsama giren disiplin cezaları affedilirken, suçu işleyenler hakkında disiplin soruşturması ve kovuşturması yapılamayacak. Süren disiplin soruşturma ve kovuşturmaları işlemden kaldırılacak. Kesinleşmişler uygulanmayacak. Disiplin cezaları affedilenlerin sicil dosyalarındaki disiplin cezalarına dair kayıtlar, ilgililerin müracaatı aranmaksızın hükümsüz kalacak ve dosyalarından çıkarılacak. Disiplin cezalarının affı, ilgililere geçmiş süreler için özlük hakları ve parasal yönden bir talep hakkı vermeyecek.

Asker kapsam dışı

Aldıkları disiplin cezalarına karşı daha önce dava açan memurlar, af yasası çıktıktan sonra 30 gün içinde davaya devam etmek istediklerini mahkemeye bildirmedikleri takdirde dava düşmüş sayılacak. Davasından vazgeçmeyen, ancak sonunda davayı kaybeden memurlar da bu aftan yararlanabilecek. Memura getirilen sicil affından 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu, 3466 sayılı Uzman Jandarma Kanunu, 3269 sayılı Uzman Erbaş Kanunu ile 357 sayılı Askeri Hakimler Kanunu'na tabi personel yararlanamayacak.

Memuriyetten atma zorlaşıyor

Hazırlanan bir başka tasarıyla da memuriyetten atılma bir kademe zorlaştırılıyor. Tasarı, 657 sayılı kanunun 129'uncu maddesinde yer alan "memurluktan çıkarma cezası" ifadesinin "kademe ilerlemesinin durdurulması ve memurluktan çıkarma cezası" olarak değiştirilmesini öngörüyor. Buna düzenlemeyle savunma hakkının kapsamı genişliyor. Memura, atılma öncesi kademe ilerlemesinin durdurulması cezası verilmesinin önünü açıyor.

Aday memura yeni haklar var

Aday memurlar 1 yıllık adaylık süresi içerisinde, işe birkaç defa geç gelmek gibi en küçük disiplin cezası aldıklarında asil memuriyete geçme hakkını kaybediyorlar. Yeni tasarıyla devlet memurluğundan çıkmayı gerektiren fiiller hariç, disiplin cezası alan aday memurların memurlukla ilişkileri kesilmeyecek. 657'nin ilgili maddesinde yapılacak değişiklikle aylıktan kesme cezası alan aday memurlar, ilişkileri kesilmek üzere disipline sevk edilecek.

http://ekonomi.bugun.com.tr/memura-buyuk-af-haberi/218381/
#492
Alıntı yapılan: akhisar - 08 Ocak 2013, 23:32:42
Değiştimi şu an peki ?

Henüz taslak bile hazırlanabilmiş değil. Hükümet uzun süredir değişiklik yapmayı düşünüyor ama tıpkı getirilmek istenen kıdem tazminatı fonunda olduğu gibi (ki kıdem tazminatı meselesi de nice zamandır bir sonuca bağlanamadı) milyonlarca insanı doğrudan etkileyecek olan böyle bir düzenlemede muhtemelen ince eleyip sık dokuyorlardır. Sonuçta kamuoyunda oluşacak bir memnuniyetsizlik hali, doğrudan Ak Parti'nin oylarını etkileme potansiyeli taşıyor. İstatistiklere göre Türkiye'de 1.9 milyon devlet memuru bulunuyor. Kamu kurum ve kuruluşlarında toplam çalışan sayısı ise 2.8 milyon. En fazla devlet memuru, eğitimde istihdam ediliyor. Eğitim-öğretim hizmetlerinde devlet memurlarının yüzde 39.3'ü istihdam edilirken, bunu yüzde 20.1 ile genel idare , yüzde 13.4 ile sağlık, yüzde 12.4 ile emniyet izliyor. Devlet memurlarının yüzde 62'sini erkekler, yüzde 38'ini kadınlar oluşturuyor. Bu memurlara ailelerini de eklerseniz, Türkiye'deki en kalabalık gruplardan biriyle karşılaşırsınız. Dolayısıyla hükümetin işi zor. 2006 Yılında da bir taslak metin ortaya çıkartılmış ancak memurların itirazları ve özellikle 2007 sonrasında yaşanan fırtınalı siyasi atmosfer sebebiyle girişim akamete uğramıştı. Şimdi yeni bir girişim söz konusu. Bakalım bu kez sonuca ulaşacak mı?
#493
http://m.youtube.com/watch?v=ISfxpeyNCSE

SARIKAMIŞ′I BİLİR MİSİNİZ?

Tarihimiz ihtişamlı zaferler kadar facialarla da dolu. Zaferlerimizle övündüğümüz kadar, yaşadığımız hezimetlerden de dersler çıkarmak zorundayız. Bunu yapmadığımız sürece tarih bizim için ne ölçüde anlamlı olabilir?

Facialardan söz ederken, Sarıkamış'ı özellikle dikkate almamız gerekir. Orada, hiç de uzak olmayan bir zamanda 100.000'e yakın yiğidimizi karlara gömdük. Üstelik tek kurşun atamadan... Üstelik sadece bir hayalperestin kişisel ihtirası uğruna...

İhtiras... Bu kavramı iyi düşünmeliyiz. Kimi kendi ebediyyetini bu ateşle yakıp kül ederken, kimileri de koca memleketi harabeye döndürebiliyor.

Almanlar, Türkiye'ye giden trenlerin üzerine "Enverland'a (Enver'in Ülkesi'ne) gider" yazmaktadırlar. Kibir ve ihtiras demiştik ya! Paşa'nın şu ifadelerine bakın: "Beni Napolyon'a benzetmişlerdi. Kabul etmem. Çünkü ben ikinci adam olamam."

Tarih, 16 Aralık 1914. Soğuk bir kış günü. Talebesi öğretmenini azarlamaktadır: "Hatalı davrandınız! Başarılı olamadınız! Rus ordusu burada yok edilmeliydi. Şimdi hemen harekete geçip, Rus ordusunu Sarıkamış'ta yok edeceksiniz!"

Cephelerin ve harp okulunun emektar komutanı Hasan İzzet Paşa, küstahlaşan öğrencisine pervasızca cevap verir: "Olmaz! Havaları görüyorsunuz. Her yerde kar var. Karakış başlamıştır. Bu şartlar altında, bu mevsimde harekât bir faciaya dönüşebilir. Kış şiddetini kaybetsin, yollar açılsın, düşmana haddini bildiririz."

Her verdiği emrin hemen yerine getirilmesine alışkın padişah damadı ve orduların başkomutan vekili 34 yaşındaki Enver Paşa, asabileşerek şu tehdidi savurur: "Eğer hocam olmasaydınız, sizi idam ettirirdim!"

Bir facianın eşiğinde, Hasan İzzet Paşa istifa ederek ordudaki görevinden ayrılır.

Çöl ateşinden Köprüköy ayazına

Çok geçmeden, tarihler 21 aralığı gösterirken, tarihe "Sarıkamış Faciası" olarak geçen harekât başlatılır. 125 bine yakın iman abidesi insan, kış kıyamette paltosuz, postalsız, gömlekle, çarıkla cehennemî tipinin ortasına sürülürler. O günlere şahit olan bir askerin mektubu, facianın küçük bir boyutunu günümüze şöyle taşır:

"Bu yaz, iki alayımızla Yemen'den buraya naklonulduk. Yola koyulmamızdan dört ay sonra buraya ulaştık ki, Arabistan'ın cehennemî sıcağı Köprüköy'deki ayaz yanında nimet-i ilâhi imiş. Burada çadırın perdesi buza kesmiş oğlak kulağı gibi kırılmakta ve kopmakta. Bölük kumandanım, beni sıhhiyeye nakletmiş ise de, tabip ve ilaç yokluğundan çaresiz kalıp tekraren takımıma döndüm. Akşam yaklaşınca Köprüköy'e civar dağlardan tipi boşanır. Kumandanımız, gelecek cuma Başkumandan Enver Paşa Hazretleri'nin teftiş ve hücum için geleceğini müjdeledi. O gelinceye kadar da yün içlik, çorap ve paltoların verileceğini ve Yemen yazlıklarını atacağımızı müjdeledi. Allah, devlete ve millete zeval vermesin. Başkumamandan Paşa Hazretleri'nin gelmesi ile, Moskof'un kahrolacağından ve kâfirin, karşımızdaki tepelerde geceleri seyrettiğimiz ocaklı ve mutfaklı karargâhlarını ele geçireceğimizden subaylarımız çok emin. Şafak söktüğünde 2059 rakımlı Kızkulağı Tepesi'nden Moskof obüs yağdırır ama şükrolsun, zafer bizim olacak. Gece bastırdığında, tepelerdeki Moskof ocaklarının ateşi gözlerimizdeki ayazı tandır közüne tebdil eyler. Başkumandan Paşa Hazretleri acele gelse ki, ateşe kavuşsak..."

Iğdırlı Ali Çavuş yazlık giysiler içerisinde titreye titreye bu mektubu yazıp İstanbul'dan gelecek olan kışlık giysileri beklerken, Karadeniz'de başka bir facia yaşanıyordu. Ruslar Osmanlı ordusuna erzak, mühimmat ve giyecek getirmekte olan gemileri sulara gömmüşlerdi. Bu durumu askere bildirmeyen Enver Paşa, ihtiraslarına mağlup olarak bütün birliklere şu mesajı çeker:

"Askerler! Hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarık, sırtınızda paltonuz olmadığını gördüm. Lâkin karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda Kafkasya'ya gireceğiz. Orada her türlü nimete kavuşacaksınız. İslâm Alemi'nin bütün ümidi sizsiniz."

Böylece "Turan Fatihi", "Sarıkamış Fatihi" olma uğruna, binlerce insan dehşetli bir can pazarına sürülür.

'Üç beyinsizin uğruna üç milyon halk'

Koca bir cihan devleti olan Osmanlı, şahsi ihtiraslar uğruna böylesine yanlış kararlarla askeri harekâta girme aşamasına nasıl gelmişti?

Sultan Abdülhamid Han'ın bir entrika sonucunda darbe ile tahtından uzaklaştıran İttihatçılar, 1914 yazında Avrupa'da esmeye başlayan savaş rüzgarlarında Almanların yanında yer alırlar. Sultan Abdülhamit Han'ın Avrupa'da yıllarca emek vererek sağladığı dengeler bir anda alt üst olur ve İngiltere ve Fransa'nın sömürgecilik yarışından pay kapmak isteyen Almanya'nın aleti oluruz. Almanlar, Fransız ve İngilizlerin yanında yer alan Ruslara karşı Osmanlı askerini kullanarak batı cephesinde rahatlamanın plânlarını yapmaktadırlar. Bunun için Kayser'in "Alman ordusuna eklenen bir süngü" olarak tasvir ettiği Osmanlı neferleri kullanılır. Sömürgecilik yarışında hiçbir çıkarı olmayan Osmanlı, felaketlerle sonuçlanacak olan bir macereya sürüklenmektedir.

Darbe ile iktidara gelmiş, ayak oyunlarıyla rütbe almış ittihatçı subaylar, milletin geleceğini, refahını, kalkınmasını değil, gazete sayfalarına kahraman olarak geçmeyi düşünüyorlardı. Hiç yoktan girilen Birinci Cihan Harbinde, 1 Kasım 1914'te Kafkas Cephesi açılır ve Ruslar Doğu Anadolu'ya girerler.

Ziya Gökalp'in "melekler bu milletin kurtulacağını ona fısıldarlar" diye yücelttiği "hürriyet kahramanı" Enver Paşa'nın halkın dini duygularını galeyana getiren beyannamesi ile Şeyhülislam'ın mukaddes cihad fetvası yayınlanır. Ziya Gökalp'in "turancılık" fikriyle yazdığı şiirler üniversite gençliğinin sloganı olmuştur:

"Düşman ülkesi viran olacak Türkiye büyüyüp Turan olacak!"

Ama Türkiye büyümek bir yana gün geçtikçe erimekte, küçülmekte ve parça parça koparılmaktadır.

Devlet-i Ebed Müddet'ten Enverland'a

"Turan Fatihi" olmanın hayallerini kuran Başkumandan vekili Enver Paşa (başkumandan paşidahtır), padişah damadı olarak birçok yetkiyi elinde tutmaktadır. Padişahın bir çok şeyden haberi bile olmamaktadır. Enver Paşa, verdiği harekât emrinde hedef olarak Tahran ve Akşabat'ı gösterir. Tahran harekat merkezine 1350 km. Aşkabat ise 2000 km. uzaklıktadır.

Almanlar, Türkiye'ye giden trenlerin üzerine "Enverland'a (Enver'in Ülkesi'ne) gider" yazmaktadırlar. Kibir ve ihtiras demiştik ya! Paşa'nın şu ifadelerine bakın: "Beni Napolyon'a benzetmişlerrdi. Kabul etmem. Çünkü ben ikinci adam olamam."

Etrafında bulunan subaylar da ihtiras ve hayalcilikte ondan geri kalmıyorlardı. Çetecilikleriyle meşhur Dr. Bahaeddin Şakir ve arkadaşları Erzurum'a gelirlerken, yol kavşaklarına "Turan'a buradan gidilir!" diye işaret levhaları koyuyorlardı. Alman Von der Goltz Paşa bunlar için şöyle demişti. "Kafkasya'da maalesef Napolyon Bonapart olduğunu iddia eden ve cahil yetişen birçok adam vardır. Bunlar, ordularına güçleriyle bağdaşmayan görevler vermişlerdir ve bu yüzden ordularını büyük zarara uğratmışlardır."

Zararın asıl sorumlularından biri, ihtirasta Enver'den geri kalmayan Hafız Hakkı'ydı. Bu adam hiçbir arazi araştırması yapmadan Enver Paşa'nın ihtiraslarını kamçılayacak şu telgrafı çekmişti: "Dağlar üzerindeki yolları keşfettim. Bu mevsimde bu yollardan hareketin mümkün olduğuna inandım. Buradaki kolordu ve ordu komutanları yeterli ölçüde inançlı ve kararlı olmadıklarından böyle bir saldırıya samimiyetle taraftar olmuyorlar. Bu saldırı vazifesi rütbem düzeltilerek bana verilirse ben bu işi yaparım."

Enver Paşa, Hocası Hasan İzzet Paşa'yı azlederek görevi sekiz gün önce yarbaylıktan albaylığa terfi eden Hafız Hakkı Paşa'ya verdi. Hafız Hakkı Paşa artık tümen komutanı olmuştu ama gözü ordu komutanlığındaydı.

Niçin olmasındı? Orduyu politikalarına alet eden bu darbecilerin başı Enver, 18 gün içinde yarbaylıktan paşalığa yükselmemiş miydi? Bunun yanı sıra harbiye nazırı (savunma bakanı) olmamış mıydı? Ondan neyi eksikti?

Politika ile rütbe alan bu komutanlar arazi ve yol incelemesini yanlış yapmış ve sonuçta "tekerlekli araçların geçmesine uygundur" raporu verilen yollardan askerler yaya zor geçmişlerdi. Tekerlekli araçlar ve kısıtlı mühimmat karlara saplanıp kalmış, tek tek birerli sıralarla yürüyen askerler, güçleri tükenmiş, hasta ve mecalsiz olarak Rusların karşısına dikilmişler çoğu kurşun bile atamadan donarak ölüp gitmişlerdi.



Kardan heykeller

22 aralıkta Enver Paşa'nın emriyle 120-125 bin civarında Osmanlı askeri dondurucu soğuğa rağmen yollara sürülmüştü. Bölge çoğu senenin dört ayı boyunca karlarla örtülüydü. Kar yükseklikleri kimi yerlerde bir metreyi geçiyordu. Zemheriler diye bilinen en soğuk günlerdi. Sıfırın altında kırk dereceye düşen soğuk, düşmandan daha düşmandır. Yapılan harekât plânına göre 9. Kolordu Sarıkamış Dağları'nı, 10. Kolordu ise Allahuekber Dağları'nı aşarak Rusları Sarıkamış'ta kuşatıp imha edecekti.

Gündüz başlayan yürüyüşte çarıkları yumuşayan askerlerin çarıkları gece donmaya, bir mengene gibi ayaklarını sıkmaya başlar. Adım atmak neredeyse imkansızdır. Askerler olduğu yerde zıplar, atlar, kendini karların içine vurur ve ayaktan başlayan donma yavaş yavaş tüm vücuda yayılır. Düşeni kaldırmamak için emir vardır. Zaten kimsede de kimseyi kaldıracak güç kalmamıştır. Neferler ordunun işaret taşları gibi yollara dizilirler. Kimi çömelmiş, kimi oturmuş, kimi yuvarlanmış, kimi bir ağacın gövdesine dayanmış kardan heykellere dönüşürler.

90.000 şehit. Tek kurşun atmadan...

O yıl kurtlar insan etine doyar. Birçok cesedin gözlerini kuşlar oymuştur. Arkadan gelenler, gördükleri korkunç manzara karşısında moralmen yıkılmaktadır. Ayrıca açlık da son haddine ulaşmıştır.

Onbeş saatlik yürüyüşün sonunda, 16.300 kişilik 30. tümenden geriye 1.400 asker kalır. Ölenler, düşmana karşı tek bir mermi atamamışlardır. Diğer birliklerin de bunlardan farkı yoktur. Kayıpların sayısı, en iyimser rakamla 70 bin kişidir. Bazı kaynaklarda bu sayı 90 bin kişiye kadar ulaşır. Sonuçta, sadece bir gecede binlerce asker beyaz karların üzerine cansız serpilmişti. Kalanlar ise açlıkla, bitlerle, tifüsle, soğuk algınlığı ve kangrenle uğraşıyorlardı.

Tarih ne böyle bir faciayı yazmış, ne de görmüştü. Oysa İstanbul'a çekilen telgraflarda inanılmaz ifadeler vardır: "Kafkasya dağları ve tepeleri beyaz bir örtüyle örtülüdür. Kar hemen hemen bir metreyi geçmiştir. Harekâttaki sessizlik bundandır. Kahraman askerlerimizde ilerleme isteği o kadar çoktur ki, ellerinden gelse soluklarıyla karları eritip yol açacaklardır. Karı daha az olan kesimlerde kahramanlarımız başarılar elde ediyorlar. Dün süngü saldırısıyla düşmandan iki mevzi ele geçirilmiştir."

Enver Paşa inadından dönmedi. Son bir gayretle Sarıkamış'a yüklenmek istiyordu. Acımasız emrini verdi: "Saldırı sırasında her üst, bir adım geri atanı derhal tabancası ile öldürecektir." Askerler, bu durum karşısında dillerinde kelime-i şehadet ile bir kere daha bile bile ölüme yürümeye başladı. Sonuçta Sarıkamış'a ancak bir avuç kahraman ulaşabildi. O da geçici bir süre için.

'Onları teslim alamadım. Çünkü...'

Rus Kurmay Başkanı Pietroroviç, anılarında Sarıkamış'a kavuşan o bir avuç kahramanı şöyle anlatacaktır:

"İlk sırada diz çökmüş beş kahraman. Omuz çukurlarına yasladıkları mavzerleri ile nişan almışlar. Tetiğe asılmak üzereler. Ama asılamamışlar. Kaput yakaları, Allah'ın rahmetini o civan delikanlıların yüreklerine akıtabilmek istercesine semaya dikilmiş, kaskatı... Hele bıyıkları, hele hele bıyıkları ve sakalları! Her biri birer fütuhat oku gibi çelik misal. Ya gözler?.. Dinmiş olmasına rağmen şu kahredici tipinin bile örtüp kapatamadığı gözleri!.. Apaçık!.. Tabiata da, başkumandana da, karşısındaki düşmana da isyan eden ama Allah'ına teslimiyetle bakan gözler... Açık, vallahi apaçık!..

İkinci sırada öyle bir manzara ki, hiçbir heykeltıraş benzerini yapmayı başaramamıştır. O ürkütücü ayaza rağmen, sağlarında fişekleri debelenerek üzerlerinden atmaya tenezzül etmemiş iki katırın yanında başları semaya dönük, altı masal güzeli Mehmed... Sandıkları bir avuçlamışlar ki, hayatı biz ancak böyle bir hırsla avuçlayıvermişizdir. Öylesine kaskatı kesilmişler.

Ve sağ başta binbaşı Mustafa Nihat. Ayakta... Yarabbi, bu bir ayakta duruştur ki, karşısında düşmanı da, kâfiri de, lanetlisi de Allah'ın huzurunda diz çöküş halinde gibi. Endamı, düşmanı dize getiren bir tekbir velvelesi gibi. Belinde, fişeklerinin yuvalarını tipi ile kapatmaya bütün gece düşen kar bile razı olmamış. Sol eli boynundaki dürbünü kavramış. Havada donmuş, Kale sancağı gibi... Diğer eli belli ki, semaya uzanıp rahmet dilerken öylesine taşlaşmış. Hayrettir, başı açık. Gür erkek kömür karası saçları beyaza bulanmış..."


Ve Moskova'daki askeri müzede sergilenen bu satırların sonu şöyle biter: "Allahuekber Dağları'ndaki Türk müfrezesini esir alamadım. Bizden çok evvel Allah'larına teslim olmuşlardı. 24.12.1914 Perşembe."

Ve bitişimizin itirafını olayın baş sorumlularından Hafız Hakkı Paşa, başkumandan vekiline şu sözlerle özetler: "Bitti paşam, ordumuzun kısm-ı küllisi mahvoldu."

Enver Paşa hiçbir şey olmamış gibi İstanbul'a döner. Arkasında binlerce kefensiz kar çiçeği bırakarak... Basını ele geçirmiş bu darbeci güruh sıkı bir sansür uygulayarak halkın Sarıkamış cephesinde olup biteni öğrenmesine engel olurlar. Faciayla ilgili bilgiler Ruslar vasıtasıyla Avrupa ve Dünya'ya yayılır ama her şey için artık çok geçtir. Bir sohbet sırasında Harbiye Nezareti Ordu Daire Başkanı Behiç Bey'e bu facia için Enver Paşa şöyle der: "Bunlar nasıl olsa birgün ölecek değiller miydi?"

Birinci Cihan Harbi'nin alevleri, Sarıkamış'tan Çanakkale'ye, Galiçya'dan Trablusgarp'a kadar binlerce kilometre karede Müslüman kanının ihtiraslar uğruna akmasına sebep olur. Ve Akif gözyaşları içinde şöyle inler:

"Gitme ey yolcu beraber oturup ağlaşalım,

Elemim bir yüreğin payı değil, paylaşalım.

Karşımda vatan namına bir kabristan yatıyor!"


İhtiras demiştik ya! Bazılarının ihtirası sadece kendilerini değil, milyonlarca vatan evladını ve tarihin gördüğü en ihtişamlı cihan devletlerinin birini yakabiliyor.

Muzaffer TAŞYÜREK
Semerkand dergisi, 12/2000



Ne zaman Sarıkamış'ı düşünsem gözlerim dolar!, Aziz Üstel, Star Gazetesi

Bilirsiniz elbet, Osmanlı 11Kasım 1914'te resmen büyük savaşa girdi. Başkomutan Enver Paşa'nın dışında kimsenin kış taarruzu diye bir fikri yoktu. Çünkü Balkan bozgunundan yeni çıkmış ordu zor duruyordu ayakta; eksiği gediği saymakla bitmezdi. Sarıkamış coğrafyası çetin mi çetin, kışsa pek ağırdı o yıl. Ne var ki, Enver Paşa Rus'ları apansız bastırıp tarihe adını altın harflerle yazdırmak istiyordu! Yapma, etme diyenlere kulak asmadı. Eksiği gediği yolda tamamlayıp, yırtığı söküğü de Sarıkamış'a kadar dikebileceğini düşünüyordu. Enver Paşa ilk iş, kıdem ve tecrübeyi çöpe atıp Harbiye Mektebi'nden hocası Hasan İzzet Paşa'yı 3. Ordu komutanlığına atadı! Sarıkamış'ı tüm şiddetiyle yaşayan isimsiz bir asker, günlüğüne şunları yazmıştı : "Bu yaz iki alayımızla Yemen'den buraya gönderildik. Yola çıktıktan dört ay sonra ulaştık ki, Arabistan'ın cehennemi sıcağı Eleşkirt'in ayazı yanında nimet-i ilahi imiş. Burada çadırın perdesi buz kesmiş oğlan kulağı gibi kırılmakta ve kopmakta. Bölük kumandanım beni sıhhiyeye nakletmiş ise de tabip ve ilaç yokluğundan çaresiz kalıp tekrar takımıma döndüm..."

Bütün perişanlığa rağmen 9-18 Kasım tarihinde 3. Ordu, Rusları Köprüköy'de durdurdu. Ama Kumandan Hasan İzzet Paşa, karnı aç, başıkabak, yalınayak askeri kış şartlarının iyice sertleşmesini de hesaba katarak, geri çekilen Rusların üzerine salmadı.

Enver Paşa hocasını azletti, 3. Ordu'nun başına kendi geçti ve asıl facia başladı! Zemheri denilen kışın en soğuk günlerinde 3. Ordu'ya bağlı 9, 10 ve 11. kolordular saldırıya geçti. Kar kalınlığı kimi yerlerde bir metreyi geçiyordu; sıfırın altında 40 derece soğuk varken Rus'un askeri kaç para, kurşunu kimin umurundaydı! Gece askerler donmaya başladı! Adım bile atamıyorlardı artık. Donmamak için oldukları yerde zıplıyor, kendilerini yerden yere atıyor ama ayak parmaklarından başlayan buzlanma yavaş yavaş, bütün vücutlarına yayılıyordu. Ayşe Hür Hanımefendi'nin deyimiyle "ortalık kardan heykellerle dolmuştu."

Kuruköy'e ulaşabilen asker sayısı 3 bin 200 kadardı ve Rus Kurmay Başkanı Pieteroroviç raporuna, "onları teslim almadım. Çünkü bizden çok önce Allah'larına teslim olmuşlardı!"  diye yazmıştı.

Enver Paşa inadı sürdürdü, dahası "geri dönen vurulacaktır" emrini vermekten de kaçınmadı.  Ve 1 Ocak 1915'de Albay Hafız Hakkı Paşa, başkumandan vekiline, "bitti paşam. Ordumuzun kısm-i küllisi mahvoldu" dedi.

Enver Paşa cepheden ayrılmadan önce şu raporu yollayabildi Harbiye Nezaretine: "Harekat, Rus ordusunun kat'i surette mağlubiyeti ile neticelenmediyse de, düşmanı hudut haricine çıkarmaya ve düşman arazisinin bir kısmını istilaya ve hasım ordunun iyice sarsılmasına meydan verdik." Gerçekleri saklamak için her türlü yola başvuruldu, sansürün en acımasızı uygulandı basına. Gerçek kayıp sayısı ilk kez, 1993'de 109 bin 274 olarak açıklandı Genel Kurmay Başkanlığınca. Sonra, 18 Aralık 2007'de Genelkurmay, Sarıkamış'ta tek kurşun sıkmadan donarak ölenlerin sayısını 60 bin olarak ilan etti resmi sitesinde. Nur içinde yatsınlar.

Enver Paşa'yla geçinemediğinden Irak'a gönderilen Alman Goltz Paşa günlüğüne şöyle yazmıştı: "Kafkasya'da maalesef Napolyon Bonapart olduğunu sananlar, ordularını büyük zarara uğratmışlardır!"

Mehmet Akif, Sarıkamış'ı düşündükçe" Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan yatıyor şimdi! " diyecektir.  Kendini Napolyon sananın kimliğine gelince, onu da, bir zahmet, siz tahmin edin!

(Kaynak: Sayısız kaynak vardır.  Öteki Tarih-Ayşe Hür-Profil Yayınları, bunlardan biridir ve çok daha ayrıntılı anlatır Sarıkamış faciasını.)

http://haber.stargazete.com/yazar/ne-zaman-sarikamisi-dusunsem-gozlerim-dolar/yazi-590063
#494


Açık Öğretim sınavı "Peruğu kulağını göstermiyor" denilerek iptal edilen Gülsüm Okumuş'un mağduriyeti Danıştay'dan döndü.

Danıştay, Okumuş'un sınava girmesi gerektiğine hükmeden bir karara imza.

Açık Öğretim sınavı "Peruğu kulağını göstermiyor" denilerek iptal edilen Gülsüm Okumuş'un mağduriyeti Danıştay'dan döndü. Eskişehir 2. İdare Mahkemesi'nin "Hukuka aykırılık yok" dediği başörtüsü kararını Danıştay, "Yükseköğrenim hakkının özü zedeleniyor" diyerek düzeltti.

Sarıyer İmam Hatip Lisesi mezunu Gülsüm Coşkun, Anadolu Üniversitesi İlahiyat Ön Lisans Programında gördüğü eğitim çerçevesinde 5 Nisan 2008'de düzenlenen Açık Öğretim Fakültesi sınavlarına katılmak için İstanbul Okmeydanı'ndaki İTO Anadolu Ticaret Meslek Lisesi'ne gitti. Okul girişinde tüm kontrollerden geçerek sınava gireceği 13. numaralı salona giden Coşkun, başında peruğu ile yerini aldı.

Soru ve cevap kağıtlarının verilmesini bekleyen Coşkun, bu sırada yanına gelen salon sorumlusu olan aynı okulun öğretmenlerinden Sevilay Akça'nın sözleri ile şoke oldu.

"AÇ BAŞINI"

"Peruğunu beğenmedim, saça benzemiyor, çıkar onu, öyle sınava gir" diyen 48 yaşındaki Sevilay Akça, Coşkun'un itiraz etmesi üzerine "Çeneni kırarım senin" diye tehdit etti. Sınav sonrası Akça, kılık kıyafet gerekçesiyle Coşkun'a "Sınava hiç gelmedi" işlemi yaptı.

Sınavın ardından Coşkun bina sorumlusuna giderek Akça'dan şikayetçi oldu. Bina sorumlusunun, böyle bir işlem yapmasının yasal olmadığı yönündeki uyarısına rağmen öğretmen Akça işlemini geri almadı. Coşkun ise 8 Ekim 2008'de internetteki sonuçlar listesinde kaydının olmadığını görünce Akça'nın uygulamasından ötürü böyle bir sonuçla karşılaştığını anladı.

YARGIYA TAŞINDI

2008'de Açık Öğretim Sınavı'nda yaşanan olay ise Coşkun tarafından Eskişehir 2. İdare Mahkemesi'nde yargıya taşındı. Öğrencinin sınavlarda uyarılmasına karşın sınav görevlilerinin talimatlarına uymadığını belirten İdare Mahkemesi, "Hukuka aykırılık yok" diyerek Öğretmen Akça'nın uygulamasını savundu.

İdare Mahkemesinin kararı ise, Danıştay'a taşındı. İdare Mahkemesinin kararını bozan Danıştay 8. Dairesi, Anayasanın "Eğitim ve öğrenim hakkı" başlığını taşıyan 42'ci maddesinde kimsenin eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamayacağına atıf yaptı.

Önceki ve sonrakilere emsal olacak

Ceza avukatı Seffan Kılıç: "Danıştay bu konuyu ilk derece mahkemesi sıfatıyla değerlendirmiyor. Yüksek Mahkeme sıfatıyla değerlendirdiğinden bundan sonraki ve önceki olmuş olaylara karar emsal teşkil edecektir."

Karar içtihat oluşturur

Emekli Cumhuriyet Başsavcı Reşat Petek: Danıştay'ın bu kararı idare mahkemelerince dikkate alınması gereken emsal bir içtihat olacaktır. Yargıtay ve Danıştay'daki yüksek yargı kararları emsal teşkil eder.

http://gundem.bugun.com.tr/danistay-dan-tarihe-gececek-karar-haberi/217938/



Ülke siyasetinde ve üst yargıda hakimiyet kuran kendi milletine yabancılaşmış odakların etkisi 2010'da yapılan anayasa referandumunun kabul edilmesiyle kırılmıştı

12 Eylül 2010 Tarihinde yapılan anayasa referandumunda "hayır" oyu kullanan ve yapılmak istenen değişikliklere şiddetle karşı çıkıp herkesi hayır oyu kullanmaya davet eden çevrelerin o dönemde niçin bu denli hararetli bir mücadelenin içine girdikleri şimdilerde daha rahat anlaşılıyor. O dönem yaşanan tarihi referandum sürecini okuyup hafıza tazelemek için LÜTFEN TIKLAYINIZ. Referandumda %58 evet oyunun çıkması üzerine yeni atanacak HSYK üyelerinin tamamı hakim ve savcıların oylarıyla belirlenmiş ve bu yolla milletin değerleriyle barışık yeni bir yönetimin HSYK'da işbaşı yapmasının önü açılmıştı. Akabinde de Yargıtay ve Danıştay'a yeni üye atamaları yapılarak kendi milletine yabancılaşmış odakların etkisi üst yargıda da nihayet kırılabilmişti. Tüm bu gelişmelerin neticesi olarak artık günümüzde bu tür güzel haberleri okuyabilmek mümkün olabilmiştir. Tüm bu işlerde emeği geçen herkese canı gönülden teşekkürü bir borç biliyoruz.

Vekil.net yönetimi
#495


Facebook şifresini öğrendikleri avukatın hesabıyla 8 ilde dolandırıcılık yapıldı.

Konya'nın Ilgın İlçesi'nde avukat Hüsnü Yıldırımer'in sosyal paylaşım sitesi 'Facebook'daki sayfasının şifresini ele geçirip, aralarında hakim, savcı ve avukatlarında bulunduğu arkadaşlarını cep telefonu mesajıyla 50'şer lira dolandıranın, Şırnak'ın Silopi İlçesi'nde Dr. H.B.'ye ait işyerinden aynı yöntemle 8 ilde daha dolandırıcılık yaptığı ortaya çıktı. Avukat Yıldırmer 8 yerde de aynı yöntemin gerçekleşmesi nedeniyle, olayın PKK terör örgütüyle bağlantılı olabileceğini öne sürdü.

Ilgın İlçesi'nde oturan avukat Hüsnü Yıldırımer'in sosyal paylaşım sitesi 'Facebook'daki sayfasının şifresi geçen yıl mart ayında hackerler tarafından ele geçirildi. Şifreyi ele geçiren hackerler, Yıldırımer'in sayfasında bulunan aralarında hakim, savcı ve avukatların da bulunduğu 15 arkadaşının cep telefonlarına, 'Paymo'dan 50 TL karşılığı Facebook kredisi almak için bu mesaja 'Evet' yazıp cevaplayınız. Bu işlem size ait değilse, onay vermeyiniz" yazılı mesaj göndererek dolandırdı. Arkadaşlarının dolandırıldığını öğrenen Hüsnü Yıldırımer de, Ilgın Cumhuriyet Başsavcılığı'na 'Bilişim hırsızlığı ve dolandırıcılık' suçlamasıyla suç duyurusunda bulundu.

Bunun üzerine çalışma başlatan Ilgın Cumhuriyet Savcılığı, Yıldırımer'in şifresini ele geçiren kişinin internet 'IP' numarasından, şüphelinin Şırnak'ın Silopi İlçesi'ndeki doktor H.B. olduğunu saptadı. Suçlamaları kabul etmeyen H.B., adına kayıtlı olan 'IP' numarasının sahibi olduğu internet kafeye ait olduğunu söyledi. H.B., cumhuriyet savcılığına verdiği ifadesinde, internet kafeyi 6-7 yıldır işlettiğini, 4-5 ay önce de kapattığını belirterek, müşterilerinden birinin de yapmış olabileceğini ileri sürdü.

H.B.'nin de ifadesinin ardından Ilgın Cumhuriyet Başsavcılığı hazırladığı iddianamesinde, yöneltilen suçlamayı kabul etmeyen H.B. hakkında, aynı suçtan Tekirdağ, Ankara, Burdur Tefenni, Düzce Yığılıca, Antalya Korkuteli, Şırnak Silopi, Balıkesir Edremit ve Bursa İnegöl Cumhuriyet Başsavcılıkları tarafından soruşturma yürütüldüğünü ve aynı suçların tesadüf olmayacağı belirtildi. İddianame Ilgın Asliye Ceza Mahkemesi'nce de kabul edilip davanın nisan ayında görülmeye başlanacağı öğrenildi.

Hukuki mücadelesini sürdüreceğini belirten Avukat Hüsnü Yıldırımer, ''Dr. H.B. hakkında 8 ayrı yerde de soruşturmanın yürütülmesi bir tesadüf değildir. Olayın PKK terör örgütüyle de bağlantısı olabilir. Bu durum yargılama aşamasında daha net ortaya çıkar'' dedi.

SANAL DOLANDIRICILIK

Uzmanlar, 'paymo' oyunu ile dolandırılıcık olayını şöyle anlattı:'' Bu tip dolandırıcılık olayında cep telefonuna mesaj gelen kişiler 'evet' dediği taktirde, mesajda yazılı olan miktar faturasına yansır. Dolandırıcı kişi ise facebook gibi sosyal paylaşım sitesindeki 'paymo'ya benzer oyunlarda, dolandırdığı kişilerin 'evet' mesajıyla cevap vermesiyle oyun sitelerinden ya karakter satın alır ve bunu sonra satar, ya da sahip olduğu karakterlerin puanları yükseltip yine başka birilerine e-ticaret yöntemiyle satar'' dedi.

DHA-Güvenlik - Türkiye-Konya - İsmail AKKAYA
http://www.haber7.com/guncel/haber/972685-avukatin-facebook-sifresiyle-dolandirdilar



Son zamanlarda PAYMO kullanılarak sık sık dolandırıcılık yapılıyor

Bir şahsın şikayetvar.com sitesine yazdığı aynı konuyla ilgili bir olay:

Turkcell Paymo Adı Altında 197 TL Ücret Ödedim!
Facebook sitesinden arkadaşımın hesabını çalan bir şahış, Turkcell faturalı hattımıza gelen sms numarasına "Evet" yazıp cevaplamamı istedi.
Sonuçta Paymo adında bir sistem için telefon faturamıza 195 TL yansıdı. Bunu anladığımda, ne Turkcell ne de Paymo bununla ilgili hiçbir işlem yapmayacaklarını söylediler.


Bu da bir başka olay:

Facebook'a gelen mesajla dolandırıldı
Bursa'nın Nilüfer ilçesinde yaşayan bir vatandaş, sosyal paylaşım sitesindeki sayfasına gelen mesajla dolandırıldığı iddiasıyla polise başvurdu.
Üçevler Mahallesi Dumlupınar Caddesi'nde ikamet eden Seyfullah Ç. (50), kimliği belirsiz bir kişinin facebook sayfasına 'merhaba' diyerek selam göndermesiyle başlayan dolandırıcılık olayıyla ilgili polise şikayette bulundu.
Seyfullah Ç. polise verdiği ifadesinde olayı şöyle anlattı: "Facebookta biri kendi sayfama 'merhaba' diyerek selam yolladı. Benim cep telefon numaramı istedi. Ben arkadaşım olduğu için herhangi bir sakınca görmedim ve cep telefon numaramı yazdım. Benden gelen ücretsiz mesajları 'yanıtla' dedi. Cep telefonuma 'Paymo'dan 50 TL karşılığında ürün/hizmet almak için bu mesajı 'evet' veya 'onay' yazarak üç dakika içerisinde cevaplayınız' diye bir mesaj geldi. Ben de mesajı 'evet' yazarak cevapladım ve 7979 numaralı servise gönderdim. Aynı işlemi üç kez istedi. Ben aynı işlemi üç kez tekrarladım. Akabinde de dolandırıldığımı anladım."
Seyfullah Ç. kendisini dolandıran kişiden şikayetçi olduğunu belirtti.
Olayla ilgili soruşturma başlatıldı.


Ve bu da bir başkası:

Öğretmene Facebook Tuzağı
İzmir'de meslek lisesinde makine dersi öğretmeni olan Refet Ali Kayakıran'ın (43) Facebook şifresini kırarak hesabını ele geçiren kişi ya da kişiler, site üzerinden arkadaşlarıyla irtibata geçerek öğrendikleri telefon numaralarına mesaj gönderip dolandırıcılık yaptı.
Çınarlı Endüstri Meslek Lisesi'nde makine dersi öğretmeni olan Refet Ali Kayakıran, 18 Ocak Çarşamba günü, mesai bitiminde Gaziemir'deki evine döndü. Bir süre dinlendikten sonra girmeye çalıştığı internetteki popüler sosyal paylaşım sitesi Facebook'taki sayfasını açamayan, evli ve 1 çocuk babası, 20 yıllık öğretmen Kayakıran, hesabının başkaları tarafından ele geçirildiğini fark etti.
Facebook profilindeki kişisel bilgilerinin ve fotoğraflarının kötü niyetle kullanılabileceğini düşünen Kayakıran, Gaziemir Polis Merkezi'ne giderek şikâyetçi oldu. Evine dönen öğretmenin endişelerinin gerçek olduğu ortaya çıktı.
'Keşke değiştirseydim!'
Ertesi gün gittiği okulda Kayakıran, gece giremediği, Facebook'taki hesabı üzerinden arkadaşlarıyla yazışmalar yapıldığını öğrendi. Refet Ali Kayakıran, arkadaşlarının, "Telefon numaralarımızı istedin. Bir süre sonra telefonumuza, 'Paymo' adlı bir şirketten ürün ve hizmet adlı mesaj geldi. Bu mesajı onayladığımızda da onay başına 35 lira para kesildi" demeleri üzerine şaşkına döndü.
Bir kez daha polise giden Kayakıran, dolandırıcılık olayını anlatıp şikâyetçi oldu. Polis ekipleri, sanal dolandırıcının kimliğini belirlemek için çalışma başlattı. Olayın şokunu halen üzerinden atamadığını belirten Kayakıran, "Arkadaşlarıma Facebook adresimin başkası tarafından ele geçirildiğini, karakola giderek şikâyetçi olduğumu söyledim.
O mesajları yollayanın ben olmadığımı anlattım" dedi. Yaklaşık 5 yıldır Facebook kullandığını ve böyle bir şeyin ilk kez başına geldiğini kaydeden Kayakıran, "Facebook hesabımı açtığımdan beri aynı şifreyi kullanıyorum. Tehlikeli olduğunu söylerlerdi. Bizim de başımıza gelecekmiş. Keşke şifremi daha fazla karakterden oluşturup sık sık değiştirseydim" diye konuştu.
'Her mesaja cevap vermeyelim'
İnsanların bu tür mesajlar karşısında genel olarak iyi niyetli olduğunu dile getiren Kayakıran, "Bir arkadaşım mesajı bir kez onaylamış, 35 lira almışlar. Diğer bir arkadaşım 4 kez onaylamış, 140 lirasını almışlar. Belki dolandırıldığının henüz farkına varmayan başka insanlar da var. Bence bu tip mesajları aldığımızda güvenmemeliyiz ve cevap vermemeliyiz" dedi.


PAYMO nedir?

PAYMO, tüm dünyada kullanılan bir mikro ödeme yöntemi. Bu yöntemde PAYMO firmasının anlaşmalı olduğu internet sitelerinden hizmet almak isteyen kullanıcılar, cep telefonlarına gelen kısa mesajı olumlu yanıtlayarak ödemeyi yapmış oluyor ve ödeme cep telefonu faturalarına yansıtılıyor. Özetle, telefonlarımıza gelen kısa mesajlar hususunda çok dikkatli olmakta fayda var. Konuyla ilgili bir haberde PAYMO şu şekilde tanıtılmış:

Türkiye'nin ilk ve en büyük mobil ödeme servis sağlayıcısı Mikro Ödeme A.Ş., servis vermeye başladığı 9 Nisan 2009'dan itibaren, çok sayıda oyun, arkadaşlık sitesi, dijital içerik siteleri ve fiziksel ürün satışı yapan e-ticaret sitelerine kaliteli ve hızlı servis vermeyi başardı.

Bu süre zarfında 200'den fazla firmaya ulaşan üye işyeri sayısı ve bu firmaların 500'den fazla web sitesine entegrasyonu gerçekleştiren Mikro Ödeme, mobil ödemenin geleceğine olan inancını yaptığı yurt içi ve yurt dışı iş ortaklıklarıyla da güçlendirdi.

Mikro Ödeme A.Ş. Avea Mobil Ödeme ve Turkcell Mobil Ödeme servislerini üye işyerlerine sunan ilk firma oldu. Mikro Ödeme üye işyerleri, ilave hiçbir teknik geliştirme yapmadan, Avea Mobil Ödeme servisinden de faydalanabilmekte ve kullanıcılarından tek bir SMS ile tahsilat yapabilmektedirler.

Dünyanın en büyük mobil ödeme firması Mikro Ödeme ile iş ortağı oldu!

Tüm dünyada 60 ülkede 190 operatörle çalışan Paymo (BOKU), Türkiye için iş ortağı olarak Mikro Ödeme'yi seçti. Yapılan iş ortaklığı ile, Paymo'nun hizmet verdiği 1.000'den fazla oyun firması, artık Avea Mobil Ödeme ve Turkcell Mobil Ödeme servisleri ile tahsilat yapabilirken, ayrıca Türkiye'deki Mikro Ödeme üye işyerleri de yurtdışından tahsilat yapabilir duruma geldi. Bu sayede, oyun pazarında önemli bir yere sahip olmak isteyen Türk firmalarının yurt dışına açılmaları ve büyümeleri oldukça kolaylaştı. Şimdiden yurtdışından tahsilat yapmaya başlayan Türk firmaları oluşmaya başladı.

Paymo'nun hizmet verdiği oyun firmaları arasında K2 Network (KnightOnline), GameForge, Zynga (Farmville, Mafia Wars), Stardoll gibi önde gelen oyuncular mevcut. Bu oyunlardan ürün/hizmet almak için yapmanız gereken tek şey PayMo butonuna tıklayıp telefon numaranızla işlem yapmaktır. Tamamen güvenilir bu sistem sayesinde, küçük tutarları öderken herhangi bir risk almazsınız. Bunun yanı sıra Mikro Ödeme diğer hatırı sayılır iş ortakları, Bill4Net, SMS Coin, 2Pay, Allopass ve Onebip gibi firmalar da Mikro Ödeme'yi tüm dünyada yaygınlaşır hale getirmekteler.

Mikro Ödeme ile ödeme yapabileceğiniz bazı yerler; Sanalika.com, tüm GameForge oyunları, badoo.com, tüm Zynga oyunları (Farmville, Mafia Wars,...), cikcik.com, TTnet oyun portali, gamesultan.com, gamyun.net, Aeria Games oyunları, rapidshare.com, hotfile.com, ceidot.com, yobombo.com, madeniyet.com, istanbulevlilik.com, randevum.com, arkadas.com, nasipse.com, chatcity.cc, sadeceask.com, imperiaonline.org, tr.gezegen.net, omerta.com, swon6.com, tasdix.com... Ayrıca Ciner Dergi grubunun dergi abonelikleri de Mikro Ödeme ile kolaylıkla yapılabilmektedir.
#496
Sincan 3. Asliye Hukuk Mahkemesi, evli bir erkekle birlikte olan kadını, sevgilisinin eşine 7 bin lira manevi tazminat ödemeye mahkum etti.

E.G. isimli kadın, avukatı Can Tatar aracılığıyla, 9 yıldır evli oldukları ve iki çocukları olan eşi M.G. ile ilişki yaşayan N.E. hakkında, ''kişilik haklarına saldırıda bulunduğu'' iddiasıyla 100 bin liralık manevi tazminat davası açtı.

Sincan 3. Asliye Hukuk Mahkemesi, kısmen kabul ettiği davada, kocasıyla birlikte olduğu E.G'yi ''manevi zarara uğratan'' N.E'yi 7 bin lira manevi tazminat ödemekle cezalandırdı.

Dava dilekçesinden

Evlilik birlikteliğine devam eden E.G, dava dilekçesinde, eşi M.G'nin, kendisi de evli olan N.E. ile sık sık internette görüştüğünü, şüphelenip sorması üzerine de ''üniversiteden çok sevdiğim bir arkadaşım'' diye tanıştırdığını kaydetti.

N.E'nin daha sonra kendisiyle arkadaş olduğunu ve evine gelip gittiğini anlatan E.G, ''N.E, 'bu dağ başında ne işin var, sen daha iyi muhitlerde yaşamaya layıksın' diyerek, eşim vasıtasıyla beni ikna edip, kendi dairesinin birkaç bina yanındaki bir daireyi kiralamamızı sağladı. Sonra neredeyse her gün evimize gelmeye başladı'' ifadesini kullandı.

''Tatile dahi gittik''

N.E. ve ailesi ile tatile dahi gittiklerini belirten E.G, dilekçesinde, dostluk ilişkilerinden dolayı böyle bir ilişkiden şüphe etmediğini kaydetti.

Eşi iş yerindeyken, bilgisayara otomatik olarak kaydedilen yazışmaları gördüğünü ve böylece eşi M.G'nin, N.E. ile internetten tanıştığını ve ilişki yaşadığını öğrendiğini ifade eden mağdur kadın, yazışma kayıtları ve itiraflardan, eşinin N.E. ile gayriresmi bir tören yaparak karı-koca hayatı yaşamaya başladığını anladığını ifade etti.

Eşinin sevgilisinden 100 bin lira tazminat talep eden N.G, dilekçesinde, yaşananların tarifi ve tamiri mümkün olmayan acılar yaşamasına neden olduğunu, ekonomik durumu ve çocuklarının küçük olması nedeniyle de eşinden boşanma yolunu seçmediği ifadelerine yer verdi.

AA
#497
BDP'nin "yeni anayasa"ya konulmasını istediği ancak diğer tüm partilerin karşı çıktığı "vicdani ret" konusunda AİHM'nin Türkiye'yi 72 bin Avro tazminata mahkûm ettiği ortaya çıktı.

Adalet Bakanı Sadullah Ergin, "zorunlu askerlik hizmetine" karşı "vicdani ret" hakkını kullanmak isteyenlerin açtığı 5 davanın da Türkiye aleyhine çıktığını bildirdi.

Adalet Bakanı Ergin, BDP Kars Milletvekili Mülkiye Birtane'nin AİHM'de vicdani ret hakkı ihlaliyle ilgili Türkiye aleyhine açılan davalar ve bu konuda hükümetin yasal düzenleme yapılıp yapılmadığına ilişkin soru önergesine verdiği yanıtta, AİHM'ye bugüne kadar vicdani ret konusunda 5 dava açıldığını ve bunların tamamının Türkiye aleyhine sonuçlandığını bildirdi. Ergin, bu davalar sonucunda Türkiye'nin toplam 72 bin 275 Avro tazminata mahkûm edildiğini belirtirken, şimdiye kadar 3 davayla ilgili toplam hak ihlaline uğrayanlara 46 bin Avro'luk ödeme yapıldığını, biriyle ilgili ödeme sürecinin devam ettiğini, bir kararın ise henüz kesinleşmediği için ödemenin yapılmadığını açıkladı.

Birtane'nin "Bütün demokratik ülkelerde bir hak olarak tanınan vicdani ret hakkıyla ilgili Türkiye'de düzenleme yapılmasını imkânsız kılan sebepler nedir? Bu hakkın tanınmasıyla ilgili bir düzenleme yapılması düşülüyor mu?" sorusunu yanıtsız bıraktı.

Ergin, "vicdani ret hakkını" kullanarak askerlik yapmak istemeyenlerin sayısıyla ilgili bilgi vermezken, AİHM'ye açılmış başka dava olup olmadığı sorusuna da "Hükümetimiz AİHM'ye yapılan başvurulardan kendisine tebligat yapldıktan sonra haberdar olmaktadır" dedi.

TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda da "vicdani ret" en çok tartışılan öneriler arasında yer aldı. Anayasa taslağında "vicdani ret" düzenlemesine yer veren tek parti olan BDP; "Kimse vicdani kanaatlerine aykırı olarak askerlik hizmetini yerine getirmeye veya silah altına alınmaya zorlanamaz. Vicdani sebeplerle askerlik hizmetini reddedenler için öngörülecek alternatif kamu hizmetlerinin yerine getirilmesine ilişkin esaslar kanunla düzenlenir. Kamu hizmetinin süresi her halükârda askerlik süresinden uzun olamaz" şeklinde yeni madde önerirken, AK Parti, CHP ve MHP buna karşı çıktı.

4.Yargı Paketinde "Vicdani Ret" ile ilgili düzenleme de bulunuyor

Uluslararası İnsan Hakları Mahkemesinde sürekli Türkiye'nin başını ağrıtan 'vicdani red' konusuna yeni yargı paketiyle nokta koyulması düşünülüyor. Taslak yasalaşırsa 'vicdani red' talebinde bulunan kişinin yaşantısı, dünya görüşü ve toplum içindeki davranışları belirlenen komisyonca araştırılacak ve komisyonun vereceği karar doğrultusunda talebi kabul veya reddedilecek. Ayrıntılar için TIKLAYINIZ.
#498


Belçika'da başörtülü personelini haksız yere işten çıkartan giyim mağazası mahkemece haksız bulunarak para cezasına çarptırıldı.

Geçtiğimiz şubat ayında müşterilerinin şikâyeti üzerine başörtülü çalışanını işten çıkartan Hema mağazalar zincirinin Genk şubesi Tongeren Mahkemesi tarafından haksız bulundu. Faslı bir gençle tanıştıktan sonra İslam dinini tercih ederek tesettürü tercih eden 21 yaşındaki Belçikalı Joyce Van Op den Bosch'un başörtüsünden dolayı işten kovulması ülkede tartışmaları da beraberinde getirdi. Uzun süre çalıştığı Hema mağazasının Genk şubesine usulsüz işten çıkartıldığı gerekçesiyle dava açan kadın Tongeren Mahkemesi'nce haklı bulundu. Mahkeme, Hema'nın haksız olduğuna hükmederek, mağdura 6 aylık maaşı ceza olarak yaklaşık 10 bin Euro para ödemesine karar verdi.

Tesettüre girmesinin ardından iki ay sonra bazı müşterilerin başörtüsüne tahammül edememesi ve mağaza müdürüne şikâyet etmesi sonrasında mağaza yetkilileri, Joyce Van Op den Bosch'un iş bulma kurumu tarafından yapılan çalışma anlaşmasının iptalini istemişti. İş bulma kurumu Randstad ise Hema mağazasının isteğini yerine getirerek Joyce Van Op den Bosch'un iş anlaşmasını iptal etmişti. Olayın duyulmasının ardından mağazaya tepkiler yağmış ve bazı Belçikalı vatandaşlar başörtüsü takarak yürüyüşler gerçekleştirmişti. Olay sonrası mağdur olan ve işini kaybeden Joyce yaptığı açıklamada işini çok sevdiğini, mağaza görevlileri ile arasının da çok iyi olduğunu ve kendisinin çok sevildiğini belirtmişti. Joyce mağazada ilk çalışmaya başladığında başörtülü olmadığını ve Müslüman olduktan sonra başörtü takmaya karar verdiğini ve bunu da mağaza görevlilerine sorduğunu belirtmişti. Mağaza görevlilerinin başörtü takması konusunda sorun yapmadıklarını hatta ilk başörtüsünü mağaza çalışanlarının hediye ettiğini ifade etmişti. Tepkiler sonrasında Hema mağazası yetkilileri, Joyce'u tekrar işe alabileceklerini ancak depoda çalışabileceğini açıklamış, bu açıklamada tekrar tepkilere neden olmuştu.

'HUKUKİ TEMELDEN YOKSUNDU'

Joyce'un avukatı yaptığı açıklamalarda çok mutlu olduklarını ifade ederken, "Joyce iki ay boyunca hiçbir sorun olmadan Hema'da çalıştı ancak bir anda müşterilerin şikâyeti üzerine işten çıkarılmıştı. Hema'nın keyfi davranışının hiçbir hukuki zemine oturmuyordu." dedi. Irkçılıkla Mücadele Merkezi Genel Başkanı Jozef De Witte de yaptığı değerlendirmede 'Hema olayında açıkça ayrımcılık söz konusuydu. Mahkeme kararını çok yerinde olduğu kanaatindeyiz.' şeklinde konuştu.

Kaynak: CİHAN
http://www.haber7.com/avrupa/haber/972600-basortulu-elemani-cikaran-magaza-cezalandirildi
#499


TBMM Hukuk Hizmetleri Başkanlığı, eski Başbakan Adnan menderes'in idam kararının iptalinin mümkün olmadığı, ancak yargılamanın yenilenmesinin uygun olacağı yönünde görüş bildirdi.

TBMM Hukuk Hizmetleri Başkanlığı tarafından Dilekçe Komisyonu'na gönderilen görüş yazısında, Yüksek Adalet Divanı kararlarıyla ölüm cezasını oybirliği ile tasdik eden Milli Birlik Komitesi kararlarının TBMM tarafından iptal edilmesinin mümkün bulunduğu ifade edildi. Yazıda, Adalet Bakanlığı, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı ve Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü ile yapılan yazışmalar sonucu temin edilecek belgeler ile dosya içeriğinde yer alan belgelerin ayrıntılı tetkiki neticesinde 5271 sayılı kanunda sayılan nedenlerin bulunması halinde yargılamanın yenilenmesi yoluna gidilmesinin uygun olacağını kaydedildi.

TBMM Dilekçe Komisyonu Başkanı Mehmet Daniş, TBMM Hukuk Hizmetleri Başkanlığı'nın görüşünü basın mensuplarına değerlendirdi.

Daniş, 1990 yılında yeniden iadei itibarla ilgili bir yasa çıkarıldığını, bu yasanın genel gerekçesinde ''yargılamanın yenilenmesi'' yolunun kapalı olduğu yönünde bir ibare bulunduğunu vurgulayarak, ancak Hukuk Hizmetleri Başkanlığı'nın, ''yargılanmanın yenilenmesi yoluna gidilebileceğini'', 5271 sayılı yasanın 311. maddesinde sayılan durumlar ortaya çıktığında bunun olabileceğini ifade ettiğini söyledi. Daniş, ''Malumunuz, bu durumun bir tanesi duruşmada kullanılan ve hükmü etkileyen bazı belgelerin sahteliği ve gerekçesinin olmaması'' dedi.

O günkü yargılamaların hem o gün,  hem de o günden bugüne akademik ve siyasi anlamda çok tartışıldığını dile getiren Daniş, şöyle devam etti:

''Tabii hakim ilkesine uyulmaması, geriye doğru suç tiplerinin değiştirilmediği, yine davada yargılanması istenilen diğer milletvekillerinin, işte başbakan ve bakanlarla Celal Bayar ile irtibatlarının kurulması için akademisyenlerden alınan görüşler var. Bütün bu olaylar bu yargılamanın ve kararın daha sonra 1990 yılındaki iadeiitibar yasasına rağmen kamuoyu vicdanı rahatlatmadığını yani bir adalet duygusunun tesis edilmediğini bize gösteriyor.''

Hukuk Hizmetleri Başkanlığı'nın da 5271 sayılı yasanın 311. maddesinde sayılan gerekçelerle yargılanmanın yenilenebilmesini öngördüğünü bildiren Daniş, yargılamanın yenilenmesi için de hükmün infaz edilmesinin ve kişinin hayatını yitirmesinin engel olmadığını, bunun belki yeni bir durum ortaya çıkarabileceği için de konuyla ilgili bir çalışma yapılabileceğini ifade ettiğini söyledi. Daniş, şunları kaydetti:

''Hukuk Hizmetleri Başkanlığı'nın 'Milli Birlik Komitesi kararlarının TBMM tarafından iptal edilmesinin mümkün olmadığı' görüşünün kamuoyunun bilgisine sunulması önemlidir diye düşünüyorum. Milli Birlik Komitesi ve Yüksek Adalet Divanı o günkü yargılamayı oluşturuyor. Tabii hakim ilkesi ihlal ediliyor, toplama bir mahkeme kuruluyor. Önce Yargıtay Başkanı'na başkanlık teklif ediliyor, kabul etmiyor. Daha sonra Yargıtay 1. Dairesi Başkanı görevi kabul ediyor. Bunlarla birlikte tabii hakim ilkesinin olmadığı bu yargılamada konuşulanlardan bir tanesi. Daha sonra anayasal düzeni değiştirmekle ilgili zorlama bir durumun olduğu çokça tartışılıyor. Vatan hainliğiyle ilgili çokça tartışılan bir konu var. Dolayısıyla Milli Birlik Komitesi ile Yüksek Adalet Divanı'nın kararlarının bir parlamento kararıyla yok sayılamayacağını, Anayasa'nın 138. maddesinin buna engel olduğunu ifade ediyor Hukuk Hizmetleri Başkanlığı.''

-''Başkanlığın görüşünü değerlendireceğiz''-

Komisyon olarak Hukuk Hizmetleri Başkanlığı'nın görüşünü değerlendireceklerini belirten Daniş, önümüzdeki hafta içerisinde bir Dilekçe Komisyonu Genel Kurulu yapmayı planladıklarını, burada konuyla ilgili komisyonun bir görüş verip vermeyeceğini veya alt komisyon kurulmasının gerekip gerekmeyeceğini tartışacaklarını bildirdi. Daniş, ''Eğer bir görüş verirsek, onu komisyon görüşü olarak oluşturabiliriz. Komisyonumuz bunu gerekli görürse bir alt komisyon kurup konuyu biraz daha derinlemesine araştırabiliriz, çalışabiliriz. Bu konuda biraz daha geniş kapsamlı çalışma yapıp, ondan sonra alt komisyon raporuna göre bir yol izleyebiliriz'' dedi.

Daniş, komisyon olarak bilirkişi görüşüne müracaat etmediklerini, TBMM Hukuk Hizmetleri Başkanlığı'ndan hukuki bir görüş istediklerini ifade ederek, ''Bizim kararımıza dayanak ve gerekçe olabilecek hukuki mahiyette bir görüş bize oluşturmuşlar'' diye konuştu.

Mehmet Daniş, bir gazetecinin, ''Yeniden yargılama için bir yasa mı çıkması gerekiyor?'' sorusuna, ''Şimdi bunları tartışmamız lazım. Yeniden yargılanması talebi, kararı veren mahkemeye yapılabilir. Dolayısıyla o mahkeme var olmadığı için burada tabiki yeni bir yasal düzenlemenin yapılmasına ihtiyaç var'' yanıtını verdi.

Komisyon olarak yasa teklifi veremediklerini ama kararlarında yasal düzenleme yapılması yönünde tavsiyede bulunabildiklerine işaret eden Daniş, ''Zaten komisyon da muhalefet partileriyle beraber oluştuğu için ortak siyasi bir irade de oluşabilir. Onun için çalışma usulü olarak biz kararımızda bunu belirtebiliriz. Zaten alt komisyon kurulduğunda veya bu süreçte bu daha çokça tartışılacaktır, buna da bir zemin olacaktır'' dedi.

-Dersim'e akademik komisyon-

Daniş, Dersim alt komisyonu çalışmalarının devam ettiğini belirterek, Genelkurmay'dan Dersimle ilgili ellerindeki belgeleri istediklerini, Genelkurmay'ın da 14 Haziran 2013'e kadar bu belgelerin gönderiminin tamamlanabileceği yönünde cevap verdiğini bildirdi. Ancak bu tarihi beklemeden Dersim Alt Komisyonu çerçevesinde tarihçilerden oluşan bir akademik bilim kurulu oluşturmayı öngördüklerini söyleyen Daniş, ''Biz Haziran ayını beklemeden, daha öncesinde bu kurulu oluşturulup, gelen belgelerimizi en azından bu akademisyenlere verip, başlamayı düşünüyoruz. Bunun da sanırım nihai şeklini Genel Kurulumuzda önümüzdeki hafta oluştururuz'' şeklinde konuştu.

Kaynak: AA
http://www.haber7.com/ic-politika/haber/972521-menderesin-yeniden-yargilanmasi-gundemde
#500
İLÂN
Adalet Bakanlığı'ndan
 
1) Adlî ve idarî yargıda çalıştırılmak üzere;
a) EK-1/A listede yeri, sayısı, unvanı ve niteliği belirtilen, 6/6/1978 tarihli ve 7/15754 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla yürürlüğe giren "Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esaslar" ile bu esaslarda değişiklik yapan 29/3/2009 tarihli ve 27184 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren Bakanlar Kurulu Kararının 4 üncü maddesine göre, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 4/B maddesi kapsamında toplam 2.169 sözleşmeli zabıt katibi,
b) EK–1/B listede yeri, sayısı belirtilen ve genel idare hizmetleri sınıfında bulunan 7–12 dereceli kadrolara açıktan atama suretiyle toplam 694 kadrolu zabıt kâtibi,
Adalet komisyonlarınca yapılacak uygulamalı ve sözlü sınav sonucuna göre, 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununun 114/1-a/1 inci bendinde yer alanlara öncelik tanımak kaydıyla alınacaktır.
2) Adalet komisyonlarınca yapılacak uygulamalı sınav ve sözlü sınava, 2012 yılı Kamu Personeli Seçme Sınavlarında (KPSS-2012), lisans mezunları için KPSSP3, önlisans mezunları için KPSSP93, ortaöğretim mezunları için KPSSP94 puan türünden70 ve daha yukarı puan alanlar başvurabilecektir. Başvuruda bulunacakların Adalet Bakanlığı Memur Sınav - Atama ve Nakil Yönetmeliğinin 5 ve 6 ncı maddelerinde yazılı olan aşağıdaki şartları taşımaları gerekmektedir.

I) Genel Şartlar:
a) Türk vatandaşı olmak,
b) İlk defa atanacaklar için yapılacak sınavın son başvuru günü olan 06/03/2013 tarihinde 657 sayılı Kanunun 40 ıncı maddesindeki yaş şartlarını taşımak ve merkezî sınav (KPSS-2012) tarihi itibariyle 35 yaşını bitirmemiş olmak,
c) Askerlikle ilgisi bulunmamak veya askerlik çağına gelmemiş olmak, askerlik çağına gelmiş ise muvazzaf askerlik hizmetini yapmış yahut ertelenmiş ya da yedek sınıfa geçirilmiş olmak,
d) 657 sayılı Kanunun değişik 48/1-A/5 bendinde sayılan suçlardan mahkûm olmamak,
e) 657 sayılı Kanunun 53 üncü maddesi hükümleri saklı kalmak kaydı ile görevini devamlı yapmasına engel olabilecek akıl hastalığı bulunmamak,
f) Kamu haklarından mahrum olmamak,
g) Arşiv araştırması sonucu olumlu olmak.

2) Özel Şartlar:
a) Fakülte veya yüksekokulların bilgisayar bölümü, adalet meslek yüksekokulları, meslek yüksekokullarının adalet bölümü, adalet önlisans programı, adalet meslek lisesi veya diğer lise ya da dengi okulların ticaret veya bilgisayar bölümlerinden mezun olmak. (Bu maddede sayılan öğretim kurumlarından mezun olanlardan daktilo veya bilgisayar sertifikası istenmeyecektir.)
b) Yukarıda sayılanlar dışında, en az lise veya dengi okul mezunu olup, en son başvuru tarihi itibariyle Millî Eğitim Bakanlığınca onaylı veya kamu kurum ve kuruluşlarınca düzenlenen kurslar sonucu verilen daktilo ya da bilgisayar sertifikasına sahip olmak. (Örgün eğitim yoluyla verilen bilgisayar ya da daktilografi dersini başarıyla tamamladığını resmi olarak belgeleyenlerden daktilo veya bilgisayar sertifikası istenmeyecektir.)

c) Meslek liselerinde okutulan ve Bakanlıkça tüm komisyonlara gönderilmiş olan daktilografi ders kitabından seçilip yazılı olarak verilen bir metinden daktilo veya bilgisayar ile (ilgilinin tercihine göre F ya da Q klavye kullanılabilecektir) üç dakikada yanlışsız, vuruş hesabı yapılmadan en az doksan kelime yazmak. (Bu şartın varlığı ilgili adalet komisyonlarınca yapılacak uygulama ile tespit edilecek olup, vuruş hesabı yapılmadan üç dakikada yanlışsız olarak en az doksan kelime yazamayan adaylar sözlü sınava alınmayacaklardır.)
Adayların uygulama sınavında yanlışsız olarak en az doksan kelime yazıp yazamadıkları tespit edilirken; verilen metne sadık kalınıp kalınmadığı, yanlış yazılan kelime sayısı ile yazı içerisindeki kelime ve cümle tekrarları nedeniyle metnin anlam bütünlüğünün bozulup bozulmadığı göz önünde bulundurulacaktır.

3) Başvuru yeri ve şekli:
Başvuruların sınavın yapılacağı adalet komisyonu başkanlıklarına veya buralara gönderilmek üzere mahallî Cumhuriyet başsavcılıklarına yapılması gerekmektedir. Mahallî Cumhuriyet başsavcılıklarına yapılan başvurulara ilişkin evrak, masrafı ilgilisinden alınmak suretiyle aynı gün acele posta servisi (APS) ile ilgili adalet komisyonu başkanlığına gönderilecektir. Posta ile veya diğer iletişim araçlarıyla yapılan başvurular kabul edilmeyecektir. (Sınav başvuruları adalet komisyonu bazında yapılacaktır. Ancak, atanmaya hak kazanan adaylar adalet komisyonlarınca Ek–1/A ve Ek–1/B listede gösterilen merkez ya da mülhakat adliyelerinden birinde görevlendirilebileceklerdir.)
Adaylar yalnızca bir adalet komisyonunun yapacağı sınava müracaat edebileceklerdir.
Bu nedenle; birden fazla komisyona başvurulması durumunda başvurular geçersiz sayılacak, bu şekilde sınava girenler kazanmış olsalar dahi atamaları yapılmayacaktır.

Halen sözleşmeli zabıt kâtibi olarak görev yapan adaylar yalnızca kadrolu zabıt kâtipliği sınavına (başvuru şartlarını taşımaları kaydıyla, KPSS-2012 ve diğer şartlar) başvurabileceklerdir.

4) Başvuru tarihi:
Başvurular 25 Şubat 2013 Pazartesi günü başlayıp, 6 Mart 2013 Çarşamba günü mesai saati bitiminde sona erecektir.

5) Sınav yeri:
İlgili adalet komisyonları olup, sınav giriş belgeleri adalet komisyonu başkanlıklarından alınacaktır.

6) Uygulama sınav tarihi ve saati:
23 Mart 2013 Cumartesi günü saat 09:00'da, adayların daktilo veya bilgisayar ile vuruş hesabı yapılmadan üç dakikada yanlışsız olarak en az doksan kelime yazıp yazamadıklarının tespiti için uygulama sınavı yapılacaktır. Belirtilen günde uygulama sınavının bitirilememesi halinde takip eden günlerde sınava devam edilecektir.

7) Sözlü sınav tarihi ve saati:
30 Mart 2013 Cumartesi günü saat 09:00'da, Yönetmeliğin 14 üncü maddesine göre adaylar sözlü sınava alınacaklardır. Belirtilen günde sözlü sınavın bitirilememesi halinde takip eden günlerde sınava devam edilecektir.

8) Başvuru için gerekli belgeler:

a) Başvuru formu (Adalet komisyonları ve Bakanlığın internet sitesinden (EK–2) temin edilecektir),
b) Öğrenim belgesi (aslı veya komisyon başkanlığınca ya da ilgili öğretim kurumunca onaylı örneği),
c) KPSS-2012 sınav sonuç belgesi (aslı veya bilgisayar çıktısı ya da komisyon başkanlığınca onaylı örneği),
d) Bilgisayar veya daktilografi dersini başarıyla tamamladığını gösteren sertifika ya da yukarıda belirtilen okullardan mezun olduğuna dair belge,
e) Adayların eşlerinin iş durumlarına ilişkin dilekçe şeklinde beyan,
f) Sözlü sınava katılmaya hak kazananlar ayrıca, Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Yönetmeliğinin 12 nci maddesine uygun olarak doldurulacak Arşiv Araştırması Formunu ibraz etmek zorundadırlar (Adalet komisyonlarından temin edilecektir).
9) Atama yapılacak yerlere ilişkin sayıları gösteren EK–1/A ve EK–1/B listeler aşağıda gösterilmiştir.

Duyurulur.

NOT:
1) Sözleşmeli zabıt kâtibi sayıları, sınav izni verilen yerlerin ihtiyaçları dikkate alınarak belirlenmiştir. Bu pozisyonlara müracaat ederek istihdam edilmeye hak kazananların, sınava başvuru tarihinden önceki mazeretlerine dayalı olarak naklen atamaları yapılmayacaktır.
Ayrıca, "Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esaslar" hakkındaki 6/6/1978 tarihli ve 7/15754 sayılı Bakanlar Kurulu Kararına göre, bu pozisyonlarda istihdam edilenlerin naklen atanmaları özel şartlara bağlanmış olduğundan, ilgililerin ileride mağduriyete uğramamaları açısından (eş, öğrenim, sağlık vb. gibi hususları dikkate alarak) durumlarına en uygun olan adalet komisyonunda sınava girmeleri önem arz etmektedir.
2) Bölge adliye mahkemeleri için alınacak personel, bu mahkemeler faaliyete geçinceye kadar Bakanlıkça belirlenecek adliyeler emrinde görev yapacaktır.

http://www.erzincan.adalet.gov.tr/haber_2013_1.htm