Haberler:

Hukuk Forumumuza Hoşgeldiniz

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#581
Türkiye'de birisi için "Dine yönelmiş, ibadete başlamış" deyince neden akla gelen "Namaza başlamış, örtünmüş" oluyor?

Keza "Dini bırakmış, ibadeti terk etmiş" denince de neden "Artık namaz kılmıyormuş, başını da açmış" denmek istendiği anlaşılıyor?

Yani din ve ibadet denince neden namaz, oruç, hac, başörtüsü, cüppe, sakal vs. birkaç şeklî ibadet ve görüntüden başka bir şey düşünülemiyor?

Çünkü din ve ibadet anlayışımızın içi boşaltılmış ve muazzam bir anlam kaymasına uğramıştır.

Halbuki bir adam namaz kıldığı halde imansız, bir kadın başı açık olduğu halde iman sahibi olabilir. Bir cüppe içinde ahlaksız, saçları arkadan bağlanmış bir kafanın içinde de asil ve erdemli bir düşünce bulunabilir.

Artık namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, başını örtmek vb. ritüel ve figürler iyi bir Müslüman olmanın değil; nereye, hangi kampa, hangi mahalleye mensup olduğunuzun göstergesi haline gelmiştir. Peygamber zamanındaki işlevlerini kaybetmiş, dahası sahici özelliklerini yitirmişlerdir.

Kişinin iyi bir Müslüman olduğunun anlaşılması için artık başka şeylere bakılmalıdır.

İyi bir Müslüman olmak için, her şeyden önce iyi bir insan olmak lazımdır. Bu da iyilik, güzellik, doğruluk yolunda (sırat-ı müstakim) yürümekle, sevgi ve merhametle (rahmet) dopdolu olmakla, sözün namusu ile yaşamakla (sıdk), hakka hukuka tacavüz (zulüm)  etmemekle, kalbi adalet ile çarpmakla, saf bir yürek temizliğine sahip olmakla (ihlas), güzel ahlak sahibi olmakla (hüsn), her türden kötülükle aktif mücadeleyle (cihad), komşusu açken tok yatmamakla ve insanların elinden ve dilinden emin olduğu bir kişilik sahibi olmakla mümkündür.

Din ve ibadetin özünü bunlar oluşturur.

Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahiret gününe inanmak, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek vs. bunları sağlar, bunlara vesile olur, bunları doğurur. Doğurmuyorsa yaptığınız tapınak dini ve ibadetidir.

***

Demek ki M. İkbal'in tabiriyle "İslam'da dini düşüncenin yeniden inşasına" şiddetle ihtiyaç vardır.

Yani din ve ibadet anlayışı yeniden yapılandırılmalıdır.

Aslında bu ihtiyaç tarih boyunca hiç eksilmemiştir.

Tarih boyunca peygamberlerin, birçok bilge ve filozofun "tapınak dinleriyle" başlarının derde girmiş olması tesadüf olabilir mi?

Buddha Hint din adamları Brahmanlara karşı çıktı. Zerdüşt'ü eski İran din adamları sınıfı Moğlar öldürttü. Mani'yi Mecusi din adamları astırdı. Musa'yı eski Mısır din adamları sınıfı olan Hamanlar tekfir etti. İsa'yı Yahudi Haham sınıfı yargılayıp çarmıha gerdirdi. Sokrates Delhi tapınağının fetvasıyla öldürüldü. Hz. Muhammed'in daha ilk günden Mekke'deki en azılı düşmanı rahip Ebu Amir idi. Kâbe çetesini suikasta kışkırtan, "Mescid-i Nevbevi"nin karşısına "Mescid-i Dırar'ı" yaptıran da bu rahip Ebu Amir'den başkası değil miydi?

Bir peygamberin en azılı düşmanı nasıl bir din adamı olabiliyor?

Bu ne yaman bir çelişkidir?

Ali Şeriati'nin dediği gibi "dine karşı din var", görmüyor musunuz?

Biz hangisinin din ve ibadet anlayışı üzereyiz?

***
Modern dünyanın insanı bu yaman çelişkiyi unuttu. Bütün dinler, modern öncesi ortaçağ dünyasının fenomenleri olarak görüldüğünden, nasıl olsa günümüzde hiç birisi de işe yaramayacağından hangisi olsa fark etmezdi. Eh, İslam da dinlerden bir din olduğuna göre aynı şeydi...

İşin ilginç olan yanı Müslümanlar da bu argümanı içselleştirerek, modern dünyaya karşı bütün dinleri aynı kefeye koyarak savunur hale geldi. Dünya tarihi ikiye ayrılıyordu artık: Aydınlanma öncesi dinlerin hakim olduğu kutsalın ve geleneğin dünyası ve Aydınlanması sonrası seküler modern dünya...

Kendilerini nasıl da "Aydınlanma" olarak kabul ettiriyorlar Herkes sorgusuz sualsiz bu ayrımı ve tanımı nasıl da kullanıyor. "Durun bakalım, siz kendinizi nasıl Aydınlanma olarak görüyorsunuz? İnsanlık tarihini sizden önce ve sonra diye nasıl ikiye ayırıyorsunuz? Hem siz kim oluyorsunuz?" diye sormuyor. Boyuna modernite öncesi kutsalın , dinlerin ve geleneksel dünyanın nasıl daha da iyi olduğu anlatmaya çalışıyor.

Böyle olunca Buddha ile Brahman'ın, Zerdüşt ile Moğ'un, Mani ile Mecusi'nin, Musa ile Haman'ın, İsa ile Haham'ın, Muhammed ile Ebu Amir'in arasındaki yaman çelişki kayboluyor.  Tam da modernin istediği ve yapmaya çalıştığı gibi, hepsini aynı kefede bir sepete dolduruyoruz. Artık, "Eh din işte, ha haham ha peygamber ne fark eder" oluyor...

Dolayısıyla din ve ibadet anlayışımız bir Hindu'nun, bir Yahudi'nin, bir Hıristiyan'ınkinden farksız hale geliyor. Nasıl ki "papaz kilisede" ise  "hoca da camide" oluyor. Din ve ibadet birkaç ritüelden (tanımlanmış şekli ve törensel hareketler) ibaret hale geliyor.

***
Böylesi bir din ve ibadet anlayışına itiraz etmeliyiz.

Öncelikle İslam'ı diğer dinlerle aynı kefeye koyup, moderniteyle karşılaştırıp durmaktan vazgeçmeliyiz. Onu kendi indiği çağdaki ve daha da önceki dinlerle karşılaştırılmalıyız. Bu bize çok şey öğretecek ve modernite karşısında donanımlı hale getirecekti. Çünkü İslam insanlıkta olduğu gibi özellikle dinî dünyada büyük bir reformdu.

Aksi halde İslam adına modern dünyaya hiç bir şey söyleme hakkımız olmayacak. Çünkü vakti zamanında reforma uğrattığımız birçok şeyi, sırf modern bizi onlarla aynı kefeye koyuyor diye moderne karşı savunur hale getiriliyoruz; al sana bir yaman çelişki daha...

Bunun için İslam'da dini düşüncenin yeniden inşası kaçınılmaz hale gelmiştir. Çünkü İslam, reforma uğrattığı diğer dinlerle aynı kefeye kona kona neredeyse buhar olup uçmak üzere...

Bunların en başında da din ve ibadet anlayışımız geliyor.

Din ve ibadet anlayışımızın birkaç şekli ibadet etrafında dönüp duran bir "totolojiye" (kısır döngü/anlamsız tekrar) haline gelmesi bunun en iyi göstergesi değil mi?

***

Eskiler buna "zahir" demiş ve söz konusu bu kısır döngüyü/anlamsız tekrarı aşmak için "batın" diye bir yeniden anlamlandırma faaliyetine girişmişler. Fakat burada da ipin ucu kaçınca tekrar "zahire" sarılma yönelimi başlamış ve bu böyle devam edip gelmiş. Vakıa, dini düşünce tarihimiz aynı zamanda bu gidip gelmenin/gerilimin de tarihidir.

Oysa zahir ile batın, teşbih ile tenzih, dünya ile ahiret Hz. Peygamber'in akıl, ruh ve gönül dünyasında billurlaşarak birleşmişti. Dinin kemale ermesi yani en olgun hale gelmesi bir açıdan da bu demekti.

İnşa çağında yapmamız gereken esas iş, işte böylesi bir akıl, ruh ve gönül dünyasını yeniden kurmaktır. Bu nedenle ihya çağlarının saf zahirci, batıncı, teşbihçi veya tenzihçi ekollerinden sadece birisinin körü körüne takipçisi olamayız. Yeniden kurmak, tekrar yapılandırmak derken kastettiğimiz bundan başkası değildir.

***

Din ve ibadet anlayışımıza buradan girerek baktığımızda bir taraftan zahiri bir donma yaşanırken, diğer taraftan da batini bir buharlaşma yaşandığını görüyoruz. Donmayı ve buharlaşmayı asli haline yani hayat veren bir suya nasıl dönüştürebiliriz? Esas mesele budur.

Bugün din ve ibadet anlayışı iyice daraltılmış, camiye, kandil gecelerine ve sayısı üçü beşi geçmeyen birkaç ritüele indirgenmiş durumdadır.

Müslüman zihnin din ve ibadet denince aklına cami, ezan, kandil, türbe, şeyh, yeşil sarık, başörtüsü, cin, peri, masal, mucize, kehanet, sır, musalla taşı, mezarlık ve yalnız -o da şekli kalmış- üç ibadet ritüeli; namaz, oruç ve hac neden geliyor sanıyorsunuz?

Oysa din ve ibadet bunlar mı demek?

***
Çünkü modern dünya da dini böyle anlıyor. Onlara göre esasında din, modern dünyada bunlardan başka bir şey değildir. Modern öncesi ortaçağlardan kalma büyülü bir dünya... Bunlar artık modern insanın sadece akıldışılığa, sır ve gizeme duyduğu merakı gideren birer "fenomen" olabilirler. İnsanları rahatlatırlar da. Sosyolojik olarak yararlı da olabilirler. Dine başkaca anlamlar yükleyip bu çerçevenin dışına çıkarmaya kalkmak mümkün değildir.

Siz olsanız sosyal hayatı ve hele de devleti sırla, gizemle, kehanetle, rüyayla, din adamları sınıfının keşf ve kerametleriyle, İkbal'in tabiriyle "donmuş kalmış 590 yıllık metinlerle", Akif'in tabiri ile "700 yıllık eserlerle avarelik ederek" yönetir misiniz?

Siz dininizi böyle anlıyorsanız dönüp moderne niye kızıyorsunuz? Modern de dinin esasında bunlardan başka bir şey olmadığını söyleyip duruyor.

Peki, nedir o halde din? Ne manaya geliyor ibadet?

***

İslam'ı "dinlerden bir din" olarak görenler, onun "ibadetlerini" de kaçınılmaz olarak diğer dinlerin ibadetleri gibi bir ibadet olarak görürler...

Nasıl ki diğer dinlerin görkemli tapınakları, din adamları sınıfı ve kendilerine özgü dini kıyafetleri, tütsülü, buhurlu ayinleri, kutsal gün ve geceleri, mucizeleri, kehanetleri vs. var, İslam da bu dinlerden biri olduğuna göre, onda da bunlar var hatta olmak zorunda...(!)

Böyle düşünenlerin, İran kisrasının karşısına çıkan sahabenin "Baldırı çıplak çöl bedevileri sarayıma kadar niye geldiniz?" diye sorulunca "İnsanları dinlerin zulmünden ve krallara ibadetten (onlara kulluk ve kölelik yapmaktan) kurtarmaya geldik" cevabından bir şey anlayacaklarını sanmıyorum.

Çünkü bunu söyleyen sahabenin dilindeki "din" ve "ibadet" hiç de bizimkine benzemiyor.

Bu, tamı tamına İslam'ın "lailahe illallah" evrensel çağrısını yansıtan ve o günkü dünya kamuoyunu sarsan bir sözdür...

O günkü dünyanın batısına ve doğusuna hakim Bizans ile Sasani imparotorluklarının saraylarında yankılanan ve "çok büyük bir tehdit" olarak algılanan bir sözdür...

Bu iki imparatorluk geleneğinin asırlardır bölgeye hakim olmak için ürettikleri iki din olan Yahudilik ve Hıristiyanlığın tapınaklarında da yankılanan ve "meslek dışı" bir yerden (sokaktan) gelen bir tehdit olarak algılanmış bir sözdür...

O günkü Mekke'de Ebu Lehep gibilerinin başını çektiği Allah, Kâbe, din ve ibadet istismarına dayalı tefeci bezirgân düzenine (Yeda Ebu Lehep) "yıkılsın, yokolsun, kahrolsun" (tebbet) diye haykıran gerçekten de çok büyük bir tehdit ve asla affedilmeyecek bir sözdür...

O sahebenin dilindeki "din" ve "ibadet" kelimeleri, Kur'an'ın kullandığı anlama paralel olarak kral saraylarında,  ruhban tapınaklarında ve bezirgân sofralarında, evet, böyle algılanmıştır. Tehdit değerlendirmesi gayet yerindedir, aynen algıladıkları gibidir. Bunu bizim söylememize gerek yok, tarihe bakın, olanlara bakın aynen algıladıkları gibi olduğunu görecekseniz. Yani korktukları şeyin başlarına geldiğini göreceksiniz.

Peki ya şimdi...

Tarihi süreç içinde tersine bir gelişme yaşandığını görüyoruz.

İndiği çağda zaten kullanılmakta olan din ve ibadet kelimelerini sarayların, tapınakların ve bezirgânların dünyasından çekip alan ve ona bambaşka bir yön veren (aslına döndüren) Kur'an'ın, tarihi süreç içinde mehcur bırakılmasıyla (terkedilmesiyle), diğer ümmetlerin girdiği deliklere bizimde girdiğimizi ve dönüp dolaşıp onların din ve ibadet anlayışını benimser hale geldiğimizi görüyoruz.

Bu nedenle olsa gerek "İslam dinlerden bir din değildir" veya "Allah-insan ilişkisi efendi-köle ilişkisi değildir" dediğimizde meramımızı anlamakta zorlananlar oluyor.

Peki, nedir o halde İslam'da din ve ibadet?

DİN kelimesinin Kur'an'da 103 yerde ve dört esas manada kullanıldığını görüyoruz.  Bunu kolayca anlamamız için Arapça'da alt-üst, arka-ön şeklinde dört yönü de ifade için kullanılan ve aynı kökten gelen "dûne" sözcüğü bir fikir verebilir.

Buradan anlıyoruz ki "din" insanoğlu için dört boyutlu bir ilişkiler ağının tümünü birden ifade ediyor; geriye doğru (adet, töre), ileriye doğru (yol, yordam), yukarıya doğru (itaat, bağlılık), aşağıya doğru (hüküm, kural, ceza, mükâfat)...

Bunların hepsini birden topladığı için yani "tedvin" ettiği için bir tek kelimeyle durumu "din" diye ifade ediyoruz. Demek ki din kavramının, Kur'an'da kullanım yerlerine göre kiminde adet, kiminde yol, kiminde itaat ve bağlılık, kiminde de hüküm, kural, yargı, ceza ve mükâfat anlamında kullanılması bu nedenledir.

Bu durumda söz konusu dört boyutlu anlamlar, değerler ve kurallar bütünü "din", bunun bir coğrafi mekânda ete kemiğe bürünüşü "Medine", bu bürünüşün mensupları "medenî" ve mensuplarınca ortaya konan maddi ve manevi tüm inşa ve imar faaliyeti de "medeniyet" oluyor.

Bu kelimelerin hepsi de din ile aynı kökten... Aralarında kopmaz bir bağ var. Yani bunlar "bölünmez bir bütün..."

***

Kur'an kendi anlamlar, değerler ve kurallar bütününü bir "gerçek hayat dini" (dinu'l-gayyime) ve "insanlığın ana yolu/ipi" (hablun-mine'nnâs) olarak tanıtır. Buna, sanki bir madalyonun öbür yüzü gibi aynı zamanda "Allah'ın yolu/ipi" (hablun minellah) der. Kur'an'ı insanlık alemine, insanlık vicdanının ifadesi (basairu li'nnâs), yol gösterici (huda) ve halklar için sevgi ve merhamet kaynağı (rahmet) olarak tanıtır. (Casiye; 45/20).

Diğer dinlerin bu ana insanlık yolundan ayrılmak suretiyle ayrıca birer "din" oluşturduklarını söyler ve ısrarla bu yola geri dönmeye çağırır. (Rum; 30/30, Ali-İmran; 3/112).

Üstelik daha önce hiç görülmedik bir şekilde onları tanır ve "Ehl-i Kitap", "Mecusi, "Sabiî" gibi isimlerle anar. Bir arada yaşamaya ve barışa dayalı bir ilişkiler hukuku belirler. Daha önce hiçbir dinin ötekini bu şekilde "tanıdığı" görülmemiştir. Tabi tanımak doğru bulmak demek olmuyor.

***

Demek ki İslam, kendini insanlığın ana yolu, fıtrat dini ve o ana kadar insanlıkta doğru namına ne kalmışsa hepsinin devamcısı (musaddık) olarak vazediyor. İnsanlığın gelmiş geçmiş tüm olumlu birikimini sahipleniyor. Geri kalan tüm olumsuzlukları kendinden önceki dünyada bırakıyor ve ona "karanlıklarda kalınan dönem" (cahiliye) diyor...

Yeni dönemle birlikte gelene ise "gerçeğin ta kendisi" (hak) diyor. Yani sözün realiteyle uyumlu olması; tarihin, hayatın ve tabiatın aktığı yerden akan yaşayan gerçekliğe tekabül etmesi...

Bundan kopana ise sahte, içi boş, kof, realiteyle çelişik bir takım kuruntular (batıl) diyor. Gerçeğin ta kendisi (hak) gelince, sahteliğin ve içi boşluğun (batıl) yok olmaya mahkûm olacağını haber veriyor.

Bunun için Allah kendi dinine, kimsenin kendi tekeline alamadığı ve alamayacağı, gerçeğin ta kendisi olan din (dinu'l hak), diğerlerine de gerçeklikten kopmuş, bir takım sınıfların, kavimlerin, kişilerin, bölgelerin vs. tekeline girmiş, kuruntularının ifadesi haline gelmiş diğer bütün dinler (dini kulli) dediğini görüyoruz (Tevbe; 9/33).

***

Şu halde Allah'ın dini İslam'a bütün bunları görmezden gelerek "dinlerden bir din" muamelesi yapmak, sanırım en çok Allah'ı kızdıracaktır. Çünkü Kur'an ısrarla bunların aynı şeyler olmadığını söylüyor.

Oysa bugün din denilince insanların aklına, İslam da dahil olmak üzere mabed, tapınak, din adamı, papaz, keşiş, haham, hoca, şeyh, sarık, cübbe, kandil, ayin, türbe, mucize, kehanet, keramet, buhur, tütsü, sır vs. geliyor.

İbadet denilince de İslam'da dahil hepsi birbirine karıştırılarak, namaz, oruç, abdest, camiye, kiliseye veya havraya gitmek, günah çıkartmak, yağmur duasına çıkmak vs. akla geliyor.

Neden din denilince akla hak, hukuk, adalet, işgaller, zulümler, tecavüzler, yoksulluk, yolsuzluk, sokak çocukları, özürlüler, açlar, susuzlar, giderek artan boşanmalar, dağılan aileler, işsizler, zam, zulüm, işkence, plansız şehirleşme, trafik, gecekondu, sanat, edebiyat, şiir, felsefe, müzik, sinema, tarih, tabiat, uygarlık vs. vs... gelmiyor.

"Güldürme adamı, dinin bunlarla ne alakası var?" diyeceksiniz belki...

Evet, "tapınak dinlerinin" yok ama "gerçek hayat dininin" var!

"Tapınma"nın yok ama "ibadet"in var!

Belirli bir yer ve zamanda yapılan, önceden belirlenmiş hareketlerden oluşan tapınma ile yeri ve zamanı olmayan, hayatın içinde canlı faaliyet olarak gerçekleşen ibadet arasındaki fark...

Şu halde nedir ibadet?

İBADET: Sözlükte "abd" kökünden Arapçanın tarihsel kök ve komşu dilleri Aramice, Akkadça, İbranîce, Süryanîce, Habeşçe gibi Sami dillerinin hepsinde "yapmak, meydana getirmek, ortaya çıkarmak, çalışmak, üretmek" demektir.

BEDAET de kökün harfleri değişmeden "bda"ya dönüşümü ile "yaratmak, yapmak, meydana getirmek, icat etmek, bir şeyi ilk olarak ortaya çıkarmak" anlamındadır. Son harfin "hemzelif"e dönüşmesi ile "bde"  de ise yine mana pek bozulmayarak bir şeyi "başlatmak, ortaya çıkarmak, icat etmek" manası kazanır.

Şu halde Allah ile insanın aktüel ve dinamik ilişkisinde ortaya çıkardığı, meydana getirdiği, yaptığı, yarattığı, icat ettiği, ürettiği her tür iş ve oluş bu kapsama giriyor.

Yapılan/üretilen iş ve oluşun faili Allah ise buna bedaet, ibda, mubdi', faili insan ise buna da ibadet, ubudiyet, taabbud deniyor. Her ikisinde de ortak anlamın yapmak, ortaya çıkarmak, üretmek, meydana getirmek olduğunu görüyoruz...

***

Öte yandan abd kelimesi Kuran'ın nazil olduğu dünyada yaygın olarak kullanılıyordu. Özellikle bir takım putlara, krallara ve imparatorlara yönelik olarak "arz-ı ubudiyet etmek" veya "kul köle olmak" deniliyordu.

Babil, Sasani, Mısır, Roma, Bizans gibi eski dünyanın Tanrı-Devlet kralları ahaliye "kullarım, kölelerim" diye seslenirlerdi. Kendilerine de Tanrı'nın oğlu, temsilcisi veya doğrudan Tanrı derlerdi. Kuran'daki abd kavramı işte bu anlayışa isyan olarak doğdu. Kur'an bunu alıp kullandı ve fakat kavramın içeriğini değiştirdi. "Yalnız sana ibadet ederiz" ifadesindeki "ancak, yalnızca, sadece, sırf, salt" anlamına gelen iyya sözcügünün önce gelmesinden de anlaşılacağı gibi bu hususiyet ifade eden bir tepki ifadesidir (kasr ve ihtisas) ki "başkasına değil" anlamı verir; yoksa "başkasına yapıldığı gibi" demek olmaz.

Dolayısıyla ibare "Başkalarının putlara, krallara tapındığı gibi biz de sana tapınırız, kulluk-kölelik ederiz" değil; ilkten "Putlara ve krallara tapınmayı reddederiz" manasında başkaldırı ifade eder.

Bu, her yanı tanrı-kral anlayışı ve kulluk-kölelik ilişkileriyle dolu bir dünyaya çölün içlerinden yükselen bir isyan sesi, insanî özgürlük çağrısıdır. Nitekim ilk sahabe nesli bunu böyle anlayarak her tür put tapınmasını, krallara kulluk arz-ı endam edilmesini reddetmişler ve Allah'a yönelerek bu tür bağlardan azat olmuşlardır. Bu ise insanoğlunu, insan olma yolunda zorlayıcı bir içkinlikle ilerletmiştir...

Ardından taşındığı yeni Kur'an ikliminde abd kavramı "yâr ile yolculuk" dönüşmüştür. Bunun anlamı ise insanın batıl bağımlılıklardan azat olması, ilâhî anlam ve mananın derinliklerinde durmaksızın yol almasını ifade eder. Allah ile canı gönülden dost olması, O'nun sınırsız, şekilsiz, enlemsiz, boylamsız ve sonsuz varlığında kendini açması, iş ve oluş üretmesi, ortaya çıkarması, meydana getirmesi, inkişaf ettirmesi manasına gelir.

Bu nedenle Allah'ın yapması/edip eylemesi anlamına gelen yaratmak, varlık oluşturmak, icat etmek birer iş ve oluş yani ibda olduğu gibi, insanın yapması/edip eylemesi anlamına gelen çalışma, üretme, icat etme, meydana getirme, mücadele etme, direnme, imar etme, zülme karşı savaş, iyilik yapma, güzel davranma, doğru olma (amel-i salih) vs. de birer iş ve oluş yani ibadet olur.

Zorla özgürlüğüne el konulmuş bir insan efendisi için iş ve oluş üretirse buna da abd (kul köle) denir. Ancak Allah/insan ilişkisi bu manada efendi/köle ilişkisi değildir. Bu, efendi/köle ilişkilerinin yaygın olduğu bir dünyanın muhayyilesidir. Şüphesiz Kur'an bu muhayyileye hitap etmiştir fakat onu dönüştürmüş, diğer bir çok konuda olduğu gibi içeriğine müdahale etmek maksadıyla kullanmıştır. Oysa gerçekte bu ilişki yalın olarak Allah/insan ilişkisi olarak okunmalıdır. Çünkü insanın burada özgürlüğüne zorla el konulmaz. Bilakis insan kendi özgür iradesiyle, canı gönülden Allah'a yönelir, O'nun sonsuz sevgi ve merhametine karşılık insanî sevgi ve saygıyla karşılık verir. Bu nedenle de O'nun için çalışır, çabalar ve O'nun yolunda tarihin meydanında "yürür"...

Burada, Kuran'ın, 7. yüzyılda putların, kralların, imparatorların, din adamlarının vs. önünde yerlerde sürünen insanoğlunu alıp nasıl yücelttiğine, özgürleştirdiğine dikkat edilmelidir.

Bu nedenledir ki Kur'an, tanrılık taslayan otoritelere (tâğut) tapanlardan (Maide; 5/60), ruhunu kötülük sarmış şer odaklarına (şeytân) tapanlardan (Yasin; 36/71), put heykellerine (esnâm) tapanlardan (Şuara; 26/71), insanların birbirine tapmasından (Ali-İmran; 5/64), ataların taptığına tapıp durmaktan (Hud; 11/62), peygambere ve din adamlarına tapanlardan (Tevbe; 9/31) özellikle bahseder. Bunların dışındakileri de Allah'tan başkası ( min dunillah) diyerek mahkûm eder.

İlginçtir, Kur'an ibadet kelimesini 278 yerde geçmesine rağmen, namaz kılmak (iqamu's-salât), oruç (savm), hacc ve umre, kurban (hedy) gibi bizim "ibadet" dediğimiz şeylere izafe ederek kullanmaz.

Kur'an'ın bunlardan bahsederken kullandığı kavram nusuk/menasik'dir. Kur'an'da 7 yerde geçen bu kelime kullanılırken (ör. Bkz. Bakara; 2/196, En'am; 6/163) genelleme yapılması yani namaz, oruç, kurban vs. tüm "şeklî ibadetleri" içine alacak şekilde kullanılması dikkat çekicidir. Manâsik sadece hacdaki ibadet şekilleri demek değildir. Şu halde namaz, oruç, hacc, umre, kurban bizim menâsikimiz olmaktadır. İbadet -bunları da içine alan- çok daha geniş bir kavramdır. Dolayısıyla ibadeti sayısı bir elin parmağını geçmeyen menâsike indirgemek hiç de doğru görünmüyor. Zaten Kur'an onlara menâsik demiş...

***

Öyle görünüyor ki Kur'an'ın ibadetten kastettiği, hayatı, yukarıda sayılan bir takım kişi, otorite, odak ve mercilere tapınarak değil; Allah bilinci (şuuru) ile yaşamaktır. Bundan dolayı da ibadet tarihin, hayatın ve tabiatın içinde canlı bir faaliyet olmak icabeder.

Allah görünen bir nesne olmadığı ve herhangi bir insanda, peygamberde, kurumda, otoritede tecessüm etmediği için, yer ve mekân da biçilemeyeceği için, son tahlilde Allah'a ibadet, görünür nesnelerden tam bir bağımsızlaşmayla "insanın" bütün görkemi ile ortaya çıkışıdır.

Artık bu ortaya çıkışta abd-mabud ilişkisi efendi-köle ilişkisini değil; yâr-yarân, âşık-mâşuk, seven-sevilen ilişkisini ifade eder. İbadet sevdiğin için uğraş ve çabaya, dua sevdiğinle iyi günde kötü günde istek, çağrı ve dertleşmeye, namaz sevdiğinle buluşmaya dönüşür...

***
Bu nedenle İslam'da namaz, oruç vs. tabiri caizse "ibadet doğuran ibadetler" dir. Daha doğrusu "ibadet doğuran menasiklerdir. Nusuk/menâsik kelimesini Arap bakın nerelerde kullanıyor: Toprağı ıslah için gübrelemek (nusuku'l-ard), yeni yağmur yağıp yeşillenmiş toprak (ardun nâsike)...

Demek ki nusuk, toprak için nasıl gübre ve yağmur oluyor da yeni ürün bitirtiyor, yeşillendiriyorsa, Müslüman için de menâsik böyledir. O da insanda yeni ameller doğurtur; başka iyi, güzel ve doğru davranışlara vesile olur. Bunun için nusukların şahı olan namaz bütün kötülüklerden alıkoyar. Yani toprak için gübre ve yağmur neyse, insan için da namaz odur...

Demek ki İslam'da nusuk/menâsik bir tapınma değildir. Yaparsın ve orada bitmez. Gübre gibi başka bir şeyin doğmasına, yağmur gibi de başka bir şeyin canlanmasına, hayat bulmasına neden olur. Bunun için statik değil dinamiktir. Statik olana tapınma, dinamik olana nusuk denir.

***
Demek ki nusuk/menasik şekil ve ritüel ile sınırlı ve daha dar iken, ibadet hayatın tüm alanlarına yayılmaktadır. Yani nusuk/menasik Müslüman insan yoluyla hayatı gübrelemekte, yağmur olup yağmakta ve hayatın içinde canlı bir faaliyet olarak ibadetleri ortaya doğurmaktadır.

Bu anlamda ibadetin yeri ve mekânı yoktur.
Mekânın her yerinde ve zamanın her anında canlı bir faaliyet olarak görünür; bazen bir yoksulun sofrasında, bazen bir annenin yavrusuna atılışında, bazen bir gönlün titreyişinde, bazen bir adalet terazisinde, bazen bir direnişçinin namlusunda, bazen bir esnaf imzasında, bazen yakarışta, bazen haykırışta, bazen ağlayışta, bazen gülüşte, bazen sözde, bazen namusta, bazen sadakatte, bazen iffette...

***

Böyle olunca sizin dünya görüşünüz ve hayat tarzınız dininiz, dininiz de dünya görüşünüz ve hayat tarzınız olur. Faaliyetiniz ibadetiniz, ibadetiniz de faaliyetiniz manasına gelir. Bunları kim için yaptığınıza bakacaksınız.

Bu nedenle gerçek din hava gibidir. Hiçbir yerde görünmez ama herkesi yaşatan odur.

Gerçek ibadet de su gibidir. Her yerden akar, her şekle girer. Hep başkasına hayat verir. Azından kana kana içer, çoğunda ise boğulursunuz.

Yunus Emre der hoca

Gerekse bin var hacca

Hepisinden iyice

Bir gönüle girmektir.



(Bana Dinden Bahset, İnşa Yayınları, İst., 2010, s. 17-29)
http://www.ihsaneliacik.com/2012/07/din-ve-ibadet-anlayisimiz-1-2.html#more
#582


Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik , son dönemde sıkça gündeme gelen kıdem tazminatı fonu ile ilgili önemli açıklamalarda bulundu. Kıdem tazminatı ile ilgili düzenlemenin şu an için gündemlerinde olmadığını belirten Çelik, bu konuda yazılan yazılarla ilgili olarak ise, "Fon taslağı 30 yıldır var." dedi. Kıdem tazminatının Fon'a devredilmesinin hükümet programında yer aldığını, ancak bu yönde adım atmadan önce sosyal taraflarla uzlaşma sağlanacağını söyledi. Bakanlık olarak gündemlerinde işçilerin toplu sözleşme yapabilmesi için yasalaşması zaruri olan Toplu İş İlişkileri Yasası'nın bulunduğunu anlatan Çelik, "Bakanlık olarak Üçlü Danışma Kurulu'nda sosyal taraflarla uzlaşmadığımız hiçbir konu gündemimizde yok. Dolayısıyla şu an için kıdem tazminatı gündemimizde değil." ifadelerini kullandı.

Toplu İş İlişkileri Yasası çıkmadığı için sendikaların yetki talebine cevap verilemediğini ve bu nedenle işçilerin toplu sözleşme yapamadığını hatırlatan Çelik, "Bakanlığımızdan sendikaların 904 yetki talebi var. Bunlara cevap veremiyoruz. Toplu İş İlişkileri Yasası çıkmadığı için de sendika istatistiklerini yayınlayamıyoruz. Eğer mevcut yasa ile istatistikleri yayınlasak 51 sendikadan 42'si yetkisini kaybediyor. Yalnızca 9 sendika kalıyor." dedi. Toplu sözleşmeler yapılamadığı için bu yasanın çok acilen Meclis'ten geçmesi gerektiğini anlatan Bakan Çelik, önceki gün sendikalarla yeniden bir araya geldiklerini söyledi. Bu toplantıda Meclis'in olağanüstü toplanarak yasayı çıkarması görüşünün benimsendiğini ifade eden Çelik, "Sendikalara bu öneriyi Sayın Başbakan'a ve diğer siyasi partilere götürmelerini söyledim." şeklinde konuştu.

Çalışma Bakanı Çelik, 2008'de yürürlüğe giren Sosyal Güvenlik Reformu'na ilişkin elde edilen sonuçları kamuoyu ile paylaştı. Reformun ardından kurumun gelirlerinde yüzde 118'lik artış olduğunu kaydeden Çelik, giderlerde ise yüzde 78'lik artış olduğunu belirtti. Buna göre SGK'nın 2007 yılında 56 milyar toplam geliri, 2011 itibarıyla 124 milyara çıktı. Aynı dönemde kurum giderleri ise 81 milyardan 140 milyara ulaştı. Reformun ardından kayıt dışı istihdam ile mücadelede önemli başarılar sağlandığını belirten Bakan Çelik, 2008-2012 yılları arasında yapılan çalışmalar ile 1 milyon 142 bin 467 tescilsiz sigortalı, 36 bin 867 tescilsiz emekli tespit edildiğini söyledi. 79 bin 766 tescilsiz işyerinin de kayıt altına alındığını anlatan Çelik, 10 bin 403 adet de sahte sigortalı yakaladıklarını vurguladı. Kayıt dışı istihdamın yüzde 45'ten yüzde 37,5'e gerilediğini ifade eden Çelik, "Kayıt dışı ile mücadele son derece önemli. Kayıt dışını önlediğinizde kurumun 26 milyarlık geliri oluşuyor." dedi.

Kurumun gelir-gider dengelerinde önemli iyileşmeler olduğunu kaydeden Bakan Çelik, prim gelirlerinin toplam giderleri karşılama oranının 2007 yılında yüzde 52 iken, 2011 yılında yüzde 58,1 olarak gerçekleştiğini vurguladı. Çelik, "Bu son derece önemli bir gelişme. Reform kendisini bu 3,5 yıllık süre içinde göstermeye başlamış diyebiliriz." ifadesini kullandı. Bakan Çelik, kurumun açığının GSYİH içindeki payının 2007 yılında yüzde 3 iken, 2011 yılında yüzde 2,9'a gerilediğini aktardı.

http://www.samanyoluhaber.com/ekonomi/Bakan-Celikten-kidem-tazminati-aciklamasi/804439/
#583
Yargıtay, sadece 'dört duvar arasını' özel hayat kapsamına almadı ve izinsiz çekilip yayınlanan mayolu fotoğrafın, 'özel hayata' girdiğine karar verdi.

İzmir'de plajda şezlonga uzanarak güneşlendiği sırada izinsiz fotoğrafı çekilen ve bir derginin kapağında yayınlanan bir kadın, "özel hayatının gizliliğinin ihlal edildiği'' gerekçesiyle fotoğrafı çeken kişi ve yayınlanan derginin sahibi hakkında dava açtı.

İzmir 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülen davada, mahkeme, "plajın gizli alan olmadığı, kamuya açık alan olduğu''nu belirterek sanıkların beraatlarına karar verdi. Temyize giden davada Yargıtay 12. Ceza Dairesi, kamusal alanda fotoğrafı çekilen kadının özel hayatının ihlal edildiğini belirterek yerel mahkemenin kararını bozdu.

Kaynak: AA
http://www.haber7.com/guncel/haber/906722-yargitayin-mayo-kararina-en-cok-kadinlar-sevinecek
#584
CarrefourSA, başörtülü Kızılay gönüllüsüne bile tahammül edemedi!



Bir süre önce ortağı Sabancı Grubu'yla gerginlik yaşayan Fransız perakende zinciri Carrefour, bir skandala imza attı.

Fransız Carrefour'un Türkiye'deki ortaklığı CarrefourSA'nın Kozyatağı şubesinde başörtülü olarak görev yapan Kızılay çalışanı kovuldu. Bu tavır, sivil toplum örgütleri ve insan hakları derneklerinin sert tepkisine yol açtı.

CarrefourSA ve Kızılay arasında imzalanan protokol kapsamında CarrefourSA Ramazan kumanyası hazırlayacaktı. Bu kumanyayı satın alan yardımseverler ihtiyaç sahiplerine ulaştırması için mağazanın bahçesine kurulacak Yardım Çadırı'nda Kızılay'a bağışlayacaktı. Kızılay Ataşehir Şubesi, protokole dayanarak Kozyatağı CarrefourSA'nın girişine çadır kurdu. Ancak görevli olarak CarrefourSA'nın Kozyatağı şubesine giden Kızılay personeli Elif Demirci, başörtülü olduğu için müdürün akıl almaz tepkisiyle karşılaştı.

MÜŞTERİ OLABİLİRSİN AMA ÇALIŞAMAZSIN

Elif Demirci, işini yaparken mağaza yetkililerinin yanına gelerek başörtüsü ile çalışamayacağını söylediklerini aktardı. Buna tepki gösterdiğini anlatan Demirci, "Müşteriler de başörtüsüyle giriyor dedim. 'Mağazaya girebilirsin ama stantta başörtüsüyle duramazsın. Başını açarsan çalışabilirsin' karşılığını verdiler. Ben de başımı açmayacağımı söyleyerek mağazadan ayrıldım. Hukuki süreç başlatacağım" diye konuştu.

ALELACELE İZNE ÇIKTI

Olay sosyalmedyada da büyük yankı uyandırdı. Twitter kullanıcılarının oluşturduğu 'CarrefourSAboykot' etiketi kısa süre içinde en çok konuşulan konular arasına girdi. Bu arada Elif Demirci'yi mağazadan atan Kozyatağı CarrefourSA'nın müdürüne ulaşılamadı. Olayın patlak vermesinin ardından müdürün alelacele izne çıktığı öğrenildi. CarrefourSA Kurumsal İlişkiler ve Hukuk Direktörü Merter Özay ise şirket olarak başörtüsüne karşı bir tavırları olmadığını ileri sürdü. Özay, "Bizim mağazalarımızda başörtülü çalışanlar var. Böyle bir ayrım yok. Olay tamamen mağazadaki personelin düşüncesizliğinden kaynaklanıyor. 8 bin çalışanımız var ve kontrol etmek zor oluyor. Hangi personelin hatası olduğunu araştırıyoruz. Ne gerekiyorsa yapacağız" dedi. Özay, konuyla ilgili Elif Demirci'yi ve Kızılay'ı arayarak özür dilediklerini söyledi.

28 Şubat'ın şımarttıkları

MAZLUMDER Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, bunun 'ayırımcılık ve nefret söylemi' olduğunu kaydetti. Ünsal, "28 Şubat atmosferinin şımarttığı yapılar eski keyfi dönemin devam ettiğin sanıyor. Ama Türkiye bunu aştı. Kınıyoruz çok ayıp bir şey" dedi.

KIZILAY: Sorumlu cezalandırılmalı

Kızılay yaptığı açıklamada inancından dolayı insana önyargılı yaklaşılmasının ve rencide edilmesinin kabul edilemeyeceğini vurguladı. Açıklamada, ''Hiçbir din, dil, ırk ve inanç ayrımı yapmadan çalışmalarını gerçekleştiren Türk Kızılayı'nın, gönüllüsü olsun olmasın bir insanın inancından dolayı o insana önyargılı yaklaşılmasını ve rencide edilmesini kabul etmesi mümkün değildir. Bu sebeple Kızılay yaşanan talihsiz olaydan sorumlu olan herkesi en ağır şekilde kınamaktadır'' ifadelerine yer verildi

Burası Fransa değil

Anadolu Aslanları İşadamları Derneği (ASKON) Başkanı Mustafa Koca, Carrefour'un yaptığının insan hakları ve demokrasiye aykırı olduğunu belirtti. Yeni anayasa çalışmalarının olduğu bir ortamda böyle bir davranışın çağ dışı kaldığını söyleyen Koca şöyle konuştu: "Bu tavır Carrefour'un Kızılay'a dolayısıyla da tüm Türkiye'ye yaptığı bir hakarettir. Bizim onlara gösterdiğimiz saygıyı Carrefour'unmarjinal düşünce yönetiminin de bizim inançlarımıza göstermesini bekliyoruz. Burası Fransa değil Türkiye."

Kurban da satılmasın

Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON) Başkan Yardımcısı Ahmet Ciğer, artık bu konuların konuşulmasını abes karşıladıklarını söyledi. Bu firmaların inançların ticari boyutunu kullanarak kâr elde ettiğini belirten Ciğer, "İşlerine gelince vatandaşın dini hassasiyetlerini kullanıyorlar. Madem dini konulara bu kadar karşılar o zaman Kurban Bayramı'nda kurban da satmasınlar. Kumanya da satmasınlar" dedi.

HABER: ZEYNEP CEYLAN

http://gundem.bugun.com.tr/carrefour-dan-basortusu-skandali-199640-haberi.aspx


Carrefour Kozyatağı yıllar sonra yeniden büyük mü büyük bir skandalla gündeme oturdu!

90'lı yıllarda Hıncal Uluç'un sık sık gündeme getirdiği Fransız Genel Müdür'ün uygulamaları yeniden revaçta.. Carrefour Kozyatağı'nda başörtülü stand görevlisinin kovulması STK'ların tepkisini çekti. Kapatılan HADEP'in Türk Bayrağı'nın indirildiği kongresinin ardından, Fransız asıllı yöneticisinin Türk Bayrağı'nı indirdiği Carrefour Kozyatağı bu kez başörtülü Kızılay görevlisi genç kızın kovulmasıyla gündeme geldi. Kızılay'ın gönüllü görevlisi Elif Demirci'nin Carrefour görevlileri tarafından kurumun bahçe dışarısına çıkarılması vatandaşların sert tepkisine neden oldu.

HINCAL ULUÇ'UN KÖŞESİNE KONU OLMUŞTU

23 Haziran 1996 tarihinde yapılan HADEP kurultayı sırasında PKK'lı teröristlerin Türk bayrağını indirmesinin tepkileri sürerken, bir hafta sonra Carrefour'un Kozyatağı şubesinde benzer bir olay yaşandı.
Carrefour'un Fransız Müdürü mağaza önündeki dev Türk bayrağını indirmeye yeltenmesi, grup bünyesinde çalışan güvenlik görevlilerinin sert tepkisine neden olmuş, çıkan tartışma adliyeye yansımıştı.
Aynı yıllarda sık sık, mağaza içinde dolaşan çocukları kulağından çeke çeke cezalandıran Fransız genel müdür "Hırsız Türkler" diye bağıra bağıra standlar arasında dolaştığı Gazeteci Yazar Hıncal Uluç'un köşesinde yer almıştı.

http://www.skyturk.net/haber/carrefour-kozyataginda-basortusu-skandali-gundem-103030.html


CARREFOURSA YETKİLİLERİNDEN İLK AÇIKLAMA GELDİ

Konuyla ilgili ulaştığımız CarrefourSA yetkilileri olayla ilgili akşam üzeri bir basın açıklaması gönderdi. Açıklamada; "Haberi büyük üzüntüyle okuduk. CarrefourSA'nın, bugüne kadar çalışanlarının, tedarikçilerinin, müşterilerinin dini inançları ya da yaşam tarzı tercihleri nedeniyle hiçbir şekilde sorgulaması veya buna bağlı bir ayrımcılığı söz konusu olmamıştır. Bundan sonra da olmayacaktır. Herkesin inancına, giyimine ve yaşam tarzına saygımız sonsuzdur. İçerenköy CarrefourSA mağaza çalışanımızın tamamıyla bireysel düşüncesini yansıttığı ve tasvip etmediğimiz bu hareket, CarrefourSA'nın ilkelerini ve prensiplerini kesinlikle yansıtmamaktadır. İlk değerlendirmelerin ardından çalışanımız, bir daha benzeri bir olaya sebebiyet vermemesi için uyarılmıştır." denilerek, olayın mağduru Elif Demirci'ye ulaşılıp, özür dilendiği belirtildi.

http://www.samanyoluhaber.com/gundem/CarrefourSA-basortulu-elemani-calistirmadi/802081/


CarrefourSA bunu hep yapıyormuş



CarrefourSA'nın İçerenköy şubesinde başörtüye karşı gösterilen yobaz tavrın diğer şubelerinde yaşandığı ortaya çıktı. Elif Demirci isimli başörtülü Kızılay gönüllüsünün, bahçelerine kurulu Kızılay'ın yardım çadırında çalışmasına izin vermeyen CarrefourSA'nın diğer birçok şubesinde de başörtüsüne karşı yobaz bir tavır takındığı anlaşıldı.

32 yaşındaki fotoğraf ve ebru sanatçısı Rabia Özışık da CarrefourSA'nın hışmına uğrayan başörtülülerden. Özışık'la ramazan ayı dolayısıyla mağazalarında ebru etkinliği yapma konusunda anlaşan firma, daha sonra başörtüsünü gerekçe göstererek bu etkinlikten vazgeçti.

YİNE CARREFOURSA YİNE BAŞÖRTÜSÜ DÜŞMANLIĞI

Bursa'nın tarihi Irgandı Köprüsü ve Bursa Kent Meydanı AVM de kişisel fotoğraf sergisi açan Özışık'a CarrefourSA yetkilileri mağazalarında sergi açma teklifinde bulundu. Teklifi kabul eden Özışık, CarrefourSA yetkilileriyle her konuda anlaştıklarını hatta sergi açılacak tarihlerin bile belirlendiğini; ancak daha sonra ise başörtülü olduğu gerekçesiyle bu programın iptal edildiğini söyledi.

Bu durum karşısında neye uğradığını şaşıran Özışık, 'Carrefour mağazaları olarak Ramazan da ebru etkinliği yapacaklarını ve bunu benim yapmamı istediklerini söylediler. Şartlarımızı konuştuk, son derece keyifli bir görüşme oldu. Etkinlik 'anne-kız ebru etkinliği' olacaktı. Malzemeden ulaşıma, saatten ücrete kadar konuşup bir neticeye vardık. Etkinlik ramazanın ilk cumartesisi bir de 4 Ağustos Cumartesi günü olarak belirlendi. Ancak perşembe sabahı (19 Temmuz) yani etkinlikten kısa bir zaman evvel telefonla arandım ve 'Rabia Hanım, başörtülü olduğunuz için sizinle çalışmamız mümkün değilmiş' denildi.

Başörtüsüne karşı takınılan bu olumsuz tutuma alışık olduklarını belirten Özışık, CarrefourSA'nın ikiyüzlülüğünü ise şu sözlerle dile getirdi: 'Carrefour hem ramazan ayı diye hem de Türk-İslam sanatı diye ebru etkinliği yapmaya kafası alıyor da ebru eğitmeninin başörtülü olabileceğini niçin hesaba katmıyor? Ya da madem anne-kız etkinliği yapacağız gelen müşterilere de aynı muamele yapma cesaretini gösterebilecek miydi merak ediyorum açıkçası?

BİR SKANDAL DA ACIBADEM CARREFOUR'DA

CarrefourSA'nın ülke genelindeki birçok şubesinde başörtülülere karşı hasmane bir tutum sergilendiği anlaşıldı. İçerenköy CarrefourSA'da yaşanan başörtüsü düşmanlığının ortaya çıkması aynı uygulamaya maruz kalanları harekete geçirdi. CarrefourSA'nın mağdur ettiği birçok isim başlarından geçen olayları anlatarak CarrefourSA'nın başörtüsüne karşı bakış açısını ortaya koydu.

Recep Çelik isimli turizimci de başından geçen olayı şöyle anlattı: 'Carrefour politikasında başörtülüye çalışmaya yer yok .Bırakın kendi elemanını, firmaların tanıtım için yolladığı elemanların başörtüsüne bile müsaadesi yok. Ben Motta pastanelerinin bir franchise olarak Acıbadem Carrefour express in pastane kısmını işlettim. Bir dönem işçi sorunundan eşim dükkan ile ilgilendi, başörtülü olduğundan müdürler çıkarttılar. Yok müşteri şikayet ediyor, yok bizde böyle çalışamaz. Her gün baskı stres, sonra ben madem böyle bir politika var, bunun yazılı bir metni olmalı, getirin uygulayalım dediğimde yazılı hiçbir şey veremediler. Sonuçta biz oraya bir para yatırmışız, ama kendi işletmemizde bile eşim bulunamıyordu. Direnmem karşısında bu sefer ürünlerimize raporlar, şikayetler yaptı işletme müdürleri. Ürünlere bozuk, şu bu raporlarlar ve eşimin de psikolojik olarak çok etkilenmesinden Motta'ya yerimi devretmesi için iade ettim.

http://yenisafak.com.tr/Gundem/?t=25.07.2012&i=396849



CarrefourSA'ya BBP'lilerden başörtüsü tepkisi: Alışveriş yapmayın



BURSA (CİHAN)- Kızılay'ın Ramazan kumanyalarının ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması için işbirliği protokolü imzaladığı gönüllü çalışan Elif Demirci'yi başörtülü olduğu gerekçesiyle kovan CarrefourSA'ya tepkiler sürüyor. Büyük Birlik Partisi (BBP) Bursa İl Teşkilatı CarrefourSA önünde düzenlenen basın açıklaması ile olaya tepki gösterdi.

CarrefourSA önünde toplanan BBP'liler vatandaşlardan duyarlı olmalarını istedi. Basın açıklaması yapan BBP Bursa İl Başkanı Ömer Ünsal, "Hazırladığı Ramazan paketleriyle Müslüman tüketicinin cebindeki parayla beraber, yaptığı fiiliyatla onun onuruna da göz diken CarrefourSA, 'yardım' için işbirliği protokolü imzaladığı Kızılay'ın başörtülü personelini 'istenmeyen kişi' ilan ederek O kardeşimizin nezdinde bütün Müslümanlara hakaret etmiştir." dedi.

İhtiyaç sahiplerine yardım dışında bir amacı olmayan başörtülü bayana gösterilen tepkinin CarrefourSA yöneticilerinin Müslüman'a bakış açısını da ortaya koyduğuna işaret eden Ünsal, şöyle devam etti: "Sizden milyonlarca Müslüman alışveriş yapacak, para kazanacaksınız. O zaman ayrım yapmayacaksınız. Lakin hayırsever bir vatandaşımız hizmet için orada bulunacak onu istemeyeceksiniz. Bunun adı riyakârlıktır. Kendi personeliniz bile olmayan bir vatandaşa hem de Müslüman bir ülkede yakışmayan bir tepki gösteremezsiniz. Bu tepkinize unutmayın ki Türk milletinin tepkisi daha farklı ve etkili olacaktır."

CarrefourSA tarafından izlenen politika ile Müslümanların duyguları ve cebinin sömürüldüğünü savunan Ünsal, "Sizin AVM'lerinizde başörtülü bayan çalıştırmadığınızı da biliyoruz. Bu sizce normaldir ama bu ülkede bu duruma biz Fransız kalamayız." şeklinde konuştu. Buna müsaade etmeyeceklerini altını çizen Ünsal, "Herkes haddini bilecek bulunduğunuz yerde kuralları keyfi koymayacaksınız. Bu millet bilsin ki; sizin gayeniz sadece para kazanmak değil, bu toplumun değer yargılarıyla da oynamaktır." diye konuştu

Bu durumları Türk hükümetinin de görerek, yabancı sermayenin Türkiye'ye getirilmesinde Müslüman Türk'ün özüne uyulması konusunda kanunu çıkarılmasını isteyen Ünsal, şöyle devam etti: "Olayın kahramanı genel müdüre gelince; sadece Elif Demirci'den değil, onun şahsında Müslüman Türk milletinden özür dilemesini bekliyoruz. CarrefourSA'nın Hıristiyan Fransa gibi değil, Müslüman Türk gibi düşünmesini istiyoruz. Ya bu ülke insanına hizmet için bizim inançlarımıza uygun hareket edersiniz, ya da sizin gibi düşünen ülkelerde faaliyetinizi yaparsınız."

İnançlarına karışmamalarına rağmen hiçbir Müslüman'ın üzerinde de tahakküm kurmalarına asla izin vermeyeceklerinin altını çizen BBP Bursa İl Başkanı Ömer Ünsal, sözlerini şöyle sürdürdü: "BBP Bursa İl teşkilatı adına son olarak şunu söylemek isterim ki; CarrefourSA Müdürü, kendini Fransa'da zannediyor sanırım. Elif Demirci'yi 'istenmeyen kişi' ilan etmişse biz de o zatı ve CarrefourSA'yı hakaretlerinden dolayı ülkemizde istemiyoruz. Vatandaşlarımızı bu tip uygulama yapan yerlerden alışveriş yapmamalarını ve tüm sivil toplum kuruluşlarına bu konuya hassasiyetle eğilmelerini bekliyoruz."

Basın açıklamasının ardından partililer ve vatandaşlar sessizce olay yerinden dağıldı.

http://www.stargundem.com/ajanslar/carrefoursaya-bbplilerden-basortusu-tepkisi-alisveris-yapmayin-22621.html


Saçmalıklar ülkesi, M.Nedim Hazar, Zaman Gazetesi

New York sokaklarında tuhaf bir manzara var. Herkesin elinde bir telefon ya konuşuyor ya da birilerine mesaj yazıyor. İnsanlar eskiden de bu kadar aceleci miydi yoksa son devir neslinin hep bir yerlere yetişecekmiş gibi acelesi var tam anlayabilmiş değilim.

Bizdeki AVM'ler de Manhattan caddelerine benziyor. Herkes meşgul, herkesin acelesi var, herkes birileriyle konuşuyor, birilerine bir şeyler yazıyor. Üstelik caddeler gibi özgür mekanlar değil alışveriş merkezleri. Belli bir güvenlik aşamasından sonra giriyorsunuz. Yürüyen merdivenleri gibi modern çağın en büyük zulümlerinden birini aştıktan sonra gitmek istediğiniz yere varıyorsunuz. Geçenlerde bir AVM'ye girerken arkadaşımın uyarısıyla vazgeçtik. 'Mescit yok' dedi. 'Eğer girersek 3 saat orada esir kalacağız..' Girmedik...

Bünyesine ibadethane koymamakta ısrar eden alışveriş merkezlerinden biri, belki de birincisi -sanırım- CarrefourSA.
Şüphesiz bir yabancı yatırımcı olan Fransa (ve dolayısıyla Carrefour'dan) aşırı hassasiyet beklemek safdillik. Ancak Türk ortağı Sabancı'ların nasıl bir aile olduğunu bütün ülke biliyor. Merhum Sakıp Ağa'nın şahsında sembolleşen, Anadolu'ya has bir hasbilik, samimiyet ve yerellik var Sabancı ailesinde. En azından bendeki algı böyle. İş bu nedenle CarrefourSA'lardaki mescit karşıtlığını anlamakta hep zorlandım.

Geçtiğimiz gün yaşanan üzücü bir gelişme ise bu kurum hakkındaki kanaatlerimi kökten değiştirdi. Her ne kadar yasak savma kabilinden açıklama yapılıp, 'olayın bireysel olduğu ve yapan arkadaşın kınandığı' söylense de derinlerde başka bir sıkıntı var. Belki bunu kişiselleştirmekten ziyade bir zihniyeti masaya yatırmak gerekiyor.

İnançlı insanları her yerde kovalamayı, sıkıştırmayı ve saf dışına bırakmayı hayatının gayesi edinmiş, Nazi dönemindeki gibi bir tür 'düşman avı'na dönüştüren bir kitle var maalesef. Düşünsenize, en az sizin kadar özgür ve vatandaş olan bir kadını, sırf başını örtüyor diye bir alışveriş merkezinden kovabilecek kadar cüretiniz var! Bu densizliği yapabiliyorsanız, demek ki ya kurumsal olarak size hoşgörü gösteriliyor ya da bazı gerçekleri algılamaktan acizsiniz.

İşin 'Nazist' kısmına bakan yönü böyle. Bir de başka şeyler var.

Şu; son dönemde operalara mescit, Çamlıca'ya şöyle büyük bir cami, bilmem nereye padişahları kıskandıracak ibadethane gibi açıklamalar işitiyoruz sevgili yetkililerden. İbadethane öncelikli olarak ihtiyaç üzerine açılır. Benim bildiğim, olması gereken böyledir. Bugün opera-bale salonlarından çok daha öncelikli olarak AVM'lerde ibadethanelere ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Çamlıca'ya cami yapmaktan çok daha acil ve önemli hem de...

Adı üstünde ihtiyaç. Tıpkı yemek/içmek gibi, bedenin ihtiyaçlarını gidermek gibi mekanlar nasıl zorunluysa, ruhun ihtiyacını giderecek mekandır ibadethaneler.

LYS sonuçları açıklandı. Milyondan fazla öğrenci geleceğine dair tercihler yapıyor bugünlerde. Ve siz biliyor musunuz, bir kitle var ki tercihlerini puanlarına göre değil, giyim kuşamına göre yapıyor. Başı örtülü diye, 'şurada okusam da çalıştırmazlar, buradan zaten mezun etmezler' diye fakülte eliyor tesettürlü çocuklarımız. Ve biz, başörtüsü sorunu çözüldü diye kendi kendimizi kandırmaya devam ediyoruz. Birileri AVM'lerden kovunca çocuklarımızı da öfkeleniyoruz.

Seçecekleri mesleği başarı ve hayallerine göre değil, giyim kuşam tercihlerine göre yapmak zorunda kalan bir ülkenin evlatlarını, çarşıdan pazardan kovan densizlere çok kızmamak lazım. Bu zihniyeti besleyip büyüten şirket ve kurumlara da. Acı ama böyle...

n.hazar@zaman.com.tr
http://twitter.com/nedimhazar
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1322777&title=sacmaliklar-ulkesi
#586
Fırından ekmek almadan önce dikkat etmemiz gereken bir durum var. Eğer aldığınız ekmek balon gibi şişirilmişse o zaman bilin ki sizi ve sevdiklerinizi bekleyen bir tehlike var.

İstanbul Yemek Sanayicileri Derneği (İYSAD) Başkanı Sadık Çelik, Türkiye'de ekmeğin üretim aşamasında kullanılan yoğun katkı maddelerinin önemli sağlık sorunlarını beraberinde getirdiğini belirtti. Çelik, ekmeğin, şeker hastalığının ortaya çıkmasında birinci derecede etken olduğunu, obeziteye yol açtığını ve kanseri tetiklediğini söyledi.

Bütün dünyanın terk ettiği beyaz unun Türkiye'de ekmek üretiminde kullanıldığını söyleyen Sadık Çelik, "Ekmek konusunda Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından çok önemli adımlar atıldı, daha da ileri adımlarla, hedeflenen düzeye getirilmeli, dünya standartlarına ulaşılmalıdır. Artık eski alışkanlıklarımızdan vazgeçmeliyiz. Balon gibi şişirilmiş, içi boşaltılmış ekmeklerin dayanıklı olmaları için 10 çeşit kimyasal madde bilinçsizce kullanılmaktadır. Bu kimyasalların kansere yol açtığı uzmanlar tarafından belirtilmektedir" dedi.

SAĞLIKLI OLAN TAM BUĞDAY UNU

Ekmeğin tuzunun azaltılmasının ya da 650 randımanlı undan yapılmasının sağlık açısından yeterli olmadığını söyleyen Sadık Çelik, "1948'de Marshall yardımı ile hayatımıza giren ruşeymi ve kepeği çıkartılmış beyaz undan ekmek üretimine son verilmeli. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve yerel yönetimler tam buğdaydan öğütülmüş undan ekmek tüketimini özendirerek halkı bu konuda bilinçlendirmeli, fırınlardaki ekmek üretim reçeteleri bu yönde değiştirilmelidir, ekmekler doğal hamur ekşisiyle mayalanmalıdır. Öncelikle halkın temel gıda maddelerinden olan ekmeğin sağlıklı hale getirilmesi gerekir" ifadesini kullandı.

http://www.haber7.com/saglik/haber/899151-bir-gida-skandali-da-ekmekte-cikti
#587
4+4+4 Eğitim sistemine geçildikten sonra hangi okulun yola ne şekilde devam edeceği, özellikle birbirine yakın okulların hangisinin ilköğretim okulu, hangisinin ortaokul olacağı ya da hangilerinde karma eğitim verileceği merak konusu olmuştu. Konuyla ilgili olarak Milli Eğitim Bakanlığı'nın il ve ilçe bazında hazırlamış olduğu listede tüm okulların 2012-2013 eğitim yılına ne şekilde başlayacağı belirtiliyor. Listeyi görmek için aşağıdaki linke tıklayınız:

https://mebbis.meb.gov.tr/KurumListesi.aspx
#588
İstanbul'da 81 ilden gelen vatandaş bir arada yaşıyor. TÜİK'in "Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi" kapsamında yapılan araştırma neticesinde İstanbul'da en fazla Sivaslının olduğu tespit edildi. Peki ilçeler bazında durum nedir? Hangi ilde hangi şehirden gelenler fazla? Bu tür soruların cevaplarını aşağıdaki linklere tıklayarak öğrenebilirsiniz:

http://tuikapp.tuik.gov.tr/adnksdagitapp/adnks.zul?kod=4
http://www.tuik.gov.tr/VeriBilgi.do?alt_id=38
http://www.tuik.gov.tr/AltKategori.do?ust_id=11
#589
Efendim, başlıkta gördüğünüz 'öğleden sonra günaydın' sözü, batılıların kullandığı rivayet edilen 'Good morning after supper' (akşam yemeğinden sonra günaydın) şeklindeki sözün Türkçedeki karşılığı olup, öğretmenlerin sınıflara öğleden sonra girdiklerinde kullandıkları 'tünaydın'la -ki, neden tünaydın dediklerini anlamak da mümkün değildir zaten- herhangi bir alakası yoktur.

Mevzuunun önemini daha sağlıklı bir şekilde vurgulayabilmek için, 'ba'de harab'ü-l Basra' (Basra harap olduktan sonra) da denilebilirdi. Ama KKTC'de milletvekilliği, milli eğitim bakanlığı, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı görevlerinde bulunmuş Mehmet Ali Talat'ın: "Cenaze namazı kıldıracak bir imamımız dahi yok!' şeklindeki sözleri için, 'öğleden sonra günaydın' daha uygun kaçıyor.

Mehmet Ali Talat, 'Türkiye kaynaklı muhafazakarlaştırma faaliyetleri' iddiaları üzerine konuşurken şunları söylemiş: "İmamlar meselesi bizim kanayan yaramızdır ve bu sorunun çözülememiş olmasının nedeni soldur. Cenaze namazı kıldıracak bir Kıbrıslı Türk imam yok. Bu bir sorundur. Bunu biz çözmeliydik. Bunu altı yılda yapabilirdik. Takıntılarımıza boğulduk ve yapamadık."

Son nüfus sayımına göre 295 bin kişinin yaşadığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, dini açıdan -tabir caizse- çorak bir alan.

1974 öncesi çeşitli sebeplerle baskı altında bulunan dini hayatın Barış Harekatı'ndan sonra rahatlayıp gelişebileceği yönündeki beklentiler, ne yazık ki gerçekleşmedi.

Kıbrıs Türklerinin mücadelesi sürecinde ön plana çıkarılan Müslümanlık, bağımsızlık kazanıldıktan sonra her nedense geri plana itildi. Daha da vahim olmak üzere, 'Kuzey Kıbrıs bir tür laboratuar olarak mı kullanılıyor' sorusunu sorduracak gelişmeler yaşanmaya başlandı.

Kuzey Kıbrıs'daki camiler kapatılmaya, kütüphane hatta nikah dairesi yapılmaya başlandı. Dinlerini öğrenmek isteyen insanların bu ihtiyaçlarını karşılayabilecek herhangi bir girişime kesinlikle müsaade edilmedi.

Konu, Türkiye'deki konuya hassasiyetle yaklaşan çevreler tarafından her dile getirilmeye çalışıldığında, başta merhum Rauf Denktaş olmak üzere KKTC yöneticileri tarafından genellikle duymazdan gelindi.

Türkiye'deki dindar çevreler tarafından da takdir edilen; çeşitli yayın organlarında kendisinin de dindar olduğunu ihsas edecek türden yazıları yayınlanan bir isim olan Rauf Denktaş'ın KKTC Cumhurbaşkanı iken söylediği: "İslam Dini'ni İngilizlere ayıp olmasın diye baskı altında tuttuk" mealindeki söz, Kuzey Kıbrıs'daki durumun sebepleri hakkında ipucu olabilecek nitelikteydi.

Özellikle rahmetli Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ın KKTC'de İslam Dini'nin öğrenilmesi ve öğretilmesi hususunda yoğun gayretler gösterdiği ve Başbakan olduğu sırada, KKTC'de imam-hatip okulu veya ilahiyat koleji açılabilmesi için çok uğraştığı bilinmektedir.

KKTC halkı şu anda belki de yakın tarihte yaşananlardan daha da ciddi bir durumla karşı karşıya. Yöneticilerin son dönemlerde din eğitim-öğretimi ile ilgili atmaya çalıştıkları kısıtlı adımlar bile, başını bazı öğretmenlerin çektiği din karşıtı gruplar tarafından engellenmeye çalışılıyor.

Geçtiğimiz yıllarda, yaz aylarında açılan Kur'an kurslarını engellemek için çeşitli girişimlerde bulunan bu kesimler, şimdi de KKTC Eğitim Bakanlığı'nın açmaya niyetlendiği ortaokul seviyesindeki İlahiyat Koleji'ne mani olmak için harekete geçmiş durumdalar.

KKTC halkının dinini öğrenmesi yönünde atılan adımları, 'Türkiye kaynaklı muhafazakarlaştırma faaliyetleri' iddiasıyla engellemeye çalışanların,  oldukça da dolgun olan maaşlarının Türkiye'den gönderilen paralarla ödenmesi konusunda ise, herhangi bir itirazları yok...

KKTC yöneticileri, İslam'dan bilinçli bir şekilde uzak utulmaya çalışılan genç kesim sebebiyle, ayaklarının altındaki toprağın nerdeyse tamamen kaydığının farkında mıdırlar acaba?..

Eğer farkında iseler; daha fazla vakit kaybetmeden, şımarık bir güruhun KKTC'yi karanlığa doğru sürükleme faaliyetlerine dur demeyi başarmak zorundalar!..

Ekrem Kızıltaş - Haber 7
ekremkiziltas@gmail.com
http://www.haber7.com/yazarlar/ekrem-kiziltas/894355-kktc-ve-islam-ogleden-sonra-gunaydin
#590
Kürt sorununda yeni bir sürecin eşiğinde olduğumuz gittikçe netleşiyor.

Kılıçdaroğlu'nun çıkışı, ABD'nin etkin bir biçimde devreye girmesi, Talabani'nin çabalarını yoğunlaştırması; hükümetin seçmeli Kürtçe atağı ve nihayet Leyla Zana'nın son açıklaması bir arada ele alındığında, önümüzdeki dönemin silahların susması ve demokratik reformların hızlanması noktasında iyi şeylere gebe olduğunu söylemek hayalcilik gibi görünmüyor.

Çoktandır susan Zana'nın Hürriyet'e verdiği röportaj tesadüf değil. Zana bu söyleşide hem Kandil'e hem BDP'ye hem de hükümete önemli mesajlar veriyor. Kandil'e örgütün 1999'da gerçekleştirdiği temel politika değişikliğini hatırlatıp "Bağımsız Birleşik Kürdistan mücadelesi yerine Türkiye ile birleşik yaşam politikası hakim olduğuna göre ve bu değişiklikle birlikte amaç yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve demokratikleşme haline dönüştüğüne göre, şiddetin sürmesini ve gençlerin ölmesini artık hiçbir vicdanın kabul edemeyeceğini" söylemesi bu konuşmanın en önemli noktası.

Yaptığı önemli açıklamalardan bir başkası da, tüm tartışmaların zemininin Meclis olması gerektiğine işaret etmesi. Bu da onun, mücadelenin demokratik karakterine ve sorunun şiddetle değil meşru zeminde siyaset yaparak çözülebileceğine vurgu yapması anlamını taşıyor.

Bunların yanı sıra, Zana'nın en önemli mesajlarından biri de PKK-BDP çizgisinin AK Parti'ye karşı izlediği düşmanca politikalara karşı çıkışı... Zana zor bir iş yapıyor. PKK-BDP'nin uzun süredir Kürt kitleler arasında propagandasını yaptığı "en büyük düşman AK Parti" çizgisine başkaldırıyor. BDP'nin sistemli bir şekilde oluşturduğu bu psikolojik ortamda, "iktidar işbirlikçisi, etnik hain" gibi yaftalamaları göze alarak yapıyor bunu. Nitekim Demirtaş'tan anında gelen tepki de Zana'nın BDP'nin en hassas noktasına vurduğunu ortaya koyuyor. BDP Başkanı asabi bir dille "Her kim ki 'Başbakanın çözeceğine umutluyum' diyorsa kendini kandırır, sadece kendini aldatır. Başka kimseyi peşine takamaz olsa olsa bu saflık olur. Bu, bir AK Partili gibi düşünmektir. Başbakanın söylemleri eylemleri ortadadır. Hangi politikası bizde umut yaratabilir? Çözüm umudu başbakanda değil, halktadır halkta" derken, bir kez daha BDP için tek önemli meselenin AK Parti ile aralarındaki siyasi rekabet olduğunu; bu rekabet yüzünden AK Parti'nin yaptığı olumlu işleri görmenin ve göstermenin BDP tarafından ölümcül bir tehlike olarak algılandığını ortaya koyuyor.

Tek yol reform

Her an kötü sürprizlerle karşılaşabileceğimiz; her an her şeyin tersine dönebileceği kaypak, tehlikeli bir zeminde olduğumuzun farkındayız. Yarın, kanın sürmesinden medet uman bir gücün girişeceği büyük bir provokasyonla her şey tersine dönebilir ya da bugün "Erdoğan'ın bu sorunu çözeceğine inanıyorum" diyen Zana yarın, kısa bir süre önce söylediği sözlere geri dönüp silahlı mücadelenin Kürtler'in sigortası olduğunu tekrarlayabilir.

Ama hükümet demokratik reformları sürdürmeye devam ettikçe, geri gidişlerin istisna, barış zemini inşasının ise kalıcı olacağını görmek zor değil. Her bir iyileştirme bu zemini daha da güçlendirecek, PKK'yı daha çok sıkıştıracak ve varlık nedenini ortadan kaldıracak, BDP'nin bugün izlediği siyasi çizgiyi etkisizleştirecektir.

Kan dökülmeye devam etse de, gittikçe daha net ortaya çıkıyor ki terörün panzehiri demokrasidir. Zana'yı böyle konuşturan şey AK Parti iktidarının gerçekleştirdiği reformlardır. Zana, AK Parti'yi baş düşman ilan eden BDP çizgisine karşı çıkışıyla, aslında bölge insanının duygularına tercüman olmuştur.

Zira bölge Kürtler'i, BDP'ye oy verenler de dahil büyük bir kesim, devletin resmi Kürt politikasını değiştiren, cumhuriyet tarihinin en önemli reformlarına imza atan bir hükümetin "baş düşman" ilan edilmesini asla anlamıyor, hak vermiyor ve hazmedemiyor.

İnsanların kendi hayatlarında yaşadıkları, gözleriyle gördükleri gerçeklerle hiçbir şekilde örtüşmeyen, sağduyularına bu kadar ters gelen bu politikayı -istedikleri kadar etnik bilince sahip olsunlar- içselleştirebilmeleri mümkün mü?

http://gundem.bugun.com.tr/bdp-nin-bas-dusman-ak-parti-cizgisine-karsi-isyan-195628-makalesi.aspx
#591
'Anneler Günü' yabancılardan alınan bir âdet midir?, Ahmed Şahin, Zaman Gazetesi

'Kutladığımız Anneler Günü, yabancı âdeti midir?' diye soran okuyucuma:

Senenin tek gününü, Anneler Günü ilan etmek belki bir yabancı âdetidir, ama tümüyle de İslam'a aykırı düşen bir yabancı âdeti de değildir. Belki, eksik bir âdettir demek mümkündür. Çünkü İslam, senenin tek gününü değil belki hayatın tüm günlerini Anneler Günü olarak ilan eder, ömür boyu annelere sevgi ve saygıyı emreder.

Anneler Günü, çocuğun yaş günü, hanımla beyin evlilik yıldönümü gibi daha ziyade dışarıdan gelme yabancı âdetler, aslında iyiliklere vesile yapılabilecek âdetlerdir.

Mesela Anneler Günü'nde annelerin elleri öpülüyor, yaşlıların gönülleri alınarak memnun ediliyorsa... Yaş gününde çocukların sevinecekleri bir doğum günü toplantısıyla arkadaşlarıyla mutlu olmaları sağlanıyorsa, evlilik yıldönümünde taraflar geçmişi bir daha hatırlıyor, aradaki sevgi, saygı yenileme imkânı buluyor, komşular bu vesilelerle bir araya gelerek kaynaşmalar söz konusu oluyorsa... Neden bunlar 'yabancılara aittir' denerek hemen reddetme mecburiyeti duyulsun?

İslami hayat zevksiz, neşesiz ve eğlencesiz değildir. Sınırı aşmamak, ölçüyü taşmamak, israfa ve harama girmemek şartıyla İslami hayatın da zevki, eğlencesi ve neşeli toplantıları olacaktır elbette.

Nitekim Efendimiz (sas) Hazretleri'nin doğumunu senelerdir Kutlu Doğum adıyla kutluyoruz. Bu vesile ile toplantılar yapıyor, hayırlara vesile kılıyoruz. Kimse de İslam'da doğum günü kutlaması yoktur demiyor. Çünkü harama değil hayra vesile kılınıyor, günah değil sevaplar işleniyor bu vesilelerle...

Bu anlayış içinde Anneler Günü'nü de mahzurlu görmeyiz... Ancak onu düzelterek, İslam'a uygun hale getirerek benimseriz. Yani senenin tek günü değil, hayatın tüm gününü Anneler Günü kabul ederiz... Böylece yabancıdan aldığımız eksik bir âdeti tamamlayarak bünyemize ithal etmiş sayılabiliriz.

Bazılarındaki gibi, yabancılardan gelen her şeyi hemen sahiplenmek nasıl yanlışsa, hemen karşı olmak da öyle yanlıştır. Doğru olanı, önce bir incelemek, faydalı olanı almak, zararlı olanı atmak olmalıdır. İslam'ın bize makul telkini budur.

Bu konuda Efendimiz (sas) Hazretleri'nden fevkalade değerli ve düşündürücü muhteşem bir yabancıdan kandil alma örneği bize ışık tutmaktadır.

Sahabenin ileri gelenlerinden Temimdari, Şam'daki Hıristiyanların kullandıkları zeytin yağı ile yanan bir kandili getirip ilk olarak Resulullah'ın mescidinin tavanına asmıştı. Görenler, 'Resulullah'ın mescidine yabancıların kullandıklarını mı asıyorsun?' gibilerden sitemde bulunmuşlardı. Müslümanlar, o günlerde yaktıkları hurma yapraklarıyla aydınlatıyorlardı mescidi. Akşam namazında mescide gelip de bir çanak içindeki yanan fitilin külsüz dumansız etrafı aydınlattığını gören Efendimiz (sas) Hazretleri, tebessüm ederek sordu:

- Kim getirip de astı bu kandili mescidimize?

- Temimdari, Şam'daki Hıristiyanlardan alıp getirdi... dediler. Herkes bir azarlama beklerken Resulullah'ın eşsiz iltifatı şöyle oldu:

- Temimdari, getirdiğin bu kandille sen bizim mescidimizi aydınlattın, Allah da senin kabrini aydınlatsın!..

Bununla da kalmadı, daha da çarpıcı açıklamada bulundu:

- Faydalı bir buluş, Müslüman'ın cebinden düşürdüğü malı gibidir. Kimde bulursa hemen sahip çıkıp alır. Yeter ki o şey faydalı olsun, içeriğinde haram ve günah bulunmasın...

Hıristiyan'dan alınan böylesine faydalı bir kandil örneği varken, yabancıdan gelen âdetler alınır mı, alınmaz mı diye sorulmamalı da, belki yabancıdan gelen bu âdetler faydalı mı, değil mi diye incelenmelidir. Faydalı ise cebinden düşürdüğü malı gibi sahip çıkılmalı, zararlı ise atılıp uzak kalınmalıdır...

Mescid-i saadete asılan bu kandil örneği, İslam'ın çağdaş anlayışını anlatan muhteşem bir misal olarak ufkumuzda asılı durmaktadır.

Soru sahibi kardeşim bu anlayışla bakabilir Anneler Günü'ne desem, yanlış söylemiş sayılır mıyım bilmem?

a.sahin@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1287826
#592
Sezaryen çocuğun kaderini tahriptir, Mehmet Ali Bulut - Haber 7

Anlatacağım hikâyenin değişik versiyonları olabilir. Ben bende kayıtlı olanı -ki binlercesi kayıtlıdır bende- aktaracağım.

Kırlarda gezintiye çıkmış bir adam, yorulup da bir çalının gölgeliğine oturunca, çalının dalında, küçük bir kozanın varlığını fark eder.

Bu bir kelebek kozasıdır ve tam da o anda kelebek kozadan çıkmaya çalışmaktadır. Adam, bir kelebeğin dünyaya gelmesine ilk defa tanıklık edeceği için heyecanlanır. Onu izlemeye koyulur...

Saniyeler dakikalara, dakikalar saatlere yer bırakır ama kelebek bir türlü kozadan çıkmayı başaramaz. Sonunda adamın da sabrı biter ve şöyle düşünür:

"Kelebek dışarı çıkmak için tüm çabasını harcadı ama başaramadı. Ben insanlık görevimi yapmalı ve onun kozadan çıkmasına yardım etmeliyim."

Ve cebinden çakısını çıkarıp, usul usul, kelebeğin çıkacağı deliği açmaya, genişletmeye başlar. Nitekim de bir iki dakika içinde kelebek kolayca dışarı çıkıverir. Fakat zavallı kelebeğin bedeni kuru ve kanatları buruş buruştur!

Adam kozadan çıkıp yere düşen kelebeğin, kanatlarını düzeltip uçmasını nafile bekler. Yazık ki kelebeğin ne buruşuk kanatları açılır ne de vücudu narin ve zarif halini alır.

Adamın bütün iyi niyetine ve yardımseverliğine rağmen anlayamadığı şu olmuştur: Kozanın kısıtlamasına karşın kelebeğin daracık bir delikten dışarı çıkmak için göstermesi gereken çaba, kelebeğin vücuduna can yürümesi ve kanatlarının ütülenip açılması için zorunlu kılınmış ilahi bir yasadır!

Kelebeğin, kozanın o dar çıkış yolundan geçerken yaşayacağı tüm sancıları, ağrıları ve ıstırapları onun, yaşamını türünün tüm özelliklerine uygun yaşayabilmesi içindi. Ama büyük bir şansızlık sonucu, bir insanoğlu ona "sezaryen" uygulayıp dünyaya o şekilde gelmesine yardımcı(!) olmuş ve böylece kelebek olup göklerde pervaz etmesi gereken bir tırtılı, tırtıl bile olamayacak özürlü bir hale çevirmiş yerde sürünmeye mahkûm etmiştir.

*  *  *

Esasında, kıssadan hisse babından "Sezaryen doğum tam da böyle bir şeydir!" desem, çocuklarını sezaryenle dünyaya getiren annelerin ne yaptıklarını anlatmış olurdum ama yine de biri iki şey daha aktarmada yarar var.

(...)

Esasında sezaryen, çocuğa yapılan büyük bir haksızlıktır. Onun kaderine cahilce müdahaledir, tahriptir; Bir kere, daha işin başında, bir şeyi elde etmek veya hakkını vermek gibi bir çabadan mahrum ediliyor çocuk. Hayata gelmek için bir direnç bir çaba göstermesi gereken yavruyu, siz bilmem hangi estetik kaygıyla ondan mahrum ediyorsunuz. Hayata gelmek için çaba göstermeye gerek duymayan bir insan, ne için direnç gösterecek ki... Yarın bir gün en ufak bir dirençle karşılaştığında ya kendisine zarar verecek ya sana. Kendi emeğine bile saygısı olmayacak.

İkincisi sezaryen bebeklerde ne annede ne çocukta aidiyet fikri oluşuyor. Baba ve anne hukuku öyle bir sıbğadır ki insan yetmiş yaşına da gelse babasına ve annesine karşı bir çekinme, bir incitmeme, bir saygı hali taşır.  2009 yılında üniversiteli genç bir kızın, annesini planlı şekilde öldürmesiyle gündeme gelen 'anne katili evlatlar' çerçevesinde medyaya düşen bir istatistikte -yanlış hatırlamıyorsam-  son beş yılda gerçekleştirilmiş 30 anne cinayetinin 29'unun sezaryen doğumlu çocuklar eliyle işlendiği belirtilmişti.

Makine Cücüğü Anne Tanımıyor

Ben o hadiseden sonra gurklar (yumurtaya yatmış tavuk) üzerinde iki deneme yaptım. Babamın hastalığı münasebetiyle o sıralar sıkça köye gidiyordum. Bir seferinde gurkun yavrusu az diye gidip bir iki makine cücüğü aldım. Tavuk, onları kendi yavrusu sandı fakat o yavrular hiçbir zaman o tavuğu anneleri gibi görmediler ve hepsi heder olup gittiler.

Diğer deneme çok daha sahici idi. Annem gurk olmuş tavuğun altına on bir yumurta koymuş fakat sonra yeterince ilgilenemediği için o yumurtaların bir kısmının cılk (cılk: bozularak kokmuş) olabileceğini düşünerek benden gidip birkaç yavru alıp çıkacak yavrularla birlikte tavuğun altına bırakmamı istedi. O gün gerçekten de yavruların yumurtadan çıkması günüydü. Baktım çoğu cılk olmuş, sadece bir yavru var. İlçeye gittim ve o gün kuluçkadan yeni çıkmış yedi yavru aldım. Getirip, daha yeni yumurtadan çıkan yavru ile birlikte tavuğun altına koydum. Tavuk, yine hepsini kendi öz yavrusu gibi benimsedi. Fakat o yavruların hiçbirisi anneyi tanımadı. Hayvancağızın tüm emekleri çabalı boşa gidiyordu. Onun çabaları karşısında benim içim eriyordu. O yavrular o tavuğun hiçbir sahiplenme çabasına cevap vermediler. Hiçbiri üç aya ulaşmadı, hepsi heder oldular. Yani o makine cücükleri doğal ortamda doğal şartlara ayak uyduramadılar...

Aynı şeyi biz sezaryen ile kendi çocuklarımızın başına getiriyoruz. Hayata ve karşılaşacakları acılara karşı dirençlerini yok ediyoruz.

Tıp bugün sezaryen doğumlarla ilgili sayısız arazlardan söz edebiliyor. Sezaryen doğumlu olanların büyük ekseriyetinde akciğer yeterli gelişemiyor ve büyük ekseriyetinde astım kaçınılmaz oluyor.

Ana rahmindeki bebekler, beyinlerindeki fazla nemi ancak biyolojik doğum esnasında dışarı atıp gerekli kuruluğu sağlayabiliyor. Sezaryen doğumlarda bu gerçekleşmiyor. Bu durum, doğumu takip eden aylarda ve yıllarda gereksiz ateşlenmelere sebebiyet verir. Çünkü beden, ancak ateşlenmelerle beyindeki nemi kurutabileceğini fark eder ve sürekli beyindeki nemi kurutmak için vücutta hararet yapar. Anne baba bu harareti düşürmek için çocuğa gereksiz yere ateş düşürücüler verir ve sonuçta, beyinde ciddi hasarlar oluşur.

Ameliyat sırasında anneye verilen anestezilerin bebek üzerinde yaptığı derin tahribatlar üzerinde kimse durmuyor. Oysa bebeğin beyinde biriken o anestezik kalıntılar beyni tahrip eder, beynin kimyasal metabolizmasını bozar. Bu da artık net bilindiği gibi hiperaktivite denilen ve bir tür 'dikkat eksikliği' diyebileceğimiz rahatsızlıklara yol açar. Bu hastalıklar için önerilen Ritalin ilacı ise, sonunda çocukta geri dönüşü olmayan arazlar bırakıyor.

Ben tabip değilim, sadece konunun amatör bir araştırmacısıyım. Bu konuda az bir araştırma yapıldığında bile uzmanlardan sezaryen doğumların vücutta ne tür tahribatlar yaptığını öğreniyorsunuz. Üç beş muhteris doktor ve güya estetik kaygısındaki-ki çoğu da anneliğin ne muazzam bir rütbe olduğundan habersiz- anneler yüzünden ne hayatların çürüyüp gittiğini göremiyoruz.

Bir iki cümle ile konuyu kapatıyorum. Doğum sırasında çocukta aktive olan bazı genler sezaryen doğumlarda aktive olmuyor. Bu genler, bereket, kanaat, haya ve büyüklere saygı gibi rahmani hislerdir. Sezaryen doğumlu çocuklarda, edep, korku, hayâ, çekinme hisleri aktive olmuyor. Aile bunları daha sonra kendi çabalarıyla çocuğa yüklemeye çalışsa da ne kadar başarılı olduğu tartışılır.

Ana rahminde birçok organımız var ki onları kullanmayız. Kozadaki kelebek de kanatlarını kullanmazdı hatırlayın. İşte doğum sırasında çekilen sancılar o noktada da birçok genetik aktivasyonun oluşmasına sebep olur ki maalesef onlar da aktive olmazlar... ve çocuk arazlı, öfkeli, tahammülsüz, aidiyet fikri oluşmamış, küçüğüne şefkat büyüğüne saygı göstermeyi sağlayan rahmani mekanizmalardan yoksun bir varlık olarak dünyaya geliyor.

Daha sonra bu tavırlar çocukta görülünce de "Allah Allah bu çocuk kimden peydah oldu böyle..." demekten kendilerini alamıyor...

Bu konu kitaplık bir konu! Allahtan ki insanlık uyanmaya başladı da şeytanın bir oyunu olan şu usulün ne kadar yanlış olduğu anlaşılmaya başlandı. Elbette, her dönemde ve her konuda "Ez-zarurât tübîhu'l- mahzurattır!" Yani zorunluluk varsa sezaryen doğum da mübahtır.

Ama unutmamak gerekir ki, sezaryen, annelerin çocukları üzerinde oynadıkları bedeli ağır bir kumardır!

(...)
http://www.haber7.com/yazarlar/mehmet-ali-bulut/886499-sezaryen-cocugun-kaderini-tahriptir
#593


Besin değerlerinden tam olarak yararlanabilmek için karpuz, aç karnına ve çekirdekleriyle birlikte tüketilmeli.

Yemekten sonra yenilen karpuzun şişkinliğe ve hazımsızlığa yol açtığını söyleyen beslenme uzmanı Selma Uçar, karpuzun aç karnına ya da öğün aralarında çekirdekleriyle yenilmesini öneriyor. Uçar, karpuzun bu şekilde tüketilmesiyle böbreklerden kalbe birçok fayda sağlayacağını aktarıyor.

Karpuzun en kıymetli kısmının çekirdekleri olduğunu vurgulayan Uçar, ancak birçok kişinin çekirdeklerini çıkararak karpuzu tükettiğini, bu davranışın ise karpuzun faydasını azalttığını belirtiyor. Karpuz çekirdeği içinde bulunan 'cucurbocitrin' adlı maddenin kan basıncını düşürmeye yardımcı olduğunu dile getiren Uçar, "Bu nedenle karpuzu çekirdekleriyle birlikte ve çekirdekleri dişlerimizle kırarak tüketmeliyiz. Çekirdekleri kırıldığında yararı artıyor. Karpuz çekirdeğinin mideyi ağrıttığına dair yanlış bir söylenti var. Çok çok aşırı tüketilmediği takdirde karpuz çekirdeğinin mideye hiçbir zararı yoktur. Ayrıca karpuzun içindeki 'likopen' maddesi de kalbi enfarktüsten koruyor." diyor.

DURAN SAVAŞ - SAKARYA
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1294001&title=karpuz-cekirdeginin-faydasi-buyuk
#594




Öznur Karslı'nın haberi

24 yaşındaki Gülfidan Kuşoğlu eşinin şiddetine maruz kalan binlerce kadından biri...

Gülfidan Kuşoğlu henüz 24 yaşında. 10 ay evli kaldı, kendisine şiddet uygulayan eşini boğarak öldürdü. 6 ay hapis yattı. Mahkeme 'nefs-i müdafaa' dedi ve beraat etti. Şimdi yeni bir hayata hazırlanmak istiyor. Üniversiteye gitmek hedefi. Gülfidan yaşadıklarını anlattı.

24 yaşındaki Gülfidan Kuşoğlu eşinin şiddetine maruz kalan binlerce kadından biri. Ancak onun hikayesi farklı. Çünkü 6 ay önce yaşanan olayda eşinden feci şekilde dayak yiyen kadın, daha sonra eşini elektrik kablosu ile boğarak öldürdü. Ardından tutuklandı. Sakarya'da görülen dava ise geçtiğimiz günlerde sonuçlandı. Mahkeme, 'nefs-i müdafaa' diyerek genç kadının beraatına karar verdi. Balıkesir Üniversitesi El Sanatları mezunu Gülfidan ile röportaja giderken aklımda şu soru vardı, 'Kendisine şiddet uygulayan eşini öldüren bir kadının ruh hali nedir?" İşte bu sorunun cevabını almak için Sakarya'nın Kocaali ilçesine doğru yola çıktık. Röportaja babası Hamza Hazar, dayısı Muhsin Yıldız, iki avukatı İsmail Gürses ve Gülşah Baş Duran ile geldi. Yaşadığı olayın travmasını üzerinden atamadığı her halinden belli oluyordu. Sorulara cevap veremediği noktada ailesi ve avukatları devreye girdi.

'İlk işim ikinci üniversiteyi kazanmak'

Cezaevi günleri sorulunca da ürkek bir gülümsemeyle konuşuyor: "O kötü günleri ve bu sonucu yaşamak istemezdim. 6 ay cezaevinde kaldım, el sanatları kursuna gittim, ebru ve hat çalışmaları yaptım. Bir yandan da başımdan geçenlerin hesabını sordum hep kendime. Beraat kararını beklemiyordum. Benim için çok sürpriz oldu. Hayata kaldığım yerden devam edeceğim. İlk işim ikinci üniversiteyi okumak, sonra çalışmak." Gülfidan "Uğur'un mezarını ziyarete gidecek misin" sorusunu ise "Bunu daha hiç düşünmedim" diye cevaplıyor ve devam ediyor: "Zamanı geri alabilsem keşke ama eşim yanımda olsa mıydı yine bunu bilmiyorum. Beraat kararına inanamadım, mahkeme çıkışı polis memurlarına birkaç defa sordum. Cezaevindeki arkadaşlarım da benim kadar şaşırdılar".

Peki Gülfidan tekrar sevebilicek mi? "Uzun süre bir erkeği sevmek istemiyorum. Tek hayalim okumak. Ailemle vakit geçirmeyi çok özlemişim. Birkaç gündür bahçemizden kiraz toplamaya bile başladım" diyor.

'Macera Avcısı' cinneti

Gülfidan, olayın yaşandığı 5 Kasım 2011 sabahını ise bazen yutkunarak, bazen susarak, bazen de avukatlarının yardımını alarak anlatmaya çalıştı. Her şeyin 'Macera Avcısı' adlı filmi izlerken olduğunu söyledi ve başladı anlatmaya, "Filmin sahnelerinden birinde aktör ormanda geziyordu, o sırada ağaçtan akrep düştü, aktör akrebi sırtından düşürmeye çalışırken akrep bu defa pantolonunun içine girdi. Aktör iç çamaşırını çıkarmak için hamle yaptığı sırada eşimin kıskançlık huyunu bildiğim için gözlerimi kapatarak sahnenin bitmesini bekledim. Gözümü açtığımda aktörün sadece üstü görünüyordu. Uğur, bir anda 'Böyle şeylere bakmak çok mu hoşuna gidiyor, neden bakıyorsun, ben evde yokken sen böyle filmleri mi izliyorsun' diyerek bağırmaya başladı. Hazırlanmamı istedi, ablasıyla beni köye göndereceğini söyledi, bir yandan da tekme ve yumrukla dövüyordu"

'Soyun ve çık'

Soba karıştırmaya yarayan ucu eğik bir sopa ile bana vurdu, çaresiz bir şekilde kapıdan dışarı çıkmaya çalışırken bana 'üzerindeki elbiseleri ben aldım soyun' dedi. Zorla çırılçıplak soydu ve o şekilde sokağa çıkarmak istedi. Karşı çıktım. Bu defa saçlarımdan sürükleyerek evin salonuna getirdi. 10 dakika boyunca dövdü. Sonra giyinmemi istedi. Elektrikli sobanın başına geçti. Sırtını koltuğa dayadı ve bir sigara yaktı.

Ve cinayet anları

Gördüğü işkenceler gözünün önünden gitmeyen Gülfidan, eşini öldürme anını ise şöyle anlattı: "Uğur'un sigarasını bitirdiğinde tekrar bana eziyet edeceği düşündüm. Elektrikli sobanın kablosunu prizden çıkardım, ani bir refleksle yerde oturan Uğur'un boynuna dolayıp tüm gücümle sıktım. Yaklaşık 2 dakika boyunca sıktım. Sonra Uğur'un ağzından ve burnundan salya akmaya başlayınca korktum, Uğur da o anda yüz üstü yere düştü. Uğur'u yana çevirdim. Benden bir bardak su istedi, hemen getirdim. Suyu getirdiğimde Uğur'a 'Sen benim sevgime ve namusuma inanamadın' diye bağırıyordum. Bana 'sus' işareti yaptı. Kafasını sağa sola sallamaya başladı ve 'Beni boğ, yoksa çok kötü olacak. İyi boğ ama' dedi. Uğur'un bu sözünden sonra beni öldüreceğini düşündüm. İkinci kez hamle yaparak, Uğur'un boynundaki kabloyu tekrar elime doladım ve sıktım. Kendimden geçmiştim. Pişmanlık duydum yaptığımdan. Sonra Uğur'un nabzına baktım, kalp masajı yaptım. Ancak Uğur'un kesin olarak öldüğünü anlayınca evden çıktım ve ablam Meryem'e olayı anlattım. Sonra babam ve dayım beni alarak karakola götürdü."

'Çocukluk aşkımdı'

Gülfidan, eşinin ölümüyle sonuçlanan süreci şöyle anlatıyor, "Ben Balıkesir Üniversitesi El Sanatları Bölümü'nü bitirdim. Uğur ise ilkokul mezunuydu. Çocukluğumuzdan beri tanışıyoruz. Üniversiteye gitmeden 2 yıl önce flört etmeye başladık. Birbirimizi sevdiğimizi ailemizden sakladık. Üniversite bittikten sonra yani 10 ay önce kaçmaya karar verdik. Uğur beni kaçırdı ve hemen sonrasında da evlendik. Evliliğimizin 3 ayı güzel geçti ama daha sonra aşırı kıskançlığı şiddete dönüştü. Pencere bile açtırmıyordu. Hatta televizyona çıkan erkeklerden bile beni kıskanıyordu. Bu kıskançlığı 3 ay içinde şiddete dönüştü. Dövüyordu, tekme - tokat saldırıyordu, hakaret ediyordu, üzerimde sigara söndürüyordu."

Eşi Uğur'un ismini duyduğunda gözlerini yere düşürüyor. Yüksek sesle söylediği en net cümle ise "Pişmanım." Ellerini koyacak bir yer bulamıyor, sesi titriyor ancak her seferinde duyduğu pişmanlığı dile getirmeye çalışıyor. Sözleri boğazına diziliyor, karşısında oturan babasının gözlerine bakıyor.

http://haber.gazetevatan.com/Haber/452424/1/Gundem
#595
Yargıtay 9. Ceza Dairesi, terör örgütü PKK'ya eleman kazandırmak için çalışanların suçunun "örgüte yardım" kapsamında değerlendirilemeyeceğine hükmetti.

Daire, terör örgütlerine yeni eleman temin etme, barındırma, gönderme veya ulaşımını sağlama gibi faaliyetlere ilişkin organizasyonun örgütsel yapı dışında değerlendirilemeyeceğinin altını çizdi.

Yargıtay 9. Ceza Dairesi, terör örgütü PKK'ya elaman kazandırmak için çalışan S.K.'ya "silahlı terör örgütüne yardım" suçundan ceza veren Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararını bozdu. Sanık S.K., 2006 yılında H.C. aracılığıyla G.A., ve S.A.'nın PKK terör örgütünün dağ kadrosuna katılmaya karar verdiklerini öğrendi. Sanık S.K., G.A., ve S.A.'nın örgütün kırsaldaki kampına katılmalarını sağlamak üzere örgütçe yapılan organizasyon dahilinde bir kod adı kullanıp gizliliğini de sağlayarak telefon aracılığıyla irtibat kurdu. Uzun süren telefonlaşmalar sonrasında yapılan plan gereğince 05 Kasım 2006 günü sabahı S.K. G.A., ve S.A.'yı arayarak hazırlanmaları gerektiğini söyledi. Aynı gün Silopi ilçe Merkezine gelince G.A., ve S.A.'yı tekrar arayarak buluşan S.K., bu kişilerle tanışıp yanlarına kimliklerini de almalarını sağlayarak PKK'nın dağ kadrosuna katılmak için yola çıktı. Yolda bir çevirme olması halinde Şırnak'a, oradan da Uludere'ye gidildiği ve akraba olduklarını söylemeleri konusunda G.A., ve S.A.'ya uyarılarda bulunan S.K., kendilerini karşılayacak örgüt mensupları ile cep telefonundan görüşmeler yaparak, sınır bölgesindeki buluşma noktasına geldi. S.K., kendilerini bekleyen örgüt mensuplarına G.A., ve S.A.'yı teslim ederek, geri döndü. G.A ile S.A., örgüt mensubu ile kendilerini bekleyen araçla örgütün yurtdışındaki bir kampına götürüldü.

-ÖRGÜT ÜYELERİNE DOĞRUDAN TESLİM-

Yapılan telefon görüşmelerinden yola çıkılarak açılan davada Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanan H.C. ve S.K., silahlı terör örgütüne yardım suçundan hapse mahkum oldu. Karara itiraz edilence dosya Yargıtay'ın gündemine geldi. Dosyanın temyiz incelemesini yapan Yargıtay 9. Ceza Dairesi, yerel mahkemenin kararını sanık S.K. yönünden bozarak, söz konusu suçun "örgüte yardım" değil "örgüt üyeliği" olduğuna hükmetti. Daire kararında, olayın belli bir organizasyon dahilinde ve gizlilik çerçevesi içinde hareket ederek gerçekleştirildiğine dikkat çekerek, örgüte katılmak isteyen kişilerle irtibata geçip onları kendi aracıyla uzun süren bir yolculuk sonrası doğrudan örgüt mensuplarına teslim eden sanığın eyleminin silahlı terör örgütü üyesi olma suçunu oluşturacağına hükmetti.

Daire kararının gerekçesinde, "terör örgütlerinin yurtiçi ve yurtdışındaki kamplarına örgüte katılmak üzere eleman göndermenin bu örgütlere üye sağlamanın başlıca yollarından biri olduğu, terör örgütlerinin amacının, suçun işlenmesi yolunda güven disiplin ve sıkı irtibata önem veren iş bölümüne dayalı, hiyerarşik düzene sahip yapılar olarak istihbarat gizlilik güvenlik ve denetim konularında duyarlı oldukları işleyiş ve yapılanma itibariyle bu özellikleri gösteren terör örgütlerinin örgütün "hiyerarşik yapısına" dahil edilmek üzere gönderilen elemanları, irtibat halinde olmadıkları, güvenilir bulmadıkları, denetlemedikleri kaynaklardan kabul etmeyecekleri"ne dikkat çekildi. Gizlilik ve güvenlik kuralları ile hiyerarşiye uymayan kişilerin bu tür faaliyetlerine de izin verilmediğinin altının çizildiği kararda, terör örgütlerine yeni eleman temin etme, barındırma gönderme veya ulaşımın sağlama gibi faaliyetlere ilişkin organizasyonun örgütsel yapı dışında değerlendirilemeyeceğine işaret edildi. (ANKA)

http://www.haber7.com/siyaset/haber/882430-yargitaydan-teror-sucuna-yeni-tanim
#597
Yargıtay, terör örgütü elebaşısı Abdullah Öcalan için 'sayın', PKK'lılar için de 'gerilla' ifadesini kullanan Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak ile Hatip Dicle'ye verilen hapis cezasına ilişkin kararı bozdu.

Yargıtay 9. Ceza Dairesi, bir süre önce çok sayıda siyasetçinin hapis cezası almasına neden olan "Sayın Abdullah Öcalan" sözlerine vize verdi. Yargıtay, bu sözlerin "ifade özgürlüğü" kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini belirterek, bu ifadeye ceza uygulamasını kaldırdı. Yargıtay söz konusu kararı halen KCK davasından cezaevinde bulunan Hatip Dicle ve Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak'ın Roj Tv'ye verdikleri bir röportaj kapsamında aldı. Dicle ve Sadak röportajda, Abdullah Öcalan için 'Sayın', PKK'lılar için 'gerilla' ifadesini kullandı. Özel Yetkili Cumhuriyet Savcıları Sadak ve Dicle hakkında dava açtı. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen davada Dicle ve Sadak, "Örgütün amacı doğrultusunda suç ve suçluyu övdükleri'' gerekçesiyle, ikiliyi altışar ay hapis cezasına mahkum etti.

Karar temyiz edilince dava Yargıtay'a taşındı. Kararı bozan Yargıtay 9. Ceza Dairesi; Dicle ve Sadak'ın verdiği röportajın bir bütün olarak ele alınması gerektiğini, bu sözlerin ifade özgürlüğünü düzenleyen; Anayasa'nın 26, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına ilişkin Sözleşme'nin 10. maddesi kapsamında olduğu ifade edildi.

Bozma kararının gerekçesinde de sözlerin "Yargıtay ve AİHM kararları ile desteklenen ifade hürriyetinin kullanılması kapsamında kaldığı" belirtildi ve Dicle ile Sadak'ın bu sözleri nedeniyle yargılanamayacağına dikkat çekildi. Yargıtay, Dicle ve Sadak'ın beraatlarına oybirliğiyle karar verdi.

Eski Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, 2008 yılında bir soru önergesine verdiği cevapta 7 bin 887 kişinin Öcalan'a 'sayın' dedikleri için yargılandığını açıklamıştı. 2006-2007 yıllarında ise bu suçtan 949 kişi ceza almıştı.CİHAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1291106&title=yargitay-sayin-ocalani-ifade-ozgurlugu-kapsaminda-degerlendirdi
#598
Ayasofya kime satıldı?, Mustafa Armağan, Zaman

Şu cami satıldı, bu ahır yapıldı, filancası yıktırıldı, öbürü cephane oldu... Bir süredir siyaset meydanı cami tartışmasına açıldı. Gazetelerden, televizyon kanallarından arayanın haddi hesabı yok.

Soruyorlar: Gerçekten de Tek Parti devrinde camiler kapatıldı mı? "İbadete kapatılan Ayasofya örneği taş gibi önümüzde dururken başka kanıt aramaya ne hacet." diyorum kendilerine. Bir şaşkınlık vakfesi. Yüzleri karışıyor. Kimilerinin buruşuyor hatta. "Nasıl yani?" diye soruyorlar. Bu yazı, işte o "Nasıl yani?"nin cevabıdır.

Son sözümü başta söyleyeyim: Cami tartışmasının gelip dayanacağı yer, 78 yıldır ibadete kapalı bulunan Ayasofya'nın açılması meselesidir. Er veya geç Türkiye bu gerçekle yüzleşecek ve bu meseleye bir hal çaresi bulacaktır. Belki de Yunanistan'daki bir partinin seçim kampanyasında minareleri yıkılmış "Ayasofya Kilisesi" resimlerini kullanması birilerini uyandırır. Kim bilir?

"Ayasofya'nın sahibi kimdir?" diye soruyorum genç muhabire. Dudağını büküyor. Belli ki hiç aklına gelmemiş bu. Tapudaki sahibini soruyorsanız diyorum "Ebu'l-Feth Fatih Sultan Mehmed Vakfı". Nerede bu vakıf peki? Neden tapuda üzerinde görünen eserine sahip çıkmıyor? "Muhatabınız Vakıflar Genel Müdürü" diye cevap veriyorum, "Ona sorun." Cevap alamayacaklarını bile bile böyle diyorum.

Bir vakıf düşünün ki, tapulu malına sahip çıkamasın. Olur mu? Oluyor bizde. Peki Ayasofya'nın sahibi resmen Fatih ise (yoksa XI. Konstantin ve I. Jüstinyen mi?), eserin onun vakfiyesinde belirttiği şartlarda kullanılması gerekmez mi? Üstelik vakfiyedeki şu ateşten satırları okurken vicdanınız kanamayacak mı: "Kim ki bâtıl gerekçelerle bu vakfın şartlarından birini değiştirirse veya vakfın değiştirilmesi ve iptali için gayret gösterirse, vakfın ortadan kalkmasına veya maksat ve gayesinden başka bir gayeye çevrilmesine kast ederse Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerlerine olsun. Ebediyyen cehennemde kalsınlar, onların azapları asla hafifletilmesin ve onlara ebediyyen merhamet olunmasın." (A. Akgündüz, S. Öztürk, Y. Baş, "Kiliseden Müzeye Ayasofya", OSAV: 2006, s. 141-2.)



Aslı Arapça olan vakfiyenin nüshaları Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü'nde, Topkapı Sarayı ile Türk ve İslam Eserleri müzelerinde mevcutken ve şartları herhangi bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde bağlayıcıyken, nasıl olmuş da Ayasofya Camii ibadete kapatılabilmiştir? Vakıflar Kanunu mu değiştirilmiştir yoksa? Hayır, hem 1934'teki hem de yürürlükteki Vakıflar Kanunu bir vakfın, vakfedenin koyduğu amaçlar dışında kullanılamayacağını emrediyor. Sahibi olan Fatih, vakfının amacı dışında kullanılmasına tehditkâr ifadelerle karşı çıktığı halde 1934'te bir Bakanlar Kurulu kararıyla Ayasofya Camii müze yapılmıştır. Altında Atatürk'ün, İnönü'nün vs. imzalarının bulunması hukuk nazarında bir şeyi değiştirmez. Hukuksuzluk hukuksuzluktur. Bu hukuksuzluğu kimin yaptığı hukuku ilgilendirmez. (Adalet Tanrıçası'nın gözleri bağlıdır, unutmayın.)

Kaldı ki, 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu Kararnamesi de bir garabet abidesidir. İlk cümlesi şöyle: "Maarif Vekilliği'nden yazılan tezkerede (...) Ayasofya Camii'nin müzeye çevrilmesi bütün Şark âlemini sevindireceği ve insanlığa yeni bir ilim müessesesi kazandıracağı cihetle müzeye çevrilmesi istenmiş..." Acaba 1934'te Şark, yani İslam âleminde Ayasofya'nın müzeye çevrilmesine sevinecek bir Allah'ın kulu var mıdır? Yoksa kararname sahiplerinin kafalarındaki 'Doğu', bizim zannettiğimiz gibi İslam dünyası değil de, Sovyetler Birliği miydi? Halkı Ortodoks olan Sovyetler Birliği'nden başka Ayasofya ile ilgilenecek bir Doğulu devlet kim olabilir o tarihte?

Sonra müze yapılarak insanlığa bir bilim kurumu kazandırılacağı ifade ediliyor. Sanki camiyken Ayasofya'da inceleme yapılamıyor muydu? Üstelik medreseler kapatılmadan önce Ayasofya'da her sütunun dibinde bir alimin ders verdiğini, yani tam da kapatılmasıyla bir bilim kurumunun tarihe gömüldüğünü bile söyleyebiliriz. Üstelik kararnamede Ayasofya'nın müzeye çevrileceği ifade edilirken, ibadete kapatılacağından söz edilmemiştir. Denilebilir ki, 'Canım, müze yapılınca anlaşılmıyor mu ibadete kapatılacağı?' Ama bir kararname çıkarıyorsanız muradınızı yarım yamalak ifade edemezsiniz. Müze yapılacak. Tamam da ibadete kapatılacağı nerede yazıyor?

Burada avukat Abdullah Mehmet Çalışkan'ın değerlendirmesini paylaşmak istiyorum. "Ayasofya Camii Meselesinin Etrafındaki Gerçek" adlı kitabında şöyle diyor: "Ayasofya kararnamesinde hukukî bir gerekçe bulmaya imkân yoktur. Bakanlar Kurulu kararının hangi kanuna dayandığı da yazılmamıştır. Çünkü Bakanlar Kurulu'nun dayanak yapabileceği bir kanun mevcut değildir. Bakanlar Kurulu'nun hangi yetkiye istinaden bu konuyla ilgilendiği hususunda hukukî bir mütalaa da yazılmamıştır. Çünkü bu konu, ne TC. Anayasası ne de Türkiye'de yürürlükteki kanunlar tarafından Bakanlar Kurulu'na verilen yetkiler dahilinde bulunmamaktadır. Anayasadan bahsedilmemiştir, çünkü Anayasa'ya aykırıdır. Vakıf hukukundan bahsedilmemiştir, çünkü vakıf hukukuna zıttır. Görülüyor ki, Bakanlar Kurulu bu kararı ile anayasa ve kanunları yok saymıştır."

Kararnameye bir sıra numarası verilmemiş olması gariptir. Daha da garibi, Resmi Gazete'de yayınlanmamıştır. Kararnamelerin bulunduğu resmi dairede aslı bulunmadığı gibi resmi kanun kitaplarında da mevcut değildir. Hukukî açıdan sakat kararnamenin tartışılmasını ehline bırakalım ve kamu vicdanını yansıtan bir sese kulak verelim. Bediüzzaman Said Nursi, ezanı özgürlüğüne kavuşturarak "on derece kuvvet bulan" Demokrat Parti'den Ayasofya'yı da özgürlüğüne kavuşturmasını ister. Ona göre bu bir "yara"dır ve hükümet bu yaraya "merhem" sürmeli, Ayasofya'yı ibadete açmalıdır.

Ayasofya'nın, 1930'larda iyi ilişkiler kurmaya çalıştığımız Yunanistan'a, dolayısıyla Batı dünyasına göz kırpmak için müze yapıldığını kabul edelim. Bence kararnamedeki "bütün Şark alemi sevinecek" ifadesinde bir dil sürçmesi olmuş. "Garp, yani Batı âlemi" diyeceklerdi besbelli. Baksanıza, Yunanistan'daki Yeni Demokrasi Partisi, Ayasofya'yı yalnız minaresiz göstermekle kalmamış, kubbesine bir de haç dikmiş!! Unutmayalım ki, Mütareke döneminde yapılan Sultanahmet mitinglerinden biri de Ayasofya'ya haç takılacağı söylentisi üzerine gerçekleşmişti.

m.armagan@zaman.com.tr
http://twitter.com/mustafarmagan
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1283432
#599
Bugünlerde Kutlu Doğum heyecanı yaşanıyor. Her yerde kutlamalar, sempozyumlar, paneller yapılıyor.

Televizyonlar birbiri ardına programlar yayınlıyor. Mevlitler okunuyor, güller dağıtılıyor. Pasta kesen bile var. Herkes O'nu en güzel şekilde anmanın peşinde. Radyoda Mehmet Emin Ay'ın sesinden Arif Nihat Asya'nın na'tı yükseliyor. "Gel ey Resûl bahardır, Hac'dan döner gibi gel, Miraç'tan iner gibi gel, Bekliyoruz yıllardır" ve devam ediyor: "Nerede kaldın ey Resûl, Nerede kaldın ey Nebi!" Bir an düşündüm, "Gel" demek kolay da; gelirse ne yaparız?

Bir akşam kapımızı çalsa ne yapardık? Hangi evimizde misafir ederdik O'nu; yazlıkta mı kışlıkta mı? Hasırlar sırtında iz bırakmış Efendimiz'i hangi marka koltuklarda ağırlardık? Salonumuzun ortasında heyûla gibi duran plazma televizyonun karşısına mı otururdu yoksa görmesinden utanıp daha mütevazı oturma odasına mı alırdık?

Ne ikram ederdik kendisine? Açlıktan karnına taş bağlamış Allah Resûlü'nün sofrasına kaç çeşit yemek koyardık. "Midenin üçte birini doldurun" emrini her gün tekrarladığımız O kutluya nasıl bir sofra hazırlardık?

Televizyonumuzu açmasına gönül rahatlığıyla müsaade eder miydik? Yoksa hangi dizileri izlediğimizi görmesin diye çaktırmadan fişi mi çekerdik? Dini hassasiyeti yüksek kanallarımız hangi reklam kuşağını teftişe arz ederlerdi acaba? "Senin Nâm-ı celîlini duyurmak için bütün gayretimiz" derken ne hissederdik?

Evlerimizin önemli bir aksesuarı haline gelen kitaplıklarımızda inci gibi dizilmiş kıymetli eserlerin bir görüntüden ibaret olduğunu da anlar mıydı? Kur'an'ın kılıflara hapsedildiği gibi, kitapların raflara mahkûm edildiğini de hisseder miydi? Ya da O'na yeni yetişen dindar(!) kızlarımız için çıkarılan bilmem ne moda dergisinin tirajının nerelere ulaştığını mı anlatırdık?

"Bak ümmetin ne kadar zengin oldu. Tanınmasınlar diye emredilen tesettürün bile modasını çıkardılar. Renk renk, desen desen eşarplara, pardesülere çuvalla paralar harcadılar. Sonra perdesüleri de terk ettiler. Şimdi artık pantolon giyiyorlar. Buna da kimsenin bir şey demesine tahammül edemiyorlar." diyebilir miydik?

Fatıma'yı da getirse yanında sevinir miydik? Değirmen taşı çevirmekten elleri, su taşımaktan omuzları nasır tutmuş Peygamber kızını bilmem hangi markanın "tesettür defilesi"ne mi davet ederdik yoksa en son aldığımız kıyafetlerden mi bahis açardık? Katıldığımız hayır etkinliklerini anlatırdık ballandıra ballandıra. Düzenlediğimiz kermeslerden bahsederdik uzun uzun. Evimize aldığımız hanım yardımcıya yaptırdığımız dolmaları, börekleri nasıl fedakârca(!) kermese bağışladığımızdan dem vururduk.

Ya Âişe validemizle gelse halimiz ne olurdu? "Aylar geçerdi de Peygamber'in evinde kazan kaynamaz, esvedeyn (hurma ve su) dışında bir şey yenmezdi." diyen muallâ validemizi kaç çeşit ikramla ağırlardık? Tatlıdan tuzluya, ekşiden zeytinyağlıya çeşit çeşit ikramları dizip self servis mi yapardık yoksa kendimiz mi ona özel bir tabak hazırlayıp verirdik?

Ömrünü ilme adamış, yüzlerce talebe yetiştirmiş bu müstesna kadına, "Ayol biz de hayır işlerinde koşturuyoruz. Bir derneğimiz var, orada ballı, börekli toplantılar yapıyoruz. Aynı kıyafeti iki toplantı üst üste giymiyoruz. Popüler tarihçileri, yazarları, psikologları çağırıp ücretlerini de ödeyerek sohbetler ettiriyoruz. Çok bereketli oluyo valla!" diye mi anlatırdık "hizmetlerimizi!"

Ya beylerimiz ne yapardı? Nebiler Sultanı'nı nasıl ağırlarlardı? "Sünnet"ten tek anladıkları ikinci evlilik olan "dindar" beyler iftihar ederler miydi bu sünnet hassasiyetlerinden? "Allah, kuluna verdiği nimetin eserini üzerinde görmek ister" buyurmuştun Yâ Resûlallah! Biz de bu nimetleri göstermek için elimizden geleni yapıyoruz. En pahalı arabalara biniyoruz. İmam nikâhıyla da sünnetini ihya ediyoruz. Artık beş yıldızlı otellerimiz var. Bizim hassasiyetlerimize göre hizmet veriyorlar. Oraların bir gecelik ücretiyle, yurtdışında bir öğretmen bir ay idare ediyor ama olsun, arada tatil de yapmak lazım. Hamd olsun nereden nereye geldik" diye anlatırdık halimizi herhalde!

"İşçinin ücretini alın teri kurumadan verin. Yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin." hadisini yüz defa duyan ama hâlâ işçisini sigortasız çalıştıran dindar işveren, fabrikasına davet edebilir miydi Efendimiz'i? "Yalan söylemek, emanete riayet etmemek, sözünde durmamak münafık alametidir." hadisini neredeyse ezberlemiş Müslüman, ödemediği çeklerinin, geciktirdiği senetlerinin, çiğnediği kul haklarının çetelesini de arz eder miydi?

"Melik peygamber değil, kul peygamber" olmayı tercih eden, kendini "kuru ekmek yiyen kadının oğlu" olarak tanıtan, fetih günü Mekke'ye girerken bineğinin eyerine kadar başını eğen O En Büyük İnsanı hep anlattı hocalarımız. İşçisine selam vermeyen patron, hademenin halini sormayan yönetici, kendisine emanet edilen makamı adeta mülk edinen idareci, müessesesine bekler miydi Allah Resûlü'nü?

"Sabahlara kadar ibadet etmekten ayakları şişerdi" diye anlattığımız Nebiler Serveri, bir gece semamıza süzülse, kaç tane yanık sineye şahit olurdu? Gecenin zülüflerinde seccadesini sermiş, gözyaşıyla insanlığın derdine ağlayan bir muzdarip görür müydü? Kaç hanenin kandilini yanıyor bulurdu teheccüd vaktinde? "İşte benim evim" diyeceği kaç ev sayardı? "Işık evleri" mi, evlerin ışığını mı arardı?

"İnanmıyorlar diye kendini helak edecek kadar" muzdarip O Yüce Kamet, kendilerine emanet edilen öğrencilerin dertleriyle kıvranan öğretmenleri, müdürleri mi görecekti geldiğinde, yoksa kelle sayısıyla övünen kemmiyet meftunlarını mı? Haftalık toplantıya bir defa gelmeyen esnafın derdiyle, civcivini kaybetmiş tavuk gibi oradan oraya koşan bir dertliye mi şahit olacaktı Efendimiz, "gelmezse gelmesin, o olmasa da bu işler yürür" diyen mirasyediye mi?

Sorular böyle uzayıp gidiyor. Yanlış anlaşılmasın, kendime dedim bunları. Hepsini kendi suratıma çarpıyorum söylediklerimin. Ve utanıyorum, hem de çok utanıyorum. Kutlu doğumu da kendimize benzettik; pasta keserek kutluyoruz. Kur'an kılıflara hapsoldu diye dövünüyoruz. Efendimiz'le irtibat da yakaya takılan gülle sınırlı kalmasın!

s.sargin@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1275889&title=gelse-ne-yapariz
#600
İbibikler ötmeli sütler kaymak tutmalı, A. Rasim Küçükusta, Zaman Gazetesi

Bizim çocukluğumuzda, bırakın kutu sütlerini, şişe sütü bile icat edilmemişti.

Sütü de birçok başka şeyi de kapıdan geçen seyyar satıcılardan alırdık. Sütçüler genellikle atlarının iki tarafına astıkları güğümlerle satış yaparlardı. Kupa şeklinde galvanizli tenekeden değişik boylarda ölçekleri olurdu; biz evden tencere ile gider annemizin istediği kadar süt alırdık.

Sütü aldıktan sonra onu hemen ocakta kaynatmak biz çocukların göreviydi. Ateşteki süt fokurdamaya başlayınca da taşmaması için ocağı biraz kısar ve kabaran sütün köpüklerinin üzerine üflerdik. Sonra sütü ateşten indirir, soğuduktan sonra buzdolabına koyardık. Bizler, Recep Birgit'in sesiyle, ibibiklerin öttüğü bir dünyada, buharı mis gibi kokan, kaymak tutan sütlerle büyüdük.

Zamane çocukları kutu sütüne talim ediyor; çünkü ne sütçü kaldı mahalle mahalle gezen, ne de insanların kapıdan sütçünün geçmesini bekleyecek, sütü alıp ocakta ısıtacak zamanı ve sabrı var. Hasbelkader sütü bulanların da bunu içmesi mümkün değil. Hadi gelin de kâh 'sokak sütü' diye aşağılanan kâh 'hastalık yapan mikroplarla dolu' diye kara propaganda yapılan sütleri için bakalım içebilirseniz.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi geçen hafta Amerika'da yayınlanan bir araştırma, kutu sütünü savunanların ekmeğine yağ sürdü âdeta. Amerika'nın meşhur Hastalıkları Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC) tarafından yapılan araştırma, medyada 'Çiğ süt 150 defa daha zararlı' başlığıyla yer aldı.

Araştırma, 13 senelik bir sürede çiğ sütün (pastörize edilmemiş süt) sebep olduğu salgınların oranının pastörize edilmiş sütle olan salgınlara göre 150 misli daha fazla olduğunu; salgınların çiğ sütün legal olarak satıldığı eyaletlerde kaçak olarak satılanlara göre 2 misli fazla görüldüğünü gösteriyordu.

CDC'nin uzmanları da fırsattan istifade 'çiğ süt satışı tüm eyaletlerde yasaklansın' diye ortalığı ayağa kaldırdılar. Bizim kutu sütçüler de yarın bu araştırmayı kaynak gösterip Tarım Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı'nın kapısına dayanırlarsa hiç şaşırmam.

İbretlik bir araştırma

Araştırmayı baştan sona okuyunca ne kadar önyargılı, hatalı olduğunu, sonuçlarının manipüle edildiğini ve yanlış yorumlandığını gördüm. Bu araştırmada insanları korkutmak için hastalık yerine kasten 'salgın' tabiri kullanılıyor; çünkü salgın birçoğuna kolera, veba, grip gibi binlerce, milyonlarca kişinin ölümüne yol açan hastalıkları hatırlatıyor. Üstelik salgın denen şeyin belirtileri de hafif ishal, bulantı ve biraz karın ağrısından ibaret ve salgın başına düşen hasta sayısı da ortalama 11 kişi.

13 sene içinde çiğ süt ve bundan yapılan peynir, yoğurt gibi ürünlerden dolayı 1.571 kişi hastalanmış, 202'si hastaneye yatırılmış ve 2 kişi de ölmüş. Bu, nüfusu 300 milyon olan Amerika'da yılda 120 kişinin hastalanması ve 15 kişinin hastaneye yatırılması demek. 13 senede çiğ süt yüzünden ölenlerin sayısı 2; üstelik pastörize süt de bir kişinin ölümüne yol açmış. Oysa Amerika'da her sene 35 milyon insan hastaneye yatıyor; 2,5 milyon kadar kişi de ölüyor.

Araştırmanın 2006'da kesilmiş olmasının tabii ki bir sebebi var. 2007'de pastörize sütten yapılan peynirden 135 kişi hastalanmıştı ve gene aynı sene listeria bulaşmış pastörize süt yüzünden 3 kişi ölmüştü. 2007 çalışmaya dâhil edilmiş olsaydı, sonuçlar çok farklı olacaktı.

Araştırmada ayrıca Amerika'da 1980'li senelerde on binlerce kişinin pastörize süt yüzünden hastalandıkları da görmezden geliniyor. 1985'te pastörize sütten salmonella mikrobu bulaşması sonucu Amerika tarihinin en büyük salgını gerçekleşmişti.

Salgınların çiğ sütün legal olarak satıldığı eyaletlerde 2 misli fazla olduğu da gerçekleri yansıtmıyor. Kaliforniya, New York ve Teksas gibi eyaletlerde daha fazla hasta olması buralarda çiğ süte izin verildiği için değil, nüfuslarının fazla olmasından kaynaklanıyor. Montana ve Wyoming'de daha az hasta olması ise muhtemelen çiğ süt yasak olduğundan değil, nüfusları az olduğundan dolayı. Neticede, 300 milyonluk Amerika'da 13 senede tüketilen 27 milyar libre çiğ süt yüzünden sadece 200 kişinin hastaneye yatmış olması bence o ürünün çok 'güvenilir' olduğunun kanıtından başka bir şey değildir. CDC, bu gidişle anne sütünü de mikroplu diye pastörize etmeye kalkarsa şaşırmam; çünkü adamlar çiğ süt emmişler!

Amerikalılar çiğ süte dönüyor

Amerika'da 25 eyalette legal olarak çiğ süt satışı yapılıyor. 1993-2006 arasında Amerikalıların sadece yüzde 1'inin çiğ süt tükettikleri doğru, ama giderek daha fazla Amerikalı çiğ süte dönüyor. İstatistiklere göre, 2006-2007 yıllarında Amerikalıların yüzde 3'ü yani 9 milyon insan çiğ süt tüketti. Çiğ süt satışı, temizlik ve soğuk zincir şartlarına uyulması kaydıyla Avrupa ülkelerinde de serbest.

Çiğ süt mü, şişe sütü mü, kutu sütü mü?

Kutu sütü: Süt, 135-150 derecede 2-4 saniye tutularak (UHT) içindeki tüm mikropların ölmesi sağlanıyor. Bunlar kutuları açılmadığı takdirde 4 ay bozulmadan kalabiliyorlar.

Günlük şişe sütü: 72 derecede 15 saniye tutularak (pastörizasyon) mikroptan arındırılıyor; ömürleri birkaç gün.

Sütte bulunan ve probiyotikler de denen 'dost mikroplar' bırakın hastalık yapmayı, tam aksine sağlıklı yaşayabilmemiz için mutlaka gerekli olan mikroplar. Bağırsaklarımızdaki mikropların yüzde 85'i dost mikroplardan oluşuyor ve bunlar hastalık yapıcı olanların üremelerini de önlüyor. İşte, bu ısıtma işlemi sırasında zararlı mikroplarla beraber onu asıl faydalı kılan probiyotikler, enzimler ve vitaminler tahrip oluyor.

Isıtma yöntemleri içinde en iyisi bizim çocukken yaptığımız 'süt pişirme' işlemi, yani sütün bir taşım kaynatılması. Pastörizasyon ve özellikle de UHT denilen yöntem 'iyi-kötü-çirkin tüm mikropları' öldürdüğü için sütü süt olmaktan çıkarıyor.

Bizim gibi açık süt içerek büyüyen Başbakanımız'a ve bakanlarımıza sesleniyorum: Vatandaş üç çocuğunu da güvenilir 'açık' sütle beslemek istiyor. İbibikler ötsün, sütler kaymak tutsun diyor. Görev size düşüyor.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1253533



Mikrop değil mikropsuzluk hasta ediyor, A. Rasim Küçükusta, Zaman Gazetesi

Hatırlarsanız geçen hafta hazır gıda endüstrisinin insanları mikroplarla korkuttuğundan dem vurup sütün mikroplusunu, elmanın kurtlusunu istediğimizi yazmıştım.

Ertesi gün dünyanın ünlü bilim dergilerinden Science'ta sanki beni haklı çıkarmak için özel olarak yapılmış bir araştırma yayımlandı.

Bu araştırmada bir grubu tamamen steril yani mikropsuz ortamda, diğer grubu ise normal laboratuvar şartlarında doğan ve büyüyen farelerin bağışıklık sistemleri inceleniyor.

Steril ortamda büyütülen farelerin akciğer ve bağırsaklarında CXCL 16 isimli bir proteinin ve kısaca NKT olarak bilinen bir tür T- hücrelerinin biriktiği ve astım ve kolittekine benzer iltihabi değişikliklerin geliştiği tespit ediliyor. Bu fareler hayatlarının sonraki haftalarında mikroplu ortamlarda yetiştirildiklerinde bağışıklık sistemlerinin normale döndüğü ve bu hastalıkların ortaya çıkmadığı görülüyor.

Araştırmayı yapan uzmanlar "bağışıklık sisteminin normal gelişebilmesi için hayatın ilk haftalarında bazı mikroplarla karşılaşılması gerektiğini; steril şartlarda büyütülen farelerin hayatlarının daha geç döneminde mikroplara maruz kalmalarının işe yaramadığını" söylüyorlar.

Bu mühim çalışmadan vatandaşın anlaması gereken şudur: Tüm mikroplar zararlı değildir. Bizi hasta eden, yataklara düşüren ve hatta ölümümüze bile sebep olan mikroplar olduğu gibi, bağışıklık sistemimizin normal gelişebilmesi ve sağlıklı bir hayat sürmemiz için mutlaka karşılaşmamız gereken mikroplar da vardır. Bu mikroplarla ne kadar erken karşılaşırsak da o kadar iyidir.

Bazı çocuklar neden astım olmaz?

Bunun böyle olduğunu hastalarımdan biliyorum:

"Doktor Bey, bazı komşu çocuklarının üstleri başları, elleri yüzleri kir içinde. Bütün gün sokakta tozun toprağın içindeler. Betona otururlar, koşar, terlerler. Yaşadıkları daireler güneş almaz, küçücük rutubetli bir yerdir. Üstelik babaları o tek odalı yerde püfür püfür sigara da içer ama çocukları ne kadar sağlıklı, ne astımları var ne alerjileri. Turp gibiler maşallah. Bizim bir tek çocuğumuz var. Gözümüz gibi bakıyoruz. Doğduğu günden beri doktor kontrolünde. Bütün aşılarını yaptırdık. Odası, giysileri tertemiz. Evimizde asla sigara içilmez. Azıcık terlese hemen iç çamaşırına kadar değiştiririm. Gece en az 3 kere kalkar üstünü kontrol ederim ama bizimki en ufak bir üşütmeden hemen hastalanıyor, öksürüyor, nefesi tıkanıyor. 15 gün iyi, 15 gün hasta. Ayda 2-3 kere doktordayız. Nedir bizim suçumuz, kabahatimiz?"

Bu annenin sık sık hastalanan çocuğu mikropsuz ortamda yaşayan fare, bahsettiği çocuklar da çevresindeki mikroplarla beraber yaşayan fareler gibidir.

Alerjik hastalıkların sebebi aşırı temizlik

Dünyanın bütün gelişmiş ülkelerinde her geçen gün artan astım, saman nezlesi, egzama gibi hastalıkların 'aşırı temizlik ve titizlikten' kaynaklanabileceği ileri sürülüyor.

'Hijyen teorisi' olarak bilinen görüşe göre, bu durumdan bebeklerin hayatlarının ilk döneminde çok temiz ortamlarda büyütülmeleri ve mikroplarla çok az karşılaşmaları sorumlu tutuluyor. Hayatın ilk yıllarında geçirilen enfeksiyonlar çocuğun ateşlenmesine, öksürmesine sebep olsa da, onu rahatsız etse de, faydaları da var. Çocuğun bağışıklık sistemi bu enfeksiyonlar sayesinde virüslerle, bakterilerle savaşmayı öğreniyor ve güçleniyor.

Buna karşılık bebek çok fazla mikropla karşılaşmıyor ise, bağışıklık sistemi güçlenemiyor ve 'boş kalmış, işi gücü olamayan kişiler' gibi "Acaba ben ne yapsam?'' diye şaşkınlığa düşüyor. O da bu sefer tutuyor, karşılaştığı toz, tüy, polen, küf gibi maddelere mikropmuş gibi davranıyor, onlara karşı hak etmedikleri aşırı tepkiler gösteriyor ve işte bunun sonucunda da alerjik hastalıklar ortaya çıkıyor.

Hijyen teorisinin delilleri

Gerçekten de bu hijyen, yani temizlik teorisini doğrulayan pek çok delil var. Meselâ, astım ve diğer alerjik hastalıklar kalabalık ailelerin çocuklarında daha az görülüyor; çünkü çok kardeşi olan, kalabalık bir ailede büyüyen bebekler daha çok mikrop alıyor ve daha fazla enfeksiyon geçiriyorlar. Doğduğu günden itibaren evinde kedi, köpek gibi hayvan beslenen çocuklarda da alerjik hastalıkların görülme oranı daha az, zira bebek evdeki hayvanlarda bulunan bakterilerle karşılaşıyor. Araştırmalar, gene aynı sebeple erken yaşta kreşe gönderilen çocuklarda da, köy ve çiftliklerde büyüyen çocuklarda da alerjik hastalıkların daha seyrek rastlandığını gösteriyor.

Buna karşılık, büyük şehirlerde doğan ve apartman dairelerinde 'el-bebek gül-bebek' sarılıp sarmalanarak, odası her gün silinip süpürülerek, yatak takımları, çarşafı haftada bir değiştirilerek, sık sık yıkanarak bin bir ihtimamla 'tertemiz' bir ortamda büyütülen çocuklar ise alerjik hastalıkların pençesine kolayca düşüveriyor. Bu çocukların ne kardeşleri var, ne de onları öpüp koklayan ve bu sırada taşıdıkları mikropları onlara bulaştıran akrabaları veya diğer misafirleri. Üstelik bu yavrular doğdukları günden itibaren kızamığa, boğmacaya, çocuk felcine, hepatite karşı aşılanıyor. Azıcık ateşleri çıksa, biraz burunları aksa, boğazları kızarsa hemen antibiyotikler veriliyor.

Sezaryen doğum da etkili

Sezaryenle doğan bebeklerde de bağışıklık sisteminin gelişmesinde aksaklıklar meydana geliyor. Ana rahminde vücutlarında hiçbir mikrop bulunmayan bebekler ilk mikropları annelerinin doğum kanalından alıyorlar ve bunlar bebeklerin bağırsaklarına yerleşiyor. Bifidobakteri, bakteroides ve laktobasiller'den oluşan bu faydalı mikroplar bebekte normal bağışıklığın gelişmesini sağlıyor.

Buna karşılık sezaryenle ameliyathanenin steril şartlarında dünyaya gelen bebekler ilk mikropları deri teması ile ve hastanedeki yüzeylerden alıyorlar. Bu sebeple de sezaryenle doğan bebeklerin bağırsak floralarını yararlı dost mikroplar yerine bağışıklığın kuvvetlenmesine etkileri olmayan hastane mikropları oluşturuyor.

Gelelim neticeye: Biz insanlar milyonlarca seneden beri mikroplarla beraber yaşıyoruz. Derimizde, ağzımızda, bağırsaklarımızda vücut hücrelerimizin 10 misli fazla mikrop var ve iyi ki bunlar var. Sağlıklı bir hayat sürmemiz bu mikroplarla dostça bir arada yaşamamıza bağlı.

Çocuklarınıza hep içinde faydalı mikroplar bulunan fabrikada işlem görmemiş süt içirin, yoğurt yedirin dememin sebebini şimdi daha da iyi anlamış olduğunuzu sanıyorum. Haksız mıyım?

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1180