Haberler:

Hukuk Forumumuza Hoşgeldiniz

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#641


YAKUP ÇETİN

İnternet Andıcı davasıyla birleştirilen Kaos Planı davasında önemli bir gelişme yaşandı. Mahkemenin 'gereğinin yapılması' için gönderdiği yazıyı dikkate alan İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ hakkında soruşturma başlattı. Bazı sanıklar, internet andıcının, Başbuğ'un bilgisi dahilinde hazırlandığını söylemişti.

İnternet Andıcı soruşturması eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'a uzandı. Davanın 29 Aralık 2011'de görülen duruşmasında Bilgi Destek Dairesi Destek Şubesi'nde görev yaparken dava konusu 'internet andıcı'nı hazırlayan tutuksuz sanıklardan Yüzbaşı Murat Uslukılıç'ın savunması alınmıştı. Uslukılıç, andıç hazırlama emrini Dursun Çiçek'ten aldığını söylemişti. Uslukılıç, "Andıcı taslak olarak hazırlayıp Dursun Albay'a gönderdim. Dursun Albay, taslakta düzeltmeler yaptı. Daha sonra adli müşavirliğe götürüldü ve düzeltmeler yapıldı. Çıktı alıp Dursun Albay'a verdim. Bildiğim kadarıyla andıç, Genelkurmay 2. Başkanı (Hasan Iğsız) tarafından Genelkurmay Başkanı'na (İlker Başbuğ) arz edildi. Genelkurmay Başkanı onayladıktan Dursun Albay andıcı bize getirdi. Andıcı biz muhafaza ettik.'' demişti.

Mahkeme, davanın 30 Aralık 2011 tarihli duruşmasında, sanıkların savunmalarıyla ilgili beyanlarda ve belgelerde adı geçen eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ hakkında gereğinin takdir ve ifası için özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği'ne yazı yazılmasına karar verdi. Özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği'nce, söz konusu yazıya istinaden İlker Başbuğ hakkında soruşturma başlatıldı. Soruşturma Cumhuriyet Savcısı Cihan Kansız tarafından yürütülecek. Başbuğ'un, ifadesine başvurulmak üzere önümüzdeki günlerde adliyeye çağrılabileceği kaydedildi. Soruşturma sonucunda Başbuğ hakkında iddianame tanzim edilip mahkemeye sunulması gündeme gelecek. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen davanın 46. duruşmasında sanıklardan Tümgeneral Hıfzı Çubuklu, dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un İrticayla Mücadele Eylem Planı belgesi için "kâğıt parçası" ifadesini kullanmasının talihsizlik olduğunu söylemişti.

HER ŞEY EMİR KOMUTA ZİNCİRİ İÇİNDE YAPILDI

13. Ağır Ceza Mahkemesi, Başbuğ da dahil, eski Genelkurmay başkanları hakkında verilen takipsizlik kararının incelenmek üzere mahkemeye gönderilmesini kararlaştırmıştı. İnternet Andıcı davasında sanıklar, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Hasan Iğsız, Korgeneral Mehmet Eröz ve Yüzbaşı Murat Uslukılıç, sitelerin İlker Başbuğ'un bilgisi dahilinde faaliyet yürüttüğünü anlatmıştı. Korgeneral Mehmet Eröz, 'andıç' emrini dönemin Genelkurmay Başkanı'nın verdiğini itiraf etmişti. Genelkurmay Adlî Müşaviri Hıfzı Çubuklu da savcılık ifadesinde, andıcın doğru olduğunu kabul ederek, parafın kendisine ait olduğunu, parafın yanındaki tarihin 16 Şubat 2009'u gösterdiğini, bu belgenin 1 Nisan 2009'da da İkinci Başkan parafıyla Genelkurmay Başkanı'na arz olunduğunu anlatmıştı.

Söz konusu internet sitelerinin Genelkurmay bünyesinde kurulduğu ileri sürülüyor. İddialara göre, sitelerde AK Parti hükümetinin aleyhinde yayınlar yapılıyordu. Siteleri hazırlayan kişi ise İrticayla Mücadele Eylem Planı'nın altında imzası bulunun emekli Albay Dursun Çiçek. Kaos Planı da AK Parti'yi hedef almıştı. Plan, masum insanlara suç isnat edip, askeri mahkemelerde yargılamayı öngörüyordu.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1223358&title=basbuga-andic-sorusturmasi




İlker Başbuğ'un ifadesi perşembe günü alınacak

Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ'un, özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekilliğince, hakkında başlatılan soruşturma kapsamında 5 Ocak Perşembe günü ''şüpheli'' olarak ifadesine başvurulmak üzere adliyeye çağrıldığı bildirildi.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinin, ''İrtica ile Mücadele Eylem Planı'' davası kapsamında özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekilliğine gönderdiği yazı uyarınca başlatılan ve Cumhuriyet savcısı Cihan Kansız tarafından yürütülen soruşturma kapsamında, emekli Orgeneral Başbuğ'a ''şüpheli'' sıfatıyla ifadesine başvurulmak üzere tebligat yapıldığı kaydedildi.

Tebligatta, Başbuğ'un ifadesinin alınması için 5 Ocak Perşembe günü Beşiktaş'taki İstanbul Adliyesi'nde bulunmasının istendiği öğrenildi.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, ''İrtica ile Mücadele Eylem Planı'' davasının, 30 Aralık 2011 tarihli duruşmasında, sanıkların savunmalarıyla ilgili beyanlarda ve belgelerde adı geçen eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ hakkında gereğinin takdir ve ifası için özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekilliğine yazı yazılmasına karar vermişti.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1223558&title=ilker-basbugun-ifadesi-persembe-gunu-alinacak
#642


Özel yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekilliğinin, 12 Eylül askeri darbesine ilişkin soruşturmasının tamamlandığı ve soruşturma sonucunda hazırlanan iddianamede, dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya'nın ''şüpheli'' olarak yer aldığı açıklandı.

Özel yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekilliğinin, 12 Eylül askeri darbesine ilişkin soruşturması sonucunda hazırlanan iddianamede, dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya'nın ''ağırlaştırılmış müebbet hapis'' cezasına çarptırılmaları istendi.

Özel yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekili Hüseyin Görüşen, soruşturmayla ilgili olarak gazetecilere açıklama yaptı.

Görüşen, iddianamenin kendisine bu sabah geldiğini belirterek, ''Kenan Evren ve şu anda yaşayan generallerden Tahsin Şahinkaya hakkında, suç tarihinde yürürlükte olan, eski Türk Ceza Kanununun 146'ncı ve 80'inci maddeleri gereğince ağırlaştırılmış müebbet hapis istendi. Soruşturmayı ben başlatmıştım. Başsavcıvekilliğine atanmamdan sonra soruşturmayı Cumhuriyet Savcısı Kemal Çetin yürüttü. İddianameyi Kemal Çetin Bey hazırladı'' diye konuştu.

CMK'nın 29'uncu maddesi uyarınca hem Evren hem Şahinkaya hakkında adli kontrol uygulaması talep edildiğini bildiren Görüşen, darbeyi yapan kişilerden olan, ancak bugün hayatta bulunmayan dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun hakkında TCK'nın 64/1. maddesi gereğince ek kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verildiğini ifade etti.

İddianamenin 80 sayfa olduğunu belirten Görüşen, ''Savcılık olarak bizim görüşümüze göre zaman aşımı süresi dolmamıştır. Yine, işkence iddialarıyla ilgili de ayrı soruşturmalar yürütülüyor. Yani bu, sadece darbeyi yapan 5 kişiyle ilgili soruşturma'' diye konuştu.

Görüşen, 6 Aralık 1983'e kadar olan dönemi suç tarihi olarak değerlendirdiklerini kaydederek, ''Yani, bir, 12 Eylül 1980'den bu tarihe kadar, bir de savcı arkadaşımızın iddianamesine göre, 2 Ocak 1980'de bir muhtıra, uyarı mektubu veriliyor. Bunu da değerlendirdik. Hem uyarı mektubu verildiği 2 Ocak 1980 tarihi, bunun dışında 12 Eylül 1980'den TBMM Başkanlık Divanı'nın oluştuğu 6 Aralık 1983'e kadarki dönem. Yani, Kemal Bey'in suç olarak değerlendirmesi böyle'' dedi.

-İddianame, Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesine düştü-

Görüşen, basında geçen hafta, ''iddianamenin geçen hafta Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesine'' bugün ise ''Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesine düştüğü'' yönünde haberler yer aldığını ifade ederek, ''Şu anda ben de bilmiyorum nereye düştüğünü. Şu anda onaylıyorum, nereye düştüğünü hep beraber göreceğiz'' diyerek, gazetecilerin yanında, UYAP üzerinden iddianameyi onayladı.

Görüşen, daha sonra UYAP tarafından iddianamenin Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesine gönderildiğini ve iddianamenin 2012/1 değerlendirme numarası aldığını bildirdi.

Bir soru üzerine Görüşen, şüpheliler hakkındaki adli kontrol uygulanıp uygulanmamasına mahkemenin karar vereceğini ifade ederek, ''Onu mahkeme kabul eder veya etmez. Yurtdışı yasağı koyabilirler. Tamamen mahkemenin takdiri'' dedi.

''İddianamede kaç tane olay var?'' sorusuna Görüşen, ''Birçok olay iddianameye yazıldı'' karşılığını verdi.

''Şüphelilerin ağırlaştırılmış müebbet hapsi mi isteniyor?'' sorusuna da Görüşen, ''Eski TCK'da 146'ncı ve 147'nci maddeleri olarak düşündük. Fakat, Anayasayı değiştirme, hükümeti düşürmeyi kapsadığı için, genel olduğu için 146'ıncı ve 80'inci maddeden... Yani temadi eden bir suç olduğu için müteselsil suçtur. Dolayısıyla eski TCK'nın 146'ncı ve 80'inci maddeleri. O dönemde yürürlükteki kanun, şüpheliler lehine olduğu için onu istedik'' yanıtını verdi.

Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesinin, iddianamenin kabulü için 15 günlük süresi bulunuyor.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1223685&title=evren-ve-sahinkaya-icin-muebbet-hapis-talebi
#643
BDP Meclis Grup Toplantısı'nda konuşan Demirtaş, acısıyla tatlısıyla, maalesef daha çok acısıyla bir yılı daha geride bıraktıklarını söyledi. Her açıdan zorlayan bir yıl olduğunu dile getiren Demirtaş, asker, polis, gerillaların hayatını kaybettiği bir yılın yaşandığını anlattı. Demirtaş, barış konusunda da en büyük mücadele yürütüldüğü bir yıl olduğunu kaydetti. Herkesin yeni yıldaki beklentisinin, kimliği ne olursa olsun barışı, barışçıl bir ortamı yaşama ve yaşatma hakkı olduğu bir yıl olmasını dileyen Demirtaş, 2012 yılının acıların ve yaraların kapanmaya başladığı, savaşın ölümlerin durduğu, demokrasi özgürlüğün, gerçek anlamda demokrasinin olması temennisinde bulundu. Yeni yıla çok daha umutlu başlamayı kendilerinin de istediğini, ancak 35 vatandaşın hayatını kaybettiği bir olayla başladıklarını anlatan Demirtaş, Başbakan'ın konuşmasını hatırlatarak, "Bırakın siyasetçi olmayı, insan olmaktan utandım." dedi. Sorumluluğu nasıl atarım düşüncesiyle yapılan bir konuşma olduğunu iddia eden Demirtaş, "50 bin defa lanet olsun siyasetinize de oyunuza da çıkarlarınıza da" dedi.

Yıllardır kendi mecrasında oluşmuş sosyal bir vaka olduğunu savunan Demirtaş, "Ortada bir kaçakçılık da yok, resmen sınır ticareti, oradaki vergiyi sınır karakolu alıyor. Bu herkesin bildiği bir sır mıdır? Cumhuriyet tarihi boyunca bu sınır ticareti suç olarak tanınmıştır. Her zaman katledilmiştir. 50 sınır ticareti yapan köylü katledilmiştir. Ama tek tek ama iki iki İran, Suriye sınırında. Roboski köylüleri de 28 Aralık günü saat 14'de gün ortası karakolun gözleri önünde katırlarla karşı köye geçiyorlar. Orada sınır falan yok, mayın tarlası, sınır teli yok. Bu köydeki ile karşı köydekiler akraba. Son bir aydır her gün gidiyorlar. Çünkü karakol izin vermiş durumda. Kuş uçsa her şeyden haberi olan karakolun önlerinden gidiyorlar. Kaç kişi olduklarını biliyorlar. Bunlar tamamen tanık anlatımlarıdır, bizlerin uydurdukları değildir. Öğlen geçtikleri iki yol da askerler tarafından kapatılıyor. Her yolu bir askeri araç kapatıyor birkaç askerle birlikte. Çocuklar 3 saat boyunca beklerken aileleriyle telefon görüşmesi yapıyorlar. Geç kaldık çünkü askerler yolu tuttu diyorlar. Karakolu arıyor aileler, çocuklar orada diyorlar. Savaş uçakları 15'i çocuk hepsini paramparça ediyorlar. Köylüler onların parçalandıklarını bildikleri için yürüyerek cenazelerin başına gidiyorlar. 112'yi arıyorlar, ambulanslar olay yerine gidiyor. Gerçekten 50 kişilik PKK'lı olduğunu bilseler hekimleri ambulanslarla oraya gönderirler mi? Devlet ve yetkililer orada kimin olduğunu biliyordu. Aksi halde tedbir almadan ambulans ve doktor göndermez. Hüvenlik olmadan. Hepsi resmi kayıtlı." dedi.

Hala onların terörist mi yoksa kaçakçı mı şeklinde araştırma yapılmasının tamamen yalan olduğunu iddia eden Demirtaş, isim isim kimin gittiği ve hangi aileden olduklarının bilindiğine dikkat çekti.

BAŞBAKANIN AÇIKLAMALARI KATLİAM KADAR ACI OLMUŞTUR

Devletin, yaptığı hiçbir katliamı üstlenmediğini ileri süren Demirtaş, geceden sabaha kadar yaptıkları çalışmaların olayın üstünün örtülmeye çalışıldığını gösterdiğini iddia etti. Hükümetin devreye girerek olayı medyanın haber yapmasını engellediğini savunan Demirtaş, bu nedenle BDP'nin olayın vahametini görerek devreye girdiğini ileri sürdü. BDP'nin insanı boyutunu yerine getirdiğini ve oy için, siyasi çıkar için yapmadığını savunan Demirtaş, Başbakanın açıklamalarının katliam kadar acı olduğunu ileri sürdü.

"Senin meşruiyetini, Başbakanlığını tanımıyoruz, sen kendini ne sanıyorsun?" diyen Demirtaş, "Haddini bileceksin, kanlı ellerinle hesabını vereceksin. Çıkıp özür dileyeceksin. Bu burda kapanmaz, zerre miskal tereddüt etmeyiz. Oy, siyasi rant 50 bin defa bu anaların ayaklarına kurban olur." diye konuştu. Demirtaş, Başbakana ağır sözlerle yüklenerek "Sen öldürmeyi iyi bilirsin." dedi.

Başbakanın BDP'ye yönelik 'istismar' sözlerini de eleştiren Demirtaş, hangi ölümden sonra açıklama yapmadıklarını sordu. "Yukarıda Allah, aşağıda halk, bu da bize yeter." diyen Demirtaş, Başbakan'ın BDP'ye hesap sormasının haddi olmadığını iddia etti.

TAZMİNAT DEĞİL ONURLU BİR BARIŞ

İyi günleri vicdanı olan, acıları paylaşanlarınların yakalayacağını dile getiren Demirtaş, tazminat değil onurlu bir barış istediklerini vurguladı. Yavuz hırsız misali ev sahibinin bastırmaya çalıştığını iddia eden Demirtaş, bu iradenin Başbakana boyun eğmeyeceğini belirtti. "Filistin gibi bizde direniyoruz. Sen bu halk için İsrail'sin. Filistin halkı nasıl İsrail'e direniyorsa bizde direneceğiz." diyen Demirtaş, olayın iş kazası diye geçiştirilemeyeceğini ve işin çok ciddi olduğunu ifade etti.

"Kimse yargılanmayacak mı, sorumlular açığa alınıp yargıya teslim edilmeyecek mi?" diye soran Demirtaş, bu işin peşini bırakmayacaklarını ve uluslararası bağımsız bir heyetin olayı incelemesi halinde samimiyete inanacaklarını kaydetti. İsrail'in bunu yapması halinde bu kürsülerden kınanacağını, meydanlarda tepki gösterileceğini savunan Demirtaş, bunun aynı şey olup olmadığını sordu ve savaş uçaklarının bombaladığını ifade etti. 33 kurşuna göstermelik dahi olsa bir generalin yargılanıp olayın ona yüklenmesi yönüyle benzemediğini dile getiren Demirtaş, diğer yönleriyle farklı olduğunu ileri sürdü.

Olayın üstünün kapatılmaya çalışıldığını iddia eden Demirtaş, uluslararası mekanizmalara başvuracaklarını vurguladı. Uludere'nin üstünün örtülmesinin değil örtülmemesinin kardeşliği güçlendireceğinin altını çizen Demirtaş, sonun iyi olmadığını belirterek elele verip onurlu bir barış yapılmasını istedi. Demirtaş, yaşananların Kürt toplumunda öfkeye neden olduğunu söyledi.


(CİHAN)
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1223716&title=demirtas-uluderenin-uzerinin-ortulmemesi-kardesligi-guclendirir&haberSayfa=0



Başbakandan grup toplantısında BDP'ye sert eleştiriler



Elim hadisenin ardından cenazeler üzerinden derhal istismara başlayanları gördüklerini belirten Erdoğan, "Kim ki Uludere'de 35 Kürt öldürüldü diyerek meseleyi etnik zemine taşıyorsa o her türlü milli manevi değeri, her türlü insani ve vicdani değeri ayaklarının altına almış ve çiğnemiş demektir." dedi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 2012'nin ilk grup toplantısında konuşmasının büyük kısmını Şırnak Uludere'de yaşanan olaya ayırdı. Erdoğan, "Milletçe hepimizi derinden yaralayan hadise Şırnak'ın Uludere ilçesinde yaşandı. 35 vatandaşımız hayatını kaybetti. 35 vatandaşımıza Allah'tan rahmet niyaz ediyorum. Yakınlarımıza, milletimize sabır niyaz ediyorum. Bu acı hadise en küçük detayına kadar incelenecek." dedi.

● İŞTE ERDOĞAN'IN KONUŞMASININ TAM METNİ

GENELKURMAY BAŞKANI İLE KONUYU ENİNE BOYUNA DEĞERLENDİRDİM

Genelkurmay Başkanı ile konuyu enine boyuna değerlendirdiğini aktaran Erdoğan, "Konunun takipçisi olduklarını Genelkurmay Başkanı'ndan tekrar duydum dinledim. Bu yapılan çalışmalar hassasiyet sebebiyle Genelkurmay Başkanı ve komuta kademesine teşekkür ediyorum. Medyaya rağmen teşekkür ediyorum. Hükümetimiz döneminde attığı bu adımları halka karşı atılan adımlar gibi göstermek 'devlet halkını bombalıyor' gibi göstermek devletin milletiyle arasındaki bütünlüğü parçalamaktan öte bir gayret değildir. Bu medyanın arkasında ne tür emellerin olduğunu gayet iyi biliyoruz. Aynı şeyleri bizim için de yapıyorlar. Biz alıştıkları hükümet değiliz, farklı bir hükümetiz. Doğrularına inanan bir hükümet olarak devleti değil milleti öne çıkaran iktidar olduğumuz için bunlarla anlaşmamız tabi ki mümkün değildir." değerlendirmesinde bulundu.

Elim hadisenin ardından cenazeler üzerinden derhal istismara başlayanların bulunduğunu söyleyen Erdoğan, şu uyarılarda bulundu: "Kim ki Uludere'de 35 Kürt öldürüldü diyerek meseleyi etnik zemine taşıyorsa o her türlü milli manevi değeri her türlü insani ve vicdani değeri ayaklarının altına almış ve çiğnemiş demektir. Biz Uludere'de 35 insan hayatını kaybetmiştir. 35 can yitirilmiştir, 35 kardeşimiz yitirilmiştir diyoruz. Ama onlar etnik zemini kurcalamak suretiyle istismarı ortaya koyuyorlar. Cenazeleri bile etnik kökenleriyle tasnif edenler insanlıktan nasibini alamayanlar. Orada ölenlerden birinin ablası kadın kollarında çalışan ve orada başkanlık yapan bir bayan. Bizden bunun istismarını duydunuz mu? Bunlar kalpleri kararmış, vicdanını yitirmişler. Şeytanın açtığı bir yoldur. Cenazeleri bile Kürt Türk diye ayıranlar şeytanın yolunda yürüyenlerdir. Kendi milletvekilleri kameralar önünde kahkaha atacak kadar insafsızlar vicdansızlar. Bunların koruculara nasıl baktıklarını biz çok iyi biliriz. Cenazelerin üzerine parti bayraklarını asmak iki yüzlülük fırsatçılık değildir de nedir? Cenazede terörist başının resmini taşımak neye hizmet etmektedir."

SİZ, SİLAHLI EFENDİNİZ İPİNİZİ GEVŞETMEDİĞİ MÜDDETÇE TUVALETE GİDEMİYORSUNUZ

'Bu ülke bölünmüştür' diyen BDP'lilere de sert cevap veren Erdoğan'ın, "Ya sen kimsin, kimi temsil ediyorsun. Siz eli silahlı efendiniz ipinizi gevşetmediği müddetçe tuvalete bile gidemiyorsunuz." sözleri milletvekillerince uzun süre alkışlandı. Erdoğan konuşmasını şöyle sürdürdü:

"Neyi bölüyorsunuz, kimi bölüyorsunuz. Bugüne kadar masum insanların sivillerin hayatını kaybetmesine hangi tepkiyi verdiniz. Terör örgütünün canlı kalkan yapması sebebiyle hangi tepkiyi verdiniz? Terör örgütüne yeter artık diyebildiniz mi? Bu millet bir elin parmakları gibi bir ve kardeştir. Sizin nifak tohumlarınız bu topraklarda asla kök salamaz. Apo'ya peygamber diyenlerin, Kürtlerin dinini Zerdüştlük sananların, gençlerin kanıyla beslenen vampirlerin bu topraklarda hiçbir şekilde muhatabı yoktur. Bugün vesayetçi bir devlet ve hükümet yok. Milletin iradesiyle şekillenen adil şefkatli özgürlükçü bir hükümet var. Vatandaşını düşman olarak gören bir devlet yok. Biz önce millet, önce insan diyoruz. Yaşanan acı olay üzerine devleti ceburrut göstermek büyük bir şuursuzluk büyük bir izansızlıktır."

Erdoğan, İstanbul'da taziye için bir araya gelen BDP'li vekillerin acılı ortamda kahkahalar attıklarını da hatırlattı.

KAYMAKAMI DÖVMEK İNSAN DİYE GEÇİNEN MÜSVETTELERİN İŞİ

"Uludere'ye taziyeye giden o coğrafyanın insanı olan Kaymakamı dövmenin, linç etmenin Kürt kökenli kardeşimin değil, o insan diye geçinen müsvettelerin işidir." diyen Erdoğan, "Bırakın yasımızı tutalım. Bırakın ağıtımızı yakalım. Cenazelerimizi dahi istismar edecek kadar mı aklınızı yitirdiniz. Sizin hiç aklınız izanınız yok mu? 3-5 oy için bu milleti birbirine düşürmeye, toplumu tahrik etmeye değer mi? Bazı medya kuruluşları, bazı yazarlar da bu acı hadiseyi istismar etme içine girdiler. Dertleri acıyı paylaşmak değil, suyu bulandırmak istiyorlar. Devlet halkını bombaladı diyorlar. 'Ben eli silahlılardan korkmadım Kasımpaşalı Tayyip'ten mi korkacağım.' diyorlar. Benim derdim kimseyi korkutmak değil, ben Kasımpaşalı Tayyip olmaktan şeref duyarım. Milletime hizmet etmekten onur duyarım. Herhalde bu yüzde 50'den daha akıllı değilsin. Kendinizi bir çek edin. 'Acaba biz nerede yanlış yapıyoruz da yüzde 50 bunlara oy veriyor' deyin. Bizim istikametimizi her zaman millet çizdi her zaman millet çizer. Biz milletimizi şefkatle kucaklamanın derdindeyiz. Bunlar kin ve nefret tohumlarının yeşermesine hizmet ediyorlar." şeklinde konuştu.

CHP, BDP VE PKK'NIN DİLİNDEN KONUŞUYOR

Ana muhalefet partisinden gelen açıklamaları da talihsizlik olarak değerlendiren Erdoğan, şöyle konuştu: "33 kurşun olayıyla eş tutarak çok ciddi sorumsuzluk örneği sergilediler. Bu hadiseyi 33 kurşun olayına benzetmek sorumsuzluktur. Biz hedef saptırma gayretlerini de anlıyoruz ama CHP'nin PKK'nın diliyle BDP'nin diliyle konuşmasına açıkçası anlam vermekte zorlanıyoruz. CHP'nin üslubunun PKK ve BDP'nin üslubuyla örtüşmesi son derece dikkat çekicidir. 12 Haziran öncesi görülen ittifakı şu anda taziye çadırında görüyoruz. CHP'nin BDP'nin peşine takılması çok hazindir. Mustafa Muğlalı olayı CHP'nin eseridir. Kastı mahsusa ile işlenmiş bir cinayettir. CHP tarafından hesap sorulması engellenen bir olaydır. Bu hadisenin üzerine kararlılıkla gideceğiz gidiyoruz. Uludere'deki acılı kardeşlerimizi yalnız bırakmayacağız. Onların acısını yüreğimizde taşıyacak ve kardeşleri olarak paylaşacağız. Yapılması gereken neyse hepsini biz yapacağız. Biz işi geçmişte olduğu gibi üzerinde spekülasyonların yapılmasına fırsat vermeyeceğiz. Buna noktayı koyacağız. Benim Uludereli, Ortasulu, Gülyazılı kardeşim müsterih olsun. Aziz milletimizden rica ediyorum bu acı olay üzerinden yürütülen nifak ve fitne girişimlerine hiç kimse fırsat vermesin. İstanbul'da tarla başı caddesinde hareket halindeki otobüsün içindeki halkımızın ne günahı var. O insanları ölüm tehdidiyle baş başa bırakma doğru mu? Biz molotofu da silah olarak yasalaştıracak yasayı getiriyoruz. Masum bir olay değil. Çünkü Serap kardeşimizi öyle kaybettik. Otobüs duraklarında cam çerçeveyi indirenler insan müsveddesi bile değil."

Dağlarda sınır içinde sınır ötesinde nerede olursa olsun teröristlerin etkisiz hale geleceğini söyleyen Erdoğan, bunu yaparken sivillerin mağdur olmaması için büyük hassasiyet göstereceklerini ancak meydanı asla teröristlere bırakmayacaklarını aktardı.

SARIKAMIŞ ŞEHİTLERİ ÜZERİNDEN ULUDERE MESAJI

Sarıkamış şehitlerini rahmetle anan Erdoğan, Allahuekber Dağları'nda karlar eridiğinde birbirine sarılmış şehit Mehmetçiklerin bedenlerinin çıktığını etnik kökenleri ne olursa olsun hepsinin Lailaheillallah diyerek şehit olduğunu aktardı. Erdoğan, "Benim Rizeli dedem de arkadaşlarına sarılarak şehit olmuştur. Sarıkamış'a cephane götüren 120 öğrenci destanını anlatan Erdoğan, "Tarihinde kahramanlık destanları olan bir millet bu nifak tohumlarını boşa çıkarır. Şehitleri koyun koyuna yatan bu asil millet her türlü habis uru bünyesinden atacaktır." şeklinde konuştu.

İSMAİL HANİYE GELDİ

Erdoğan'ın konuşması sırasında İsmail Haniye AK Parti Grubu'na geldi. Erdoğan'ın yanına kürsüye çıkan Haniye Başbakan ile kucaklaştı ve el ele grubu selamladı. Erdoğan, "Filistin'de seçilmiş Başbakan İsmail Haniye'ye şahsım ve grubum adına hoşgeldiniz diyorum. CHP Genel Başkanını makamlarında ziyaret ettiler. MHP ve BDP gruplarıyla görüşmeleri olacak. Saadet Partisi ile görüşmeleri olacak." dedi. (CİHAN)

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1223640&title=grup-toplantisinda-bdpye-sert-elestiriler&haberSayfa=1
#644
Akatlar'da yürüyordum; kadın beni tanıdı ve selamlaştıktan sonra, sorusunu sordu: "Oğlum dersleri tamamen bıraktı; ne söylesem hiç fayda etmiyor. Ya arkadaşlarıyla buluşuyor, ya telefonda mesajlaşıyor ya da bilgisayarın başında oyun oynuyor. Ne yapacağımı şaşırdım, Hocam ne yapalım?"

"Sohbet ediyor musunuz?"

"Valla, konuşuyorum, ama hiçbir faydası yok."

"Kaç yaşında?"

"On yedi yaşında."

"Mesela ne diyorsunuz?"

"Sınavların yaklaştığını söylüyorum; derslerine çalışması gerektiğini söylüyorum; böyle giderse sınıfta kalacağını, arkadaşlarından geri kalacağını, ilerde çok pişman olacağını, ama o zamanda duyulan pişmanlığın işe yaramayacağını anlatıyorum."

"Siz konuşup, nasihat ediyorsunuz."

"Evet."

"Ama, onunla sohbet etmiyorsunuz."

"Valla bilmem; biz bildiğimiz kadarıyla elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz, konuşuyoruz, anlatıyoruz."

"Doğru, bildiğiniz kadarıyla elinizden gelenin en iyisini yapıyorsunuz. Ama konuşmak, nasihat etmek, sohbet etmek değildir. Siz sohbet etmesini bilmiyorsunuz."

Kadın haklı olarak "neden bahsediyorsunuz," diyen bir yüz ifadesiyle bana baktı.

İçim burkuldu. Anne acı çekiyordu ve çocuğuna yardım etmek istiyordu, ama kendini çaresiz hissediyordu.

***

Öğrencileri ve anababaları birlikte çağırdım. Danışmalığını yaptığım okulun küçük tiyatro salonunda buluştuk, öğrencilerle birlikte anababalar da oturdu.

Ufacık sahneye çıktım, bir sandalye attım oturdum, yanı başıma bir boş sandalye koydum.

"Buradaki öğrencilerden kim benimle sohbet etmek istiyor?" diye sordum. Kalkan ellerden birini gelişigüzel seçtim. Selim adıyla anacağım bir öğrenci yanımdaki sandalyeye geldi oturdu.

"Adın ne?"

"Selim."

"Kaç yaşındasın?"

"On iki."

"Bugün ayın kaçı?"

"24 Aralık 2008." (Gerçek tarihtir; bu uygulamayı o gün yaptım.)

"Selim, gözünü kapa, beni iyi dinle. Gözünü açtığın zaman aradan yirmi yıl geçmiş olacak. 24 Aralık 2028 tarihinde gözünü açmış olacaksın. Tamam mı?"

Anladığını belirtmek için başını salladı.

"Lütfen gözünü aç."

Selim, gözünü açtı.

"Bugünün tarihini söyler misin?"

"24 Aralık 2028."

"Kaç yaşındasın?"

"Otuz iki."

"Ne iş yapıyorsun?"

"İç mimarlık."

Göz ucuyla anneye babaya bakıyorum; yüzlerinde hayret belirten hafif bir tebessümü var. Belli ki, onlar da Selim'in söylediklerini benimle birlikte ilk defa duyuyorlar.

"Nerede çalışıyorsun?"

"New York, Manhattan'da."

Anne, babanın yüzünde saklayamadıkları büyük bir şaşkınlık ifadesi.

"Evli misin?"

"Hayır."

"Arkadaşlarından evlenenler oldu mu?"

"Kızların hepsi evlendi."

Gülüşmeler..

"Çalıştığın yere beni götürür müsün?"

"Ofisim, Manhattan'da 86 katlı bir binanın 42. Katında."

Gülüşmeler devam ederken hayalen o binaya yürüdük, asansöre bindik, 42. Katta indik.

"Burası 'home office,'" dedi.

İçeri girdikten sonra açıkladı:

"Dubleks daire: aşağıda salon ve mutfak var. Yukarda yatak odası ve ofis odam."

"Selim, salonda neler var?"

"Salonda masa var, koltuklar var, sandalyeler var; komodin var, sehpalar var."

"Duvarlarda ne var?"

"Resimler var, fotoğraflar. Ailemin fotoğrafı da var."

"Ailenin fotoğrafına bakınca neler görüyorsun? Beraber bakabilir miyiz?"

"Annem ar, babam var. Ailece çektirdiğimiz bir fotoğraf. Abim var, ablam var, ben varım."

"En küçük sen misin?"

"Evet."

"Selim, bu fotğrafa baktığında, içinde 'keşke!" duygusu beliriyor mu? İçindeki herhangi bir 'keşke'nin sesini duyuyor musun?"

Hiç beklemeden "Evet," dedi.

"Haydi, anlat bize," dedim.

"Ben, babamla birlikte futbol maçına gitmeyi çok istedim. Bir de hafta sonları onunla top oynamak, kırlara gitmek istedim. Güreşmek istedim. Ama babam çok yoğundu; çalışmak zorundaydı, olmadı, zaman bulamadı. Ne yapalım, böyle oldu."

Baba'ya baktım; gözlerinin yaşını tutmaya çalışıyor, ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu.

Selim'e teşekkür ettim. Ve sordum:

"Selim, bu konuşmamızda, sana büyüklük tasladığımı, sana nasihat etmeye çalıştığımı hissettin mi?"

"Hayır!"

"Olanla ilgili olarak mı konuştuk, olması gereken üzerine mi?"

"Olanla ilgili olarak konuştuk."

"Selim, seninle yeniden böyle sohbet etmek istesem, benimle konuşmak ister misin? Konuşmamızdan zevk aldın mı?"

"Yeniden konuşmak isterim; sohbetimizden zevk aldım."

***

Sohbet özel türden bir konuşma, kendine özgü özellikleri olan bir söyleşidir.

Sohbet içinde olan iki insan o an için güç, onur ve değer yönünden eşittir ve olanı paylaşırlar; olması gereken üzerinde konuşmazlar.

Korku kültürünün olduğu yerde sohbete izin verilmez.

Türkiye'nin aydınlık geleceğinde anababaların çocuklarıyla sohbet içinde olmasını diliyorum.

Doğan Cüceloğlu (26.06.2011)
#645
Bizim mecliste bütün partilerin aynı noktada birleşmesi, bütün gezegenlerin güneşle aynı hizaya gelmesi gibi istisnâî bir tabiat hadisesidir; bir ay içinde aynı mûcize iki defa gerçekleşince, "Hayırdır inşallah" teyakkuzuna geçtik.

Haberi duydunuz, emekli ve muvazzaf bütün milletvekili camiasının mâli durumu, işbu tabiatüstü ittifak eliyle birkaç saat içinde önce ıslah, sonra ihyâ edildi. Bugüne kadar fakr ü zarurete nasıl tahammül ettikleri muammâdır! E, kol kırılır yen içinde demişler...

Bugünlerde her evde, adı hemen "kıyak"a çıkan bu düzenleme konuşuluyor. Emekliler homurdanıyor, çalışanlar öfkeleniyor. Maaş mevzuları, neticede izâfî bir kriter üzerinden hareket edildiği için netâmeli. Türkiye'de izâfi olmayan tek rakam asgari ücrettir. Vekiller, maaşlarını hesaplarken asgari ücreti esas almak yerine Cumhurbaşkanının aylık ödeneğini ölçü tutmuşlar. "Vekil maaşı, net asgari ücretin on katıdır, 12 katıdır" deseler daha "hakikatli" olmaz mıydı?

Olurdu ama biraz kıymıklı olurdu!

İlk defa milletvekili olanlar şimdi net 12 bin lira alacaklar, ikinci vekilliğinde ise 7 bin emekli maaşı ile 19 bin. Ben bu konularda safımdır, bir işi fiilen yapıyorken aynı işten emekli maaşı haketmeyi anlamıyorum mesela. Anlamadığım bir başka şey de, "Bürokratlar işle ilgili her masrafı devlete yüklerken vekiller cebinden harcıyor" edebiyatı. Bürokratla vekili her fırsatta mukayese etmek doğru mu? Üstelik vekillik, kimselere zorla teklif ve telkin edilen, halk tabiriyle "Silah zoruyla" kabul ettirilen bir vazife değil ki? Her seçim döneminde kapı kapı dolaşıp, "Hizmete talibim" diyenler yine aynı kişiler. "Madem tâlip oldunuz, bedavaya çalışınız, üste cebinizden para koyunuz" diyecek değiliz lâkin "Geçinemiyoruz; bir vekil 100 düğüne gider, küçük altın takamazsınız, ortancası 400 lira" diye acındırmanın da âlemi yok. Maaş hesaplanırken düğün giderlerini mi ölçü alacağız bundan sonra? Lâf, yakışmıyor böyle sözler umur görmüş adamlara!

Bütün gezegenlerin aynı hizaya gelmesi değil mesele, hele hele maaş miktarı veya Türkiye ortalamasına göre hayli okkalı ve tatlı emeklilikler de değil; asıl mesele hükümetin, gerçek mânâda inkılâpçı ve idealist tavrını unutmuş görünerek, iki netâmeli dönem geçirmiş olmanın yorgunluğunu, kadife palanlı bir binek tedarik ederek şeftali bahçelerinde çıkarmaya kendinde hak görüyor olmasıdır. Demokratik standartları yükseltecek reformcu adımlar atılırken Buda heykeli gibi düşünmeye başlayan yürütme uzvumuz, vekil maaşı veya futbol baronlarına destek gibi konularda, şaşırtıcı bir tezcanlılıkla "Kendine hamiyetperverlik"in şâhikalarına tırmanıveriyor. Cümle uzun oldu, kısaltalım; Ahali, hükümetteki yorgunluk alâmetlerinden tedirgindir. "Çok çalıştık, biraz da istirahat edelim" tavrı barizleşmeye başladı. "Hayli zor demler geçirdik, şimdi şu maaşlarımızı ıslah edelim" diye görünüyor yapılan düzenleme. "Bütün partiler ittifak halinde yaptık bu düzenlemeyi, mesuliyet dağıldı" diye düşünenler yanılıyor; vatandaş maaş düzenlemesinin hesabını muhalefet partilerine değil, doğrudan iktidara kesiyor ki doğru olan budur.

"Belki farkında değillerdir, vaktiyle ikaz edelim; olmuyor, iyi görünmüyor. "İktidar nimetlerinden yararlanmak bizim de hakkımız" düşüncesi çok baştan çıkarıcı, kaygan, çok zehirleyici bir kafa konforudur. "Bunların da âkıbeti ANAP gibi olmasın" diye konuşuyor insanlar. Hangi insanlar? Hani şu "Başımız dik dursun, darbeciler eskisi gibi hükümfermâ olmasın, vesâyet düzeni sona ersin, verdiğimiz vekâletin bir anlamı olsun" diyen sıradan insanlar: Yeni bir anayasamız olsun, demokratik reformlar gerçekleşsin, adalet, kardeşlik tesis edilsin, ülkemiz güçlensin, itibarı artsın diye dertlenen insanlar, muvaffak olasınız diye verdikleri oyu duayla destekleyen insanlar..."

Ey erbâb-ı hükümet, ey rüesâ-yı iktidar; bugünlerde spor sayfaları yerine biraz İbn Haldun okumanızda fayda var. Refik Halit Karay'ın "Şeftali Bahçeleri" hikâyesi ile pîrimiz İbn Haldun'un "Asabiyet nazariyesi" arasında çok şaşırtıcı benzerlikler bulabilirsiniz.

t.alkan@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1219710&title=ey-erb%E2bi-huk%FBmet-ey-rues%E2yi-iktidar





Şeftali Bahçeleri - Refik Halid Karay

Irmağa giden yol, kasabadan kurtulunca, göz ala­bildiğine uzanan sayısız şeftali bahçeleri arasından geçerdi. Haziran içinde bile taşkın dere ayaklarının çamurlu, ıslak tuttuğu bu gölgeli yerlerde otlar bü­tün bir yaz mevsimi yeniden yeniye sürer, kızgın güneş, ağaçların tepelerinde meyvaları pişirirken, ru­tubetli toprakta birbiri arkasına yoncalar fışkırır, ça­yırlar kabarırdı. Suların serinliği, taze ot kokusu, göl­gelik ve bereket içinde bahar, bu bahçelerde tâ kı­şa kadar uzanıp giderdi.

Her tarafa taşkın bir şeftali kokusunun dolup sindiği durgun sıcak günlerde işsizler takım takım kasabadan inerler, ırmakta yıkandıktan sonra gelip gölgeli çimenlerde yatarlardı. Yüksek dallardaki faz­la olgun, ballı şeftaliler saplarından kurtularak dol­gun, yumuşak bir sesle yerlere, çimenler içine, ya­tanların üzerine durmamacasına yavaş yavaş dökü­lürdü. Toplamakla biter tükenir şey değildi; ürü­nün yarısı ağaçlarda kalır, böyle, pişip oldukça teker teker, ağır ağır toprağa düşer, karışır, kaybolurdu.

Kasabanın çocuk çığlığıyle dolu, gübre kokulu kızgın sokaklarından kurtulanlara; bu kuytu, loş, hoş kokulu yerler ne tatlı gelirdi. Akşam üzerleri hükü­met memurları heybelerine rakılarını koyar, mer­keplere binip bu bahçelere gelirlerdi... Yer yer içki sofraları kurulur, sohbetler edilir, gazeller okunurdu. Şeftali bahçelerinin eğlentisi tâ uzak diyarlara bile ün salmış, dillere destan olmuştu. Onun için ne ka­dar zevkine düşkün, keyfine meraklı memurlar var­sa hep burasını ister buraya yerleşirdi. Çapkın mu­tasarrıflarla * hoş görülü kadınların uğrağı olmaktan kasaba öyle serbeslemiş, halkı öyle açılıp zevke, safaya dalmıştı ki artık uygun görülmeyen günah kal­mamıştı.

Burası Anadolu'nun Saadâbadı idi. Tıpkı «Saadâbad» gibi burada da sürekli sazlar çalınıp çengiler oy­nar; gazeller okunup şiirler yazılırdı. İçki düşkünü mutasarrıflar, müdürler içinde, çoğu şairdi. Nedim gi­bi gazeller yazarlar; aruzdan, tasavvuftan konuşur­lar; Mevlevîlikten Melâmîlikten dem vururlardı, ömür­leri sazla, sözle tatlı geçerdi. Bu keyif düşkünü me­murlar suya sabuna dokunan işlere karışmadıkların­dan senelerce yerlerinde kalırlar, kasabayı benimse­yip evler yaptırırlar, havuzlar açtırıp kameriyeler kurdururlardı. Aslında çoğu, devrin hoş görmediği, başından savdığı kimselerdi. Yükselme ümidinde ol­madıklarından resmî işlere önem vermezler, zevkle­rine bakarlardı.

(*) Vali ile Kaymakam arası mülkiye amiri.

* **

Sıcak, ağır bir yaz günü idi... Yeni gelen Yazıişleri Müdürü ikindi vakti, kalemlerin boşalıp daireler­de kimsenin kalmadığına pek şaştı, hükümet konağı­nın iç avlusuna dizili kadife palanlı, dinç, gürbüz merkeplerden birine atlıyan, şeftali bahçelerinin yo­lunu tutuyordu. Kâtiplere kadar herkes, böyle birbirlerine selâmlar dağıtarak, şakalar yaparak, kabarık, taşkın heybelerinin ortasına gömülü, keyifli keyifli, koşa koşa uzaklaşıp gidiyorlardı. Şehrin açığında, tâ ova ile bahçeler arasında güneşe karışmış, gittikçe bü­yüyen, genişleyen bir toz bulutu geçtikleri yolu gös­teriyordu.

Agâh Bey dünya gidişinden habersiz, kuramsal görüşlerle büyümüş dik başlı, kuru zevkli bir adam­dı. Mülkiyeden çıktıktan sonra Avrupa'ya kaçmış, fa­kat nüfuzlulardan birinin aracılığıyla İstanbul'a dön­müştü. Tam dört ay Zaptiye Nezareti (*) tutukevinde sebepsiz alıkonulduktan sonra buraya Yazıişleri Mü­dürlüğüyle atılmıştı.

(*) Eski idarede, Emniyet işleri gören bakanlık.

Anadolu içinden hanlarda kalıp köylerde yatarak memuriyetine gelirken yüreğini keder, gam kapla­mış, memlekete ciddî hizmet etmek kararını almış­tı. Başının içinde, kasabaya indiği gün, yeni düzenle­meler, örgütler, yardım dernekleri gibi ağır düşün­celer doluydu. Bu küçük şehirde kocaman işler gö­receğini, herkese parmak ısırtacak eserler çıkaracağı­nı sanıyordu. Durmıyacak, dinlenmiyecek, çalışacak­tı. Atılganlık gerek diyordu, mutasarrıftan tutarak âmir ve memurların hepsini yola getireceğine inan­mıştı. Memleketi kaplayan tembelliği, durgunluğu ka­fası almıyordu. «Bu uyuşukluk, bu kayıtsızlık ne?» di­ye kendi kendine soruyor, cevabını bulamıyordu.

Hayır, kendisi büsbütün başka türlü bir memur, Avrupalı bir hükümet adamı olacaktı... işte bu ufak memuriyet ne iyi bir deneme alanıydı...

Fakat ilk günü ümitsizliğe düştü. Mutasarrıf ona bu memlekette işlerin az olduğundan, rahatına bak­masından, yorgunluk almasından söz etti. «Kadı Yahya» dan beyitler okuyarak yerden selamlar, gevrek kahkahalar arasında; yerini getirip, kuru üzümden iki çekilmiş, yirmi iki grado sert rakısını övdü. Bal ile yapılmış baklavanın türlüsünü sayıp döktü. Evkaf me­muru daha ileri varmış, bekâr olduğunu anlayınca bu­rada yokluk çekilmeyeceğini müjdelemişti. Alay ko­mutanı altmış beşlik iri yarı bir bunak, baba diliy­le onu; «Safa âmedi, safa âmedi (*)» diye pek tek­lifsiz karşılamış, hiç sebepsiz, birdenbire saat mey­danındaki somaki mermerden geniş göbek taşlı, yük­sek kubbeli selâtin hamamını tarif etmişti. Önüne ge­len de şeftali bahçelerini söylüyor, keyiften, eğlence­den söz ediyordu.

Agâh Bey şaşkına dönmüştü. Muhasebecinin: «Ar­zu buyurursanız bahçelere gidelim, merkep hazırlat­tık, eğleniriz!» teklifini hemen sert bir yüzle reddet­ti. Hükûmet konağında bir başına kalmıştı.

İkindi güneşinin gözler alan çiy aydınlığı içinde bilmediği sokakları yabancı yabancı dolaşmaya mec­bur oldu. Kasabanın iç mahalleleri şenlik günlerine özgü bir boşlukla sessiz, durgundu. Çeşmelerden su ta­şıyan tek tük adamlarla birkaç yaşlı nineden başka kimseye rasgelmemişti. Onlar da kendisine acayip bir gözle bu saatte, herkes bahçelerde iken neden bu­ralarda dolaştığına şaşar gibi bakmışlardı... Sonra... Kızgın, dumanlı bir gurup oldu; ezan sesleri arasında kısık, uyuşuk lâmbalar birer birer yanıp kasabayı kasvetli bir gece sardı. Erkenden yatmıştı...

Aradan birkaç saat geçmişti ki uykusundan şen seslerle uyandı, pencereye koştu. Dar sokakları kızıl alevli meşaleler aydınlatıyor, gündüz hükûmet avlu­sunda gördüğü kadife palanlı eşeklerde memurlar yarı keyif şakalaşa gülüşe geçiyordu. Geç kalanların uzaklardan gürültüsü duyuluyordu. Agâh Bey öfke­lendi. Zevk, safa bu adamları bir deniz gibi, gırt­laklarına kadar sarmıştı, içinde rahat, durgun bir ba­lık hayatı geçiriyorlar, dünya ile ilgilenmiyorlardı. Er­tesi günden başlayarak daha ciddi daha kararlı gö­rünmek, bu bayağı duygulu, âdi ömürlü adamlara da­ha sert, daha kaba davranmak niyetiyle yumrukları kısılı, yüreği kinli, tekrar uyudu...

(*) Hoş geldiniz.

***

Her gün bir düğün evi neş'esiyle çalkalanan bu şehirde yeni Yazıişleri Müdürü sıkıntıdan boğuluyor­du, önce işiyle uğraşıp boş vakti kalmayacağını san­mıştı, fakat yapacağı kıttı. Esniye esniye odasında gev­şiyor, uyuşuyordu. Mutasarrıfa ilk hevesle şehrin imarına, sapan ve tırpanlarının islahına, kağnı araba­larının değiştirilmesi gereğine dair ayrıntılı öneriler vermişti.

Hiçbir sonuç çıkmıyordu. Daima gelişimden, uy­garlıktan söz açıp uzun, sinirli, umutsuzluk dolu nutuklarını, nezaketin bile örtemediği öyle anlamsız, hiçten bakışlarla uyuşuk uyuşuk dinliyorlardı ki ağlıyacağı geliyordu. Hayır, hiçbir iş yapmak, bir hiz­met görmek olanağı yoktu, ödenek azlığı, arkadaş­ların tembelliği her atılıma engeldi. Yüreğinde kö­püren gayret, hizmet isteği yavaş yavaş sönüyor, ya­tışıyordu. Bu dayanılmaz bir ömürdü...

Zaten hükûmetteki arkadaşları da ondan bezmiş­ler, yola gelmeyen, zevkten anlamayan bu adamdan yüz çevirmişlerdi. Eski Yazıişleri Müdürü gözlerinde tütüyordu. Ne çapkın bir İzmir'liydi... Kasabaya ilk geldiği gece onu bir ziyafete götürmüşlerdi. İçip içip öyle coşmuştu ki... parmaklarına tahta kaşıklar takmış, daha yeni tanıdığı adamlar arasında takırdata takırdata saatlerce «Adanalıyı» «Konyalıyı» oynamıştı. Şairdi de... Sabahleyin geceki eğlentiyi anlatan «kat ender kat» matla'lı * gazel yazıvermiş, mutasarrıfın beyenisine erişmişti. Hatta kadı efendi; «Aziz, sen dev­rin Fuzulî'sisin!» diyerek onu gözlerinden öpmüştü.

Şimdiki müdür ne gazelden anlıyordu, ne de ra­kıdan... Nereden de buraya gelmiş, herkesin başına dert kesilmişti? Aradan iki ay geçtiği halde, bugüne dek şeftali bahçelerinin akşamcılığına onu götürememişlerdi. Kafasına zevk eğlence düşüncesi sokamıyorlardı. Muhasebeci boş yere yirmi iki grado şeftali ra­kısını ballandırıyor, Evkaf memuru arasıra evine aşırdığı Havva kuzularını boşuna övüyordu.

Bir gün muhasebeci dayattı, hatırını kırarsa gü­cenecekti, pek geç kalmazlar, onu rahatsız etmezler­di; şöyle bir kır gezintisi yapacaklardı. Kadı, Evkaf memuru, Posta müdürü, dört, beş kişi, kalabalık de­ğil... Artık büsbütün kabalık olur diye Agâh Bey korktu, «Peki» dedi. Kasabada kimsesizlikten, işsizlik­ten de boğuluyordu. Bir defa eğlenip şu âlemi gör­mesi elbette uygun olurdu, belki de eğlenirdi; doğa güzelliğine bu kadar çekingen durmak saçmaydı...

İkindi üzeri merkeplere bindiler, rahvan yürüyüş­lü, yumuşak palanlı rahat hayvanlardı; kendilerine özgü, ufak ufak adımlarla, çabuk, çabuk ve düzenli salıntılarile tuhaf bir yürüyüşleri vardı. Agâh Bey hoşlandı. İlle şeftali bahçelerinin arasına girip de toz­dan, güneşten kurtuldukları zaman yosun gibi ko­yu yeşil, yarı ıslak yoncalar ve su sesi büsbütün key­fine gitti. İğdeler, böğürtlenlerle örtülü iki yüksek çit arasından dolana dolana uzun bir yol gittiler. Şeftalilerin kokusu sinirlerini gevşetmişti. Eğile kalka meyva devşiren kızlara şimdi tuhaf, istekli bir göz­le bakıyordu. Arasıra elleri bohçalı, yüzleri terli takım takım kadınlara rasgeliyorlardı. Bunlar ırmaktan dö­nüyorlardı. Memleketin geleneğiydi; yazın hepsi açık­ta dereye girerler, oynaşa haykırışa uzun uzun yı­kanırlardı. Ne de iri kalçalı, endamlı kadınlardı... Yüreğe fazla bir sıcak gibi, çarpıntılar getiren sancı, istekli bakışları da vardı...

(*) Kaside veya gazelin ilk beyiti.

Muhasebeci Bey, pembeye yakın bulanık renkli bir cins şeftali rakısına düşkündü; «Bakalım benim âbı hayatı* nasıl bulacaksınız?» diye kadehi uzattı: Agâh Bey içti; biraz buruk ama baygın kokulu, de­ğişik tadlı, hoş bir içkiydi. Ötede kalem efendileri ra­kı sofrasını kurmak, mezeleri, salataları hazırlamakla uğraşıyor; odacılar kenarda ateş yakmışlar, kebap çe­viriyorlardı. Şeftali kokusuna karışan bu pişmiş et ko­kusu akşamın serinliği içinde insana keyifli bir iş­tah veriyordu; sürekli içiyorlar, üzerlerine yoğurt dö­külmüş sıcak patlıcan kızartmalarından, taratorlu se­mizotu salatalarından kaşık kaşık yiyorlardı.
(*) Hayat suyu. İçki (rakı) anlamına.

Tâ geç vakit döndüler; dağların ardından yansı kopuk kırmızı bir ay karanlığı yararak hüzünlü hü­zünlü yükseliyordu; arka kafilede biri «Tahammül mülkünü yıktın Hülâgû Han mısın kâfir» diye hay­kırırken daha uzaklardan, Boğaziçi'nin durgun gece­lerinde suları döven bir uskur sesi gibi davulun güm­bürtüsü vakit vakit duyuluyordu. Agâh Bey, yarı ke­yifli, onu evine kadar getirdiler. Hemen soyundu, yat­tı. Her gecekine benzemeyen bu kurşun gibi ağır uyku, beynin değil, midenin, vücudun yorgunluğunu dinlendiren bu kaba uyku ne hoştu...

Ertesi günü cuma * idi. Erkenden arkadaşları ha­ber gönderdiler, ırmağa, yıkanmaya gideceklerdi. Dö­nüşte değirmende öğle yemeği yiyecekler, akşam ra­kısını Mutasarrıfın yeni yaptırdığı havuz başında içe­ceklerdi.

(*) Cuma. O devirde hafta tatili.

Gitmemek istedi. Fakat bu gübreli, tozlu kasaba­da tek başına uzun bir gün nasıl geçerdi? Hem de ırmağa kadar inmemişti. Yıkanmasa bile bir kere görmek gerek değil miydi? Merkeplere atladılar, şef­tali bahçelerinden geçtikten sonra tımar görmemiş, sık gür bir ayvalığa daldılar.

Suyun iki tarafında da dalların örgülerle çevrilip gölgeleriyle kuytulaşmış birçok ufak havuzlar vardı. Yüksekten dökülen su, buraları oymuş, derinleştir­miş, sanki yıkanması kolay olsun diye özenip hazır­lamıştı. Agâh Bey yıkanmak fikrinde değildi. Bir sü­re yalnız seyretti. Fakat baktı ki bu hiç de fena bir iş değildi; akşamki ispirto ile zehirlenmiş şu sıcak terli vücudu serin sudan elbette keyif duyacak, fay­da görecekti. Ona ince kumlu, kapanık, derin bir ha­vuz buldular, sere serpe, zevkli zevkli yıkandı.

Şimdi dönerlerken, açılıp rahatlamış olan deri­sinden bu güzel kokulu hava kolayca giriyor, sanki kanına bile hoş kokular katıyor, ciğerlerini şeftalili, serin, eşi bulunmaz bir hava dolduruyordu.

Değirmende, daha sabahtan gönderilip hazırlanan yağlı bir oğlak çevirmesini tam kıvamında buldular. Daha beş on türlü yemek yaptırılmıştı. O kadar yemişlerdi ki yola çıkmaya güçleri kalmamıştı. Dere kenarında, dalları sarkık koca söğütlerin altında bi­rer birer serilip uyudular.

Mutasarrıfın evinde gece, daha kibarca, daha za­rifçe geçmişti. Rakı billur sürahilerle kesme kadeh­lerden sunuluyor, balık yumurtası, siyah havyar gi­bi Anadolu için seçme mezeler yeniliyordu, izinle li­vaya* gelen bir malmüdürü güzel keman çalmış, bir tapu memuru da İstanbul'daki Mahmutpaşa çarşısı­nın kusursuz bir taklidini yapmıştı. Çok eğlenmiş­lerdi.

(*) İlçe ile il arası eski bir idare bölümü. Mutasarrıflık.

Agâh şimdi hemen her eğlentiye giriyordu. So­nunda ona, kendisi için bir merkep alması gerektiğini söylediler. Köylerle, pazarlara adamlar gönderildi. İri boylu, sağlam yürüyüşlü, rahat bir eşek buldurul­du, bir de kadifeli, mor püsküllü, şeritli, saçaklı yeni palan yaptırıldı. Akşamları, Yazıişleri Müdürünün de merkebi öbürleriyle artık hükümet konağının iç av­lusunda sıralanıyordu.

Öneriler, kararlar çoktan boşlanmıştı. Aslında çalışmıya, kendisini dinlemeğe vakti kalmıyordu. Ağus­tos içinde av başladı, erkenden kalkıp bağlara yayı­lıyorlar, çil keklik vuruyorlardı. Bütün kasaba, me­murlarının zevkine hizmetle görevliydi... Günlerce uzak köylerden jandarmalar, şöhretli zağarlar geti­riyorlar, kış için tavşan avına tazılar peyliyorlardı. Bu kusursuz bir damat yaşantısıydı.

Eğlence toplantılarında bir kenara çekilip kahve fincanıyle yarı gizli rakı atıştıran Ceza Reisi, Agâh'ı zorluyor, «Seni evlendirelim oğlum, bu memlekette bekâr durulmaz!» diyordu. Sahi, bu güç işti. İçin için eridiğini, zorluk çektiğini o da duyuyordu.

Karanlık bir gecede, Evkaf memuru onu arka kapıdan evinin zemin katında basık bir odaya soktu, içeride iki kadın vardı, ikisi de ün kazanmış, gü­zel, dolgun kadınlardı, erkeğe alışkın görgülü tavır­la sigara içiyorlar, uzun bir memur kuşağına böyle ya­rı gizli hizmet etmekten şiveleri nazikleşmiş, ince bir dille rahat, rahat konuşuyorlardı.

Biri esmer, uzun boylu, endamlıydı; göğsü dar yeleğinin altında genç, gürbüz duruyor, insana dalgın, tatlı gözlerle derin derin bakıyordu. Öbürü sarışın, büsbütün iri, gösterişliydi. Uzun saçlarını elli altmış örgü yapıp sırtından aşağı, eşi bulunmaz bir atkı gibi koyuvermişti. Başlarına oyaları aynı örnek yemeni­ler bağlamışlar, üzerlerine kenarları aynı gergef iğ­nesiyle işlenmiş gömlekler giymişlerdi; ayaklarında da gül resimli çoraplar, sarı meşinden kunduralar vardı.

Esmeri ağır başlı, tok, dolu bir sesle türküler söy­ledi, sarışını kırıla döküle, çocuksu tavırlarla oyun­lar oynadı. Agâh Bey, bu eğlentiyi umduğundan iyi bulmuştu. «Vallahi hoş, lâtif şey!» diye arkadaşına teşekkürler ediyor, öbürü, kasabaya ait açıklamalar yapıyordu. Bazan azılılar bu cins kadınların evleri önüne toplaşırlar, ağızdan dolma pis barutlu hantal tabancalar patlatarak gece yarısı mahalleyi korkuya verirlerdi. Ertesi günü jandarmalar kabahatlileri ya­kalar, koğuşta bir temiz döverlerdi; mesele de kapan­mış olurdu.

Kış gelince gece toplulukları başlardı. Helva soh­betleri yaparlar, arasıra da o meşhur, görkemli hamamı kapatıp turşulu yemekler yerlerdi. Payitahtta (*) vilâyet merkezinde yasak olan toplantılara, eğlencele­re burada izin vardı... Herkes ucuza, kolayca eğle­nebildiğinden başkasının keyfini çok görmüyor, çe­kemezlik etmiyordu.

(*) İstanbul.

Agâh Bey yavaş yavaş alışkınlıklarını değiştirmiş­ti. Şimdi rakısız yapamıyor, gözü önünde toprak bir imbikten halis cibre çektiriyordu. Kadınsız da dura­mamıştı, sık sık arka kapıdan eve ziyaretçiler girer­di. Entari ile püfür püfür, rahat rahat gezmeğe vü­cudu alışmıştı; eve gelir gelmez soyunuyor, bahçe üs­tündeki odaya nargilesini kurup köşeye geçiyordu. Gelsin sohbet... Kabarık şilteli rahat köşe minderle­rinin, yan yastıklarının, arasında vücudu gevşiyor; gitgide genişliyordu.

Çalışmağa gönlünde hiç de istek kalmamıştı. Hat­tâ Kadı Efendi ile satranç oynamak, fıskiyeli kah­vede muhasebeci beyle tavla atmak gibi eğlenceler onu çoğunlukla dışarda alıkoyuyor, daireye gitme­sine engel oluyordu. Kış, aslında Akdeniz sırtındaki bu memlekette sonbahar gibi hafif geçerdi. Biraz rüz­gâr soğukça esse tavan boyu ocaklara kuru zeytin kütükleri atıyorlar, hindiler doldurarak, kazlar kızar­tarak kışın da zevkini çıkarıyorlardı. Bu gamsız, ge­niş ömür yüreğinin ateşini söndürmüştü. Şimdi ge­çen günlerdeki hizmet, imar, yeni düzenlemeler gibi fikirlerini hatırladıkça nargilesini gürleterek gülüm­süyor, arkadaşlarına kendini mazur göstermek için:
— Toyluk, ne yaparsın?..
Diyordu...
Aslında ikinci yaz gelmişti. Sinirleri gevşeten olgun bir meyva kokusu sıcak rüzgârlara karışarak pencereden odaya doluyor, herkesi göz alabildiğine uzanan sayısız şeftali bahçelerine çağırıyordu. Daha geçen yıl dar redingotu sırtında; uyuşukluk üzeri­ne nutuklar veren Agâh Bey şimdi bu hoş kokulu havayı ciğerlerine kadar derin derin çektikten sonra yenleri sıvalı bol entarisi içinde rahat rahat geriniyor, yeni atılmış minderin üzerine yaslanıp:
— Gel keyfim gel!..
Diye söyleniyordu.

Feneryolu, 1919


Refik Halid Karay, Memleket Hikâyeleri, 10. basım, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, s. 37-48





İbn Haldun'un "Asabiyet nazariyesi" için aşağıdaki pdf belgesinin 9. ve devamı sayfalarına bakınız:
http://e-dergi.atauni.edu.tr/index.php/IIBD/article/viewFile/2935/2831
#646

Yukarıdaki fotoğrafta, Erzincan'da Ermeni çeteciler tarafından katledilen Türklerin cesetleri kağnılarla taşınırken görülüyor.

Osmanlı arşivlerinde yer alan belgeler 1915'te yaşanan olayların 'soykırım' olduğu yönündeki iddiaları yalanlıyor. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü'nde bulunan belgelere göre, Ermenilerle ilgili 'katliam' değil, planlı bir sevk ve iskân kararı alınmış. Hatta söz konusu karardaki kurallara uymayan 1.673 devlet görevlisi yargılanırken, 12 kişi de bu kapsamda idam edilmiş.

Fransa Ulusal Meclisi'nin 'inkâr tasarısı'nı kabulüyle birlikte yeniden gündeme gelen 'Ermeni soykırımı' iddiaları, yıllarca tarihçilerden çok siyasetçiler tarafından kullanıldı. Bu durumun yanlışlığına dikkat çeken Türkiye Cumhuriyeti, iddiaların asılsız olduğunu göstermek için arşivlerini açtığını bütün dünyaya ilan etti. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü bünyesinde, Cumhuriyet ve Osmanlı dönemine ait yaklaşık 130 milyon belge ve 497 bin defter bulunuyor. Osmanlı Devleti'nin Ermenilerle ilgili planlı bir sevk ve iskân kararı aldığının görüldüğü belgelerde, 'katliam veya imha' adına en ufak bir kayıt ya da ipucu bulunmuyor. Hatta adı geçen sevk ve iskân kararına göre, kurallara uymayan 1.673 devlet görevlisi yargılanmış. 12 kişi bu kapsamda idam edilmiş.

Devlet Arşivleri Genel Müdürlü-ğü'nden alınan bilgiye göre, arşiv malzemesi bakımından büyük bir zenginliğe sahip olan Türkiye, Osmanlı'dan devralınan büyük arşiv mirasıyla, bugün dünyanın en zengin arşiv potansiyeline sahip sayılı ülkelerinden biri durumunda. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü'nün envanterinde bulunan tüm belgeler özel olarak yapılan iklimlendirme sistemine sahip depolarda muhafaza ediliyor. Cumhuriyet arşivindeki yaklaşık 30 milyon, Osmanlı arşivinde ise yaklaşık 100 milyon belgenin tasnif çalışmaları devam ediyor. Buna göre, Osmanlı arşivinde yaklaşık 30 milyon belge tasnif edilerek araştırmaya açıldı, yaklaşık 6 milyon belge de dijitalleştirildi. Cumhuriyet arşivinde ise 12 bin belge tasnif edilerek araştırmaya açıldı. Fiziksel, kimyasal ve biyolojik koşullardan etkilenen arşiv malzemesinin ise restorasyonu uzman personel tarafından titizlikle devam ediyor.

Fransa Ulusal Meclisi'nde 1915 olaylarıyla ilgili Ermeni iddialarının reddini suç sayan yasa teklifinin kabul edilmesiyle yeniden gündeme gelen Ermeni meselesine ilişkin kurumun 20'ye yakın yayını bulunuyor. Osmanlı Devleti'nin Ermenilerle ilgili planlı bir sevk ve iskan kararı aldığının görüldüğü Osmanlı arşivindeki belgelerde, devletin katliam veya imha kararı aldığı yönünde en ufak bir kayıt ya da ipucu yer almıyor. Aksine, arşiv belgelerine göre, sevk ve iskan kararındaki kurallara uymayan 1673 devlet görevlisi yargılandı, 12 kişi de bu kapsamda idam edildi. 1914-1921 yılları arasında Ermeni çetelerinin saldırılarında 518 bin 105 Müslüman öldürüldü. Yine Rus ve Ermeni saldırılarında 1 milyon 604 bin Müslüman iç bölgelere göç etti. Bu göç esnasında 701 bin kişi de hayatını kaybetti.

BELGELER AÇILDI, İSTEYEN HERKES GÖREBİLİR

Bazı ülkelerce siyasi ve ideolojik yaklaşımla ele alınan Ermeni konusunun da tarihin asıl kaynaklarına dayanılarak objektif bir şekilde değerlendirilmesi amacıyla konuyla ilgili belgeler tasnif edilerek, araştırmaya açıldı. Araştırmacılara yönelik ise hiçbir sınırlama ve zorluk uygulanmıyor. Osmanlı döneminde arşivde araştırma izinleri padişah tarafından veriliyordu. Kurum, Ermeni meselesinin yanı sıra Kıbrıs, Musul-Kerkük, Balkanlar dahil çeşitli konularda bilimsel ve belgesel eserler yayınlamayı sürdürüyor. Belgelerden, 16. yüzyılda Kerkük'ün etnik durumunu gösteren yayında da Kerkük'ün bir Türk şehri olduğu görülüyor.

Arşivdeki belgelerin önemli bir kısmı Osmanlı Türkçesi ile yazıldığından metinleri okuyup anlayabilmek için Osmanlı Türkçesi bilmek önem kazanıyor.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1219735&title=arsivler-soykirim-iddialarini-yalanliyor
#647
İLHAN BASMACI - İSTANBUL

Voltaj dalgalanması yüzünden kombisi arızalanan ev hanımı Hatice Aydoğar, BEDAŞ'a karşı verdiği 3 yıllık hukuk mücadelesini kazandı. Aydoğar'ın şikâyetini değerlendiren tüketici mahkemesi, kusurun şirkette olduğuna karar vererek, kombi bedelinin ödenmesine hükmetti.

Hatice Aydoğar, 3 yıllık bir gecikmeyle de olsa haklı olduklarının mahkeme tarafından tescillenmesinin kendilerini mutlu ettiğini belirtti. Çektikleri çile ve yorgunluğu unuttuğunu söyleyen Aydoğar, yaşadıkları süreçle ilgili şu bilgileri verdi: "Yeni almamıza rağmen sık sık gidip gelen elektrikler nedeniyle kombimiz bozulmuştu. Gelen servis görevlileri, arızanın garanti kapsamında olmadığını bize bir evrakla bildirdiler. Ben de Tüketici Hakem Heyeti'ne hem garanti belgem hem de servisin düzenlediği belge ile birlikte başvurdum. En az 25 kez hakem heyetine gittim. Hakem heyetine başvurduktan 7 ay sonra bilirkişi olarak İstanbul Üniversitesi'nden bir hoca geldi ve kombiyi kontrol ederek rapor yazdı. Bu rapor doğrultusunda hakem heyeti, arızanın sorumlusunun BEDAŞ olduğuna hükmetti ve BEDAŞ'ın kombi bedelini ödemesine karar verdi. BEDAŞ konuyu mahkemeye taşıdı. 3 celse sonunda mahkeme bizim lehimize karar verdi."

Hatice Aydoğar, bu kararın çıkmasında Beylikdüzü Tüketici Hakem Heyeti'ndeki görevlilerin ciddi katkısı ve yönlendirmesinin olduğuna dikkati çekerek şunları söyledi: "Hakem heyetindeki görevliler bana hem fikir hem de moral desteği verdiler. Tüketici Mahkemesi'nde ise mahkemede bulunmak haricinde bir şey yapmadık. Masrafımız da olmadı. Bizi, devletin görevlendirdiği avukat savundu. Hatta yargı sürecinde BEDAŞ'tan olumsuz bir tavır görmediğimiz gibi bilakis sabrımız ve ısrarımız nedeniyle bizi tebrik ettiler. Bunu yapmaya mecbur olduklarını, aksi takdirde voltaj yükselmelerinden kaynaklanan elektrikli eşya arızaları sebebiyle abonelerin yoğun şikâyetleriyle karşı karşıya kalacaklarını söylediler."

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1219715&title=ev-haniminin-fendi-bedasi-yendi
#648
Şeyh İle Padişah

   Bir padişah bir şeyhe bir gün:

   - "Benden bir şey dile." dedi.

   Şeyh cevap verdi.

   - "Ey padişah bana bunu söylemekten utanmıyor musun? Hele biraz daha yüksel de öyle konuş. Benim iki kölem var, onlar çok basit kimseler oldukları halde her gün sana hükmederler, emrederler?" dedi.

   Padişah bundan dolayı kızdı.

   - "Ey Şeyh bu sözün hatalı bir söz, kim bana emredebilir, o dediğin kişiler kimlerdir, söyle!" dedi.

   Şeyh gülerek cevap verdi:

   - "Sana emreden kölelerimden biri kızgınlık, diğeri şehvettir." dedi.



Yolun Kenarına Diken Eken Adam

   Adamın biri bir yolun kenarına dikenler ekti. Dikenler büyüyüp gelişince yoldan geçenleri rahatsız etmeye başladı. Gelip geçenler:

   - "Bu dikenleri sök, insanları rahatsız etmesinler." demeye başladılar. Fakat adam bunları duyuyor fakat aldırmıyordu. Bir gün Allah'ın bir velisi ona:

   - "Mutlaka bu dikenleri sök." dedi.

   Adam itiraz etmedi.

   - "Evet mutlaka bir gün sökerim." dedi.

   Adam ha bire yarın yarın dedikçe dikenler büyüyüp kuvvetleniyordu.

   Veli adama:

   - "Ey vaadinde durmayan adam, sök şu dikenleri bu işi sürüncemede bırakma." dedi.

   Adam:

   - "Babacığım, bir hayli gün var, bugün olmazsa yarın, bir gün mutlaka bu işi yapacağım." dedi.

   Allah'ın (c.c.) velisi bunun üzerine şu sözleri söyledi:

   - "Sen, hep yarın diyerek bu işi erteliyorsun, fakat şunu bil ki her geçen gün o dikenler büyüyüp güçleniyor, dikenleri sökecek olan sen ise güç kuvvet kaybediyorsun, dikenler gün geçtikçe gençleşiyor sense ihtiyarlıyorsun."

   * Cömertlik, şehvetleri lezzetleri terk etmektir.

    * Dağ vardır sesi iki misli aksettirir, dağ vardır sesi yüz misli aksettirir.




Sağırın Hasta Ziyareti

   Bir gün anlayışlı yol, yordam, hal hatır bilen bir zat bir sağıra:

   "Komşun hasta" diye haber verdi.

   Bunun üzerine sağır düşündü ve kendi kendine:

   "Bu sağır kulaklarla komşumun sözünü anlamam mümkün değil, fakat yine de gitmek lazım gitmezsem olmaz." diye düşündü. Sonra kendi kendine şöyle dedi:

   "Hastayı ziyarete giderim ona:

   "Ey benim sevgili dostum nasılsın?" derim o zaman elbetteki

   "İyiyim yahut da hoşum şükürler olsun." diye cevap verecek.Ondan sonra:

   "Ne çorbası yedin?" diye sorarım. O da:

   "Mercimek çorbası." diye cevap verecek o zaman ben de:

   "Afiyet olsun, dedikten sonra hekimlerden kim geliyor, seni kim tedavi ediyor?" diye sorarım. O:

   "Filan hekim." deyince:

   "O hekimin ayağı çok uğurludur, o çok usta bir tabiptir o geldi mi işin yolunda demektir. Biz de onu denedik neye elini sürerse, kimi tedavi ederse onun işi tamam demektir." derim.

   Sağır kafasında soruları ve cevapları kurarak komşusunu ziyarete gitti; selam verdi:

   "Nasılsın komşun?" diye sordu.

   Komşusu inleyerek:

   "Ölüyorum." dedi.

   Sağır daha önce düşündüğü ve tasarladığı gibi:

   "Çok şükür." deyince buna hastanın canı çok sıkıldı.

   "Bu ne biçim komşu, galiba benim kötülüğümü düşünüyor." diye düşündü. Tam bu sırada:

   Sağır devam etti:

   "Ne yedin?" diye sordu.

   Hasta kızgınlıkla:

   "Zehir!" dedi.

   Sağır sükunetle:

   "Afiyet olsun." dedi. Bunun üzerine hasta iyice sinirlendi, fakat sesini çıkarmadı, sağır devam etti.

   "Tedavi için hekimlerden kim geliyor?" dedi.

   Artık dayanamayan hasta:

   "Başımdan defolup git be adam, kim gelecek Azrail geliyor!" diye bağırdı.

   Bunun üzerine sağır:

   "Ha o mu, onun ayağı çok uğurludur, artık üzüntüyü bırak sevin, neşelen." dedi.

   Artık hastanın üzüntüsünün sınırı yoktu, adeta kahrolmuştu.

   Sağır, komşuluk hakkını ödedim, hasta komşumun halini hatırını sordum diye sevinerek dışarı çıktı.

   Hasta bu sırada:

   "Bu adam benim düşmanımmış, kötülüğümü istiyormuş, bugüne kadar anlayamamışım." diye düşünüyordu.

   * Ebucehil'in oğlu iman edip müslüman oldu, Hz. Nuh'un oğlu yanılıp küfürde kaldı.



Hz. Ömer'in Yangını Söndürmesi

   Hz. Ömer döneminde bir yangın çıktı bu o kadar şiddetli bir yangındı ki ateş taşları bile kuru odun gibi rahatlıkla yakıyordu.

   Yangın çok büyüktü ve her an daha da büyüyordu. Yangın büyüdükçe büyüdü; evleri, yapıları hatta kuşların kanatlarını ve yuvalarını tutuşturmaya başladı.

   Kısa bir sürede alevler şehrin yarısını sardı:Artık su kar etmiyordu. Halk ateşe kova kova su ve sirke döküyordu, fakat nafile.

   Yangını söndüremeyen halk Ömer'e koşmaktan başka çare bulamadı.

   "Ya halife yangını söndüremiyoruz, bize yardım et diye yalvardılar."

   Hazret-i Ömer işin aslını ve sırrını biliyordu.

   - "O yangın Allah'ın (c.c.) alametlerindendir. Sizin cimrilik ateşinizin bir şulesidir. Yangına su serpmeyi bırakın cömertlik edip fakirlere, yoksullara yardım edin, yiyecek içecek dağıtın, cimriliği bırakın." dedi.

   Bunu duyan halk itiraza başladı:

   - "Biz cömert insanlarız fakirleri doyuruyor yoksullara yardımda yarışıyoruz." dediler.

   Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):

   - "Siz adet haline getirdiğiniz için yoksula yardım ediyorsunuz. Allah (c.c.) rızası için değil. Sizin derdiniz, maksadınız, övünmek, gösteriş yapmak. Yoksa siz Allah'ın (c.c.) rızasını gözetmiyorsunuz. Bunu terk edin ki Rabbim size merhamet etsin." buyurdu.

   * Dış alemdeki ateşi su söndürür. Fakat şehvet ateşi kıyamete kadar sürüp gider.



Hz. Ali'nin (k.v) Cevabı

   Müşrik bir kişi bir gün Hz. Ali'ye (k.v) dedi ki:

  - "Allah'ın (c.c) koruyuculuğuna elbette inanmışsındır."

  Hz. Ali (k.v) :

  - "Evet, dedi. O koruyucudur, ganidir."

  O müşrik yahudi :

  - "Öyleyse kendini şu yüksek damdan at ki ben buna şeksiz şüphesiz inandığına kani olayım." dedi.

  Bunun üzerine mü'minlerin Emiri :

  - "Sus ve defol git ki bu cür'etin yüzünden başına bir dert gelmesin. Kulun Rabbini sınaması hiç yaraşır mı? Kulunu sınamak Rabbin (c.c) işidir. O her an kulunu sınar. Kulun haddine mi düşmüş ki böyle bir edebsizliğe kalkışsın." dedi.

  * Ey hayrı, şerri bilmeyen, sen kendini sına, başkasını değil.



Gül Kokusundan Bayılan Adam

  İri yarı adam bir gün güzel koku satanların pazarına gelince aklı başından gitti yere yıkılıp bayıldı, yol ortasına bir ölü gibi yığıldı kaldı...

  Bunu gören halk başına üşüştü.

  Başına toplananlardan kimi kalbini yokluyor, kimi yüzüne gül suyu döküp duruyordu.

  Bilmiyorlardı ki adamcağız gül kokusundan bayılmış...

  Kimi bileklerini, başını ovuyor kimi öd ağacına şeker karıştırarak tütsü yapıyor, bir başkası elbiselerini çıkarıp üstünü hafifletiyordu.

  Birisi nabzını yokluyor, öbürü ağzını kokluyor - şarap mı içti, esrar mı çekti, afyon mu yuttu -, anlamaya çalışıyordu.

  Bir türlü adamın neden bayıldığını anlayamıyan halk şaşıp kaldı.

  Son çare olarak akrabalarına haber vermeye karar verdiler. O bayılan kişinin akıllı ve anlayışlı bir kardeşi vardı. Bu haberi alır almaz yanına biraz köpek pisliği alarak koşup geldi. Çünkü kardeşi köpek bakıcısıydı köpek pisliği kokusuna alışmıştı. Gül kokusu duyunca bu yüzden bayılmıştı. Kardeşinin yanına varınca, o akıllı kişi, kimse anlamasın diye önce halkı dağıttı, sonra ağzını kulağına götürerek okuyormuş gibi yaptı, bu arada gizlice köpek pisliğini burnuna götürerek koklattı, koklatır koklatmaz adam ayılarak kendine gelmeye başladı.

  Halk şaşırdı :

  - "Bu ne büyük bir efsun bir sihir.." dediler.



Hz. İsa'ya (a.s) Sorulan Soru

   Akıllı, gönlü açık biri İsa (a.s)' dan :

   - "Alemde her şeyden daha sarp daha güç olan nedir?" diye sordu.

   Hz. İsa (a.s) gülerek cevap verdi :

   - "Ey uyanık ve akıllı er, dünyada en sarp ve en güç şey Allah'ın (c.c) gazabıdır. Çünkü o gazaptan cehennem bile su gibi erir, titrer." buyurdu.

   Bunun üzerine adam şöyle sordu :

   - "O zaman Allah'ın (c.c) bu şiddetli gazabından nasıl korunup kurtulmalı?" dedi.

   Hz. İsa (a.s) :

   - "Kızdığı zaman kızgınlığına, hırsına yenilmemekle bundan korunabilirsin...

   Kötü kişiler bu hırsın ve kızgınlığın madeni gibidir. Kötü kişinin kızgınlığı en vahşi hayvanın kızgınlığından daha beterdir. Allah'ın (c.c) gazabından korunmak için kızgınlıktan sakın." dedi.




Hz. Ömer (r.a) Ve Hırsız

   Hz. Ömer (r.a) halifeliği döneminde bir hırsızı cellada teslim etti.

   Hırsız yalvararak bağırdı :

   - "Ey insanların efendisi beni bağışla ne olur, çünkü bu benim ilk suçumdur!.."

   Hz. Ömer (r.a) :

   - "Yalan söylüyorsun ey zelil kişi, çünkü Allah(c.c) hiç bir zaman ilk suçta hemen gazaba gelip ceza vermez. Lütfunu izhar etmek için suçları defalarca örter, fakat sonunda adaletini göstermek için cezalandırır. Yakalandığına göre bu senin ilk suçun olamaz." dedi.



Dünyanın Hali

   Dünya arzusu ve şehveti külhana (Külhan: Hamamları ısıtan, hamamın altında bulunan kapalı ve geniş ocak, cehennemlik) benzer, takva ise hamama... Böylece takva hamamı, şehvet külhanıyla aydınlanır.

   Takva sahipleri böylece bu dünya külhanında zevk ve sefa içindedirler. Çünkü onlar, hamama girerek yıkanıp temizlenmişlerdir.

   Bu dünyadaki zenginler, hamamı ısıtmak için tezek taşıyanlara benzerler. Cenab-ı Rabbül Alemin, hamam ısınsın tavlansın diye onlara bir hırs vermiştir.

    Hamama giren, yüzünden, yüzündeki temizlik ve güzellikten bellidir.

   Külhandakiler de yüzlerindeki ve ellerindeki kir, duman ve işten belli olurlar.

   Bu dünyada mal toplayan ve onunla övünen : "Ben şu kadar, bu kadar mal topladım." diyen gerçekte ; "Bu kadar tezek, bu kadar fışkı getirdim." diyor. Bu sözler aslında yüz kızartıcı sözlerdir. Fakat külhanda çalışanlar aralarında bununla övünürler.

   - "Sen akşama kadar altı küfe tezek getirdin. Halbuki ben hiç zahmet çekmeden, yirmi küfe tezek taşıdım." derler.

   Külhanda doğup temizlik nedir görmeyen kişi elbete misk kokusundan incinir, hasta olur."



Kötülere Dua Eden Vaiz

   Memleketin birinde bir vaiz vardı. Minbere çıkar çıkmaz kötülere duaya başlar :

   - "Ya Rabbi kötülere, fesatçılara, isyancılara, yol kesenlere merhamet et, hayır sahipleriyle alay edenlerin hepsine, bütün kafir gönüllülere, kiliselerde bulunanlara merhamet et." derdi.

   Temiz kişilere hiç dua etmez, kötülerden başkasına duada bulunmazdı.

   Halk bir gün başına toplandı :

   - "Biz böyle şey de görmedik neden kötülere dua edip duruyorsun?." dediler.

   Vaiz dedi ki:

   - "Ben onlardan iyilikler gördüm, bu yüzden onlara dua etmeyi adet edindim. Onlar bana o kadar kötülüklerde bulundular, o derece zulmettiler ki nihayet beni şerden kurtardılar, hayırlara ulaştırdılar. Ne zaman dünyaya yönelsem onlardan eziyetler gördüm, meşakkatler çektim, dayaklar yedim ; bu yüzden de iyiliklere taraf kaçtım, iyiliklere yöneldim, kısaca beni o kurtlar yola getirdi. Benim iyiliğime sebep onlardır. Onlara dua etmeyeyim de kimlere edeyim..."



Aptal Aşığın Hali

   Ahmak bir aşık sevgilisine tenha bir yerde ulaşınca, onu hemencecik sarıp öpmeye kalkıştı ...

   O dünyalar güzeli sevgili geri geri çekilerek o aptal aşığı azarladı .

   - "Küstahlık etme, edebsizliğin, hayasızlğın lüzumu yok, aklını başına topla!.." diye bağırdı.

   Aşık bunun üzerine şaşırıp kaldı.

   - "Burası ıssız tenha bir yer ikimiz yapayalnızız in yok cin yok, su ortada duruyor, suyun başında da benim gibi çılgın bir susuz, artık nasıl sabredebilirim.

   Görüyorum ki hafif hafif esen aşk rüzgarından başka bir şey yok, vuslatımıza kim mani olabilir, kim halimizden haberdar olabilir." dedi.

   Sevgili sesini daha da yükselterek aşığını iyice azarladı :

   - "A!.. akılsız aşık.. Meğer sen aşık değil budalanın tekiymişsin. Sen bilmiyor musun ki her hareket edeni bir hareket ettiren vardır. Rüzgarı esiyor gördün mü, bil ki onu bir estiren bir harekete getiren var. O da her şeyi Yaradan Yüce Allah'tır!.." dedi.



Mecnun'un Köpeği Öpmesi

   Mecnun Leyla'nın aşkıyla yanıp dururken bir gün bir köpeği yakaladı. Öpüp koklamaya başladı. Bunu görenler başına toplandılar onu tan etmeye, ayıplamaya başladılar :

   - "A!.. akılsız Mecnun sen iyice işi azıttın. Bu yaptığın deliliğin de azgınlığın da sınırını aştı. Hiç köpek öpülüp sevilir mi? Köpek daima pis şeyler yer, gerisini bile diliyle yalayarak temizler, o necis bir hayvandır."

   Bunları duyan mecnun güldü :

   - "Ne gafil ne cahil kimselersiniz siz. Sizin gördüğünüz bu köpek sıradan bir köpek değil o Leyla'nın mahallesinin köpeği... Bu köpek benim için en değerli bir varlıktır, Allah'ın (c.c) çözülmez bir sırrıdır. Birçok yer varken o Leyla'nın mahallesini mekan tutmuş kutlu bir hayvandır.

   Sizin gözünüzde aşağılık bir hayvan olan bu köpeğe bir de benim gözümle bakın bakalım. O zaman da böyle düşünebilecek misiniz?

   Sizin gözünüzde rastgele bir hayvan olan bu köpek benim sırdaşım, gamdaşımdır. Onun gözleri Leyla'mı gören mübarek gözlerdir. Onun ayakları Leyla'mın bastığı topraklarda dolaşan ayaklardır. Ben bu gözleri nasıl öpmeyeyim, bu ayaklara nasıl yüz sürmeyeyim." dedi.



Allah'ı (c.c) Zikretmenin Karşılığı

   Adamın biri her zaman "Allak Allah" diye zikreder bu zikirden dolayı ağzı bal yemiş gibi tatlanırdı.

   Bir gün şeytan gelip :

   - "Ne durmadan Allah Allah deyip duruyorsun bunca zamandır Allah demene karşılık bir kerecik olsun Allah (c.c) "lebbeyk kulum." dedi mi sana... Hiç sende utanma sıkılma yok mu? Daha ne kadar Allah deyip duracaksın?" dedi.

   Bunun üzerine adam utandı sıkıldı zikri bıraktı. Gönlü kırılmış bir halde yattı uyudu.

   Rüyasında Hz. Hızır'ı gördü. Hızır ona :

   - "Neden yaptığın güzel işi terk ettin "Allah Allah" diye zikretmeyi bıraktın." dedi.

   Adam :

   - "Yaptığım onca zikre karşılık verilmedi. "lebbeyk-buyur-" sesi gelmedi. Kapıdan kovulmaktan korktum." dedi.

   Bunun üzerine Hz. Hızır :

   - "Senin Allah demen, Allah'ın (c.c) lebbeyk kulum - buyur kulum - demesidir. Allah (c.c) isminin zikrini herkese nasip eder mi, bunu sana nasip etmesi az şey mi?. dedi.



Günahsız Ağızla Dua Etmek

   Cenab-ı Rabbül Alemin Hz. Musa'ya :

   - "Ya Musa bana günahsız bir ağızla dua et!.." diye buyurdu.

   Musa (a.s) :

   - "Yarabbi bende öyle bir ağız yok ki, sana nasıl günahsız bir ağızla dua edeyim." dedi.

   Bunun üzerine Allah-u Teala :

   - "Başkalarının ağzıyla dua et çünkü sen başkalarının ağzıyla günah işlemiş olmazsın, öyle hareket et ki diğer insanlar gece gündüz sana dua etsinler. Veya kendi ağzını temizle, Allah'ın (c.c) adı temizdir onu zikreden ağız temizlenir." buyurdu.



Hz. Bilal'in Hatası

   Hz. Bilal-ı Habeşi ezan okurken "Hayye" kelimesini "Heyye" diye telaffuz ederdi. Bazı münafıklar Allah'ın (c.c) Resulüne (s.a.v) gelip :

    - "Ey Allah'ın (c.c) Rasulü İslam binasının kurulduğu bu zamanda böyle bir hata doğru olmaz. Bilal'den daha güzel, daha doğru ezan okuyan birini tayin et." dediler.

   Bunun üzerine Allah'ın (c.c) Rasülü (s.a.v) hiddetlenerek Yüce Allah'ın (c.c) gizli alametlerinden bir iki işaret söyledikten sonra :

   - "Bilal'in "Heyye" demesi Allah'ın (c.c) ininde yüzlerce "Hayye" den ve boş sözden daha makbuldür. Karışıklık, fitne çıkarmayın gidin ki ben de sizin sırrınızı açığa çıkarıp önünüzü ve sonunuzu söylemeyeyim. " buyurdu.



Köylünün Şehirli Dostunu Köye Davet Etmesi

   Köylünün birinin bir şehirliyle ahbaplığı vardı. Köylü şehire indiğinde şehirli dostunun evine gider kurulur, aylarca yer içer, şehirlinin dükkanına gider ihtiyaçlarını temin ederdi.

   Köyüne dönerken şehirli dostu bütün ihtiyaçlarını temin eder ondan para pul almazdı.

   Köylü her şehire gelişinde şehirli dostunu köye davet eder :

   - "Sevgili dostum, sen hiç gezmeye gitmez, şehirden dışarıya çıkmaz mısın. Allah aşkına bütün aileni, çoluk çocuğunu, akrabalarını alıp köye gel şimdi bahar, tam da gül mevsimi, köyde her yer güllük gülistanlık, her yer cennet gibi... Eğer şimdi gelmezsen bari yazın meyve, sebze zamanı gel bana misafir ol aylarca sana ve ailene hizmet ederek mutlu olayım." dedi.

   Şehirli onu başından savmak için geleceğini vadetti. Bugün, yarın derken aradan sekiz yıl geçti.

   Köylü her yıl :

   - "A efendim ne zaman geleceksin bu yıl da kış geldi çattı." deyince

   Şehirli dostu bir bahane bulur :

   - "Bu yıl felan yerden misafir geldi, filan iş çıktı gelemedim, seneye gelirim." diye başından savmaya çalışırdı.

   Bunu duyan köylü üzülür, yakınır, yalvarırdı .

   - "Ey sevgili dost, ailem, çocuklarım seni bekliyor, hasretle yollarını gözlüyor, bizi daha fazla bekletme ne olur."

   Aradan aylar yıllar geldi geçti. Köylü şehire gelip aylarca kalma alışkanlığını sürdürdüğü gibi şehirliyi köyüne davet etmeyi de sürdürdü.

   Köylünün bu samimi ısrarı üzerine şehirlinin hanımı, çocukları :

   - "Senin köylüye bu kadar hakkın, bu kadar emeğin geçti. Adam bizi davet edip duruyor, artık bir de biz gidip onda misafir olalım." demeye başladılar.

   Bunun üzerine şehirli de köye gitmeye karar verdi. Hazırlıklar tamamlandı. Şehirli ailesiyle birlikte köye doğru yola çıktı.

   Köyün yolunu bilmediklerinden aylarca oradan oraya dolaştılar, günlerce yollarda perişan oldular.

   Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra şehirli, dostunun köyüne varıp kapısına geldi. Bir anda bütün yorgunluklarını, perişanlıklarını unuttular. Nihayet köye gelmiş, menzile ermişlerdi. köylü dostları şimdi bin bir ikramla onlara çektiklerini unutturacak ikram ve hizmetlerde bulunacaktı. Fakat hayret köylü dost onlarla hiç mi hiç ilgilenmiyordu.

   Şehirli köylünün kapısına varıp :

   - "Sevgili dostum beni davet edip duruyordun. İşte geldim." dedi.

   Köylü sanki hayatında ilk defa şehirliyi görüyordu.

   - "Sen kimsin, seni tanımıyorum." deyince şehirli :

   - "Nasıl olur yıllarca her şehre gelişinde evimde misafir kaldın, aylarca sana hizmet ettim beni nasıl tanımazsın." diyecek olduğunda köylü:

   - "Ben Allah aşkıyla öylesine kendimden geçmişim ki hiçbir şeyin farkında olmadığım gibi, senin de kim olduğunu bilmiyorum, seni tanımıyorum." dedi.

   Şehirli perişan bir vaziyette ailesinin yanına döndü. Günlerce yürümüş, yollarda perişan olmuşlardı. Adım atacak halleri yoktu. Uzun zaman köylü dostunun kendilerini tanımasını ve içeri almasını aç susuz beklediler. Fakat nafile aradan beş gün geçti gündüzleri sıcaktan kavrulup geceleri soğukta titrediler. Beşinci gece şiddetli bir yağmur başladı. artık bıçak kemiğe dayanmıştı. Şehirli köylünün kapısına vararak yumruklamaya başladı.

   Köylü, uzun bir bekleyişten sonra nihayet bin bir nazla kapıyı açtı :

   - "Kimsin, ne istiyorsun, ne var?." deyince

   Şehirli :

   - "Bütün yaptıklarım sana helal olsun istersen beni öldür, yalnız bu karanlık ve yağışlı gecede bize sığınacak bir yer ver." dedi.

   Köylü :

   - "Orada bağcının gece eline yayını alarak kurtları beklediği bir klube var, eğer yayı eline alıp kurtları beklemeyi göze alırsan, bu hayvanlarımı beklersen, orayı size veririm, orada kalın yoksa istediğin yere gidebilirsin." dedi.

   Şehirli seve seve bunu kabul etti.

   - "Aman o kulübeyi göster ne olur, sabaha kadar gözümü kırpmadan bekler, eğer kurt gelirse onu okla vururum, bundan başka da ne istersen yaparım yeter ki bu karanlık gecede bizi bu şiddetli yağmurun altında bırakma.." dedi.

   Şehirlinin ailesi o küçücük kulübeye sığındı, bu daracık yerde adeta üst üsteydiler, gecenin karanlığı, yağan yağmur, onları perişan etmişti.

   Şehirli eline okunu yayını alıp kurt beklemeye başladı. "Eğer kurt gelir de ben görmeden bir zarar verirse köylü saçımı sakalımı yolar." diye düşünüyor, gözlerini dört açıyor, her tarafı dolaşıyordu. Derken karanlığın arasında bir kıpırdanma fark edince, kurdun geldiğini sanıp oku fırlattı. Kurdu vurdu. Kurt tepeden yuvarlanırken yellendi.

   Bunun üzerine köylü yatağından fırlayıp geldi. Bağırıp çağırmaya başladı :

   - "Bre ahmak sen ne yaptın benim sıpamı vurdun!..." dedi.

   Şehirli şaşırdı :

   - "Aman efendim ne sıpası, hayvanlara zarar vermesin diye kurdu vurdum."

   Köylü iyice kızdı :

   - "Ben tanımaz mıyım, benim sıpamı vurdun!.."

   Şehirli iyice şaşırmıştı :

   - "Bu karanlık ve yağmurlu gecede bunu nasıl anladınız, sıpayı kurttan nasıl ayırt edip tanıdınız?." dedi.

   Köylü : "Sıpayı yellenmesinden tanıdım." deyince şehirlinin kanı beynine sıçradı. Köylünün yakasına yağıştı :

   - "Bre ahmak, bre sersem sahtekar...Hani Allah'ın (c.c) aşkından kendinden geçmiştin. Hiçbir şeyin farkında değildin. Gece yarısı bu zifiri karanlıkta bir eşek sıpasını yellenmesinden tanıyorsun da, gündüz ortası kırk yıllık dostunu tanımıyorsun. Masken düştü sahtekarlığın ortaya çıktı. Sıpanın yellenmesi seni rüsva etti, gerçek yüzünü ortaya çıkardı. İşte, Allah (c.c) insan böyle rezil eder." dedi.
#649
Hz. Mevlânâ 738. vuslat yıldönümünde yine gündemimizi güzelleştirmekte, yaşadığı özel ve güzel örneklerden bazılarını tekrar etmeye yine ihtiyaç duymaktayız. İşte günümüze mesaj yüklü misallerinden bazıları...

****

Mevlânâ Hazretleri, ziyaretine gelen bir genci kendi oturduğu makamına buyur eder, kendisi de gencin karşısına geçip iki dizi üzerine yere oturmayı tercih eder. Çevredekiler Mevlânâ'nın makamını bir gence terk edip karşısında hürmetle diz çöküşünü fazla bularak bunun sebebini sorarlar. Şöyle açıklar Mevlânâ bu saygının sebebini:

-Bu genç der, Kur'an'ı ezberlemiş bir hafızdır. Kalbinde Kur'an'ın tamamı yazılıdır. Siz sokakta üzerinde Allah yazılı bir kâğıdı görünce hemen hürmetle eğilip alıyor, üzerindeki tek kelimenin hatırı için onu yüksek bir yere koyarak saygı gösteriyorsunuz. Ben de kalbine Kur'an'ın tamamı yazılı bir gence hürmet ediyor, hafızasındaki Kur'an'a karşı saygımı ifade ediyorum...

Kur'an'a böylesine derin saygı içinde olan Hz. Mevlânâ, bir ara güzel sesli hafızın okuduğu ayetleri dinlerken gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başlar. Bu sırada yanında uyuklamakta olan biri de ansızın uyanıp baktığı Mevlânâ'nın gözyaşlarını görünce şaşkın halde sorar:

- Efendi Hazretleri niçin ağlıyorsunuz der, gözyaşı dökecek ne var ortalıkta?

Mevlânâ uykulu adamın anlayacağı dilde anlatır ağlama sebebini:

-Güzel sesli hafızların okuduğu Kur'an sesi bana Cennet kapısının açılış sesi gibi geliyor da ondan ağlıyorum, der...

Esneyen adam da başını sallayarak, "Bana da öyle geliyor!.." der.

Mevlânâ küçük bir düzeltme yapar:

-Senin işittiğin ses, der, Cennet kapısının açılış sesi değil kapanış sesi olmalıdır. Çünkü der, açılış sesi ağlatır, kapanış sesi uyku getirir!

****

Bir talebesi evlenmiş, hayata karışmıştı. Ziyaretine geldiğinde kılık kıyafetinden talebesinin ihtiyaç içinde olduğunu anladı. Fakat halkın içinde mahcup etmeden nasıl yardımcı olabileceğini düşünüyordu. Bu sırada oturduğu kapının arkasından kalkıp gitmek üzere olan talebesine seslendi:

-Osman! dedi, sen eksiden çok mütevazı biri idin, gelip elimi öperdin. Halbuki şimdi uzakta oturuyorsun, ne yanıma yaklaştığın var ne de elimi öptüğün!

Osman mahcubiyetle Mevlânâ'nın yanına gelip eline sarıldı. O sırada avucu içine önceden hazırladığı altını kimsecikler görmeden Osman'ın avucu içine koyarak elini kapatan Mevlânâ, şu tembihte bulunmayı da ihmal etmedi:

- Osman dedi, ben el öptürmeyi çok severim, sık sık gelip elimi öpmeni istiyorum, anlaşıldı mı?!.

Osman avucu içindeki altını sıkı sıkıya tutarak çıkıp evin yolunu tutarken bu zarif anlayış karşısında öylesine duygulandı ki, yol boyunca gözyaşlarını durduramadı...

****

Bir defasında Mevlânâ da zikir halkasına katılmış, çevresiyle birlikte zikrediyordu. Tam bu sırada bir sarhoş da halkaya girip zikretmeye başladı. Ancak sarhoş dengesini tutamıyor, yanındakilere çarpıyor, rahatsızlık veriyordu.

Tutup dışarı atmak istediler. Sarhoş çıkmak istemeyip direnince zorlamalar başladı. İş tekme tokada kadar varınca Mevlânâ sordu:

-Ne yapıyorsunuz öyle?..

-Sarhoştur dediler, aramızdan ayrılmak istemiyor, biz de çıkarmaya çalışıyoruz.

İşte bu sırada söyledi tarihî sözünü:

- Demek şarabı o içmiş, sarhoşluğu siz yapıyorsunuz!.

Ne muhteşem bir uyarı bu! Hem de kitaplık çapta uyarı!..

-Şarabı o içmiş, sarhoşluğu siz yapıyorsunuz!

Anlaşılan sarhoş da olsa saf dışı edilmesini istemiyor, hor hakir görülerek dışarı atılmasına razı olmuyordu...

Bu sebeple tarihî uyarısına şu cümleyi de ilave ediyordu:

-Düşene herkes tekme atar, bir tekme de siz atmayın!

****

Bir gün yolda giderken kendisini gören bir papaz oturduğu yerden hemen ayağa kalkıp sonra iki büklüm halde aşağı eğilerek saygıyla selamladı kendisini. Bu tevazuu gören Mevlânâ ise papazdan daha aşağıya eğilerek selamına karşılık verdi. Bu duruma itiraz eden bir Müslüman, "Bir papaza karşı bu kadar aşağıya eğilmek olur mu?" deyince:

- Elbette olur, dedi ve gerekçesini şöyle anlattı:

-Tevazuda da papazı geçmemiz gerekir!

Ne dersiniz, bize de mesaj var mı bu örneklerde?..

a.sahin@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1217110
#650
Vefatından sonra da tasarrufu devam eden Bağdat'ın büyük velisi Maruf-u Kerhi, aslında İranlı Hıristiyan bir ailenin çocuğuydu. Hıristiyanların öğretmeye çalıştıkları üçlü Allah inancı aklına yatmayınca ailesini ve çevresini terk ederek Bağdat'a kaçan Maruf, imam Ali Rıza'nın medresesine sığınır. Ehli Beyt'in 8. imamı sahip çıktığı bu gence der ki:

-Büyük dedem Hazreti Resulüllah, İranlı Selman-ı Farisi'yi Ehli Beyt'inden sayarak sahip çıkmıştı, şimdi ben de İranlı Maruf'u Ehli Beyt'imden sayarak sahip çıkıyor, hane halkımdan biri gibi yetiştirmek istiyorum! Öğrenim devren bitinceye kadar yanımda kalabilirsin..

Böylece Hıristiyan ailesinden kaçan Maruf, din adına aradığı gerçeklerin İslam'da olduğunu Ehli Beyt imamından aldığı eğitimde anlar, kısa zamanda örnek bir Müslüman genci haline gelir.

Bu sıralarda Kufe mescidinde dinlediği büyük mutasavvıf İbnü's-Semmak'ın şu cümlesi de Maruf'u çok etkiler:

"Hangi kul, Allah'a bütün varlığıyla yönelirse Allah da ona tüm ikram ve ihsanlarıyla karşılık verir, mahrum bırakmaz!.."

Bu hatırlatma da genç Mâruf'un bütün varlığıyla Yaratan'ına yönelmesine sebep olur.

Bu sıralarda Maruf'taki hızlı gelişmeyi gören mezhep sahibi Ahmed bin Hanbel'in değerlendirmesi de şöyle olur:

- Bir Müslüman'ı kurtaran, önce kuvvetli imanı, sonra ihlaslı amelidir. Maruf'ta ise bu iman ve ihlaslı amel imrenilecek dereceye ulaşmıştır!..

Medine'de yaşayan büyük veli Süfyan bin Uyeyne; ziyaretine gelen Bağdatlı Müslümanlara "Büyük veliniz nasıldır?" diye sorar. Onlar da "Kimdir bizim büyük velimiz?" deyince, "Hıristiyan ailesinden kaçıp gelen Mâruf'u kast ediyorum." diyerek şöyle tembihte bulunur:

"Mâruf'u önemseyin. Siz Maruf'u önemsediğiniz takdirde Allah da sizi önemser, irşadından istifade etmeyi nasip eder."

Bağdat'taki eğitim merkezlerinde kısa zamanda kendini yetiştiren Maruf, artık kendisi de öğrenci yetiştirmeye başlar, hayatını hizmete vakfeder. Seriyyüs'Sakati gibi maneviyat büyüklerini yetiştirdiğine bakılırsa nasıl bir hizmet içinde olduğu tahmin edilebilir. Şu sözler ona aittir:

-Hayatımızı İslamî hizmete öylesine vakfetmeliyiz ki bu sırada dünyamızı kaybetsek üzülmemeli, kazansak sevinmemeliyiz. Çünkü bu hayatın hedefi, dünyayı değil, ahireti kazanmaktır! Ahiretini kazanan ise hiçbir şeyini kaybetmemiş sayılır..

İslam'ı sadece sözle değil, halle de anlatmak gerektiğini ifade eden Maruf şöyle der:

-Bir kul hayra layık hale gelirse, Allah ona halle örnek olma kapısını açar, dilinden önce hali konuşur.

Hayatı boyunca maruz kaldığı zorlukları derin tevekkülüyle yenen Mâruf bu konuda da şöyle der:

-Hayatınızda Allah'a öylesine tevekkül edin ki, bütün sıkıntılarınızda dayanak ve desteğiniz yalnız Allah olsun, başka kimseden destek aramaya gerek duymaz hale gelin..

Bağdat'ta kendisini yetiştirip hidâyete erdikten sonra, dönüp Hıristiyan anne-babasını ziyarete giderek onların da hidâyetine sebep olan Maruf, anne-baba hakkını şöyle ifade eder

-Elinde hürmetle tuttuğun Kur'an-ı Kerim'e bakman nasıl ibadetse, anne-babana bakman da öyle ibadettir. İbadetin birini öne alıp ötekini geriye atman mümkün olmaz..

Bir adam Maruf'un İslamî hassasiyetlerini görünce merak ederek der ki:

- Senin böylesine hassas yaşayışın ahirette hesap verme korkundan mıdır? 'Hayır!' der. 'Kabir azabı korkundan mıdır?' Yine 'Hayır!' der. 'Öyleyse cehennem azabı korkundandır.' deyince Mâruf şu karşılığı verir:

-"Bu saydıkların nedir ki? Benim bütün hassasiyetim, bu saydıklarının tümünü de tasarrufunda tutan Rabb'imin rızasını kazanmak niyetimdendir. Zira O razı olduktan sonra bu saydıklarının hepsinden de korur ve kurtarır kulunu. Yeter ki kul, önce Rabb'inin rızasını kazanmış olsun."

Bütün varlığıyla İslam'a hizmete yöneldiğinden dolayı dünya malı adına hiçbir şeye sahip olmayan Maruf, yetiştirdiği meşhur talebesi Seriyyüs'Sakati'ye vasiyetini şöyle yapar:

-Vefatımın vaki olduğu anda hemen gömleğimi çıkarıp bir yoksula verin, dünyaya nasıl geldi isem ahirete de öyle gitmek istiyorum, hesabını vermek zorunda kalacağım bir dünya malı kalmasın zimmetimde diye düşünüyorum.

Yarın: Maruf'tan olayları yorumlama örnekleri!..

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1214009



Maruf-u Kerhi'den olaylara bakış örnekleri.., Ahmed Şahin, Zaman

Bağdat'ın büyük velisi Maruf-u Kerhi, yol kenarında elindeki ekmeği yerken karşısına dikilip bakmaya başlayan aç köpeği görünce tek başına yemekten utanır, bir kendi ısırır, bir de gözünü dikmiş bekleyen köpeğe uzatır, ekmeği birlikte yemeye başlarlar. Bu sırada uzaktan yaklaşan bir adam:

-Utanmıyor musun elindeki ekmeği köpekle birlikte yemeye? der. Maruf:

-Utanmaz olur muyum der, utandığımdan dolayı tek başıma yiyemedim de onunla birlikte yemeye başladım. Maruf şöyle sorar:

-Sen olsan utanmaz mıydın aç kalan bir köpek karşısında iştiha ile karnını doyururken onun açlığına ilgisiz kalmaktan?

Verecek cevap bulamayan adam uzaklaşırken söylendiği duyulur: Meczubun teki, ne olacak.

Bir gün Dicle Nehri kenarındaki bir bahçede sohbet ederken kayık içinde bir kısım gençlerin saz çalıp içki içerek eğlendiklerini görürler. Bunlara kızanlar:

- Senin duan makbuldür, bir dua et de bu sarhoşların kayıkları devrilip suya gömülsünler, derler.

Maruf, hemen ellerini açıp duaya başlar. Ama nasıl dua?

-Rabb'im der, bunları bu dünyada şen şakrak kıldığın gibi ahirette de şen şakrak kılacak ameller nasip eyle! İtiraz ederler:

-Biz senden, nehre dökülüp cezalarını bulmalarını istedik. Sen ise bunların ahirette de şen şakrak olmalarına dua ettin! Şöyle cevap verir:

- Bunların ahirette de şen şakrak olmaları günahları terk etmeleriyle mümkün olur. Ben günahlarından kurtulmalarına dua etmiş oldum. Siz benim duamı kabul etmediniz ama Rabb'im kabul etti, der.

Az sonra sahile çıkan gençler Maruf'un huzuruna gelirler. Utanıp özür dileyerek bir daha böyle bir yanlışlığa sapmayacaklarına söz verirler. Hemen orada cemaate iştirak ederek namaza başlarlar. Bağdat'ın büyük velisi kendisini dinleyenleri şöyle ikaz ederdi:

- İyiliklerin azına çoğuna bakmayın hepsini de yerine getirmeye gayret edin. Çünkü der, Allah'ın rızası hangisindedir bilinmez. Sizin küçük gördüğünüz bir iyilik ve ibadette Allah'ın rızası gizlenmiş olabilir..

Bundan dolayıdır ki bir gün Bağdat caddelerinden birinde giderken yolun kenarında bir su dağıtıcısı sebilcinin:

- Benim suyumdan içene Allah da Kevser suyundan içirsin! diye dua ettiğini duyunca hemen yaklaşır, tuttuğu orucunu bozarak adamın suyundan içer. Kendisini ikaz ederler:

- Siz oruçlu idiniz, ikindiden sonra orucunuzu bozmanıza gerek yoktu, unuttunuz mu yoksa?

- Hayır der, ne unuttum, ne ikindiden sonra oluşundan gaflet ettim.

- Öyle ise neden suyu içtiniz? Şöyle izah eder düşündüğünü.

-Rabb'imizin rızası nerededir belli olmaz. Muhtemeldir ki bu masum adamın duası, benim tuttuğum nafile oruçtan daha makbuldür. Bu mütevazı adamın duasını almak için ikram ettiği suyundan içmeyi tercih edip orucumu bozdum. Bu orucu tekrar tutarım; ama bu halis duayı bir daha alamam!.

Gerçekten de sonuç ümit ettiği gibi olur. Çünkü vefatından sonra kendisini rüyada gören bir yakını sorar:

-Senin birçok iyilik ve ibadetlerin vardır. Rabb'imiz en çok hangisinden ikram ve ihsanlarda bulundu? Cevabı şöyle olur:

- Hepsi bir yana, nafile orucumu bozarak suyundan içtiğim mütevazı sebilcinin duası bir yana!.

Evet hiçbir iyilik ve ibadeti basit görmeyin, mühimsemezliğe yönelmeyin. Zira Rabb'imizin rızası hangisindedir bilinmez. Sizin küçük gördüğünüzü Rabb'imiz büyük görür ve affınıza vesile kılabilir. İşte sucunun duası...

Hicri 200 tarihinde vefat eden Maruf'un mezarı Bağdat'ta, halen ziyaret edilen türbelerin en başında gelmektedir.

a.sahin@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1214539
#651
Emine Ülker Tarhan'ın savunması, CHP'nin kronik hastalığının da açıklaması. HSYK için 'YARSAV'ın militanı'nı arayan biri, CHP sözcüsü sıfatıyla bu sözlerine 'ben yaşamımın her döneminde militan ruhumu hiç ama hiç kaybetmedim' diye sahip çıkıyorsa, o partinin iktidardan uzak tutulması lâzım. Zaten tutulduğuna göre, demek ki neden tutulduğunun gerekçesi bu sözlerde saklı. Tarhan, başka bir yer, mesela bir öğrenci derneği üyeliğine değil, yargıç bağımsızlığının teminatı olan HSYK için militan arıyor ve üstelik bu sözlere arka çıkıyor.

Bugüne kadar sadece, kameraların karşısına geçip yazılı metinleri okuduğu için bu hanım politikacının düşünce dünyası, birikimi ve refleksleriyle ilgili bir fikrimiz olamadı. Temiz ve sade ekran yüzü ve özellikle zarif hanımefendiliği bugüne kadar magazin gündemi de oluşturmadı. Politikamız Allah'a şükür o erkeksi havadan kurtuldu. Ama Emine Ülker Tarhan bu konuda kimsenin aklından geçmeyen bir imada kendisi bulunuyor ve 'ben pasta yapmaya gelmedim' diyerek doğrudan hemcinslerini, yani kadınlığı aşağılıyor. 'Pasta yapma'nın karşısına yerleştirdiği 'demir leblebi olma tercihi'ni 'erkek egemen bir söylem' olarak feministler dikkatle bir kenara not etmeli.

Önce militanlık ile 'pasta yapmak' arasındaki derin uçurumu doldurmalıyız. Mesele kadınlara özgü bir yetenek olan aşçılık ise, bu mesleği kimse küçümsemesin. İstediğiniz kadar militanlaşın, Türk solunu yoktan var edemezsiniz; ama Türk mutfağı adında dillere destan bir mutfak, siz bilmeseniz bile hemen yanı başınızda duruyor. Türk solu yok, ama Türk mutfağı var.

'Militan' kelimesinin sözlük anlamları, bu söze sahip çıkan bir politikacının yüzünü kızartacak kadar ağır. Üstelik politikacının değil yargıcın militanlığı söz konusu. Demokrasi ölçüleri içinde militanlık taassubun, yobazlığın saldırgan bir biçim almasına deniyor. Farklı düşüncelere, hayat biçimlerine kapalı; ideolojik önyargılar ve körlükle maruf şiddete mütemayil saldırgan bir duruş ve eyleyiş. Biraz gençlik hastalığı. CHP'nin vitrinde duran bir diğer hanımefendi politikacısı ve birikimli bir akademisyen olan Profesör Birgül Ayman şu farkı bilir: Bir insan öğrencilik yıllarında militan olabilir; ama meslek hayatında ağırbaşlı bir hakim veya akademisyen olmalıdır. Yazdıkları okunur, söyledikleri dinlenir bir akademisyenden ancak bu sözleri duyarsınız. Bizler öğrencilik yıllarımızda hep militandık. Bugün bu sözden ar ederiz. 70'li yılların gençlik liderlerinden olan bir arkadaşımdan yeni dinledim. İki Kahramanmaraşlı İstanbul'da Ülkücülerin yurdunda yatıp kalkıyor, kavgaya dövüşe de birlikte gidiyorlar. Biri ilkokul mezunu, diğerinin okuması yazması yok. 70'li yılların curcunasında bir gün solcu gençleri sıkıştırıyorlar. Yakaladıkları biri kurtulmak için kendince geçerli bir mazeret ileri sürüyor: 'Valla ben militan değilim, teorisyenim.' Bizimkiler bu söz karşısında ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Solcu genci bıraktıktan sonra akşam yurtta herkesin içinde bu olayı tartışıyorlar. Biri diğerine soruyor: 'Biz teorisyen miyik, yoksa militan mıyık?' Diğeri: 'Elbette teorisyenik. Bak: 'Lider-teşkilat-doktorin'. Diğerinin cevabı 'He vala doğru söylüyon; biz teorisyenik'.

Ya militanlık?

Militanlık ancak hakaret için kullanılır. En hafif ifadesiyle militanlığın dar çerçevesinin içine, düşünmeyen, kafa yormayan, sadece örgütsel disiplin içinde verilen emri yerine getiren biri girebilir. Politikada son zamanların modası: Kapalı mahfillerden ortaya düşen bir sözü, sözün sahibi hemen savunmaya girişiyor. Halbuki özür bir erdemdir. O kadar erdeminiz yoksa tevil sanatı politikacının imdadına yetişir. Yargıcın militanlığını, politikacı olarak kendisinin militanlığını savunan birinin mensubu olduğu partiye bu millet iktidar yüzü göstermez. Militan yargıçlarla hangimiz hakkımızı arayabiliriz?

m.turkone@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1217094&title=militanlasma
#652
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, "Sanki Yargıtay'a 160 tane militan seçtiler." demişti.

Yargı ve medya dünyasında bu ağır ithamın yankısı büyük oldu. Tartışma hararetli bir şekilde sürerken internet sitelerine CHP'li Emine Ülker Tarhan'a ait olan ve kendisinin de kabul ettiği bir ses kaydı düştü. Aman Allah'ım! Gerçekten de yargıda ne 'militanlar' varmış da kimsenin haberi yokmuş!

Duymayanlar için kısa bir özet: Eski YARSAV Başkanı Tarhan ile aynı kuruluşun yönetim kurulu üyesi Remzi Özdemir ve şimdiki başkanı Murat Arslan bir araya gelmiş. Emine Hanım "YARSAV'ın militanı olacak adam lazım bize." demiş. Konu ne ki sabık Başkan 'militan' arıyor? Meğer Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) için üye seçiliyormuş. O yüzden eskinin dernek başkanı, şimdiki CHP milletvekili Hanımefendi'ye 'militan' gerekiyormuş.

Emine Hanım (daha önce sıkça rastladığımız örneklerin aksine) ses kaydını inkâr etmedi. Keşke, "Böyle bir konuşma yapmadım." deseydi! Söylediklerinin arkasında durduğunu ilan etti. Bir de sözlerine getirdiği tevil var. Güya "YARSAV'ın militanı olmak demek, yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesinin militanı olmak" anlamına gelirmiş. Oysa Şemdinli savcısını meslekten atmaktan tutun onlarca hukuk dışı kararda bu derneğin (dernek olduğu bile şüpheli diyen hukukçular var) payı olduğu iddia ediliyor. Emine Hanım'ın açıklaması, konunun detayını bilmeyenler için hiç de fena bir manevra sayılmaz. Ne var ki militan tartışması usturuplu bir laf ebeliği ile savuşturulamayacak kadar derinlik kazandı birden. Nasıl mı?

Meğer HSYK seçimleri öncesinde Emine Hanım ve eşi Mehmet Umur Tarhan bir grup dernek arkadaşıyla kilit noktalara adam yerleştirmek için olağanüstü bir gayret sarf etmiş. O gayretler de internet sitelerine düşüverdi. Oradaki vahim konuşmalara göre Umur Bey "Ülkede eli taşın hiç altına girmemiş bir sürü adam var. Bu adamların tasfiye edilmesi lazım. Bu sistemden, bunu net olarak söylüyorum." diyor. Umur Tarhan'ın coşkun sözleri karşısında Orhan Sungur (dönemin Adalet Bakanlığı Adli Sicil Genel Müdürü), "... yok edici bir ekiple çalışacaksınız." diyor. Ve şöyle devam ediyor: "Ondan sonra kadronuzu kurarsınız. Elinizde, Ceza İşleri sizde, Personel sizde, Teftiş sizde. O zaman üye olmaya gelenler (Yargıtay ve Danıştay üyesi olmak isteyenler) üye olabiliyor mu? Sorarsınız yani."

Vaziyet bu!

İnternete düşen ses kaydını inkâr etmeyenler, bu kaydı yapanlar hakkında şikâyetçi olacaklarını söylüyor. İyi de yapıyor. Şikâyetçi olsunlar. Her kim bu şahısların ta kalbine kadar yanaşmış ve seslerini kaydetmişse bulunsun, cezasını çeksin. Bu tür dinlemeleri tasvip etmemek başka, o konuşmalardaki vahim sözlerin arkasında durulmasına tepki göstermek başka bir mevzu.

Demek ki HSYK'nın yapısının değişmemesi için çırpınan insanların bir bildiği varmış. Hatırlanacağı üzere 12 Eylül referandumunda 'Hayır' sonucu çıkması için canla başla çalışanlar olmuştu. Hatta o zamanki CHP yönetimi yargıdaki reform paketini geri çektiği takdirde AK Parti'ye destek vereceğini, referandumda 'Evet' diyeceklerini açıklamıştı. HSYK üyelerinin kürsü hâkimleri tarafından (yani yargının asıl tabanı tarafından) seçilmesine şiddetle karşı çıkanların o günkü canhıraş kavgalarına bir anlam verilemiyordu. Referanduma kadar küçük ve ideolojik bir zümre tuhaf bir seçim sistemiyle HSYK'yı belirliyor, o üyeler de Yargıtay üyelerini seçiyordu. Üstelik aynı dar kalıplar ve ideolojik kayırma şüpheleri eşliğinde yapılıyordu bütün bu işlemler...

Şimdiki yargı mensuplarına 'militan' diyenler, anlaşılan o ki, kendi militanlarını arıyor. Bugünkü yargı için "AKP'nin arka bahçesi" diyenler, bir zamanlar "CHP'nin arka bahçesi" olarak tepe tepe kullandıkları bir yargıyı özlüyor. Meselenin aslı şudur: Yargı militan da olmamalı arka bahçe de. Sadece adalet dağıtmalı. Vaktiyle yargıyı militanlaştıranlar hatta 'militan demokrasi' deyip halk iradesini vesayet paletleri altında ezenler adalet kavramını altüst etti. O karmaşanın düzeltilmesi için yeni bir sürece ihtiyaç var. Hukukun üstünlüğü tesis edilirken herkese görevler düşüyor; vaktiyle 'militan'lık yapanlar hariç...

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1030
#653
Bahçelerde Baro, M. Nedim Hazar, Zaman Gazetesi

Yargıyı AK Parti'nin arka bahçesi olmakla suçlamıştı Kemal Kılıçdaroğlu.

Allah'tan bu memleketin cumhuriyet tarihi nerelerin, kimlerin bahçesi olduğunu unutturmayacak kadar kısa henüz. Hayır, çok yakın geçmiş zamana gidip, bizzat adaletin temsil edildiği bakanların kendi has bahçesinde, 'Ne yani MHP'li mi alacaktım, elbette CHP'lileri alacağım' demesini hatırlatmıyorum sizlere, birkaç gün öncesini; 'bize militan lazım' diyen hukukçu görünümlü militan zihniyetini hatırlatıyorum. Üzgünüm ama 'Size teslim etmeyiz' zihniyetinin üzerine oturup, sağa sola 'bahçe açıyorsunuz' demek sadece inandırıcı olmamakla kalmıyor, aynı zamanda komik de duruyor. Bu ülkenin bazı kurumları hâlâ 'Cumhuriyet Halk Bahçesi' gibi davranmakta ne yazık ki!

Bir bakanın atadığı 5 bin eleman 'militan' sayılmayacak, binlerce yargı mensubunun seçtiği yüz küsur yargı mensubu 'militan sayılacak öyle mi? Bu taksimi kimin yapmayacağını şair söylemiş zaten!

Laikçi zihniyetin 'ya benimsin ya toprağın' anlayışı hiç değişmedi ve değişmeyecek sanırım. Bütün dünya özgürleşip, demokratlaşsa bile bu böyle kalacak galiba.

Buyurun size İstanbul Bahçesi, pardon İstanbul Barosu...

Gerçi bu zihniyetin çehresinin ne olduğunu Genç Siviller çok minik bir eylemle ortaya koymuşlardı. Meşhur 'Darbeci Baro' mottosu o günden bir hatıra olarak süslemektedir hâlâ bu baroyu. Ergenekon meselesinin her konuşulduğu ortamda, büyük bir gönül rahatlığıyla darbeyi, darbeciliği savunanların, bu ifadeden neden rahatsız olup, otel basıp, gençleri linç etmeye çalıştıklarını anlamamakla beraber, bu örgütün son eyleminin apaçık insan hakları suçu olduğunu düşünmekteyim.

Tamam; kabul, epeyce komik lakin "Cübbe ile başörtüsü yan yana duramaz" gibi mizahi bir savunma ile örtülemeyecek kadar ciddi bir özgürlük meselesidir İstanbul Barosu'nun son icraatı. Memleketteki bir zihniyetin nasıl öfke ve kine endeksli yaşadığının göstergesidir.

Peki, ne ile yan yana durabilir?

Cübbe ile darbecilik yan yana çok şahane duracak, başörtüsü durmayacak! Cübbe ile faşizanlığın en ilkeli beraber kol kola yürüyecek, insanların giyim kuşam özgürlüğünün ayakları kırılacak! Cübbeyi ulusalcı militanlar giyip kuşanacak, özgürlükçü olanlar elini süremeyecek! Öyle mi?

Savunmaları da ibretli olduğu kadar mizahi esasen. Yaptıkları şey sadece kanunları uygulamakmış! Hangi kanun insanların giyim kuşamına müdahaleye bu kadar pervasızca cevaz veriyor acaba?

Hatırlarsınız bu zihniyetin bir eski sürümünü. Hani, "İstikrar senin neyine Vesayet?" demişti güzel kafalı birisi. Hele hele avukatlık stajı yapmak! Senin neyine, örtülü çocuk?

Keza daha önce de belirtmiştik, bu kin ve nefret öylesi büyük bir şey ki, bu zihniyet İSKİ'nin başına geçse su vermez, fırınları elinde tutsa ekmek vermez, belki ellerinde imkânları olsa oksijen vermez kendileri gibi olmayanlara! Nitekim ortaya da çıkıyor tıynetleri; nasıl bir kanuna dayanarak uygulama yapılıyorsa, stajyer çocukları, otellere bile almıyormuş bu özgürlük ve karine havarileri!

Bu zihniyetin, 'masumiyet karinesi' masalları da, sadece cuntacı ve darbeciler için geçerlidir ve tamamen boştur, diye düşünmekte haksız mıyız yani?

Bir şey söyleyeyim mi sevgili Barocular, esas bu zihniyet ile o cübbe yan yana durmaz, durmamalı... Hukuk ile zalimlerin, vicdansızlık, ideolojik körlük, beyni öfke ve kine kilitlenmişlik yan yana durmaz, durmamalı. Hukuk ile darbecilik bile pek şık bir ikili değil kabul edelim. Ki zannımca bu nedenle öfkelenmiştiniz 'Darbeci Baro' pankartına.

Hâlâ insanların giyim kuşamları, yaşam tarzları, düşünceleriyle uğraşanların yetiştiği bahçeler var bu memlekette.

Bu bahçelerden çiçek, böcek kokusu değil, ne yazık ki tuz kokusu geliyor...

Anlarsın ya!

n.hazar@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1044
#654
Tevekkül ha!

Tevekkül ekseninde sorulan soru karşısında lâl kesiliyor ve buna M. Akif Ersoy'un şu harikulade şiiri ile cevap vermeyi tercih ediyorum.

"Çalış!" dedikçe Şeriat, çalışmadın, durdun,

Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!

Sonunda bir de "tevekkül" sokuşturup araya,

Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!

Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,

Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!

Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,

Birer birer oku tekmîl edince defterini;

Bütün o işleri Rabbim görür: Vazîfesidir...

Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir!

Çoluk, çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak...

Hudâ vekîl-i umûrun değil mi? Keyfine bak!

Onun hazîne-i in´âmı kendi veznendir!

Havâle et ne kadar masrafın olursa... Verir!

Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;

Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!

Çekip kumandası altında ordu ordu melek;

Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek!

Başın sıkıldı mı, kâfi senin o nazlı sesin:

"Yetiş!" de kendisi gelsin, ya Hızr'ı göndersin!

Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak;

Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.

Demek ki: Her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın O;

Çoluk çocuk O'na âid: Lalan, bacın, dadın O;

Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdir-i veznen O;

Alış seninse de, mes´ûl olan verişten O;

Denizde cenk olacakmış... Gemin O, kaptanın O;

Ya ordu lâzım imiş... Askerin, kumandanın O;

Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;

Tabîb-i âile, eczâcı... Hepsi hâsılı O.

Ya sen nesin? Mütevekkîl! Yutulmaz artık bu!

Biraz da saygı gerektir... Ne saygısızlık bu?

Hudâ'yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;

Utanmadan da tevekkül diyor bu cür´ete... Ha?

"Kader" senin dediğin yolda Şer´a bühtandır.

Tevekkülün, hele, hüsrân içinde hüsrândır.

Kader ferâiz-i îmâna dahil... Âmenna...

Fakat yok onda senin sapmış olduğun ma´nâ.

a.kurucan@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1106
#655


Kılıçdaroğlu yargıçlara 'militan' suçlamasını bu kez Meclis kürsüsünden yaptı

Önceki hafta TBMM Genel Kurulu'nda, 2012 Yılı Merkezî Yönetim Bütçe Kanun Tasarısı'nın görüşmeleri yapıldı.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, 'militan' diyerek suçladığı Yargıtay üyelerinin 'özür' beklentilerini, "Onların bana özür borcu var." diyerek karşılıksız bıraktı.

Yargıya yönelik suçlamalarını Meclis kürsüsünden sürdüren Kılıçdaroğlu, "Yargıtay'a 160 üye atandı. 160 üye ilk turda boş oy kullandı. Bu, yargının militanlaşması demektir. Onlar benden ve adalet isteyen herkesten özür dilemek zorundadır." diye konuştu. CHP lideri, TBMM Genel Kurulu'nda görüşmelerine başlanan 2012 Bütçesi'ne ilişkin partisi adına yaptığı konuşmada hükümete yüklendi. AK Parti hükümetinin Cumhuriyet tarihinin borç rekorunu kırdığını, yaşam kalitesini düşürdüğünü iddia etti. Ardından Yargıtay'a seçilen yeni üyeler için kullandığı 'militan' ifadesi ve yargıyı iktidarın 'arka bahçesi' olarak nitelendiren sözlerine temas etti. "Bana 'özür dile' diyen yargıçlara sormak istiyorum." diyerek söze başlayan CHP lideri, dünyanın hiçbir ülkesinde kimsenin 'parasız eğitim istiyoruz' dediği için 19 ay hapis yatmadığını, hükümeti eleştirdiği için milletvekili hakkında fezleke hazırlanmadığını ileri sürdü. "Bana bir tane uygar ülke göstersinler hülle ile Anayasa Mahkemesi'ne yargıç atanacak, hiçbir yargıçtan tık çıkmayacak." diyen Kılıçdaroğlu, "Hülle ile yargıcın atandığı bir mahkeme, mahkeme olur mu? Ben bunu eleştirmeyecek miyim?" diye sordu.

Kılıçdaroğlu, özel yetkili mahkemelerle ilgili olarak da şu iddialarda bulundu: "Özel yetkili mahkemeler operasyon mahkemeleridir. Bu mahkemeler yarın sizi de yargılayabilir. Emin olun önce biz karşı çıkacağız. Adalet, herkes için olmalı; birileri içinse olmaz." CHP Genel Başkanı, konuşmasının sonunda BDP Adana Milletvekili Murat Bozlak'ın "İç barıştan hiç bahsetmediniz." sözleri üzerine, "Biz, iç barışı sağlamak için hakikatler komisyonu kurulması teklifinde bulunduk ama iktidar reddetti. İç barış için ne yapmak gerekiyorsa getirin destek verelim." ifadelerini kullandı. Bu sözleri CHP sıralarıyla birlikte BDP sıraları da alkışladı.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1212382


Sadullah Ergin: 21 YARSAV üyesi de militan mı?

Rahatsızlığı sebebiyle İstanbul'daki evinde istirahat eden Başbakan Tayyip Erdoğan, 9 yıllık iktidar boyunca ilk kez bütçe görüşmelerinde yer almadı. Görüşmeler, 'yargı' tartışmasına dönüştü. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun Yargıtay'a seçilen 160 yeni üye için 'militan' suçlamasını Meclis kürsüsünden tekrarlaması, tartışmayı başlattı. Kılıçdaroğlu'na Adalet Bakanı Sadullah Ergin cevap verdi. Ergin, Kılıçdaroğlu'nu 'militan' dediği Yargıtay üyelerinden özür dilemeye davet ederken, Yargıtay ve Danıştay'a seçilen 21 YARSAV üyesinin de 'militan' olup olmadığını sordu. Ergin, "Bu 21 kişi bu militanların içine giriyor mu? Şayet giriyorsa lütfen yanınızdaki eski YARSAV Başkanı, grup başkan vekilinize (Emine Ülker Tarhan) 'Niçin militanları YARSAV'a üye yaptınız?' diye sorun. Sayın Kılıçdaroğlu çok büyük gaf işlediniz, özür dilemek sizi küçültmez büyütür. Yüksek yargıçlara iftiradan vazgeçiniz ve özür dileyiniz." diye konuştu.

CHP liderinin seçimlerde 'boş oy kullandığı' için 160 Yargıtay üyesine 'militan' dediğini, Meclis kürsüsünden de bunu tekrar ettiğini hatırlatan Adalet Bakanı, Yargıtay'ın 250 üyeli iken de boş oy kullanma geleneği olduğunu örnekler vererek hatırlattı. "250 üyeli Yargıtay, o zaman da acaba militan mıydı? Tamamı birinci sınıf hakim ve savcılar arasından seçilen 160 Yargıtay üyesine militan diyerek açıkça hakaret ve iftira ettiniz. CHP genel başkanı olmanız size hakaret ve iftira hakkı vermez. Bunların hiçbiri AK Parti döneminde göreve başlamamıştı, en genç olanı 18 yıl önce mesleğe alındı." ifadelerini kullandı.

'Cezaevindeki gazeteciler' eleştirilerine de cevap veren Ergin, 'gazeteci' denilen kişilerden bazılarının 'terör örgütü bağlantısı ve aldığı mahkûmiyet' kararlarını okudu ve ekledi: "İçlerinde terör faaliyetlerinden müebbet ağır hapse mahkûm olmuş kişiler var. Bunları bize gazeteci diye önümüze koyuyorlar. Gerçekten gazetecilik faaliyetinden dolayı içeride olan varsa onlara da haksızlık yapılıyor."

CHP'Lİ TARHAN'DAN TEPKİ ÇEKEN İFADE:

İktidarın kamçısına göre kişneyen bir yargı var

"Sizin gözünüzde biten yargı bugün ayağa kalkıyor." diyerek konuşmasını bitiren Adalet Bakanı'nı AK Partililer uzun süre alkışlarken, CHP'liler laf attı. CHP Grup Başkan Vekili Muharrem İnce, "Kılıçdaroğlu özür dileyecekmiş. Başka işiniz yok mu sizin?" karşılığını verirken, AK Partililer ile CHP'liler arasında zaman zaman küfre varan tartışmalar yaşandı. CHP Grup Başkan Vekili Emine Ülker Tarhan da söz alarak Ergin'e tepki gösterdi. Tarhan'ın "İktidarın kamçısına göre kişneyen bir yargıyla bu ülkeyi baskı altına almaya çalışıyorsunuz." sözleri, AK Partili vekillerin tepkisini çekti. AK Parti Grup Başkan Vekili Ahmet Aydın 'ağza alınmayacak bu sözlere üzüldüğünü' belirtirken, "Yargı elinizden gittiği için feryat figan bağırıyorsunuz. Sizin için üzgünüz ama Türkiye artık bir hukuk devleti." ifadelerini kullandı. Tarhan'a cevap veren Adalet Bakanı'nın konuşmasını CHP'liler uzun süre sıralara vurarak engellemeye çalıştı.

Bu arada bütçe tasarısına muhalefetin eleştirilerine hükümet adına Ali Babacan cevap verdi. Kemal Kılıçdaroğlu'nun konuşmasında 'yeni hiçbir teklif' getirmediğini söyleyen Babacan, "Yeni bir teklif gelsin diye ümit ederdim, olmadığı için onlar üzerinde bir değerlendirme yapamıyorum." dedi. Türkiye'nin dünyada parmakla gösterildiğini anlatan Ali Babacan, küresel krizden Türkiye'nin sınırlı miktarda etkileneceğini dile getirdi.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1212381




Emine Ülker Tarhan: Bize YARSAV'ın militanı olacak adam lazım

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun 'Yargıtay'a 160 tane militan seçtiler' sözlerine tepkiler devam ederken, dün internet sitelerine CHP'li Emine Ülker Tarhan'a ait olduğu iddia edilen üç ses kaydı düştü.

Tarhan'ın da doğruladığı ses kayıtlarının en çarpıcı olanı, 12 Eylül referandumunun ardından yeniden yapılandırılan HSYK'ya üye seçimlerinin yapıldığı döneme ait. Kayıt, dönemin YARSAV Başkanı Emine Ülker Tarhan ile YARSAV Yönetim Kurulu Üyesi Remzi Özdemir ve YARSAV'ın şu anki başkanı Murat Arslan arasında 30 saniyelik konuşmayı içeriyor. Kayıtta yeni üyelerin nasıl olması gerektiği tartışılıyor. Tarhan, hangi özellikte kişilerin HSYK'ya üye seçilmesi gerektiğini ifade ederken, "YARSAV'ın militanı olacak adam lazım bize." diyor.
İşte o şok diyaloglar:

Tarhan: Orada verimli olacak adama ihtiyacımız yok bizim. Bize orada dik duracak adam lazım.

Arslan: Aaa tabii canım, dik duracak, işini yapacak o yoksa.

Özdemir: Dik duracak.

Tarhan: YARSAV'ın haklarını koruyacak, yani YARSAV'ın militanı olacak adam lazım bize.

Özdemir: Evet.

Tarhan: Başka bir şeye ihtiyaç yok.

Arslan: Çok fazla kafa yormasına gerek yok yani.

Tarhan: Bana ne ya, rapor falan hazırlamasın yani.

Özdemir: Yok canım, biz hazırlarız raporumuzu.

Tarhan: Kendi kendimize hazırlarız bir raporumuzu, orada militan bize lazım.

İkinci ses kaydının ise Emine Ülker Tarhan, eşi ve Yargıtay üyesi Mehmet Umur Tarhan, Murat Arslan ile HSYK üyeliği seçimlerinde YARSAV listesinden aday olan Orhan Sungur arasında geçtiği iddia ediliyor. Kendi aralarında anayasa referandumu sonrası olacakları konuşan ekip bir özeleştiri yapıyor. "Hakikaten ülkede elini taşın altına girmemiş bir sürü adam var, bu adamların tasfiye edilmesi lazım." diyen Umur Tarhan'a, Orhan Sungur "Tasfiye edici bir ekiple çalışmanızın bir anlamı yok, yok edici bir ekiple çalışacaksınız." karşılığını veriyor. Emine Ülker Tarhan da "Yani o tasfiye ve yok etme süreci için bir fırsat olabilir." diyerek onaylıyor. Sungur ise HSYK üyeliğinden bahsederek şunları kaydediyor: "Eğer birinci Sakarya'yı kazanırsanız 2, 3 hiç sorun olmaz başkanım. Böyle bir tek hedef birinci Sakarya'yı, yani Kurul üyeliğini seçimini kazanmak. Ondan sonra kadronuzu kurarsınız. Ceza işleri sizde, personel sizde, teftiş sizde. O zaman üye olmaya gelenler üye olabiliyor mu sorarsınız yani." Üçüncü kayıtta ise müvekkiliyle gelen bir avukat ile Tarhan'ın konuşmalarının yer aldığı iddia ediliyor.

TARHAN: SÖZLERİMİN ARKASINDAYIM

Meclis'te gazetecilerin sorularını cevaplayan Emine Ülker Tarhan ise söz konusu kasetleri doğruladı. Sözlerinin arkasında olduğunu söyleyen Tarhan, "YARSAV'ın militanı olmak demek yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesinin militanı olmak demektir. O yüzden çok doğru söylemişim. Sonuna kadar arkasındayım sözlerimin." dedi. Tarhan, sesleri kaydedenler hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunacağını da dile getirdi.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1215104&title=emine-ulker-tarhan-bize-yarsavin-militani-olacak-adam-lazim


Tarhan: Ben Demokrasinin militanıyım

CHP Grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan, yaşamının her döneminde militan ruhunu hiç ama hiç kaybetmediğini belirterek, ''Bu çatıya pasta yapmaya değil, iktidarın tehlikeli sularda gezinmesini denetlemeye geldim'' dedi.

Tarhan, düzenlediği basın toplantısında, uzun bir süredir Türkiye'de yaygın bir şekilde dinlemeler ve izlemeler yapıldığını ve arşivlendiğini bildiklerini öne sürdü.

Bunların da hep aynı medya aracılığıyla kamuoyuna servis edildiğini iddia eden Tarhan, bu işlerin sıradan bir çete organizasyonu olmadığını söyledi. Tarhan, çetenin araç ve donanımlarının yakalanmadığını savunarak, ''Bu izleme ve dinlemelerin peşinde koşan onca elemanı kimler görevlendirdi merak ediyorum. Maaşlarını kimler ödüyor, kimlere bağlı çalışıyorlar? Pahalı izleme ve donanım araçlarını hangi paralarla almışlardır? Nerede saklamaktadırlar? Çünkü bunu araştırması gerekenler, belli ki bu suça ortak, o yüzden araştırmıyorlar'' dedi.

CHP'li Tarhan, ''yandaş gazetelerde 'Tarhan'ın önlenemez yükselişi' diyerek işaret fişeğinin patlatıldığını iddia ederek, şöyle konuştu:

''Ev, kamuya açık alan demeden peşimize saldıkları karanlık adamlarıyla sinsice özel alanlarımızı, sohbetlerimizi yasadışı dinlemişlerdi zaten. O zaman bıyık altından gülenler, bugün yayınlayanlar aslında. Bu kampanyayı açanlar kim mi? Referandum sürecine gidin; o gün saldıran, terörist ilan edenlere, iktidar korunmasında 24 saat yayın yapanlara bakın. Bunca hırsız, tek derdi küpünü doldurmak olanlar varken, neden bizi dinlediler? TV röportajlarında aldığım nefes bile önüne tape edilerek önüne konulan o bakana sorun? Müsteşarı neden görevden ayrılmış, onu da bi zahmet sorun. Devlet sırrı yasasıyla hangi sırları sırlar odasına saklayacaklar? Araştırmacı gazeteci yok mu bu ülkede? Doğru Uğur Mumcu gibi olanları katlettiler, kalmadı. Şimdiki yöntemleri ise dinleme bankaları oluşturmak. Çünkü dimdik duruyorduk biz, dimdik durmayanları da nasıl harcayacaklarını itiraf ettiler. Farkımız budur.

Tarhan, "Dosta düşmana ilan ediyorum. Dinleyin, araştırın, silkeleyin, ama önceden bilgi vereyim size. Eski arabam ve malvarlığım ne yazık ki sizde hayal kırıklığı yaratacak. Wikileaks belgeleri, İsviçre'de milyon dolarlık hesaplar, Amerika'da okutulmuş çocuklar, gemicikler, hani eli öpülesi kadın sömürüsü yapan adamlarınki gibi pahalı butik zincirleri bulamayacaksınız kayıtlarımda. Şirketler ve mütedeyyin halktan toplanan paralar da bulamayacaksınız tam bir hayal kırıklığı yaşayacaksınız. Üzgünüm soyum da boyum da ilginize mazhar olamayacak kadar sıradan." dedi.

''Siyaset yargıdan elini çekmelidir, yargı yargıya bırakılmalıdır'' sözleri nedeniyle dinlenildiğini ileri süren Tarhan, ''Üzgünüm soyum da boyum da ilginize mazhar olamayacak kadar sıradan'' dedi.

-''Mücadelemiz kimsenin yargıcı olmamak üzereydi''-

CHP Grup Başkanvekili Tarhan, AK Parti'ye biat etmek için yargıç olmadıklarını ifade ederek, ''Mücadelemiz ne CHP ne AKP ne MHP... Kimsenin yargıcı olmamak üzereydi. Kimsenin bize 'benim' yargıcım demesine izin vermemek üzereydi mücadelemiz ama açık kanallar ve her yerde söyleyebileceğimiz sözlerin ve görüntülerin önüne bir kapı ve anahtar deliği koyarak oradan görünen ve duyulanlara özel ve farklı anlamlar yükleyenler daha çok beklerler'' dedi.

Birilerinin iktidar gücü karşısında pısabileceğini, susabileceğini, jöle kıvamına gelebileceğini belirten Tarhan, şöyle devam etti:

''Ben yaşamımın her döneminde militan ruhumu hiç ama hiç kaybetmedim. Çocuklarıma da sözlerim gibi sahip çıkarken de işimi şevk ve coşkuyla yaparken de inandığım değerleri savunurken de. İşte bu yüzden bağımsızlığın ve demokrasinin militanıyım. Hukukun verdiği güçle sonuna kadar da savaşırım, tek başıma da kalsam. Birileri beğenmeyebilir, rahatsız olabilir, birileri de sessiz kalabilir, selamı sabahı kesebilir. Ancak yargıçlığı nasıl yaptıysam siyaseti de öyle yapacağım, adaletle ve ilkelerle. Birileri siyasetin yazılı olmayan kurallarını hatırlatabilir, her yere gülücük dağıtanlardan hoşlananlar olabilir, birileri karşılarında bir krema görmek isteyebilir ama ben bu çatıya pasta yapmaya değil, iktidarın tehlikeli sularda gezinmesini denetlemeye geldim. Halkın bana verdiği yetkiyle geldim. Ben krema, pasta değil, demir leblebi olmayı tercih ediyorum. Bu korku toplumunu yaratma cürmünün lekesini yüzünde taşıyanların ve başka hiç kimsenin bana edep ve adap dersi vermek haddi değildir. Çünkü sabahın beşinden gecenin yarısına kadar elleri kanayıncaya kadar çalışıp çocuklarını okutmaya çalışan bir emekçinin kızıyım ben. Mustafa Kemal'in kurduğu hukuk mektebinden mezunum. Kimsenin haddine değil.''

http://www.haber7.com/haber/20111217/Tarhan-ben-Demokrasinin-militaniyim.php
#656


Nijeryalı Festus Okey'in, 20 Ağustos 2007'de gözaltına alınarak götürüldüğü karakolda ölümüne neden olmakla suçlanan polis memuru, "taksirle adam öldürmek" suçundan 4 yıl 2 ay hapis cezasına çarptırıldı.

İstanbul 21. Ağır Ceza Mahkemesi, oy çokluğuyla, tutuksuz yargılanan polis memuru Cengiz Yıldız'ı "taksirle adam öldürmek" suçundan 4 yıl 2 ay hapis cezasına mahkum etti. Mahkeme başkanı Yıldız için 2,5 yıl hapis cezası verilmesini, bunun da paraya çevrilmesini isterken, diğer iki hakim bu karara katılmayarak 'taksirle adam öldürmek'ten ceza alması yönünde oy kullandı.

İstanbul 21. Ağır Ceza Mahkemesi'nin oy çokluğuyla verdiği kararda memur Cengiz Yıldız'ın, Okey'i taksirle öldürdüğü ifade edildi. Kararda sanık Yıldız'ın sabıkasının bulunmaması, suçun niteliği, sanığın kişiliği, duyduğu pişmanlık ve suçun işlenmesindeki özellikler nazara alındığında olayın kasıtlı bir cinayet olmadığı kaydedildi. Üye hâkim Keskin Karakurt ise bu görüşe katılmayarak karara, Cengiz Yıldız'ın fiili olası kastla gerçekleştirdiği yönünde muhalefet şerhi koydu.

İddianameye göre Festus Okey, 20 Ağustos 2007'de üzerinde uyuşturucu bulunması üzerine Asayiş Büro Amirliği'ne getirilmiş, arama işlemleri devam ederken polis memuru Cengiz Yıldız'ın bir anlık boşluğundan faydalanarak tabancasını almaya kalkışmıştı. Polis memurunun da müdahalesiyle başlayan boğuşma esnasında silahın ateş almasıyla Festus Okey yaşamını yitirmişti.

Duruşma savcısı Mehmet Nuri Gür bir önceki duruşmada esas hakkındaki mütalaasını açıklamıştı. Gür, taraflar arasında husumet olduğuna dair bir bulgu olmadığından hareketle olayı "bilinçli taksirle ölüme sebebiyet vermek" olarak nitelemiş, sanığın 3 yıldan 9 yıla kadar hapisle cezalandırılmasını talep etmişti. Sanığın, doğrudan kasıtla hareket ettiğini gösteren bir kanıt bulunmadığını dile getiren Gür, sanığın "bilinçli taksirle ölüme sebebiyet vermek" suçundan 3 ile 9 yıl arasında hapis cezasına çarptırılmasını istedi.

Dava sonrasında bir açıklama yapan avukat Alptekin Ocak, yargılamanın adil ve etkin bir şekilde yürütülmediğini söyledi. Festus Okey'in ölümüne sebep olan kişinin sadece Cengiz Yıldız olmadığını kaydeden Ocak, "Festus Okey devletin gözetimi ve denetiminde ölmüştür. Okey'in ailesi konuyla ilgili olarak Türkiye Cumhuriyeti devletinin kendilerinden özür dilemelerini bekliyorlar. Aynı zamanda uğramış oldukları manevi zararlar açısından bir tazminat bekliyorlar. Ama en başta özür bekliyorlar." diye konuştu.

Mahkemenin verdiği kararın gerçekleşen olay açısından hiç adil olmadığını düşündüklerini ifade eden Ocak, hukuki girişimlerimde bulunacaklarını anlatı. Ocak, "Dava da biz müdahil sıfatıyla yer almalıydık. Ailesinin vekaletini sunmuş olmamıza rağmen bu reddedildi. Davayı öncelikle temyiz edeceğiz. Onun dışında dönemin İstanbul Emniyet Müdürü ve Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürü hakkında bu cinayetteki sorumlulukları sebebiyle suç duyurusunda bulunmayı düşünüyoruz." ifadelerini kullandı. Göçmen Dayanışma Ağı üyesi Ufuk Ahıska ise davanın insan vicdanı ve adalet duygusuyla ilgi olarak rencide edici olduğunu düşündüklerini aktardı.

(CİHAN)
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1214211&title=festus-okey-davasinda-karar-aciklandi
#657


Orhan Topal'ın haberi

Türkiye ile Gürcistan arasındaki sınır geçişleri, pasaporta gerek kalmadan kimlikle gerçekleştiriliyor

Sarp Sınır Kapısı'nda oluşturulan Kimlikle Geçiş İrtibat Bürosuna kimlik bilgilerini kaydettiren vatandaşlar, aldıkları belgeyle sınırın diğer tarafına pasaportsuz geçiyor (Fotoğraflı-görüntülü)

Türkiye ile Gürcistan arasındaki sınır geçişleri, pasaporta gerek kalmadan kimlikle gerçekleştirilmeye başlandı.

Türkiye ve Gürcistan arasındaki 1996 tarihli gümrük geçiş noktaları anlaşmasına eklenen ve 31 Mayıs 2011'de iki ülke diplomatları tarafından imzalanan ek protokolle birlikte iki ülke arasındaki geçişlerde artık pasaport kullanılmayacak.

Teknik altyapının tamamlanmasıyla birlikte, 31 Mayıs'ta sembolik başlatılan kimlikle geçiş süreci, gece yarısı 12.00'den itibaren başlatıldı. Bundan böyle Türkiye Cumhuriyeti ve Gürcistan vatandaşları, kara sınır kapılarından kimlik kartlarıyla geçiş yapabiliyor.

Ek protokolün imzalandığı 31 Mayıs'ta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili, gümrük noktasına gelerek kimlik kartlarını görevlilere göstermiş, Gürcistan tarafından Türkiye tarafına giriş yapmışlardı.
   
Geçiş nasıl yapılıyor?

Sarp Sınır Kapısı'nda Hopa Kaymakamlığı tarafından oluşturulan Kimlikle Geçiş İrtibat Bürosu'na başvuran vatandaşlar, nüfus cüzdanlarını buradaki görevlilere teslim ederek kimlikle geçişin ilk aşamasını başlatıyor.

Kimlik bilgileri bilgisayar ortamına aktarılan vatandaşlara, bu bilgilerin yer aldığı bilgisayar çıktısı veriliyor. Yurt dışı çıkış harcı yerine 1 liralık ücret alınan vatandaşlar, kendilerine teslim edilen belgeyle sınır kapısından giriyor. Burada önce Türk tarafında polisler tarafından mühürlenen belgeyle Gürcistan tarafına geçen vatandaşlar, buradaki kontrolün ardından Gürcistan'a geçiyor.
   
Vatandaşlar uygulamadan memnun
   
Yeni uygulamayla birlikte Gürcistan'a kimlikle geçen Sarp Köyü Muhtarı Yalçın Çakır, gazetecilere yaptığı açıklamada, 1988 öncesi kapalı olan sınır kapısından bugünlere gelmenin çok önemli olduğunu belirtti.

O dönemler kuzeye ellerini uzatamadıklarını, bunun bile yasak sayıldığını ifade eden Çakır, ''Şimdi çok iyi. Önce pasaportla geçiş başladı. Bugünden itibaren kimlikle geçiş başladı, ülkemiz için güzel şeyler başladı. Geçişlerin bize ekonomik olarak büyük katkısı olacak. Bana göre giriş çıkışlar yüzde 100'den fazla artar'' dedi.

Kemalpaşa Belediye Başkanı Yalçın Emiralioğlu da kimlikle geçiş yapanlar arasında yer aldı. Emiralioğlu, kimlikle geçişi uzun yıllardır beklediklerini kaydederek, özellikle beldelerine böylece insan sirkülasyonunu artacağını, ayrıca iki ülke arasındaki komşuluk ilişkilerinin daha da artarak devam edeceğini vurguladı.

Selahattin Karabük ise Ankara'dan geldiğini belirterek, ''Batum'a gidiyoruz. Bir derneğin aracılığıyla gezi yapacağız. İlk kez geçiyorum. Kimlikle geçiş çok iyi bir uygulama. Pasaport alacaktık, yetiştiremedik, şimdi kimlikle geçiyoruz, çok memnunuz'' diye konuştu.

Mehmet Öztürk de kimlikle geçmek için sınır kapısına geldiğini anlatarak, ''Karşıyı gezmek istedik. Önce turistik amaçlı gezeceğiz. İşi daha sonra düşüneceğiz'' dedi.

Nüfus cüzdanı olmadığı için sınırdan geçemeyen Uğur Yavaş ise ''Ehliyetle giremiyorum. İlla nüfus cüzdanı istiyorlar. Ehliyetle girmek istiyoruz'' diye konuştu.

AA
http://www.haber7.com/haber/20111210/Kimlikle-ulke-degistirme-basladi.php
#658
Geçen yazımda, "Aleviler, CHP'den neden vazgeçemiyor?" sorusuna cevap vermeye çalıştım. Aleviler, CHP'den neden vazgeçemiyor derken de, CHP'ye oy vermelerinden rahatsızım, gitsinler artık başka partileri -AK Parti'yi falan- desteklesinler demiyorum. Beni, Alevilerin siyasi tercihlerinin ne olacağı ilgilendirmiyor.

Beni, Alevi vatandaşlarımızın hali, sıkıntıları, problemleri ilgilendiriyor. Beni, Alevi meselesinin mutlaka çözülmesi gerektiği ilgilendiriyor. Dolayısıyla asıl mesele, Kürt meselesinden daha derinlerdeki Alevi meselesinin çözümüdür. Daha da ötesini söyleyeyim. Ben Dersim'i, Dersimlilere uygulanan katliamı -evet katliamı- dile getirirken, bir hesaplaşma ve rövanş duygusuyla hareket edilmesini de yanlış ve tehlikeli buluyorum. Tarihimizle yüzleşelim. Fakat geçmişin acılarından, yaralarından, onları tekrar kanatarak yeni acılar, kutuplaşmalar çıkarmak kimsenin faydasına olmaz. Ülkenin hayrına da olmaz. Tam tersine problem büyür, çatışma derinleşir, huzuru, diyaloğu ve uzlaşmayı bir başka bahara erteleriz.

Şunu kabul edelim; Alevi vatandaşlarımız, haklı olarak ciddi bir güven sorunu yaşıyor. Osmanlı dönemi de dâhil, Cumhuriyet döneminde de Aleviler eziyet gördü, korkutuldu, sindirildi. Onlar için gönle girme, şefkat, merhamet, adalet yoluna gidilmedi.

Geçmişe takılmak yerine bugün ileriye bakabilmeli, huzur ve barış içinde bir arada yaşama adına, "toplumsal bir barış projesi" inşa edebilmeliyiz.

Bunu nasıl yapabiliriz? Yeni sivil bir anayasa, yeni yasalar çıkartılması elbet çok önemli. Fakat bunlardan daha önemlisi, Sünnilerle Aleviler arasındaki önyargıların, saplantıların aşılmasıdır. Bu da iyi niyet ve samimi gayret gerektirir. Herkes eteğindeki taşı dökmelidir. En başa, insan olduğumuz hakikatine dönmeliyiz. Dinimiz, inancımız, mezhebimiz ne olursa olsun, biz önce insanız. Ve şu topraklarda, şu yerkürede hepimiz insan gibi yaşamak istiyoruz. Evet demokratik bir zihniyet değişimine, eşit yurttaşlık esasına ihtiyacımız var. Ama birbirimize insan gözüyle bakmadan, insanı değerli görmeden, hukukun üstünlüğünü kabullenmeden işin doğrusunu yapamayız. Birbirimizi kandırmaya, sahte diyaloglara, ruhsuz şekilciliğe mahkûm oluruz.

İnsana değer vermek, birbirimizin konumuna saygıyı gerektirir. Bu saygı, birbirimizin fikrine, düşüncesine, yaşamına saygı demektir. Birbirimizi bütün yönlerimizle tabii ki tasvip etmeyebiliriz. Anlaşamayacağımız pek çok alan da var. Ama kendimize saygı istemek, başkalarına saygıyı gerektirir. Ve anlaşabileceğimiz, paylaşacağımız da çok alan var... İlk adım; birbirimizi dinlemek, anlamaya çalışmak ve uzlaşmayı başarabilmektir.

Sadece Sünnilerle Aleviler arasında değil, daha geniş anlamda bu ülkede her kesim açısından, aramızda var olan güvensizlik sorununu aşmamız gerekiyor. Türkiye, normalleşmeden, demokratikleşmeden ne Alevi meselesini, ne Kürt meselesini çözebilir... Başka şekilde de söyleyebilirim: Alevi meselesini çözmeden, Kürt meselesini çözmeden Cumhuriyet, demokratikleşemez. İç barış da sağlanamaz... Toplumda esaslı bir diyalog ve hoşgörü iklimine ihtiyacımız var.

Açıkçası, Aleviler Sünni çoğunluğun yaşadığı Türkiye'de, kendilerini tehdit altında görüyorlar. Yönetenlere güven duymak istiyorlar. Başta AK Parti, yani gücün merkezi iktidar, bu algıyı yıkmak zorundadır. İyi niyet sorgulaması yapmasak da, zaman zaman Alevi vatandaşlarımızın bütününü rahatsız eden bir üslup sergilendiğinin altını çizmeliyiz...

Fikir ve ifade hürriyetinin, din ve vicdan özgürlüğünün, hukukun üstünlüğünün sağlandığı demokratik bir Türkiye'de, siyasî tercihler de hür ve serbest olacaktır. Türkiye'nin bu yola girdiğine yürekten inanıyorum...

h.gulerce@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1038


Aleviler, CHP'den neden vazgeçemiyor?, Hüseyin Gülerce, Zaman Gazetesi

Dersim tartışmasının en önemli zeminlerinden biri CHP-Alevi ilişkileridir. Ergenekon dostları kalemler soruyorlar: "Madem Dersim'de katliam olmuş, madem bundan da tek parti döneminin CHP'si sorumludur, neden o günden beri Aleviler CHP'ye oy veriyorlar?" Evet, soru esaslı; Aleviler, CHP'den neden vazgeçemiyorlar?

Cumhuriyet, Aleviler için tam bir hayal kırıklığıdır. Aleviler, Cumhuriyet'in ilk yıllarından beri kendilerine ne yapıldığını, işin özünün ne olduğunu aslında başından beri biliyorlar. Dersimli araştırmacı-yazar Cafer Solgun'un, "Alevilerin Kemalizm'le İmtihanı" kitabında konu, bütün açıklığı ile ortaya konuyor. Aleviler, Cumhuriyet elitleri tarafından yok sayılmıştır. Tek ulus üzerine inşası planlanan Cumhuriyet rejiminde, Türk'ten başkasının varlığı tanınmayacaktır. Alevi, Kürt şu bu yok, sadece Türkler ve Sünniler vardır. Sünniler de; devlete bağlı Diyanet Teşkilatı ile kontrolde tutulacaktır. Korku, rejimin en büyük silahıdır. Bölünme korkusu, şeriat korkusu, komünizm korkusu dağları beklemektedir. Korkutarak kutuplaştırma, sonra da "kutuplaşma var, memleket elden gidiyor" gerekçesiyle darbe üzerine darbe...

Aleviler, evet, Cumhuriyet elitleri tarafından yok sayılmıştır. Sadece yok sayılmakla da kalmamışlar, baskılarla, isyan bahanesine dayandırılan sindirmelerle, katliamlarla, asimilasyon politikalarıyla bitirilmek istenmişlerdir. 1925 yılında kabul edilen Tekke ve Zaviyelerin Kaldırılmasına Dair Kanun'un birinci dereceden mağdurları, Alevilerdir. Alevi inancında hayati bir önem ifade eden "dede, baba, pir, seyit, çelebi" gibi dinî unvanlar yasaklanmıştır. "Laik Cumhuriyet geldi, Aleviler rahata kavuştu. Onun için de Aleviler, CHP'yi destekliyorlar" iddiası safsatadan ibarettir.

Aleviler, sadece Cumhuriyet'in ilk yıllarında korkutulmadılar. 2 Temmuz 1993'teki Sivas Madımak Oteli katliamı, Maraş olayları, Gazi Mahallesi olayları hepsi derin devletin provokasyonuydu. Madımak katliamından 6 ay sonra, toplumda "şeriat tehlikesi"ne dair bir korku ve endişe ortamı hazırlanma planı dâhilinde Uğur Mumcu katledilmiştir. Uğur Mumcu'nun cenazesinde, yüz binlere "kahrolsun şeriat" sloganı boşuna attırılmamıştır. Ardından peş peşe laik kesimden, isimleri öne çıkmış aydınlar katledilmiştir. Alevilere şunu dediler: "En büyük tehlike şeriat tehlikesi. Şeriat gelirse çoluk çocuk kesileceksiniz, sizin kökünüzü kazıyacaklar..." Bugün "Ergenekon"la ifade edilen derin yapı, ne zaman kaos ve kargaşa ortamına ihtiyaç duymuşsa, akıllarına ilk gelen Alevi-Sünni çatışması olmuştur. Laik-anti laik kutuplaşmasında Aleviler, rejim muhafızı olarak düşünülmüştür.

Niye o zaman Aleviler; Ergenekon'a sahip çıkan, Silivri'deki tutuklulara selam gönderen, davanın en önemli sanıklarını milletvekili yaparak yargı sürecindeki davayı özünden saptırmaya çalışan CHP'den kopamıyorlar? Vesayet zihniyetinin mazlumları, mağdurları oldukları halde, vesayete payandalık yapan bir siyasi anlayışa neden mahkûm oluyorlar?

Çünkü Aleviler iliklerine kadar korkutuldular. Madımak'ta, askerî birliklerin gözü önünde diri diri yakılmak nedir, bunu Aleviler bilir ancak... 1925'ten beri korkutanlar, onlara tek bir yol bıraktılar: Ordu+CHP+Kemalizm... Sağ partiler onlar için hiçbir zaman tekin olmadılar. Gidecekleri başka kapı yoktu, CHP'ye gittiler. Evet, korkuları onlara sığınacak tek liman bıraktı. Cafer Solgun'un altını çizdiği gibi; yaşamak için, güçlü ve egemen olandan yana imiş gibi görünmeyi seçtiler...

Fakat artık yeni bir yol ayrımındalar. Ergenekon davasında ortaya dökülen darbe planlarında Alevi ileri gelenlerine yönelik suikast hazırlıkları ve Dersim konusunda CHP'nin tavrı, onları bugün farklı bir noktaya getirdi.

İki sorunun cevabını arayacaklar: 1. CHP, tek parti dönemiyle arasına kalın bir çizgi çekip, Dersim'le yüzleşebilecek mi? 2. AK Parti, onlara aradıkları güveni samimiyetle verebilecek mi?

h.gulerce@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1207991


Dersim: Vesayetin çivisi çıktı, Hüseyin Gülerce, Zaman Gazetesi

Dersim, ikinci defa gündemde.

10 Kasım 2009'da dönemin CHP milletvekili Onur Öymen, Meclis kürsüsünden "Dersim'de analar ağlamadı mı?" dediğinde, Türkiye, gerçekten sallandı. Birden hepimiz dikkat kesildik: "Neydi bu Dersim?" Tarihe meraklı olanların bile tam bilmediği, unuttuğu, atladığı bir konuydu bu. Sonra gördük ki, resmî tarihin "isyan" diye geçiştirdiği konu, aslında, tek tip yurttaş mayalama projesinin bir uygulamasıydı. Cumhuriyet elitleri, kendilerini vasi gibi görüyor, vesayet sistemi için iki düşman belirliyorlardı: Gericiler ve bölücüler... Dindar, Kürt, Alevi kimlikleri istemiyorlardı. Hem Kürt hem de Alevi olan Kızılbaş Dersimliler ise tam bir çıbanbaşıydı. "Okşanarak" hizaya gelmeleri de mümkün değildi. Çıban, kökünden kazınmalıydı.

Tartışma, bilinmeyen pek çok gerçeği su yüzüne çıkardı. "İsyan ettiler" bahanesiyle Dersim'de tam bir katliam yapılmıştı. Bir dönem Dışişleri Bakanlığı yapan İhsan Sabri Çağlayangil, mağaralara sığınan kadın, çocuk, ihtiyar yüzlerce insanın gaz bombasıyla fare gibi zehirlendiklerini söylemiş meğer. Hem de kime? Bugünün CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'na. Sonra, 40-60 bin kişi arasında insanın katledildiğini, Başbakan Erdoğan'ın ağzından duyduk. Sabiha Gökçen'in; en alçaktan uçarak 50 kiloluk bombaları kendi insanımızın üzerine attığı için "savaş pilotu" olarak kahramanlık madalyası aldığını öğreniverdik.

Şimdi de CHP Tunceli vekili Hüseyin Aygün'ün, gazetemizdeki sözleri tartışılıyor. Aygün; "Dersim katliamının sorumlusu CHP ve devlettir." diyor, Mustafa Kemal Atatürk'ün de katliamdan haberdar olmamasının mümkün olmadığını dile getiriyor.

Aygün'ün sözleri CHP'yi sallıyor. 12 milletvekili ortak basın toplantısıyla, Kılıçdaroğlu yönetimine muhtıra veriyor, parti içinde eski defterler yeniden açılıyor. Ama mesele, CHP'nin içi değil, Cumhuriyet'i, demokrasi ile buluşturmayan vesayetçi zihniyeti sorgulamaktır.

Vesayet sistemi/rejimi, bu ülkede bütün hesaplarını kutuplaşmalar üzerine yaptı. Sağcı-solcu, ilerici-gerici, laik-anti laik, Türk-Kürt, Sünni-Alevi kutuplaşmalarının hepsi, bu milleti demokrasiden uzak tutmak için bilerek, kasten hazırlandı. O sayede oluşturulan zeminlerde, on yılda bir darbeler sahneye konuldu.

Vesayet sistemi, isyan bahaneleri ile ezdiği, sindirdiği, korkuttuğu Alevileri, daha sonraki darbe dönemlerinde, hep hesaplarının içinde düşündü. Maraş katliamı (1978) ve Çorum katliamı (1980) 12 Eylül darbesine zemin hazırlamak için tezgâhlandı.

1993'teki Sivas Madımak katliamı ise laik-anti laik kutuplaşması için planlanmıştı. Aynı amaçla İstanbul'da Gazi Mahallesi'ndeki provokasyon devreye girdi. Koçgiri, Ağrı ve Dersim'de, Alevilerin yüreğine salınan korku, habire hatırlatılıyor, unutturulmak istenmiyordu. Katledilen annelerinin elbiseleri altına saklanarak, kaya ve ağaç kovuklarına bırakılarak hayatta kalan Dersim yadigârlarına, "derin devlet" şunu diyordu: "Şeriat gelirse, yaşama şansınız yok. 'Rejimin muhafızları' olmak zorundasınız..."

Toplumda ne zaman kaos ve kargaşa ortamı tezgâhlamak isteseler, Alevi-Sünni çatışmasını devreye sokan vesayet odaklarının oyunları, Ergenekon davasından sonra bozuldu. Alevi önderlerine yönelik suikast planları, gerçeğe ışık tuttu.

Ergenekon davası Alevi camiasını sarstı. Ama Alevi kurumları, kendilerine yakışacak duruşu sergileyemediler. Kirli yapının mazlum ve mağdurlarıydılar ama seslerini yükseltemediler: "Soruşturma derinleştirilmeli, aydınlatılmalı, nereye kadar gidiyorsa oraya kadar gidilmeli, Maraş ve Sivas dosyası yeniden açılmalı" diyemediler...

Mesele, CHP, Kılıçdaroğlu, parti içi çekişmeler değil. Mesele derinlerde. Bu ülkede artık kimse, yüz yıllık yüzleşmeden kaçamaz. Dersim hakikati, eski Türkiye'yi noktalıyor. Dersim, vesayetin çivisini çıkarmıştır. Dağılan parçaları, artık kimse bir araya getiremez. Yıkılan payandaları kimse ayağa kaldıramaz...

h.gulerce@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1205338


Alevi meselesinde Sünnilerin sorumluluğu..,Hüseyin Gülerce, Zaman Gazetesi

Temelde Alevi meselesi nedir diye sorulsa, şunu söylerim: Bu ülkede esas olan Sünnilerdir, tali olan da Alevilerdir, anlayışıdır.

Aynı sözü Kürt meselesi için de söyleyebilirsiniz; bu ülkede esas olan Türklerdir, tali olan Kürtlerdir. Amma iki mesele için de hemen bir uyarı yapmak lazım. Bu dayatmaları, vatandaş olarak bizler yapmadık. İnsan olarak, komşu olarak böyle bir ayrışmayı, kendiliğinden ne Sünniler ne de Türkler yaptılar. Cumhuriyet, en baştan, yeni bir ulus inşa etmek için tek tipleştirmeyi benimsedi. "Biz Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetin mesnedi Türk camiasıdır" (Atatürk), "Vazifemiz, Türk vatanı içinde Türk olmayanları behemehâl Türk yapmaktır." (İsmet İnönü), "Benim fikrim ve kanaatim şudur ki, memleketin kendisi Türk'tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır. O da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır." (Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt. 1930)

Cumhuriyetin felsefesini, İttihat Terakki'den devralınan vesayet zihniyeti oluşturdu. Yönetici elit zümre, halksız cumhuriyeti, demokrasi ile buluşturmama inadını, çok partili hayata geçtikten sonra da terk etmedi. Seçilmişlere rağmen, ülkeyi yönetmenin yolunu, halkı kutuplaştırmada buldular. Sünni-Alevi, Türk-Kürt ve laik-dindar kutuplaştırmalarının hepsinin temelinde, derin devletin provokasyonları yatar. Sadece iki örnek vereyim. 24 Ocak 1993'te Cumhuriyet Gazetesi yazarı Uğur Mumcu katledildi. Cenazesinde yüz bin kişiye, "kahrolsun şeriat" sloganı attırıldı. 6 ay sonra 2 Temmuz 1993'te, Pir Sultan Abdal etkinliği için Sivas'a gelen 33 kişi ve iki personel, askerî birliğin gözü önünde Madımak Oteli'nde yanarak ve dumandan boğularak ölürken, dışarıda toplanan yaklaşık beş yüz kişiye tekbir getirtiliyordu. Darbeler, 28 Şubatlar, AK Parti iktidar olur olmaz düğmesine basılan darbe hazırlıkları, hepsi devlet içindeki derin yapılanmaları işaret ediyor. Herhalde Ergenekon, Balyoz ve benzeri davalar sonuçlandığında, yakın tarihin bütün ezberleri bozulacaktır...

Ancak en az bu davaların sonuçları kadar önemli bir mesele daha var. Alevi meselesinde, Sünniler bir özeleştiri yapmak zorundadır. Alevi vatandaşlarımız hakkındaki önyargıları yıkmak zorundayız. Tamam, bugün muhafazakâr kesimde, demokratlaşma yönünde gerçekten samimi bir değişim var. Ama iyi niyet de yeterli değildir. Alevi açılımı, bu yılki Muharrem'de çok ileri adımlar atılması, bir araya gelişler, bunların hepsi çok güzel. Fakat iyi niyete, samimiyete rağmen, Sünni kesimde hâlâ Alevilere karşı ayrımcı bir dil var. Mesela Aleviliği bilinen bir insana, "Alevileri çok severim, evdeki hizmetçimiz, şoförüm, apartmanımızın kapıcısı hep Alevi..." dediğinizde, kırdığınız potun, işlediğiniz üslup hatanızın farkında olmayabilirsiniz.

Alevilerin inançlarını Sünnilerin sorgulaması, "madem onlar da Müslüman, neden camiye gelmiyorlar" diye çıkışmaları, en başta din ve vicdan özgürlüğüne aykırıdır. Asıl mesele, kendimize Müslüman, kendimize demokrat olma anlayışını terk edebilmektir. Kimsenin kimseyi dönüştürmeye çalışması kabul edilemez. Bir insan kendini nasıl ifade ediyorsa, odur. Alevileri Sünnileştirmek saplantısı, insanların konumlarına saygısızlıktan başka bir şey değildir. Konuma saygı, insanların inançlarına, kültürlerine, geleneklerine, fikirlerine saygıdır.

Bu birinci mesele... İkincisi, geçmişteki kutuplaştırma provokasyonlarının hepsi soruşturulmalıdır. Sivas'ın, Çorum'un, Maraş'ın dosyaları açılmalıdır. "Gerçekler ortaya çıksın, kim incinecekse incinsin" diye feryat edenlerin sesine kulak verilsin. Uğur Mumcu'nun, Çetin Emeç'in, Abdi İpekçi'nin, Doğan Öz'ün, Turan Dursun'un, Musa Anter'in, Necip Hablemitoğlu'nun, Eşref Bitlis'in, Hrant Dink'in, Muhsin Yazıcıoğlu'nun katledilmesi için emir verenlerin hepsine ulaşılsın.

Hem özeleştiri yapalım hem de oynanan oyunların deşifre olması için adalet aramaktan vazgeçmeyelim...

h.gulerce@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1211238
#660
28 Şubat sürecinin uygulamalarından olan meslek liselilerin üniversiteye girişte geri bırakan kat sayı uygulaması kaldırıldı. YÖK Genel Kurulu'nda alınan kararın ayrıntısı şöyle:

YÖK Genel Kurulu'nda alınan kararla, üniversiteye giriş sınavında yerleştirme puanlarının hesaplanmasında kullanılan katsayı uygulamasının ''kaldırıldığı'' bildirildi.

YÖK Genel Kurulu, Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan başkanlığında dün toplandı. Halen devam eden toplantıdan sürpriz bir karar çıktı.

Yetkililerden edinilen bilgiye göre, toplantıda üniversiteye giriş sınavında yerleştirme puanlarının hesaplanmasında kullanılan katsayı uygulaması ele alındı.

Katsayı uygulamasının her aday için 0.12 olarak belirlendiği, sınava giren adaylar arasında fark kalmadığı için katsayının fiilen kaldırılmış olduğu kaydedildi.

Toplantıda ayrıca, Rize Üniversitesi'nin adının, ''Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi'' olarak değiştirilmesi de kararlaştırıldı.

2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun ''Yükseköğretime Giriş'' maddesinde, ''Mesleğe yönelik programlar uygulayan liselerin mezunları, Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenecek aynı alanda bir yükseköğretim kurumuna girerken, başarı notları ayrıca tespit edilecek bir katsayı ile çarpılmak suretiyle değerlendirilerek giriş sınavı puanlarına eklenir'' hükmü yer alıyor.

Mevcut uygulamada, üniversiteye giriş sınavında öğrencilerin yerleştirme puanları hesaplanırken kendi alanıyla ilgili program tercihinde Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanları (AOBP) 0,15 katsayısıyla, alan dışı tercihte ise 0,12 katsayısıyla çarpılıyordu.

Öte yandan, YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan'ın görev süresi 10 Aralık 2011 tarihinde sona erecek.

http://www.haber7.com/haber/20111201/YOK-katsayiyi-kaldirdi.php


YÖK'ün katsayı kararına CHP dışında herkes olumlu bakıyor

YÖK'ün katsayı farkını kaldırması yıllardır süren mağduriyetin giderilmesi olarak yorumlandı. ÖSYM Başkanı, "eşit şartlarda yarı'' derken, kararla ilgili görüşler şöyleydi:

Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Genel Kurulu, üniversiteye giriş sınavında yerleştirme puanlarının hesaplanmasında kullanılan farklı katsayı uygulamasını kaldırarak, her aday için katsayıyı 0.12 olarak belirledi. Karar sivil toplum örgütleri tarafından yıllardır süren mağduriyetin giderilmesi olarak değerlendirildi.

YÖK, Prof. Dr. Kemal Gürüz'ün başkanlığı döneminde 30 Temmuz 1998'de çıkarılan ve uygulanmaya konduğu 1999 yılından itibaren meslek lisesi öğrencilerinin şikayetçi olduğu uygulamayı kaldırdı.

Danıştay, daha önce katsayının bütün adaylar için 0.15 olması yönündeki YÖK kararının yürütmesini durdurmuş, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu da YÖK'ün itirazını reddetmişti.

YÖK'ün farklı katsayı uygulamasına son vermesi sivil toplum örgütleri tarafından yıllardır süren mağduriyetin giderilmesi olarak yorumlandı.

ÖSYM Başkanı Demir: Herkes aynı şartlarda yarışacak

ÖSYM Başkanı Ali Demir, katsayı uygulamasının YÖK tarafından kaldırılmasına ilişkin, ''Herkese eşit katsayı ile tüm liselerden mezun olan, türü ne olur olsun, herkes aynı şartlarda yarışacak demektir'' dedi.

Atatürk Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi ev sahipliğinde düzenlenen ''Diş Hekimliği Fakülteleri Dekanlar Toplantısı''na, ÖSYM Başkanı Prof. Dr. Ali Demir ile 28 fakültenin dekanı katıldı.

Basına kapalı gerçekleştirilen toplantının ardından gazetecilerin sorularını yanıtlayan ÖSYM Başkanı Demir, 2012'de ilk defa Diş Hekimliği Uzmanlık Sınavı'nı (DUS) yapacaklarını belirterek, diş hekimliği fakültelerinin dekanlarının, bu konuyu görüşmek üzere toplandığını söyledi.

Dekanlarla, sınavın nasıl yapılacağı, içeriğinin nasıl olacağı konusunda bilgi paylaşımında bulunduklarını ifade eden Demir, ''2012'de ilk defa Diş Hekimliği Uzmanlık Sınavı'nı yapacağız. Toplantıda, dekanlarımızın önerilerini dinledik. Benim için çok faydalı bir toplantı oldu. Sayın dekanlarımızla zaman içerisinde yine beraber çalışarak, Diş Hekimliği Uzmanlık Sınavı'nı 22 Nisan 2012'de gerçekleştireceğiz'' diye konuştu.

-YÖK'ün ''katsayı'' kararı-

Demir, YÖK Genel Kurulu'nda, üniversiteye giriş sınavında yerleştirme puanlarının hesaplanmasında kullanılan katsayı uygulamasının kaldırılmasına ilişki de şöyle dedi:

''YÖK'ün takdiri, biz de o şekilde uygulayacağız. Zaten biliyorsunuz, öğrenci seçme yerleştirme sisteminde yetki YÖK'tedir. Biz de alınan kararı uygulayacağız. Katsayı, farklı liselerden mezun olan öğrencilere uygulanan bir yöntemdi. Herkese eşit katsayı ile tüm liselerden mezun olan türü ne olur olsun, herkes aynı şartlarda yarışacak demektir.''

ÖNDER Başkanı Korkut: 28 Şubat sürecinde sırf imam hatip liselilerin belli başlı üniversitelere girmelerini engellemek içindi

İmam Hatip Liseleri Mezunları ve Mensupları Derneği (ÖNDER) Başkanı Hüseyin Korkut, YÖK'ün ''Katsayı''yı kaldıran kararının umut verici olduğunu belirterek, ''Katsayı kararı, 28 Şubat sürecinde sırf imam hatip liselilerin belli başlı üniversitelere girmelerini engellemek için bir dayatmaydı. Bu çok yanlış bir korkuydu ve uygulamaları ortadan kalkmış oldu'' dedi.

Korkut, YÖK Genel Kurulunda alınan kararla, üniversiteye giriş sınavında yerleştirme puanlarının hesaplanmasında kullanılan ''katsayı'' uygulamasının kaldırılmasına ilişkin AA muhabirine yaptığı açıklamada, güzel bir haberle uyandıklarını ve çok mutlu olduklarını söyledi.

Korkut, ''10 yılı aşkın bir zamandır gençleri mağdur eden haksız uygulamanın ortadan kalkmış olmasının önemli bir adım olduğunu'' belirterek, şunları kaydetti:

''Bu uygulama, sadece bizim temsil ettiğimiz imam hatip lisesi mezunlarını mağdur etmedi, aynı zamanda yıllardır mesleki ve teknik eğitimi de mağdur etti. Katsayı kararı, 28 Şubat sürecinde sırf imam hatip liselilerin belli başlı üniversitelere girmelerini engellemek için bir dayatmaydı. Bu çok yanlış bir korkuydu ve uygulamaları ortadan kalkmış oldu. Hem imam hatip, hem de bütün meslek lisesi mezunları için memnuniyet vereci bir düzenleme. Yapanlara teşekkür ediyoruz. Umut ederiz bu yıl hayata geçer.''

Korkut, geçen yıl YÖK ile Danıştay arasında konuyla ilgili bir sorun yaşandığına da dikkati çekerek, ''YÖK aslında daha önce bu düzenlemeyi yapma arzusundaydı ama birtakım rakamlar üzerinde gitgeller oldu. En son bir noktada duruldu. Ümit ediyoruz, bu yıl hukuk sürecinde bir sorun ortaya çıkmaz'' dedi.

''Katsayı'' uygulaması nedeniyle her yıl 100 binlerce öğrenicinin mağdur olduğunu savunan Korkut, sözlerini şöyle sürdürdü:

''Bu haksız uygulama nedeniyle yüzlerce öğrenicimiz yurt dışına gitti okumak için. Gidenlerin büyük bir kısmı da başarılı gençlerdi. Önemli bir kısmı orada kaldı. Elbette dönenler vardı ama bu gençlerimizin ülkelerine, devletlerine küskünlüğü ciddi bir maliyet, masraf ve enerji kaybı oluşturdu. Beraberinde bir sürü zorluğu da getirmişti. Bu yanlıştan dönülmüş oldu. Hem toplumsal huzurumuz, hem gençler açısında adaletli bir uygulama oldu. Adalete güven açısından da olumlu bir sonuç çıkaracak. Zira geçen sene yapılan uygulamaya kadar meslek liseli gençlerimiz diğerlerinden 40 puan geriden başlıyorlardı. Geçen yılki düzenlemeyle 10 yıl aradan sonra meslek lisesi mezunları tıp, siyasal, hukuk ve mühendislik fakültelerine girmeye hak kazandılar. 10 yıl buyunca buralara giren öğrencimiz hiç olmamıştı. Adaletsizlik ortadan kalkacak ve mesleki teknik eğitim hak ettiği ilgiyi görmeye başlayacak.''

WONDER Başkanı Kara: Meslek liselerinin üretim dinamizmini artıracaktır

Uluslararası Öğrencileri Destekleme Derneği (WONDER) Başkanı Yusuf Kara, uzun yıllar bekledikleri bir karar olduğunu belirterek, kararın hem kendilerini, hem de Türkiye'yi mutlu ettiğini söyledi.

Kara, ''adil olmayan katsayı uygulamasının Türk milletini yaraladığını'' vurgulayarak, şöyle konuştu:

''Çok üzülen insanlarımız oldu. Başarılı oldukları halde istedikleri bölümü yerleşemeyen binlerce insanımız oldu. WONDER vesilesiyle birçok öğrencimiz yurt dışına gitti. Gidemeyen öğrencilerimiz ise çok mağdur oldu. Bu mağduriyetin giderilmiş olması, Türkiye'nin normalleşen sürecinde çok memnuniyet verici. Katsayı uygulamasıyla ara eleman olayı yok edildi. Bu da önemli sıkıntılar yarattı. Türkiye'nin üretim dinamizmini muhafaza eden meslek liseleri bitirilmiş oldu. Bu gelişme, hem Türkiye'nin manevi dinamizmini muhafaza edecektir, hem de meslek liselerinin üretim dinamizmini artıracaktır. Memleket baskı rejiminden kurtulduğu için biz adalete güveniyoruz. Bu karardan bir dönüş olacağını sanmıyorum. Adalet huzur yaratmak için var, huzursuzluk için değil. Yaşanan bir huzursuzluk ve adaletsizlik vardı. Buna son verilmiş oldu. Kararın Türkiye'nin geleceği açısından önemli bir getirisi olacaktır. Biz artık kesintisiz eğitimin kesintili hale dönüşmesini bekliyoruz zira bu Türkiye'nin önünde en büyük engeldir.''     

TİYEMDER Genel Başkanı Yazıcı: Herkese eşit şartlarda yarış hakkı doğmuş oldu

Tüm İlahiyat Fakülteleri ve Yüksek İslam Enstitüleri Mezunları Derneği (TİYEMDER) Genel Başkanı Selahattin Yazıcı, YÖK'ün ''katsayı''yı kaldıran kararı ile birlikte herkese eşit şartlarda yarış hakkı doğduğunu belirterek, ''Dolayısıyla bu bir adalettir, eşitliktir. Artık çalışan her öğrenci eşit şartlarda sınava tabi tutulacak'' dedi.

AA muhabirine yaptığı açıklama yapan Yazıcı bu karardan memnuniyet duyduğunu belirterek, yıllardır öğrencilerin beklediği eşitlik ve hakkın geri iade edildiğini dile getirdi, YÖK'e teşekkür etti.

Bu kararla birlikte bütün meslek lisesindeki öğrencilerin eşit şartlara sahip olduklarını ifade eden Yazıcı, ''Katsayının kaldırılması kararı ile birlikte herkese eşit şartlarda yarış hakkı doğmuş oldu. Dolayısıyla bu bir adalettir, eşitliktir. Artık çalışan her öğrenci eşit şartlarda sınava tabi tutulacak. Türkiye'de binlerce öğrenci yıllarca çok büyük mağduriyet yaşadılar. Birçok öğrencinin hayalleri alt üst edildi. İstedikleri bölümlerde okuyamadılar'' diye konuştu.

Türkiye'de artık haklar ve özgürlükler açısından bir hassasiyet olduğunu dile getiren Yazıcı, geçmişte ''katsayı''nın konulmasıyla çok haksızların ve hukuk gasbının yapıldığını belirterek, YÖK Genel Kurulunun aldığı bu kararla hem hakkın yerini bulduğunu, hem de hukukun kendini temize çıkardığına işaret etti.

Yazıcı, ''katsayı''nın kaldırılmasının imam hatipte okuyan öğrencilere yönelik bir karar olması yönündeki eleştirileri doğru bulmadığını ifade ederek, imam hatiplerde öğrencileri yetiştirecek aydın din görevlileri istediklerini, bunun da ancak bir ya da 2 üniversite bitirmiş kişilerle olabileceğini, dolayısıyla da ilim olmadan bir aydının yetiştirilmesinin mümkün olmayacağını kaydetti.

Geçmişteki düzenlemenin çok ön yargılı ve peşin hükümlü olduğunu öne süren Yazıcı, toplumu bölen bir uygulamanın kaldırılmasından dolayı memniniyet duyduğunu ifade etti.

AKDER Genel Sekreteri Arıkan: 2 farklı öğrencinin farklı şekilde notlandırılması hiçbir adalet kriterine uymamaktaydı

Ayrımcılığa Karşı Kadın Hakları Derneği (AKDER) Genel Sekreteri Neslihan Akbulut Arıkan da ''Katsayının kaldırılması kararını olumlu bir gelişme olarak görüyoruz. Aynı sınava eşit eğitim kademelerinden geçerek gelen 2 farklı öğrencinin farklı şekilde notlandırılması hiçbir adalet kriterine uymamaktaydı'' diye konuştu.

Arıkan, ''katsayı eşitsizliği''nin kaldırılmasının öğrencilerin sınav sonuçlarına etki edecek bir gelişme olduğunu vurgulayarak, çalışan öğrencilerin aynı sınava yine eşit şartlarda girmiş olacaklarını, bunun olumsuz bir sonucu olacağını düşünmediğini bildirdi.

Daha önce YÖK'ün ''katsayı'' konusunda aldığı kararların bozulduğuna şahit olunduğunu anımsatan Arıkan, bu durumunun yeniden gerçekleşebileceğini, gerçekleştiği takdirde ise özellikle meslek lisesi öğrencileri için olumsuz sonuçlara neden olabileceğini ifade etti.

MÜSİAD Başkanı Vardan: Bu bizim gelecek nesillerimize vurulmuş en büyük zarardı

Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) Genel Başkanı Ömer Cihad Vardan, katsayı uygulamasının gelecek nesillere vurulmuş en büyük zarar olduğunu ifade ederek, ''Bu hata düzeltildi. Biz sanayiciler, işletmeciler olarak en büyük sıkıntımız, nitelikli eleman bulamama problemi. Umarım bundan sonra yapılan bu düzenleme ile artık bu tip problemlerle Türkiye'de karşılaşmayız'' dedi.

Vardan, YÖK yetkililerinin YÖK'ün üniversiteye girişte farklı katsayı uygulamasını kaldırılmasıyla ilgili AA muhabirine yaptığı açıklamada, bunun sevindirici bir olay olduğunu, olmaması gereken bu hatanın düzeltildiğini söyledi.

Geçen dönem içinde bu rakamların minimum düzeye indirildiğini, ancak netice itibariyle insanların eğitim hakkını çeşitli sebeplerle engellememeleri gerektiğini ifade eden Vardan, şunları söyledi:

''Bu geçmiş dönemde ülkemizin de geleceğine yönelik olarak oluşmuş menfi bir durumdu. İnsanlar katsayı eşitsizliği ortaya çıktığı zaman üniversiteye gitme hayalleri elinden alınır düşüncesiyle otomatikman meslek liselerinden düz liselere gitmek durumunda kalmışlardı. Tabii ki üniversitelerimizin kapasitesi belli olduğu için herkes yerleştirilemeyecekti. Yerleşemeyenler düz lise mezunu iseler, ellerinde mesleği olmayan insanlar grubuna katılarak işsizler içinde yerlerini alıyorlardı. Ama meslek okulu mezunuysalar o zaman en azından kendi mesleklerini icra edebilme şansına sahiptiler. Tabii katkısı problemi ortaya çıkınca otomatikman insanlar üniversiteye gidebilmek için düz liseyi tercih ettiler ve çok önemli bir kesim işsizler arasında mesleksiz bir şekilde dolaşmaya başladı. Bu da bizim gelecek nesillerimize vurulmuş en büyük zarardı. Çünkü biz sanayiciler, işletmeciler olarak en büyük sıkıntımız, nitelikli eleman bulamama problemi. Umarım bundan sonra yapılan bu düzenleme ile artık bu tip problemlerle Türkiye'de karşılaşmayız.''

-''Meslek liseliyi tercih ederim''-

Vardan, bir mühendis işe alacağı zaman, onun meslek lisesinden mezun olmasının tercih sebebi olabileceğini ifade ederek, üniversitelerde teorik eğitimin verildiğini, ancak pratiğe dönük olarak pek fazla eğitim verilmediğini söyledi.

O nedenle bir mühendis aldıklarında onun kendilerine faydalı hale gelmesi için en az birkaç sene eğitmeleri gerektiğine işaret eden Vardan, ama meslek lisesi mezunlarının kendi branşlarında bir üniversiteye girip mühendis olabildiklerinde, pratikte edindikleri tecrübe ve üniversitede aldıkları teoriyle beraber daha yetişmiş eleman olarak ortaya çıkacaklarını ve bunun da önemli bir tercih sebebi olduğunu kaydetti.

Vardan, üniversiteye gitmeseler dahi meslek lisesi mezunu teknik elemanlara her zaman, sanayinin her kesiminde ihtiyaç olduğunu, o nedenle ara eleman dedikleri nitelikli elemanları mutlaka yetiştirmeleri gerektiğini söyledi.

-Meslek lisesi mezunlarının sanayiye ve ülke ekonomisine katkısı-

Onların hepsinin sanayiye, ülke ekonomisine katkısının olacağını ifade eden Vardan, şunları kaydetti:

''İmalat sektörünün geliştiğini düşündüğümüzde, imalatın her alanında meslek lisesi mezunu arkadaşlara ihtiyacımız olduğunu görüyoruz. Tabii yine geleceğin sektörleri diye adlandırdığımız, birçok sektör için yazılım, bilgi teknolojileri alanında ilerde önemli ihtiyaç olacağı net bir şekilde ortada. Bunun yanında hizmet sektörü de geliştiğinde, otelcilik, turizm, sağlık hizmetleri alanında da mutlaka bu yetişmiş elemanlara ihtiyacımız olacak. Turist gelsin diyoruz, memleketimize oteller yapıyoruz. Eğer otellerde çalıştıracak elemanlarımız yok ise o zaman yine sıkıntıya düşeceksiniz. Bizim bu ara elemanlara ihtiyacımız var. Sağlık turizmi Türkiye'nin çok önemli potansiyeli. Onunla ilgili ileriye dönük olarak büyük yatırımlar yapılacak. Türkiye'de yeni şehir hastaneleri kuruluyor. Burada çalışacak sağlık personeline ihtiyacınız var. Hemşirenizden, hasta bakıcısına kadar bunların da hepsinin meslek liselerinden çıktığını düşünmemiz gerekiyor. Geleceğin Türkiye'sinde ihtiyaç duyulan her alanda meslek liselerini ve orada kaliteli bir eğitim yapısı oluşturmamız ve burada da insanları yetiştirecek bir mekanizmayı kurmamız gerekiyor.''

İTO Başkanı Yalçıntaş: Atılan bu adım son derece olumlu

İstanbul Ticaret Odası (İTO) Başkanı Murat Yalçıntaş, üniversiteye girişte katsayı uygulamasının kaldırılmasının son derece olumlu bir adım olduğunu belirterek, ''Mesleki ve teknik liselerin cazibesi bu kararla biraz daha artmıştır. Türkiye ekonomisi açısından mesleksizlik sorununun giderilmesine ilişkin önemli bir adımdır. İş dünyası adına da sevindirici bir gelişmedir'' dedi.

Yalçıntaş, üniversiteye girişte meslek liselerine uygulanan katsayının YÖK tarafından kaldırılmasıyla ilgili AA muhabirine yaptığı değerlendirmede, bu yönde daha evvel bazı düzeltmeler yapıldığını, şimdi atılan bu adımı da son derece olumlu değerlendirdiklerini söyledi.

Böylece meslek ve teknik lise öğrencilerinin üniversiteye girişte herhangi bir adaletsiz katsayı uygulamasına muhatap olmayacaklarını ifade eden Yalçıntaş, ''Mesleki ve teknik liselerin cazibesi bu kararla biraz daha artmıştır. Türkiye ekonomisi açısından mesleksizlik sorununun giderilmesine ilişkin önemli bir adımdır. İş dünyası adına da sevindirici bir gelişmedir'' dedi.

Yalçıntaş, Türkiye'de işsizlik sorunundan ziyade mesleksizlik sorunu ve sanayicilerin nitelikli eleman ihtiyacı bulunduğunu belirterek, ''Bu kararla birlikte meslek liselerine de teknik liselere de gidecek öğrencilerin önleri tamamen açılmıştır. Türkiye ekonomisi açısından hayırlı uğurlu olmasını temenni ediyoruz'' diye konuştu.

Türkiye'de mevcut meslek liselerine ilave yeni liselerin açılması gerektiğini, ne kadar fazla okul açılırsa o kadar iyi olacağını ifade eden Yalçıntaş, şunları kaydetti:

''Elbette yeni okullar açmalıyız. Ama bunun yanında asıl üzerimize düşen görev bu okulların müfredatının çağın gereklerine, ekonominin gereklerine uygun hale getirmek ve bu okuldan mezun olacak gençleri çağın gereklerine uygun becerilerle donatmaktır. Bu da müfredatların düzenli olarak yenilenmesiyle mümkündür. Çünkü teknoloji çok hızlı bir şekilde değişiyor. Teknolojiye bağlı olarak çalışanların ihtiyaç duydukları bilgi ve beceriler de hızlı şekilde değişiyor. Bu arada müfredatların da düzenli olarak yenilenmesi, teknolojinin gerekliliklerine uyarlanması, ekonominin gelişmesine paralel şekilde müfredatların geliştirilmesi bizler açısından son derece önemlidir.''

TİMAV Genel Başkanı Öksüz: Türkiye tam özgürlüğü yakalıyor

Türkiye İmam Hatipliler Vakfı (TİMAV) Genel Başkanı Ecevit Öksüz, YÖK'ün katsayı uygulamasına son veren kararının eğitim hayatı açısından tarihi bir karar olduğunu bildirdi.

Öksüz, yaptığı yazılı açıklamada, ''YÖK'ün eğitim öğretim sistemimiz içerisinde büyük bir kambur olarak var olan katsayı uygulamasını kaldırmasını ülkemiz ve milletimiz adına memnuniyetle karşılıyoruz. Başta YÖK başkanı olmak üzere tüm üyelerine ve emeği geçenlere teşekkür ediyoruz'' değerlendirmesinde bulundu.

Türkiye'nin genç ve dinamik bir nüfusa sahip olduğuna dikkati çeken Öksüz, şunları kaydetti:

''Pek çok gencimiz kendi istedikleri okullarda eğitim almak isterken bu mümkün olmuyordu. Katsayı gibi çağın gerisinde kalan uygulamalar hem heyecanımızı hem enerjimizi tüketiyordu. Ancak engellemelerin kaldırıldığı, özgürlüklerin evrensel boyutlara taşındığı, hakların adil bir şekilde dağıtıldığı ülkeler geleceğe güvenle bakar, istikrarla yürür. Alınan bu kararın sadece eğitim öğretim sistemimiz için değil ülkemizin geleceğinin inşası adına önemsenmesi gerekiyor.''

Öksüz, 13 yıldır süregelen katsayı ve benzeri uygulamalar ile yüz binlerce gencin mağdur edildiğini ve ''kayıp nesil-kayıp dönem'' olarak tarihteki yerini aldığını vurgulayarak, ''Ülke ve millet olarak bir daha böyle garip uygulamalara maruz kalmamayı gönülden diliyorum. Bu tip uygulamaları büyük dersler çıkarılacak, gelecek inşası adına bizleri kamçılayacak daha güzel yarınlar için unutulmaması gereken hatıralar olarak görmenin doğru olacağına inanıyorum'' ifadelerini kulandı.

Eğitim sisteminde gerçekleştirilen yeni düzenlemelerle birlikte geleceğe dair yeni projelerin üretilmeye devam edilmesi gerektiğine dikkati çeken Öksüz, şöyle devam etti:

''Bu bağlamda Milli Eğitim Bakanlığımızın önemli girişimleri var. Sayın Ömer Dinçer Bey'in hem akademisyen kimliğinin hem de uzmanlık alanının yönetim olması eğitim camiası adına önemli bir kazanım. Eğitim öğretim kurumlarının yönetimi ile eğitimin yönetiminin birbirinden ayrılması, milli güvenlik derslerinin de sivilleştirilmesi, öğrencilerimizin hayata hazırlanması ve sosyalleşmesi gibi alanlarda da üretilecek projelere ihtiyaç olduğunu bildirmek gerekir.''

HAS Parti Genel Başkan Yardımcısı Demircan: Katsayı farkının kaldırılması güzel bir gelişmedir

HAS Parti Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Demircan, üniversiteye giriş sınavında yerleştirme puanlarının hesaplanmasında kullanılan katsayı farkının kaldırılmasının güzel bir gelişme olduğunu bildirdi.

Demircan, yaptığı yazılı açıklamada, şunları kaydetti:

''YÖK Genel Kurulunda alınan kararla, üniversiteye giriş sınavında yerleştirme puanlarının hesaplanmasında kullanılan katsayı farkının kaldırılmış olması güzel bir gelişmedir. Katsayı farkı haksız bir uygulama idi. Geç de olsa katsayı adaletsizliğinin sona erdirilmiş olmasından dolayı Has Parti olarak YÖK Genel Kurulundaki tüm üyelere teşekkür ediyoruz.

Katsayı farkının kaldırılmış olması mesleki eğitimin önünün açılması ve rekabetin sağlanması açısından faydalı olacaktır. Bundan sonra atılması gereken adımlardan biri 'kademeli ve yönlendirmeli eğitim'e geçiş olmalıdır. Kademeli ve yönlendirmeli eğitime geçiş, Hükümetin ve Milli Eğitim Bakanlığının atabileceği bir adımdır. Çünkü yeteneklerin değerlendirilmesi, mesleki ve akademik eğitimin yüksek verimlilikle yapılması tek tip eğitimle değil kademeli ve yönlendirmeli eğitim ile daha fazla mümkün olabilmektedir. Dolayısıyla, bakanlıktan kademeli ve yönlendirmeli eğitime geçiş konusunda hızlı adımlar bekliyoruz.''

http://www.haber7.com/haber/20111201/YOKun-katsayi-kararina-ortak-tepki.php


CHP'den YÖK'ün 'katsayı' kararına sert tepki

CHP Sinop Milletvekili Engin Altay, Mecliste düzenlediği basın toplantısında, YÖK'ün katsayı uygulamasına son veren kararında, meslek eğitiminin düşünülmediğini, yalnızca imam hatip liselerinin öncelikli hale getirildiğini savundu. Altay, söz konusu liselere karşı olmadıklarını, ancak düzenlemenin eşitsizliğe yol açacak olmasına tepki gösterdiklerini söyledi.

İmam hatip liseleri ile diğer meslek liseleri arasında kültür ders sayısının eşit olmadığını, bu nedenle meslek lisesi öğrencilerinin temel derslerdeki açıklarını kapatmakta zorluk yaşayacaklarını ifade eden Altay, ''Diğer meslek liseleri ile imam hatip liseleri arasındaki kültür ders sayısı eşitlenmediği sürece bu düzenleme günahtır, ayrımcılıktır'' dedi.

YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan'ı eleştiren Altay, şöyle devam etti:

''YÖK Başkanı'nın görev süresi çok yakında dolmaktadır. Görev süresinin bitimine yakın bir süre YÖK Başkanı kanunları hiçe sayarak AKP yandaşı, AKP tetikçisi olduğunu bu kararla göstermiştir. YÖK Genel Kurulu ve özellikle YÖK Başkanı, Hükümete yönelik iltifatını, Hükümetin önündeki dalkavukluğunu katsayı kararı ile göstermeyle yetinmemiş, ayrıca Rize Üniversitesine 'Recep Tayyip Erdoğan' adını vermiştir.

YÖK Başkanı, AKP'nin Yüksek Öğretim Kurulundaki elamanı olduğunu açık bir şekilde göstererek, bir sonraki dönemde seçilmeyi garantilemiştir.''

Altay, YÖK'ün bu kararının hükümsüz olduğunu, bir an önce bu yanlıştan dönülmesi gerektiğini savundu.

http://www.haber7.com/haber/20111201/CHPden-YOKun-katsayi-kararina-tepki.php