Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#661
Ankara'da 7 Ağustos 2006 tarihinde aracında boğazı ve elleri kesilmiş halde bulunan Aselsan mühendisi Hüseyin Başbilen'in ölümüyle ilgili yürütülen soruşturmada çarpıcı bir gelişme yaşandı.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın talebi üzerine bilirkişinin, savcılığa sunduğu raporda, olayın intihar süsü verilmiş bir cinayet olduğunu belirttiği ortaya çıktı.

Taraf gazetesinin haberine göre; bilirkişi, hazırladığı raporda cinayeti işaret etti. Araçta başka parmak izlerine rastlandığı belirtilen raporda Başbilen'in çantasının da sonradan arabaya konulduğu belirtildi. Bilirkişi raporunda, Başbilen'in şoför koltuğunun yanındaki koltukta, başının torpido gözünün altında, ayaklarının ise koltuğun üzerine kalması ile ilgili olarak, "Başbilen'in aracın içerisinde olduğu esnada, boynundaki 20 cm'lik kesik ve bileğindeki kesiklerin mevcut olduğu, kendisinin dışarı çıkmak için önce şoför koltuğunun yanındaki koltuğu açmak istediği, ancak kapıyı açmayı başaramayınca yan koltuğa geçtiği, yan koltuktaki kapıyı açmak için geçtiği esnada vücudundaki yaralar nedeniyle başının torpido gözünün altına gelecek biçimde düştüğü, daha sonra ölüm anının gerçekleştiği ve vücut ağırlığının baş üzerinde toplanmasından dolayı boynunda kırıklar oluştuğu" belirtildi.

Aselsan'da daha etkili bir Kanas silahı, F16 ve milli tank projeleri üzerinde çalışan Hüseyin Başbilen, 7 Ağustos 2006'da boğazı ve bileği kesilmiş olarak aracının içinde bulunmuştu. Ardından 17 Ocak 2007'de Halim Ünal, kafasına isabet eden tek kurşunla öldü. Dokuz gün sonra da Evrim Yançeken, oturduğu binanın altıncı katından düşerek can verdi. ODTÜ mezunu üç mühendisin ortak özelliği, uçaklar için dost-düşman tanıma sistemi üzerinde çalışmaları oldu. Ankara Başsavcılığı'nın bu olaylarla ilgili iki yıl önce kapattığı dosya, bir dönem Ergenekon soruşturmasını yürüten savcı Fikret Seçen'in elde ettiği deliller sonrası yeniden açıldı.

Burhaneddin Volkan'ın babası savcılığa dilekçe vermişti

ASELSAN'da yaşanan 4 sır intiharın son halkası olan ve askerlik görevini yerine getirirken nöbet esnasında şüpheli bir şekilde hayatını kaybeden ASELSAN mühendisi Burhaneddin Volkan'ın babası emekli Başçavuş Mahmut Volkan'ın, 'Casusluk' soruşturmasını yürüten Özel Yetkili Savcı Fikret Seçen'e kritik bilgiler verdiği öğrenildi. Acılı baba Volkan'ın Savcı Seçen'e ulaştırdığı dilekçesinde, oğlunun psikolojisinin kimyasallar kullanılarak bozulduğunu öne sürdüğü görülüyor.

Aselsan'da ard arda yaşanan 4 sır intiharın son halkası olan ve askerlik görevini yerine getirirken nöbet esnasında şüpheli bir şekilde hayatını kaybeden ASELSAN mühendisi Burhaneddin Volkan'ın babası emekli Başçavuş Mahmut Volkan'ın, 'Casusluk' soruşturmasını yürüten Özel Yetkili Savcı Fikret Seçen'e kritik bilgiler verdiği öğrenildi.

DİLEKÇEDE ŞOK AYRINTILAR VAR

ASELSAN'ın Komuta Kontrol ve Haberleşme Yazılım Mühendisliği'nin Uçak Komuta Kontrol Merkezi bölümünde başarılı işlere imza atan genç mühendis Burhaneddin Volkan'ın, 3 arkadaşının şüpheli şekilde hayatlarını kaybetmesinin ardından, vatani görevini yapmak üzere gittiği Ankara'daki birliğinde vefat etmesinin üzerindeki sır perdesi halen aralanmazken, acılı baba Mahmut Volkan'ın Özel Yetkili İstanbul Cumhuriyet Savcısı Fikret Seçen'e ulaştırdığı dilekçesinde şok ayrıntılar ortaya çıktı. Acılı babanın dilekçesinde, oğlu Burhaneddin Volkan'ın Hacettepe Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümünden mezun olduktan sonra ASELSAN'a mühendis olarak girdiğini ve burada uçak komuta kontrol merkezi bölümünde çalışan 8 mühendisten biri olduğunu belirttiği görülüyor.

Söz konusu dilekçede acılı baba, oğlunun kimlik kartında organ nakli kısmına 'hayır'ı işaretlemesine karşın tüm organlarının alındığını ifade ederken, ASELSAN'da çalışırken oğlunun kimyasallar kullanılarak psikolojisinin bozulduğunu öne sürüyor. Oğlunun organ nakline 'hayır' dediğini belgeleyen kimlik kartını da dilekçe ile birlikte Savcı Seçen'e gönderen acılı baba Mahmut Volkan, kışladan kendisine gelen bazı telefonlarda oğlunun anlatıldığı gibi intihar etmediği, tanıkların yönlendirme sonucu askeri savcılığa bu yönde ifade verdiğini de iddia ediyor.

ERGENEKON'U İLK OĞLUNDAN DUYMUŞ

Henüz Ergenekon örgütünün adı hiç bilinmezken oğlunun Ergenekon'dan söz ettiğini vurgulayan acılı baba Volkan, dilekçesinde, "2007 yılının başında Ergenekon örgütünün genelde adı bilinmezken oğlum örgütten söz ediyordu. 'Baba Ergenekon isminde bir örgüt var. Bunlar demokrasi adına ülkeyi mafya patronu gibi yönetmek istiyorlar. Bir sürü faili meçhul cinayet işledikleri halde bunlara bir şey olmuyor. Yakalanmıyorlar' diyordu" dediği görülüyor.

ASELSAN'DAN ANSIZIN AYRILMA İSTEĞİ

Oğlu Burhaneddin Volkan'ın ASELSAN'da başarılı işlere imza attığını ve işini çok sevdiğini vurgulayan emekli Başçavuş Mahmut Volkan dilekçesinde ayrıca, oğlunun ansızın işten ayrılmak istediğini ifade ediyor. Acılı baba, kısa süre sonra ASELSAN'da ki işinden ayrılan oğlu Burhaneddin Volkan'ın eve döndüğünde psikolojik sorunlar yaşadığını gördüğünü de anlatıyor.

"BENİ 'SNİPER'LAR KOVALIYOR"

Acılı baba Volkan'ın dilekçesinde, şu ifadelere yer verdiği görülüyor: "Oğlum eve döndüğünde iradesi yok gibiydi. 'Beni sniperlar kovalıyor' diyerek, işaret parmağını alnına dokundurarak 'Bom' diyordu. 'Anne-baba siz ölmeyin. Sizin yerinize ben öleyim' diyordu. Mantıklı cümle kuramıyor, kesintili bir biçimde konuşuyordu. Kendisini devlet hastanesine götürdük. Tedavi süreci başladı. Düzenli tedavinin ardından mantıklı cümleler kurabilmeye başladı. ASELSAN'da intihar eden mühendisler konusunda konuşmaya başladık. Ölenlerin başarılı mühendisler olduğunu söyledi. Kaygıları vardı. Ve hemen askere gitmek istiyordu."

ASELSAN MÜHENDİSİNDEN ŞOK CEVAP

Oğlunu askerliği biraz ertelemesi konusunda ikna edemediğini vurgulayan baba Volkan, dilekçesinde, "Oğluma sen ASELSAN'da nasıl bir iş yapıyordun?' diye sordum. Cevaben, 'Sır baba sır. Herşeyi açıklarsam size de zarar verirler. Uçaklara sahip çıkmaya çalışıyoruz. Irak'ın da uçakları vardı. Ama savaşta hiç biri yerden havalanamadı' dedi. Askere gitmek talebini yenileyip duruyordu. En güvenli yer olarak orayı görüyordu" dedi.

REVİR YERİNE NÖBETE

Oğlunun kısa süre sonra askere gittiğini belirten baba, dilekçesinde, "Eğitim birliğinde bir sorun olmadı. Esas birliğinde daha önceki gibi yine rahatsızlanmış. Bir tıp merkezinde ayaküstü tedavi görmüş. Ertesi gün kendi imkânları ile özel doktora çıkmak için birlik komutanından izin istemiş. Durumu iyi değilmiş. Ancak o haliyle eline silah verilip ücra bir noktaya nöbete göndermişler. Kendini bilmez bir halde nöbetçi silahı ile başına bir el ateş ettiğinden GATA hastanesine kaldırılmış. Ancak hayatını kaybetmiş. Tedaviye gönderilmesi gereken oğlum, iradesi yok iken nöbete gönderilmiştir" diyor.

"ÇOCUKLARIN ONURLARINI KURTARALIM"

Casusluk çetesi ile birlikte ortaya çıkan gerçeklerden etkilenerek dilekçe yazmaya karar verdiğini belirten acılı baba Volkan, "En son Casusluk çetesi ile ilgili çıkan notlarda 'Aselsan ve Sagem'de sorun çıkaranlar var', 'Elimde kırk bin dolarlık bir proje var. Bu proje herkesin ağzını sulandırır. En az yirmi bin dolar eder' gibi notlar çıkması, ASELSAN'da ölen mühendislerle bunların bağlantısının olabileceği umut ışığıyla bu dilekçeyi kaleme aldım. Faydası olur umudundayım. Şifahi olarak da bilgim dahilinde sorularınızı cevaplandırmaya hazırım. Yeter ki ölen bu çocukların onurlarını kurtaralım" diyor. (Kaynak: Akit)

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1207179&title=bilirkisi-aselsan-muhendisinin-olumu-intihar-susu-verilmis-cinayet
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1092577&title=aselsan-intiharlarinda-sok-gelisme&haberSayfa=0
#662
Birgün derste Profesör tahtaya kocaman bir 1 rakamı yazmış... Ve demişki: Bu kişiliktir... Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli ve önemli şey...

Sonra 1'in yanına kocaman bir sıfır (0)... Bu başarıdır. Başarılı bir kişilik 10 yapar...

Sonra 1 sıfır daha... Bu da tecrübedir. 10 iken 100 olursunuz...

Sonra 1 sıfır daha... Bu da yetenek...

Sonra 1 sıfır daha... Sevgi... Bir sıfır daha disiplin...

Eklenen her yeni "SIFIR" kişiliğinizi 10 kat zengileştirir...

Sonra profesör eline silgiyi almış ve en baştaki 1'i silmiş... Geriye bir sürü sıfır kalmış...

Ve profesörümüz noktayı koymuş: "Kişiliğiniz yoksa, digerleri HİÇTİR!"
#663
Oldukça yararlı, özgün ve etkileyici bir kişisel gelişim semineri. Seyretmeniz hararetle tavsiye edilir.

https://www.youtube.com/watch?v=T72jUl-FXkM
#664
Salihli'de, 1. Sulh Ceza Mahkemesi, sürücü belgesiz elektrikli bisiklet kullanımıyla ilgili kesilen cezayı, elektrikli bisikletin motorlu bisiklet tanımına uymadığı ve bu nedenle sürücü belgesi istenemeyeceği gerekçesiyle iptal etti.

Salihli Emniyet Müdürlüğü Trafik Denetleme Şube Müdürlüğünde görevli bir trafik polisi, 7 Ağustos 2011 tarihinde sürücü belgesi bulunmadan elektrikli bisiklet kullandığı tespit edilen Emre Özbayramcı'ya (20) sürücü belgesi olmamasından dolayı 600 lira ve kullanıma müsaade ettiği için elektrikli bisikletin adına kayıtlı olduğu babası Kudret Özbayramcı (49)'ya 290 lira para cezası kesti. Bunun üzerine baba Kudret Özbayramcı, ertesi gün dilekçe yazarak cezanın iptali için Salihli 1. Sulh Ceza Mahkemesine başvurdu.

Baba Kudret Özbayramcı, mahkemeye sunduğu dilekçesinde, elektrikli bisikletin içten yanmalı motorunun bulunmadığı, watt gücü ile çalışan ve pedalıyla kullanılan bir bisiklet olduğu, saatteki hızının 25 kilometreyi geçmediğini belirtti.

Dilekçesinde, saatteki hızı en fazla 45 kilometre olan motosikletlerde sürücü belgesinin sorulabileceğini gerekçe gösteren Özbayramcı, hızı belirlenen limitin altında olan elektrikli bisiklete idari para cezası kesilmesinin hukuka aykırı olduğunu savundu. Başvuruyu değerlendiren mahkeme, kararında Karayolları Trafik Kanunu'nun 3. maddesinde "motorlu bisiklet silindir hacmi 50 santimetre küpü geçmeyen, içten patlamalı motorla donatılmış ve imal hızı saatte 50 kilometreden az olan bisiklettir" şeklinde tanımlandığını kaydetti.

Aynı yasanın 38. maddesinde ise A1 sınıfı sürücü belgesinin motorlu bisiklet kullanacaklara verilen belge olduğunun yer aldığına dikkat çekilen kararda, başvuruda bulunan kişinin kullandığı aracın yasada tanımı yapılan motorlu bisiklet tanımına uymadığı, bu durumda motorlu bisikleti kullanmak için gerekli olan A1 belgesinin bulunmasının zorunlu olmadığının yasa kuralları gereği olduğu hükmüne yer verildi.

Mahkeme, Kabahatler Kanunu'nun maddelerine göre, kanunsuz kabahat ve idari yaptırım olmayacağı kuralına aykırı olarak düzenlendiği anlaşılan idari yaptırım kararının kaldırılmasına yönelik başvurunun kabulüne karar vererek kesilen para cezasını iptal etti.

http://www.haber7.com/haber/20111019/Elektrikli-bisklete-ceza-iptal-edildi.php
#665
Saldırı ve cinayete teşebbüsle suçlandığı dava öncesi tutukluluk süresinin uzun olması gerekçesiyle başvuran Tevfik Kalaylı, Avrupa İnsan Mahkemesi'nde (AİHM) Türkiye'yi mahkum ettirdi.

Strazburg'da faaliyet gösteren AİHM, Tevfik Kalaylı'nın, saldırı ve cinayete teşebbüsle suçlandığı dava öncesi tutukluluk süresinin uzun olması gerekçesiyle yaptığı başvuru üzerine açılan davada Türkiye'yi haksız buldu.

Kalaylı'nın Ekim 2004 yılında gözaltına alındığı ve kararın Haziran 2007'de verildiği belirtilerek, 6 yıl 2 ay hapis cezasının Yargıtay tarafından onaylandığına dikkat çekildi.

Mahkeme, tutukluluk süresinin uzun olduğunu belirterek, Kalaylı'ya manevi tazminat olarak 900 Euro ödenmesine hükmetti.

http://www.haber7.com/haber/20111012/AIHM-Turkiye8217yi-yine-mahkum-etti.php
#666


Ekonomist yazar Mustafa Özel zengin dindarların içinde camisi de olan sitelerde oturarak diğer Müslümanlarla irtibatlarını kesmiş olacaklarını söylüyor. Özel, "Çocukları yoksullarla büyümedikleri için onların dertleriyle dertlenmeyecekler. Yoksullardan uzak, onlardan korkan, boyuna güvenlik arayan paranoyaklara dönecek, 'farklı Müslümanlar' olacaklar" diyor.

EMETİ SARUHAN

İktisadi düşünce tartışmaları cennetten başlar

İstanbul Şehir Üniversitesi İşletme ve Yönetim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Mustafa Özel iktisadı salt finansal bir olgu olarak algılamayıp toplumsal ve felsefi yönleriyle bütüncül olarak ele alan bir bilim adamı. Öyle ki iktisadi düşünce tartışmalarını cennetten başlattığını söylüyor. Bilim Sanat Vakfı'nın başkanlığını, Türkiye Milli Kültür Vakfı'nın başkan yardımcılığını yürüten Özel aynı zamanda MÜSİAD ve İHH yüksek istişare kurulu üyesi. Bizse onu daha çok köşe yazıları ile tanıdık. Bilim Sanat Vakfı'ndaki odasında görüştüğümüz Mustafa Özel'in günümüzde giderek artan "site"ler konusunda endişeleri vardı. Bu konu üzerinde özellikle durdu. Kendisini soyutlayan dindarların sitelerde yetişecek çocuklarının diğer insanların dertlerine karşı duyarlı olamayacağını ifade ediyor Özel.

İktidarla birlikte dindar kesimin zenginleştiği söylenir. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?

Türkiye'nin genelinde dindarlar hem siyasi hem iktisadi hem de kültürel imkanlardan önemli ölçüde uzaklaştırılmışlardı. Bunun sınırları olacak elbette. Günün birinde bu insanlar gasp edilmiş "haklarını" geri alacaklardı. Bu süreç, bu iktidarla başlamış bir şey değil. Zaman zaman kesintiye uğrasa da son 50-60 yılın hikayesi budur. Son on yılda Türkiye'ye siyasi istikrar geldi. Siyasi istikrar ekonominin olmazsa olmazıdır. İradesi olan bir hükümet olmadan ekonomik gelişme olmaz. Şimdi bu meydana geliyor. Benim kanaatime göre dindar olanlar bundan yüzde 50 faydalanıyorsa, dindar olmayanlar yüzde 150 faydalanmışlardır. Büyük sermaye gruplarının 10 yıl önceki sermayelerine, iş hacimlerine bakın, bir de şimdiki duruma bakın aradaki farkı görürsünüz.

Dindarların ekstradan bir kazanımları olmadı yani?

Bu ülkedeki dindar girişimcilerin büyük kısmı KOBİ bile diyemeyeceğimiz çok küçük işletmelerin sahipleridir. Bunlar yerlerinde saymışlardır. Küçük esnafla büyük kapitalist arasındaki bölgede dindarların yoğunlaştığını görüyoruz. Son on yılda daha çağdaş gelişmelere "ayak uydurabilen" kısmı biraz daha fazla öne çıkmıştır. Dolayısıyla son on yıldaki siyasi gelişmeler, evet, bazı dindar girişimcilere yaramıştır. Fakat dindarların hepsine de yaramamış, ayrıca "dindar olmayan" büyük sermayeye daha fazla yaramıştır.

ADAM ZENGİN OLUR MU?

Bizim süregelen bir tartışmamız var. Müslüman zengin olabilir mi, olmalı mı?

Yıllar önce "Adam zengin olur mu?" diye bir yazı yazmıştım. Daha sonra bir MÜSİAD başkanının etrafında meydana gelen tartışmalar sonunda "Zengin adam olur mu?" diye bir yazı yazdım. Bu yazıların özü şu: Müslüman tabii ki zengin olabilir. Müslümanın ille de yoksul olması gibi bir ilke söz konusu değil. Peygamber Efendimiz'in arkadaşları arasında da çok sayıda ve önemli miktarda zenginler oldu. Önemli olan zenginliğin şükrünü eda edebilmektir ve zenginliğin Müslümanı diğer Müslümanların ve insanlığın dertlerinden soyutlamamasıdır. İnsanlar zenginleşirken aynı zamanda başka insanların dertleriyle dertlenebiliyorlarsa, zenginleşmelerinin şükrünü eda ediyorlar demektir. Dolayısıyla insanların ancak yoksul olma şartıyla Müslüman olabileceklerini söylememiz söz konusu değil. Fakat Türkiye'de gelecekte Müslümanları İslami hassasiyetleri açısından sıkıntıya sokabilecek gelişmeler oluyor.

Mesela?

İslami siteler mesela. Bunu çok ciddiye almak lazım. Benim de birçok arkadaşım sitede oturuyor. Ben de iyice yaşlandım, belki yeterli param olsa gidip bir sitede oturacağım! Biz köy veya mahallelerde yaşadık, Müslüman halkla beraber, zengin fakir aynı camiye gittik, aynı sahada top oynadık. Sitede de yaşasak, artık etkilenmeyebiliriz. Fakat ya küçük çocuklarımız, ya bebekler? Onlar hayatları boyunca yoksullardan uzak, onlardan korkan, boyuna güvenlik arayan paranoyaklara dönmeyecekler mi? Yoksulların çocuklarıyla aynı mahallede büyüyüp aynı okulda okumadıkları için onların dertleriyle dertlenmeyeceklerdir. Bu özel sitelerde yaşayan Müslümanların çocukları "farklı Müslümanlar" olacaktır. Bugün kapitalizmin merkez ülkelerinde durum budur. Demokrasi fiiliyatta toplumun onda birinin servet ve gelirin onda dokuzuna el koyduğu, onda dokuzun bu onda bire "zarar veremediği" marazi bir yapının siyasi sigortasıdır!

Olması gereken ne peki?

"İslami siteler"in ortaya çıkaracağı İslami problemi ciddiye alalım. İnsanlar zengin yoksul beraber yaşamalı. Cami Müslümanları cem etmeli. Bir mahallede yaşıyorsunuz o mahallede 5 tane yoksul, 15 tane orta halli, 3 tane de zengin var diyelim. Zenginin daha iyi arabası olabilir, evini daha güzel yaptırabilir. Ama bir şehirdeki zenginler, diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi, kendilerini bir anda orta hallilerden ve özellikle de yoksullardan sıyırıp daha güvenlikli ve daha konforlu yaşamak için, içinde camisi de olan siteler kurdular mı diğer Müslümanlarla irtibatlarını kesmiş olurlar. Hiç olmazsa siteleri camisiz yapalım, namaz vakitlerinde olsun ahaliyle buluşma imkanı yok olmasın!

TASARLANMIŞ DİLLE KONUŞUYORUZ

Böylesine "kırılmış bir dünyada" insanoğlu umutsuzluğun ve nihilizmin kucağına düşer diyorsunuz. Bugün nasıl bir dünyada, nasıl bir ruh hali içinde yaşıyoruz?

Doğal ile ilişkisi mutlak anlamda kesilmiş olmasa bile azalmış, azaltılmış insan. Doğal insan kendi hamuruyla yani "toprak"la haşır neşirdir. Diğer insanlarla gerçek anlamda konuşabilir. Şimdi biz konuşmuyor muyuz diyebilirsiniz. Modern insanlar birbirleriyle başka dolayımlardan geçerek konuşurlar.

Ne gibi dolayımlar?

"Papalagi" diye bir kitap var. 1920'lerde bir Alman antropolog tarafından yazılmış. Bir yerli yıllarca vahşi kabile içinde yaşadıktan sonra modern dünyaya gelse, Paris gibi, Londra ve Berlin gibi şehirlerde bir müddet yaşadıktan sonra kabilesine dönünce ne anlatacak? Aşağı yukarı şöyle şeyler: Biz iki yerli karşılaştığımızda yolda gördüğümüz sayısız değişik bitkilerden, hayvanlardan bahsederiz. Halbuki beyaz adamlar karşılaşmadan önce her sabah, harf denilen şeylerle dolu, gazete adını verdikleri bir kağıt tomarını kafalarına doldururlar. Birbirleriyle karşılaştıklarında hep o gazetelerden kafalarına dökülmüş lafları konuşurlar. Kimse farklı bir gerçekten söz etmez!

Konuştukları kendi cümleleri değil aslında o zaman?

Kendi sorunları değil, kendi cümleleri değil, kendi söylemleri değil. Tıpkı tasarlanmış kıtlık olayı gibi medya üzerinden adeta tasarlanmış bir dille konuşuyorlar. Konuşup anlaştıklarını zannediyorlar ama muazzam derecede bir anlaşmazlık, birbirini anlayamama ve birbirinden uzaklaşma içindeler. Neden Batı'da "bu kadar insan" yalnızlık çekiyor? Yahut orada insan "bu kadar yalnızlık" çekiyor? Neden bu kadar çok sayıda boşanma gerçekleşiyor? Eğer bunlar anlaşabilen insanlar olsalardı bu söylediğim şeyler had safhada olmazdı.

MODERN İNSAN AKINTIYA KAPILMIŞ

Siz gazete okumayı o yüzden mi bıraktınız?

Gazete okumuyor, televizyon izlemiyorum (Barcelona maçları hariç!).Televizyonda birkaç yıl program yaptım, gazetede de 15 yıldan fazla yazdım. Öyle bir noktaya geldim ki kendimi bir anaforun içinde hissetmeye başladım. Köklü bir kopuş olmazsa kendime gelemeyeceğimi hissettim. Koptuğum andan itibaren ayda ortalama 5-6 ciddi roman okuyorum. Her zaman gündemimde 3-4 ciddi sosyal bilim kitabı oluyor. Kendimi o aşırı akan ve muhakeme yürütmekten ziyade tepki vermeye müsait ortamdan sıyırmaya çalıştım. Modern insan akıntıya kapılmış insandır. Muhakeme yürütmüyoruz, tepki veriyoruz. Akışın bir parçası haline geliyoruz. Bu anafor içinde insanların gerçek şahsiyet sahibi olmaları çok zordur. Fikrimiz yok ki. Bir takım fikirlerin adamı haline geliyoruz.

Modern dünyanın 360 kadar putu var

Sitelerde oturmaktan markalı ürünler kullanmaya kadar her konuda bir eleştiri yapıldı mı genelde şöyle cevap veriliyor: "Müslümanlar iyi şeylere layık değil mi?" Ne dersiniz?

İyi şeylerden ne kastedildiği önemlidir. Ferah bir ev, güvenli bir araba veya rahat bir giysi elbette arzu eden her insanın hakkıdır. Fakat bugün dünyada, tıpkı cahiliye devrinin Kâbe'sindeki putlar gibi, 360 dolayında marka vardır ki, insanları yüksek bir bedel karşılığında bir şebekeye, bir locaya dahil edip diğer insanlardan ayırmaktadır. İnsanlar bir araba, ayakkabı veya eşarp sahibi olmanın değil; bir locaya "yükselmenin" bedeli olarak ciddi fiyat farkları ödüyor. Kabe'deki putlar kozmik alemin varlık sebebi sayılan Yaratıcı Güç ile insanlar arasındaki aracılardı. Günümüzün markaları da sosyal alemin varlık sebebi sayılan Tasarımcı Güç ile kalabalıklardan kopmak isteyen hırslı insanlar arasındaki aracılar. Marka düşkünlüğü ile "site yurttaşlığı" böylece birbirini tamamlıyor.

Marka ürünler sakıncalı mı sizce?

Her ürün ismi bu anlamda marka değildir. Markaların önemli bir kısmı birer imzadır aslında. Totem olan, put olan az sayıda marka vardır. Mesela sucuk, pastırma imal ediyorsunuz; en sağlıklı şekilde insanlara et ürünleri sunuyorsunuz. Tüketici yıllarca sizi denemiş ve ürününüze güveniyor. Bu anlamda marka bir nevi imzadır ve ortada sorun yoktur. Sorun, kendisine sahip olmadığınız zaman "adam olamayacağınız" duygusunu veren ürünlerdedir. Son zamanlardaki bir araba reklamını hatırlayın: "Siz onu satın alırsınız, o size sahip olur!" Evet, aynen böyle. Bu arabanın Lat ve Uzza gibi ilahlardan ne farkı var?

Peki çıkış yolu var mı?

Sadece akla dayalı tasarımlar (adına Sosyalizm değil İslam Ekonomisi, İslam Devleti veya İslam Toplumu desek bile) insanoğlunu burada, aşağılarda, cennetin uzağında bırakır. Cahiliyye Mekke'sinden Münevver Medine'ye geçişin anahtarı kalbimizdedir. Medine Pazarı'nın kuruluşunu inceler ve Efendimizin Veda Hutbesi'ne kulak verirsek, bir çıkış yolu bulabiliriz.

İcat edilmiş bir kıtlık içinde yaşıyoruz

İktisada sadece bankacılık-finans ve borsa olarak bakılıyor. Sizse daha bütüncül bakıyorsunuz. Toplumsal olanla bağlarını inceliyorsunuz. Bu bakış açısına nasıl kavuştunuz?

Soyutlama yapmadan bir bilgi dalını geliştiremezsiniz, fakat soyutlama yaptığınızın farkına varmazsanız, sudaki hayaline aşık Yunanlı gibi geliştirdiğiniz teoriye perestiş edersiniz, onu putlaştırırsınız. İktisat temelde fiyat oluşumu ile ilgilenir, bu sürecin ana belirleyicisi de nedrettir (kıt'lık, enderlik). Kıt olan şeyler değerli olur ve kıtlık insanların gündemine girdiği andan itibaren iktisadi düşünceye alan açılmış olur. Ben iktisadi düşünce tartışmalarını hep cennetten başlatırım. Cennette her şey boldu. Kıt olan sadece bir ağaçtı. O ağaca yaklaştıkları için ana babamız ilahi talimata uymayıp iktisadi paradigma ile yaşamaya hüküm giydiler. Dünyada yaşamak iktisadi bir paradigma içinde yaşamaya mahkum olmak demektir.

Yani bir nevi kıtlık içinde yaşamak

Evet kıtlık içinde yaşamak. Her şey zor, özellikle kadınlar için. Kitab-ı Mukaddes'e göre yasak meyveyi Adem değil Havva tattı, erkek sadece yol arkadaşını yalnız bırakmamak için kadına uydu. Dolayısıyla dünya hayatında, doğum sancısı dahil, kadının hayatı daha zorlu geçecek! Hülasa dünya öyle bir yer ki, sancılı insanın maddi varlığını sürdürmesi için sürekli kıt olan şeyleri bulup getirmesi ve böylelikle ayakta kalması lazım. Kapitalizm, doğal kıtlığa yapay bir boyut ilave etti. Modern dediğimiz, bizim de içinde olduğumuz insanlar katmerli bir kıtlık içinde yaşıyor. Bu üretilmiş, icat edilmiş bir kıtlıktır. Renkli televizyon kıtlığı çekiyordu gençlik yıllarımdaki insanlar, sonra plazma kıtlığı, LCD kıtlığı, şimdi LED kıtlığı çekiyor. Kıtlığı çekilen on şeyden dokuzuna hakikatte "ihtiyacımız yok.

Yemeğe yetişemem diye ortaokula gitmek istemiyordum

Okuma serüveniniz çok erken başlamış...

Taşlıçay'ın bir köyünde doğdum, dört yaşına kadar ilçede yaşadım. Ben daha dört yaşındayken komşumuz Mevlüt öğretmen bana alfabeyi belletmişti. İlkokula giderim, fakat ortaya gitmem diyordum. Sebep? İlkokul evimize çok yakındı, ortaokul ise kasabanın öbür ucunda. "Eve dönünceye kadar bana avsir kalmaz!" diyordum. Avsir, az etli bol patates ve soğanlı yaygın yemeğimizdi. O zamanlar beş kardeştik ve sofraya geç oturan avucunu yalardı! Beş yaşındayken şehir merkezi Karaköse'ye taşındık. Okuma aşkım, babamın akşamları okuduğu Siret adlı kalın kitaptan kaynaklanıyor. Kitap'ta Hz. Peygamber çok dolaylı olarak zikrediliyordu. Asıl kahramanlarımız Hz.Ali ile Battal Gazi idiler. İlkokula 7 yaşında başladım. Talihe bakın, Ağrı İl Halk Kütüphanesi yıkılmış, geçici olarak bizim okulun genişçe bir dersliği kütüphaneye çevrilmiş. Okumayı söker sökmez kütüphaneye dadandım, saatlerce okumaya başladım. Kütüphanede birer nüsha ders kitabı da olurdu ve ben ilkokulda ortaokul kitaplarından, ortada lise kitaplarından ders çalışırdım.

Kütüphanelerde ne de olsa resmi gözetimden geçmiş kitaplar olur. Hep onlarla mı beslendiniz?

Beni "paradigma dışı" kitaplara yönelten, Ahmet abim oldu. Erzurum İmam Hatip'te okuyordu. Gelişlerinde Necip Fazıl'ın, Sezai Karakoç'un, Nuri Pakdil'in, Rasim Özdenören'in, Erdem Beyazıt'ın kitaplarını getirirdi. Benim gözümde Necip Fazıl dünyanın gelmiş, geçmiş, gelecek en büyük yazarıydı. Çoğu kitaplarını ezberlercesine defalarca okurdum. Orta son sınıftan itibaren yavaş yavaş siyasi ortam hareketlenmeye başladı. Kendimi Ülkü Ocakları'nda buldum. Lisede ve akşam sanat okulunda çok yetişkin ülkücü hocalar vardı, sıradan tipler değillerdi. Ama neticede kavmiyetçi bir zihne sahiptiler. Benim aşırı Necip Fazıl, Sezai Karakoç eğilimim onları rahatsız ediyordu. Güzel bir duvar gazetesi çıkarırdık. Necip Fazıl'dan şiirler, İdeolocya Örgüsü'nden pasajlar, Sezai Karakoç'un bazı yazılarını koyardım. Başka yazılar bir hafta asılı kalırken benimkiler hemen sökülürdü. Necip Fazıl yüzünden Lise 2'de Ülkü Ocakları'ndan koptum.

Köken olarak Kürt bir aileden geliyorsunuz. Ülkü Ocakları'nda sorun yaşamadınız mı?

Ağrı'da halk arasında "Kürt sorunu" yoktu. Kürt, Acem, Laz gibi sıfatlar doğaldı, kimse bunları "Türklük" için birer dinamit saymazdı. Babama Kürt Kâmil, ilkokul birinci sınıf öğretmenimize Acem İdris deniyordu. Annem köyde büyüdüğü için Türkçe konuşamaz, annemin halası Cemile Nene ise Kürtçe bilmezdi. Acem İdris beni çok seven bir hocamızdı. Bir gün beni tahtaya kaldırıp "Biz Kürt müyüz Türk müyüz?" diye sordu. Biraz düşündükten sonra, "Evde Kürt'üz okulda Türk'üz" dedim. O beni çok seven hoca çok üzüldü, bozuldu, beni azarladı. "Bu nasıl cevap. Hepimiz Türk'üz" diye. 7 yaşımda çok mantıklı bir cevap verdiğimi düşünüyorum.

Ağrı Lisesi mezunu olarak Boğaziçi Üniversitesi'ni nasıl kazanabildiniz? İktisat bölümünü bilinçli bir tercihle mi seçtiniz?

Neler oluyor hayatta! Üniversiteye Çanakkaleli Matematik hocamız Necati Ünsal sayesinde girebildik. Aslında profesör olabilecek bir adamdı. Gece gündüz çalıştırdı bizi. Ben Boğaziçi mühendisliğe girdim. Aklımda bir şey yoktu, yalnızca tıptan kaçıyordum. "Bir iki sene bakarız olmazsa başka üniversiteye geçerim" diyordum. Bir sene mühendislik okuduktan sonra iyi bir mühendis olamayacağımı anladım ve İktisat/İşletme tarafına geçtim.

İstanbul'a bu vesileyle mi gelmiş oldunuz?

Evet. 1974'de İstanbul'a geldim. Necip Fazıl yüzünden ülkü ocaklarından kopmuştum. İstanbul'a geldikten bir süre sonra Üstadımız ülkücü oldu! Bende de sol düşünceye eğilimler başlamıştı. Dinî inancım hiçbir zaman sarsılmadı ama işin sosyal içeriği bakımından Kemal Tahir'i, Attila İlhan'ı, hatta doğrudan Marks'ın kitaplarını okumaya başlamıştım ve söylediklerinin ciddiye alınması gerektiğini hissediyordum. Derken Cemil Meriç'le karşılaştım. Tüm kitaplarını yutar gibi okudum. Kendisiyle tanışmak da nasip oldu. Bütün bu sağ, sol vb. fikirler zihnimde yerli yerine oturmaya başladı.

http://yenisafak.com.tr/roportaj/?i=345811
#667
Siz bu yazıyı okuduğunuzda sanırım Bamteli'nden dinlemiş olursunuz o sohbeti. Sohbet, "Ölümü temenni etmeyin. İlla edecekseniz şöyle deyin: 'Allah'ım! Eğer hakkımda ölüm hayırlı ise beni vefat ettir; yaşamam hayırlı ise beni yaşat.' hadisini nasıl anlamalıyız?" sorusuna cevabın verildiği bir sohbetti. İşte o sohbet öncesine götüreceğim sizleri. İkindi namazı sonrası bir bardak çayın içildiği o kısa zaman dilimini bazan dua, bazan da bir simanın, bir güzel sözün, bir hal-hatır sormanın açtığı küçücük, daracık, minnacık kapıdan girip ummanlara yelkenler açarak ya da açılarak değerlendirildiği o zaman dilimine.

"Bizim hakikatlere bakışımız çok dar bir perspektiften. Biz ne hakikati ne de perde arkasını kavrıyoruz. Bilmeden bahsetmiyorum. Bilmek ayrı, kavramak ayrı. Mesela Allah'ın esma ve sıfatlarını bilebiliriz ama onları kavramamız imkânsızdır." Muhit varlıklar olarak Muhat'ı, yaratılmış olarak Yaratan'ı, sebepler dairesinde yaşayarak Müsebbibü'l esbab'ı nasıl kavrayacağız ki? Tabii ki Hakk'ı hakkıyla idrakimiz nâmümkün. Bu kadar bedihi, bu kadar açık ve aynı zamanda inancımızın temelini oluşturan bu gerçeği hatırlatmakla acaba Hocaefendi nereye gidecek diye düşündüm. Bu iki-üç cümle ile anlattığını değil de sonrasını merak ettim ve dikkatlice dinlemeye koyuldum.

Devam etti: "İradenin hakkını verme başka mesele, kendini ifade etme başka meseledir." Anlaşıldı dedim hemen bu cümleyi duyar duymaz. Yine insanın kendini sıfırlamasından bahsedecek; yine yıllardır bıkma usanma bilmeden tekrarladığı tevhide vurgu yapacak; her zaman dediği gibi "Yapan O, kılan O, eden O, tutan O; bizleri bu yolda kullanan Allah'a hamd ve sena olsun." diyecek. Tahminimde yanılmadım; yanılmadım ama bu defa muhteva aynı olmakla beraber kullanılan örnekler ve kurulan cümleler değişikti.

"Allah rızası diyerek yaptığın bir işe zerre kadar kendini, nefsini karıştırırsan, o işi kirletmiş olursun." Örneğe dikkat edin: "İster Kur'an oku, istersen ezan." Sizin de belki aklına gelmiştir şimdi; acaba orada Kur'an veya ezan okuyan birisi sesinin, nağmelerinin, makamının güzelliğini hal diliyle mi ifade etti diye düşündüm; ama yanılmışım. Çünkü "mesela" diyerek verdiği misal başkaydı. "Mesela; 'bu kampı biz almıştık' sözü. İnsanın isteklerinin, arzularının kötü şeyleri istemesine mukabil, iradesini asarak iyiliğe güzelliğe yönelmesi Allah'tandır. Dolayısıyla Allah'ın tevfikiyle, inayetiyle, iyiye, güzele, hayra yönlendirmesi ile siz bu işi yapmışsınızdır. O zaman, bu fiile sahip çıkma büyük bir iddiadır. Damla ile deryaya sahip çıkmadır."

Bu cümleleri söyledi ve bir yudum çay almak için bardağına uzandığında orada kampın alımında bulunan eski ama eskimeyen, yaşlı ama büyümeyen bir dostu gördü: "İnanın sizi görmemiştim." Mana açıktı; "Sizi daha önce görseydim rencide olma ihtimalini hesaba katarak başka bir misal verirdim. Üzerinize alınmayın, size 'bu işe nefsinizi karıştırdınız' gibi bir ithamda bulunmadım"; bize de "sakın farklı düşünmeyin; su-i zanlara girmeyin" demek istiyordu. Çünkü ezan, Kur'an açıklamasında olduğu gibi, burada da kampın alınmasında emeği bulunan o veya onun gibi şahıslara özgü su-i zanlara girenler olabilirdi. Nitekim iki cümlesi bu yorumu doğruluyor: "Allah'a hesap vereceğiz. Yalandan O'na sığınırım."

Çayını bitirdikten sonra kaldığı yerden devam etti: "Ben biraz da kendi hesabıma konuşuyorum. Kendi riyakârlığıma karşı söylüyorum bunları. Çünkü insan takılıyor çoğu zaman. Şehrah halindeki yoldan yürürken önüne çıkan engellere takılıyor; dikenlere takılıyor; şehvetine takılıyor, makam-mansıb görüyor ona takılıyor." İlaveler yapabilirsiniz; şöhret de var diyebilirsiniz. Para hırsı diyebilirsiniz. Yüzlerce şey sıralayabilirsiniz. Bu takılma ağına girdikten sonra sonuç belli; başlangıçta insanı sahil-i selamete çıkartacak, dünyada huzur, ahirette cennete ulaştıracak o koca şehrah bir patika haline gelir ve insan senelerce yürüse de bir adım mesafe kat' edemez. Bir başka zaman bir başka vesile ile söylediği gibi "dolap beygiri gibi sabahtan akşama döner de, bir adım yol alamaz."

Şimdi yazıya başlık yaptığım söze yani sözün özüne sıra geldi; bu örnekleri verdikten sonra dedi ki: "Kulluk bir şehrahta yürümek kadar kolay ve rahat, dar bir patikada yürümek, geçilmez bir köprüden geçmek kadar da zordur. Bazen o, bir sırat gibi olur, geçilmez; takılır insan sağında solunda bazı kancalara, bazan iştihalarına, bazan şehvetlerine, bazan bencilliklerine takılır, burada döküldüğü gibi orada da dökülür." Ve bu zemin üzerine kurulu sözün özü: "Sırat burada geçilir; orada geçilmiş sırat geçilir. Burada geçenler orada da geçer." Mana açık, dünyada yol aldığımız şehrahta makama-mansıba, paraya, şehvete, şöhrete takılanlar ahirette de Allah'ın lütfu, merhameti, ihsanı olmazsa ahirette de takılabilir.

Sözün geldiği bu aşamada kolay gözüken ama süreklilik izharında zorlardan zor bir çözüm yolu söyledi: "Sıratı dünyada aşmanın yolu, yürekten Allah'a irtibat ve o irtibatı her adım başı kontrol etmeye vabestedir. Onunla kontrol tamamsa, şaşmadan, devrilmeden, kaymadan, sürçmeden yürürsünüz hedefe doğru. Hedef O ise şayet, O'na doğru yürümede O, yolunuzu şaşırtmaz. Onun yerine hedefe başka şeyler koyarsanız, kendi basiretinizi köreltmiş, kendi kendinize husuf ve küsuf yaşatmış olursunuz. İnsanın kalbi ile Allah arasına girmesine denir bunlar. Sen aradan çıkınca her şey ayan-beyan ortaya çıkar."

Kesintisiz devam ediyordu sözleri ardı arkasına: "İrade yayını germiş, azim okunu O'na doğru, O'nun rızasına doğru fırlatmışsa, O seni cevapsız bırakmaz. Evirir-çevirir, değişik kayma ve sürçmelerine rağmen er-geç seni kendisine ulaştırır. O'ndan daha vefalısı yoktur. Bu yönüyle bakarsanız kulluk kolay. Ama bizim takıldığımız çok şeyler var. O zaviyeden bakınca işin doğrusu kulluk zor. Aslında o yolu çetrefilli yapan biziz. Yoksa yol çetrefilli değil. İşte günde 40 defa o çetrefilsiz yolu istiyoruz Allah'tan. Sıratı müstakim diyoruz." Sonra devam etti. Sıratı müstakimin mutlak bırakılmasındaki hikmete değindi birkaç cümle ile. "İbham içinde derinlik, ıtlak içinde ciddi bir enginlik var." dedi ve devam etti.

Hocaefendi'nin sözleri bitmedi ama benim yerim bitti. Bitiriyorum; bu sözleri söyledikten sonra kısa bir müddet durdu ve "Âmin denir burada!" deyip bir dua ile bitirdi: "Rabbi yessir vela tüassir; Rabbi temmim bil'l hayr." Âmin. Hem de bin can ile bin yürek ile âmin. Binler defa milyonlar defa, 'la yuad vela yuhsa' âmin, âmin, âmin...

"Gevezelik ettim; evet şimdi soruya geçebiliriz."

Dinlediniz değil mi Bamteli'nde! Hararetle tavsiye ederim..

a.kurucan@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1106






Cehennemde ateş yoktur.

Büyük Velîlerden Şakîk-i Belhî hazretlerine (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün bir genç gelerek;

- Efendim, Cehennemde ateş yoktur diyenler var, bu söz doğru mudur?

diye sordu.

Büyük Velî cevâbında;

- Evet bu söz doğrudur, fakat bu sözü açıklamak, îzah etmek gerekiyor,

buyurdu.

Delikanlı merak etti:

- Açıklaması nasıl efendim?

Buyurdu ki:

- Herkes kendi ateşini, Cehenneme dünyâdan kendisi götürecektir.

Delikanlı anlamadı:

- Nasıl yâni efendim?

- Bu dünyâda işlenen küfür ve günahlar ateş demektir. Küfrü ve günahları seçen ateşi ve azabı seçiyor demektir ki, ona âhirette dünyada iken seçtiği verilir.

Genç sordu:

- İyi işler ve ibâdetler de böyle midir efendim?

- Evet. Onlar da birer Cennet nîmetidir. Îmân edip, ibadetini severek yapanlar, Cennet nîmetlerini seçiyor demektir ki, âhirette de o kullara seçtikleri Cennet nîmetleri verilir. Hiçbir kimse âhirette;

"Ben ne sebeple Cehenneme geldim" diyemeyecektir,

buyurdu.

Ve ilave etti:

- Çünki o, dünyada onu seçmişti. Allahü teâlâ, insanlar neyi isterlerse, onlara o şeyi vereceğine dair söz vermiştir. Yâni Allahü teâlâ, insanlara hem bu dünyada, hem de âhirette, kendilerinin istediğini seçtiğini veriyor, şimdi anladın mı?

- Anladım efendim.
#668
Hediye ile rüşveti birbirinden kesin hatlarla ayırt edecek bir ölçü var mı? Tek kelimelik bir cevabı var bu önemli sorunun; var ve yok. Var ve yok iki kelime değil; aksine tek kelime ama bunun hangisi olduğunu kişi veya kişiler vicdanlarına danışarak kendileri belirleyecekler. Çünkü vicdan yalan söylemez.

Bu önemli mesele sadece vicdana havale edilerek mi çözülecek demeyin; tabii ki hukukî açından rüşvete dair hükümler ile ahlâkî açından rüşveti engelleyici nice kâideler, kurallar var. Hukukî açıdan aşağıda bir-iki örnek sunacağım ama bu işin ayırt edilmesi ve engellenmesi ancak ahlâk ile mümkün olur. Onun için yukarıda vicdanı ön plana çıkarttım. İsterseniz sözün geldiği bu noktada Efendimiz'in (sas) "Müftüler fetva verse bile, kalbine danış." hadisini hatırlatıp geçelim.

Fıkıh kitaplarımızda özellikle rüşvetle alakalı alana ve verene haram, alana haram verene helal türü kategoriler ile bunların müşahhas örneklerle anlatıldığı müstakil bölümler var. Bu kategori ve örneklerde taraflar; tarafların aralarındaki akrabalıktan ticaret dünyasına uzanan ilişkileri; önceki ve sonraki pozisyonları; verilen şeyin mahiyeti, kıymeti, miktarı; bugün olmasa bile yakın bir gelecekte taraflardan birine veya her ikisine ya da yakınlarına sağlaması muhtemel menfaatleri vs. tek tek anlatılır. Bunlara bir bütün halinde bakan insan söz konusu şeye, rüşvettir ve/ya hediyedir hükmünü verebilir.

Mesela kamu görevlisi birisinin normal şartlarda vazifesi dahilinde bulunan bir şeyi yapmaması; muhatabının sırf bu yüzden ailesini bile geçindirecek maddî imkânlardan mahrum kalması durumunda verilen şey, alana haram verene helal kategorisinde değerlendirilen bir rüşvettir. Verilen şey ile insan haksız kazanç veya pozisyon elde ediyor ve bununla o kazanç veya göreve daha layık olan insanların önünü kesiyorsa, o alana da verene de haram olan rüşvettir. Bu iki örnekte veren veya alan tarafın 'verdiğim/aldığım şey hediyedir' demesi bir mana ifade etmez; çünkü 'halin delaleti' alabildiğine açık ve nettir. Hediye isimlendirmesi, gayrimeşru ameli, meşru görme ve göstermek için kullanılan kamuflajdır.

Hediyeye gelince; en net ölçüyü Nebiler Nebisi (sas) vermektedir. Zekât memuru olarak çevreye gönderdiği İbni Lutbiyye'nin Medine'ye dönüşünde, "Bunlar zekat, bunlar da bana verilen hediye." demesini Efendimiz (sas) kabullenmemiş ve irad ettiği hutbede "Ben onu bir işe tayin ediyorum. Sonra bana gelip şu sizindir bu da bana verilen hediye diyor. Annesinin babasının evinde otursaydı o hediye ona verilir miydi?" beyanı hediye ile rüşveti birbirinden ayıracak en temel ölçümüzdür.

Buna göre alıcı konumunda bulunan tarafın "ben bu görevde olmasaydım hediye ismi altında bana verilen bu şey verilecek miydi?" sorusuna vereceği cevap, onun hediye mi rüşvet mi olduğunu ona söyleyecektir. Hakeza veren taraf için de aynı geçerli; o görevde olmasaydı ben ona bunu verir miydim?

Gördüğünüz gibi hediye ile rüşvet arasında çok ince bir çizgi var. Bu çizgi her ne kadar pratik hayatta yaşanan örnekler ve bu örneklere yönelik içtihatlarla kalınlaştırılmaya, sınırlar çok net çizilmeye çalışılıyor olsa da bana göre her şey vicdanda bitiyor.

Ne yapılacak o zaman? İnce eleyip sık dokunulacak. Vermeden de almadan da önce binler defa düşünülecek; 'Ya rüşvet olursa?' sorusu sorulacak vicdanlara. Özellikle kamuya ait işlerde çalışan insanların, devlet yetkisini kullanan kişilerin sorumluluk şuuru canlı olacak. Liyakat ve ehliyet şartlarının kâmil manada gözetilmediği, kayırmacılığın âlâsının yaşandığı, menfaat elde etme adına ilkelerin, prensiplerin çoğunlukla göz ardı edildiği bir dönemde daha dikkatli davranılacak. Bugünün bir de yarını, bu dünyanın bir de ukbası var.

'Başkaları böyle yapıyor/yapıyordu ama...' sözü bir Müslüman için ne ölçü olabilir ne de mazeret. Ömer Muhtar'ın dâsitâni sözüyle diyeyim: "Onlar bizim hocamız değil!"

a.kurucan@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1187305
#669
Şurası tartışılmaz bir gerçektir ki, günlük hayatta zihnimiz karışık konularla istila ve işgale uğruyor, huzur verip düşündüren konuları okumaya ve dinlemeye neredeyse fırsat bulamaz hale bile geliyoruz. Bu durumda geçmişin maneviyat büyüklerinin söz ve davranışları dikkatimizi çekiyor, nasıl söz söyleyip nasıl davranış örnekleri verdiklerini okuyarak birazcık huzur duyup dinlenme ihtiyacı hissediyoruz.

Bu düşüncelerle bugün sizlere, Sultan Mahmud Gaznevi'nin ziyaret ettiği maneviyat büyüğü Ebul Hasan Harkani'den davranış ve söz örnekleri sunmak istiyorum. Öyle sanıyorum ki, her okuduğumda etkisine girdiğim bu gibi mesaj yüklü davranış ve sözleri, sizler de severek okuyacak, düşünerek değerlendirmeler yapacaksınız. Sözü daha fazla uzatmadan birlikte okuyoruz mesaj yüklü bir ziyaret olayını ve yapılan yorumları.

* * *

İlk Türk hükümdarı Mahmud Gaznevi, (1034) maneviyat büyüğü Ebul Hasan-ı Harkani'yi Bistam yakınında Harkan'daki medresesinde ziyarete gider. Hükümdar görüntüsüyle büyük bir debdebe ile içeri girip selam veren Sultan'ı, maneviyat büyüğü ayağa kalkmadan karşılar, selamını alıp sohbetine devam eder. Ancak sohbet bittikten sonra kalkıp gitmek isteyen Sultan'ı bu defa da, ayağa kalkarak kapıya kadar uğurlama saygısı gösterir.

Sultan, bu farklı tavrın sırrını merak ederek sorma gereği duyar:

- Efendi hazretleri der, geldiğimde yerinizden bile kımıldamadınız; ama kalkıp giderken ayağa kalkıp kapıya kadar uğurlama saygısı gösteriyorsunuz, hikmeti ne ola ki bu farklı tavrın?

Hep az fakat öz sözle irşadını yapan maneviyat büyüğü, şu cevabı verir:

- Siz gelirken ayağa kalkmayışım, hükümdarlık gururuyla gelişinizi tenkit içindi. Giderken kapıya kadar uğurlayışım da, derviş tevazuuyla dönüşünüzü tebrik içindir. Siz niyetinizi düzelttiniz, ben de tavrımı!.

Bu defa Sultan'ın isteği şöyle olur:

- Efendi hazretleri sizi dinlemeye ihtiyacımın olduğunu anlıyorum, sıkça ziyarete gelmemize izin verin lütfen..

Demek ki büyüklerin huzuruna girerken sadece kalıbınızı düzeltmeniz yetmez, kalbinizi de düzeltmeniz gerekir. Gururla girerseniz ayağa bile kaldıramazsınız, tevazu ile çıkarsanız kapıya kadar da kendinizi uğurlatabilirsiniz!

Harkani Hazretleri'nin söylediği irşat yüklü diğer sözlerine de bir göz atalım isterseniz. Bakalım ilk Türk hükümdarını etkileyip tekrar gelme gereği duyuran Harkani Hazretleri, bizleri de etkileyip düşündürecek mi?

Kendi kısa, manası uzun bazı sözleri şöyle. Der ki:

- Günah işlemeden tamamladığınız günü, Peygamberimiz'le birlikte yaşadığınız mutlu bir gün olarak düşünebilirsiniz!.

Demek ki, günahlı şekilde tamamladığımız günü de, Peygamberimiz'den uzak yaşadığımız mutsuz bir gün diye düşünmemiz gerekir. Öyle ise bu söz ezberlenme layık bir ikaz sözü olarak hep hatırımızda kalmalıdır.

- Cennette tûba ağacının altında Allah'ı hatırlamadan oturmaktansa, bir diken ağacı altında Allah'ı zikrederek oturmayı tercih ederim.

Demek ki, Allah'ı (cc) hatırlamadan yaşadığımız yer, ne görünüş ve zenginlikte olursa olsun bizi memnun etmemelidir. Allah'ı zikrederek yaşadığımız yer de, ne yokluk ve mahrumiyette olursa olsun bizi mutlu etmelidir.

Her iki halin de büyük farkını fark edebiliyorsak tabii...

- İhtiyaç içinde kıvranan bir kardeşine yardım ederek kalbini kazanmayı, kabul olmuş nafile hacdan üstün görmezsen, ne kazandığını bilmiyorsun demektir. Nitekim böyle bir ihtiyaç sahibine ilgisiz kalmayı da nafile hac sevabından mahrum kalma olarak görmüyorsan, neyi kaybettiğini de anlamıyorsun demektir.

Anlaşılan, gerçek ihtiyaç sahibine ilginin de ilgisizliğin de manası, sandığımızdan da büyüktür.

- Kazancın en değerlisi, kendi elinle kazandığındır. Arkadaşın en değerlisi de, yaptığın yanlışında seni doğruya yönlendirendir. Hanımın en değerlisi ise, ben haram lokma yemek istemiyorum evimize helal kazanç getir, diyendir!.

Ne dersiniz? Gerçekten de büyüklerin sözleri sözlerin büyükleri midir? Bizi hem dinlendiriyor hem de düşündürüyor mu?

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1184066
#670
Daha önce Ergenekon davasıyla ilgili yazdığı kitaplarla gündeme gelen gazeteci ve milletvekili Şamil Tayyar, yeni kitabında PKK-MİT ilişkisini masaya yatırdı. Kitapta yer alan iddiaya göre Abdullah Öcalan'ın kayınpederi Ali Yıldırım, MİT binasında bulunan damadını, 'Bizim Kesire'nin nişanlısı' diye tanıtmış. 1979 yılında da Öcalan'ı Suriye'ye MİT'in kaçırdığı öne sürülüyor.

Ergenekon soruşturmasına ilişkin, gündem oluşturan yazılarıyla tanınan gazeteci kökenli AK Parti Gaziantep Milletvekili Şamil Tayyar, yine ses getirecek bir kitaba imza attı. Bu hafta piyasaya çıkacak olan 'Kürt Ergenekonu-Derin PKK'nın Gizli Kodları' adlı kitapta, Abdullah Öcalan-Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) bağlantısıyla ilgili yeni çarpıcı iddialar yer alıyor. Abdullah Öcalan'ın eşi Kesire Öcalan'ın babası Ali Yıldırım'ın, bir tanıdığına o sırada MİT binasında bulunan Öcalan'ı 'Bizim Kesire'nin nişanlısı' diye tanıttığı anlatılıyor.

Kitapta, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün başbakanlığı döneminde PKK'yı dağdan indirmeyi hedefleyen planından da ilk kez bahsediliyor. Buna göre, 250 yöneticisi komşu ülkelere dağıtılacak, diğer PKK'lılar affedilecekti. Ancak İmralı'da tecrit uygulandığı komplosu üzerine PKK kanlı eylemlerine başlayınca, plan akamete uğratıldı. Cumhurbaşkanı Gül, burukluğunu, "Kürt meselesi çözülmeden büyük devlet olamayız. Kim ne derse bu olay siyasi bir olaydır, siyasi çözüm gerekir." sözleriyle özetledi.

Şamil Tayyar, kitabında PKK ve kurucusu Abdullah Öcalan'ın, sahneye çıkışından bugüne geçen 40 yıllık süreçte geçirdikleri aşamaları özetliyor. Örgütün Türkiye'nin önünü kesmeyi amaçlayan dış güçler ve içteki derin yapılarla işbirliğine girdiği iddiası, dönüm noktası hadiseler ışığında anlatılıyor. Öcalan'ın annesinin Türk olduğu bilgisinin de yer aldığı kitaptaki ayrıntılar şöyle:

SURİYE'YE MİT KAÇIRDI

"1978'de ortaya çıkan örgüt, bugün Kürt sorunundan uzaklaşan, varlığını korumayı önceleyen, 36 ülkede örgütlenmiş, çok sayıda gizli servisin mutfağında yemek pişiren çokuluslu şirket hüviyetindedir. Tohumları, derin devletin kontrolü altında atıldı. PKK'yı kurmadan önce MİT içindeki bazı unsurlarla içli dışlı olan Öcalan, aynı çevrelerin desteğiyle 1979'da Suriye'ye kaçtı. 12 Eylül askerî darbesiyle (MİT'ten) özerkliğini ilan etti."

MUMCU, BELGE ARIYORDU

"1972'de, Öcalan gözaltına alınmıştı. 3 ay hafif hapis cezasıyla kurtuldu. İddia, MİT'in devreye girdiğidir. İlişkiyi tespit etmek üzereyken öldürüldüğü iddia edilen gazeteci-yazar Uğur Mumcu'nun PKK-devlet ilişkisine dair aradığı belgelerden biri budur. MİT'in gizli arşivinde Öcalan'la ilgili çok özel bilgiler mevcuttur. Öcalan'ı Suriye'ye kaçıran irade, eski bir PKK'lıya göre, 'Abdullah artık dışarı çık, seni koruyamıyoruz' diye kulağına fısıldamıştı.

PİLOT NECATİ Mİ KARŞILADI?

Ergenekon operasyonu kapsamında sanık Hikmet Çiçek'ten ele geçirilen 3 Haziran 2000 tarihli ve 'Provokasyon Mektubu' başlığını taşıyan belgeye göre, Abdullah Öcalan'ın avukatı ile görüşen Özel Kuvvetler Komutanlığı'ndaki bir görevli, PKK'nın kuruluşunda Öcalan'a Pilot Necati aracılığıyla 10 milyon lira verildiğini, Öcalan Türkiye'ye getirilirken uçakta gözünü açınca kendisine 'memlekete hoş geldin' diyen görevlinin Pilot Necati olduğunu söyledi.

MİTÇİ'NİN DAMADI APO

Abdullah Öcalan'ın 1978 yılında evlendiği Kesire Yıldırım, Tuncelili ve devlete yakınlığı ile bilinen CHP'li Ali Yıldırım'ın kızıdır. Doğum yapmak için Bekaa'dan alınarak Diyarbakır Dicle Üniversitesi Hastanesi'ne getirildiği iddiası var. Kesire Yıldırım'la Elazığ'da aynı ortaokulda okuyan ve şimdi Elazığ Bayındırlık İl Müdürlüğü'nde sendika temsilcisi olarak çalışan Süleyman Bilcanoğlu, Öcalan'ın MİT bağlantısıyla ilgili çok önemli bir anekdot aktardı, arkadaşı Şevket Özcan'ın Öcalan'ı MİT binasında gördüğünü söyledi. Olay şöyle gelişti: "1980 öncesi terör eylemleri artınca Ali Yıldırım, Ankara'ya taşınarak MİT'teki çalışmalarını burada sürdürdü. Tanıdığı Şevket Özcan Ankara'ya gittiğinde Yıldırım'ı MİT binasında buldu. Sohbet sırasında içeriye Abdullah Öcalan girdi. Yıldırım, 'Bizim Kesire'nin nişanlısı' dedi. Şevket Özcan, 'Apocular' olarak tanındığında fotoğrafını görünce, arkadaşlarına, "Yahu ben bu adamı MİT'te gördüm." diye anlattı.

Gül'ün PKK'yı dağdan indirme planı engellendi

Gizli servislerin ve Ergenekon'un kontrol altına aldığı PKK içindeki farklı gruplar, barış projelerini sürekli sekteye uğrattı. Abdullah Gül, 2002'de başbakanlık koltuğuna oturduğunda, terörün geçici olarak dondurulduğunu ve kritik zamanlarda hortlatılacağını biliyordu. Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök ve MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun'dan PKK'yı dağdan indirecek kapsamlı bir çalışma istedi. İkisi de, "PKK şu anda pek eylem yapmıyor ama yenildiği, silindiği anlamına gelmesin. Silahlı adamları hâlâ dağlardadır. İndirilmeleri gerekir. Gecikirsek sonuç almakta zorlanabiliriz, mevcut şartlar çok uygundur." görüşünü iletti. İmralı'da Öcalan'la görüşerek bir af planı üzerinde kısmi mutabakata da varmışlardı. Başbakan Gül, "Haklısınız. Dağa çıkanları kazanabileceğimiz yeni bir çalışma yapalım. Adalet Bakanı'nı (Cemil Çiçek) da çağıralım. Üçlü çalışın." dedi. 2003'teki Topluma Kazandırma Yasası böyle doğdu.

İncinmesinler diye şehit aileleriyle de görüşen Gül, 'devlet mutabakatı'yla şöyle bir plan hazırladı: "PKK'nın dağda 250 civarında yöneticisi var. Bunları Irak, İran ve Suriye'de dağıtarak eritelim. Kalanların tamamını affedelim." Ancak Gül'ün bu operasyonu akamete uğradı. İmralı'da Öcalan'a yönelik tecrit komplosu devreye sokuldu, bunun üzerine PKK kanlı eylemlerine başladı. AK Parti içindeki 'milliyetçi' duygular kabartıldı. Görüşlerine başvurduğum Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, başbakanlığının ilk günlerindeki PKK'yı dağdan indirmeye yönelik bu planı doğruladı, eksik çıkarılan yasayla bu fırsatın kaçırıldığını söyledi.

ZEKAİ ÖZÇINAR, BAYRAM KAYA - ANKARA
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1191862&title=kayinpederi-mit-binasinda-ocalani-boyle-tanitmis-bizim-kesirenin-nisanlisi&haberSayfa=0
#671
Her üç hâkimden biri kadın

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), aşırı iş yükü altındaki yargıda görev yapan hâkim ve savcıların kadro durumu ve cinsiyetlerine göre dağılımını rakamlarla belirledi. Kurulun ilk derece mahkemeleri ve yüksek yargıda görev yapan yargı mensuplarına dönük araştırması, yargıda kadın ağırlığının her geçen gün arttığını ortaya koydu. Rakamlara göre, kadınlar hâkimlik mesleğini savcılığa göre daha fazla tercih ediyor. Her yüz hâkimden 33'ü kadın. Savcılarda ise bu oran yüzde 8. Kurul'un istatistiklerine göre Türkiye genelinde 12 bin 47 hâkim ve savcı bulunuyor. Bu kişilerin 9 bin 119'u erkek, 2 bin 928'i kadın. Toplamda 7 bin 604 kişi hâkimlik yapıyor. Bunların 5 bin 46'sı erkek, 2 bin 558'i kadın. Rakamlar, savcılık mesleğini ise daha çok erkeklerin tercih ettiğini gösteriyor. Türkiye genelindeki 4 bin 443 savcının 4 bin 73'ü erkek, 370'i ise kadın.

Yargıtay Başkanı: Artık söz bitti, çalışma başladı

Yargıtay'daki iş yükünü azaltmak için yeni atanan hâkim ve savcılar meslek içi eğitim programına alındı. 'Dosya çok' diyen Yargıtay Başkanı Nazım Kaynak, "Adliyelerin ışıkları sönmesin, sabaha kadar yansın. Çalışalım arkadaşlar." dedi. Meslek içi eğitime katılan 234 hâkim ve savcı, Yargıtay hukuk ve ceza dairelerindeki çalışmalarda fiilen yer alacak. Çözüm bekleyen dosyaları okuyarak davaları hızlandıracaklar.

HSYK, Yargıtay ve Adalet Akademisi'nce hâkim ve savcılara yönelik meslek içi eğitim programı başladı. Açılışta konuşan Yargıtay Başkanı Nazım Kaynak, iş yükü sorununun çözümü konusunda önemli mesajlar verdi. Kursa gelen hâkimlerden de yararlanacaklarını vurgularken, onlara dosya okutacaklarını söyledi. "Sizlerin sayesinde biz de dosyalarımızı eritmiş olacağız. Siz uzman olacaksınız, biz de dosya tüketeceğiz." diyen Kaynak, sözün bittiği, çalışmanın başladığı yerde olduklarına dikkat çekti.

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), Yargıtay ve Türkiye Adalet Akademisi'nin işbirliğinde gerçekleşen "Yargıtay'ın işleyişine yönelik meslek içi eğitim programı" Ankara'da başladı. 30 Aralık'a kadar devam edecek eğitim programına, Türkiye'nin değişik yerlerinde görev yapan 123 hâkim ve 111 cumhuriyet savcısı katılıyor. Programda teorik eğitimin yanı sıra hâkim ve savcılar, Yargıtay hukuk ve ceza dairelerindeki çalışmalara fiilen katılacak, dosyalara ilişkin rapor hazırlayarak daire heyetlerine sunacak.

Meslek içi eğitim programının açılışında konuşan Yargıtay Başkanı Nazım Kaynak, kursiyer hâkimlere verilecek eğitimin ardından, gerek Yargıtay üyelerinden gerekse tetkik hâkimlerden birinin nezaretinde, dosyaların okunacağını ve heyetlere sunulacağını, heyetlerin de kararlarını vereceğini ifade etti. Yargıtay'da dosya sayısının çok olduğunu kaydeden Kaynak, "Sözün bittiği yerdeyiz. Söz bitti, çalışma başladı. Yargıtay'daki bu dosyalar okunacak. Bu dosyaları hep beraber bitireceğiz." dedi. Memleketi Kahramanmaraş'ın Afşin ilçesine yaptığı ziyarette hâkimlerin 'dosya çok' dediğini hatırlatan Kaynak, "Adliyelerin ışıkları sönmesin, sabaha kadar yansın. Çalışalım arkadaşlar." çağrısı yaptı.

HSYK Başkan Vekili Ahmet Hamsici de, hâkimlerin meslek öncesi ve meslek içi eğitimindeki eksiklikleri düzeltmeye çalıştıklarını belirtti. Yargıtay'da eğitim görecek hâkimlerin artık dosya inceleme, raporlama ve müzakereye sunma gibi görevlerinin de olacağını vurgulayan Hamsici, genç hâkimlere şöyle seslendi: "Dosyaların hangi basit sebeplerle bozulduğuna şahit olacak, adaletin nasıl geciktiğini görecek, Yargıtay'da biriken bilgi ve tecrübeden daha fazla istifade etmiş olacaksınız." Son yıllarda yargıyla ilgili çok değişiklikler yapıldığını, ancak bunun vatandaşa yansıması noktasında sıkıntının devam ettiğini belirten HSYK Başkan Vekili Hamsici, yargılamanın yine uzun sürdüğünü, davaların uzadığını ve zamanaşımına uğradığını kaydetti. Hamsici, bu sorunun çözümü için Yargıtay'a 200'ün üzerinde tetkik hâkimi ile 230 civarında kursiyer hâkim görevlendirdiklerini kaydetti.

HSYK Birinci Daire Başkanı İbrahim Okur ise dava sürelerinin uzun sürdüğüne dikkat çekerek, "Yasalarda sorun yok, uygulamada sorun var. Bu da iş yükünden kaynaklanıyor. Bunu eritebilirsek tutukluluk süreleri sorun olmaktan çıkacaktır." dedi.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1191880&title=yargitay-baskani-artik-soz-bitti-calisma-basladi
#672
Yargıtayın baz istasyonlarının yerleşim alanlarında kurulup kurulmayacağına yönelik davalarda verdiği farklı kararlar kafa karıştırıyor.

Yüksek mahkeme, 2008 ve 2009'da görüştüğü davalarda, yönetmeliğe uygun olarak kurulup işletilse dahi baz istasyonlarının ''uzun zaman diliminde insan sağlığında zarara neden olacağına'' ve ''para ile ölçülebilen bir zarar olmasa da insanların psikolojik yapısında tedirginlik ve ümitsizlik yarattığı'' gerekçesiyle baz istasyonlarının yerleşim yerlerinden uzaklaştırılmasına karar verirken, bu yıl sonuçlandırdığı bir davada ''uzun vadede zarar verir'', ''baz istasyonu yakın mesafede'', ''görünce moralim bozuluyor'' gibi nedenlerle dava açılmasını hukuka ve yasalara uygun bulmadı.

Baz istasyonlarının yerleşim yerlerinden sökülmesi ve istasyonu işleten GSM operatöründen tazminat talebiyle açılan davaların temyiz incelemesi Yargıtay 4. Hukuk Dairesi tarafından yapılıyor.

Daire, 2008 yılında temyiz incelemesini yaptığı bir davada, baz istasyonunun ''para ile ölçülebilen bir zarar olmasa da çevre binalarda oturanların psikolojisini olumsuz etkileyerek zarar vereceği'' yönünde karar vermiş ve baz istasyonunun yerleşim yerinden uzaklaştırılmasına hükmetmişti. Kararda, GSM operatörlerinin baz istasyonunun kişilere ve çevreye bir zarar vermediği, herhangi bir olumsuz sonuç yaratmadığı iddialarını kanıtlaması gerektiği vurgulanmıştı.

Yüksek mahkeme, baz istasyonunun uzun sürede kişi, çevre ve bitkilere zarar verdiğine ve bu nedenle yerleşim yerinde kullanılmasının sakıncalı olduğuna, yerleşim çevresinden daha uzakta kurulması gerektiğine karar vermişti.

Daire kararında, ''İnsanların psikolojik olarak yaşamını olumsuz biçimde etkilemekte ve bunun da insanların psikolojik yapısında tedirginlik ve ümitsizlik yaratacağı açık olup, davacıların zarar gördüğünün kabulü gerekir'' değerlendirmesinde bulunmuştu.

-Yargıtay çatısındaki baz istasyonunu söktürdü-

Yargıtay Başkanlığı da bünyesinde çalışan bazı üye ve idari personele kanser teşhisi konulması üzerine Yargıtayın çatısında bulunan baz istasyonlarının kaldırılmasına karar vermişti.

''Cep telefonlarının daha iyi ve yüksek frekansla haberleşmesinin sağlanması amacıyla'' Yargıtay ana binasının 3 noktasına yerleştirilen sabit baz istasyonları, bazı üye ve idari personelin sağlıkları üzerinde olumsuz etki yarattığı iddiaları üzerine 26 Eylül 2007'de sökülmüştü.

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, 2009 yılında görüştüğü bir davada da mevzuata ve yönetmeliğe uygun kurulup işletilen baz istasyonlarının bile ''uzun zaman diliminde zarara neden olacağına'' karar vererek, baz istasyonunun yerleşim yerlerinden uzak, uygun bir yere taşınmasına hükmetmişti.

-''Radyasyon, limit değer altında da olsa insan sağlığı olumsuz etkilenecektir''-

Daire bu kararında da ''baz istasyonunun yaydığı radyasyonun referans değerlerinin altında olsa bile meskun alanlarda yarattığı radyasyondan dolayı, bu alanlarda uzun süreli radyasyona maruz kalacak insanların sağlığının olumsuz yönde etkilenecektir'' ifadelerini kullanmıştı.

Dava konusu baz istasyonunun ''uzun zaman diliminde zarar doğurabileceği'' ifade edilen kararda, ''Çevredekiler için gelecek ve uzun zaman diliminde büyük endişe, psikolojik yapısında tedirginlik ve ümitsizlik yaratarak, kişilerin çalışmasını ve sağlık değerlerini olumsuz etkileyecek ve zararlı sonuç doğuracaktır. Bir istasyon, yönetmeliğe uygun çalıştırılsa dahi zarar veriyorsa, yönetmeliğe uygun olduğundan söz edilerek zarar verenin sorumluluktan kurtulması mümkün değildir'' denilmişti.

Daire, yargıcın yönetmeliğe değil, yasaya, genel hukuk kurallarına ve bu bağlamda sorumluluk hukukunun ilkelerine göre karar vermek zorunda olduğuna işaret etmiş, baz istasyonunun yerleşim yerlerinden daha uzak ve uygun bir yere taşınmasının gerektiğini vurgulamıştı.

-Yargıtaydan farklı karar-

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, bu yıl temyiz incelemesini yaptığı bir davada ise yerleşim alanında kurulu baz istasyonunun sökülmesi yönünde karar veren yerel mahkeme kararını bozdu.

Daire, bozma kararında, baz istasyonlarının limit değerlere uygun bulunmadığının ispatlanması gerektiğine işaret ederek, ''Kanıtlanmayan, soyut, 'uzun vadede zarar verir', 'baz istasyonu yakın mesafede', 'görünce moralim bozuluyor' gibi nedenlerle dava açılması ve dava sonunda baz istasyonunun sökülmesine karar verilmesi hukuka ve yasalara uygun değildir'' değerlendirmesinde bulundu.

Daire, bu kararında ''limit değerlere ve güvenlik mesafesine uygun olduğu anlaşılan'' baz istasyonunun kaldırılmasına karar verilmesinin doğru olmadığına hükmetti.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1191978&title=yargitaydan-baz-istasyonu-kararlari
#673


Saldırıya uğradığını belirten avukat Muzaffer Zeybek, 1975 yılından beri Balıkesir'de serbest avukatlık yaptığını, meslek yaşamında ve ilk kez böyle bir durumla karşılaştığını söyledi.

Zeybek sözlerini şöyle sürdürdü:

''Olay sabah saatlerinde meydana geldi. Duruşma sıramız gelmişti. Duruşma salonu da kalabalıktı. Sıramızı bekliyorduk. Mübaşir çağırınca yerlerimize geçtik. Hakim kürsüden kalktı, cübbesini bıraktı, dışarı doğru yürüdü. O arada benim de ikinci bir dosyam vardı. Mübaşire Bursa'dan bir dosya beklediğimi ve avukatının gelip gelmediğini sordum. Bunu söyleyince hakim, dışarı çıkar gibi yaptı. Döndü bana ne yumruklar, ne hakaretler... Eğer oradaki avukatlar uyanık olup araya girmeselerdi. Şu anda beynim patlardı. Kendisiyle daha önce hiç bir sorunum yoktu. Kendisini Sakarya'da görev yaptığı sırada da tanırım. Hatta orada duruşmalarına da girdim. Niçin böyle davrandığını bilmiyorum.''

Bu arada Türkiye Barolar Birliği Başkanı Av. Vedat Ahsen Coşar, telefonla Zeybek'i arayarak ''geçmiş olsun'' dileklerini iletti.

Gazetecilerin şahit olduğu görüşme sırasında Zeybek'in telefonda Coşar'a, hakim M.Y. hakkında,''Gitmiş Hukuk Komisyonu Başkanı'na, 'şekerim vardı ne yaptığımı bilmiyorum' demiş. Ben olsam kellemi alacaklarını bilsem her şeyi söylerim'' ifadesini kullanması dikkat çekti.

Hakim M.Y. hakkında şikayetçi olan Avukat Zeybek, hastaneye giderek rapor aldı.

Balıkesir'de 2 yıldır görev yaptığı belirtilen Hakim M.Y. ise gazetecilerin sorusu üzerine, konuşmasının doğru olmayacağını ifade etti.



Balıkesir Barosu Başkanı Yaşar Meyvacı ve 50 avukat Balıkesir Adliyesi önünde konuyla ilgili basın açıklaması yaptı.

Meyvacı, 36 yıllık avukat olan meslektaşları Muzaffer Zeybek'ın, bugün bir duruşma salonunda bir hakimin fiili saldırısına uğradığı belirterek, ''Belki de ülkemizde ilk kez bugün gerçekleşen, bir yargıcın, duruşma salonunda, hiçbir neden olmaksızın, duruşma sırası gelen ve görevini yapmak üzere yerini alan, duayen bir meslektaşımızı yumruklayarak dövmesini kamuoyuyla paylaşmak için buradayız. Meslektaşımıza yöneltilen çok çirkin, hiçbir şekilde izah edilemeyecek bu tavrı şiddetle kınıyoruz'' dedi.

Meslektaşlarına yönelik olan kendilerini derinden sarsan olayın avukatlara bakış açısının yansıması olduğunu ifade eden Meyvacı, sözlerini şöyle sürdürdü: ''Meslektaşımızın şahsında gerçekleşen bu darp olayını hepimize karşı gerçekleştirilmiş olarak kabul ediyoruz. Bu çok üzücü ve çok çirkin tavrın karşılığının ne olacağını merakla bekliyoruz. Çünkü yargının 3 ayağından birisi olan savunmaya karşı gerçekleştirilen bakış açısı bu şekilde ortaya çıkacaktır. Unutulmamalıdır ki savunmanın olmadığı yerde ne adalet vardır ne de demokrasi.''

Bu tür bir ''saldırının'' Türkiye'de ilk defa yaşandığını belirten Baro Başkanı Meyvacı, şu ifadeleri kullandı:

''Biz ilk defa duruşma salonunda avukat döven bir hakimle karşılaşıyoruz. Olayı kınıyoruz. Adalet Komisyonu Başkanıyla görüşüp arkadaşımıza saldıran hakimin duruşmalarına girmeme kararı alacağız. Balıkesir Barosundan hiçbir avukat arkadaşımızın o hakimin duruşmasına girmesini istemiyoruz.''

http://www.haber7.com/haber/20111015/Hakim-durusmada-avukati-dovdu-iddiasi.php
#674
Eskişehir'de 1 Mayıs İşçi Bayramı'nda İstiklal Marşı okunurken halay çekerek şarkı söyledikleri gerekçesiyle yargılanan, aralarında örgüt sempatizanı üniversite öğrencilerinin de bulunduğu 33 BDP'li "İstiklal Marşı'na hakaret" suçundan 6'şar ay hapis cezasına çarptırıldı. Ancak mahkeme sanıkların bu hapis cezasını kişi başı 3 bin 600'er TL para cezasına çevirdi.Olay, 1 Mayıs 2009 yılında Sakarya Caddesi Sıhhiye Meydanı'nda düzenlenen "1 Mayıs İşçi Bayramı'nda" meydana geldi.

İddiaya göre, 2009 yılında düzenlenen mitinge katılan BDP üyesi ve örgüt sempatizanı oldukları belirlenen 33 kişi, tören öncesinde İstiklal Marşı okunduğu sırada saygı duruşunda bulunmadı. Söz konusu 33 kişiden bazıları halay çekerek şarkı söyledi, bazıları ise oturmayı tercih etti. Polis, uyarılara aldırmayan söz konusu 33 kişi hakkında işlem yaptı, haklarında Cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda bulundu. Polis ve Cumhuriyet savcılığında suçlamaları kabul etmeyen şüpheliler hakkında Eskişehir 4. Sulh Ceza Mahkemesi'nde "İstiklal Marşı'na Alenen Hakaret" suçundan 6 aydan 2 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı.

Tutuksuz yargılanan sanıklar, üzerlerine atılan suçlamaları kabul etmeyerek, miting alanındaki ses düzeninin bozuk ve gürültünün fazla olması nedeniyle İstiklal Marşı'nın okunduğunu duymadıklarını, bu nedenle slogan atmaya devam ettiklerini ileri sürdü. Mahkeme başkanı dosyadaki eksikliklerin ve dosyada yapılan incelemenin tamamlandığını belirterek, 2 yıl süren davada kararını açıkladı.

Mahkeme, TCK'nin 300/2 maddesini ihlal ettiği gerekçesiyle aralarında eski BDP İl Başkanı Hamza Abay'ın bulunduğu 33 tutuksuz sanığın "İstiklal Marşı'na Alenen Hakaret" suçundan 6 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına hükmetti. Mahkeme, söz konusu hapis cezasını para cezasına çevirerek her sanık için 3 bin 600 TL para cezası verdi.

Bu arada, 2010 yılında aynı yerde düzenlenen 1 Mayıs İşçi Bayramı'nda yine BDP üyesi 44 kişi, İstiklal Marşı'nda halay çekmiş ve haklarında 'İstiklal Marşı'na Alanen Hakaret' suçundan dava açılmıştı. Söz konusu 44 sanık için dava halen sürüyor.CİHAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1189791&title=istiklal-marsi-sirasinda-halaya-6-ay-hapis
#675
Şiddete karşı çıkayım ya da demokrasiyi savunayım derken, sapla saman iyice birbirine karışıyor. Öyle ki bazı aydınlar meşru güç kullanımı ile terörü birbirine karıştırabiliyorlar. Katıksız terör ile güvenlik güçlerini aynı kefeye koyup, her ikisine de ateşkes çağrısında bulunanımız bile var.

Bakınız ne diyor Milliyet'ten Nuray Mert:

"Şiddete karşı çıkmak ve tartışmak başka şeydir, 'terörle işbirliği' yapma iması ile ses kesmeye çalışmak başka! Bu ülkede 'PKK terör örgütüdür' diyenler kadar 'PKK bir direniş örgütüdür' diyenler serbestçe konuşamıyorsa, özgür ve verimli bir tartışma sürdürülemez."

Mert buna benzer çıkışlarını daha önce de köşesinden ve ekranlardan yapmıştı. Bu konuda Mert yalnız değil. Pek çok yazar PKK'yı meşru bir direniş örgütü olarak görmeyi demokratlığın bir gereği sanıyor. PKK'nın kullandığı şiddet ile güvenlik güçlerinin kullandığı şiddeti aynı kefeye koyuyor...

Doğrudur, terör tanımları çok çeşitlidir ve kiminin teröristi bir diğerinin 'özgürlük savaşçısı' olabilir. Fakat tartışmalı kısımlar olsa da bu iş o kadar da basit değildir. İyi kötü terörün ne olduğu bellidir ve PKK'ya da 'terör örgütü' diyemezseniz, 'terörist' diyebileceğiniz yeryüzünde ikinci bir örgüt kalmaz. Bu nedenle "PKK bir direniş örgütüdür" diyenler onun aynı zamanda bir terör örgütü olduğunu da görmek zorundadırlar.

***

Terörün ne olduğu aslında bellidir ve haklılığınız ya da uğradığınız haksızlıklar yaptığınız eylemi 'terör eylemi' olmaktan çıkarmaya yetmez. Örneğin kalabalık bir sokakta, hedef ayırmaksızın bomba yüklü bir arabayı havaya uçuruyorsanız yaptığınız eylem tartışmasız terördür. Bunu yapan dünyanın en haklı örgütü de olsa eylem şekli onu en haksız noktaya taşır. Bu eylemi savunan kim olursa olsun terörü övmüş ve meşrulaştırmış olur. Dolayısıyla eylemi ve gerçekleştiren örgütü övmesi de kanunlarca terör eylemine iştirak sayılır. Çünkü sözlü de olsa bu tür destekler eylemle amaçlanan korkuyu yayma ve terörü meşrulaştırmaya girer ki, pek çok terör yasasına göre bu da aslında bizzat terörün kendisidir.

Peki, PKK böyle eylemler içinde mi? Evet içinde. PKK'nın neredeyse tüm eylemleri tartışmasız terör tanımına giriyor. Uzaktan sivil bir arabayı taramak, top oynayan polisleri katletmek, dershane önünde bomba patlamak, öğretmen ve sağlık görevlisi kaçırmak, bir okulu tamamen yakmaya çalışmak, imam öldürmek, Taksim meydanında, Kumrular'da, Ulus'ta kalabalıkların içinde araba havaya uçurmak ve daha sayamadığımız binlerce saldırı PKK'nın ne olduğunu gözler önüne seriyor. Bu tabloya bakıp da birileri PKK'ya 'terörist' diyemiyorsa orada başka bir sorun vardır. Eğer PKK bir terör örgütü ise elbette bu ülkede "PKK bir direniş örgütüdür" diyenler "PKK terör örgütüdür" diyenler kadar rahat konuşamazlar. Nuray Mert'e tavsiyemdir, New York'a gitsin ve El Kaide'nin bir terör örgütü olmadığını, meşru bir direniş örgütü olduğunu basın toplantısı ile açıklasın. Bakalım FBI'ın tepkisi ne olacak. Ya da aynısını Madrid'de ETA, Londra'da IRA için yapsın. Bırakınız terör örgütünü savunmayı, İngiliz Terör Yasası'na (Terorism Bill, 2000) göre örgütün renklerini üzerinde bulundurmak bile daha düne kadar terörist olmak için yeterliydi.

***

Elbette meşru direniş örgütleri de, zayıf olduklarından veya başka nedenlerle bir yöntem olarak teröre başvururlar. Örneğin İsrail, Araplara terör dışında çok az seçenek bırakmıştır. FKÖ de bu nedenlerle teröre başvurmuştur. Ancak FKÖ terörü bırakıncaya kadar 'terörist' kalmıştır, ancak bıraktıktan sonra meşruiyet kazanabilmiştir. Pek çok istiklal savaşı da terörle başlamıştır. Ancak terörü belli bir aşamada bırakamayanlar her daim terörist kalırken, terörü zamanında bırakıp halk hareketine dönenler meşru örgüt haline gelebilmişlerdir. PKK ise bunu başaramamıştır. Bir örgüt 30 yıl boyunca salt terör yapıyorsa, onun değişmesi de mümkün değildir. Çünkü o artık terör müptelasıdır.

http://www.stargazete.com/yazar/sedat-laciner/terorist-kime-denir-haber-386900.htm
#676
Almanya'nın Türkiye'deki istihbarat faaliyetleri hiçbir zaman sorgulanmaz. ABD sorgulanır, İsrail sorgulanır, bütün boyutlarıyla tartışılır ama konu Almanya olunca herkes sessizliğe bürünür. Alman istihbaratının bu ülkenin kılcal damarlarına kadar işlediğini bildiğimiz halde, Mossad, CIA ve Rus istihbaratının en gizli operasyonlarından bir şekilde haberdar olduğumuz halde bu konuda neden kimse bir söz söyleyemez? Yıllardır bunu hep şaşkınlıkla izledim. Sarsıcı olaylar oldu, suikastler işlendi, etnik ve mezhep eksenli çatışmalar çıkarıldı ama Alman istihbaratına tek söz söylenmedi. Mesela; Alevi-Sünni meselesinin merkezinde hep Almanya vardır ama herkes bunu bilmezlikten geldi.

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın; "Bazı Alman vakıflarının belediyeler ve müteahhitler üzerinden teröre dolaylı para aktardığı"na dair cümleleri, sadece PKK'nın para kaynaklarını değil, Alman istihbaratının, derin devletinin Türkiye operasyonlarını da tartışmaya açması gerekiyor. Bu fırsat da suskunlukla geçiştirilirse Türkiye adına gerçekten talihsizlik olacak.

Bugün, Türkiye'nin etkisini artırma, pozisyonunu güçlendirme, küresel güç olma yolunda karşısına dikilen en belirgin ülke Almanya. Fransa ile birlikte önce Türkiye'nin Avrupa Birliği projesini işlemez hale getirdiler. Yine Fransa ile birlikte, Türkiye kamuoyunun birkaç haftadır izlediği ancak uzun zamandır devam eden, Doğu Akdeniz'deki krizin mimarı da Almanya. Akdeniz'de ve Balkanlar'da; İsrail, Fransa, Yunanistan ve Rum Kesimi ile Türkiye karşıtı eksen oluşumunun mimarlığını da Almanya yapıyor. Türkiye'yi bütün bölgelerden tecrit etmek, Anadolu'ya hapsetmek, Anadolu'da ise PKK üzerinden Kürt meselesiyle ve Alevi-Sünni sorunlarıyla bu ülkenin bütün enerjisini tüketmek Alman dış politikasının önceliklerinden. Böyle olunca da, istihbaratıyla, vakıflarıyla, ekonomisiyle Türkiye içinde belki de en etkin güç haline geliyor.

Şaşırdığım bir nokta daha var. Konu Almanya olunca, hemen her siyasi kesimden vakıflarda, insan hakları örgütlerinde, kitle iletişim araçlarında bir sessizlik oluyor. Sanki ortak bir yaklaşım, tek merkezden uyarı gibi bir görüntü var. Bu alana elini uzatan yanıyor, kimse de uzatmıyor zaten.

Geçtiğimiz yıl; Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff "İslam Almanya'nın parçası" diyerek bir tartışma başlatmıştı. Kendisi Türkiye'yi ziyaret ederken Angela Merkel keskin açıklamalarıyla tartışmayı bitirdi. "İslam'ın ve Müslümanların Avrupa'nın parçası olmadığını, olamayacağını, bu gerçeğin hiçbir zaman kabul edilmeyeceğini, bu güne kadarki sessizliğin ve bir arada yaşama söyleminin yanılsamadan ibaret olduğunu, Batı'nın bu yöndeki gerçek niyetinin hep izlendiğini" söylüyordu Merkel.

Aslında bu sözlerin altında başka bir şey vardı: Almanya ve üzerinden Avrupa Birliği, İslam karşıtlığı tezini ABD'den devralıyordu. Bu sefer Atlas Okyanusu'nun doğu yakasında şiddetli bir İslam karşıtlığı yükseliyor, beraberinde aşırı sağın yükselişini, yabancı düşmanlığını tetikliyordu. Eskiden bunu aşırı sağ gruplar yaparken şimdi, özellikle de ekonomik krizin sarsmasıyla, hükümetler, devletler yapıyor, yabancıların bir an önce Kıta'dan sürülmesi planlanıyordu. Tartışma Almanya olunca, konu sadece PKK ile sınırlı kalmıyor.

Yine; geçtiğimiz Şubat ayında, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde (KKTC) yapılan Türkiye karşıtı protestoları yaptıranlar, "Türkiye defol" sloganları attıranlar da onlardı. Yani Almanya işin merkezindeydi. Bir çarpıcı örnek daha vereceğim.

Türkiye'de tam Ergenekon operasyonları başladığı günlerdi. Almanya'da bir anda Türkler'in oturduğu evler yakılır oldu. Almanya'nın bir çok eyaletinde, Avusturya'ya kadar yüzün üzerinde ev kundaklandı. Birkaç örnek vereyim: 3 Şubat 2008: Ludwigshafen'deki yangında 9 kişi öldü, 60 kişi yaralandı. 14 Şubat 2008: Aldingen'de bir Alman, Türklerin apartmanını ateşe verdi. 19 Şubat 2008: Marburg'da yine bir Türk ailenin evi 2 saat arayla 2 kez kundaklanmak istendi. 21 Şubat 2008: Münih'te evleri kundaklanan Türk aile ölümden döndü. Öyle ki, Almanya'dan Türkiye'ye cenazeler geliyor, kundaklamalar hız kesmiyordu. Oysa aynı dönemde ışırı sağ grupların bir taşkınlığı, yürüyüşü izlenmiyordu. Kim yapıyordu bunları? Neden hiç kimse yakalanmıyordu? Tam bir derin devlet operasyonuydu bu.

Uzun süre devam eden yangınların failleri bulunamadı, gizlendi. Bırakın hepsini, bir kişi bile ceza almadı. En son Alman Federal Savcılığı, bir açıklama yaptı ve bütün dosyaları kapattı. Eğer Türkiye'de böyle bir şey olsa dünya yağa kalkardı.

Almanya'ya kimse ses çıkaramadı. Türkiye'de onca dernek, vakıf, insan hakları örgütü, medya organı, yazar-çizer sadece sustu. Saldırılarla ilgili bütün dosyalar kapatıldı. O zaman sorular sormuştuk. Cevaplarını alamadık. Belki, Başbakan'ın bu açıklamasının başlattığı tartışmalarla bu soruların cevapları da ortaya çıkar. Sorular şöyleydi:

Alman devleti ya da AB, Türkiye'deki STK'ları da mı susturuyor? Türkiye kamuoyunun tepkisi satın mı alındı? Yıllardır suskun kalan Alman aşırı sağı, çeteleri, neden Ergenekon operasyonu başladıktan sonra harekete geçti? Kontrolden çıkmış ırkçı tahrikler sokaklarda hissedilmezken, saldırılar devlet içinde bir yerlerden mi yönetiliyor? Avrupa'da yabancı düşmanlığı eskiden halk kesimindeydi. Şimdi yönetimler bunu yapıyor. O zaman devlet böyle tehditlerle bu "sorun"dan kurtulma yolunu mu tercih ediyor? Türkiye'deki saldırılarla, operasyonlarla Almanya'daki saldırılar arasında bir bağ var mı? Birileri Türkiye'de Alman derin devletine yakın unsurları tasfiye etmeye girişti de, bunun intikamı mı alınıyor?

Almanya'nın Türkiye operasyonları üzerindeki sis perdesi daha doğrusu perdeleme kaldırılmalı. Türkiye'yi her alanda köşeye sıkıştırmaya çalışan bu ülkenin, sivil toplum kuruluşları üzerindeki kontrol edici pozisyonu tartışmaya açılmalı. İnsanlarımız yanarken, cenazeleri Anadolu'ya taşınırken bile, bu cinayetlerden sorumlu Alman derin devletini, "Alman Ergenekonu"nu sorgulayamıyorsak, PKK'ya para transferinin önüne geçme şansımız yok!

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=04.10.2011&y=IbrahimKaragul
#677


Kayseri'de 2009 yılının Ramazan bayramında şeker toplamaya giden ve ortadan kaybolduktan 1.5 yıl sonra cesetleri bulunan Ahmet Tuna Tekin [8], Dilruba Tekin (6) ve Türkan Ay'ın (11) öldürülmesi ile ilgili yargılanan cinayet sanığı Uğur Veli Gülışık üç kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı.

Nitelikli biçimde ''cinsel istismar'' ve ''kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma'' suçlarından da toplam 85 yıl 6 ay hapse mahkum edilen Gülışık hakkında takdiri indirim uygulanmadı.

Ankara 8. Ağır Ceza Mahkemesindeki karar duruşmasına, tutuklu sanık Gülışık ile maktul çocuklardan Ahmet Tuna ve Dilruba'nın babası Hamza Tekin, anneleri Leyla Tekin, ağabeyleri Ömer Tekin, ablaları İlknur Ekinci, maktul Türkan Ay'ın annesi Özlem Ay ile ailelerin avukatları Erol Aras ve Ayhan Öztaş katıldı.

SAVUNACAK AVUKAT BİLE ÇIKMADI

Duruşmada, Gülışık'ın avukatının Bolu'da bulunması nedeniyle mazeret verdiği açıklandı. Mahkeme Heyeti Başkanı Bahattin Özbaş, bu duruma tepki gösterdi.

Maktullerden Türkan Ay'ın anne ve babası İbrahim ve Özlem Ay'ın avukatlığını yapan Ankara Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Avukat Erol Aras, mahkemenin talebi üzerine baro tarafından geçen celse görevlendirilen avukatın, baroya davadan çekilmek istediğini bildirdiğini anlattı.

Aras, ''Kimse sanığı savunmak istemiyor. Görevlendirilen avukat arkadaşımız davadan çekilmek istedi, aksi takdirde avukatlığı bırakacağını söyledi. Mazereti Baro Yönetim Kurulunca kabul edildi. Bir başka avukat görevlendirdik, ama o da Bolu'da bulunması nedeniyle mazeret vermiş'' diye konuştu.

Bunun üzerine, sanık için Ankara Barosundan bir kez daha avukat talep edildi ve duruşmaya ara verildi.

Baroca görevlendirilen avukat Soner Güder, yaklaşık bir buçuk saat süreyle dosyayı inceledikten sonra duruşmaya, saat 15.00 sıralarında tekrar başlandı.

EN AĞIR CEZA İSTENDİ

Müşteki ailelerin avukatları, esas hakkındaki iddialarında, sanığın en ağır cezaya çarptırılmalarını istedi.

Cumhuriyet Savcısı Şükrü Cüneyt Hamdovalı, esas hakkındaki görüşünde, özetle, bayram nedeniyle şeker toplamaya çıkan 3 çocuğun, Gülışık'ın evine gittiğini, Gülışık'ın, ''Evde şeker yok, ama eşim şeker almaya gitti'' diyerek çocukları eve aldığını ifade etti.

Gülışık'ın, bir süre sonra ''Amca senin çocuğun var mı?'' diye soran Dilruba Tekin'i, ''Çocuğum yok, ama odadaki çocuk beşiğinde oynayabilirsin'' sözleriyle bir başka odaya götürdüğü, burada ağzını, ellerini ve ayaklarını koli bandıyla bağladığını anlatan Hamdovalı, Gülışık'ın, Dilruba'nın ardından, ''Kardeşim nerede?'' diye soran Ahmet Tuna'ya ''Kardeşin içeride oynuyor. Gel seni de götüreyim'' dediğini ve bir başka odada Ahmet Tuna'yı bantla bağladığını ifade etti.

Gülışık'ın, Türkan Ay'ın da ağzını ve kollarını bantla kapattıktan sonra cinsel saldırıda bulunduğunu kaydeden Hamdovalı, sanığın, ardından banyoda bıçakla Türkan Ay'ı öldürdüğünü bildirdi. Savcı Hamdovalı, sanığın sonrasında da ağızları bantla kapalı olan Dilruba ve Ahmet Tekin'i, burunlarını kapatmak suretiyle boğarak öldürdüğünü belirtti.

Savcı Hamdovalı, sanığın, ''suçu gizlemek, delilleri ortadan kaldırmak, suçun işlenmesini kolaylaştırmak ya da yakalanmamak amacıyla 3 çocuğu öldürmek'' suçu ile her üç çocuğa karşı nitelikli biçimde ''cinsel istismar'' ve ''kişiyi hürriyetinden yoksun bırakmak'' suçlarından cezalandırılmalarını talep etti.

ACILI ANNE SALONDA FENALAŞTI

Savcı görüşünü açıkladığı sırada fenalaşan çocukların anneleri, polis eşliğinde dışarı çıkarıldı.

Sanık avukatı Güder, esas hakkındaki savunmasında, müvekkilinin çelişkili ifadeler verdiğini kaydederek, bu çelişkilerin giderilmesini istedi. Savcının görüşüne katılmadıklarını bildiren Güder, müvekkilinin öncelikle beraatını, mahkeme aksi görüşteyse lehlerine hükümlerin uygulanmasını talep etti.

Sanık Gülışık ise ''Avukatımın sözlerine katılıyorum. Verdiğim dilekçedeki konular araştırılırsa gerçekler ortaya çıkacak'' diye konuştu.

Son sözünün sorulması üzerine Gülışık, ''Tutuksuz yargılanmak istiyorum'' dedi.

Mahkeme heyeti, karar için duruşmaya ara verdi.

Bu sırada, Ahmet Tuna ve Dilruba'nın ağabeyi Ömer Tekin, sanık Gülışık'a ayakkabı fırlattı. Ayakkabı, salonda görevli jandarmaya isabet etti. Mahkeme heyetinin ikazda bulunduğu Ömer Tekin, polis tarafından salon dışına çıkarıldı.

Duruşmaya verilen aranın ardından karar açıklandı.

Buna göre Gülışık, ''3 çocuğu kasten adam öldürmek'' suçundan 3 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkum edildi.

Gülışık, 3 çocuğa da karşı nitelikli biçimde, ''cinsel istismar'' ve ''kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma'' suçlarından da toplam 85 yıl 6 ay hapse mahkum edilirken, hakkında takdiri indirim maddesi uygulamadı.

Maktul Türkan Ay'ın annesi Özlem Ay, AA'ya kararı, ''Giden geri gelmiyor. Ama, acımız bir parça hafifledi'' sözleriyle değerlendirdi.

Ay'ın annesi Aras ise ''Sanığın, olabilecek en yüksek cezaya çarptırılmasından memnunuz'' dedi.

-DAVANIN GEÇMİŞİ-

Kayseri'nin Talas ilçesinde, 21 Eylül 2009'da Ramazan Bayramı'nın 2. günü şeker toplamak için evlerinden çıkan ve geri dönmeyen 9 yaşındaki Ahmet Tuna Tekin, 6 yaşındaki kardeşi Dilruba Tekin ile aynı mahalleden arkadaşları 11 yaşındaki Türkan Ay'ı öldürüp cesetlerini Yozgat'ın Çayıralan ilçesi yakınlarında gömdüğü belirlenen Uğur Veli Gülışık, yaklaşık 1,5 yıl sonra yakalanarak tutuklanmıştı.

İddianamede, Gülışık'ın, ''suçu gizlemek, delilleri ortadan kaldırmak, suçun işlenmesini kolaylaştırmak ya da yakalanmamak amacıyla tasarlayarak, çocuğa veya bedenen ve ruh bakımından kendini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı kasten adam öldürme, çocuğun nitelikli cinsel istismarı, çocuk veya kendini bedenen ve ruh bakımından savunamayacak kişiye cinsel amaçlı cebir, tehdit veya hile kullanarak kişiyi hürriyetinden yoksun bırakmak'' suçlamalarıyla 3 kez ağırlaştırılmış müebbet hapsi ile 85 yıl 6 aya kadar ayrıca hapis cezasına çarptırılması istenmişti.

İddianamede, işlediği suçu itiraf ettiği belirtilen Gülışık, Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesindeki ilk duruşmada, suçlamaları reddetmişti.

Dava, ilk celsenin ardından güvenlik gerekçesiyle Ankara'ya nakledilmişti.

http://www.haber7.com/haber/20110927/3-cocugun-katiline-3-kez-muebbet.php
#678
Biz 'Mavi Marmara' olayına fena halde takıldık, haklıyız da; ancak İsrail konusunda daha büyük fotoğrafı gözden kaçırıyoruz galiba. O büyük fotoğraf şu: İsrail pek çok bakımdan gerileyen, güçsüzleşen bir ülke...

Şu duyuruyu birlikte okuyalım, kimden geldiğini sonra söyleyeceğim: "HER 4 İSRAİLLİ'DEN 1'İ MÜTHİŞ FUKARA HAYATI YAŞIYOR- Yeni araştırmalara göre İsrail halkının birinci derdi fakirlik. 850 bini çocuk olmak üzere 1.7 milyon insan fakirlik çizgisinin altında yaşıyor, günde bir öğün yiyecekle idare ediyor. Anne-babaları başları üzerindeki çatıyı koruma mücadelesi verirken binlerce çocuk aç bi-ilâç yatağa giriyor."

Fukaralıkla mücadele için çaba gösteren bir örgüt bu duyuruyu yapmış; hem de bizde de şöhretli 'Debka' adlı internet sitesi aracılığıyla... Debka'nın ünü İsrail'in istihbarat çevreleriyle içli-dışlı bir ekibin yayın organı oluşundan... Kısacası, duyuru İsrail-karşıtı birilerinin uydurduğu bilgiler içermiyor; resmi sayılabilecek bir tablo bu...

'Meir Panim' adlı örgüt, 40 merkez, 14 aşocağı, 8 bağış toplama merkezi, 1700 motorlu aşeviyle hizmet verip 15 bin yemek fişi dağıtmakla övünüyor. Her gün yalnızca 30 bin çocuğa sıcak aş eriştirebiliyorlarmış...

Geri kalan 800 binden fazla çocuk? Yatağa aç giriyor olmalı...

Nasıl buldunuz bu farklı İsrail tablosunu? Her dört kişiden birinin aç olduğu
bir ülke İsrail, fakat burnundan kıl aldırmaz bir zenginler topluluğuymuş gibi kendini yansıtmayı biliyor... Birkaç hafta önce insanlar bazı temel gıda ürünleri fiyatlarının yüksekliği sebebiyle gösteri yapmış, gösterilere yüzbinler katılmıştı...

Yalan söyleyecek değilim, tablonun vahametini o zaman da anlamamıştım.

Örgüt Dudu Zilberschlag adlı biri tarafından kurulmuş. Tahmin
edebileceğiniz gibi aslında dini bir örgüt bu. Örgütün üyeleri sakallı, cüppeli, takkeli kişiler... Bir özellikleri de Kudüs'e ziyarete gelen misyoner örgütleriyle işbirliği yapmaları...

Amerika'dan başlayan Hıristiyanlar'daki bu İsrail sevdası Almanya'ya da geçmiş; REA adlı Alman Hıristiyan örgütü Meir Panim'in en önemli bağışçısı...

Şu sıralarda adının en fazla anıldığı
ülke herhalde bizimki, ancak İsrail hakkında en temel bilgilerden bile mahrumuz: Nasıl bir ülkedir, insanları ne yer, ne içer, neye inanır? İsrail'deki maddi açlık ve sefalet şaşırtınca, gözümü biraz da ülkede yaşanan düşünce sefaletine çevirdim.

İşte size İsrail'in öndegelen gazetelerinden Ha'aretz'de karşıma çıkan Jonathan Lis imzalı haber... Bu yılın şubat ayında yayımlanan haberden ülkenin öndegelen aydınları ve ödül sahibi edebiyatçılarının bir başhahamın görevden alınması için gösteri yaptıklarını öğreniyoruz.

Gösteriye yol açan ne yapmış Kiryat Arba kenti başhahamı? Bir kitaba destek vermiş...

Herhalde şaşırmışsınızdır aydın ve sanatçı kimlikli insanların kitap-destekçisi bir dinadamına karşı gösteri düzenlemesine... Şaşırmayın. Başhaham Dov Lior'un destek çıktığı 'Torat Hamelech' adlı kitap Yahudi olmayanların kendi şeriatlarına göre hangi şartlarda öldürülebileceklerini tartışmaya açıyormuş...
'Torat Halemech' adlı "Yabancıları öldürebilirsin" tezli kitabı da Yitzhak Shapira ve Yosef Elitzur adlarında iki haham kaleme almış...

Sadece yabancıları değil, 'davaya ihanet eden' Yahudileri öldürmeye de fetva veren biriymiş başhaham. El-Halil kentinde camiye girip namaz kılanları öldüren Goldstein adlı katil için "Holokost'un azizlerinden daha aziz biri" dediği gibi, Başbakan Yitzak Rabin'e suikast düzenlenmesine de fetva vermiş...

Akıl alır gibi değil, ama gerçek... Başhaham katle fetva verdiği halde makam odasının kapısını çalıp "Ne hakla?" diye soran çıkmamış...

İşe bakın: Her dört kişiden biri aç; başhaham "Yahudi olmayanlar öldürülebilir" fetvası veriyor...

Netanyahu-Lieberman ikilisinin yönettiği, Mavi Marmara'da öldürdüğü insanlar için özür dilemeye yanaşmayan İsrail böyle bir ülke...

http://www.stargazete.com/yazar/taha-kivanc/israil-in-maddi-ve-manevi-sefaleti-haber-385426.htm
#679
AİHM daha önce 'angarya yasağı' kapsamında değerlendirip ülkelerin inisiyatifine bıraktığı vicdani ret hakkını özgürlükler arasına aldı, ülkelerden de bu alanda yeni düzenleme istedi.

AİHM, söz konusu kararında, bugüne kadar Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) "angarya yasağı" ile ilgili 4. maddesi kapsamında değerlendirdiği ve ülkelerin inisiyatifine bıraktığı "vicdani ret" hakkını, AİHS'nin "din ve vicdan özgürlüğü" ile ilgili 9. maddesi kapsamında değerlendirdi.

Karara göre, halen vicdani retçileri ağır biçimde cezalandıran Türkiye zorunlu askerlik yapmak istemeyenler için alternatif hizmet yolları üretmezse seri AİHM mahkûmiyetleri ile karşı karşıya kalacak. Avrupa Konseyi de Türkiye için yaptırım uygulama noktasına gelecek.

ARALIK AYINA KADAR SÜRE

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi ise Türkiye'den Aralık ayına kadar bu konuda gerekli değişiklikleri yapmasını istedi.

Türkiye, vicdani retçi Osman Murat Ülke'nin askerlik yapmayı reddettiği için sürekli olarak cezalandırılması nedeniyle AİHM tarafından tazminata mahkûm edilmişti. Bianet'te yer alan habere göre, cezaevine girmemek için halen kaçmak zorunda kalan Ülke'nin mağduriyetinin giderilmesini isteyen Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Türkiye'nin benzeri ihlalleri önlemek için yasal önlem almasını ve komitenin Aralık toplantısından önce, olası düzenlemeleri kabul takvimi ile birlikte bildirmesini istedi.

KARAR BAĞLAYICI

Eski AİHM Yargıcı ve CHP milletvekili Rıza Türmen de kararın tüm üye ülkeler için bağlayıcı olduğunu belirterek, ülkelerin, askerliğe alternatif hizmet yolları üretmesi gerektiğini, bunların ağır olup olmamasına ise AİHM tarafından müdahale edilmediğini kaydetti.

NTV
http://www.haber7.com/haber/20110926/AIHMden-zorunlu-askerlik-icin-2-ay-sure.php
#680
Bakteri taşıyan 160 bin hamburgeri piyasaya sürdüğü iddia edilen Burger King ile dağıtım firması Fasdat Gıda hakkında açılan davada önemli bir gelişme yaşandı. Gebze Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen davaya fast food devi Burger King'in bir franchise'ı da müdahil oldu. Nas-Ka Gıda Sanayi ve Ticaret, şirketin 5 restoranı olduğunu, yaşanan bu olumsuzluktan dolayı ciddi zarar gördüklerini dile getirerek mahkemeye başvuruda bulundu. Bakterili et vakasının çıkmasının ardından restoranlara olan ilginin düştüğünü belirten şirket vekilleri, bunun cirolarına da yansıdığına dikkat çekti. Gıda şirketi, zararlarının tazmini için önümüzdeki günlerde fast food devi hakkında tazminat davası da açma kararı aldı.

Burger King'e et tedarik eden T&T Gıda ve Fasdat Gıda arasında yaşanan bakterili et tartışmasında yargı süreci devam ediyor. Geçen nisanda Gebze 5. Asliye Ceza Mahkemesi'nde başlayan dava, Ağır Ceza Mahkemesi'ne verildi. Davanın önceki gün yapılan üçüncü duruşmasında mahkeme, 22 Haziran 2011 tarih ve 2011/472 karar sayılı ilamı ile sanık Fasdat Gıda Genel Müdürü Derviş Celalettin Aktay hakkındaki kamu davasının 2011/133 esas sayılı dosya ile birleştirilmesine karar verdi. Daha sonra ise mahkemeye müdahil olarak Adana menşeli bir firmanın müdahil olarak katılacağını açıkladı. Mahkemeye katılma taleplerini sunan Nas-Ka Gıda avukatı Gökçe Sert Küçükler, buna gerekçe olarak son altı ayda yaşanan olumsuzlukları gösterdi. Vekili olduğu şirketin Türkiye genelinde 5 şubesi olduğunu ve ortaya atılan iddialardan dolayı sıkıntılı bir dönem yaşadıklarını aktaran Küçükler, bunun firmanın ekonomik gelirine de olumsuz yansıdığını ifade etti. Son dönemde ciroda düşüşler yaşadıklarını kaydeden şirket avukatı, bundan dolayı davaya müdahil olarak katılmaların önemli olduğunu söyledi. Adanalı şirket, önümüzdeki günlerde iki önemli adım daha atma kararı aldı. İlk olarak İstanbul Ticaret Odası (İTO) bünyesinde faaliyetini sürdüren Tahkim, Hakem ve Uzlaştırma Heyeti'ne başvuruda bulunan firma, daha sonra da Burger King'in Türkiye temsilcisi Tab Gıda aleyhine tazminat davası açacak.

T&T Gıda avukatı Feridun Sayılgan ise yaşanan bu durumdan en büyük zararı kendilerinin gördüğünü, mağduriyetlerinin hâlâ giderilemediğini söyledi. Olayın ardından şirketlerinin iflasın eşiğine geldiğini belirten Sayılgan, sürecin hızlandırılmasının mağduriyetlerini azaltacağını kaydetti. Olayın kamuoyuna yansımasının ardından Gebze Cumhuriyet Savcılığı tarafından Fasdat Gıda Genel Müdürü Derviş Celalettin Aktay hakkında 'resmi belgede sahtecilik', Gebze Tarım İlçe Müdürlüğü çalışanları Nejla Filiz ve Mustafa Sözbir hakkında da Gebze Ağır Ceza Mahkemesi'nde kamu davası açılmıştı. Filiz ve Sözbir, Fasdat yetkililerinin, bakterili etleri imha ederken yanlarında olmadıklarını açıklamıştı. Bir sonraki duruşma 1 Kasım 2011 tarihinde yapılacak.

Bu arada Tarım Bakanlığı Teftiş Kurulu, savcılığın talebi üzerine önceki denetim raporlarındaki çelişkiler sebebiyle suçlanan üst düzey bakanlık personelleri hakkındaki raporunu tamamladı. Teftiş Kurulu Başkan Vekili Faruk Fıratoğlu imzası taşıyan raporda, Tarım Bakanlığı nezdinde Burger King'in tedarikçiliğini yapan Fasdat firmasının hiçbir şekilde korunmadığı kaydedildi. Raporda, herhangi bir kamu görevlisinin işlediği iddia olunan suç itibarıyla fiilin şahsileştirilmediği ve kamu görevlisinin isimlendirilmediği bilgisine yer verdi. Tarım Bakanlığı yetkililerinden herhangi birinin görevini kötüye kullandığına ilişkin yeterli kanıt elde edemedikleri belirtilen raporda, bu gerekçelerden dolayı bakanlık bünyesindeki merkez memurları hakkında soruşturmaya izin verilemeyeceği kaydedildi. 

http://www.retailnews.com.tr/sn/news/pt/full/lang/tr/catId/50/id/5116/seo/Burger_King_viruslu_et_davasi_kizisiyor