Haberler:

Hukuk Forumumuza Hoşgeldiniz

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#561
Anayasa Mahkemesi, CHP'nin başvurduğu kamuoyunda 4+4+4 olarak bilinen 6287 sayılı Kanun'un bazı hükümlerinin iptal istemini reddetti.

Anayasa Mahkemesi, kamuoyunda 4+4+4 olarak bilinen 6287 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un bazı hükümlerinin iptal istemini reddetti.

CHP, Kanun'un bazı hükümlerinin iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesi'nde dava açmıştı.

Davayı esastan görüşen Anayasa Mahkemesi, Kanun'un iptal istemlerini reddetti.

Yüksek Mahkeme'nin kararının ayrıntılarının yarın Anayasa Mahkemesi'nin sitesine konulacağı bildirildi.

-İptali istenen hükümler-

Kanun'un, iptali istenen hükümleri şöyleydi:

-Mecburi ilköğretim çağının 6-13 yaş grubundaki çocukları kapsadığı, bu çağ çocuğun 5 yaşını bitirdiği yılın eylül ayı sonunda başlayıp, 13 yaşını bitirip 14 yaşına girdiği yılın öğretim yılı sonunda biteceğine ilişkin hükmü,

-İlköğretimin, dört yıl süreli ve zorunlu ilkokul ile dört yıl süreli ve zorunlu ortaokuldan oluşan bir Milli Eğitim ve Öğretim Kurumu olduğuna ilişkin hükmü,

-İmkan ve şartlara göre ortaokulların, ilkokullarla veya liselerle birlikte de kurulabileceği hükmü,

-İlköğretim kurumlarının dört yıl süreli ve zorunlu ilkokullar ile dört yıl süreli, zorunlu ve farklı programlar arasında tercihe imkan veren ortaokullar ile imam hatip ortaokullarından oluştuğunu öngören hüküm ile ortaokul ve liselerde, Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin hayatının, isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulacağına ilişkin düzenleme,

-''Eğitimde Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH) Projesi kapsamında, Milli Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı tarafından 2015 yılı sonuna kadar yapılacak mal ve hizmet alımları ile yapım işleri, ceza ve ihalelerden yasaklama hükümleri hariç, bu Kanun hükümlerine tabi değildir. Bu madde uyarınca yapılacak alımlara ilişkin usul ve esaslar Maliye Bakanlığı ve Kamu İhale Kurumunun görüşü alınarak Milli Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı tarafından müştereken hazırlanacak yönetmelikle, rekabete açık olacak şekilde düzenlenir'' hükmü,

-''FATİH Projesi kapsamında Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okullara internet erişim hizmetleri ve ağ altyapısının sağlanması için Milli Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığınca 2015 yılı sonuna kadar yapılacak mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde üst yöneticinin onayıyla 15 yıla kadar gelecek yıllara yaygın yüklenmelere girişilebilir'' hükmü.

Kaynak: AA
http://www.haber7.com/egitim/haber/927037-anayasa-mahkemesinden-444-karari
#562
Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru hakkı, nihayet 23 Eylül 2012 tarihinden itibaren kullanılabilecektir. 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği ile kabul edilen Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru hakkı isabetli bir düzenlemedir.

Kişi hak ve hürriyetlerinin koruyucusu olan Anayasa Mahkemesi, diğer görev ve yetkilerinin yanında Anayasa ile güvence altına alınan temel hak ve özgürlüklerden, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi kapsamına giren herhangi birisinin kamu gücü tarafından ihlal edildiğini iddia eden herkes tarafından yapılabilecek bireysel başvuruyu inceleyip karara bağlayacaktır.

Bireysel başvuru hakkı; kanun, kanun hükmünde kararname, tüzük ve yönetmelik hükümlerinin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvuru yapılabilme hakkını kapsamamaktadır.Böylece, yasama işlemleri ile düzenleyici idari işlemler aleyhine doğrudan doğruya bireysel başvuru yapılamayacağı gibi, Anayasa Mahkemesi'nin kararları ile Anayasanın yargı denetimi dışında bıraktığı işlemler için de bireysel başvuru yapılamayacaktır.

Türk vatandaşları ve kural olarak yabancıların Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru yapabilmesi mümkün olmakla birlikte, yalnızca Türk vatandaşlarına tanınan haklarla ilgili olarak yabancılara başvuru hakkı tanınmamıştır.Yabancılar için bu tür kısıtlamalar, bazı mesleklerin icrası, seçme ve seçilme hakkı, mali haklar ve sair alanlarda öngörülmüştür. Bu sınırlamanın dayanağı olan Anayasa m.16'ya göre, "Temel hak ve hürriyetler, yabancılar için, milletlerarası hukuka uygun olarak kanunla sınırlanabilir".

Anayasa Mahkemesi'ne yapılacak bireysel başvurular harca tabidir.Şu an için başvuru ücreti 172,50 (yüzyetmişikibuçuk)-TL'dir. Düzenlemenin gerekçesinde, başvuruda harç zorunlu tutulmak suretiylegereksiz başvurular ile Mahkemenin zaman ve emek kaybının önüne geçilmesinin amaçlandığı ifade edilmiştir.Bu gerekçeye katılmamaktayız.Hangi başvurunun gerekli ve hangisini gereksiz olduğu bu tür bir yöntemle tespit edilemez. Bireyin hak arama özgürlüğü engellenmemelidir. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi'ne yapılan başvurularda olduğu gibi, Anayasa Mahkemesi'ne yapılan başvurular da ücretsiz olmalıdır. Başvuru sayısı, Kamu Hukuku alanına giren bir başvuruyu ücretlendirmek suretiyle hak arama hürriyetini kısıtlayarak azaltılamaz. Şikayet ve başvuruların azaltılması, hukuk düzeninin sağlanıp korunması, adalet ve eşitlik ilkelerinin ve dürüst yargılanma hakkının gözetilmesi ile mümkün olabilir.  Anayasa m.36'nın birinci fıkrasına göre, "Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir".Bu nedenle, Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvurunun harca tabi tutulması Anayasaya aykırıdır.

Ayrıca, bireysel başvuru hakkını açıkça kötüye kullandığı tespit edilen başvurucular hakkında, yargılama giderleri dışında, 2.000,00 (ikibin)-TL'den fazla olmamak üzere para cezasına hükmedilebilecektir. 6216 sayılı Anayasa Mahkemesi Kanunu'nun 51. maddesinde yer alan bu düzenlemeye de yukarıda ifade ettiğimiz gerekçelerle katılmıyoruz. Anayasa Mahkemesi'nin reddettiği bireysel başvuru sahibinin bir de para cezası ödemek zorunda bırakılması, hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmayacaktır.

6216 sayılı Kanunun geçici m.1'e göre Anayasa Mahkemesi, sadece 23.09.2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvuruları inceleyebilecektir. Bilindiği üzere Türk Hukuku'nda mahkeme kararları, olağan kanun yolları tüketildikten sonra kesinleşir. Mahkeme kararı kesinleştikten sonra, iç hukukta başvurulabilecek hukuk yolu olağanüstü kanun yolları olarak gösterilmiştir. Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru, kesinleşen kararlara karşı başvurulabilecek bir yol olduğundan, hukuki niteliği itibariyle olağanüstü kanun yolu olarak kabul edilmelidir. Ayrıca Anayasa Mahkemesi, niteliği itibariyle bireysel başvuruları olağan kanun yolu olarak görüp çözecek bir yargı mercii olarak yetkilendirilmemiştir. Anayasa Mahkemesi, kişi hak ve hürriyetlerine yönelik ihlal olup olmadığı ve bir tazminata hükmetmek gerekip gerekmediği ile sınırlı şekilde bireysel başvuruyu inceleyip sonuçlandırmalıdır.

Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvurunun kesinleşen mahkeme kararları için öngörülmesi ve bireysel başvuru yolunun Anayasada olağan kanun yolu olarak düzenlenmemesi neticesinde birey, Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru yapmaksızın, kesinleşen bir mahkeme kararını İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi'ne taşıyabilmelidir. Çünkü kural olarak, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi'ne başvurmak için iç hukuk yollarının tüketilmesi yeterli, olağandışı kanun yollarının tüketilmesi ise gerekli değildir.

Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvurunun, her ne kadar mevcut hukuk kuralları dahilinde mümkün olmasa da, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi'ne başvurmak için tüketilmesi gereken bir iç hukuk yolu olarak algılanacağı ve bu tür bir uygulamaya geçileceğini tahmin etmek zor değildir.

Anayasa Mahkemesi'ne yapılan bireysel başvuruların yeterli ve etkili bir biçimde sonuçlandırılması, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi'nin de bireysel başvuru yolunu etkili bir iç hukuk yolu olarak tanımasını sağlayabilir. Bu durumda, Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru yolu, tüketilmesi gereken etkili bir iç hukuk yolu kabul edilir ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi'ne başvurabilmenin önkoşullarından birisihalini alabilir.Uygulamanın hangi ölçüde gelişeceğini, Anayasa Mahkemesi'ne yapılan bireysel başvurularınne kadar sürede (bizce azami bir yılda), hangi etkinlikte ve yeterlilikte sonuçlandırılacağını zaman gösterecektir. Umarız ki, Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru yolu, kurumsal, sürekli ve güvenilir bir koruma mekanizması haline gelir ve Ülkemizden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne giden başvuruların azalmasını sağlayabilir. Aksi halde İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi'ne yapılacak bireysel başvuruyu etkili bir iç hukuk yolu olarak kabul etmeyecektir.Ancak kanaatimizce, mevcut Anayasa m.148/3 ve 6216 sayılı Kanunun 45/2 hükümlerinde Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru yolu olağanüstü kanun yolu olarak düzenlendiğinden, bireylerin doğrudan doğruya İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi'ne başvurabilmesi mümkün olabilmelidir.

Prof. Dr. Ersan Şen - Haber 7
ersansen@hotmail.com
http://www.haber7.com/yazarlar/prof-dr-ersan-sen/927136-anayasa-mahkemesine-bireysel-basvuru-baslarken
#563
http://www.youtube.com/watch?v=fdgTX-pW8fY#

"Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır."
"Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Bu durum şöyle ifade edilebilir: Dinsiz bir bilime inanmak imkansızdır."
"Kâinatın Yaratıcısına olan inanç, ilmi araştırmanın en kuvvetli ve en asîl muharrik (=hareketi sağlayan, kışkırtıcı) gücüdür."

Albert Einstein
#565


ABD Adalet Bakanlığı, çevre felaketi nedeniyle BP'ye 'ağır ihmal' davası açtı. BP, 21 milyar dolar tazminat ödemek zorunda kalabilir.

Felaketin sorumlusu "kötü yönetim"

2010 yılında Meksika Körfezi'ndeki rafineri faciası sonrasında deniz suyuna karışan tonlarca petrol yüzünden meydana gelen çevre felaketi, BP'nin yakasını bırakmıyor.

Bu kez, ABD Adalet Bakanlığı BP şirketine tazminat davası açtı. New Orleans kentindeki Federal Mahkeme tarafından ağır ihmal gerekçesiyle açılan dava, BP'yi hayli zora sokacağa benziyor. Ocak 2013 tarihinde başlayacak mahkeme sürecinde Adalet Bakanlığı iddialarını kanıtladığı takdirde BP firması 21 milyar dolar tazminat ödemeye mahkum edilecek.

İngiliz BP şirketinin yetkilileri ise 11 kişinin ölümüne sebep olan çevre felaketinde ihmalleri bulduğu yönündeki suçlamaları şiddetle reddediyor. Ocak ayında başlayacak dava öncesinde BP'nin avukatları Adalet Bakanlığı yetkilileriyle mutabık kalabilecekleri bir rakam üzerinde anlaşabilmek için görüşmelere başladı.

Kasım ayında yapılacak olan ABD Başkanlık seçimlerinden önce bir uzlaşmaya varabilmeyi umut eden BP yönetimi, dava sürecinin hisse değelerine ilişkin yarattığı belirsizlik yüzünden yatırımcılarını kaybetmekten de endişe duyuyor.

Nitekim şirket hisseleri Federal Mahkeme'nin dava açtığı haberinin duyulmasının hemen ardından yüzde 4 oranında değer kaybetti.

Kaynak: Almanyanın Sesi
http://www.haber7.com/guncel/haber/921464-abdden-bpye-21-milyar-lik-dava
#566
"Gelsinler" diyor Sayın Kılıçdaroğlu, "Dindarlar CHP'ye gelsin, biz dine karşı değiliz."

"Öyle miiii?.." diyesim geliyor benim de... Ve dahi, "Çarşaf Açılımınız ne oldu?" diye sorasım...

Sonradan Genel Başkan Yardımcısı yaptığınız, dönemin İstanbul İl Başkanı Sayın Gürsel Tekin "Çarşaf Açılımının" mimari olarak olayı plânlamış, dönemin Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal da "açılım öncüsü" çarşaflılara rozet takmıştı. Bunu da "değişim" olarak açıklamıştı.

Ama sonra CHP'de hiçbir şeyin değişmediği görüldü. "Çarşaf Açılımı" da rafa kalktı. Unutulmaya terk edildi.

Şimdi aynı yaklaşımı Sayın Kılıçdaroğlu gösteriyor. Gerekçesi yine "değişim"... Ama korkarım CHP'de yine bir şey değişmeyecek: Baş bir tarafa, gövde bir tarafa gidiyor... CHP'nin tabanını teşkil eden kökten laikçiler, halkın kıblesiyle CHP'nin barışmasına izin vermiyor.

Aslında Baykal da haklıydı bu konuda, Kılıçdaroğlu da haklı: "Laiklik" nutukları eşliğinde gelinebilecek son noktaya gelip dayandıklarını ikisi de gördü. Parti yüzde 20-25 oy oranına tıkandı. Bunu aşamamak iktidar olamamak demektir. Tek çare, halkın büyük çoğunluğunu teşkil eden dindarlara partiyi açmak...

"Çarşaf Açılımı" bunun ilk adımıydı. Olmadı, çünkü geçmişinden gelen tortular CHP'nin değişen şartlara göre kendini yenilemesine engel: "Çarşaf Açılımı" da zaten bu yüzden tökezlemişti.

"Kılıçdaroğlu Açılımı" dahi tökezlemeye mahkum. Bu bir kehanet değil, parti gerçeği... Çünkü CHP, Kemalist ideolojiyi dinin karşısına koymuş ve İslâmiyeti kendi kontrolüne almak için kitleleri zorlamıştır...

Geçmişinde böyle bir arızası olan partinin din ve dindarlarla uzlaşması zordur.

Mümkün müdür? Evet... Ama geçmişiyle samimiane hesaplaştıktan sonra. Aksi takdirde inandırıcı olamaz. Yani CHP, önce milletin dini-diyanetiyle uğraştığı dönemin hesabını vermelidir.

Neden ezanı değiştirdiğini, camileri sattığını/kiraya verdiğini/CHP merkezi olarak kullandığını/banka ardiyesi olarak kiraladığını, neden haccı yasakladığını, okullardan din derslerini kaldırdığını, din okullarını kapattığını (ancak 1946'da seçimin ucu görününce göstermelik olarak birini açtılar); ders kitaplarında neden inkâr fırtınaları estirdiğini, Kur'an'a neden "Çöl kanunu" dendiğini, neden Kâbe'nin "tavla zarı"na benzetildiğini, Peygamberimizin peygamberliğinin neden inkâr edildiğini (inanmayanlar 1950'ye kadar okullarda okutulan tarih kitaplarına bakabilirler), bir dönem Selçuklu ve Osmanlı tarihinin ders kitaplarından niçin çıkarıldığını...

Neden, muhalefetsiz iktidar oldukları dönemde (1942), Dahiliye Vekaleti Matbuat Umum Müdürlüğü İç Matbuat Daireniz tarafından basın kuruluşlarına, "Her ne şekil ve surette olursa olsun, memleket dâhilinde dini neşriyat yapılarak, dini bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dini bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz" (Kara Kitap, Eşref Edip, Sebilürreşad Neşriyat Bürosu) şeklinde tamim gönderildiğini açıklamalıdır...

Yarı resmi Uyanış Dergisi'nde "Allah'ı da sultanla birlikte tahtından indirdik, bizim mabetlerimiz fabrikalardır" diyen Tokat Milletvekili Refik Ahmed'in; "İlkelerimiz... Yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensipleri ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir" diyen Edirne Mebusu Mehmet Şeref Aykut'un; "Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan, mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri birleştiren milliyetçiliğimizdir" diyen Samsun Milletvekili Ruşeni Bey'in (Barkın) bu cüreti nereden aldıklarını belirtmelidir.

Bu yaklaşımlar doğru ise şimdiki yaklaşım yanlış, şimdiki doğru ise o zamanki yanlıştır...

Hangisi?.. Artık itiraf etmelisiniz.

Dindarlar yeni yaklaşımınızı inandırıcı bulurlarsa, ona göre bir değerlendirme yaparlar.

http://www.habervaktim.com/yazar/dindarlar-chpye-neden-gitsin-53916.html
#568
http://www.youtube.com/watch?v=ETToTOR_fu4#

http://www.youtube.com/watch?v=y5C65_gcb2o#ws

MALCOLM X'İN HAYATI

Malcolm X (Malcolm Little ve daha sonrasında Hacı Malik el-Şahbaz, İngilizce: El-Hajj Malik Shabazz ) (Omaha, 19 Mayıs 1925 – New York, 21 Şubat 1965), ABD'li siyaset adamı, siyah hakları savunucusudur.

1952'de Malcolm X adıyla Siyah Müslümanlar Hareketine girdi. Elijah Muhammad'ın yolunu izledi ve ona ABD içinde tümüyle bağımsız olacak bir siyah cumhuriyetinin kurulması fikrini benimsetti. Ancak Mart 1964'de iki kişinin arası açıldı; Malcolm X, Afrika - Amerika Birliği örgütünü kurdu ve 1964'de Afrika ile Ortadoğu'ya (Mekke'de hac için bulundu) iki gezi yaptı. Dönüşünden 1 yıl sonra da öldürüldü.

Annesi bir Mulattodur. Babası Ku Klux Klan tarafından öldürülen Malcolm, Massachusetts'in siyah mahallesinde ilköğrenimini bitirir. Avukat olmak istemektedir ve bunu öğretmenine de söylediğinde ondan avukatlığın siyahlara göre olmadığını ve marangoz olmasının daha doğru bir seçim olacağını duyar. Çok istemesine rağmen, üniversiteye gidemeyince, küçük yaşta çalışmaya başlar. Michigan ve Boston derken, kendini birden Harlem'de bulur. Bir siyah olarak, ona verilen yaşama biçimi, onu sonunda hapishaneye düşürür. Üniversiteyi Harlem sokaklarında tamamladığını ve doktora tezini de hapishanede hazırladığını uzun uzun anlatır. O okuma açlığını hapishanede giderir. hapishane kütüphanesindeki kitapları tek tek okur. Hapishane yılları için: "Bir insanın düşünmeye ihtiyacı varsa, gidebileceği en iyi yer, bana sorulursa, üniversiteden sonra hapishanedir" demiştir.

O, yedi yıllık hapishane yaşamından sonra, başka bir Malcolm X olarak Harlem'e geri döner. Hapisten önce bir sokak serserisiyken, şimdi Amerika'da büyük bir hızla gelişen İslam dininin etkili ve ateşli bir temsilcisidir.

Malcolm Little olan soyadını Harlem'de X olarak değiştirir. Yeni soyadı, onun Afrikalı atalarının artık kendisi başta olmak üzere, kimse tarafından bilinmediğinin simgesidir. Elijah Muhammed'in öncülüğünü yaptığı Siyah Müslümanlar Hareketi Malcolm X'le birlikte daha da kuvvet kazanarak yayılmaktadır. Artık Malcolm, Elijah Muhammed'in baş kurmayıdır. Fakat Malcolm'un Elijah Muhammed'in zina yapmasına karşı çıkması, daha sonra da Elijah Muhammed'in, Malcolm'a, Başkan Kennedy'nin öldürülmesi hakkındaki yetkisiz ve iğneleyici sözlerinden ötürü sessiz kalmasını emretmesi, Malcolm'un kendi hareketi içinde izole edilmesine sebep olur.

Gerçek İslam'ın Elijah'tan çok uzak olduğunu biliyordu. Ancak Malcolm X'e göre İslam'ı bütün incelikleriyle kavrayabilmek için Hac'a gitmesi gerekiyordu. O Amerika'da bildiği İslam dini ile, Hac'da gördüğü İslam isimli din arasında farklılıklar olduğunu düşünmeye başlayınca, X olan soyadını El Şahbaz'a çevirdi.

Başlangıçta, ilk Siyah Müslüman hareketinin öncüsü Elijah Muhammed'in bağlısı olarak ırkçı düşünceler taşıyorken, daha sonra bu düşünceleri değişti. Artık kendisini İslam'ın sömürgecilik ve ırkçılık karşıtı evrensel mesajını tüm dünyaya iletmeye adamıştı. Bu amacını kitleler çapında gerçekleştirmeye çalıştığı toplantılarından birinde suikasta uğrayıp, 21 Şubat 1965'de öldürüldü.

X, Manhattan'da bulunan Audubon Balo salonunda konuşma yaparken[1]bir kişi "Zenci, ellerini cebimden çek!" ("Nigger, get your hand outta my pocket!") şeklinde bağırdı.[2][3]Bu bağırma üzerine korumalar adama yönelirken, bu kişi daha hızlı davrandı ve namlusu kesilmiş tüfekle Malcolm X'i göğsünden vurdu. Başka yere konuşlanmış diğer iki arkadaşı ile birlikte X'i 16 kez vurdular. Salonda bulunanlar suikastçılardan birini yakalayıp darp ettilerse de diğer ikisi profesyonelce olay yerinden kaçtı.[4]Malcolm X, aldığı yaralarla kısa sürede hayatını kaybetti. Cinayet zanlısı olarak Talmadge Hayer adındaki, ama Thomas Hagan olarak bilinen ve kendisini Müslüman olarak tanıtan Siyah şahıs tutuklandı. Diğer zanlılar Norman Butler ve Thomas Johnson ile birlikte üç kişi yargılandılar. Yargılamada kimi suçlamalar düştü, suikastı başkasının işlediği tezleri ortaya atıldı. Ama bu üç zanlı hayatına devam etti. Şu an Hayer; Mücahid Halim olarak tanınmakta, Butler; Muhammad Abdül Aziz olarak tanınmakta ve Harlem Camisi başkanlığını yürütmektedir. Johnson ise Halil İslam ismini almıştır.[5]

Malcolm X isimli sinema filmi ile yaşamı çarpıcı bir şekilde ortaya konmuştur.




[1] Malcolm X Shot to Death at Rally Here 2008-08-01 Kihss, Peter 22 Şubat 1965 The New York Times
[2] Karim, Benjamin (1992). Remembering Malcolm, with Peter Skutches and David Gallen, New York: Carroll & Graf. ISBN 0-88184-881-6, p. 191.
[3] Evanzz, Karl (1992). The Judas Factor: The Plot to Kill Malcolm X. New York: Thunder's Mouth Press. ISBN 1-56025-049-6, p. 295.
[4] Police Save Suspect From the Crowd 2008-08-01 Gay Talese 22 Şubat 1965 The New York Times
[5] Perry, p. 374. Alex Haley, in his Epilogue to The Autobiography of Malcolm X, says 22,000 (p. 519).

Büyük Larousse


Malcolm X'ten özlü sözler

    Gelecek, bugünden ona hazırlananlara aittir.

    Irkçılık olmadan kapitalizm de olmaz.

    En iyi nasihat, iyi örnek olmaktır.

    Eğer uğrunda ölmeye hazır değilseniz, "özgürlük" kelimesini lûgatınızdan çıkarın.

    Eğer, dikkatli olmazsanız, gazeteler, mazlumlardan nefret etmenizi, zalimleri ise çok sevmenizi sağlar.

    Eğitim, gelecek için geçiş iznimiz. Çünkü gelecek, ona bugünden hazırlananların olacaktır...

    Tarihi değiştirebilenler, ancak ve ancak insanın kendisi hakkındaki düşüncesini değiştirmeyi başarabilmiş olanlardır.

    İster mermi kullansın, ister oy pusulası, insan iyi nişan almalı. Kuklayı değil, kuklacıyı vurmalı.

    İnsanlar bir adamın bütün hayatının bir tek kitapla değişebileceğinin farkında değiller.

    Bir müslüman olarak yeryüzünden Allah'ın huzurunda secde etmeyen tek fert kalmayıncaya kadar İslam'ın hakim kılınması yolunda kendimi görevli hissediyorum. Malcolm X (Malik El Şahbaz) 1965 Amerika

    Bir insanın düşünmeye ihtiyacı varsa, gidebileceği en iyi yer, bana sorulursa, üniversiteden sonra, hapishanedir.

    İşleri tıkırında giden dışarıdaki o 'namusu-bütünler' içeri girip çıkmış birisine burun kıvırıp geçerler. Ama o 'namusu-bütünler' bir bataklığa saplansalar, içeri girip çıkmış birisi onlara daha onurlu davranır.

    Amerika, İslam'ı anlamaya muhtaç. Çünkü bu din, ırk sorununu söküp atan dindir.

    Hayatımın erken dönemlerinde öğrendim ki eğer bir şeyi istiyorsan, biraz gürültü yapsan iyi olur.

    Zaman şehitlik zamanıdır, ve ben bir şehit olacaksam, bu kardeşlik uğruna olacaktır. Bu ülkeyi kurtaracak tek şey budur. (Şehadetinden iki gün önce)
#569
Müslüman olan bir Amerikalı Hristiyanlık ile İslamiyeti karşılaştırıyor ve ibret verici Müslüman oluş hikayesini anlatıyor. Müsait bir zamanınızda mutlaka seyredin:

http://www.youtube.com/watch?v=P912yw0Wc5M#ws

http://www.youtube.com/watch?v=doL8AtLN9Aw#ws

Bu da bir başka Amerikalı Müslümanın Müslüman oluş hikayesini anlattığı ve tebliğin önemini vurguladığı videosu:

http://www.youtube.com/watch?v=Jd5-Fi7LnfI#

İngiltere eski Başbakanı Tony Blair'ın baldızı Lauren Booth'un Müslüman oluş hikayesi:

http://www.youtube.com/watch?v=i1bD6TlMtlE#ws

http://www.youtube.com/watch?v=9C3Yi6m1fqc#ws

http://www.youtube.com/watch?v=k9tofP30icY#
#571
Rize'nin Kıble Dağı'na çıkmış dönmüştük. Bağırmış çağırmış, içimizde sıkışmış şehri ve stresi yüce dağların ve tepelerin güzel ıssızlığına söylemiş, dönmüştük. Topraktan gür biçimde fışkırmış yeşilliklerin içinde, bahçede oturuyorduk o akşam. Karayemiş, çam, ladin ağaçlarının altında. Etrafı yeknesak dalgalarıyla sarıp sarmalamış çay fideliğinin ortasında. Alışık olmadığımız bu güzelliğe tahammül etmeye (bile) çalışarak. Şehirde betonla, bariyerle, ölçülmüş saatle, sıkışık demir-çelikle, elektronik akılla ve merhabasız kalabalıkla bozulmuş gözlerimizin şaşılığını, sadece bakarak, yalnızca temaşa ederek giderebildiğimiz ormanlara doğru çevirmiştik sandalyelerimizi.

İbrahim ve Cengiz Er'le laflıyorduk, ibrahim Er bir ara lafı memleketin binlerce derdinden bir tanesine getirdi. Muhabbet birdenbire güncelleşti. Tam o anda, muhabbetin ortasında, çamların koyu kokulu karanlığının bize doğru baktığım ve gülümsediğini hayal ettim. Ormanın loş müphemliğinin bizimle alay ettiğini düşündüm. Haksız mıydım? Bir ara İbrahim abi yukarıda bir yeri (Şimdi Meliha teyzenin yattığı yeri) göstererek dedi ki; "Şurada ayırdım ben yerimi. Orada yatacağım. Mezarım hazır." Nereden çıktı şimdi bu, diyecek oldum. Gülümsedi, "insanlar bence öleceklerini biliyorlar; ama ona gerçekten inanmıyorlar" demez mi. Gülümsedim. Geçti konu. Cengiz Er o arada bu cennet bahçesini andıran güzelliklerin ortasından çıkmış, zihni uçmuş, Gaziantep'te infilak eden bombanın, trajedinin, kahrın ve umutsuzluğun sıcak haberlerini televizyona taşımakla meşguldü. Biz bir ona bakıyor, haberleri bir yandan takip ediyor; bir yandan da sohbetimizi çevirmeye çalışıyorduk. Ölüm, acılar, ister istemez gelip giriyordu muhabbetin içine. Sonra nelerden konuştuk hatırlamıyorum. Ama hiç unutmayacağım o akşamın içine akıp gidiyordu konuşmalarımız. Bir yandan konuşuyor; bir yandan da etrafın güzelliğinden kopmamaya çalışıyordum.

O arada, evde bir telaş dönüyordu. Herkesin yetişecek bir yeri, programı, eğlencesi, komşuluğu var, işi gücü var. Aşağıya inilecek. Şehre. Akşam gezmesi, buluşmalar olacak. Bakıyorum da bir Meliha teyzenin yüzü güleç. Bir tek o sakin. Şehirden yeni gelmemiş olan ve şehrin pürtelaşı elbiselerine sinmemiş olan Meliha teyzenin yüzünde çelik gibi sağlam bir dinginlik var. Bir tek o acele etmiyor. Bir tek onu ayartamıyor gündelik telaşın albenisi. Bir tek o unutmuyor, yanılmıyor, telaşlanmıyor, ısrar etmiyor, üstelemiyor, sesini yükseltmiyor, paniklemiyor ve uzun bir dinginliğin derinliklerinden kaynayıp yükselen o müşfik gülümsemesini uzun kanatlar gibi yüzüne genişçe açmış, ortalıkta dolanıyor. Masaya davet ediyor bizi. Acıkmışım. Kara lahana çorbasını çok özlemişim. Ama yemesem, diyorum içimden. Sizi seyretsem sadece. Sizin bu sürprizli sakinliğinizi, bilgeliğinizi, güzelliğinizi, "önemsiz" dertlerimizi tasalarımızı gerçekten önemsizleştiren gülümsemenizi. Sizin sakinliğinizin kıyısına ilişip kıvrılsak. Biz de teskin olsak. Dünya ve hayat hakkındaki fikrimizin yamlmışlığım uzun uzun seyretsek sizin bu mahcup, anaç ve güzel anneliğinizde.

Sonra o güzel, büyük gülümsemesini içinde taşırmış gibi, elinde o büyükçe tepsiyle çıkageldi bahçeye. Cengiz Er hâlâ Gaziantep'teydi. İbrahim abi "Gel anne" dedi, tuhaf geniş zamanlı bir sesle, "Gel, ver çaylarımızı da otur şöyle bir bakalım, biraz muhabbet edelim. Sen ne diyorsun bu olaylara?" "Ben ne bilirim ki oğlum..." dedi, yine gülümseyerek. Biraz önce ölümden, mezardan bahseden oğluyla ne konuştular, ne kadar muhabbet ettiler bilmiyorum. Hatırlamıyorum. O arada biz, Gaziantep'te çocuklara bayram şekerlerinden biraz büyükçe, 80 cm.'lik tabutlar hazırlamakta olan PKK'nın son maha-retinin ayrıntılarına ulaşmaya çalışıyorduk Cengiz abiyle. Yan yana duran iki dünyanın öteki tarafındaydık biz. Sükunetin, tevekkülün, diğergamlığın, fedakarlığın, hasılı, gülümseyen annenin karşısındaki telaş dünyasında. Kulaklarımız uçup uzaklara gitmiş, ellerimiz twitter'a birbiri ardına düşen uğursuz haberlerde kaybolmuştu.

Keşke kalkıp eve gitmeseydim o akşam. Keşke Meliha teyzenin ikramını geri çevirmeseydim de hazırladığı o yatakta yatsaydım. Çok pişman oldum.

Hikmet. Ben bunu kısaca şöyle tercüme ediyorum kendime. Herhangi bir şeyle karşılaştığımda, onun bize "verilmiş" olmasıyla ne kastedilmiş olabileceğini düşünmekten ibaret. Ölüm için de böyle bu. Ben bu güzel akşam oturmasının ertesi günü, Karadeniz dağlarının eşsiz manzaralarını seyretmek için yine yollardaydım. Bir ara telefonun çektiği bir tepeden geçiyordum ki bir mesaj düştü ekrana. Haşmet abi (Babaoğlu) Meliha teyzenin vefatını haber veriyordu. Arabayı durdurup motoru susturdum ve yolun kenarına oturdum. El değmemiş doğanın sonsuza kadar sürecekmiş izlenimi veren kayıtsızlığına daldım gittim.

Akşam vardığımda İbrahim abiyi gördüm. Yıkıntılar içinde oturmuş misafirleri ağırlıyordu. Cengiz abi ise ortalıklarda yoktu. Sevgili Cengiz abiyi de, Sezai Karakoç'un şiirini el feneri gibi bahçede dolaştırarak aramaya koyuldum.

"Anne öldü mü çocuk
Bahçenin en yalnız köşesinde
Elinde siyah bir çubuk
Ağzında küçük bir leke..."

Selahattin Yusuf - Aktüel
selahattin.yusuf@aktuel.com.tr
http://www.haber7.com/yazarlar/selahattin-yusuf/919464-o-aksam
#572
Barış eylemcisi Rachel Corrie'nin narin bedeni Filistin'de İsrail tankı altında kasten ezilirken hepimizin yüreği onulmaz bir şekilde acısını hissetmişti. Hâlâ yüreğimizi yakan bir acıdır...

İsrail mahkemesi, Gazze Şeridi'nde 2003'te Filistinlilerin evlerinin yıkılmasına engel olmaya çalışırken bir buldozer tarafından ezilerek hayatını kaybeden Amerikalı barış eylemcisi Rachel Corrie'nin ailesinin İsrail ordusu aleyhine açtığı davayı reddetti.

Corrie ailesi, 23 yaşındaki kızlarının kasten ve yasadışı şekilde öldürüldüğü ve İsrail hükümetinin olayla ilgili güvenilir bir soruşturma yürütmediği gerekçesiyle Hayfa'da İsrail devletine ve ordusuna karşı sembolik tutarı olan 1 dolarlık tazminat davası açmıştı.

Hâkim olayın kazayla olduğunu, ölen eylemcinin tehlikeli bir bölgede yer aldığını bildiğini ve tüm uyarılara rağmen bölgeden ayrılmadığını belirterek, İsrail ordusunun olayda kusuru bulunmadığına hükmetmiş.

Corrie böyle acı bir sonla vefat ettiğinde; 0'nun, memleketi Amerika'yı terk edip, tüm rahatını tepip, Filistin'e kadar gelip; Filistin halkı için verdiği özgürlük mücadelesinin sebebini aradım.

O dönemler Nurettin Topçu'nun "İsyan Ahlakı" adlı kitabını okuyordum. Ahlakın kaynağı nedir diye soruyordu Nurettin Topçu. Ve aradığı ve bulduğu cevap insanda varolan "sorumluluk" hissi idi. Sorumluluk bir irade getirir. İrade, hareket ve hürriyet...

Peygamberler ve onun yolundan gidenler gerek kendilerine karşı; gerek topluma ve onların zulüm sistemlerinden, otoritelerinden yüz çevirerek, sorumlulukları ve onun getirmiş olduğu hürriyet iradesiyle toplumlarına, merhamet ve özgürlük getirdiler.

Rachel'i de içten içe rahatsız eden öylesine büyük bir sorumluluk hissi, iradesi ve o hissin getirmiş olduğu hürriyet ile Filistin'e gelmiş; İsrail tanklarının önünde İsrail'e meydan okumuştur.

O'nun ahlakını, Nurettin Topçu'nun aradığı ahlakın kaynağında buldum. "İsyan ahlakı"nda... Yine o sıralarda yazdığım ilk kitabım "Çıkamadık Gül Bahar Ülkesi" adlı romanımda " sorumluluk hissim ile Rachell'e ve O'nun "isyan ahlakına" yer vermeden edemedim...

Mavi Marmara'daki Furkan'lar gibi O da barışın ve merhametin şehididir.

İradenin, hürriyetin sembolüdür.

O, İsrail karşısında "şirret bir merhamet"ti. Geri adım atmadı. Bir an bile korkmadı.

O'nun ve tüm mazlum halkların kanı, İsrail ve türevlerinin korkulu rüyasıdır.

Benim için O bir şehittir... Mazlum Filistin halkının ve Filistin davasının sembol bir ismidir.

İsrail'in, Rachel Corrie'nin davasını tehlikeli bir bölgede olduğu iddiasıyla reddetmiş olması özrü kabahatinden de beter bir halin göstergesidir.

İsrail bu iddiası ile tehlikeli, kötü, zararlı ve insanlara her an zarar verebilecek potansiyelde olduğunu da itiraf etmiştir.

Corrie'nin ailesinin açtığı 1 dolarlık tazminat: "ey İsrail ciğerin beş para etmez" demenin en hicivli bir sembolüdür.

Hacer Aydın - Haber 7
http://www.haber7.com/yazarlar/hacer-aydin/919349-rachel-corrie-filistinin-hakli-yuzu-sehidi-davasi
#573


Orman kurbağalarının vücutları kış aylarında donuyor; bedenleri şurup kıvamında bir sıvı gibi oluyor; ilkbaharda çözülerek yeniden hayat buluyor. Bilim adamları şimdi bu kurbağaların metabolizmalarını inceleyerek, aynı yöntemin insanlara da uygulanıp uygulanamayacağını araştırıyor.

Kanada, Ottowa'daki Carleton Üniversitesi biyokimya laboratuvarında "cryogenics-soğubilim" üzerinde çalışmalar yapan Ken ve Janet Storey, deney hayvanı olarak kurbağalardan yararlanıyorlar. Ancak Storey'ler, hareket etmeyen, soluk almayan, háttá kalbi atmayan ve beyin faaliyetleri durmuş olan kurbağalarla ilgileniyor. Deneylerde kullanılacak olan kurbağalar endüstriyel dondurucuların içine atılıyor. Buradan çıkan kurbağaları Ken Strorey şöyle tanımlıyor: "Vücutları esas olarak şurup kıvamında bir kütleye dönüşüyor."

Bilimsel adı "Rana sylvatica" olan orman kurbağası aslında biyolojik açıdan bir bilmece. Kış aylarını sıfırın altındaki sıcaklıklarda uyuyarak geçiren kurbağalar, bahar gelince uyanıp normal yaşamlarına dönüyorlar.

Kısaca bu kurbağalar, hayvanlar áleminin Rip Van Winkle'ı.

Discover'da yayımlanan araştırma makalesine göre (Şubat 05) Storey'ler son 20 yıllarını, yeniden hayata dönüşü gerçekleştiren genetik açma/kapatma düğmesini ve biyokimyasal süreçleri keşfetmeye çalışarak geçirmiş.

Organ nakline destek

Organ nakli konusunda araştırmalar yapan bilim adamları bu çalışmaları yakından izliyor.

Vericinin kalbi veya böbreği zarar görmeden dondurulup saklanabilirse, doktorlar çok daha fazla sayıda nakil gerçekleştirebilecek.

Orman kurbağasının "ölüm uykusu"ndan uyanarak yaşamına kaldığı yerden devam etmesi, ticari kryonik laboratuarların faaliyete geçtiği fütüristik hayalleri de körüklüyor. Bilim kurgu dünyasının en sık kullanılan temalarından biri olan insanların dondurulup, ileri bir tarihte yeniden yaşama döndürülmesi, ölümsüzlük peşindeki insanoğlunun en büyük umudu.

Sıcak kanlı hayvanlar sabite yakın bir sıcaklıkta -insanlarda 36.5 derece santigrat- yaşamlarını sürdürürler. Bunlar soğumaya başlayınca, metabolizmaları hızını değiştirerek bir iç ısı yaratır. Sistem rayından çıkıp hayvanlar donarsa, buz iç organlarını parçalar, çünkü hücrelerindeki su, donarken genişleyerek hücre zarının parçalanmasına yol açar.

Doğal antifriz

Orman kurbağaları ve bazı spesifik kaplumbağalar gibi az sayıda hayvan bunun tam tersini yapar.

Sıcaklık, donma derecesinin altına düşerse, kurbağanın metabolizması durma noktasına gelir.

Böylece hücreler çok az hidrojen ve enerji ile yaşayabilir. Bu arada karaciğeri glikoz pompalamaya başlar.

Sonuçta bu hayvanların kanlarındaki glikoz oranı, şeker hastası insanlarınkinin 50 misline çıkar. Kurbağanın vücut boşluklarında kristalize olan buz, et ve organlardaki hücrelerin suyunun bir kısmını çeker. Bu, hücrelerin içindeki glikoz yoğunluğunu biraz daha artırır.

Sonuçta oluşan antifriz geride kalan suyun donarak katılaşmasını engeller (Ticari antifriz glikoza çok benzeyen, etilen glikol denilen şeker alkolünden yapılır).

Hücrelerindeki antifriz ile kurbağa bir sonraki ilkbahara kadar uyku durumunda kalır. İlkbaharda kurbağanın metabolizması yaşama geri döner.

http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=305194



Donmaya Rağmen Hayatın Devamı - Dr. Şerafeddin ALAN     

Canlı türlerinin çoğu için kış soğuğu ciddî problemler oluşturduğundan kendilerine korunmaları için değişik kabiliyetler verilimiştir. Bunların içinde en ilginci kışı don halinde geçirip, ilkbaharda bir şey olmamış gibi yeniden hayata başlayan canlıların durumu teşkil eder. Birçok balık türü, bazı kaplumbağa ve kurbağa gibi omurgalılar, ısı, sıfırın altına düşünce donarlar. Bütün bunlar insanın aklına, acaba insan organlarını da soğukta muhafaza mümkün olacak mı sorusunu getirmektedir?

Kış gelince bazı bitki ve hayvanlar soğuktan korunmak zorundadır. Bazı hayvanlar, özellikle kuşlar, kelebekler daha sıcak memleketlere göç ederler, bazıları da kış uykusuna yatarlar. Dünyanın bazı bölgelerinde ısı, sıfırın altında olmak üzere çok aşağılara kadar düşer. Bilindiği gibi 0 °C'de su donar. Canlıların da vücutlarında çok miktarda su vardır. Normalde soğuğa korumasız şekilde maruz kalan her canlı donar ve ölür. Zira hücre içinde buz teşekkülü, zarların yırtılması ve hücre fonksiyonlarının bozulmasıyla öldürücü etki yapar. Bununla beraber genelde ilkbaharda sanki hiçbir şey olmamış gibi hayat yeniden başlar.

PEKİ BU İŞ NASIL BAŞARILMAKTADIR?
Bu durum özellikle memeliler ve sıcakkanlı kuşlar (homaloterm) dışında hemen diğer türlerin hepsini ilgilendiren poikiloterm veya soğukkanlı denen hayvanların vücut ısılarının çevreye göre değişmesi yönüyle önem arzeder.

Bizler soğuk kış günlerini sıcacık evlerimizde geçirirken şiddetli soğuklara maruz kurbağa, böcek ve örümcekleri nadiren düşünürüz. Bu hayvanların şiddetli soğuklarda hayatlarını devam ettirebilmek için mükemmel bir intibak mekanizmalarına sahip olduklarını hiç düşündük mü acaba? Bunların hangi stratejilerle hayatlarını sürdürdüklerini araştırırken o müthiş mekanizmaları yaratanı aklımıza getiriyor muyuz? Evet, bu mükemmel mekanizmalardan birisi, bu hayvanların donmadan hayatlarını devam ettirmeleridir. Bu canlıların biyolojik sıvılarının 0°C'in altında bile sıvı halde muhafaza edilmesi ve hücre içinde buzlanma olmamasıdır. İkincisi ise donmaya uyumlu olarak yaşamaktır. Bu her iki durum da son derece ilgi çekicidir.Burada su ve buzun fizikoşimik özellikleri, düşük ısılarda dinamik sistem üzerine etkileri ve molekül yapılarını belirleyen bağlar hesaba katılmak zorundadır.

Donmayı tolere eden hayvanlarda, soğuğa karşı çok orijinal çareler düşünülmüştür. Düşük ısılara karşı olan toleransta moleküler mekanizmalar 9 seneden beri Kanada Carleton Üniversitesinde incelenmektedir. Araştırmanın hedefinde de insan organlarının soğukta muhafaza edilebilme imkânı bulunmaktadır. Kurbağalar, örümcekler, sinek kurdu düşük ısılarda tamamen donup buz haline gelirler. Az bir ısıda derhal canlanıp hareket etmeye başlarlar. Çift kanatlılar, kınkanatlılar da hep bu şekildedir. Mazı böceği (Eurasta solidaginis), ısı -10°C'yi bulunca donar, gündüzleri çözülür ve donmuş halde haftalarca kalabilir. Sedef, midye ve deniz kaplumbağaları kış boyunca günde 2 defa donarlar.

Orman kaplumbağası (Rana sylvatica), kışın bir çok haftalarını donmuş vaziyette geçirir. Diğer bir kaplumbağa çeşidi de(Chrysemys picta) aynı şekilde donar. Bunlar haziranda yumurtlarlar ve larvalar yazın sonunda çıkar. Larvalar 10 cm derinlikteki kumun içinde kışı geçirirler (6-8°C'de). Bundan sonra soğuğa adaptasyon başlar. laboratuara getirildiklerinde -4°C'de donarlar ve sonra tekrar çözülerek hayata devam ederler. Ortalama olarak vücutlarındaki suyun % 53'ü donar.

DONMANIN TEHLİKELERİNDEN NASIL KORUNULMAKTADIR?
Soğuk karşısında korumasız olan canlıların organizmaları içindeki buzlanma, doku harabiyetine, dolayısıyla ölüme sebeb olur. Donma, hücre dışı sahalara yayılınca hücreler arası bağlar kopar ve hücreleri besleyen damarlar hasara uğrar.Hücre içindeki buz, iç yapıyı, özellikle hücre fonksiyonunda esas rolü oynayan değişik kompartmanları hasara uğratır. Bu hasarlar termodinamik plânda stabil olmayan küçük buz kristalleriyle hâdiseyi daha da ağırlaştırır. Buz oluşumunun hücrelerin ozmotik dengesi üzerinde de ağır tesirleri vardır. Donma ozmotik bir şok meydana getirir, sonra su kaybı ve hücrelerin kollapsı oluşur. Eğer hücre hacmi iyice küçülürse, geri dönüşsüz hasarlar hücre zarı seviyesinde oluşur.

Donma, aynı zamanda metabolik bozukluklara da sebeb olur. Zira buz, hücre fonksiyonları için gerekli oksijen ve mecburi enerji elemanlarını ve metabolik artıkların atılımını engeller. Bu etkiler, insan organ ve dokularını saklamaya çalışan araştırıcılar tarafından gayet iyi bilinmektedir. İnsan ve diğer memelilerin organlarının saklanması, şimdilik bazı tek hücreli sistemlere veya basit dokulara sınırlıdır.

Bu durum acaba niçin bazı hayvanlara hastır ve bunların hücre ve organları hayatiyetlerini nasıl devam ettirebilmektedir? Tabiatta hiçbir canlı, hücrelerinin içindeki buzlanmaya tahammül edemez. Fakat hücre dışında buzlanma, bazı durumlarda zararlı olmayabilir. Biyolojik sıvıların % 65'e kadar olan kısmı organizmaya zarar vermeksizin buzlanabilir. Şiddetli soğukları tolere edebilen hayvanlarda, hücre dışı sıvılarda kontrollü bir şekilde buzlanma olur, fakat hücre içinde asla görülmez. Ozmotik şokun zararım önlemek için buz kristalleri çok yavaş teşekkül eder. Kurbağa ve böceklerde buz oluşumu 2-4 günü alır. Hücre dışı buzlanma esnasında, saf su, buza dönüşür, arkada daha yoğun bir hücre dışı sıvı kalır. Ozmotik kuvvetlerle su ve diğer maddeler yer değiştirdiğinden hücre hacmi azalır. Böylece çevre ısısı çok aşağılara düşmedikçe yeni buz kristalleri oluşmadan denge hâli teessüs etmiş olur. Hayvan, bu sabit donma halini muhafaza eder.

BU ADAPTASYON MEKANİZMALARI NELERDİR?
Bunlardan biri, buz kristallerinin oluşumunu hazırlayan nükleotid denilen bir proteinin varlığı, diğer mekanizmalar da bütün bir hayvan serisinde bulunur ve 1. mekanizmanın aksine buz oluşumunu engellerler. Nükleasyon proteinleri, sonbaharda hemolenfte görülür ve ilkbaharda kaybolur. Bunların sentezi, çevre durumuna göre hormonlar yoluyla kontrol edilir.

Kanda antijel denen proteinler de vardır. Bu proteinler, daha da büyümelerini engellemek için buz kristallerinin dış sathını örterler. Böylece buzlanma, tehlikesiz ve kontrollü olarak küçük kristaller halinde kalır.

Hücrelerde bir miktar suyun bulunması donmaya karşı düşük molekül ağırlıklı koruyucu maddelerin birikmesiyle sağlanır. Bunlar, hücrenin küçülmesini ve hücre içinden dışına sıvı geçmesini bir miktar sınırlarlar. Böcekler bu şekilde, vücut ağırlıklarının % 10'una varan oranda gliserol veya sorbitol biriktirirler. Kurbağa ve kaplumbağalar, şeker ve glikozu aynı şekilde kullanırlar. Orman kaplumbağalarında kandaki şeker seviyesi normalden 200 defa daha yükseğe çıkar.

Böceklerde bu maddeler, sonbahardan itibaren kanda hazırlanmaya başlar. Kurbağada ise soğuğa maruz kalır kalmaz adrenalin, donma devam ederken, karaciğerde glikoz oluşumunu arttırır. Glikoz, kanla hayvan vücudunun her tarafına dağılır (beyin, kalb, karaciğer, böbrekler). Glikozun bu yükselmesi, soğuğa maruz kalma esnasında devam eder. Buzdan çözülme durumunda birkaç gün içinde normal seviyeye iner.

OKSİJENİN AZALMAYA BAŞLAMASI
Soğuğa rağmen yaşamadaki diğer bir problem, zarların ve makro moleküllerin durumudur. Hücre hacminin azalmasından dolayı, zara fizikî olarak gelen baskılar, donmadan dolayı oluşan en önemli hasarın sebebidir. Hücrenin hayatta kalabilmesi için, zarların korunması yönünden oluşturulan özel maddeler bir disakkarit olan trehaloz ve bir aminoasit olan prolindir. Her ikisi de zar yağlarıyla çift bir yatak oluşturarak fonksiyon görürler. Böylece makromolekül yapısını sabit tutarlar. Trehalozun fonksiyonu, lipidlerin bir parçası olan hidrojenlerle ilişkiye geçerek lipidlerin buz haline dönüşünü engeller. Özellikle proteinler olmak üzere, makromoleküller, hücre içinde büyük bir yer tutarlar ve donmaya bağlı önemli derecede hasara uğrayabilirler. Düşük moleküllü glusidler ve gliserol makromoleküllerin etrafını çevirerek onu korur.

Son olarak da oksijen eksikliği ve enerji veren maddelerin gelemeyişi problemi ortaya çıkar. Donan kurbağa nefes alamaz, kalb ve kan dolaşımı durur. Donma devam ettiği süre içinde, oksijen ve enerji maddeleri hücrelere ulaşamaz. Bunun için bunlar, sonbaharın ilk soğuk günlerinde önemli miktarda fermente enerji maddesi olan glikojen depo ederler. Hücre atıklarının zararlı hâle gelmesi de önlenir. Metabolizma önemli derecede düşürülerek böylece hayat uzatılır.

İNSANDA DURUM NEDİR?
Şimdilik özellikle transplantasyon organlarının saklanması söz konusudur. Kan, kornea, deri, embriyon gibi özelliği olan dokularda nisbeten başarı elde edilmiştir. Şimdi istikamet biraz daha kompleks dokulara doğru yönelmiştir. Meselâ, insülin üreten pankreas dokusunun muhafazası, diabet tedavisinde önemli bir adım olacaktır. Kalb, karaciğer, böbrekler de sıradadır. Fakat şimdilik bunlar imkânsız görünmektedir. Transplantasyon bunlarda derhal alıp takma şeklinde yürütülmektedir. Bu konuda karşılaşılan zorluklar, organların eşit şekilde beslenmesi, buzlanma kalkınca önemli ozmotik hasarların gelişmemesi, soğutmak için kullanılan maddelerin toksik etkilerinin kaldırılması gibi durumlardır.

Buzlanmaya karşı yaşayan daha alt omurgalıların incelenmesiyle bu sorulara ışık tutulabilecektir. Özellikle kurbağanın bu işte kullandığı glukoz, tabiatta bol bir şekilde bulunmaktadır.

Netice olarak, kâinatta gerek yapıları ve fonksiyonları, gerek hayat şartları, gerekse makro ve mikro âlemler arası dengedeki yerleri yönüyle henüz sayısını bilemediğimiz milyonlarca canlı mevcuttur. Bunlardan hücre, organ ve sistemler olarak en gelişmişi olan insana kadar yelpazenin değişik yerlerinde yer alan bu canlılar âlemi içinde cereyan eden hadiselerde şaşırtıcılıktan öte harika ve mükemmel mekanizmalar gözler önüne serilmektedir. Her canlının içinde bulunduğu duruma göre kendini ayarlayabilmesi ve hayatiyetini devam ettirebilmesi hadisesi de bunlar arasındadır. Her geçen gün araştırmalarla bu sonsuz âlemin içinden cımbızla çekip aldığımız küçücük hadiselerdeki mükemmelliği gördükçe bunları birleştire birleştire kafamızda bir senteze doğru gidiyoruz. Hangi düşüncede ve hangi dinde olursa olsun, her araştırıcı eninde sonunda bu sentezin neticesi olarak, yukarıda gördüğümüz basit bir donmaya karşı bile her seviyede nasıl stratejiler oluşturulduğu gibi bu hadiselerin tesadüfi olamayacağını, bunları düzenleyen birinin olduğunu söylemekten kendini alamamaktadır.

Hiçbir canlı, hayatlarının hiçbir safhasında başıboş bırakılmadığına, en ince noktalarına kadar vücut mekanizmaları ayarlandığına göre, en gelişmiş yaratık ve Yaratan'ın yeryüzündeki halifesi insan da hem organ ve işleyişleri yönüyle çok mükemmel yaratılmış, hem de diğer canlılardan farklı olarak bu hadiseleri anlama ve ona göre tavır alarak Yaratıcı'nın mesajlarını yerine getirme sorumluluğuna muhatabtır. Hep birlikte bu işi başarma dileğiyle.

http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/donmaya-ragmen-hayatin-devami.html

Bakara Suresi 259. ayet: Yahut altı üstüne gelmiş (ıpıssız duran) bir şehre uğrayan kimseyi görmedin mi? O, "Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek (acaba)?" demişti. Bunun üzerine, Allah onu öldürüp yüzyıl ölü bıraktı, sonra diriltti ve ona sordu: "Ne kadar (ölü) kaldın?" O, "Bir gün veya bir günden daha az kaldım" diye cevap verdi. Allah şöyle dedi: "Hayır, yüz sene kaldın. Böyle iken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış. Bir de eşeğine bak! (Böyle yapmamız) seni insanlara ibret belgesi kılmamız içindir. (Eşeğin) kemikler(in)e de bak, nasıl onları bir araya getiriyor, sonra onlara nasıl et giydiriyoruz?" Kendisine bütün bunlar apaçık belli olunca, şöyle dedi: "Şimdi, biliyorum ki; şüphesiz Allah'ın gücü her şeye hakkıyla yeter."
#574
YAKUP ÇETİN'in haberi

Kızılay gönüllüsü üniversite öğrencisi Elif Demirci'nin başörtülü olduğu gerekçesiyle CarrefourSA'daki stantta çalışmasının engellenmesiyle ilgili soruşturma başlatıldı.

Genç kızın yaptığı başvuruyu inceleyen Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı, 'suç teşkil edebilecek hususlar' görüldüğünü belirtti. Sorumlular hakkında ceza soruşturması açılması için dilekçeyi İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderdi. Suç duyurusunu inceleyen savcılığın, kendi yetki sınırları dışında olduğu için dosyayı Kadıköy Cumhuriyet Başsavcılığı'na göndermesi bekleniyor.

İstanbul İçerenköy'deki CarrefourSA'da 20 Temmuz 2012 tarihinde meydana gelen olayın ardından Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı'na bir dilekçe ile şikâyette bulunan Elif Demirci, gönüllüsü olduğu Kızılay Ataşehir Şubesi ile CarrefourSA arasında gerçekleşen protokol gereğince mağazada kurulan stantta görev aldığını belirtti. Demirci, yanına gelen bir mağaza yetkilisinin, "Müdürümüz, bu şekilde stantta çalışmanızın doğru olmadığını söyledi." diyerek kendisinden standı terk etmesinin istendiğini ifade etti. Demirci, başörtüsüyle mağazada yalnızca müşteri olarak bulunabileceğinin söylendiğini aktardı. Bu olaydan dolayı büyük üzüntü yaşadığını, üniversiteye başörtülü olarak gidebildiği halde bir marketin önünde yardım gönüllüsü olarak bile görev alamamasından dolayı ülkesi adına ümitsizliğe düştüğünü dile getiren Elif Demirci dilekçesinde, inancından dolayı önyargılı yaklaşılarak hakarete uğradığını belirtti. Demirci bu olaydan sorumlu olan kişilerin insanlık suçu işlediklerini belirterek bu sebeple kendilerine ağır müeyyideler uygulanmasını istedi. Demirci ayrıca, olayın basında yer alması üzerine sosyal medyada hakarete uğradığını da kaydetti. Twitter'dan kendisine hakaret eden E.Ş. hakkında da dava açılmasını talep etti. Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı da olayda 'suç teşkil edebilecek hususlar' görüldüğünü belirterek İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1338181&title=carrefoursaya-basortusu-icin-suc-duyurusu
#575


Aras Kargo'da da başörtülüye iş yok!
İstanbul Kozyatağı şubesinde başörtülü olarak görev yapan Kızılay çalışanını kovmasıyla gündemde olan CarrefourSA'ya tepkiler sürerken, ülkenin tanınmış bir başka şirketinde de başörtülüleri işe almadığı iddia edildi.

Yeni Akit gazetesinden Fatih Akkaya'nın haberindeki konu ile ilgili iddialar şöyle;

Bu şirket, taşımacılık sektöründe "öncü" olmakla övünen ARAS Kargo. Firmada prensip gereği başörtülülere iş verilmiyor. Yetkililerin övünürcesine verdiği bilgilere göre, ARAS Kargo'da acentelerde bile hangi pozisyonda olursa olsun başörtülü çalışana asla müsaade edilmiyor. İş başvurusunda bulunan kişi başörtülü ise, önce başını açıp açamayacağı soruluyor.

SON OLAY KAYSERİ BÖLGE MÜDÜRLÜĞÜ'NDE YAŞANDI

Yozgat Yerköy'den Kayseri'ye gelerek ARAS Kargo Bölge Müdürlüğü'ne iş başvurusunda bulunan bayan, başörtülü olduğu gerekçesiyle reddedildi. Görüştüğümüz ARAS Kargo Kayseri Bölge Müdürlüğü yetkilileri olayı doğrularken, şu savunmada bulundular: "Burası bir bölge müdürlüğü. Genel Müdürlüğün prensibi böyle. Türbanlı çalıştırmıyoruz. Bizim elimizden gelen bir şey yok. Üzülerek reddettik..."

GENEL MÜDÜRLÜK DE DOĞRULADI

Bunun üzerine ARAS Kargo Genel Müdürlüğü yetkilileri ile de görüştük. İnsan Kaynakları, Özlük İşleri ve Kurumsal İletişim yetkilileri, bu çağdışı prensibi hatırlattı. ARAS Kargo Genel Müdürlüğü'nde telefon ile ulaştığımız bu yetkililer aynen şu ifadeleri kullandılar: "Firmamızın prensibi gereği türbanlı çalıştıramıyoruz. Gelen başvuruları nazikçe reddediyoruz. Kişi başını açmayı taahhüt ederse, iş başvurusunu değerlendirmeye alıyoruz."

9 BİN ÇALIŞANI VAR, 1 TANE BAŞÖRTÜLÜ YOK

ARAS Kargo yetkilileri şöyle devam ettiler: "8-9 bin çalışanımız var, bir tane türbanlı yoktur aralarında. Çünkü yasak. Genel Müdürlük'te ve bölge müdürlüklerimizde olduğu gibi şubelerimizde de yasak. Çalışanlarımızdan firmamızın üniformasını giymelerini istiyoruz. Bu üniformanın altı pantolon. Türbanlılar zaten bu üniformayı giymek istemeyecektir, bu şekilde çalışmak istemeyecektir."

YENİ AKİT

ARAS KARGO HABERDE GEÇEN İDDİALARLA İLGİLİ AÇIKLAMA YAPTI

Aras Holding ve Aras Kargo adına yapılan açıklamada 'Yeni Akit gazetesinin Aras kargo'nun başörtülüleri işe alınmadığı' iddiaları ile ilgili şöyle denildi:

"30 yılı aşkın süredir Türk ekonomisine katma değer sağlayan Aras Holding ve Aras Kargo olarak, bugün Yeni Akit gazetesinde 'Aras da yasakçı çıktı' başlıklı haber şirketimizde büyük üzüntü ile karşılanmıştır.
Aras Kargo İnsan Kaynakları Politikaları doğrultusunda ırk, din, dil ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin herkese eşit yaklaşım birincil önceliktir. İşe alım sürecinde adaylarla ilgili kriterler iş ilanlarında belirtilmekte; yapılan tüm başvurular, belirtilen kriterler doğrultusunda incelenmekte ve hiçbir ayrım söz konusu olmadan pozisyona en uygun adayın işe alımı yapılmaktadır.

Aras Kargo'da işe başvuran kişilerin pozisyonun gerektirdiği kişisel yetenek ve niteliklere sahip olması esastır. Bugün 19 bölge müdürlüğü, 28 transfer merkezi, 790 şubesi, 3 bin araçlık filosu ve 8 bin 800 kişilik uzman kadrosuyla Türk halkına hizmet veren Aras Kargo'nun Türkiye sınırları içerisinde yaşayan tüm kültürlerden çalışanı bulunmaktadır.

Haberde bahsi geçen konu, görüşü alınan personellerimizin Aras Kargo ailesine yeni katılması, İnsan Kaynakları Politikalarımıza tam anlamıyla hakim olmamaları, kurum sözcülüğünü yapabilecek yetki ve yetkinliğe sahip bulunmamalarına rağmen inisiyatif alarak kişisel görüşlerini ifade etmelerinden kaynaklanmıştır. Bu personellerimiz hakkında da gerekli işlemler yapılacaktır.

Bilginize sunar, iyi çalışmalar dileriz.

Aras Kargo"

http://www.ihlas.net.tr/haberdetay.php?id=494742
#576
Eleştiri adil değil

İslamcılık konusu entelektüel bir meşgale değil. Ortadoğu'da süren derin toplumsal ve siyasî patlamalar tıpkı geçen yüzyılın ilk çeyreğinde olduğu gibi İslamî çıkış yolu konusunu bizzarure gündeme getiriyor.

Tarihin en yoğun hac ziyaretleri Hilafet'in ilga edildiği 1924 ve sonraki birkaç yılda olmuştur; zira dünyanın her tarafından Müslümanlar Hacc'da buluşup "Hilafetin olmadığı bir İslam dünyası nasıl olacak?" sorusunun cevabını aradılar.

Kimsenin kuşkusu olmasın, hiçbir şey eskisi gibi kalmayacak; ne eski siyasî rejimler ve yöneticileri, ne haritalar. Ya geçen yüzyılı tekrar edip birbirimizi ifna edeceğiz ya da yeni bir çıkış yolu bulacağız.

Mümtaz'er Türköne, meselenin bu yönüyle ilgili değil, hatta bir miktar üstünü örtmeye, mümkünse bu toprakların yegane orijinal akımını tarihin müzesine göndermeye çalışıyor.

Belirtmek gerekir ki, bu ülkede ben "son Mohikan reisi" misali tek başına kalmış değilim. Bugün de yegane en güçlü entelektüel akım İslamcılıktır. İslamcı entelektüellerden farklı şeyler söyleyen de yok. Hayrettin Karaman Hoca kendine "İslamcı" denilmesinden onur duyan saygıdeğer bir alimimiz ve fakihimiz. Abdurrahman Arslan'ın kitaplarını okumamış bir Türkiyeli, dünyayı ve moderniteyi anlamış değil. Mustafa İslamoğlu ve Akif Emre hiç eğilmeden bükülmeden İslamcı bir perspektiften bize ufuklar çiziyorlar. Yusuf Kaplan sınırsız bir enerji ve gayret harcıyor. Müfit Yüksel ve Ömer Lekesiz daha doğru dürüst sahneye giriş yapmadılar bile. Ve yer darlığından isimlerini sayamadığım onlarca seçkin entelektüel. Bunlar müzelik isimler değil, devlet aydını olmadılar, stratejik hokkabazlıklarla da uğraşmıyorlar. Yol gösteren yıldızlar.

Eski İslamcıların kolayca "muhafazakâr-demokrasi"ye evrilmeleri onların tercihi ve sorunu. Onlara şükran borcumuz "Bizim çabamız iktidar olmaktır, bunun İslamcılıkla olmayacağına karar verdik, İslamiyet'i referans almıyoruz" demeleridir. Soru işaretini unuttuğum cümlede Mümtaz'er Türköne'ye sorum şuydu: İslamcılığı reddeden muhafazakâr AK Parti iktidarından niçin İslamcılığı sorumlu tutuyorsunuz? Bütün iyiler liberalliğe ve muhafazakârlığa, bütün kötülükler İslamcılığa. Bu adil değil. Hayatımız tercihimizdir, hepimiz seçimlerimizin ürünüyüz. Onlar "bir zamanlar İslamcı"ydı, vazgeçtiler ve iktidar oldular. Onların yapıp ettiklerini İslam'a ve İslamcılığa niçin fatura edelim ki? Onların galaksi değiştirmesi İslamcılığın bittiğinin mi göstergesi oluyor? Böyle bir çıkarsama olabilir mi?

Türköne'nin eleştirileri, İslam'ın ve toplumun asıl can yakıcı sorunlarıyla yüzleşmekten kaçanları rahatlatıyor. Bu sayede "Demek ki İslamî önermelerin uygulanabilirlilik şansı yokmuş, bir zamanlar iyiydi, zamanı geçti. Ne iyi! Bıraktık, iktidar olduk" diyebiliyorlar. Adına "meşruiyet krizini çözme" dediğimiz bu işlemi Y. Nuri Öztürk 28 Şubat'tan bu yana başörtüsü ve rahat hayat adına yapıyor.

Üç neslin kronolojisi içinde birbirinden farklı İslamcılıklar söz konusu. 1998'de Aksiyon Dergisi benimle yaptığı konuşmada "İslamî hareket devlete talip değil" demiştim (Sayı: 205). Konu "İslamcılık bitti" diye yansıtıldı. Hayrettin Karaman Hoca, "Bir İslamcılık biter diğeri başlar" diye bunu tashih ve tasrih etmişti. Elhak doğruydu. Benim kastım İslamcılığın bittiğini ilan etmek değil, kendi formülasyonuma göre "İkinci nesil İslamcılığın belirgin vasfı olan İslamî hareketin miadını doldurduğunu ve artık "ilk neslin devleti kurtarma" veya "ikinci neslin devlet kurma" çabasının "Üçüncü nesil İslamcılarda yerini küresel ve toplumsal konjonktürde devlet kavramının kendisini İslamî referanslardan hareketle devleti ve iktidarı dönüştürme çabası"na bırakması gerektiği konusuydu. AK Parti olarak ortaya çıkan "yenilikçi kanadı" bu yüzden destekledim, ama onlar modern krizi doğru analiz edemediler; ulus devletin, klasik politik kültürün, eski üretim biçiminin zamanını doldurduğunu fark edip yeni bir politik kültür, yeni bir örgütlenme modeli üzerinde yeni bir iktidar tanımı yapamadılar; verili devleti "iktidar için iktidar" arzusuyla temellük ettiler, iç ve dış hegemonik güçlerle "uzlaşma doktrini" geliştirip aynen Türköne'nin dediği gibi sıkışmış-kabz haline girmiş devlet iktidarına dini meşruiyet sağladılar, milyonlarca insanı bu söylemle mobilize ettiler ve sonraları kendilerini devletin sahipleri, derken devletin kendisi zannettiler ki geldiğimiz nokta ortada.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1326802&keyfield=


İslamcılık bir teoloji mi?

İslam "teoloji (ilahiyat)" değildir; çünkü beşeri idrakin üstünde olan Zat'la uğraşmaz; Zat'ın bilgisi ve tabiatı üzerinde tartışma Hıristiyanlığa aittir. "Tanrı'nın tabiatı" araştırmaya konu olmadığına göre, bu manadaki "tanrı bilgisi (teoloji)" de olmaz.

İslam bakış açısından epistemoloji ve bilme eyleminin anahtar terimleri olan "El ilm" Allah'tandır; Allah "Hayy" olduğu için biz hayat sahibiyiz ve bizim dışımızdaki varlıkların (melekler, cinler, hayvanlar, bitkiler) hayatı vardır. Allah "El âlim" olduğu için biz "biliriz", bilmek isteriz. Ama O'nun bilgisi mutlaktır, varlık âleminin bütününü -Meşşailerin iddia ettiklerinin aksine herhangi bir cüz'ü veya ufak bir alanı dışarıda bırakmamak üzere- ihata etmektedir. Bize sınırlı alanda tanınan imkânlar dâhilinde bilebildiğimiz O'nun vahy ile gönderdikleri ışığında "âlem"in "ilmi"dir. İkinci anahtar terim olan "ma'rifet"in konusu ise isimler, sıfatlar ve fiillerdir. Her bir bilmeyi yerli yerinde kullandığımızda Ma'rifetullahı hâsıl eder. Bu türden bilmenin veya daha doğru deyişle anlama ve tanımanın öncesinde iki bilme çabasının daha başarıyla yürütülmesi gerekir ki, bunlar da nefsin bilgisi olan Ma'rifetünnefs ve varlık âleminin, yani maddi tabiatın, gözlem-deney ve çok yönlü bilimsel araştırmanın konusu olan Ma'rifetulhalk vardır.

Mümtaz'er Türköne soruyor: "Müslüman" sıfatı neden İslamcılara yetmiyor? Çünkü din, modern dünyanın soruları ve kurguları arasında bambaşka bir kalıba dökülüyor. Ortaya 'hakikat' için diğer dinlerle değil dünyevi ideolojilerle savaşan bir 'izm' çıkıyor. İslamcılar hesabı ahirete bırakmak yerine cenneti bu dünyada kurmaya çalışıyorlar."

Bu soruyu kurgulayan zihnin "dini dışarıya çıkaran seküler" veya kiliseyle özdeşleşmiş dine nazaran "din-dışı laik" alana hakikat değeri tanıdığı anlaşılmaktadır. Bu, Kur'an'ın tashih etmeye çalıştığı temel bir yanlıştır. İslam'ın sahih inancına göre:

1) Allah'ın müdahil olmadığı toplu iğne ucu kadar alan yoktur. Zira varlık âleminin bütününü O yaratmıştır, varlık "Nefesürrahman"dır. Hangi alan veya şey Allah'ın yaratması dışında kendi kendine var olabilmiştir ki, "din-dışı alan" olsun?

2) El Hayy O ise, hayatın kaynağı da O'dur; "O göklerin ve yerin nurudur." Varlık âleminde bir zerreciğin katrilyonda biri kadar enerji, hayat belirtisi varsa, hayatını Hayy isminden alır. Hayata hayat veren O olduğuna göre, nasıl biz insanlar, O'nun iradesi, emri ve hükmü dışında kendimizin arzularına, öngörmelerine ve keyfine göre özerk/otonom hayat alanları var edebiliriz?

Bu iki önerme "seküler olan"ın İslam içinde mümkün olmadığına işaret eder. Ama buna rağmen insanlar kendilerine ait, yani ilahi irade ve dini düzenlemenin dışında alanlar var ediyorlar ve dünyayı bu alanlar üzerinde kurguluyorlarsa, bunu Allah'a rağmen yapıyorlardır ki, bütün peygamber mesajlarının ana teması budur.

"Hakikat" için İslamiyet tabii ki dinlerin teolojisini sorgular. Örneğin sıkça üçleme (teslis) inancının varsayımlarını çürütür, fakat mukabil bir teoloji kurmuyor. İslamiyet'in tarihte diğer dinlerin teolojilerine karşı geliştirdiği akli burhan ve hüccetler "teoloji/ilahiyat" değil, "Kelam"dır. Kelam ise, Nefha-i ruh'un türevi olan aklın vahy ışığında varlığı, hayatı, insanı, mebde' ve meadı, ahlaki tutum ve fiillerimizi kavrama, anlama, düzenleme ve açıklama çabasıdır. Kelam ile teoloji arasında uçurumlar vardır. Ve bazı geç kalmış mutezili modernistlerin iddia ettiklerinin aksine İslam kelamı kendini tüketmiş değildir. Özellikle Eş'ari kelamı -ki Maturidi kelamı da ondan büsbütün kopuk değildir- pozitivizmin ve determinizmin çöktüğü bir dünyada fizik, biyoloji ve epistemolojinin gelip dayandığı ürkütücü belirsizliğe karşı bize bir bilgi ve zihin hazinesi sunmaktadır. "İslamcı" terimini de ilk kullanan İmam Eş'ari'dir (öl. M. 935) ki kitabının ismi "Makalatu'l İslamiyyin"dir.

İslamiyet'in işi "teoloji" değildir; hayat alanları dinden kopuk "dindarlık veya diyanet" de değildir. Bu dünya ile mesela adalet, özgürlük, sömürü, zulüm ve yoksullukla uğraşmaktır. Türköne, bize diğer dinlerin teolojisiyle uğraşın, "dini hükümleri" bırakıp "dindarlık veya diyanet"le yetinin demeye getiriyor.

Üçüncü nesil İslamcılar, "teoloji"den-ilahiyatlardan uzak durup İslam Kelamı'nı bu dünyayı yeniden anlamak ve açıklamak üzere ihya etmelidirler.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1328758&keyfield=


İslamcılık ve ideoloji

Tabii ki İslamcılar vahy almıyor, zamanı okumaya ve vahyle belirlenmiş temel ilkeleri/nassları yorumlamaya, tarihsel ve toplumsal durumlara cevap vermeye çalışıyorlar.

İslamcıların vahyle ilişkileri, "metluv veya gayri metluv vahy"in ışığında, bize bağışlanmış düşünme melekesini, akletme yetisini kullanarak içinde yaşadıkları toplumun, dünyanın sorunlarına çözümler arama çabasından ibarettir. Akıllarını vahyin ışığında kullananlar vahyin ve aklın nimetlerinden istifade edebilen kimselerdir.

Bu açıdan bakıldığında İslamcılık -yapılacak tanıma ve özellikle siyasetle ilişkilendirildiği forma göre- bir ideolojidir. Yasin Aktay'ın günün ayak oyunları ve atraksiyonları dışında siyaseti "bir fikrin tarafı olmak" şeklindeki tanımı doğrudur. Bu manada İslam'ın ilk siyasi fırkası Hz. Ali taraftarlığı olarak ortaya çıkmış bulunan Şia'dır. İslam tarihinde teşekkül etmiş bulunan mezheplerin aynı zamanda birer siyasi tercih ve bir siyasi fikir ve gruba taraf olmak olarak ortaya çıkmaları, siyasetin tarih açısından meşruiyetine önemli vurgudur. İdeolojiyi de, siyasi bir tercih ve tarafın akli huccet ve burhanlar desteğinde ifade edilmesi olarak görebiliriz.

"İdeolojiler"in ölen kötü ruhlar olduğu zannediliyor. Oysa (kendisi dışında kalan) ideolojilerin tümünün ölümünü ilan eden liberalizmdir. Liberalizm yayınladığı ölüm ilanıyla bizatihi kendisi ruhu dogmatizm olan bir ideolojiye dönüşmüş bulunmaktadır.

Ben "ideoloji"ye şöyle bir tanım getirilebileceğini düşünüyorum: "İdeoloji" Grekçe iştikakına uygun olarak "fikrin bilgisi"dir sadece. İslam açısından bir ideolojiden söz etmek icap ederse bu, tersinden "bilgi ve haberin fikri" olur ancak. Vahy aracılığıyla bize bildirilen bilgi ve haberlerin beşeri içtihadı, tefsiri, yorumu ve tevili demek olan entelektüel, sosyal, politik formları bizim ideolojimizdir. Fıkıh usulü kavramlarıyla isimlendirmek icap ederse bir İslamcı'nın ideolojisinin hüküm değeri "beşeri içtihat"tan ibarettir. Ama bu, Kantçı zihnin vahyi kendi bireysel süzgecinden geçirerek işine geleni alıp işine gelmediği şeyi dışarıda bıraktığı "eleştirel aklın işlemi" değildir. Bu manadaki bireyselliğin ve birey olmanın değeri yoktur. İslami epistemoloji içinde olup biten etkinlik vahyin ışığında aklın dünyayı kavraması, anlaması ve yorumlamasıdır.

Bu içtihat çabasında "görecelik" yoktur, İslamcıların da bilgileri ve fikirleri doğaları gereği mutlak değil zannidir, Mağrip'ten Endonezya'ya, Yemen'den Kırım'a Müslümanları içinde tutan bir ana çerçeve, sabit hudutlar (Hududullah), hükümler var. İçtihat ve yorumlar ana çerçeveyi, nassları buharlaştırmaz. Bu işlemde hakikat parçalanmaz, postmodern "ne olsa gider" veya liberal "kişisel tercihe veya bireysel akla göre"ye de yer yoktur. Beşeri içtihatları "belirleyen " Kur'an ve Sünnet (nass), "etkileyen " tarihsel ve toplumsal durumlar, akan zaman ve buna paralel hükümlerin illetlerine göre değişen karakteridir. İslamcılar "Kur'an'a ve Sünnet'e dönüş" sabitesinin altını çizerlerken, Nesefi'nin "Hakaiku'l eşya-ı sabitetün: Eşyanın hakikati sabittir" ilkesini hatırlatıp nassların muhkemliğine işaret ediyorlar.

İslamcılık kendi içinde çoğulcudur. Totalitarizm, monarşi, dogmatizm ve mutlakiyetçilik türü zihni ve politik sapmalar Batı'ya aittirler; bu doktrinler ve sistemler Hakikat'e meydan okuma biçimleridir; bunlar İslam mirasına yabancıdır.

Mümtaz'er Türköne'nin içi rahat olsun, İslamcılarla ilgili yargılarını tashih etsin. Tarihselcilik, hermönetik veya modernizm gibi paradigma ve yöntemlerin dışında kendi asli ve sahih usulü içinde birbirinden hayli farklı İslamcılıkların olması tabiidir, zenginliktir. İslamcılık "dikey (tarihsel)" ve "yatay (çağdaş)" olarak da çoğulcudur ve farklılığa açıktır. Ebu Hanife'nin politik iktidar karşısındaki tutumu ile öğrencisi Ebu Yusuf'unki aynı değildir. Ehl-i Rey ile Ehl-i Hadis de öyledir. Bana göre Selefilerle Sufiler arasındaki farkın da hükmü budur. Modern zamanlara geldiğimizde Cemalleddin Efgani ile Muhammed Abduh'un, Seyyid Kutup ile Malik Binnebi'nin, Nedvilerinki ile Mevdudi'nin aynı zeminde farkları ne kadar meşru ise Türkiye ölçeğinde Milli Görüş, Nakşibendi, Nurcu veya Süleymancı İslam anlayışları da öylece meşrudurlar. Her biri birer ırmak gibi İslam'ın büyük nehrine akar. Biri biter, diğeri başlar ama İslam'ın iddiası, daveti, davası ve duası olan İslamcılık tarih içinde akmaya devam eder.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1330378&keyfield=


Modern yanılgı

İlk ve ikinci nesil İslamcılar modern dünyadan etkilendi, ancak modernitenin siyasetlerinden İslamcılar etki aldığı kadar etkilediler de: "Onlar size bir yara verdiyse siz de onlara yara verdiniz."

Özellikle ikinci nesil İslamcıların Batı'dan aldıkları önemli etki bir 19. yüzyıl Batı yanılgısı olan ekonomi politiğe, doğal sınırları ötesinde ve hak ettiğinden fazla önem arz etmeleridir. Zannedildiğinin aksine "ekonomi politik" sadece Marksizm'in değil, diğer sistemlerin de merkezî konusudur. Binlerce sene içinde teşekkül eden beşeriyetin örfü ve irfanını derinden yozlaştıran ekonomi politiğin haksız hegemonyası modern zamanlarda, bugün de liberalizmin baskın kültürel ortamında etkisini sürdürmektedir. İdeolojik mutlaklaştırmanın bir sebebi ekonomi politiğin merkezî öneme sahip kılınmasıdır. Üçüncü nesil İslamcılar, modern ekonomiyi, üretim yapısını, bölüşüm düzenini, tabiatla ilişkisini, insan arzuları ile insan ihtiyaçları arasındaki mahiyet farkları ile bunlara bağlı büyüme ve kalkınma gibi konular üzerinden yeniden düşünmelidirler. Siyaseti de yeni baştan kelam ve fıkıh zemininde tanımlamadıkça hem ikinci nesil İslamcıların hatasını, hem kriz içindeki moderniteyi tekrar etmek durumunda kalacaklardır.

Kendi ideolojik ve politik okuma biçimlerini hakikatin merkezine koyan "bazı İslamcılar ve gruplar" eleştirilir. Ancak bütün İslamcı akımları bir torbaya doldurup eleştirenlere şu sualleri sorma hakkımız var:

1) Sizce bu zihnî sapma, mutlaklaştırmayı reddeden İslam'ın kaynaklarından mı, yoksa modern olandan mı beslenmektedir?

2) İslamcıları eleştirenlerin referans aldıkları modern dünyanın kendisi mutlakçı değil mi? Batı aydınlanması, Hıristiyanlığı sekülerleştirmekten başka neyi orijinal olarak üretti ki? Şeytan'ın Allah'ı taklit etmesi gibi modernite, Katolik Kilisesi'nin mutlak hidayetini aklın ve bilimin kurtarıcılığına havale etti. Ortaçağ'da Kilise'ye bağlanan kurtuluyordu; modern zamanlarda kurtuluş liberal kapitalizme veya Marksist sosyalizme (Komünist Partisi'ne) bağlanmaya dönüştü. Burjuvazinin aklî ve bilimsel başarıları ile proletarya sınıfının kurtarıcı misyonu, yeryüzüne bir kere daha geleceği umulan Mesih'le yer değiştirdi.

3) Mümtaz'er Türköne, bize ait olmayan bir misyonu İslamcılara mal etmektedir ki, o da "ahirete ait cennetin yeryüzüne taşınması"dır. Beşeriyetin tarihi yönelimini bu hedefe kilitleyen modernliktir. "İlerleme inancı"na göre tarihin finalde veya proletaryanın kuracağı komün toplumda "yeryüzü cenneti" kurulacaktır. Müslümanlar bilir ki, biz "dünya gurbeti"ndeyiz, çölde seyahat eden bir bedevi gibi vahada dinleniyoruz. Asıl ait olduğumuz yer burası değil, "ahiret yurdu"dur. Cenneti özleriz, o yüzden durmadan gelişmek, kemale ulaşmak isteriz, insan-ı kâmil olmak isteriz. Ama hep canımız sıkılır, çünkü mükemmel bir varlıkta ama kusurlu bir dünyada yaşıyoruz. Kusur ve eksiklikler yeryüzünde değil, ahiretteki cennette tamamlanacaktır. Bu dünyaya gelişimizin anlamı ve amacı budur.

4) Acaba liberal, solcu-sosyalist veya milliyetçiler ideolojilerini mutlaklaştırmıyor mu ki, İslamcıları bu konuda eleştiri hakları olsun? Modernizmin tekil gerçeklik dünyasıyla beraber postmodernizm Hakikat'i parçalarken, İslamcılardan başka kim "Hakikat'in tekliğine karşılık gerçekliğin çokluğuna ve ifadenin çoğulculuğu"na zihni ve politik kapı arayabilir? Postmodernizmin sizi içine ittiği derin ve ürkütücü kaostan başka bize sunduğunuz ne var?

5) İslamcıları "cemaatçi yapı, ataerkil kültür, hiyerarşik düzen ve değişime zorunlu olarak maruz kalmış kitleler" olarak tasvir eden Mahçupyan ve diğerleri, bu son derece şaibeli ve şüpheli argümanları postmodernizmden devşirirlerken, nasıl oluyor da kendi sol-sosyalist veya milliyetçi geçmişlerini unutabiliyorlar?

6) Modernitenin etkisinde kendini mutlaklaştırma yanılgısına düşenler sadece görünür aktif veya siyaseti önceleyen İslamcılar değil, mezhepler, tarikatlar ve bilumum cemaatlerdir ki, bu genel bir yanılgı, modernliğin İslam içinde üretilmesi hatasıdır.

İçimizi karartmaya gerek yok, zira İslamcı olsun olmasın, Kur'an ve Sünnet'i referans alan her fert, grup, akım veya cemaat İslam'a yeniden dönüp kendini kritik edebilirse, görüşünü ve yorumunu tashih edebilir. Pekiyi, sol-sosyalist, liberal, muhafazakâr veya milliyetçiler neye dönüp de kendilerini tashih edeceklerdir? Onlar için bir şifa kapısı kalmış mı?

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1331681&keyfield=



İslamcıların söylemleri

Buradaki "söylem" kelimesini "görüş, tez" manasında kullanıyorum. Tarihte bu kullanımın somut örneğine Sünni kelam ekolünün büyük kurucularından Hasan el Eş'ari'de rastlamaktayız ki, bir eserine "Makalatu'l-İslamiyyin ve İhtilafu'l-Musallin" adını vermiştir. "Makalat" kelimesini kullanan başkaları da var elbette.

Söz gelimi istinsahını 996/1588'de tamamlayan Yunus bin Veli'nin esere verdiği isim de "Adab-ı Makalat"tır. (Bkz. Dr. Ahmet Kayasandık, Adab-ı Makalat (Konuşma Adabı), İstanbul-2012.) Kummi'nin de "Kitabu'l-Makalat"ı vardır. Anlamı söz, söyleyiş, söyleme, laf, lakırdı, kelam demektir. Kavramsal olarak tez ve görüşü ifade eder.

Eş'ari'nin kullandığı ikinci terim olan "İslamiyyun"un bugünkü Arapçada tam karşılığı "İslamcılar"dır. Kitap "İlk Dönem İslam Mezhepleri" adı altında Türkçede yayımlandı (Çev. M. Dalkılıç-Ö. Aydın, Kabalcı, İstanbul-2005). Yakın tarihte kelime ağırlıklı olarak siyaset yoluyla İslam'ın temsili veya "resmi İslam"ı, yani Müslümanlığı politik toplumun/devletin kurum ve kuruluşları aracılığıyla yaşatma, toplumsal ve ekonomik bir düzen formuna sokma çabasını ifade ettiğinden Eş'ari'nin fikir ve kelam zemininde yapmak istediklerinden bir miktar farklılık göstermektedir. Bizim kavramsallaştırmamıza göre İslamcılığı salt "siyasi olan"a veya "resmi İslamcılık"a hasretmek yanlıştır; bir de "sivil İslam" versiyonu bulunmaktadır. (Bkz. A. Bulaç, Nuh'un Gemisine Binmek, İstanbul-2012.) Her iki İslamcı versiyonun da alt versiyonları, tezleri ve bu tezleri savunan çok sayıda İslamcı gruplar, akım ve hareketler söz konusudur.

Filhakika içinde bulunduğu tarihsel ve toplumsal durumun yeterince farkında olan Müslüman fikir ve ilim adamlarının yapmak istedikleri ile geçmişte büyük ekol kurucusu âlimlerin yaptıkları arasında mahiyetçe fark yoktur. Dün İmam Eş'ari, İmam Gazali, İbn Teymiye, İmam Rabbani vd. her ne yapmak istemişlerse, modern zamanların İslamcıları da aynı şeyi yapmaya çalışmaktadırlar.

Eş'ari'nin 40 yaşından sonra Mutezile'den ayrılması Ehl-i Sünnet kelamının bağımsız bir ekol şeklinde ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bugün fizik biliminde meydana gelen değişimlerin determinizmi yıktığı, pozitivizme son verdiği bir dünyada nedensellik (illiyet)le ilgili görüşleriyle öne çıkan Eş'ari, başta Mutezile olmak üzere, Yahudi, Hıristiyan, Mecusi, Gulat-ı Şia, Hariciler, Mürcie, felsefeci, Aristocu-Meşşai, Brahman, tabiatçı, mülhid, zındık, deist, agnostik, putperest, ateist, tehasuhçu, bid'atçı vb. fırka ve akımlara karşı İslam akidesini ve âlem tasavvurunu tam bir vukufiyetle savunmuştur. Eş'ari'nin "Makalat"ta kullandığı yöntem, onun izinden giden İmam Gazali tarafından "Makasidu'l-Felasife"de kullanılmıştır ki, yöntemin esası muarız ve muhalif doktrin ve görüşlerin mümkün mertebe değer hükmü belirtilmeden tasvir edilmesine dayanır. Gazali, bu yöntemi öylesine başarılı kullanmıştır ki, kitabı 17. yüzyıla kadar Batı üniversitelerinde Meşşai felsefenin ders kitabı olarak okutulmuştur. Oysa Gazali, "Tehafutu'l-Felasife" kitabıyla belki bir daha ayağa kalkmamak üzere Aristoculuğu yere sermiştir.

Eş'ari ve Gazali'nin usulüne göre, muarızları önce tanımak ve anlamak, sonra eleştirmek gerekir. Bunu yaparken de ehl-i kıble'yi tekfir etmemeli, kendi tezini ve görüşünü hakikatin merkezine koyup mutlaklaştırmamalı; farklı İslami yorum, tefsir ve okuma biçimlerini asla ve usule uygun oldukları sürece meşru görmeli; dinin hakikatlerini süfli siyaset ve dünyevi çıkarlar uğruna suiistimal ve istismar etmemelidir. İslamcı olmak demek "Müslüman" olduğunu iddia eden kimselerin başkalarından farklı görüşlere, tez ve söylemlere sahip oldukları anlamına gelir; yoksa dini marjinalleştirmek, hakikati temellük etmek veya farklı düşünen insanları din dairesinin dışına atıp tekfir etmek değildir. Mesela Gazali, Meşşaileri 20 meselede eleştirirken 17'sinde hatalı düşündüklerini, 3'ünde ise savundukları görüşün onları İslam'ın dışına çıkarma özelliğine sahip olduğunu belirtir. Onun eleştirdiği "felsefe" değil "filozoflar/felasife"dir.

İslamcılar kendilerini "Batı karşıtlığı" üzerinden tanımlamıyorlar, askerî saldırılara karşı nefsi müdafaada bulunurlarken kendi sahih geleneklerine yaslanarak fikrî, sosyal ve ahlakî alanlarda da tezlerini savunup meydan okuyorlar. Eş'ari ve Gazali bugün yaşasaydı, aydınlanma felsefesi ve ondan neş'et eden akımlar, sekülarizm, pozitivizm, materyalizm, feminizm, milliyetçilik, sosyalizm-Marxizm, kapitalizm, liberalizm vb.leriyle uğraşacaklardı.

http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1332316



Karşıtlık

Eş'ari'nin "Makalat"ta, Gazali'nin "Makasıd"da yapmaya çalıştığı şey, İslam inancına yönelen saldırılara karşı akideyi savunmaktır. Her ikisi ve onları takip edenler bir yandan dış dünyadan -Hind, İran, Babil, Mısır, Yunan- gelen felsefi ve teolojik etkilere karşı koyarlarken, diğer yandan ya bu İslam dışı inanç ve fikirleri İslami form altında savunanlara karşı Kur'an ve Sünnet'in çizdiği genel dairenin içine sokmaya veya din ve mezhep kisvesine bürünüp İslam şeriatını ve Müslümanların birliğini bozmaya kalkışanlara karşı koymaya çalışıyorlardı.

İmam Eş'ari'nin, eleştirdiği fırka ve gruplara "İslamiyyun (İslamcılar)" demesi manidardır. İslamcıların görüşlerine, savundukları tezlere-söylemlere -her birini kendi içinde tasvire, objektif anlatıma ve tanıtıma tabi tutarak- "makalat" adını vermiştir. Onu takip eden Gazali de, aynı usulü kullanıp eleştirdiği Yunan metafiziği etkisindeki zatları "felasife (filozoflar)" isimlendirip gayesinin "felsefe"nin kendisi olmadığını ihsas etmiştir ki, onun da kitabına seçtiği isim "Makasidu' felasife"dir. Kısaca Eş'ari'nin "makalat"ı ile Gazali'nin "makasıd"ı aynı muhteva ve kavramsal çerçeveye sahiptirler.

Eş'ari ve Gazali, Müslümanların askeri, ekonomik, siyasi ve kültürel olarak hakim oldukları bir dönemde bu önemli gayreti gösteriyorlardı. Biz ise son 300 yıldır sürekli yeniliyoruz. Şu var ki, bizim yenilgimiz askeridir; fikri-entelektüel veya kelami-felsefi değildir. Eğer bazı İslamcılar da Batıcılar -liberaller, solcular ve milliyetçiler gibi- fikri olarak yenilgi psikolojisi içine girmişlerse, bu onların diğerleri gibi İbn Haldun'un dediği "mağluplar galibi taklid eder" hastalığına yakalanmışlar demektir. Bu baptaki Müslüman fikir adamları, bilginler ve kanaat önderleri kendi dinlerinin özüne, köklerine ve zengin tarihi miraslarına dönebilirlerse, kısa zamanda şifa bulabilirler, ama eğer İslamiyet'i -kendi zihin dünyalarında-, liberalizme, sosyalizme, milliyetçiliğe, feminizme açık hale getirirlerse bunun çaresi yoktur.

Bu da bize, İslamcılara haksızca yöneltilen "tepkisellik" eleştirisinin tashihe muhtaç olduğunu göstermektedir. Müslümanlar tabii ki askeri, politik ve ekonomik sömürgeciliğe, işgallere karşı tepki gösterecekler, cihad edip daru'l-İslam'ı müdafaa edeceklerdir; ama bu onların fikren yenildikleri, meydan okumalarını "Batı'ya tepkisellik" üzerinden kurguladıkları anlamına gelmez. Batı, nasıl kendini oryantalizm yaparak "Doğu karşıtlığı" üzerinden tanımladığından kendine zarar veriyorsa, Müslümanlar da oksidentalizm yapmak suretiyle kendilerini "Batı karşıtlığı" üzerinden tanımladıklarında kendilerine zarar vereceklerdir.

Mümtaz'er Türköne, bize "kendinizi karşıtında tanımladığınız Batı değişti", derken iki hata yapıyor:

1) "Batı Batı'dır", değişmedi. Batı ya "Aydınlanma'nın karanlığı"ndan çıkıp sahih vahyin nuru içine girer ve tarihsel-felsefi mirasını yeni bir kritiğe tabi tutar ya da yıkıcı, nihilist, sömürgeci ve çatışmacı tutumunda devam eder. Batı değişseydi, en hafifinden İslam topraklarını işgal edip Müslümanlara bunca acıyı yaşatmazdı. Batı, sadece askeri olarak saldırıp kaynakları yağmalamakla yetinmiyor; bizden dinimizi "özel alana hapsetmemizi, marjinalleştirmemizi ve izafileştirmemizi" istiyor. Böyle bir dinden geriye zulme, haksızlıklara, sömürüye itiraz etmeyen, küresel hegemonyaya uyum gösteren şeriatsız -cihadsız soyut bir inanç kalır ancak.

2) İslamcıları soyut "Batı-karşıtlığı"yla suçlamanın arka plandaki psikolojik zemini milliyetçiliği, liberalizmi ve solu-sosyalizmi evrensel doğrular, tezler katına çıkarma ihtiyacından neş'et eder. Tabii ki bilgi, bilimsel çalışmalar, beşeri tecrübe ve bunlar arasındaki interaktif ilişkilerde, her şey mutlak ak ve kara değildir, arada gri alanlar söz konusudur. Ama temelde belirleyen konumundaki akideler arasında gri alanlara karşı çok dikkatli olmak gerekir: İlk insandan son insana kadar tevhid-şirk, iman-küfür, hak-batıl, adalet-zulüm, güzellik-çirkinlik, ahlak-tereddi arasında karşıtlık ve çatışma ortadan kalkmayacaktır.

Haramların kanıksandığı, günahın estetize edildiği, münkerlerin özgürlükler adı altında yüceltildiği bir dünyaya itiraz etmiyorsanız, akideniz buharlaşır. Böyle zamanlarda harama karşı helali, münkere karşı ma'rufu, günaha karşı ahlakı yüksek sesle, dışlayarak, teberri ederek narkoz yemiş zihinlere hatırlatmak (zikr) gerekir.

http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1333913



İsimlendirme

Kendini "Müslüman" sayan herkes Müslüman'dır. Esas olan beyandır. Efendimiz (sas), Medine'de bildiği halde münafıkları deşifre edip İslam dairesinin dışına çıkarmadı, çünkü "Müslüman" olduklarını söylüyorlardı. Ama Kur'an "İlahi hükümlere tam teslimiyet" içinde olmayanlara "İslam olduk deyin, iman ettik demeyin, çünkü iman henüz kalbinize girmedi." (49/Hucurat, 14) buyurur ki, bizce İslamcılık "hükümlere tam teslimiyet ve İslam'la beraber iman ve ihsan"ın bir arada bulunmadıkça mümkün olmaz.

"Ben İslamcı değilim" diyene yakından bakmalı, hangi saiklerle kendini bu isimlendirmeden uzak tutuyor. Eş'ari, bugün neredeyse küfür ve sapkın (heretik) kabul edilen nice fırka, mezhep ve inanç grubunu, "Müslüman olduklarını iddia etmeleri" hasebiyle "İslamiyyun (İslamcı)" kabul etmiştir, Gazali de öyle.

19. ve 20. yüzyıl boyunca uğradıkları ağır yenilgiler, süren işgaller, sömürü, ötekileştirilip küresel olarak şeytanlaştırılmaları vb. sebeplerle Müslümanların Batı'ya kızgın oldukları doğrudur; Batı'nın fikir ve kültür kaynaklarından beslendikleri oranda ikinci nesil İslamcılarda da bir ölçüde hoşgörüsüzlüğe, tekfircilik ve dışlama rastlanması da doğrudur. Ama bu şifa bulması kolay bir hastalıktır. Tedavisi Kur'an'a ve Sünnet'e dönüş ile Eş'ari ve Gazali gibi tarihsel büyük şahsiyetlerin usulünü takip etmekten geçer. Kur'an bize iki ana parametre verir:

1) "Hidayet Allah'tandır; insanların çoğu iman etmeyecek, akletmeyecek ve şükretmeyecek; şu halde siz sadece hatırlatın, tebliğinizi yapın; insanların çoğu hidayette değildir diye kendinizi hırpalamayın."

2) "Fikri, itikadi, politik ve sosyal alanlarda her ne konuda ihtilafa düşmüş de anlaşamıyorsanız, bunun hükmünü (en doğru ve nihai kararı) Allah ahirette verecektir. Siz güzel sözle, öğütle ve hikmetle tebliğe, güzellikte yarışa devam edin." Bu uyarılar, İslamcıları totalitarizmden ve "baskıyla hidayet"ten uzak tutar.

Bu açıdan, birilerinin kendini "İslamcı" isimlendirmesi diğerlerini rahatsız etmemeli; eline siyah fırça alıp İslamcıların yüzüne sürmemeli (Bkz. Uğur Kömeçoğlu'nun asabi yazısı, 17 Ağustos, Zaman); çifte standarda da sevk etmemeli. Mesela "cı-cu" türü ekler dolayısıyla "İslam/cı" isimlendirmesine karşı çıkan biri kendine "Nurcu, milliyetçi, sağcı" denildiğinde aynı tepkiyi göstermiyorsa bu zatın kendini iç tutarlılık açısından gözden geçirmesi gerekir.

Ben tanımımı 21 Temmuz tarihli yazımda yapmıştım. Hayrettin Karaman Hoca da şöyle der: "Her Müslüman aynı zamanda 'İslam davasının da mensubu olarak' İslamcıdır. 'İslamcı plan, program, yöntem ve davranış', amaçtan sapmaksızın içinde bulunulan şartlara göre farklılık gösterebilir, ama farklı İslamcı gruplar kardeştirler, ictihad farkları kardeşliğe zarar vermez, vermemelidir." (Yeni Şafak, 12 Haziran 2012). "Kendi halinde 'Müslümanca' yaşamaya çalışan, İslam'ı kendi aile hayatında bile yaşatmayı dert edinmeyen Müslümanlara 'İslamcı' demiyorum. İslam'ı en yakınından başlayarak en uzaklara kadar yaymayı, sahih İslam'ı bozulmaktan ve hayatta eksilmekten korumayı dert ve dâva edinen, bu dert ve dâva uğrunda maddî ve manevî fedâkârlıklarda bulunan kimselere İslamcı diyorum." (Yeni Şafak, 16 Temmuz 2012.)

Kendi tanımımdan üç gaye çıkarıyorum:

a) Dünyanın Kur'an ve Sünnet perspektifinden okunması;

b) Bireysel, ailevi, toplumsal, bölgesel ve küresel ölçeklerde Müslüman'ca bir hayatın mümkün hale getirilmesi. Siyaset bunun yegane değil, ama etkili enstrümanlarından biridir;

c) İslam Birliği'nin kurulması (İttihad-ı anasır-ı İslam).

Bu üçüne hangi inanmış Müslüman karşı çıkabilir ki? Yöntemini bir kenara bırakacak olursak Said Nursi hazretleri "İslam âleminin üç hastalığı var: Cehalet, yoksulluk ve tefrika" derken bu ideallerden bağımsız mıydı? Ya da "Şeriat'in bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira Şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir." (Tarihçe-i Hayat, İstanbul-1998, s. 53) derken İslamcılardan farklı bir şey mi söylüyordu?

Türköne'nin diğer dinler için "Hıristiyancılık, Yahudicilik nerede?" sorusuna gelince. Yahudi partilerin ezici çoğunluğu Tevrat ve Talmud'u esas alır. Hıristiyan Demokrat ve Hıristiyan Sosyal Demokrat partiler de programlarının girişinde şu ibareyi yazarlar: "Hıristiyan değerlerine göre siyaset yapmak ve ülkeyi yönetmek üzere..."

NOT: Okurlarımızın Ramazan Bayramı'nı kutlar, hayırlara vesile olmasını dilerim.

http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1334971



Tartışma bitti, defter yeniden açılıyor

Denir ki "medya çağı"nda önemi ne olursa olsun, bir konu 23 günden fazla gündemde kalmaz, yaklaşık üç haftadan sonra ilgi azalır.

İslamcılık Ramazan boyunca (dört hafta) gündemde kaldı. Tartışmaya değerli entelektüeller, köşe yazarları, akademisyenler katıldı, her geçen gün biraz daha tartışma genişledi. Hamdolsun, her Ramazan'da yapılmak istendiği gibi "Nasıl oruç tutulmaz?" diyebileceğimiz şeytani tuzaklara, insanların içine kuşku, vesvese, şüphe düşürmek isteyen hannaslara kimse iltifat etmedi, faydalı bir konuyu konuştuk. Ufuk Yayınları bu tartışmayı kitaplaştırıyor, inşallah ben de gelen eleştirilere yeri geldikçe cevap vermeye çalışacağım. "Müslüman veya İslamcı" olup da belden aşağı vuranları, edebe riayet etmeyenleri, entelektüel meczupları, asabi mütecavizleri ve laik olup kibar üslup kullanmayanları muhatap almayacağım. Kadın olsun erkek olsun, böyleleri allame-i cihan olsa muhatap alınmayı hak etmiyor.

Bu konu kesinlikle entelektüel bir merak saikiyle değil, bizzarure gündeme gelmiş bulunmaktadır. Sebebi şu:

1) Birinci ve ikinci İslamcı nesillerin yaşadığı tecrübenin ciddi bir muhasebeden geçirilmesi gerekir. Bundan sonra ne "olması gerekir" sorusunun cevabı "bugüne kadar ne oldu"da saklıdır. Üçüncü nesil İslamcılar, seleflerinin hatasını tekrar etmemeli.

2) Türkiye ve Ortadoğu yeni bir döneme adım atmaktadır. Milliyetçi, sol-sosyalist ve liberal reçetelerde ısrar edilmesi durumunda dini, etnik, mezhebi ve sosyal-sınıfsal çatışmalar daha da derinleşip artacaktır. Bu kavşak noktasında Yusuf Akçura'nın sözünü ettiği "üç tarz-ı siyaset" değil, iki tarz-ı siyaset söz konusudur. Ya İslam'ın kaynaklarına dönerek sorunlarımızı anlamaya, tanımlamaya ve çözmeye çalışacağız ya da birbirimizi ifna edeceğiz.

3) Modern dünya derin bir krizden geçerken, Aydınlanma'nın fikri/felsefi kaynakları bize bir çıkış vaat etmiyor. Özgürlük, refah ve güvenlik azınlık bir nüfusun imtiyazı haline geldi; çatışma insanın içinde, tabiatla ve diğer insanlarla sürüyor. Vahyin sahih zabıtlarına dönüp varlık âlemi, dünya ve hayatın anlamı üzerinde düşünmek lazım. Bu uygarlık ömrünün sonuna gelmiş bulunuyor. Bölge ve dünya daha derin krizlere doğru gidiyor. Ahlaklı ve adaletli yaşama sanatı ve yolunun bulunmaması durumunda insanın ve canlı hayatın ölümü gerçekleşecektir. Kalbi ölenin zekâ ile donatılmış beynini nefsinin sufli arzularının emrine vermiş olması, onun "hayat" sahibi olduğunu göstermez.

Süren tartışmada kendimizi eleştirdik. Şöyle bir tablo çıktı:

İslam dünyasının Batı karşısında aldığı yenilgiler birinci nesil İslamcıları modern dünyaya cevap bulmaya yöneltti. Bu anlaşılabilir bir hamleydi. Ancak onlar, yenilgiden İslam'ı sorumlu tutmuyorlardı, "Kur'an ve Sünnet'e dönüş, içtihat kapısının açılması ve cihad ruhunun uyandırılması"yla tekrar üstün gelebileceğimizi savunuyorlardı. Batıcılar ise İslam'ı sorumlu tuttular.

İkinci nesil İslamcılar, Batı'nın İslam içinde üretilebileceğini; bilimin, teknolojinin, modern iktidar ve ulus devletin, eğitimin, ekonomik modellerin İslamileştirilebileceğini, söz konusu yapı ve modellerin İslami versiyonlarının olabileceğini düşündüler. Tabir caizse yenilgiyi onlar da bir ölçüde kabul ettiler ve fakat mağlupların 'Müslüman' kalarak galipleri taklit edebileceklerini düşündüler. Bunun da ciddi bir muhasebeye tabi tutulması gerektiğini anlıyoruz.

Üçüncü nesil Müslümanlar kritik bir kavşak noktasında bulunuyor. Ya İslam'ın özüne, kendi sahih köklerine dönüp bir yandan gelenekleriyle barışacak, diğer yandan modern dünya ile de -şairane, sanatçı duyarlılığı veya retoriklerle değil- tefekkür ve bilgi seviyesinde temas kurup yeni bir dünyanın kapısını aralayacaklar veya dinlerini Katolikler, Ortodokslar, Museviler, Budistler, Taoistler, Shintoistler gibi reforma uğratıp Protestanlaştıracaklardır. Bundan liberal hegemonya altında hakikatin parçalandığı postmodern bir dünyada izafileşmiş, marjinalleşmiş, özel alana çekilmiş bir nominal Müslümanlık kalacaktır. Bir bakmışsınız karşınıza diyanetinden kuşku duyulmayan yazar ve kanaat önderleri çıkmış şöyle bağırmaktadırlar: "Bayım devir değişti, o hükümlerin bugün tatbik ve yaşama şansı kalmamıştır; senin dediğin İslamcılık siyaset yapmaktır, sen dini ideolojileştiriyorsun, dini bu işlere karıştırma."

Ramazan'ın bereketiyle güzel bir tartışma oldu. Defter yeniden açılıyor.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1335460



Bize Said Halim Paşa lazım!

Türkiye ve İslam dünyası yeni bir döneme adım atıyor. 18 ve 19. yüzyıllarda üretilip 20. yüzyılda tüketilen felsefe ve sistemler bizi derin bir krizin içine itmiş bulunuyor.

Adına "Arap baharı" denen büyük sosyal patlamalar ve arkasından gün yüzüne çıkan değişim ihtiyacı yeni kavram ve modellerle sorunlarımızı anlayıp çözüm arama ihtiyacını gündeme getiriyor. Din, mezhep, etnik ve sosyal-sınıf çatışmalarını tarafları tatmin edecek biçimde sona erdirmenin yolu liberalizmden veya sosyalizmden geçmiyor. Hangi kavmi veya etnik grubu esas alırsa alsın, milliyetçilikten hiç değil.

İran'ın kendini gözden geçirmesi gerekir, devrimin ilk yıllardaki ideallerine dönüp Türkiye ve Suudi Arabistan'ın hatasına düşmemeli. Mezhep merkezli bölge siyasetinin İran'a da faydası yok. Suudi Arabistan, Amerika'yı arkasına alıp Vehhabi-selefi bir din yorumuyla bölgeyi doğru algılayamaz. İran ve Şii husumeti, onu İsrail ve Batı dünyası ile derin sorunlar yaşayan dünya Müslüman kamuoyunun, ümmetin ma'şeri vicdanının dışına iter. İlahi yasa herkes için işler: "Kim bir zalime yardım ederse, Müslümanları bırakıp haksızın, mütecavizin yanında yer alırsa, Allah onu kendisine musallat eder." Bunun yakın tarihteki en dramatik örneğini Irak'ta ve Saddam Hüseyin'in başına gelenlerde müşahede ettik.

Sahneye yeni giriş yapmakta olan Mısır büyük bir şans. Eğer orada İhvan, herkesi kendi mezhebinde ve dininde özgür bırakıp -Ömer bin Abdulaziz, Alparslan, Selahaddin Eyyubi gibi- İslam'ın büyük şemsiyesini açabilirse -ki bu Sünniliği ideolojileştirmeden ve jeo stratejik bir malzeme kullanmaktan uzakta durmayı gerektirir- bir anda bölge ülkelerini peşine takacaktır.

Türkiye dramatik bir konumda bulunuyor. Bir parçası olduğu ve kendisinin sebebiyet verdiği bölge sorunlarını çözemediği için NATO'yu, BM'yi müdahaleye çağıran, bir anda İran, Irak ve Suriye ile savaş eşiğine gelen bir konuma düştü. 20. yüzyıla geri dönmüş olduk. "Arap baharı" yükselen yıldız olan Türkiye'yi bölgenin dışına çıkarıyor. Arap baharını doğru okuyamadığı, yanlış partnerlerle iş tuttuğu ve dünyaya bir Müslüman gibi bakamadığı için bölgeyi kasıp kavuran etnik ve mezhep çatışmasının tuzağına düştü.

Kendi Kürt sorununu çözemiyor, her geçen gün soruna yeni boyutlar ilave ediyor; dün Kuzey Irak'ı nereye koyacağını bilemiyordu, bugün buna Kuzey Suriye eklendi. İçeride PKK ile boğuşurken paradoksal biçimde Batı'yla olan angajmanları icabı Irak ve Suriye'de otonom-özerk bölgeler, sonra federasyonlara varacak sürece katkı sağlıyor. Bölgedeki etnik ve mezhep çatışmalarında siviller hayatını kaybediyor; benzer şekilde Suriye ve Irak'taki gibi Türkiye'de de bombalar patlıyor, masum insanlar hayatını kaybediyor. Terör, şiddet, kin ve nefret hepimizi kasıp kavuruyor.

2004'te başlayan reformlar durdu. 14 Temmuz 2011 Silvan olaylarından bu yana yanlış Suriye politikasının ceremesini ödüyoruz. G. Antep en dramatik son örnektir. Eğer Suriye ve Irak'ta doğru politikalar takip etseydik, Ergenekon davasını kesintiye uğratmayıp 'Kürt ayağı'nı da ortaya çıkarabilseydik bu derin kaos olmayabilirdi. Mezhep ve etnik çatışma tuzağına düştük.

Mezhepçilikten umut bekleyen herkes sukut-u hayale uğrayacaktır. Hepimiz geçen yüzyılın başlarında Derviş Vahdeti'nin dediğini tekrar etmeliyiz. O "Bugün ırkımızı unutmalıyız" diyordu, bizler de "Bugün ırkımızı ve mezhebimizi unutmamız gerekir" diyebilmeliyiz. Geçen yüzyılda Müslümanlar ırklarını unutmadılar, koca bir imparatorluk ve ümmet parçalanıp darmadağın oldu. Bugün aynı hatayı tekrar edecek olursak, bir kere daha darmadağın olacağız, birbirimizi yiyip bitireceğiz. Sünni ve Şii, Vehhabi ve Sufi; Türk ve Kürt, Arap ve Fars, Alevi ve Nusayri hepimiz Allah'ın birliği inancı tevhidde ve kainat kadar geniş İslam dairesi içinde bir arada ve barış içinde yaşayabilmeliyiz. Bizim dünyamızda Yahudi'ye, Ermeni'ye, Hıristiyan'a ve başka inançtan insanlara da onları üzmeyecek, haklarını ihlal etmeyecek, ikinci sınıf insan ve grup konumuna düşürmeyecek onurlu yer olmalıdır ve vardır.

Derin bir krizden geçerken İslamcılık tartışması akla Said Halim Paşa'yı getiriyor. Bize "Buhranlarımız"ı isabetle ve dirayetle teşhis eden büyük devlet adamı bir Said Halim Paşa lazım. Türkiye içinden çıkarır, hatta AK Parti de!..

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1336361



İttihad-ı İslam

Abdülhamit'in önde gelen muhaliflerinden biri olan Ali Suavi, Osmanlı Devleti'nin çöküşünü hakka'l yakin yaşamadı, ama siyasi ve toplumsal olayları doğru okuyup net öngörülerde bulunması dolayısıyla ayne'l yakin gördü. Vefatının (1878) üzerinden 30 yıl sonra Osmanlı Mondros mütarekesini imzaladı.

Balkanlar'dan sonra sıranın Ortadoğu'ya ve Afrika'ya geleceğini tahmin etmek zor değildi. Bunu Abdülhamit de görüyordu, hatta günün birinde Ermeni nüfusun yoğun olarak yaşadığı Vilayet-i Sitte'nin dahi elden çıkabileceğini hesap edip meseleyi İttihatçılar gibi 'katliam' yaparak değil, bölgeye imparatorluğun başka bölgelerinden -mesela Yemen, Libya vd.- Müslüman nüfus transferiyle çözebileceğini düşünüyordu. Ama padişah dahi yönetici kademesinde ne yapılması gerektiği konusunda berrak, gerçekçi, fizibilite değeri olan proje-program sahibi kimse yoktu. Padişahın projesi, çöküşü geciktirip bu arada idari ve sosyal kurumları modernleştirmekten ibaretti, yeni idari yapılanma arzularını kaale almak istemiyordu.

Ali Suavi'ye göre olayların nasıl bir seyir takip edeceğini zamanında kestirip ona göre tedbir almayanlar, sonbahar yaprağı gibi kuvvetle esen rüzgara kapılıp giderler. Osmanlı Devleti'nin ıslahı ve ülkenin bütünlüğü herkesin kaygısıdır, var olan idari sisteme parlamento getirmek önemli bir adım olacaktı, hatta bununla da yetinilebilirdi, çünkü "bir devletin, 30-40 milyon reayenin hayat ve mematı üç-dört kimsenin elinde olmaktansa, birkaç yüz kişiden müteşekkil bir heyetin (meclis) elinde olması akla daha uygundur."

Ama Osmanlı'nın sorunu bununla bitmeyecekti. Asıl merkezin dışında vuku bulmakta olan gelişmelere karşı önleyici tedbirler almak gerekirdi ki, bunlardan en önemli olanı, Afrika'daki Tunus, Trablus ve Mısır'ın günün birinde Cezayir gibi Osmanlı Devleti'nden kopma ya da koparılma noktasına gelmeden gerçekçi bir adım atmaktı. Mısır yöneticilerinden Riyaz Paşa'ya gönderdiği mektubunda bu görüşlerini dile getiren Suavi'ye göre Osmanlı'nın bu geniş sahayı elinde bulundurması açıkça anlaşılmıştır, sömürgeci Avrupalılardan önce davranıp bir "Afrika Devleti" adı altında Osmanlı'ya bağlı bir otonom yönetimin oluşturulması ve bunun bizzat Osmanlı Devleti tarafından gerçekleştirilmesiydi. Cemal Kutay, 1908'deki vahim hatayı Suavi'nin çok önceden gördüğünü belirttikten sonra bunun bir "basiret" olduğunu söylemektedir. İyi niyetine rağmen Abdülhamit, kendisini etten duvar gibi ören belli bir zümrenin dargörüşlülüğünün dışına çıkıp olup bitene eleştirel bakan İslamcılara kulak asmadı.

Bugün de yazık ki benzer bir süreçten geçiyoruz. Kürt, Alevi, gayrimüslimlerin durumu, bölge politikaları, Suriye'de takip ettiğimiz hatalı politikalar dolayısıyla komşularımızla içine düştüğümüz durum tarihin acı verici biçimde tekerrür etmekte olduğunu gösteriyor.

Yeni çıkan tabloya bakalım: Irak mezhep ve ırk temelinde üçe bölündü; Suriye benzer bölünme sürecini takip ediyor. Onlarca çeyrek ve yarım kubbeyi birleştirici tek bir kubbe bulunamazsa, Türkiye ve İran da aynı akıbete uğrayacak. Eğer İran Rusya'ya, Türkiye Batı'ya güvenip siyasi birlik ve toprak bütünlüğünü koruyabileceklerini düşünüyorlarsa, bizatihi parçalanmanın ve bölünmenin hakiki faktörlerinin bunlar olduğunu bilmek lazım. Daha geniş, daha kapsayıcı, daha birleştirici bir şemsiyeye, kucaklayıcı bir kubbeye ihtiyacımız var.

Kabul etmek ve görmek lazım ki, Ortadoğu denen büyük coğrafyanın tam kalbinde 25 milyon Kürt yaşıyor. Ve Kürtler dört parçaya bölünmüş eski statülerine artık rıza göstermiyorlar. Ama onlar da bilmeliler ki, Adem ve Havva'nın yüce Allah'ın uyarılarına rağmen acı meyveyi yiyip dünyaya indirilmeleri gibi, "Her ne olursa olsun, önce bizim de Araplar, Farslar ve Türkler gibi bir ulus devletimiz olsun, sonra oturup birliği düşünürüz" diyecek olurlarsa, büyük bir hatayı tekrar edecek, hem kendilerine hem başkalarına acı yaşatacaklardır. Tabii ki, Türkler, Araplar ve İranlılar da artık hiçbir sorun çözmediği ve eskisi gibi devam etmesi mümkün olmadığı anlaşılan ulus devlet, mezhepçilik ve milliyetçilik ısrarlarından vazgeçmelidirler. İslamcılar bütün kavimleri, dinleri ve mezhepleri içine alacak büyük bir bölgesel entegrasyon öneriyor; İttihad-ı İslam'ın bugünkü tercümesi budur.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1337213



Dünden bugüne İttihad

19. yüzyılın sonuna doğru Osmanlı yönetimi Hıristiyan tebaasının üzerinde yaşadığı toprakların çoğunu kaybedince geriye kalan Müslüman nüfusu bir arada tutacak çareler aramaya koyuldu.

O günkü uluslararası konjonktürün telkinleri ve yönlendirmeleri ne olursa olsun, II. Abdülhamid'i İttihad-ı İslam (Panislamist) politika izlemeye sevk eden asıl sebep içeride ve dışarıda devletin içine girdiği zaafı giderme çarelerini İslam dininin imkânlarında aramak olmuştur. Abdülhamid İslami/İslamcı politikalar takip ederken üç önemli gayeyi tahakkuk ettirmeyi umuyordu: (1) Farklı Müslüman kavimleri bir arada tutacak birleştirici unsur; (2) Bir din olarak İslamiyet'i 'kalkınma ve modernleşme'de motive edici güce dönüştürme; bu sivil İslamcıların üç ana hedeften biri olan "cihad ruhunun uyandırılması" ilkesinin iktisadi kalkınmaya bakan yüzüyle örtüşme halindeydi. (3) İmparatorluğun İngiliz, Fransız ve Rusya'ya karşı dünya üzerindeki varlığını koruma aracı.

Hareket noktası olarak Abdülhamid doğru yerdeydi; fakat padişahın İslamcılık veya İslam Birliği üzerinden varmak istediği hedefler tartışmalıydı, bu yüzden Abdülhamid'in projesi muvaffak olamadı. Sebebi şuydu: (a) Farklı Müslüman kavimleri bir arada tutmak istiyordu, ama yaptığı reformlar felsefi ve idari referanslarını Avrupa'da yükselip Osmanlı'ya ulaşan "ulus devlet" fikrine dayanıyordu. Başka bir deyişle "İslamcı" görünüyordu, ama sosyal, iktisadi, idari reformları modern Batı'dan alınma idi. Tıpkı bugünkü AK Parti iktidarının "dindar-muhafazakâr siyasi kimliği"ne rağmen AB reform paketi dışında bir reform ve değişme projesinin olmaması gibi. (b) Kalkınma ve modernleşmede İslamiyet'ten istifade etmek istiyor, bu arada kültürel formları ve geleneği koruyordu, ama attığı adımlar dinin meşrulaştırıcı gücünü kullanarak dini zaman içinde etkisizleştirecek süreçleri açıyordu; (c) İngiliz, Fransız ve Rusya'ya karşı "İttihad-ı İslam"la Osmanlı'yı korumaya çalışıyordu, ama İttihad projesi "farklı unsur"ların varlığına yeterince özerk alan, idari özgür imkânlar tanımıyordu. Oysa zamanın İslamcıları "İttihad-ı İslam"dan, "İttihad-ı anasır-ı İslam"ı anlıyorlardı ki, Ali Suavi ve başkalarında bu fikir, gevşek markaj politikalarla farklı devlet entitelerinin kurulmasına kadar uzanıyordu. (d) Abdülhamid "İttihad-ı İslam"ı, merkezi ve merkeziyetçi, bir tür homojen, sıkı markaj ulus devlete uyarlamayı hedefliyordu; "İttihad-ı anasır-ı İslam" ise, bizim tarihsel geleneğimize ve Osmanlı'nın siyaseten merkezi, sosyo-kültürel olarak adem-i merkeziyetçi gevşek markaj tarihsel İslam modeline dayanır.

Padişah, zamanının İslamcılarını yönetimden uzak tuttu, onlarla müşavere etmedi. Ancak zaman Abdülhamid'i değil, İslamcıları haklı çıkardı. Cumhuriyet döneminde süren sert mücadele ortamında rahmetli Necip Fazıl'ın Mustafa Kemal'e ve Ermeni-Yahudi propaganda makinesinin üretimi olan "Kızıl Sultan"a karşı icad ettiği "Cennetmekân Uluhakan Abdülhamit Han" profili bir yana, gerçek kişiliği ve hayatıyla Abdülhamid kamusal hayatında İslamcı ve doğuluydu, özel hayatında batılı zevklere sahipti. Tam aksine Mustafa Kemal ise kamusal hayatında batıcıydı, özel hayatında ise tipik bir doğulu gibi yaşıyordu. Bu da tarihimizin garip paradokslarındandır.

Her neyse olan oldu, bugüne geldik. Dün ile bugün arasında bir muhasebe yapmak icab ediyorsa, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşayan bizler, geçen yüzyılın başlarında yaşayan Müslümanlardan daha avantajlı sayılırız.

1) Geçen yüzyıl, tarihsel olarak diğer imparatorluklar gibi -Avusturya/Macaristan, Rusya'yla beraber- Osmanlı da çökme ve dağılma sürecine girmişti. Bugün dünya küreselleşmeyle beraber bölgesel entegrasyonlara doğru gidiyor.

2) Geçen yüzyılda ulus devlet akılları baştan çıkaracak bir cazibe konusu ve idealiydi; bugün miadı ve modası geçmiş bulunuyor; sorun çözmüyor, çatışmalara sebebiyet veriyor.

3) Geçen yüzyılda modernizasyon politikaları sorgulanamazdı, bugün modern durumda modernitenin yol açtığı krizlerin aşılması için türlü çareler aranıyor.

4) Dinin tarihten silineceği düşünülüyordu, bugün toplumsal ve kamusal hayatta çoğulculuğun ancak dinle mümkün olabileceği anlaşılmaya başlandı. Mevcut dinler içinde de en yüksek imkân ve potansiyel İslam'ın kaynaklarında bulunuyor.

5) İslam Dünyası milliyetçiliği, sosyalizmi ve liberalizmi tecrübe etti. Sonuç iflas. Bütün yollar İslam'a ve İslam Birliği'ne çıkıyor.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1337825



Bitirenler

Somut verilere dayanmayan değerlendirmelerde bulunanların önemli bir bölümü "İslamcılık bitti" derken, aslında "bitmeli" diyenlerdir. Buna olayların tahrifi yoluyla bilginin suistimali adını veriyorum.

Sosyal bilimciler bunu çokça yaparlar. Sözde nesnel olarak "olanı tasvir ediyoruz" derken, gerçekte "olması gereken"e atıfta bulunuyorlar, ama bunu yaptıklarını kabul etmezler, çünkü açığa çıkması durumunda söz konusu yöntem onların akademik ve bilimsel kariyerlerine halel getirir. Modern devlet ve bir şekilde iktidarla ilişkili olan bütün bilgi üretim süreçlerinde bu yöntemin tahrifatı ve suistimali söz konusudur, zira üniversiteler ve akademik çalışmalar olmasa modern iktidar mümkün olamaz.

Yakından bakalım: İslamcılığın bitmesini isteyenler, bugün meydanı liberal kapitalizme ve eğer dirilebilirse sosyalizme bırakmak istiyorlar. Ulus devlete ve kolektivizme meydan okuyan liberalizm ile vahşi piyasaya meydan okuyan sosyalizm, her ikisi de 'sistem-içi kavga'nın taraflarıdır. Sisteme kendi içinden tehdit gelmez. Tehdit bir başka paradigmadan eleştiri getiren muhaliflerden gelir.

İslamcılığı nefret diliyle eleştirenlerin bir bölümü tabii ki her türlü versiyonuyla milliyetçi ideologlar ve siyasetçilerdir. Milliyetçiler, hem koca imparatorluğun parçalanmasında öncü rol oynadılar hem bugün Müslümanların ümmet olarak birleşmesine engel olmaya çalışıyorlar. "Nice Müslüman ve dindar" var ki, açık reddine rağmen özünde milliyetçidir, en azından "Türkiye'nin liderliğinde İslam Birliği" fikrine sahiptir.

İslam âlemini sıkı markaj politikalarla kıskıvrak yakalamış bulunan küresel güçler (AB ve Avrupa), ehlileştiremedikleri takdirde İslamcı akımları ötekileştirirler, 'terörist' ilan ederler, bu doğaldır, zira ancak seçeneksiz kalması durumunda Müslüman toplumlara boyun eğdirilebilir. Bunun tercümesi İslam'ın Batı'yla uyumlu hükümetlere, küresel ekonomiye entegre olmuş ulusal pazara, ahlaki hayatı paramparça eden bireysel özgürlüklere, dinin kişisel tercihe indirgenip diyanetle sınırlandırılmasına, şirretliğin saldırı ideolojisi olan feminizme, İsrail'in zulümlerine meşruiyet ve hoşgörü sağlamasıdır. 2001 yılında Mustafa Karaalioğlu'nun teşvikiyle Yeni Şafak'ta başlattığımız ve yine bugünkü gibi dal budak salan İslamcılık tartışması sürerken, Cengiz Çandar, Amerika'nın başını çektiği yeni dünya düzenine uyum sağlamayacak olurlarsa, İslamcıların 21. yüzyılın 'Kızılderilileri' olmaları ve 'soyları'nın tükenme ihtimali olduğunu" yazıyordu (14 Ekim 2001, Y. Şafak). (NOT: Mustafa Karaalioğlu, unutmuş olabilir, benimle ve Yalçın Akdoğan'la tam sahife yaptığı "İslamcılık" röportajı ve arkasından kaleme aldığı "Üçüncü nesil İslamcılar" başlıklı yazısını (Y. Şafak, 6 Haziran 2001) bugün sipariş yazılar yazdırdığı Mehmet Ocaktan'a okutsun.)

"İslamcılık bitti" diyenlerin bir başka bölümü bundan bir süre önce iktidar umudunu gördüğünde İslamcılıktan çarçabuk istifa edenlerdir, bunlar zamanı kollayanlar olarak her dönemde kazanan ata oynarlar. Bu istifanın gerekçesi, reel politik veya toplumsal kapasiteyi zorlayan ideal politik İslamcılık değil, insanların servet ve statü (cah-u mal) ile sınanmalarıdır. (Bkz. 18/Kehf, 32-34; 41/Fussilet, 50; 37/Saffat, 51-61. ayetlerde anlatılan dramatik sahneler.) Zamanında dini ve İslamcılığı istismar etmiş olanlar, şimdi bu defterin bir daha açılmasından rahatsızlık duymaktadırlar. "Mesele kapanmıştı, bu konu nereden çıktı?" diye söyleniyorlar.

Batı'da, özellikle Amerika'da yaşayan Müslümanların başka ve anlaşılabilir endişeleri var: Bizim "İslamcılar" dediğimiz şey "İslamist"lerdir ki, Hegelyen imaj üretimi yapan Batı medyasının çizdiği resme göre İslamcılar terörist, fanatik, fundemantalist, Batı ve uygarlık düşmanı nefret objeleridir.

Cemaat, tarikat, grup, örgüt saikiyle başından beri kendilerini İslamcı çizgiden ayırmış kimseler vardır, onlar temel tez olarak zaten İslamcılığın iyi bir şey olmadığını savunmaktadırlar. İslamcılıktan hiç hazzetmeyen ulusal ve uluslararası birtakım güç odakları var ki, bunlar sahte din ve suya sabuna karışmayan diyanet ve dindarlığı bir lütuf olarak kabul etmemizi istemektedirler.

Mümtaz'er Türköne İslamcılığı "Büyük Doğu" mecmuasına benzetir. Tashihe muhtaç bir teşbihtir bu: Büyük Doğu kendi döneminde elbette değerliydi; ama İslamcılığın fikri ve bilgi birikimi değildi; İslamcılığın polemiği ve şiiriydi.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1338944
#577
Zaman Gazetesi yazarı kıymetli mütefekkir Ali Bulaç'ın 2012 yılında konuyla ilgili Zaman Gazetesi'nde yayınladığı köşe yazıları aşağıda toplanmıştır:

'Türkiye İslamı'nın üç versiyonu

Birbirinden farklı karakteristik özelliklere sahip oldukları yolunda yaygın bir kanaat varsa da, gerçekte Türkiye, İslam dünyasının bir parçasıdır.

Mısır, İran ve Türkiye'nin yakın tarihini dikkatle inceleyenler, her üç önemli beşeri havzanın ortak bir tarihi yaşadıklarını, aralarında sadece ihmal edilebilir kısa zaman (birkaç yıl) farkı olduğunu tespit edebilirler. Bu açıdan bugün İslam dünyasının içine girdiği yeni durumu anlamak, aslında Türkiye'nin de bundan sonra izleyebileceği seyri anlamak bakımından önemlidir.

Birbirine benzer beşeri havzaların değişme dinamiklerinde din, modernite, sosyo-kültürel değişim, ekonomi politikaları, bölgesel ve küresel faktörler rol oynamaktadır. Ortadoğu'da patlamalar yaşandıysa söz konusu dinamiklerin ürünü olarak vuku buldular. Ve bu süreçte İslamî/İslamcı akım ve hareketler önemli paya sahip bulunmaktadırlar. Yaşanan olaylar eşliğinde bizim de nerelere doğru gittiğimizi anlayabilmek için, yakın tarihin değişme seyrini izlemek lazım. Bu da son 20. yüzyıldan devraldığımız İslamî akım ve hareketlerini doğru biçimde takip etmekten geçer.

Türkiye'deki İslamî hareketleri tasnif etmek icab ederse, üç ana grupta toplamamız mümkün. Bunlardan biri "Politik Müslümanlık", ikincisi "Sosyal Müslümanlık", üçüncüsü de "Kültürel veya Entelektüel Müslümanlık".

İslam ve İslamî hareketler olgusunu Batılı kavramlarla izah ediyoruz, çünkü "modern durum"da modern toplum söz konusu. Modernizasyon yoluyla modernleştirilen toplumun kurgusunda modernliğin kendisi belirleyici faktör olarak rol oynamaktadır. Ancak Türkiye'de -ve aslında genel olarak diğer İslam ülkelerinde- yaşayan insanlar sonuç itibarıyla nominal de olsa ezici çoğunluğu Müslüman olduğu için Müslümanlıklarını modernlikle birleştirerek veyahut uzlaştırarak yaşamaya çalışıyorlar. Batılı kavramlarla İslam dünyasını anlamaya çalışmak, üstünkörü adres tarif etmeye benzer. Noktasal olarak adrese yaklaştıkça, kavramları değiştirmek gerekir, zira bize "ilme'l-yakin" olarak verilen fenomenin, "ayne'l ve hakka'l-yakin" gerçekliği bambaşkadır.

"Politik Müslümanlık" dediğimizde aklımıza ilk gelen 1969 yılında Milli Nizam Partisi (MNP)'nin kurulması ve bu hareketi rahmetli Necmettin Erbakan'ın başlatmış olmasıdır. Hareket siyasî bir dava ile ortaya çıktı. Yani o gün merkez sağda ve merkez solda kendini temsil etme imkânı bulamayan, dışlanan dindar grupların siyasette kendilerine bir mecra açma düşüncesi politik Müslümanlığın gerekçesi oldu. Erbakan ve arkadaşları, 1973 seçimlerinde Milli Selamet Partisi (MSP) olarak seçimlere katıldı. Ve Cumhuriyet tarihinde de ilk defa ilginç bir koalisyon ortağı olarak da, CHP'nin ortağı olarak iktidar oldu. 1977 seçimlerinde yine kısmi bir başarı kazandı. Fakat bu sefer Adalet Partisi (AP) ile koalisyon ortağı oldu.

Politik İslamî hareketin üçüncü önemli partisi Refah Partisi (RP)'ydi. Refah Partisi de 1995 seçimlerinde oyların yüzde 21'ini alarak büyük bir başarı kazandı. 1996'da da iktidar oldu. 6 milyon 100 bin civarında bir oy desteğine sahip RP, 28 Şubat darbesi ile ciddi bir kırılmaya uğradı. Arkasından Fazilet Partisi (FP) kuruldu. Daha sonra FP de kendi içinde "gelenekçiler" ve "yenilikçiler" olmak üzere ikiye ayrıldı. Bu çizgiden ayrılanlar Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) adı altında bir parti kurdular. Hem iç hem de dış faktörlerin de etkisi ile 2002 Kasım seçimlerinde yüzde 34 oy alarak iktidar oldular. Hâlâ iktidarda bulunuyorlar. Üç dönemdir hem yerel yönetimlerde hem merkezî yönetimde iktidarlığını sürdürüyorlar. "Gelenekçiler" bölümünde kalan Saadet Partisi (SP), AK Parti'nin iktidar dönemi boyunca büyük bir varlık gösteremedi. O da kendi içinde SP ve Has Parti olmak üzere ikiye bölündü.

Türkiye'nin siyasî hayatında hayli etkili rol oynayan politik Müslümanlığın şu özelliklere sahip olduğunu söyleyebiliriz: Birincisi; İslamiyet'e hizmeti birinci derecede siyaset seviyesinde görmektedir. İkincisi dindar mazbut hayat yaşayan kitleleri siyasete katmak istemektedir. Üçüncüsü de Türkiye'nin hem siyasî hayatını etkilemekte hem de siyasî hayatından etkilenmektedir.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1290040&keyfield=


Sosyal İslam

"Sosyal İslam" adı altında topladığımız gruplar iki önemli mecrada akıyor: Biri tarikatlar, diğeri ise cemaatler. Bazı sosyal bilimciler bu iki versiyona "örgütlü din" adını veriyorlarsa da, tanımlama yanlıştır, zira tarih boyunca din daima örgütlü olmuştur. Dinî hayat cemaatten ayrı düşünülemez.

Gerek toplumsal gerekse tarihsel kimlikleri ve özellikleri dolayısıyla "tarikatlar"la "cemaatler"i birbirinden ayırt etmek icap eder. Her ikisi de belli bir gruplaşma ve ortak mahiyet iradesine dayanıyor olsa bile tarikatlar tarihsel bir temele dayanıp tasavvufla ilintilidirler, cemaatler ise modern kentin ürünüdürler.

Tasavvufun tarih içinde geçirdiğiüç aşamanın dikkatlice takip edilmesi bugünkü yapısına nasıl kavuştuğu hakkında bize bir fikir verebilir. İlk aşaması Efendimiz (sas) zamanında 'fiilî sünnet' halinde yaşanıp ismi konulmamış "zühd ve takva" hayatı. Bu özelliğiyle sünnetin bir parçası olarak Efendimiz'in ve sahabelerin hayatında devam ediyordu. Ancak Emevi iktidarlarının baskısı sonucunda bazı Müslümanlar gündelik hayattan elini eteğini çekme yolunu seçince, hem siyasî hayattan hem ekonomik faaliyetlerden, kısaca dünya meşgalesinden çekilip daha sistematik bir zühd ve takva hayatı yaşamaya başladılar. Bunu zaman içinde yabancı mistik ve gnostik disiplinlerle temasın da sonucunda "tasavvufun felsefileşmesi" aşaması takip etti. Bu süreçte diğer irfan ve hikmet ehli sufilerin yanında Muhyiddin İbn Arabi'nin önemli payı söz konusudur. Üçüncü önemli aşaması ise Selçuklu ve Osmanlılar döneminde tasavvufun "tarikatlar" şeklinde kurumsallaşmasıdır. Nitekim sosyal Müslümanlığın tarikat versiyonuna en önemli etkiyi yapan da muhakkak ki Osmanlı dönemindeki pratik uygulama, yani tarikatlardır.

1950'lerden sonra ortaya çıkan "cemaatler"in sözünü ettiğimiz tasavvuf tarikatları ile ilgisi ya yoktur veya zayıf karakterdedir. Bunlar büyük ölçüde göç sonucunda ortaya teşekkül etmişler, kente ait ve kent ürünü "yeni dinî cemaatler"dir. Cemaatler içinde Nur cemaatlerinin beslenme kaynağı Bediüzzaman Said Nursi olduğunu göz önüne alacak olursak, Said Nursi paradigmatik olarak tasavvufa veya tarikatlara karşı değildi, ancak "zamanımızın tarikat zamanı olmadığı" kanaatindeydi. Bu yönüyle bir parça Ahmet İbn Hanbel ve takipçisi İbnü'l-Kayyım el-Cevziyye'nin yaklaşımını benimsiyordu: Ruhi/enfüsi hayata ve derinliğe evet, "takva ve deruni zevkin felsefileşmesine" ve buna bağlı kurumsallaşmaya ve tarikata hayır!

Nur cemaatleri bu özellikleri dolayısıyla eşzamanlı olarak Mısır'da ortaya çıkıp (1928) zaman içinde bütün İslam dünyasına yayılan Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketiyle benzerlik göstermektedirler. Her ikisinde de, ister sömürgeci politikalar ister kendi kendini sömürgeleştirme olan modernizasyonla ağır baskılar altına alınan Müslüman toplumu fikrî, ahlakî ve sosyal bakımdan güçlendirmeyi amaçlamışlardır. Her ikisinde de "iman" dönüştürücü bir güç olarak tanımlanmıştır. Her ikisi de tarikatlardan farklı olarak göçün ve modern kentin ürünüdürler.

Türkiye özelinde Anadolu'nun her tarafından sanayi, ticaret, üniversiteler ve bürokrasinin toplandığı merkezlere doğru göç eden insanlar burada bir toplumsallaşma modeli olarak cemaatlerin ve tarikatların etrafında toplanmışlardır. Bu iki sosyal fenomen, gelen göçmenleri devletin emredici ve taşıyıcı modern araçları dışında yol ve yöntemlerle toplumsallaştırmışlardır. Bunların faaliyet alanları daha çok manevî ve ahlakî hizmetler olup kimisi Kur'an kurslarını eksen alıp (Süleyman Tunahan hazretlerinin hareketi gibi) faaliyetlerine devam etmiş, kimisi "de-modernist" bir yaklaşımla modern kentin kalbinde "geleneksel hayat biçimi"ni devam ettirmiş (Mahmut Ustaoğlu Hocaefendi), kimisi Bediüzzaman'ın kaleme aldığı risaleleri temel alıp hizmet yolunu seçmiştir.

Artıları ve eksileriyle bugünkü modern toplumsallaşma biçimini büyük ölçüde tarikat ve cemaatlere borçluyuz; siyasî İslam gibi sosyal İslam da kentin azami ölçüde şiddetten arındırılmış olarak yeni bir toplumsallaşmaya sahne olmasını sağlamışlardır. Devlete veya laik sol, sağ ve milliyetçi ideolojilere kalsaydı, Türkiye'nin Suriye, Mısır, Cezayir veya başka yerlerde yaşanan şiddet ve teröre kitlelerin bulaşması işten değildi.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1290753&keyfield=


Bağımsız İslami gruplar

İslami hareketlerin üçüncü önemli mecrası "bağımsız kültürel-entelektüel mecralar"dır.

Söz konusu bağımsız birimler kendi aralarında organik olmadıkları gibi örgütlü de değildirler. Birden fazla, belki yüzlerce gruba ayrılabilmektedirler. İbrahim aleyhisselamın yıldızları gibi batar çıkarlar, ama tükenmezler. Daha çok vakıflar, dergiler, yayınevleri etrafında toplanırlar. Son zamanlarda bu mecralara internet siteleri eklenmiş bulunmaktadır.

Bağımsız ve bir ölçüde dağınık faaliyetlerde rol oynayan önemli faktör, İslami hareketleri fikri bakımdan beslemektir. Aktif, etkin ve üretkendirler. Ve geri planda da hem sosyal Müslümanlığı hem siyasi Müslümanlığı etkilemektedirler. "Siyasi Müslümanlık" aktif olarak siyasetle uğraştığından, "Sosyal Müslümanlık" da a) her biri "tek bir referans çerçevesi"ne dayandığından, b) "sosyal aktivite ve mobilizasyonu hedef seçtiği"nden c) modern dünyaya, bilime ve teknoloji uygarlığına eleştirel bakamadığından İslam'ın en geniş manada tefekkür ve entelektüel hayatında üretime katılmazlar, bu yüzden entelektüel yetiştirme potansiyelleri zayıf kalmaktadır. İslami entelektüel yetiştirme potansiyellerinden biri "ilahiyat fakülteleri"dir, ama ilahiyatçılar, "Batılı manada bilimsel yöntemi ve bilim adamlığı"nı önemsediklerinden yöntemin tuzağını fark edemiyor, akademizmin konformizmini aşıp bu misyonu yerine getiremiyorlar.

Bağımsız İslami grupların ortaya çıkışında rol oynayan önemli etkenlerden biri 1961 Anayasası'nın getirdiği kısmi özgürlüklerin belli bir program ve akıl çerçevesinde kullanılmasıdır. Tek parti döneminin yasağı ortadan kalkınca daha çok sol ve Kemalist aydınlara dönük düşünülen özgürlükler anayasada yer alınca, Müslüman gruplar da bundan bir şekilde istifade etmeye çalıştılar. Bu arada şehirlere gelen dindar ailelerin okullarda okuyan çocukları dünyayı az çok tanır hale gelmişlerdi. İşte bu ortamda geleneksel ailelerin Müslüman dindar çocukları gözlerini Ortadoğu'ya, İslam alemine çevirdiler. Bu süreçte ilk karşılaştıkları model Müslüman Kardeşler oldu.

İhvan'ın belli başlı fikir adamları Türkiye'deki İslami hareketleri bir şekilde etkilemeye başladı. Başka İslami gruplar da belli ölçüde etkili oldu. Ürdün merkezli Hizbu't-Tahrir, Pakistan Cemaat-i İslami, Vehhabi-Selefi çizgi, Hint yarım kıtasından Nedviler; sonradan ihtida bulmuş Batılı entelektüeller vs. Ancak Türkiye'deki İslami hareketlerin hem siyasi, hem sosyal ve kültürel versiyonlarını derinden etkileyen Müslüman Kardeşler'dir. Bu etkinin bazı anlaşılır sebepleri var:

1) Türkiye'nin Osmanlılar zamanında 400 sene İhvan'ın neşvünema bulduğu topraklarda Araplarla birlikte yaşamış, Mısır'ın ve diğer Arap ülkelerinin 4 asır Osmanlı idaresinde kalmış olması.

2) Arapçanın rolü. Türkiye'de medrese eğitimi almış, imam-hatipte, sonra ilahiyatlarda Arapça öğrenmiş insanlar İslami eserlere daha kolay ulaştılar. Batılı eğitimden geçip de İngilizce, Almanca, Fransızca bilenler ise Arapçaya ve Arapça yazılmış kitaplara iltifat etmediler.

3) Arap dünyasının geneli itibarı ile Sünni olması. Türkiye'deki Müslümanların da büyük bir bölümünün ana gövdesi Sünni'dir, bu en azından iletişimi ve erişimi kolaylaştırıcı bir rol oynadı. Bağımsız İslami grupların gözünün İran'a ve Şiiliğin tarihi-İslami mirasına çevrilmesi 1979 İslam Devrimi'nden sonraya rastlar.

4) Müslüman Kardeşler'in 19. yüzyıl İslamcı mirasına sahip olması. Merkezi Mısır olmak üzere Arap dünyasında, Türkiye'de ve daha öncesinde Osmanlılarda İslamcılık akımı ilk defa İstanbul'da başlamıştı, sonra Mısır'a ve Hint yarım kıtasına geçti. Yeni Osmanlılar, Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa... Arkasından Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Muhammed İkbal ve sonra Mehmed Akif. Dolayısıyla kolayca, 60'lardan sonraki Müslümanlar, İhvan'la aynı kökten beslendiklerinin farkına vardılar. Büyük bir arzu ve heyecanla, başta Seyyid Kutub olmak üzere, Muhammed Kutub'un, Hasan el-Benna'nın, Abdülkadir Udeh, Cezayir'den Malik Binnebi, Tunus'tan Gannuşi vd. önemli şahsiyetlerin kitapları Türkçeye tercüme edildi. Dikkat çekici nokta şu ki, İhvan'dan ilk ve seri tercümeleri yayınlayan Hilal Yayınları'nın sahipleri ve yayıncıları Risale-i Nur geleneğine bağlı zatlardı.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1292377&keyfield=


Seyyid Kutup ve Türkiye İslam'ı

Müslüman Kardeşler'in ortaya çıkışı ile Türkiye'deki Sosyal Müslümanlık arasında ilginç bağlar, yakın-uzak mesafeden benzerlikler söz konusudur.

1928'lerde Müslüman Kardeşler Hasan el-Benna'nın liderliğinde "politik bir hareket" olarak ortaya çıkmadı. Politikaya dolaylı yollardan atıflarda bulunuyordu. Sebebi Mısır'ın bir sömürge yönetimi altında olmasıydı. Sömürge yönetiminde yapılması gereken en önemli işlerden biri tabii ki sömürgeciliğe karşı savaşmak, bununla mücadele etmekti. Bu öncelikli bir hedeftir. Buna paralel ve belki de bundan önce yapılması gereken şey, sömürge yönetimin toplumun bünyesinde meydana getireceği tahribatları önlemektir. Bunun da büyük ölçüde ahlaki ve manevi takviye hareketi olması gerekirdi. Hasan el-Benna'nın başında olup formüle ettiği İhvan ve faaliyeti bu hedefi merkeze alıyordu. Toplumu fikri, ahlaki ve manevi bakımdan güçlü tutmak, direncini sürekli artırmak.

İhvan-ı Müslimin ancak Hür Subaylardan ve İhvan'ın belli başlı fikir adamlarının Pakistan'ın kuruluşu ve Ebu A'la Mevdudi'nin eserleriyle tanışmalarından sonra, yani 1950'lilerde politik bir hareket olarak kendini adeta yeniden tanımladı. Bu da Hasan el-Benna'ın şehadetinden sonrasına rastlar.

İhvan-ı Müslimin'in politik bir harekete dönüşmesi Seyyid Kutup gibi bir zatı ön plana çıkarmış oldu. Ve tabii bu Seyyid Kutup'un Türkiye'deki İslamcıları bu şekilde etkilemesinin önemli sebeplerinden biridir. Bu dönemde de Türkiye'de Müslümanlar siyasî faaliyetlere başlamışlardı. 1970'lerin başlarında MSP'nin gençlik teşkilatlarında İhvan'ın kitapları okunuyordu. Merkez sağ ve merkez solun dışında yani kapitalizmin, sosyalizmin, komünizmin ve milliyetçiliğin dışında kendine bir siyasî mecra arayan Müslümanlar için Seyyid Kutup'un formüle ettiği İslami hareket tam da uygun düşüyordu. Tefsirinin yayınlanmasıyla da Seyyid Kutup büyük bir kabul gördü. Seyyid Kutup'un kabul görmesinin diğer önemli bir sebebi, hem sosyolog olarak toplumu iyi tanıması, Batılı kavramları analiz edebilme formasyonuna sahip olması, hem de aynı zamanda İslami ilimlere vukufiyetidir. "Fi Zilal'il-Kur'an" adıyla tefsir yazabilecek kadar tefsir ilmine, geleneksel usule ve Kur'anî ilimlere vâkıf istisnai bir şahsiyettir.

Seyyid Kutup'un politik Müslümanlığı temsil etmesinin arkasında yatan başka bir sebep vardı. Hasaneyn Heykel'in iddiasına göre hapishanedeyken Mevdudi'nin kitapları ile tanışmış olması. İhvan, bir model arayışı içerisinde iken Hint yarım kıtasındaki Müslümanların Hindulardan ayrılıp bağımsız bir devlet kurma fikrine sahip olması ve bunu büyük ölçüde Mevdudi'nin formüle etmesi Seyyid Kutup'a çok cazip geldi. Hilafetin ilgasından sonra ilk defa kuruluş ideolojisi "İslam" olan bir "ulus devlet" kuruluyordu. Kutup da Mevdudi ile tanıştıktan sonra daha aktif bir siyasi Müslümanlık noktasına gelmiş oldu. Bu da Türkiye'de Seyyid Kutup'un ve Mevdudi'nin daha çok rağbet görmelerine etki eden bir sebeptir.

Seyyid Kutup'un dili anlaşılabilir ve kesindir. Gücünü inancından alır. Tartışmasız bir kavramsal çerçeve çizerek İslamiyet'in siyasî bir hareket olduğunu söyler. Ona göre modern toplum bir "cahiliye toplumu"dur. Cahiliye'yi -İslam öncesi cahiliyeye atıfta bulunarak- İslami hükümlerin dışında bir dünyanın kurumsallaşması ve hükümran olması manasında kullanıyor. Fakat Batılı İslamologların ve Batı medyasının iddia ettiğinin aksine, her ne kadar dilinde keskin kavramlar varsa bile Seyyid Kutup hiçbir zaman şiddet ve terörü önermiş değildir. Yani Seyyid Kutup siyasî İslam'ı temsil etmiştir. Fakat bunun şiddet ve terör yönteminin kullanılarak ulaşılabilecek bir hedef olarak takdim ettiği söylenemez. Tam aksine ona göre İslami hareketler Peygamber Efendimiz (sas)'in siretini takip ederek başarıya ulaşacaktır. Bu manada Seyyid Kutup ile Hasan el-Benna arasında belki dil ve anlatım farkı vardır, fakat mahiyet farkından bahsetmek mümkün değildir. Yakından ve dikkatle bakıldığında Seyyid Kutup ve Mevdudi'nin Türkiye Müslümanları üzerinde bıraktığı bu etki aynı zamanda hem Politik Müslümanlığın hem de Sosyal Müslümanlığın şiddetten ve terörden uzak durmasını sağlamıştır.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1293413&keyfield=


Başka etkiler

Müslüman Kardeşler'in etkisi olmasaydı belki de Türkiye'de İslami hareketler şiddete ve teröre yönelebilirdi.

Kuşkusuz, bir dönem teşehhüd miktarı İhvan'a uğrayan veya teşkilatta yer alanlardan teröre yönelen oldu, ama birkaç örnekte gözlendiği üzere İhvan -özellikle Mısır İhvanı- anında bu kişiler veya fraksiyonlarla yollarını ayırdı. Zulme, baskıya sabretti, temkin yolunu benimseyip bugüne gelebildi.

Türkiye İslam'ının da belirgin özelliklerinden biri her dönemde şiddetten ve terörden uzak durmasıdır. İslamcıların siyaset sahnesine çıkmaya başladığı 1970'lere baktığımız zaman -ki 70-80 arasında beş bin insan bu anarşi ve terör cehenneminde hayatını kaybetti-, sağcılarla solcular devamlı çatıştılar. Müslüman gruplar bundan uzak durdu. İronik olan şu ki, gerek sol ve sosyalist, gerekse sağcı ve milliyetçi kesimler bu dehşetengiz şiddet (anarşi) ve terörün tarafları ve suçluları iken, bugün Amerika'nın İslam dünyası üzerindeki hegemonik politikalarına ve Batı'nın İslamofobiasına lojistik destek sağlamak üzere "İslami terör"den bahsedebiliyorlar, Müslümanlara yeni bindikleri "liberal dolmuş"tan akıl veriyorlar.

Diğer bir nokta, İhvan'ın Nur hareketlerinin üzerindeki etkisidir; Nur hareketlerinin ortak özelliği, toplumu manevi ve ahlaki bakımdan takviye etmek, iktisadi bir hareketlilik içine sevk edip kendi ayakları üzerinde durmasını sağlamaktır. Nihayetinde bu hareketlerin sosyal tabanı orta sınıf ve alt katmanlardan oluşur.

İhvan-ı Müslimin "ulusal ve ulusalcı (milliyetçi) bir hareket" değildir. İslam alemi ölçeğinde genel kabul görmesinin dinamiklerinden biri epistemolojik olarak Kur'an'ı, hayat tarzı ve örgütlenme modeli olarak Sünnet'i ve siyasi hedefleri itibarıyla ümmeti temel almasıdır.

Yine Türkiye İslami gruplarının içerisinde tasavvufa karşı nispeten daha yumuşak veya radikal/katı tutumların alınmamasının önemli sebeplerinden biri Hasan el-Benna'nın zühde ve takvaya verdiği önemdir. Türkiye'de sanki "selefi hareket" ile "sufi hareketler" birbirine taban tabana zıtmış veya sürekli birbirleriyle çatışıyormuş zannedilir. Ortadoğu Arap havzası söz konusu olduğunda bu belli ölçüde doğrudur. Türkiye'de durum biraz farklıdır. Hasan el-Benna'nın Risalelerini, derslerini, vaazlarını, konuşmalarını, hatıralarını takip ettiğimiz zaman şunu görüyoruz: El Benna İslam'ın ilk dönemlerindeki "zühd ve takva"yı öne çıkarır. Belki adını "tasavvuf" olarak koymaz. Fakat zühd ve takva olarak tasavvufu öne çıkarır. Zaten toplumu ahlaki ve manevi bakımdan takviye etmeyi hedefleyen her teşebbüs, mutlaka İslam'ın önemli beslenme kaynaklarından biri olan zühd ve takvaya başvurmak zorundadır. Bu manada İbn Teymiye'nin eserlerinde de kuvvetli temalar ve argümanlar vardır. İbnu'l-Kayyım el-Cevziyye de aynı çizgiyi sürdürmüştür. İbn Teymiye'nin asıl mücadelesi dinin enfüsi ve deruni boyutu olan zühd ve takva değil, yerel şaman ve pagan inançların devamı olan ritüeller ve hurafeler, batıl inançlar, mezar ve türbe kültü gibi gayri İslami batıl inanç ve bid'atlardır. Daha gerilere gittiğimizde bunun izlerini Ahmed ibn Hanbel'de bulabiliriz. "Kitabu'z-Zühd" bunun kanıtıdır. Ahmet ibn Hanbel lafzi İslam'ın bir bakıma büyük imamı kabul edilir, ama zühd ve takvaya, İslam'ın manevi/deruni boyutuna yabancı değildir. Bu Türkiye'deki tasavvuf hareketlerinin Müslüman Kardeşler'in etkisinde kendilerini Kur'an'a ve Sünnet'e, yani ana akideye uydurmalarının önünü açmıştır. Türkiye sufiliği ve tarikatlar, bağımsız İslami kültürel/entelektüel grupların dolaylı etkisinde nispeten kendilerini Kur'an ve Sünnet çizgisi üzerinde gözden geçirme lüzumunu hissetmişlerdir.

Şaşırtıcı olsa da Müslüman Kardeşler modern İran İslamı üzerinde de belli bir etkiye sahiptirler. İslam devriminin önemli beslenme kaynaklarından biri İhvan'dır. Bunun somut örneği bugün Velayet-i Fakih konumunda olan Ayetullah Ali Hamaney'in Seyyid Kutup'un "İslam-Kapitalizm Çatışması" kitabını Farsçaya çevirmiş olmasıdır. İranlı Müslümanlar da 1960'lardan başlamak üzere hem Seyyid Kutup'un hem de Müslüman Kardeşler'in belli başlı kitaplarını okumuş, bu kitaplardan istifade etmeye çalışmışlardır.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1294294&keyfield=


İhvan ve Türkiye modeli

Son altı yazıyı Müslüman Kardeşler'in Türkiye İslam'ı üzerindeki etkilerine ayırdım. Tabii ki, 1924'te hilafetin ilgasından sonra İslam Dünyası başsız kaldığında her beşeri havza önce ortak bir çıkış yolu aradı, sonra bir miktar Cemalettin Efgani ve Mustafa Kemal'in zımni fikirlerine mecbur kalıp "önce kendi ulusal sınırları" içinde var olmayı, en sonunda imkanlar/konjonktür elverdiğinde İslami temelde birlik sağlamayı bir ideal olarak erteledi.

Bu fikri Efgani'den alıp Anadolu'nun verdiği mücadeleye adım adım katıldıktan sonra aynı mücadeleyi yürütme azmiyle Suriye'ye geçen Libyalı Şeyh Senusi'ye empoze eden Mustafa Kemal, Lozan masasında konuşulanlara uygun olarak yeni Türkiye'nin hem İslami geçmişiyle bütün bağlarını acıtarak kopardı hem de en azından yakın ve görünür jeopolitik tutumlar seviyesinde ülkeyi İslam aleminden uzak tuttu.

Bu ayrı bir konu ama, Mustafa Kemal'in Anadolu'nun fiziki varlığını koruma karşısında kabul ettiği Mustafa Kemal Kemalizmi geçici bir tedbirdi, bu yüzden en ağır reform olan laikliği 1937'ye kadar erteleyebildi. Ölümünden (1938) sonra başlayan Kemalizm, bu geçici tedbiri sadece ebedileştirmek istemekle kalmadı, ruhen içselleştirdi, "öğretilmiş çaresizlik" ideolojisi olarak topluma empoze edildi, bu bugün Ortadoğu'ya empoze edilebilir. Bu açıdan son 30 senedir -Özal ve Erdoğan üzerinden- yürürlüğe konulan Postkemalizm bir türlü rayına oturmuyor, zaman zaman kendilerinden yeni döneme geçmeleri istenen siyasi lider ve reformcular, farkında olmaksızın veya bürokratik merkezi kontrol eden sert çekirdeğin manyetik alanına girip eski devlet ideolojisine 'geri dönebiliyor'lar.

İhvan, Türkiye İslamı'nı ne kadar etkilemişse, Türkiye'nin henüz aralarında kesin, somut ve berrak sınırların çekilmediği "klasik Kemalizm ile Postkemalizm arası politik çizgisi" de Ortadoğu'yu etkileyebilir. Batı İttifakı'nın organik üyesi, küresel ekonomiye açık, orta sınıfları tehdit altında, yoksulları korumasız, kimlik krizi giderek derinleşen, ulus devlet içinde henüz iç reform yapamamış, laikliği hâlâ imtiyazlı zümrelerin hegemonya aracı olup dini idari, iktisadi, sosyal ve uluslararası politikalarda referans almayan bir modelin etkileri ne olur! Gerçi son zamanlarda İhvan -Erdoğan'ın onlara ısrarla laikliği önermesinden sonra- kafalarında beliren istifhamlara göre Türkiye modeli üzerinde daha etraflı düşünmeye başladılar; hatta içlerinde önemli gruplar acaba gözümüzü, muhafazakar demokratlığa evrildikçe daha seküler, daha Türk milliyetçisi ve otoriter devletçiliğe kayan "Politik Müslümanlığa" mı, yoksa toplumsal hayatı fikri, ahlaki ve manevi yönden güçlendiren Nur kökenli "Sosyal Müslümanlığa" mı çevirmeli diye yeni bir düşünce faslı açtılar. "Mısır'ın Erdoğan'ı" sloganıyla cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılan Ebu'l Futuh ikinci tura bile girebilecek oyu alamadı.

Şu veya bu, Mısır İhvanı kendine sağlıklı bir yol haritası çizerken Türkiye modelini her aşamada dikkatlice kritik edecektir, etmelidir. İkinci büyük tehlike Mısır'ın "Şii İran" veya "Vehhabi Suudilik" adı altında oluşturulan sun'i kutuplara karşı "Sünni Mısır" tuzağına düşmesidir. Üçüncü tehlike, liberallerin İhvan'ın iktidara gelme susuzluğu çeken konformist zümreleri üzerinde uygulayacakları projelerin farkına varmayıp dönüşmeleridir. Bu ameliye Türkiye'de uygulandı. Mustafa Erdoğan bunu şöyle ifade ediyor: "Tabii ki İslam başka liberalizm başka. Biri diğerinin alternatifi değil, birisi bir din, diğeri siyasi bir doktrin. Özal da muhafazakar, dindar bir adamdı ama liberalizme de sempatisi olan bir adamdı. Geleneksel olarak İslami kesim daha kolektivist fikriyata yakındı, biz bunu daha liberal yönde dönüştürebilir miyiz diye düşündük... İslami kesim üzerinde etkisi oldu." (Hülya Okur röportajı, Haberx, 24. 10. 2011.)

Dünyanın ve Ortadoğu'nun krizi bu yolla aşılamaz. Yeniden İslam'ın entelektüel kaynaklarına, yeni bir bakış açısı ve ruhla dönmek gerekir. Bu konuda "Küresel Bir Karşı Kültür" kitabının yazarı Susan Buck-Morss'a kulak verelim: "Karşı kültürün referanslarının mihenk taşları Agamben, Zizek, Derrida veya Habermas değil, Taha, Gannuşi, Ali Şeraiti ve Seyyid Kutup'tur." (Versus, İstanbul-2007, s. 3.)

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1295971&keyfield=


İslamcılığın seyri

1850'li yıllarda tarih sahnesine çıkan İslamcılık üçüncü neslin tecrübesiyle yürüyüşüne devam ediyor. Benim kronolojik tasnifime göre birinci nesil İslamcılık 1850-1924; ikinci nesil İslamcılık 1950-2000; üçüncü nesil İslamcılık 21. yüzyılın ilk yıllarıyla başlayıp halen sürüyor.

Modern İslamcılık'ta Osmanlı-Türkiye, Mısır, İran ve Hind yarımkıtası havzaları belirleyici konumda rol oynamışlardır. En derin etkiyi Pakistan İslam Cumhuriyeti'nin kuruluşu yapmış; bu Mısır, Türkiye ve İran İslamcılarının politik tasavvur ve projelerini dönüştüren "ilk modern olay"dır. Ancak politik tasavvurda meydana getirdiği köklü değişimin ötesinde Pakistan'ın ulusal politik bir coğrafya (ulusal varlık-aygıt) olarak şekillenmesi Hind yarımkıtası İslamcılığını diğer havza İslamcılığından bir ölçüde koparmaya sebep olmuştur. Zaman içinde "azınlık" konuma düşmeleri dolayısıyla Hind Müslümanları kendi içlerine çekilip bir tür bağımsız veya özerk politik iddialarından vazgeçmek durumunda kalırken, Pakistan bütün İslam hareketleri derinden etkileyen kurucu ideolojisi yüzünden asla altından kalkması mümkün olmayan sorunlar girdabına girmiş, derin bir kaosun içine sürüklenmiştir. Halen Pakistan'da kurucu ideolojisi İslam olan ulus devlet formu, can yakıcı sorunlarla çaresiz ve umutsuz olarak boğuşmaya devam etmektedir. Bunun kritiğini ayrıca yapmak gerekir. Bizim şimdilik üzerinde durmamız gereken Türkiye, Mısır ve İran tecrübesi ile bunca zaman yaşananlardan sonra geldiğimiz nokta ve bundan sonrası ise gelecek kestirimi olmalıdır.

İran İslamcılığı, "mezhep ve ulusal çıkar" handikabıyla karşı karşıya bulunuyor; gelecekte İslam devrimini, devrimin ilham kaynağı ve referans çerçevesini oluşturan İslamcılık, bu iki negatif faktörle daha çok yüzleşecek, gerilim yaşayacak gibi görünüyor. Türkiye İslamcılığı entelektüel hayatiyetini ve iddiasını kaybetmemekle beraber aktif politik formu "muhafazakârlık"a dönüşüyor, "liberal felsefe ve dini hayatın bireyselleştirilmesi, cinsiyetçiliğe prim vermesi dolayısıyla kendi içinde sekülerleşme ve Protestanlaşma" eğilimi içine giriyor. Müslüman Kardeşler'in seçimleri kazanması Mısır'ı yeniden tarih sahnesine çıkartıyor. Mısır'da İhvan'ın üzerine oturacağı eksen, bütün Arap âlemini ve İslam dünyasını ciddi manada etkileyecek, dönüştürecektir. Zira hemen hemen her Arap ülkesinde ve Müslüman bölgede İhvan'ın uzantısı partiler, aktif akımlar ve hareketler var. Bu açıdan eğer İslam, modern dünyada ontolojik, epistemolojik ve ahlaki çerçevede sosyo-politik referans olma iddiasını devam ettirme başarısını gösterebilirse, yeni bir bölgesel entegrasyonun birleştirici gücü ve ilham kaynağı da olacaktır. Ama İran Şiiliğe, Mısır Sünniliğe ve Türkiye Laik muhafazakârlığa evrilirse; İran, Türkiye ve Mısır ekseninde şekillenecek olan ulusal politikalar ve ulusal çıkar hesapları bölgeyi yeni bir çatışma sürecine sokacaktır.

Üçüncü nesil İslamcılar pek de erken bir zamanda üç gerilim alanı içinde ciddi bir sınavla karşı karşıya gelmiş bulunuyorlar:

1) Hiç kuşkusuz küresel hegemonik güçler ve onların açık ya da örtülü desteğine sahip politik-askeri rejimlere karşı mücadele verip lojistik destek arayışına çıkarken, söz konusu desteğin onları düşman oldukları rejimleri devirdikten sonra hangi sosyo-kültürel ve politik-askeri angajmanlara sokacağı konusu. Suriye örneği bunun en somut ve can yakıcı örneği olmaya aday görünmektedir. Suriye'de ister Esed'i destekleyen İran'ın bölgesel ve küresel olarak Rusya ve Çin'le birlikte hareket etmesinin kendisine getireceği maliyet ile muhaliflerin karşıt konumda küresel ve bölgesel ABD, İngiltere, S. Arabistan, Katar ve Türkiye angajmanlarının onlara getireceği maliyet.

2) İslamcılar içeride ittifak arayışına çıkarken liberal, sol ve kısmen milliyetçi aydın ve güçlerle kurdukları politik ittifakın onların paradigmalarını, akaidlerini, toplum ve siyaset tasavvurlarını hangi yönde ve hangi derinlikte dönüştürdüğü konusu. Türkiye bu tecrübenin en somut -ve yer yer en trajik- örneğidir. Mısır'ı da bu sorun beklemektedir.

3) Ve elbette Müslümanların kendi aralarındaki ilişkileri hangi politik ve toplum tasavvuruna göre belirleyecekleri konusu.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1319963&keyfield=


İslamcılık nedir?

Bundan sonra bölgenin ve dünyanın gündeminde daha çok yer alacağı anlaşılan "İslamcılık" konusunda yaygın belirsizlik tanımda ortaya çıkan zorluktan kaynaklanmaktadır.

Üzerinde mutabakata varılan bir tanım olmadığından, esas itibarıyla "İslamcı" sayılan birçok kişi ve grubu, İslamcı ismini almaktan uzak tutar. Kimine göre liberalizm, sosyalizm veya milliyetçilik gibi bir "ideoloji", kimine göre belli bir yoruma ve doktrine indirgenmiş bir "siyaset veya siyasallaştırma" biçimidir. "Dinin siyasette istismarı" şeklinde görenlerin sayısı da az değildir.

Karışıklığı tümüyle gidermek mümkün olmasa da ana çerçeveye işaret edecek bir tanım yapmak mümkündür. Zaten tanım (tarif) sınırlar çizmek (tahdit)tir. Benim tanımım şudur:

İslamcılık, İslam'ın ana referans kaynaklarından hareketle "yeni" bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam Birliği'ni hedefleyen entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletler arası harekettir. Başka bir deyişle İslam'ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması, dünyanın her tarihsel ve toplumsal durumunda İslam'a göre yeniden kurulması ideali ve çabasıdır.

"Ed Din" olan İslam bakış açısından bu tanımsal çerçeve her Müslüman'ın farz-ı ayn hükmünde daveti, davası ve duasıdır. Bu manada her Müslüman potansiyel, bittabi ve bizzarure İslamcıdır. Değilse bu Müslüman'ın "din algısı"nda sorun var demektir. Gayet açık ve tartışmasız ilahi hükümler hayatta uygulanmak için indirilmiştir; hükümler illetlerine mebni olarak değişebilirler, ama ne maksatlarına aykırı değiştirebilirler ne ebediyen yürürlükten kaldırılabilirler.

Salt inanç, ahlak ve ibadete indirgenen din, "Allah'ın bizim için seçtiği ve kemale erdirdiği din" (5/Maide, 3) olmayıp muamelatı ve ukubatı ya iptal eden veya etkisizleştirmek suretiyle bilfiil nesheden bambaşka bir telakki olup buna dinin "diyanet"e indirgenmesi denir. Din'in kendine çizdikleri özerk sınırlar içinde siyasete, iktisadi hayata, devletler arası ilişkilere, toplumsal ve kamusal politikalara karışmayacağını/karıştırılmayacağını; hayat alanlarının düzenlenmesinde dinin referans alınmayacağını savunanlar, hakikatte dini kendi içinde reforme uğratanlar, Kur'an'ın açık ifadesiyle "Kitab'ın bir kısmını kabul edip bir kısmını reddeden kimseler"dir: "Yoksa siz, Kitab'ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır.'' (2/Bakara, 85). Bu yüzden diyebiliyoruz ki, İsrailoğulları gibi 'Kitabın bir bölümüne inanıp bir bölümünü inkar etmeyi' göze alamayan her Müslüman bittabi ve bizzarure İslamcı'dır. Elbette kendini 'İslamcı' olarak isimlendirmek zorunda değildir, ama dininin hayatla, insanla ve toplumla ilişkilerini bu çerçevede ele almak durumundadır.

19. yüzyılın ikinci yarısından önce İslamcılık yoktu. Olmaması doğaldı, çünkü zaten Osmanlı Devleti, kurucu ideolojisi ve iyi-kötü meşruiyet çerçevesi İslam olan bir devletti; zaaflarına rağmen Osmanlı Daru'l İslam'dı. Var olan şey istenmez. Osmanlı'nın Batı karşısında askeri, ekonomik ve politik yenilgilere uğraması, iktidar seçkinlerini yeni arayışlara sevk edince Batıcılığa paralel olarak İslam'ın ana kaynaklarına dönerek yeni düzenleme yapma ihtiyacı ortaya çıkmış oldu. İslamcılığın içinde aktığı mecra da söz konusu tarihsel ve toplumsal durumda ortaya çıktı. Bu anlamda:

1) İslamcılık modern bir akımdır, aynı zamanda modernliğe bir cevap ve meydan okumadır. Ancak bu durum tespiti bizi yanıltmamalıdır: a) İslamcılık modern menşe'li hegemonik söylem ve sistemlerin teyidi, uzantısı veya meşrulaştırıcı çerçevesi değildir. b) Marksizm-sosyalizm gibi sistem-içi muhalefet biçimi değildir. c) Retçi-entegrist değildir.

2) İslamcılık 'müteal/aşkın olan'a 'var olanı aşmak' suretiyle uruc etme çabasıdır. Onu ortaya çıkartan şartlar dolayısıyla zamansal/yatay olarak rucu' değil, ahlaki/dikey olarak urucdur. İslamcılığın urucu, modern durumda Allah'a rucu'dur, bu açıdan Aydınlanma'nın domine ettiği zamanın ruhuna, hegemonik modernliğe eleştirel bakar; epistemolojisi ve politiği diri, işlevsel, değişimci ve dönüştürücüdür.

3) Belli başlı meşru versiyonları ıslah, ihya ve tecdittir.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1321099&keyfield=


İslamcıların üç nesli

İslamcıların üç ana dönemde üç nesil olarak birbirlerini takip ettiklerini düşünüyorum: Birinci nesil İslamcılar 1850-1924; ikinci nesil İslamcılar 1950-2000 yılları arasında rol oynadılar. 21. yüzyılın ilk yıllarından başlamak üzere üçüncü nesil İslamcılar yakın tarih sahnesine çıkmış bulunuyorlar. Söz konusu kronolojinin kendine özgü bir mantığı var, uzun uzadıya anlatmanın yeri burası değil. Yakında yayınlanacak "İslamcıların Üç Nesli" adlı kitapta bunu anlatmaya çalışacağım, inşallah.

Anlaşılır olması bakımından her neslin diğeriyle ilişkisini ve kendi içindeki fikri ve politik konumunu ortaya koyabilmek için bazı kriterlere ihtiyacımız var. Ben söz konusu kriterleri "referans çerçevesi; politik tema-yönelim; önderlik profili" şeklinde belirleyebileceğimizi düşünüyorum. Buna göre:

1850-1924 yılları arasında rol oynamış bulunan birinci nesil İslamcıların referans çerçevesi "Kur'an ve Sünnet'e dönüş"tür. Bununla bağlantılı olarak ilk nesil İslamcılar "içtihad kapısının açılması" ve "cihad ruhunun uyandırılması" hedeflerini öne çıkarıyorlardı. Onların bakış açısından içinde bulunduğu zayıf durumdan kurtulması için Osmanlı devleti reform yapacaksa ulemanın Kur'an ve Sünnet'e dönüp "içtihat yapma" zarureti var. İçtihat yapılmadığı zaman Batı'dan gelen reformlar olduğu gibi kabul edilecek, bu da laikliğe zihni ve hukuki müsait zemin hazırlayacaktır ki, aynen böyle olmuştur. "Cihad ruhunun uyandırılması"ndan anladıkları şey sömürgeciliğe karşı fiili savaş ve sosyo-ekonomik kalkınma hamlesinin manevi motivasyonu idi.

Birinci nesil İslamcıların politik tema ve yönelimleri "devletin kurtarılması" idi ki, söz konusu olan devlet kurucu ideolojisi ve meşruiyet çerçevesi İslam olan ve başında Müslümanların halifesi bulunan Osmanlı devleti idi. Devlet zaafa uğramıştı, onu Batı'yı olduğu gibi taklit ederek kurtarmak mümkün olamazdı, kurtuluş İslam'ın asli kaynaklarına dönmekte yatıyordu.

İlk nesil İslamcıların entelektüelleri, kanaat önderleri ve politik sözcüleri "ulema-aydın profili"ne sahipti. Hemen hemen hepsi İslami ilimlere, İslam tefekkürüne ve İslam tarihine vâkıf kimselerdi. Bunun yanında Batılı eğitimden geçmişlerdi. Her iki dünyayı az çok tanıyan bu insanlar hem Emevi-Abbasi uleması gibi kamusal alanda mücadele ediyor hem de Osmanlı resmi ulemasından farklı olarak "sivil karakterleri"ni koruyabiliyorlardı. Bu yüzden Osmanlı devlet yöneticileri ve resmi uleması onlardan hazzetmiyordu.

İlk nesil İslamcılar Çanakkale savaşının mağduru oldular, 1925 Takrir-i Sükun ve tek parti diktasıyla tasfiye edildiler. Söz konusu radikal tasfiyeden sonra İslamcılık 1950'ye kadar derin bir uykuya yattı.

1950-2000 yılları arasında sahneye çıkan ikinci nesil İslamcıların referans çerçevesi "modern-ulus devlet" oldu. İnsiyaki olarak meşruiyet krizini aşma kaygısıyla Batılı sosyo-politik yapıları İslamileştirme çabasına büyük önem verdiler. Bu dönem İslamcılarının zihin evreninde bilgi, eğitim, toplumsal kurumlar, siyaset ve ekonomik gündem esas itibarıyla Batılı karakterde teşekkül etti. Ancak bu ya "İslami renge büründürüldü" ya da yan tarafa "icad edilmiş ahlaki-manevi/imani-metafizik özerk alanlar" ilave edildi.

İkinci nesil İslamcılarda ana politik tema ve yönelim "İslam devleti ve İslam toplumu"dur. Bu dönemde Türkiye, İran ve Afganistan'da totaliter-baskıcı rejimler İslam'a karşı tasfiye politikalarını "devlet merkezli" yürüttüler. Bu üç ülkenin dışındaki Arap ve İslam coğrafyası ise sömürgeciliğe karşı fiili mücadele vermekle meşguldür, sömürgecilikten kurtuluşun arkasından gelecek olan "yeni ulus devlet"ten başkası olmayacaktır. Bu zihni ve pratik konjonktürde hem hilafet ilga edilmiş hem baskı ve sömürgecilik altında inleyen Müslümanlar, ilk Hıristiyanların Roma'yı zihinlerinde yüceltip onu "dini Vatikan'da tecessüm ettirmeleri" gibi, modern ulus devleti İslamileştirme sürecine girmişlerdir. Bu nesil İslamcılarının önder profili İslami ilimlerden habersiz, İslam tefekkürünü bilmeyen, İslam tarihiyle teması zayıf; ancak Batılı eğitimden geçmiş bilim adamı, mühendis, doktor, hukukçu, gazeteci gibi mesleklerden gelme "aydınlar, akademisyenler ve modern iktidarı hedeflemiş siyasetçiler"dir.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1321780&keyfield=


Üçüncü nesil İslamcılar

Türkiye ve İran'da üçüncü nesil İslamcıların dönemi 21. yüzyılın ilk yıllarında başlar.

Kesin tarih 1997'dir. Bu tarihte Türkiye'de 28 Şubat postmodern darbe, İran'da çapraz olarak Muhammed Hatemi cumhurbaşkanı oldu. Mısır'da üçüncü neslin sahneye çıkışı Tahrir Meydanı'dır. Modern tarihte Türkiye, İran ve Mısır arasındaki ana kırılmalar birkaç sene ara ile ama zamansal olarak paralel vuku bulur.

"Referans çerçevesi, parametreler ve ana idealler" sabit olmak kaydıyla İslamcı yürüyüşte tarihsel ve toplumsal durumlara paralel değişimlerin yaşanması doğaldır, hatta olması gerekendir. Eğer bir hareket tarih içinde kendi kaynaklarına ve hedefine sadakat gösterip akıyorsa, kendi asli mecrasını, yani geleneğini koruyup değişiyor demektir. İslamcılığın tarihinde ikinci nesilden üçüncüsüne geçişin, kendi geleneği içinde kaynaklara ve hedefe tam sadakati gösterip göstermediği sorulmaya değer.

Bu satırların yazarının da içinde aktığı mecrada hem şahit hem aktör olarak bir parçası olduğu ikinci nesil İslamcılar, kendilerini ciddi bir öz eleştiriye tabi tutabilselerdi şu zaaf noktalarının üçüncü nesle miras olarak devredilmemesi gerektiğini de tespit edebilirlerdi:

1) İkinci nesil İslamcılar, birinci nesilden "gelenek düşmanlığı"nı kötü bir miras olarak devralmışlardı. Kendini tarih içinde köklerine bağlı kalarak üreten ve sürdüren "ümmetin örfü ve sahih gelenek" ile "gelenekçilik ve bunun ürünü entegrizm" arasında gerekli ayırımı yapmadılar. Bu onları tarihte birer bid'at hareketler şeklinde algılanmalarına, zaman zaman da "radikalizm"e sürüklenmelerine yol açtı. Batı modernizmi oryantalist ve hegemonik varlığını "gelenek düşmanlığı" üzerinden yürütür ki, bunun en erken İslamcıların farkında olması beklenirdi.

2) İslamiyet'i aşırı bir biçimde politize ettiler; tarihte iyi kötü kurulmuş bulunan "sivil İslam-resmi İslam" arasındaki dengeyi kendi faaliyet gösterdikleri coğrafyalarda gösteremediler.

3) Söylemi ve retoriği aşırı biçimde politize edilmiş İslamcılık, tasavvufa, dinin manevî, irfani ve ahlaki boyutuna bigane kaldı. Bu yüzden Aydınlanma felsefesine yeterli düzeyde entelektüel, felsefî ve fikrî cevap verilemedi. Politik öncelik her şeyin önüne geçti, bu da derinliksiz, kültürel bakımdan yoksun siyaset biçimlerini ve siyasetçileri öne çıkardı.

4) Tanzimat ve Türk modernleşmesinin derin etkisinde İslamcı söylem de, genellikle şair, hikâyeci ve edebiyatçıların inhisarında kaldı. Oysa Abbasi modelinde sanat, edebiyat ve şiirin çevre felsefe, bilgi ve hikmet havzalarıyla kurulan temasta ve sağlanan alışverişte sıfır etkisi söz konusudur. Bugün de özellikle Türkiye İslamcılığının en büyük handikapı ve zaafı hâlâ şairlerin, öykücü ve edebiyatçıların blokajı altında olup kelami ve usuli temeli olmayan, gerçek entelektüellerden ve alimlerden yoksunluğudur.

Söz konusu konularda gerekli kritiği yap(a)mayan İslamcılar, bir anda önlerine çıkan iktidar fırsatıyla karşılaştılar. Bu, onların iktidara olan aşırı talepkârlığı dolayısıyla iktidarın modern, eşitliksiz yapısını sorgulamadan kabullenmelerine yol açtı. Böylelikle:

a) İslamcılık modernliğe sahici bir cevap geliştiremedi; "birey, sekülerlik ve ulus devlet" parametrelerini veri kabul edip muhafazakârlaştırmakla yetindi. İslamcıların, iktidarla beraber devletçi ve milliyetçi, reel politikçi ve küresel ittifakçı kesilmelerinin gerisinde böylesine zihnî bir zaaf yatmaktadır.

b) Bununla bağlantılı olarak Kur'an ve Sünnet'e dönüş ideali gündemden düşürüldü; içtihat kapısına uğranılmadan AB yol haritası ve liberal politikalar benimsendi; kötü ve sahte örneklerin de etkisiyle "cihad" neredeyse "terör" addedilip unutturuldu.

c) İnsan-aile, cemaat-toplum ilişkileri ve sosyo-politik kurumlar İslamî çerçevede yeniden tanımlanmadı.

Bunlar "olması gerekenler"di. Yeterince olmadı. "Olan" şudur: Beklenmedik başarı iktidarı ayağa getirdi, ama özü ve modern yapısı üzerinde yeterince imal-i fikr edilmediği için "iktidar için iktidar" ilkesi benimsendi. Küresel ve ulusal güçler, bunu memnuniyetle dünün İslamcıları-bugünün muhafazakârlarına devrettiler. Yeni bir dünya tahayyülünün mimarları olma potansiyeline sahip entelektüller ulus devletin memurları ve küresel stratejilerin analistleri oldular. Toplumu sosyal ve ahlakî bakımdan takviye etmesi beklenen sivil cemaatler iktidar mücadelesinin bir parçası oldular.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1323302&keyfield=


Tutarlılık sorunu

Batı modernizminden belirgin etkiler almış olsa bile, bu dünyaya, İslam âlemine/bu topraklara ve Müslümanların tarihte geçirdiği sosyo-politik tecrübeye dayalı yegane akım İslamcılıktır.

Batı modernizminden belirgin etkiler almış olsa bile, bu dünyaya, İslam âlemine/bu topraklara ve Müslümanların tarihte geçirdiği sosyo-politik tecrübeye dayalı yegane akım İslamcılıktır. Referansını Batı Aydınlanması'ndan alan liberalizm, sosyalizm-Marxizm ve bütün versiyonlarıyla milliyetçilik ile İslamcılık arasında bariz fark bu noktada belirginleşir.

İslamcılık, "İslam'ın ana referans kaynaklarından hareketle İslam'ın ve Müslümanların yeniden ayağa kalkması, İslamî hükümlerin uygulanması, birlik kurması" ise (bkz. 21 Temmuz tarihli 'İslamcılık nedir?' yazısı), İslam'ın iki kaynağı Kur'an ve Sünnet hafızalardan tümüyle silinmedikçe; Müslümanlar tümüyle Allah'ın iradesine teslim olma davasından vazgeçmedikçe; vazgeçseler bile yeryüzünde tek bir Müslüman kendini İbrahim aleyhisselam gibi "tek başına ümmet" gibi gördükçe; İslamcılık da gündemde kalmaya devam edecektir. Bu manada İslamcılık bir tercih değil, dinî bir vecibe, akaide ilişkin bir zorunluluktur.

İlk iki neslin tecrübesinden ve üçüncü nesil İslamcıların geldiği nokta, bizi İslamcılığın öncelikle kendi paradigması, kurucu bilgisi ve fikriyatıyla yüzleşmesi gerektiğini göstermektedir.

Hangi cemaat, grup veya mezhep içinde yer alırsa alsın veya kendine "İslamcı" desin demesin, her Müslüman, İslam'ın dünya ve ahiret mutluluğunun, kurtuluş yolunun Allah'ın iradesine teslim olmaktan geçtiğini bilir. Şu var ki, biz soyut manada Allah'ın iradesinin ne olduğunu bilemeyiz, söz konusu iradeye teslim olmamızı garantileyen şey O'nun vahy aracılığıyla indirdiği hükümlerdir. Münzel hükümler, ilahi iradenin ete kemiğe bürünmüş formlarıdır. Şu halde samimi ve ihlaslı bir Müslüman bir yandan Kitap'ta yer alan hükümlere karşı çıkıp öte yandan Müslüman olduğunu iddia edemez.

Geçmiş toplumlarda "Allah'a ortak olma" suçunu işleyenler ateist veya agnostik kimseler değildi. Allah'ın varlığına inanıyorlardı ve O'nun yaratıcı sıfatını da inkâr etmiyorlardı: "Andolsun onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emre amade kıldı?' diye soracak olursan, şüphesiz: 'Allah' diyecekler. Şu hâlde nasıl oluyor da çevriliyorlar?" (29/Ankebut, 61.) Onların itirazı sosyo-politik ve ekonomik hayat alanlarını düzenleyen ilahi hükümlere idi. Yasaları biz belirleriz, servet ve malları biz taksim ederiz, bizim irademiz ve aklımız hükmünü icra eder, tabiat ve toplumda bizim sözümüz geçer, diyorlardı.

Üçüncü nesil İslamcılığın önünde üç önemli gündem maddesi var:

a) Her Müslüman'ı kendi diniyle ciddi manada tutarlı olmaya, yüzleşmeye çağırması;

b) Bölge ve İslam dünyasının yeniden yapılandırılması için mümkün çözümler ve modeller geliştirmesi;

c) Yeryüzü ölçeğinde modernliğin sebep olduğu krizi aşma konusunda söyleyecek sözünün olduğunu somut olarak göstermesi.

Her Müslüman kendi inancıyla tutarlı olmak gibi itikadi-entelektüel ve vicdanî bir sorumluluğa sahiptir. Tutarlılığın ölçüsü Kitap ve Sünnet'teki hükümlere ilişkin zihnî tutumdur:

1) "Hükümlerin tarihsel ve toplumsal olduğu" fikri bugün dünya ölçeğinde akademik çevrelerin sistematik çabasıyla "hermönetik veya tarihselcilik" olarak Müslüman zihne zerk edilen küresel bir projedir. (Geniş eleştirisi için bkz. dunyabulteni.net'teki konuyla ilgili yazılarıma.)

2) "Hükümlerin bir bölümünün geçen ve değişen zamanda uygulama şansını kaybettiği" fikri, Allah'ın zaman-mekân bağımlı bir bilgi ve öngörüye sahip olduğunu ima eder ki, bu Müslümanların Allah inancı değildir.

3) "Hükümler ağırdır, uygulamak zor veya imkânsızdır" fikrinin gerisinde zımnen "istek ve tutkularımıza, güç ve iktidar hırsımıza, servet toplama, bedensel arzuları engelsiz karşılama, helal-haram demeden yaşamamıza, sömürme özgürlüğümüze din engeldir" diyen nefsin direnci yatmaktadır.

Zaman, tarih ve soyut toplumsal kurallar kaderimizi belirleyemez. Bir hüküm Kitap'ta yer almışsa, o hükmü uygulayıp uygulamamak muhataplara kalmıştır. Zaman, çoğunluk veya siyasilerin hükmü tatil etmesi o hükmün maksatlarıyla yürürlükten kalktığı anlamına gelmez. Bir nesil uygulamaz, başka bir nesil gelir uygular.

İslamcılıktan kopmuş muhafazakarlar, "ben dindarım, ama İslamcı değilim" diyenler ayrı bir fasıl. Üçüncü nesil İslamcılığın ilk sorunu şudur. İslam konusunda iç dünyamızda ne kadar tutarlıyız? Biz sahiden Allah'ın iradesine teslim olmak; yani adaleti tesis etmek, birlik olmak, iyiliği hakim kılmak ve yüksek bir ahlakî hayata ulaşmak istiyor muyuz?

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1324299&keyfield=


İslamcıların 'din'i, muhafazakârların 'diyanet'i

Burada ele alacağımız "diyanet" devletin resmi kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı değildir. İnsanın manevi duygularını, heyecanlarını, coşkularını, ama ağırlıklı olarak işlediği suç ve günah fiillerinin doğurduğu pişmanlıkları gidermeye yöneldiği ikame ve telafi etme mekanizması; somut hükümlerden tecrit edilmiş sonu gelmez ritüeller, seremoniler gösterisidir.

Müslümanlar arasında eğer "diyanet" aşırılaştırılmış söylem, retorik ve ritüeller şeklinde tezahür ediyorsa, orada "din" zayıflamış demektir. Dini hüküm ve kuralların işlememesi dolayısıyla ortaya çıkan manevi boşluğu insanlar diyanet'le telafi etmek isterler. Tabii ki din ile diyaneti birbirinden ayırmak o kadar kolay değildir. Ama diyanet, temelde aksayan, koruyucu fonksiyon görmeyen maddi-somut hayat pratiklerinin açtığı boşlukta çıkar.

Diyanetin kitlesel gösteriye ve tüketime konu olmasının başka bir sebebi de var: Medya ve kitle çağında yaşıyoruz, küreselleşme ile her şeyi gösteriye dönüştüren, içini boşaltan tüketim kültürü ve liberal piyasa da sahte kutsallıklar yanında dini hayatı diyanete çevirmektedir. Bu apayrı bir fasıldır.

Bu başlıkta "din"den kastettiğim İslamiyet'in muamelat ve ukubata ilişkin hükümler mecmuası; adalet, özgürlük ve yüksek ahlaki hayattır. Mesela hüküm olarak sömürü, emeksiz kazanç; güvencesiz çalışma hayatı; rüşvet, yolsuzluk haramdır. Bunların kazanç elde etme ve yükselme yolunun seçildiği; herkesin "hak" olarak kendi "şahsi, ailevi, zümresel veya ulusal çıkarı"nı merkeze aldığı, sermaye ve statü bölüşümünde hakkaniyetin gözetilmediği bir ülkede, başaranlar vicdanlarını rahatlatmak üzere bol bol iane dağıtır, her sene umreye gider. Dinde aslı astarı olmayan kutsal geceler, kandiller, kutlu doğum haftaları icad edilir; Kur'an'da ve Sünnet'te karşılığı olmayan ritüeller ibadetmiş gibi abartılmış gösteriler eşliğinde televizyon ekranlarına, futbol stadyumlarına taşınır. Kısaca ritüeller dini hükümlerin yerini alır. Müslüman kitlelerin diyanete yönelmesi hem "din" yerine "diyanet"i ikame eder, hem günah duygusunu telafi eder, bu sayede liberal piyasanın çarkları işler. Böyle bir düzende vicdanlar, hükümetler ve küresel kapitalizm durumdan memnundur; çünkü diyanet, dinin üstünü örtmüştür.

Bu arada bir noktanın altını çizmeliyiz: Dinini ciddiye alıp dünyaya İslam bakış açısından bakanların (İslamcıların) AK Parti kurucularına ve teorisyenlerine şükran borcu var. Kuruluşta yetkililer "Biz gömlek değiştirdik, İslamcı değiliz, dini referans alarak siyaset yapmayacağız; paranın, ekonominin dinle ilgisi yok; AB ve IMF yol haritasını takip edeceğiz" deyip bunu içeride askerî-sivil bürokratlara, büyük sermayeye ve dışarıda küresel güçlere taahhüt ettiler. Teorisyenleri, yeni seçtikleri "muhafazakâr demokrasi"nin referans çerçevesini Anglo Sakson ve Amerikalı teorisyenlerine dayandırdıklarını; Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal Beyatlı, Nurettin Topçu, Peyami Safa, Ali Fuad Başgil gibi milliyetçi-muhafazakâr yazarlara yaslandıklarını beyan ettiler (Bkz. Yalçın Akdoğan, Muhafazakâr Demokrasi, 2003-Ankara, s. 25 vd.) Bu deklarasyon, dört büyük imamdan Gazali'ye, Muhammed İkbal'den Mehmet Akif'e, Mevdudi'den Seyyid Kutup'a uzanan tarihi ve çağdaş İslami/İslamcı referans çerçevesinin değiştirilmesi demekti.

Bunu beyan etmeleri iyi de oldu. Ama "muhafazakâr AK Parti"yi eleştirenler, partinin her nedense reddettiği İslamcılıklarını, referans almadığı dini temel alıp eleştiriyorlar. Mümtaz'er Türköne'ye ilk sorum: Bu hem AK Parti'ye hem İslamcılığa büyük haksızlık, İslam'a karşı işlenmiş 'büyük günah'tır. Eğer AK Parti, Kürt sorununu çözemiyorsa; Alevilerin cemevini kabul etmiyorsa; gayrimüslimlerin hâlâ vakıf mallarına el koyup okullarını açmıyorsa; vesayet rejimini tasfiye edecek reformları kesintiye uğratıyorsa; Ortadoğu ve Suriye konularında Türkiye'yi trajik noktaya getirdiyse; takip ettiği iktisat politikalarıyla zengin sınıfları semirtip orta sınıfı zayıflatıyor, yoksul kesimleri dağıttığı ianelerle doyuruyorsa; toplumu ve aileyi çözüyorsa; kibre kapıldıysa; bir telefonla televizyon programlarını iptal ediyorsa bu "dini referans aldığı" veya "İslamcı olduğu" için değil, tam aksine öyle olmadığı, "muhafazakâr ve milliyetçi-devletçi" olduğu içindir. Dini sembollere vurgu yaparak diyanete sığınma çabası, sağcı-muhafazakâr-milliyetçiliğe özgü siyaset yapma yöntemidir. Bunun dinle, İslamcılıkla uzaktan yakından ilgisi yoktur.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1325174&keyfield=
#578
Şemdinli'de şu ana kadar bir rivayete göre 115, başka rivayete göre 170 PKK'lı etkisiz hale getirildi, yani öldürüldü.
Şunu sormak istiyorum:

Şemdinli'de 115 ya da 170 asker öldürülmüş olsaydı ne olurdu?

Hükümet ve Genelkurmay Başkanı yerinde kalabilir miydi?

Topa tutulmazlar mıydı?

-Orada niye oturuyorsunuz diye hesaba çekilmezler miydi?

Peki ölenler, kimisi çocuk yaşta, kimisi kız... Kürt çocukları olunca birileri bir bedel ödemeyecek mi?
Onları "Haydi savaşa" diye koca bir ordunun önüne gönderenleri sorgulayacak birisi çıkmayacak mı?
Yani, Şemdinli'ye bayrak çekilebileceğine ve orada bir "Kürt devletçiği" kurulabileceğine inanan bir Kandil kurmay (!) kadrosu var. Ve sözüm ona savaşıyorlar. Kuyruğu dik tutmak gerekiyor. Ama "Kürt çocukları"nın canı pahasına...

Siz duydunuz mu, Selahattin Demirtaş ya da Ahmet Türk'ten birisi. Aysel Tuğluk ya da Hasip Kaplan'dan birisi... Emine Ayna ya da Gültan Kışanak'tan birisi... Hatta bizim Altan Tan...
Beyler, inandınız mı, Şemdinli baskınıyla orada bayrak çekilebileceğine?
Dünyanın bu konjonktürde olduğuna.

Türkiye'nin boynuna basılacağına ve Şemdinli bayrağının kutsanacağına?
Hükümetin bu baskın karşısında pes edeceğine...
İnandınız mı?

Demirtaş Silvan için ne demişti?

115 ya da 170 Kürt çocuğu...
Sayı çok az mı?
Daha kaç tanesinin ölmesi lazım Şemdinli'ye bayrak çekmek için?

-PKK Şemdinli'ye bayrak çeker, Türkiye de onu seyreder... Kandil kurmayı (!) gerçekten böyle mi düşünmüştür?

Sevgili Kürt siyaset aktörleri, niye sesiniz çıkmıyor?
BDP eş başkanı Selahattin Demirtaş, Taraf'tan Neşe Düzel'e söylemişti. Tarih 25 Haziran 2012. Bakın:
"O askerleri Hazro'dan aldılar, Silvan bölgesine getirdiler. Orası PKK'nın etki alanıdır. Bunu herkes, vali, komutan, er, jandarma bilir. Askerleri oraya niye getirdiler? Şaibeli olan budur! O askerleri PKK'lıların önüne niye attınız?"

Şaibeli olan...
Sorsanıza Sayın Demirtaş ama bu defa Kandil'e doğru yönelip:
-Niye attınız bu çocukları askerin önüne? Kırılsınlar diye mi? Orası PKK'nın alanı mıydı? Öyle mi düşünmüşlerdir?

Yoksa Şemdinli'deki olayı "şanlı bir direniş" olarak mı görmektesiniz?
Yoksa siz de Şemdinli'den bir özerklik çıkabileceğini mi düşünmektesiniz?
Yoksa Kandil kurmayı(!)nın stratejisini onaylamakta mısınız?
Sanmıyorum. Bunun bir çılgınlık olduğunu düşünmeyecek bir akıl yoktur bana göre...
Gidin sorun, dağda çocuğu olan analara, ne diyorlar Şemdinli için...

Kandil'e bir şey söyleyebilir misin?

Sizi anlıyorum, askere, hükümete karşı söylediklerinizi, Kandil'e karşı söyleyemezsiniz.
"Söylemezsiniz" demiyorum, zaman zaman "misyon beraberliği" sebebiyle söylemediğiniz de olur ama Şemdinli gibi, çarpıklığı, macera niteliği, intihar hüviyeti apaçık olan bir şeyde, söylemek istersiniz de söyleyemezsiniz.

Çünkü karşınızda bir Frankeştayn canavarı vardır, onlar sizi siz onları büyüttünüz ve şimdi birbirinizin pisliğini örtmek gibi bir çıkmazın içine girdiniz.

Bedeli de Kürt çocukları ödüyor. Daha bıyıkları terlememiş Kürt çocukları ya da henüz buluğa ermemiş Kürt kızları...

Bakın Foça'da bomba konuldu, ölen yoksul bir Anadolu çocuğu. Tam da onu mu öldürmek istemişlerdi? Hatırlayın Serap öldü bir otobüse atılan molotofkokteylinin çıkardığı yangınla... Tam da Serap'ı mı öldürmek istemişlerdi?

Kör bir savaş bu.
İşte sonunda Kürt çocuklarını hem de düzineler halinde mahvetmeye başladı.
Kim var Şemdinli macerasının arkasında sormayacak mısınız?
-Ey Kandil, çıldırdın mı diye bir ses duyamayacak mıyız Kürt siyasetçilerin ağzından?
Yazıklar olsun!

Soruyorum:
-Sen niye yoksun Şemdinli'de ey Karayılan?
Sesime ses verecek bir Kürt siyasetçi arıyorum.

http://gundem.bugun.com.tr/115-asker-olseydi-201852-makalesi.aspx
#579
Gençlerle yaptığımız bir sohbette onlara dedim ki; Muhyiddin Şekûr'un, Su Üstüne Yazı Yazmak isimli kitabında şöyle bir hikâye bulunuyor:

"Çok zengin ve mağrur bir kral bir gün atının üzerinde hiç aldırışsız arşınlarken, kralın atının önüne başında kavuğu ile bir derviş çıkar. Kral hiddetle kılıcını çeker, yoluna çıkmaya kimin cesaret edebildiğine şaşırmıştır. "Sen kim oluyorsun da benim yolumu kesiyorsun!" diye bağırır. Derviş yavaşça başını kaldırır ve kral böylece, kılıcı hâlâ elinde, ölümün yüzünü görür. Aslında yolunu kesen kişi derviş değil, kralın ruhunu almaya gelen ölüm meleği Azrail (as) imiş.

Gelenin kim olduğunu anlayan kral, "Ne olur birkaç dakika olsun zaman ver de, bazı işlerimi tamamlayayım." diye yalvarır. Melek, tek kelime konuşmadan kralın yüzüne bakar ve başını "hayır" manasında yavaşça kaldırır. Artık kral için vade dolmuştur. Krala yeryüzünde bir başka nefes daha verilmez..."

İnsanlar dünyaya neden gönderilmiş?

Bu sorunun doğru cevabını bulamayanlar ölüp de melekler ona, "Hayatını neyle tükettin?" diye sorunca, "Eyvah!" diyecekler; "Biz neye çalıştık, sorular nereden çıktı!?."

Bu sebepten Peygamberimiz buyurmuş ki; "Hayatı acılaştıran ölümü sık sık hatırlayınız." Bunu söyleyince diyorlar ki; "Herkes hayattan keyif ve lezzet almanın peşinde. Hayatı neden acılaştırmak gerekir?"

Hayatı acılaştırmayan insan, canının istediği gibi yaşar. Podyumdaki manken gibi giyinir, sahnede yürür gibi gezer tozar, kelebekler gibi dans eder. Bu insan ölümü hatırlayınca hayatı acılaşır, "Böyle gitmez!" der. Çünkü insan ne kadar zevke düşüp hevasına uyarsa uysun, iman bir nokta gibi onun kalbinde yaşar. Bu sebepten Üstad Bediüzzaman buyurmuş ki; "Ey zevk ve lezzete müptela insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle aynel yakîn bildim ki, hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır."

75 yaşına gelen bir insan belki pek çok eğlenceler görmüştür, ziyafetlere katılmıştır, pek çok lezzetler tatmıştır. Fakat Üstad, dönüp arkasına baktığında imandan aldığı lezzetin 75 senedir görüp tattığı her türlü zevkin fevkinde olduğunu itiraf ediyor.

Kendi hayatımdan örnek vereyim:

1953'te kendimi yetiştirmeye çalışıyordum. Bir arkadaşa rastladım. Bana, "İki kız var. Gelir misin, birlikte takılalım." dedi. "Öğlen ezanı okunuyor, camiye gideceğim." dedim. Yıllar sonra arkadaşım, hadiseyi bana anlatıyor; o zaman kızlarla gezmeye gitmiş ama benim cevabımdan da etkilenmiş. "Allah Allah, demek camiye gitmeyi gaye edinenler de var." demiş. Sonra aklı başına gelmiş. Ona dedim ki, "İşlenmediği takdirde insanın insan olmasını engelleyen, gelişmesini, büyümesini, hürriyetini durduran, donduran tek bir günah var mıdır?"

Arkadaş, başını önüne eğdi...

Hayatını meyhaneye adayan arkadaşlarım da oldu, zengin olup keyif, konfor, lüks içinde yaşayan arkadaşlarım da... Rahatı kaçmasın diye ölümü hatırlamak bile istemiyor. Bana da hiç uğramıyor. Herhalde ölümü hatırlatırım da, huzurunu kaçırırım diye korkuyor. Ölünce evi, barkı, arabası, serveti hepsi bitecek.

Kabir kapısı kapanmıyor ve kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal, her ferdin en mühim meselesidir...

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1297223



Göndereni düşündün mü, dertler hediye oluyor insana... - Hekimoğlu İsmail

Sabır, uçurumun kenarındaki insanla ilgilidir...

Uçurumdan uzaklaşamıyor, uçurumdan düşme ihtimali de var. Sabırla orada bekleyecek; tâ ki bir el ona uzansın. Bu durumda sabretmemek felakettir. Sabır, Hızır (as) gibi yetişir, elimizden tutar. Pek çok musibetlerden bizi kurtarır. İnsan pek çok felaketlere, musibetlere uğrayacak bir yaratıktır. Öyleyse sabır ile musibetleri tesirsiz hale getireceğiz. Vücudumuz bir gemiye benzer. Hayat denilen denizde, saadet-i ebediyeye gidiyoruz. Bid'at ve inkâr dalgaları gemiyi sallıyor. Menfaat ve zevkler tayfanın iş yapmasına mani oluyor...

Ben hayatımda bela görmedim diyebilirim. Çünkü bakış açım, o hadiseyi bana bela olarak göstermiyor. "Bunu bana gönderen, Allah'tır... Bu da geçer ya Hû..." deyip rahat ediyorum. Allah çok çeşitli nimetler yaratmış ki, O'nun yarattıklarından faydalandıkça şükredelim diye. Dertleri değil, şükredecek bunca nimeti görmek lazım. Mesela şu anda belediye başkanı bana bir kilo elma gönderse bu hediyenin maddi kıymeti çok küçük fakat ben de dahil bazıları şaşırır, "Belediye başkanı, ağabeyimize hediye göndermiş!.." der. Bu misalden gerçeğe gelirsek; Allah bana okuyan göz vermiş, problem çözen beyin vermiş. Hatta ben felcim; adam yerine koymuş hastalık göndermiş. Demek ki göndereni düşündün mü, dertler de hediye oluyor insana... Çok şükür ki Allah bizi insan yaratmış. İnsanlar içinde İslamiyet'le şereflendirmiş... Ne kadar şükretsek azdır.

1939'da Erzincan depremle yıkıldı. Şehir yıkıldı. Herkes için çok büyük bir felaketti, belaydı. Amma olan olmuştu. Ne geçmiş yılları çağırabilirdik ne de gelecek yıllara hükmedebilirdik. Yorganın altından çıktık, çorapsız ayaklarımızla karların buzların üzerinde yürüdük. Su yerine kar yedik. Yemek yerine elimize geçenle yetindik.. O felaket yılı geçip gideli elli sene oldu. Unutuldu...

Asıl musibet dine gelen musibettir. Mesela harf inkılabı beni o depremden daha çok sarsmıştır! Harf inkılabının açtığı manevi yaralar unutulmadı, tedavi olmadı, devam ediyor. Çünkü Fransızcaya, İngilizceye tanınan haklar Kur'an yazısına, Arapçaya tanınmadı. Kur'an, dinimizin kitabı. Arapça Kur'an'ın dili. Yabancı diller kültürleriyle beraber geldi.

Ahlaka etik dediler; ahlak gitti. Geriye ahlaksızlık kaldı. Ahlaksız kelimesi çok ağır olduğu için, etik kelimesine sığınıp, "etik dışı" dediler. Yani ahlaksızlık yokmuş, etik dışı haller varmış.

İslamiyet, insanı beyninden ve kalbinden yakalar. Ateistler dahi İslam'ın kurtarıcı vasfını tasdik ediyorlar. Ateist olduğunu söyleyen yüksek tahsilli bir şahıs bana şunları anlattı: "Ben plajların, meyhanelerin, barların olmasını isterim. Eğer İslamiyet bunları haram saymasaydı hemen Müslüman olurdum." Bu misalden de açıkça anlaşılıyor ki sevapla günahın, ibadetle ibadetsizliğin savaşı var. Canının istediği gibi yaşayanlar Allah'ın istediği gibi yaşamak istemiyorlar. Kötü alışkanlıklarına köle olanlar zincirlerini koparıp kurtuluşa gelemiyorlar. Ezan okunuyor: Haydi kurtuluşa... Demek ki kötü durumda olanlar var. Ezan onları kurtuluşa çağırıyor. Camiler Nuh (as)'ın gemisine benzer. Camiye gelin ki, haramların getirdiği perişaniyetten kurtulasınız. Camiye gelin ki kötü alışkanlıklardan kurtulasınız. Camiye gelin ki Müslüman olduğunuzu ilan edesiniz. Komünizm, materyalizm, modernizm gibi sosyal faaliyetler insanları camiden uzaklaştırdı. Kiliseler de boşaldı. Pek çok insan ipsiz sapsız kaldı. Asıl musibet budur... Zevklerine bağlı bir sürü insan...

İbadet etmeyen birisine sorsak; "Nasılsın?" "İyiyim." der.

İpek böceğinin kaynar sudan haberi yok, kozasını örüyor...

İpek böceği, hayatı boyunca mezarını yapmaya uğraşıyor...

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1273416
#580
Çamlıca'dan aldığım ders... - Hekimoğlu İsmail

Bir insan maddi olarak kalkındıkça manevi yönü fakirleşebilir. Bu sebepten başta peygamberler olmak üzere, evliya-i kiram, İslam âlimleri zenginlikten, gösterişten, rahat yaşamaktan kaçınmışlardır.

Yanlış anlaşılmasın; Müslüman fakir olsun, demiyoruz. Evvela zekât verecek kadar zengin olmamızı Allah emrediyor. Buradaki mesele şöyledir: Zengin olan, malı elinde tutmayacak, dağıtacak. Zengin olan, zenginliğin meşguliyetiyle İslamiyet'i unutmayacak.

İnsanlık tarihini incelediğimizde Allah'ın bazı toplumları bir felaket gönderip yok ettiğini görüyoruz. Bu toplumları incelediğimde fark ettim ki onlar zenginlikle şımaran toplumlardır. Arkeoloji kitaplarını inceledim. Gördüm ki bu toplumlar maddi kalkınmasının zirvesine ulaştığında helak olmuş! Kendini Allah'a muhtaç hissetmediği noktada insana ve insanlığa mutlaka büyük bir felaket gönderilir. Allah'ın Samed isminin manası şudur:

Her şey Allah'a muhtaçtır, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. Ya Allah'a muhtaç olacağız ya da Allah, içinde bulunduğumuz en güzel şartları tarumar eder, bizi kendine muhtaç eder... Bu sebepten mutasavvıfların ekserisi uzlete çekilip çilehanenin kapısını bile kilitlemişlerdir. Çünkü rahat yaşamak, meşguliyet ister. Hâlbuki ömür kısa; cennete gitmek için tek sermaye, kalan ömrümüz...

Mesela Üstad Bediüzzaman, "İstanbul'un mevkice en güzel yeri olan Çamlıca'da oturuyordum." diyor. "Dünyada herkesten ziyade kendimi mesut bilirken, âyineye baktım, saçımda, sakalımda beyaz kılları gördüm. Kalben merbut olduğum ve medar-ı saadet-i dünyeviye zannettiğim hâlâtı, esbabı tetkike başladım. Hangisini tetkik ettimse, baktım ki, çürüktür, alâkaya değmiyor, aldatıyor. O sıralarda, en sadakatli zannettiğim bir arkadaşımda, umulmadık bir sadakatsizlik ve hatıra gelmez bir vefasızlık gördüm. Hayat-ı dünyeviyeden bir ürkmek geldi. Kalbime dedim: 'Acaba ben bütün bütün aldanmış mıyım? Görüyorum ki, hakikat noktasında acınacak halimize, pek çok insanlar gıpta ile bakıyorlar. Bütün bu insanlar divane mi olmuşlar? Yoksa şimdi ben divane mi oluyorum ki, bu dünyaperest insanları divane görüyorum?'

Bu örnekten hareketle, saadet-i dünyeviye nedir, sorusuna şöyle cevap verebiliriz: Güzel bir ev, yeterli bir gelir, çoluk çocuk, dostlar... İşte saadet-i dünyeviye budur. Amma bir de bakıyoruz ki ömür geçmiş, saydığımız mutluluklar bir bir kaybolup gitmiş. Fani şeyleri bakiye tebdil etmenin yolu; Allah için işlemek, Allah için görüşmek, Allah için çalışmak, O'nun rızası dairesinde hareket etmektir...

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1036



Seni zengin eden kim?.. - Hekimoğlu İsmail

İbadetler, Allah emrettiği için yapılır. İslam'ın şartından biri de zekât vermektir. Belki zekât vermek insana sıkıntı verir, yani malını bir başkasına vermek zordur.

Adam diyor ki, "Canımı istesen veririm fakat para istiyorsun, işte bu çok zor." Çünkü canını bedava buldu. Kolayca vereceğini zannediyor amma iş cüzdana gelince fakirlikten korkuyor ve titriyor. Ancak iman ibadete dönüşürse o zaman zekât verdiğine sevinir. "Çok şükür Allah bana zekât vermeyi nasip etti." der. Zekât Allah'ın emri olduğu için "Ne olursa olsun; Allah emretmiş, o emre uyacağım." denirse Allah da insana kolaylık gösterir.

Allah'ın varlığı karşısında kendi fakrını anlayan insan, zekât vermekten korkmaz. Kendi organlarına bile sahip çıkamayan insanın nesi zengin? Ömrünü uzatamayan, felaketlere mani olamayan insanın nesi zengin? Zaten zekât meselesinde anlaşılması zaruri olan husus şudur: Neden falan adam zengin olamamış da kendisi zengin olmuş? Herkesin aklı var, gücü var, işi varken, pek çok kişi zengin olmak için çabalayıp da olamıyorken, onu zengin eden kim? Böylece anlar ki onun zenginliği Allah'ın lütfuyladır. Elim ayağım, evim arabam dese de aslında onlar onun değildir. Ölünce "benim" dediği çok kıymetli vücudunu ve mallarını dünyada bırakır gider. Böylece anlar ki aslında insan çok fakir amma kainat bütünüyle Allah'a ait...

Hangi meşhura kaldı ki dünya?

Bastığın yer belki kralların kalbidir.

Gururlanma ey insan değmez,

İnsan neyin sahibidir?

Kuyumculuk yapan çok zengin bir arkadaşım vardı. Psikolojik hastalığa yakalandı. Yanıma gelip bana sordu, "Bu hastalıktan kurtulmak için ne yapabilirim?" Dedim ki, "O serveti tek başına yeme. Allah, razı olmaz. Bak hastalandın. Peygamberimiz buyurmuş ki, hastalıklarınızı sadaka ile tedavi edin." "Ne yapayım?" dedi. "İnşaat yap." dedim. Arkadaş inşaat işinde yüzlerce insan istihdam etti. Birçok eve ekmek girdi. Hastalık mastalık kalmadı. Allah servet verir. Fakat onu sadece bir adamın yemesine izin vermez. O servetten herkes pay almalıdır. Bunun iki çeşidi vardır: Biri şirket kurmak, işçi çalıştırmaktır. Diğeri zekât vermektir. Milletçe kalkınmak İslamiyet'te hedeftir...

Allah'ım her türlü nimeti "senden bilenlerden" eyle... Senin emirlerine tabi olanlardan eyle. Verdiğin nimetlerden ihtiyacı olanlara vermemizi nasip eyle... Bütün iyilikler Senden, kötülükler nefsimizdendir. Allah'ım bizi iyiliklerle mamur eyle. Sen bize servet verdin. Bize de zekâtlarımızı vererek, şükrümüzü eda etmeyi nasip eyle...

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1328004