Haberler:

Hukuk Forumumuza Hoşgeldiniz

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#741


SEZAİ KALAYCI NEW YORK (CİHAN)

New York'taki 'İkiz kuleler'e yapılan saldırıyı planladığı gerekçesi ile ABD'nin uzun süredir peşinde olduğu El Kaide lideri Usame Bin Ladin öldürüldü. Olayı doğrulayan ABD Başkanı Barack Obama, konuyla ilgili yaptığı açıklamada, "Adalet yerini buldu" dedi.

Operasyon için kendisinin direkt olarak emir verdiğini ifade eden Obama, Beyaz Saray'da yaptığı açıklamada, "küçük bir özel ekibin" Ladin'i ölü ele geçirdiğini belirtti. Bugünün yalnızca Amerikalılar için değil, tüm insanlık için önemli bir tarih olduğunu söyleyen Obama, İslam ile savaşları olmadığını, Ladin ve El Kaide'nin Müslümanları da öldürdüğünü kaydetti.

11 Eylül saldırılarının Amerikalılar için ne kadar canlı ve de acı bir hatıra olduğunu anımsatan ABD Başkanı, ''Binlerce masum kadın, çocuk ve insanın ölümünden teröristler mesuldür. 11 Eylül 2001 saldırısı 3 bin Amerikan vatandaşının yaşamına mal oldu. Ancak bu trajedi Amerikalıları birbirine daha da sıkı bağladı. Bu olay, El Kaide ve onun başındaki Ladin tarafından düzenlendiğini biliyorduk" diye konuştu.

El Kaide'ye karşı savaştıklarını, bunu Amerikan halkının ve müttefiklerinin güvenliği için yaptıklarını belirten Obama, geçen 10 yıl süresinde terör ile mücadele eden herkese teşekkür etti. Obama, Ladin'i ele geçirmek için mücadeleler verdiklerine değinerek, ''Göreve geldiğimde CIA Direkötrü Leon Panetta'ya El Kaide'nin üst yönetimi ve Ladin'i ölü ya da diri ele geçirin diye talimat verdim. Uzun süre uğraşlardan sonra Ladin'in Pakistan'ın iç bölgelerinde saklandığını öğrendik. Nihayet geçen hafta elde ettiğimiz bilgilerle harekete geçebileceğimizi hesapladık Bugün benim direktifimle Amerika, El Kaide'ye karşı küçük özel bir kuvvetle Pakistan'ın sınır bölgesinde operasyona başladı. Özel kuvvetler ateş etti ve Ladin'i vurarak cesedini ele geçirdi'' şeklinde konuştu.

"İSLAM İLE BİR SAVAŞTA DEĞİLİZ"

Son 20 yıldır Ladin'in hem El Kaide'nin lideri hem de sembolü olduğuna işaret eden Obama, Amerikalılara ve müttefiklerine karşı terör saldırıları düzenlediğine işaret etti. Obama, savaşlarının terör ile olduğunu yineleyerek şöyle konuştu: ''Daha önce de, şimdi de Amerika İslam'a karşı bir savaş içinde değildir. Ben bu konuda açık konuştum. Başkan Bush' da 11 Eylül saldırılarından sonra ifade etti; mücadelemizin İslam'a karşı olmadığını. Usame Bin Ladin Müslümanların lideri değildi. O Müslümanların da katiliydi. Birçok İslam ülkelerinde El Kaide Müslümanları öldürmüştür Amerika'da da dahil.''

Obama, Pakistan'ın Ladin'in yerini öğrenmelerinde yardımcı olduğunu ifade ederek, El Kaide'nin Pakistan halkına karşı da terör eyleminde bulunduğunu söyledi. Pakistan Cumhurbaşkanı ile konuştuğunu ve onun da kendisi gibi bugünün çok önemli ve de anlamlı olduğu konusunda hemfikir olduğunu aktaran Obama, kendilerinden El Kaide ile mücadelelerinde desteklerini sürdürmelerini istedi.

Bu savaşı Amerika'nın tercih etmediğini belirten Obama, ''Savaşın ne bedeller ile yapıldığını biz biliyoruz'' diye konuştu. Değerlerinden ödün vermeden terör ile mücadelelerini sürdüreceklerini vurgulayan Obama, ''Bugün El Kaide'nin terörü sonucu hayatını kaybedenlerin yakınlarına seslenmek istiyorum. Adalet yerini bulmuştur'' dedi.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1128944&title=usame-bin-ladin-olduruldu


İşte Ladin'in öldürüldüğü ev:


Pakistan'da ABD askerlerinin operasyonu sonucunda öldürülen Üsame Bin Ladin'in kaldığı evin ilk görüntüsüyayınlandı. Ladin'i ele veren lüks evinde olmayan internet!

Cemal Demir'in haberi / New York

Yaklaşık 1 milyon dolar değerinde, kale gibi korunan bir eve özel bir birlik tarafından yapılan operasyonla ele geçirildiği belirtiliyor.

Lüks ve büyük bir evin hiçbir internet ve telefon bağlantısına sahip olmaması nedeniyle dikkati çektiği iddia ediliyor.

Evin ilk olarak 2010 yılı Kasım ayında tespit edilmiş. 2005 yılında inşa edilen evin yaklaşık 4 metre yüksekliğinde duvarlarla çevrili olduğu ve iki girişinin bulunduğu aktarılıyor. ABD birlikleri Abbadabad'ta iki kardeşe ait eve operasyon düzenlediğinde silahlı çatışma çıktığı ve Bin Ladin'in bu sırada öldürüldüğü kaydediliyor. Çatışmada bir sivil kadının da öldürüldüğü bilgisi veriliyor.

http://www.haber7.com/haber/20110502/Iste-Ladinin-olduruldugu-ev.php


ABD'de 'Bin Ladin öldü' sevinci


Cemal Demir'in haberi / New York

ABD Başkanı Barack Obama, terörist Üsame Bin Ladin'in Pakistan'da düzenlenen bir operasyonda ölü olarak ele geçirildiğini duyurdu. Obama, 'adalet yerini buldu' şeklinde konuştu. Beyaz Saray önüne toplanan yüzlerce ABD vatandaşı sevinç gösterileri yaptı.

Amerikan Başkanı Usame bin Ladin'in öldürüldüğünü açıkladığı Beyaz Saray'ın önünde binlerce Amerikalı sevinç gösterisi yapıyor.

Beyaz Saray önünde toplanan ve ''USA, USA'' diye bağıran göstericilerin bazıları Amerikan bayrakları salladı.

Öte yandan AA'nın haberinde yer alan ayrıntılara göre, 19 yaşındaki John Kelly adlı bir öğrenci, ''Hiç bu kadar mutlu olmamıştım. Bu o kadar uzun zamandır beklediğimiz bir şeydi ki'' dedi. Jon Garcia isimli bir başka öğrenci de, ''Adaletin yerini geldiğini düşünüyorum. 11 Eylül kurbanlarının aileleri için adalet yerini buldu. Bu Afganistan'daki görevimize bir anlam verdi'' diye konuştu.

http://www.haber7.com/haber/20110502/ABDde-Bin-Ladin-oldu-sevinci.php
#742



Çevik kuvvet polisleri için özel olarak üretilen teknolojik kasklar ilk kez kullanıldı.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün toplumsal olaylarda görev yapan çevik kuvvet ekipleri için aldığı özel teknolojik kasklar 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü'nde ilk kez kullanıldı.

Arama noktasının hemen yanında görevli bir çevik kuvvet polisi kaskındaki kamera ile giriş noktasını görüntüledi.

Kameraya bağlı cihaz sayesinde kaydedilen görüntüler anında polis merkezine ulaştırıldı.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1128603&title=polisler-teknolojik-kaski-ilk-kez-kullandi
#743
Bugün 27 Nisan muhtırasının dördüncü yıldönümü...

E-muhtıranın hemen ardından yazdığım "demokrasiye muhtıra" başlıklı yazımın başlangıç kısmı şöyleydi:

"Demokrasilerde...

Siyasal iktidar, siyaseten yanlış yaparsa oy kaybeder... Siyasal iktidar, suç işlerse yargı devreye girer... Sistemin kendi kendini koruma sürecinde askere yer yoktur...

Bu nedenle 'internet muhtırası' doğrudan demokrasiye bir müdahaledir. Üstelik de 'seçim sandığının' ortaya konmasına birkaç ay kalmışken...

İktidar hata yapıyorsa, bu yıl bitmeden bunun cevabını halktan alacak. Bu durumda, bu telaşın sebebi ne?

***

Demokrasiye müdahale, parlamentoya...

Seçilmişlere...

Siyasi partilere...

Teşkilatlara...

Ve seçmene müdahale sayılır.

***

Askeriye, sadece demokrasiye ve siyasal sisteme değil...

Yargıya da müdahale etmiştir.

Anayasa Mahkemesi'nin karar süreci şaibe altına girmiştir. Siyasal sistem kadar yargının da bu müdahaleye tavır alma gereği var.

***

Bugüne kadar darbeler uluslararası sistemin yeşil ışığı sonucu oldu. Önceki günkü, 'bizim istemediğimiz kişi cumhurbaşkanı olur ise darbe yaparız' girişimi meşruiyetten uzak olduğu gibi uluslararası destekten de yoksundur.

ABD, AB, uluslararası ve yerli sermaye, ekonomik yapı, büyük seçmen kitlesi bu girişime karşıdır.

Askeriye, devasa bir güce karşı hukuku zorlayan ve kendini de, ülkeyi de zor duruma düşüren gayrimeşru bir hareket içine girdi."

***

Aynı Turgut Özal döneminde olduğu gibi "Türkiye'nin çok değiştiğini" söylüyoruz...

Doğrusu bu tespit yanlış da değil...

Nitekim dün Balyoz Davası mahkemenin en önemli sanıkların arasında bulunan kuvvet komutanlarının sorgusuyla sürmekteydi... Ayrıca Ergenekon Davası da Türkiye için bir milattır...

Zirve Davası'nın, Güneydoğu'daki "ölüm kuyuları" sanıklarının yargılanmasının önemini de kimse inkâr etmemeli...

Ama...

Alınan yolu inkâr etmeden, "demokratikleşme sürecinin geri dönmeyecek bir şekilde kalıcı olması sağlanıyor mu" sorusunu da her daim sormalı...

Turgut Özal dönemini o nedenle anımsatıyorum, çünkü o zamanki kazanımlar da çok önemliydi ama 28 Şubat'a ve bugün yıldönümü olan 27 Nisan e-muhtırasına oralardan geri döndük...

***

Türkiye'deki demokratik kazanımlar ve demokratikleşme süreci, askeri vesayetin darbelerine maruz kalmayacağımız sağlıklı bir noktaya neden taşınamıyor? Çünkü sistem komple demokratikleştirilmiyor...

Tek parti zihniyeti ve onu iyice cilalayan 12 Eylül rejimi çöpe atılmıyor...

Siyaset kurumu işine geldiği kadarla yetiniyor ve Ankara ikliminde nabız tutarak iki ileri, bir geri, ağır aksak ve yavaş seyrediyor...

Bu nedenle de sürekli yol kazası yaşanıyor...

***

27 Nisan muhtırasının dördüncü yıldönümünde e-muhtıranın hala Genelkurmay web sitesinde durduğunu anımsatmak isterim...

Ayrıca...

"E-muhtırayı" yazan, Genelkurmay sitesine koyan, aynı zamanda Van Savcısı ve Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı'nı bizzat görevden aldırttığını ballandıra ballandıra anlatan askeri kişi de yargılanmadı.

***

Türkiye halkının büyük bir iştahla değişime oy verdiği referandum ertesinde de durum çok fark etmedi... Referandum sonrası 29 Ekim Resepsiyonu'na gitmeyi reddeden askerlerin son olarak da dün duruşması devam eden Balyoz Davası için bildiri yayınladıklarını anımsayın...

Neden "askeri vesayeti" konuşmayacağımız sağlıklı bir noktaya varamıyoruz?

Ankaralılaşma, "sistemi topyekûn dönüştürmeye" engel olduğu için... AB uyum yasaları çerçevesinde çıkarıldığı söylenmesine rağmen askeri teçhizatın yerinde denetlenmesine imkân tanımayan Sayıştay Yasası'nı, Omsbudman Yasası'nı, gene dünkü yazımda anımsattığım askeri yargıya ait anayasal değişikliği hayata geçirecek olan uyum yasasının ertelenmesini bir de bu kapsamda değerlendirin...

***

Sizce, 27 Nisan'ın dördüncü yıldönümünde e-muhtıranın Genelkurmay sitesinde durması ve bu metni yazarak oraya koyan, bunu da canlı yayında ikrar eden askeri yetkilinin yargılanmaması ne anlama geliyor?

Demokrasi için çok yol alındığı anlamına mı yoksa köklü sistem ve mevzuat reformlarını geciktirdikçe her an geri dönüşün mümkün olduğu anlamına mı?

http://www.stargazete.com/politika/yazar/mehmet-altan/27-nisan-bildirisi-hala-genelkurmay-sitesinde-duruyor-haber-347257.htm
#744
Ateist Kürtçüler, milletvekili adayı oluyorlar..
Maksat; milletvekili olmaktan ziyade, ortalığı nasıl karıştırırız planına endeksli.
Onun için de, adam gibi belgeleri toplayacaklarına, kaos çıkartacak eksiklikleri kasten yapıyorlar.
Mesela ne yapıyorlar?
Bir tanesi 1.5 yıl hapis cezasına çarptırılmış..
Daha sonra çıkarılan kanunla, o suçun cezası 6 aya inmiş!
Milletvekili olmak isteyen bir kişi, ne yapması gerekir?
"Benim eylemim, daha önce 1.5 yıl hapis cezasına çarptırılıyordu. Ve bu cezayı bana verdiniz. Ancak daha sonra çıkan kanunla, bu eylemin cezası 6 aya indi. Benim de cezamı, 6 aya indiriniz" demesi gerekir.
Savcıların da bunu re'sen yapması gerekir ama; savcı yapmayınca da, sanığın bu müracaatı yapıp, işini takip etmesi gerekir.
Bunun için büyük hukukçu olmaya gerek yok.
Bunun için büyük masraflar yapmaya, uzun dilekçeler yazmaya da gerek yok.
Üç satır yazıp verseniz; mahkeme, cezayı hemen 1.5 yıldan 6 aya indirecek.
Ama milletvekili olmak isteyen sanık, bu müracaatı yapmıyor.
Ceza 1.5 yıl olarak kalınca, milletvekili adayı olamazsınız.
Bu haliyle gidip, milletvekili olmaya müracaat ederseniz, YSK da reddeder adaylığınızı..
Hanımefendi üç satır dilekçe yazıp hukukî durumunu düzelteceğine, bunu yapmıyor. Adaylığı iptal edilince, gariban halkı döküyor sokağa. Onlarca insanımız yaralanıyor. Bazı vatandaşlarımız ölüyor.
Kimin yüzünden?
Üç satır dilekçe yazıp, "Kanun değişti, benim cezamı yeni kanuna göre verin" demeyen milletvekili adayı yüzünden.
Bir aday böyle de, diğerleri çok mu masum?
Onların da hiçbirisi, aldıkları mahkûmiyetlerin milletvekilliğini engellediğini görerek, bunu bertaraf edecek yeni kararları almamışlar.
Adeta, "Biz milletvekili olacağız. Eksik belge vereceğiz. O eksik belgeleri, siz kendiniz, ilgili yerden toplayın" demişler ve eksik belgelerle müracaatlarını yapmışlar.
"Ben, şu tarihli karar ile şu kadar ceza aldım. Bu cezamı yatıp, çıktım. Cezamı yatıp çıktığıma dair cezaevi yazısı ektedir. Cezamın infaz edildiğine, siyasi hakları kullanmama engel bir durumun olmadığına ilişkin derkenarın verilmesini, talep ederim" diye dilekçe yazıp, ilgili mahkemeden cevabı alacaklarına, bunu yapmamışlar..
YSK da, burunlarından kıl aldırtmayan bu adayların kaos çıkartma amaçlı tuzağını görüp, bir ara formül bulmamış. Adaylara, daha ilk müracaatları sırasında, eksiklikleri tespit edip, hemen ilgililere bildirmemiş, günler sonra incelemeye başlamış..
"İlgili mahkemelerden şu şekilde kararlar getirilirse, talepler yeniden incelenecektir" şeklinde, hukuki durumu izah eden bir not da koymaksızın, "adaylıkların iptali" kararını vermiş!
Vee, ortalık karışmış.
PKK terör örgütünün bile kenarda sessizce oturduğu bir dönemde, durduk yerde huzur bozulmuş.
Ve durduk yerde gariban insanların kimi ölüp, kimisi yaralandıktan sonra, eksik belge veren milletvekili adayları, gidip belgelerini tamamlamışlar.. Eksik belgelerini YSK'ya verince, dün YSK yeni kararı açıklamış: "Belgeleri getirenler şu şu adayların itirazlarının kabulüne!"
İyi de; "Kürt halkının hakları" için uğraş verdiklerini iddia eden milletvekili adayları, o belgeleri götürecek iseler, niye zamanında vermediler..
Vermediler de, bu kadar insanın zarar görmesine sebep oldular?
İki tane belgesini zamanında toplayıp, YSK'ya veremeyenlerin kusurlarını, niye gariban insanlar çektiler?
Ve şunu da belirtelim..
Kimse, bu olayda Kürt adaylara ayrımcılık uygulandığını ileri sürmesin.
Bu ülkede, "dindar insanlara uygulanan ayrımcılık", başka hiç kimseye uygulanmamıştır.
Erbakan'ın adaylığı reddedildi. İtiraz üzerine bu karardan vazgeçildi mi? Hayır.
Tayyip Erdoğan'ın adaylığı reddedildi. İtiraz üzerine o karar düzeltildi mi? Hayır.
Ama bakın, Kürtçülük istismarındakiler sözkonusu olunca, hemen iki günde itiraz kabul edildi.
Dolayısıyla; bu ülkede mağduriyetin adresi, hep dindarlardır.. Mağdurlar; Kürt dindarlardır, Türk dindarlardır, Laz dindarlardır. Ama mutlaka dindarlardır!

http://www.habervaktim.com/yazar/37010/bdp_adaylari_o_belgeleri_daha_once_niye_almadi_.html
#745
Bugün cuma...

Türkiye'nin her yerinde cuma namazları kılınacak. Fakat bir süredir birlik beraberlik sembolü olan bu namaz, Güneydoğu'da yeni bir fitneye araç yapılıyor.

Ortada çok tehlikeli bir senaryo var ve on binlerce dindar Kürt neye alet edildiğinin farkında değil.

Bugün bu projeyi irdeleyecektim.

Fakat YSK öyle bir basiretsizlik örneği sergiledi ki iki gündür her şey alt üst oldu. Neyse ki akşam saatlerinde bu hatalarından döndüler ve kriz şimdilik çözüldü.

Ama bu olay da gösterdi ki birileri Türkiye'nin sinir uçlarıyla oynamak için teyakkuzda.

Açıkçası bütün süreci başlatan ihbar mektubu, YSK'nın son dakika manevrası ve BDP'nin de bunu tepe tepe kullanma eğilimi 'önceden çalışılmış proje' izlenimi veriyor. Kaldı ki istihbarat kulislerinde somut bilgiler var.

Cuma ile ilgili projeye dönersek.

BDP yönetimi bir süredir 'devletin imamlarının arkasında namaz kılınmaz' diyerek camileri de bölme eğiliminde.

Konuya biraz yakından bakınca bu tercihin spontane gelişmediğini görebiliyoruz.

Sırasıyla özetlersek;

Öcalan, 28 Mart'ta kız kardeşi ile yaptığı görüşmede 'PKK'nın cuma namazlarına öncülük etmesi' talimatını verdi. Cuma namazı ise 'sivil itaatsizlik' kapsamında kurulan 'barış çadırları'nda kılınacaktı.

Bu radikal bir dönüşüm çünkü örgüt bugüne kadar Marksist bir çizgideydi. Ancak bir eksen kaymasının sinyalleri de geliyordu.

Zaten KCK'da dindar Kürtler'i kafalamak için 'Din Adamları Yardımlaşma Ve Dayanışma Derneği' kurmuştu.

'KCK İnanç Komitesi' ise 8 Nisan'da örgütün web sitesinden yaptığı açıklamada 'Bundan sonra Kürt halkının cuma namazlarını bu çadırlarda kılması gerekiyor' dedi.

KCK yapılanmasını bilenler bu ifadenin açık bir emir olduğunun farkındaydı. Aynı günlerde BDP lideri Demirtaş da "devletin imamlarının değil bizim imamlarımızın ardında saf tutulması gerekir" diyerek mesajı pekiştirdi.

Demokratik Özerklik gündemini toplumun her alanına yaymak isteyen BDP, cuma namazlarıyla da uzun yıllar soğuk baktığı dindar Kürtler'e el uzatmış oldu.

Oysa PKK Marksist-Leninist bir örgüt.

Uzun yıllar da dine uzak durdu. Ne zaman AK Parti bölgede varlık göstermeye başladı KCK Diyarbakır merkezli DİAY-DER'i kurdu.

Hatta DTK bünyesinde 6-7 Şubat 2010'da, Mardin'de inanç çalıştayı bile düzenlendi.

Öcalan'ın 'kişisel dönüşümü' ise dikkat çekici.

Mesela 'Din sorununa devrimci yaklaşım' kitabında hiç de yakışık olmayan ifadeler var. 'Oligarşik Cumhuriyet Gerçeği' isimli kitabında ise 'Kürtler Kürtlüğü terk ettikleri oranda İslamlaştılar (s12) ve benzeri ilginç tespitlere yer vermiş.

Öcalan 'Özgür Yaşamla Diyaloglar' isimli 2002 tarihli kitabında ise başka bir boyuta geçiyor. "Lise döneminde büyük felsefi bunalım yaşadım. Tanrı ile savaş verdim ve bu savaştan başarı ile çıktıktan sonra yarı Tanrı oldum" diyen Öcalan 1992'de Yalçın Küçük'e verdiği röportajda " PKK'nın çıkışıyla İslamiyet'i karşılaştırıyorum... Peygamber gibi konuşmak, peygamber gibi hitap etmek, nazarımda çok değerlidir. Kaldı ki peygamberce olmak niye kötü olsun!" diyor.

Öcalan'daki dönüşüm M. Ali Birand ile 1992'de yaptığı röportajda başka bir hal alıyor. Öcalan 'yurtdışına çıkışımı peygamberin Mekke'deki sıkışmış durumuna benzetirim" demiş.

AİHM'e verilmek üzere hazırlanan 'Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru" isimli savunmasında ise "Namaz genel anlamda bir tiyatro olarak kabul edilebilir" diye başlayan uzun 'çözümlemeler' yapıyor ve sonunda 'tüm ibadetler çağın ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi gerekir" (s234) diyor.

11 Eylül 2004'te Özgür Politika'daki yazısında Hz. İsa'ya da parantez açmış. "Doğuş, oluşum tarzım, sistemin içine giriş, muhaliflik ve yakalanış tarzım Hz. İsa öyküsüne öz ve biçim olarak yakın durmaktadır. PKK başlangıçta on iki kişi civarındaydı."

Görüldüğü gibi Öcalan'ın dinle ilişkisi dönemsel ve biraz da karışık.

BDP'de kafası karışık başkaları da var. Mesela BDP'li İbrahim Binici 26 Temmuz'da yaptığı açıklamada muhtelif yerlerde 'Kürt Kilisesi' kurmaktan bahsetmişti. Ayla Akat ise 'gönül isterdi ki bütün Kürtler Müslümanlığı bırakıp Hıristiyan olsun" mealli açıklamalarıyla hatırlanıyor.

Bu arada hatırlatalım, kurulduğu günden bu yana dine uzak duran, hatta örgüt içi eğitimlerde Öcalan'dan bir 'Tanrı gibi' bahseden PKK yöneticileri işlerine geldiğinde dini kullanmaktan çekinmiyorlar.

Şemdin Sakık'ın ifadelerinde köylüleri kandırmak için nasıl mevlit okuttukları bile vardı.

Fakat aynı PKK, 1992-1996 yılları arasında 41 din görevlisini şehit etmişti. Son olarak da bir Ramazan günü Hakkari'nin çok sevdiği imam Aziz Tan'ı şehit etmişlerdi.

Yani, bugüne kadar nabza göre şerbet veren Öcalan şimdilerde yine dine sarıldı.

Mısır'da başlayan ve diğer Ortadoğu ülkelerine yayılan halk gösterilerinde cuma namazının bir sembol olduğunu gören Öcalan şimdi Diyarbakır başta olmak üzere doğu illerinde PKK'nın imamlarına 'ayrı cuma kıldırın' talimatı veriyor.

Böylece hem dindar Kürtler'i AK Parti'den kopartacak hem de Mısır benzeri bir ayaklanma gerçekleşecekse şimdiden zemin hazırlanmış olacak.

Şimdi bugünkü namazda ayrı saf tutanlara sormak lazım.

Nasıl bir tuzağın içine çekildiğinizin farkında mısınız?

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/151712-ocalan-in-cuma-namazi-aski-nereden-cikti-makalesi.aspx
#746
GÜRKAN TUZLU - CİHAN

Ergenekon terör örgütünün talimatları doğrultusunda hazırlandığı ileri sürülen Ahmet Şık'ın 'İmamın Ordusu' isimli çalışmanın Doğan Yayıncılık'a da gönderildiği ortaya çıktı. Doğan Yayıncılık'ın görevlendirdiği okutmanın 'kitabın tarafsız olmadığı' yönünde rapor vermesi üzerine kitabın basılmadığı öğrenildi.

Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan Ahmet Şık'ın kitap taslağı ile ilgili polisin inceleme yaptığı İthaki Yayınevi'nin editörü Ahmet Öz, Cihan Haber Ajansı'nın sorularını cevapladı. Ahmet Şık'ın '40 Katır 40 Satır' isimli kitabını yayınladıkları için ilk görüştüğü yayınevinin kendileri olduğunu belirten Öz, Şık'ın peyderpey kitapla ilgili çalışmaları gönderdiğini aktardı. Bu süre içinde yayınevini taşıma telaşında olduklarını ve kitapla ilgilenemediğini söyleyen Ahmet Öz, "Ahmet'e 'Şu anda çok meşgulüm, mayısa kadar ilgilenmem zor gibi gözüküyor.' dedim. O da bunun üzerine Doğan Yayıncılık'ın da aralarında olduğu birçok yayıneviyle kitabı yayınlatmak için görüşmüş." diye konuştu. Doğan Yayın Holding'in kitabı incelemesi için gazeteci Haşim Akman'a gönderdiğini belirten Öz, "Doğan Yayıncılık ne dedi onu bilmiyorum. Bana kitapla ilgili gelen bir mailde Haşim Akman'ın raporu ve Ahmet Şık'ın ona itirazları da yer alıyordu. Haşim Akman, raporunda 'yazar bazı noktalarda tarafsız olamamış, yeniden incelenmesi için yazara iadesine' şeklinde ifadeler yer alıyordu." dedi. Ahmet Öz, tutuklama olayından sonra Ahmet Şık ile eşi Gonca Şık aracılığıyla görüştüğünü anlattı. Öz, "Gonca ile görüşmemizde bana bir kopya daha vermişlerdi. Doğan Yayıncılık'ın editörünün düzelttiği kopyayı."

TASLAK SİLİNMEDİ, KOPYASI ALINDI

Ahmet Öz, kitap nüshalarının polis tarafından silindiği iddialarının gerçeği yansıtmadığını söyledi. Öz, "Tebliğde 'Varsa basılı nüshalarının alınması' gibi bir ifade yer alıyor. 'Mailimde var' dedim açtım ve bilgisayardan gösterdim. Printer olmadığı için çıktısını alamadık. Ortak bir karar ile taslak bir CD'ye kaydedildi ve zarfa konularak mühürlendi. 'Polis geldi, kitabı sildi gitti.' diye bir şey yok." diye konuştu.

Doğan Yayıncılık Yayın Yönetmeni Deniz Yüce Başarır da, Ahmet Öz'ün kitap taslağıyla ilgili sözlerini doğruladı. Şık'ın kitap taslağının kendilerine 28 Ocak 2011'de ulaştığını, kendilerine dışarıdan çalışan bir okutmanın kitabı okuyarak incelediğini söyledi. Rapor olumsuz geldiği için yayın kurulunun kitabı baskıya uygun bulmadığını dile getirdi.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1120363&title=dogan-yayincilik-imamin-ordusunu-iade-etmis-yazar-tarafli-davranmis
#747


BDP'den "imama itaatsizlik" eylemi

Güneydoğu'da BDP'nin 'devletin imamının arkasında namaz kılmayın' çağrısına uyanlar namazı meydanlarda kıldı. Cuma namazı kılma eyleminden sonra, olaylar çıktı.

DİYARBAKIR'DA OLAYLAR ÇIKTI

Diyarbakır'da, BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın açıklamalarının ardından bir grup vatandaş, cuma namazını meydanda kıldı. cuma namazı kılma eyleminden sonra, olaylar çıktı. Polis göstericileri biber gazı, tazyikli su ve jop kullanarak dağıtmaya çalıştı. Bir vatandaş kendini Toplumsal Olaylara Müdahale Aracı'nın (TOMA) önüne attı.

Diyarbakır merkez Sur ilçesi Dağkapı mevkiinde bulunan Selahattini Eyyubi Çarşısı üzerindeki alanı dolduran kalabalık, burada cuma namazını kıldı.

BDP Eş Genel Başkanı Demirtaş'ın, "İmamın ve dinin terörle mücadele gibi bir görevi olamayacağını, devletin bu misyonla gönderdiği imamların Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), cemaat ve tek millet propagandası yaptıklarını, bu nedenlerle amacı ibadet olmayan, siyasi bir görev verilmiş imamların arkasında saf tutulmasın diyorum" şeklindeki açıklamalarının ardından meydanda toplanan bir grup burada cuma namazı kıldı.

Polisin geniş güvenlik önlemleri aldığı alanda xuma namazı kılındıktan sonra, Barış Anneleri açıklama düzenledi. Açıklama, Barış Anneleri adına Sultan Kaya tarafından Kürtçe okundu. Sultan Kaya, Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın, yok sayarak, imha ederek, öldürerek başa gelemeyeceğini söyledi. Başbakan'ın 'Neden dışarıda namaz kılıyorlar, camide kılsınlar' açıklamasını aktaran Kaya, kendilerinin de 'Nerede namaz kılarsak orası bizim ibadet yerimizdir' açıklamasında bulundu. Sultan Kaya, "Bugün Tayip Erdoğan'ın bizim çocuklarımızı öldürüp yakıyor. Hiçbir din adalet kanun bunu kabul etmez, AK Parti'nin dini Müslümanlık dini değildir. Siyaset dinidir. Hepimiz biliyoruz, biz bugün burada bu vatan için, anneler ağlıyor, annelerin ciğeri yanıyor. Barış için bir adım atılsın. Bu gün Diyarbakır'ın Mısır'dan, Tunus'tan geri değildir. Bütün alanlardayız. Tayip Erdoğan gözünü açsın, bu topluluk var olmalarından başka bir şey istemiyor. Onlarda dünya gibi kendi kültürünü, özgürlüğünü tanınmasını istiyor. Bizim isteğimiz, Tayip Erdoğan annelerin sesini duymuyor. Biz özgürlüğün davasını yapıyoruz. Bizim özgürlüğümüz tülbentlerimizle tanınır. Bizi tanımıyor. Biz de bugün tülbentlerimizi yere atıp yakıyoruz Tayip Erdoğan'a karşı" şeklinde konuştu.

Barış Annelerinin açıklamalarının ardından bir grup meydana çadır taşımak isteyince olaylar çıktı. Polis alana çadır taşınmasına izin vermedi. Dağılmayan gruba polis biber gazı, tazyikli su ve joplarla müdahale etti. Aniden bastıran dolu yağışı olayları yatıştırdı.

Polis ve vatandaşlar alanda beklemeye devam ediyor.

VAN'DA YAĞMUR ALTINDA KÜRTÇE HUTBE

Van'da, BDP tarafından kurulan Demokratik Çözüm Çadırı önünde toplanan kalabalık, Kürtçe okunan hutbenin ardından yağmur altında cuma namazı kıldı.

BDP tarafından Ahmet-i Hanı Parkı'nda kurulan çadırın önünde toplanan kalabalık, etkili olan sağanak yağışa aldırmadan ıslak zemine serdikleri kartonların üzerinde cuma saatini beklemeye başladı. Emekli imam Abdulmecit Kıyat'ın Kürtçe verdiği vaazı dinleyen kalabalıktan bazıları devam eden sağanak yağıştan etkilenmemek için şemsiye açarken, bazıları ise başlarını gazete parçalarıyla örttüler. Vaaz verildiği esnada mikrofonu eline alan bir kişinin, çadırda bulunan kalabalığa seslenerek, 'Arkadaşlar dışarı çıkın ki Erdoğan bizi görsün' sözleri üzerine cemaatte bazı kişilerin alkış tutmasına tepki gösteren İmam Kıyat, "Bugün el çalma günü değil ve burası da el çalma yeri değildir. Allah'ın huzurundayız. Dua edelim" dedi.

Okunan ezanın ardından cuma hutbesini Arapça okuyan imam Kıyat, daha sonra Kürtçe anlamını cemaat anlattı. Kıyat'ın kıldırdığı namazın ardından cemaat sessiz bir şekilde dağıldı.

SİLOPİ'DE ÇÖZÜM ÇADIRINDA CUMA NAMAZI KILINDI

BDP Silopi ilçe binası önünde kurulan Demokratik Çözüm Çadırı'nda Cuma namazı, Kürtçe hutbe ve vaaz ile kılındı.

BDP İlçe Başkanı Bahattin Alkış, Belediye Başkanı Emin Toğurlu, BDP yöneticileri, MEYA-DER, KURDİ-DER üyelerinin de aralarında çok sayıda vatandaş yağmura rağmen Cuma namazına katıldı. Yağan yağmurun altında namaza duran bazı vatandaşların kafalarına naylon poşet geçirmeleri dikkat çekti.

Yerlere naylon, karton ve battaniyeleri sererek secdeye duran vatandaşlar çadır önünde Cuma namazı kıldı. Hutbeyi Kürtçe okuyan okuyan imam, "Allah kavimleri farklı din ve renklerde yaratmıştır. Herkes bu farklılığa saygı gösterilmelidir" diye konuştu.

BATMAN'DA 'SİVİL İTAATSİZLİK' CUMASI

Batman'da BDP'nin 'sivil itaatsizlik' eylemi çerçevesinde cami yerine 'Demokratik Çözüm Çadırı' çevresinde cuma namazı kılındı.

BDP'nin Batman Belediyesi bahçesinde 'sivil itaatsizlik' eylemi kapsamında kurduğu 'Demokratik Çözüm Çadırı önünde Cuma namazı kılındı. Belediye araçları ile çadıra gelen onlarca kişi daha sonra 'sivil itaatsizlik' eylemleri çerçevesinde camilere gitmeyerek Cuma namazı kıldı.

Sivil imam eşliğinde kılınan namazda, imam Kürtçe hutbe okudu. Namaz kılmaya gelen onlarca kişi beraberlerinde getirdikleri seccadeleri yere sererek Cuma namazlarını kıldı. Namaz sonrası toplanan kalabalık daha sonra sessiz bir şekilde dağıldılar.

İHA
http://www.haber7.com/haber/20110408/BDPden-imama-itaatsizlik-eylemi.php/
#748
Şöyle yazmış bir gazeteci: "Şu AKP'ye hâlâ oy verenlere şaşmaktayım..." Belki de farkında olmadan muazzam bir gerçekliğin tepesinde tepinmenin itirafı gibi bir cümle bu. O gazeteci arkadaş emin olsun ki, önyargılarını, ideolojik idrak felcini yenmeden meselelere bakmayı öğrenmedikçe ömrünün sonuna kadar şaşmaya devam edecek...

Şaşkınların ürettiği gündelik paranoyalarla ister patinaj deyin, ister hava burgacına (TDK türbülans kelimesine karşılık bunu kullanmamızı salık veriyor) girip yerinden bir milim oynamayan bir ülkeye çevrilmek isteniyor Türkiye. Yanlış anlaşılmasın, bu düşünceyi anlıyorum hak vermesem de...

Şaşırmakta haklı, zira kendi toplumlarına yıllardan beri şaşı baktıklarını kabul dahi etmiyor bu zihniyet. Lakin artık bu şaşılığa prim verme devri çoktan kapandı. Mesele bu nedenle de azımsanmayacak boyutta mizah içeriyor.

Malum bir aydan beri İmamın Ordusu isimli bir kitap dolayısıyla bir 'özgürlük rüzgârı' estirmeye çabaladı aynı tayfa. Oysa tarihin henüz tozlanmamış rafları bile, ağızları bantlı protesto yürüyüşüne katılanların, dün hangi cunta harekâtına gönüllü payandalık yaptıklarını çok iyi hatırlatıyor.

Ahmet Şık kitabı tutmayınca cevap şıkkının bulanıklığına sığınmayı denediler bu kez. Yine tutmadı, üstelik beklediklerinden çok kısa sürdü bu illüzyonun da bozulması.

"Ahmet Şık kitabı tutmadı cevap şıkkı verelim!" kampanyası da çok erken patladı, yalan oldu. Esasen genel amaç belliydi, oluşturulacak soru işaretinin çengelini genel seçimlere kadar uzatabilselerdi, sonucu mutlak yenilgi olan seçimi de aynı şüphe bulamacına daldırabilmeyi deneyeceklerdi.

Oysa Türk siyasî tarihi gösteriyor ki, bu ülkedeki tek şaibeli seçim CHP'nin organize ettiği 1946 tarihli seçimdir. 'Açık oy gizli tasnif' yöntemi ancak bir dönem daha iktidarda tutmayı başarabilmiştir CHP'yi, sonrasında hep hüsran yaşamışlar ne yazık ki! Çünkü halkı anlamayı denemek bir yana suçlamayı, en azından gazeteci arkadaşın yaptığı gibi şaşırmayı tercih etmişlerdir. Bakınız bir önceki genel seçim sonrası CHP'nin hazırladığı, 'Seçimi niye kaybettik?' içerikli rapor. Bir siyasi parti, kaybettiği seçim sonrasında kendi kusurlarını ortaya çıkaran rapora, 'Bu millet adam olmaz' ana fikri yerleştiriyorsa, bu şaşkınlık sonsuza kadar sürer.

Resul Tosun'un enfes tespitiyle, eskinin irtica/mürteci kavramı yerine şimdilerde 'cemaat' kelimesini ikame etmeye çabalıyorlar. Eskiden hoşlarına gitmeyen, kendileri gibi düşünmeyen, bu toprakların değerlerine sahip olan herkes mürteci, her şey irtica idi. Şimdi ise bir özne kayması gerçekleştirdiler ve cemaatçi ve cemaat aldı yerini. Bazıları samimi olarak buna inanırken, kimileri ise çevrilen pis oyunları setretmenin fırsatı olarak kullanmayı deniyor.

En son 'şifre' tiyatrosunun da nedeni bu. Biri kere ÖSYM başkanının bıyığı yeterince şüphe uyandıracak bir delil bu kesim için. Hatırlayınız birkaç gün içinde olan biteni; önce bir şifre iddiası geldi, şimdi kimse ondan bahsetmiyor, 'falanca da şifre bulmuş en az 30 net kesin' haberleri havada uçuşuyor. Şöyle bir haber çıksa şaşmayız; "bizim mahalle bakkalı da bir şifre buldu, veresiye defterini ters çevirin yukarıdan aşağı işaretleyince en az 40 net kesin!"

Durun sevabına yardımcı olayım bu zihniyetin değerli beyinlerine.

Evet, bir şifre var bu işlerde. Seçim kazanmanın da, eğitimde başarılı olmanın da, özgüvenin de bir şifresi var. Öyle bir şifre ki, Kılıçdaroğlu'nun bile zaman zaman etrafından (çoğu zaman teğet) geçtiği bir şifre. Üstelik gizli kapaklı da değil. Neredeyse her Anadolu insanının ezbere bildiği bir şifre bu. Samimiyet ve çalışkanlık. Kendi kimliğinden ve değerlerinden utanmamak. Bu şifreyi bilmeyince şaşıp kalınıyor ne yazık ki.

NOT: Ruşen Çakır ile görüşme yaptık. Nedim Şener ile isminin yan yana anılmasından duyduğu rahatsızlığı ifade etti ve 'Ben kimseden word dokümanı almadım, kitaptan yazdım.' dedi. Öyle bir algı oluşturmak gibi amacım olmamıştı zaten, yanlış anlaşıldıysam düzeltirim.

n.hazar@zaman.com.tr 
http://twitter.com/nedimhazar 
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1118234&title=sifre
#749
Ne zaman Fethi Paşa Korusu'na gitsem, başörtülü genç kızlar, yanlarındaki yeni yetme oğlanlarla laubali biçimde fingirdeşiyorlar. Bakıyorum, karşımdan bir bayan geliyor. O da ne? Başını örtmüş, gerisi açıkta. Gülmek geliyor içimden, fakat üzüntü ağır basıyor. Şu başörtüsü işi böylesine sulandırılmamalıydı. Bir şey maksadından soyutlanarak algılanırsa olacağı budur. Bunda en büyük suç, tesettürü kadının kişiliğini öne çıkaran bir onur değil de erkeği kadından koruyan bir emir olarak algılayan geleneğimizin ve geleneksel kafalarındır. Önce mütearifeler:

1. Din insan içindir.

2. Dolayısıyla, tüm dini emir ve yasaklar ALLAH'ın değil, insanın çıkarı içindir.

3. İşte bu yüzden, tüm dini emir ve yasaklar uygulanırken, onu uygulayan insanın bundan elde ettiği çıkarı iyi bilmesi gerekir. Bu çıkarı bilerek emre uymak, insanı "tatmin eder" ve imanı "sorumluluk bilincine" dönüştürür.

4. Bunun için de ilahi mesajı ve buyrukları maksadını gözeterek okumak şarttır. Çünkü ALLAH amaçsız düzenleme yapmaz, hikmetsiz iş buyurmaz.

Peki tesettür emrinin maksadı nedir?

Bu sorunun cevabını verebilmek için tesettürü emreden ayet olan Ahzab 59. ayetin devamındaki "onların tanınmaları için en uygun olun budur" ibaresi üzerinde yoğunlaşmak şart. Burada altı çizilen kadın kimliğinin hicab yönü ilk saldırıya uğrayan noktadır. Aslında "hicab" sorunun anahtar kavramı. Hicabı "baş örtüsüne" indirgemek yanlış bir kere. Bizde böyle bir şey var. Hatta hicabı baş değil beden örtüsüne indirgemek. Kur'an'ın yaklaşımına kıyasla yanlış bir anlamadır. Çünkü Kur'an takva örtüsünü ön plana çıkarıyor. "Takva elbisesi, işte budur en önemlisi!" (7.26) Yani, bedenin tesettürü takva örtüsünden, yüreğin ve zihnin tesettüründen ayrı değerlendirilmemelidir. Hicab; kimlik ve kişiliği öne çıkarmak için. Öncelikle, Kur'an'ın böyle bir bütüncül bakış açısı olduğunu görmekteyiz. Bedenin tesettürünü, zihnin ve kalbin tesettüründen ayrı düşündüğümüz zaman Kur'an'ın bütüncül bakış açısını parçalamış oluruz. Ahzab 59'da geçen 'li yu'rafne' (tanınmaları için), bu tek kelime, Arap dilinde, kendi içinde tamamlanmış bir cümledir. Bu tanınmaları için bir gerekçedir. Yani 'Bu emri niçin verdin Ya Rabbi?' diyene bir cevaptır. Cevapta iki gerekçe var, iffetli olarak kalmaları ve tanınmaları için. Ama asıl vurgu yapılması gereken kavram, bu 'tanınmak' kavramıdır, "li yu'rafne." Bu kavramın kök kelimesi 'arafe'dir. 'Arafe' anlam alanı ile düşündüğümüzde "maruf, arif, tarif, marifet" kavramları karşımıza çıkar. Bu hem bir bilince tekabül eder, hem de bir kimliğe tekabül eder. Dolayısıyla buradaki tanınmak sıradan bir "görünce ayrımsamak, fark etmek" değildir. Buradaki tanınmak, çok daha derin ve kendi bağlamı içerisinde sıradan basit bir ayrımsama, ayırdetmeden öte bir kimlik, bir kişilik, bir bilinç, bir şahsiyet vurgusudur. Dolayısıyla bu ayet ve tesettürle ilgili diğer ayetlerdeki örtünme emrinin temelini kadının kişiliğini şeffaflaştırmak için bedenini örtmek teşkil eder. Kadının kişiliğini şeffaflaştırmak için tanınmak anlamı sıkıştırılmış (zipli) bir ifadedir ki, zaten Kur'an'ın dili sıkıştırılmış bir dildir. İcaz buna denir, Kur'an'ın icazını çözdüğümüzde doğal ve zorunlu biçimde o sıkıştırılmış ifadenin bize daha farklı bir kelime grubu ile yansıması şarttır. Yani aradaki boşlukları doldurmamız gerekir. Onun için "li yu'rafne" ibaresini açarak anlamaya çalışırsak, bu tamamen "kişiliğini şeffaflaştırmak için bedenini örtmek" anlamına gelir.

"Kişilik"le "dişilik" arasında kadın.

Bu, tarihte kadına yapılmış en büyük ikramdır. İnsanların önüne çıkaracak bir erdemi, bir kimliği, bir kişiliği bulunmayan bir kadın ille de farkedilmek istiyorsa, insanlara "dişiliğini" gösterecektir; kişiliği yerine dişiliğini. Yani tesettürü emreden Kur'an'ın kadına verdiği açık mesaj şudur: Dişiliğinizle kendinizi görünür kılmak yerine kişiliğinizle/şahsiyetinizle erkek egemen dünyada hak ettiğiniz saygın yeri alın. Onun için tesettür, kadının insan kimliğini teninin önüne koymak demektir.

Tesettür emri, ancak bu yaklaşımla doğru anlaşılabilir. Tesettüre karşı çıkanlar, bilerek veya bilmeyerek kadını kimliksiz ve kişiliksiz yapmak isteyenler, onun teninden haksız kazanç sağlamak isteyen, onu metalaştıran, onu hep edilgen ve zevkine hitap eden bir nesne olarak görmek isteyenlerdir. Neden böyle isterler? Dikkat ederseniz, kadını kimliksiz ve kişiliksiz görmek isteyenlerin hemen hemen tamamına yakını nefsine kul olmuş erkeklerdir. Neden? Çünkü kimliksiz bir kadının bedenini, estetiğini daha çabuk istismar edebilirler, örseleyebilirler, ondan yararlanabilirler. O sebeple kadının örtüsüne yönelik her düşmanlık, farkında olunsun ya da olunmasın, aslında kadının bedenini istismara açmak isteğinden başka bir şey değildir.

Sonuç: Modern kadın, dişiliği erkekler tarafından tepe tepe sömürülmek amacıyla kişiliği yok edilen kadındır. Eğer Müslüman kadın, tesettürü kişiliğin öne çıkarılması için dişiliğin örtülmesi olarak görmeyip, onu dişiliğini öne çıkarmanın bir aracı kılıyorsa, o tesettür tesettür değildir. Ona "örtülü çıplak" derler.

Siz kendi değerlerinizi dalgaya alıyorsanız, sizi kim ciddiye alır?

http://www.mustafaislamoglu.com/yazidetay.php?Yazi_id=68&yazar=2
#750
Şu Genç Siviller alem çocuklar. Ne "çocuk" dediğime ne de isimlerinin "genç" olduğuna bakmayın. Nice erişkinin yüreklice yapamadığı eleştiriyi, oluşturamadığı kamuoyunu onlar "eğlenceli bir eylem" ile yapıveriyorlar.

-Hiç bir kurum ile bir alıp veremediğimiz şahsi bir şey yok, diyorlar ama İstanbul Barosu'nun onlarla ciddi bir sorunu olduğunu da kabul ediyorlar.

Hikâyeleri uzun, biz 3 madde halinde özetleyelim.

Varan 1:

Her şey 18 Kasım 2009 tarihinde Baro'nun yaptığı "Yargıya Sahip Çık" yürüyüşü esnasında Taksim Meydanı'nda bir otel odası kiralayan Genç Siviller'in camdan  bir pankart sallandırması ile başladı. Pankartta şunlar yazılıydı: DARBECİ BARO ! TAKSİM' E HOŞGELDİN.

Onlarca kamera ve koca bir basın ordusunun gözünün önünde yapılan böylesi bir eylem haliyle küçük bir kıyamet kopardı. Taksim Meydanı'ndaki avukatlar oteli basıp ilgili odaya çıkmak istediler, polis engel oldu, eylemci Genç Siviller zor da olsa kaçıp kurtuldular. Pankart çok ses getirdi. Uzun zamandır darbe şakşakçılığı yaptığı yönünde ciddi eleştirilen alan, Ergenekon davasını sulandırmakla suçlanan İstanbul Barosu'na kimse böyle bir posta koymamıştı. İnanması zor ama sanki o günün sonunda yılların İstanbul Barosu gitmiş, yerine Darbeci Baro gelmişti.  (Buyrun Google'a Darbeci yazın, bakın bir milyonu aşkın sonuç çıkacaktır, ilk 3 te çıkan aynı isim: İstanbul Barosu)

Varan 2:

13 Nisan 2010 da İstanbul Barosu bir ödül töreni düzenledi. Ödül, Mahmut Esat Bozkurt Hukuk Ödülü adıyla her yıl veriliyordu ve 2010 yılında ödüle Kadir Özbek layık görülmüştü. Eh Mahmut Esat Bozkurt "Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır, Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı" sözlerinden ötürü malum, Kadir Özbek ise –Genç Siviller'in tabiri ile- 28 Şubat sürecinde TSK tarafından verilen brifinglere koşa koşa gitmiş olan HSYK Başkanvekili sıfatıyla daha da malum. Hal böyleyken Genç Siviller bu samimi hediyeleşmeye bir çelenkle destek olmak istedi.

Göndermeden önce eylemin mimarı Genç Siviller içindeki otonom Sacit Kayasu Müfrezesi, çelengin önünde Turist Ömer selamı çakarak bir fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmedi. Çelengin üzerinde

"Carl Schmitt - Nurnberg Barosu"

yazılıydı. Carl Schmitt' in demokrasiyi meşru bir yönetim şekli olarak görmeyip diktatörlüğü savunan ünlü bir hukukçu, Nazi rejiminin ve Faşizm'in ideologu olduğundan habersiz baro görevlileri çelengi yurtdışından gelmiş zannederek başköşeye koydular. Bu eylem İstanbul Barosu için ikinci kıyametti.

Bu arada İstanbul Barosu, Zaman Gazetesi'ni 29.12.2010 tarihinde yaptığı "Darbeci Baro'dan Balyoz'a Tam Destek" başlığını taşıyan haberden ötürü dava etti ve 25 bin TL'lık tazminat talep etti. Kendi doğalgaz sayacı ödenememiş borcundan ötürü mühürlü olan Genç Siviller de böyle bir ceza ve mahkumiyet durumunda ödeme yapacak paraları olmadığı için Darbeci Baro ifadesini kullanmadan, uslanmadıklarını (!) düşündükleri İstanbul Barosu için yeni bir eylem planladılar.

Varan 3:

22 Mart 2011 tarihinde "DEMOKRASİ,HUKUK DEVLETİ ve ÖZGÜRLÜKLER İÇİN: ARTIK YETER" konulu eylem ile Tünel Meydanı'ndan yürümeye başlayan İstanbul Barosu'na mensup avukatları İstiklal Caddesi'nin diğer ucunda Genç Siviller bekliyordu. Yine zar zor denkleştirilmiş parayla tutulan bir otel odası, yine içeriye gizlice sokulmuş bir pankart. Ama bu kez Darbeci Baro'yu kullanmak istemiyorlardı. Ve tam basın açıklamasının yapıldığı dakikalarda otelin camı açılıp pankart sallandırılıyor:

ANLARSIN YA BARO !

Eylemi yapan Genç Siviller bu sefer kaçamıyorlar ve odalarını basan avukatlarca (İstanbul Barosu'na göre Baro üyesi olmayan kişilerce) darp ediliyorlar. Bu artık İstanbul Barosu'nun sadece üçüncü değil, kızılca kıyameti.

Ee şimdi baronun yaptığı yürüyüşün adı: Demokrasi, Hukuk Devleti ve Özgürlükler için: Artık Yeter. Fiziki bir saldırı olarak kabul edilen yumurta eylemlerine

"-hoşgörü ve demokrasi penceresinden bakılması lazım, ne de olsa genç üniversiteli delikanlılar"
beyanatları ile destek verenlerin, karakollara yansıyan bu genç, delikanlı, üniversitelilerin darp edilmesi hadisesini neyle açıklayacaklarını çok merak ediyorum doğrusu.

Yürüyüşün adında geçen Demokrasi ile açıklanabilir mi ? Açıklanmaz.

Hukuk Devleti ile? Mümkün değil. 

Özgürlükler ile? Asla.

Artık Yeter? Evet evet bununla açıklanabilir.

Genç Siviller eğlenceli çocuklar. Eylemlerine zeka bulaştırmakta mahirler. Belki uğraştıkları kurumlar da yapılan eylemlerden bir ders çıkararak, aldıkları tedbirlere biraz eğlence bulaştırmayı deneyebilirler. Ben de Genç Siviller'e o takdirde İstanbul Barosu'nun yeni yürüyüşüne yine bir pankartla destek olmalarını öğütleyebilirim:

SİVİL BARO, TAKSİME HOŞ GELDİN!

Dr. Hamid Aydın - Haber 7
hamidaydin@gmail.com
http://www.haber7.com/haber/20110404/Genc-Siviller-Istanbul-Barosuna-karsi.php
#751
Çağdışı sayılmaktan korkmadan, kınayanların kınamasına aldırış etmeden söylüyorum. Bir cana kıymanın karşılığı canlı kalmak olmamalı. Bir insan bir insanı kasten, bilerek, isteyerek, planlayarak öldürmüşse, verilmiş bir "ölüm cezası" vardır zaten. Üstelik bu ceza, kendince suçlayan, keyfince yargılayan biri tarafından, dilediği vakitte ve dilediği biçimde infaz edilmiştir. Öldürenin öldürülmesine karşı çıkan kafa, öldürülene uygulanan –yargısız, haksız ve keyfî-"ölüm cezası"nı onaylıyor demektir. Dileyen dilediğini hunharca bir cinayetle idam ederken, idam edene en baştan hayatta kalma teminatı veriyoruz. Bu arada, öldürmeye yeltenen de öldürülebilirdi öldüreceği kişi tarafından. Bu defa da öldürmek isteyenin öldürülmesine ses etmeyecektik. Demek ki fırsatçı ve pragmatik bir yaklaşımla adalet terazimizi "hayatta kalan"dan yana ağdırıyoruz. "Kalan sağlar bizim" oluyor. Buna adalet diyemeyiz. Adalet diyemediğimizi ise hayatla bağdaştıramayız. Bunun adı zulümdür ve zulümde ölüm vardır. Hayat ancak adaletle mümkündür.

İdam cezasının ucunda ölüm var diye kendine yediremeyenlerin bilmesi gerek ki, idam cezası karşıtlığının ucunda da keyfi ölümler, kaba infazlar, acımasız soykırımlar vardır. İdam cezası için "yanlış karar verilirse, geri dönüşü yok..." diyenlere de sormak gerek: "Apaçık yanlış kararla geri dönüşsüz biçimde öldürülen maktule merhametiniz nerede?"

"Ölen öldü, geri dönüşü yok nasılsa, bari bir ölüm daha olmasın..." muhakemesi de ilk bakışta pek insaftan yana görünüyor. Ancak "bari bir ölüm daha olmasın..." temennisi, öldüreni bir daha öldüremeyecek şekilde müebbet hapsetseniz bile, yeni öldürenler ortaya çıkarıyor. Çünkü görünüşte insaflı muhakememiz bir başkasının aklında şöyle tekrarlanıyor: "Nasılsa öldürdüğümü öldürdükten sonra her şartta hayatta kalacağım, ölecek ölsün." Böylece "bir ölüm daha olmasın" derken yeni ölümler çağırırız.

Tüm bunları, "ölüm cezası, cinayetlere karşı caydırıcıdır" hükmüne gerekçe bulmak için söylüyor değilim. Sadece, ceza olarak adam öldürmeyi çirkin bulanların tutarsızlığını ortaya koymak istedim.

Ölüm cezasının varlığının cinayetlere karşı caydırıcı olup olmadığı bir başka konudur.  Söz hakkı toplumbilimcilerindir.

Söz caydırıcılığa geldiğinde, öldürmeden yaşamaktan söz ediyoruz. Bir canın dokunulmazlığını hayat tarzı haline getirmekten söz ediyoruz. İşte burası hepimizi hemen şimdi ilgilendirir. Bence ölüm de hayat da burada saklıdır. Çünkü insan öldürme konusundaki kavrayışımız kolektif bir çaba gerektirir. Ceza kanunlarına odaklanırken, bu sırrı kaçırmış olabiliriz.

İnsan aklını ayağa kaldıran, hayata hayat katan vahiy der ki, "Kısasta sizin için hayat vardır." [Bakınız: Bakara, 179] 'Kısas'ı "adil karşılık" ve "cezada denklik" olarak açarsak, içine ölüm cezası da girer. Öyleyse "Ölüm cezasında sizin için hayat vardır" diye bir anlam şubesi de vardır ayetin.

"Ölümde sizin için hayat var."

Nasıl yani?

Üzerinde düşünmeye değmez mi?

İdam cezası dönse mi dönmese mi tartışması, vahyin bir "hayat sırrı"nı çözmeye vesile olsa diyorum. Yoksa zaman geçer de unutur gider, nasipsiz kalırız. (Şahsen, içinde "hayat" geçen ayetleri daha bir heyecanla karşılarım. "Hayat var"sa, ben de orada olmalıyım. O hayat sırrını ıskalamamalıyım.)

Vahiy, öldürenin ölümü hak edip etmemesinden önce, öldürenin öldürmeyi hakkı görüp görmemesiyle ilgilenir. Cinayetin sonrasına değil, cinayet öncesine müdahil olur. Hayata "dokunmama sorumluluğu" inşa eder. Bir insana kıymak, bütün bir insanlığa kıymak gibidir. Kıyılan canın bir olmasıyla bin olması fark etmez. Hatta "canına kastedilen"in canlı olması bile gerekmez. İcabında taş da dokunulmazdır. Gerektiğinde dal bile koparılmazdır.

Vahiy, insanı herkese ve her şeye bir canlı olarak muhatap olacak bir diriliğe çağırır. İnsanın kalıbıyla yaptığı eyleme kalbini de dahil eder. "Ölüm cezası alırsam..." korkusuyla öldür(e)meyen bir insan, "katil" olmaktan kurtulmaz. Zoraki masum kalır. Öldürmek istemediği için değil, öldüremediği için öldürmez. Korkudan dolayı öldüremeyen değil, saygısından ötürü öldürmeyen bir insanı irade eder vahiy. Hayata saygısı olmadığı için öldüren biri, öldürdüğü için öldürülürse, ölüm cezasını "intikam" olarak algılar. Zorla öldürülür; misilleme kurbanı olur. Asıl masumiyet, insanın öldürmeme sorumluluğunu bile isteye üstlenmesidir. Çünkü insan her eylemine "bile isteye" katılacak bir kalbe sahiptir. Sahih bir medeniyetin, mensuplarını kendi kurallarına gönüllüce katılmaya ikna edecek derinlikte olması beklenir.

Vahiyden kopuk uygarlıklar insanı et ve kemikten ibaret görür. Onu cismi üzerinden biçimlendirir. Kuru yasaklarla önünü keser, zorlayıcı emirlerle yokuşa sürer. Vahyin inşa ettiği akıl ise kalıbın içine kalbi yerleştirir. Her eyleme gönüllü katılımı bekler. Gönülle yaratılan insanı gönüllü Yaratan'ın dilediği budur.

Vahiy, çokça magazini yapıldığı gibi, hırsızın hırsızlıktan sonra elinin kesilmesiyle ilgilenmez; muhtemel hırsızın elinin hırsızlıktan kesilmesiyle ilgilenir. Sırf güç yetiremediği için çalamayan bir insan, hırsızlıktan arınmış değildir. Aslolan, çalmaya tenezzül etmeyecek dirilikte bir vicdan inşa etmek, hırsızlığa mecbur bırakmayacak cömertlikte bir toplum kurgulamaktır. Vahyin "yaptırımları" bedensel zorlamalar üzerinden değil, kalbî iknalar, gönüllü katılımlar üzerinden yürür. Hayat ise ancak kalbin özne olduğu yerde, gönülden katılımın olduğu yerde vardır.

Şu halde, "hayat"ın hakkını vermeyen bir uygarlığın "ölüm"le hizaya getirme hakkı olamaz. İnsanı öldürmemeye ikna edecek gönül içeriğinden yoksun bir uygarlığın "öldürmesi" adalet olamaz elbette. İnsanın canı gönülden öldürmemeye ya da çalmamaya ikna olacağına inanmayan bir uygarlık, aslında insanın yaşadığına ikna olmamış bir medeniyettir. Böylesi bir uygarlığın adalet gereği de olsa "can alma" hakkı yoktur. Ölüm cezası yaşayanlara uygulanır. İnsanın insan olarak yaşadığına inanmayan bir uygarlık insanı niye öldürmeye kalkar ki?

Sözün özü: Vahyin ruhtan başlayarak dirilttiği bir toplumun 'kısas'ında [içinde ölüm de olsa] hayat vardır. Amennâ.  Ama insana "hayat gibi hayat" vaad etmeyen, güzelliği ete kemiğe indirgeyen, değeri tene kabuğa yükleyen, ruhsuz ve kalpsiz bir uygarlıkta ölüm cezası olsa ne yazar olmasa ne yazar...  Herkesi yaşarken idam etmektedir o uygarlık, baştan yok saymaktadır.

Cana kıymanın karşılığında kendi canından olmaya gönüllüce razı olan bir vicdan, kıyabileceği bir canı kendi canı kadar aziz görmeyi öğrenecektir. Böylece kendine de başkasına da kıyamayacak, kısas sayesinde en az iki hayat bulacaktır.

Senai Demirci - Haber 7
senaidemirci@gmail.com
http://www.haber7.com/haber/20110402/Iyi-ama-olum-cezasi-dirilere-uygulanir8230.php
#752
Bakanlıkça 2011 yılında açılması planlanan adlî yargı hâkim ve savcı adaylığı, avukatlıktan adaylığa geçmek isteyenler için adlî yargı hâkim ve savcı adaylığı, icra müdür ve yardımcılığı ile idarî yargı hâkim adaylığı yazılı yarışma sınav tarihleri, kadro sayısı ve söz konusu sınavlara başvuru tarihleri aşağıdaki linkte bulunmaktadır. Buna göre Bakanlık 2011 yılında 300'ü icra müdür ve yardımcısı olmak üzere toplam 1.500 kontenjan ayırdığı görülüyor. Detaylar için lütfen tıklayınız:

http://www.pgm.adalet.gov.tr/duyuru/2011/ocak/sinav_takvimi.htm


2802 SAYILI HÂKİMLER VE SAVCILAR KANUNU'nun konuya ilişkin maddeleri:

ADAYLARIN NİTELİKLERİ :

Madde 8 - Adaylığa atanabilmek için :

a) Türk vatandaşı olmak,

b) Giriş sınavının yapıldığı yılın Ocak ayının son günü itibariyle, lisans ve lisansüstü (Master) öğrenimi yapmış olanlar için otuz, doktora öğrenimini tamamlamış olanlar için otuzbeş yaşını bitirmemiş olmak.

c) Adli yargı adayları için; hukuk fakültesinden mezun olmak veya yabancı bir hukuk fakültesini bitirip de Türkiye'deki hukuk fakülteleri programlarına göre eksik kalan derslerden sınava girip başarı belgesi almış bulunmak,

(Değişik fıkra: 22/12/2005-5435 S.K./1.mad) İdarî yargı adayları için; hukuk fakültesinden mezun olmak veya yabancı bir hukuk fakültesini bitirip de Türkiye'de hukuk fakülteleri programlarına göre eksik kalan derslerden sınava girip başarı belgesi almış bulunmak, hukuk fakültesinden mezun olanlar dışından alınacak adaylar bakımından, her dönemde ihtiyaç oranında, hukuk veya hukuk bilgisine programlarında yeterince yer veren siyasal bilgiler, idarî bilimler, iktisat ve maliye alanlarında en az dört yıllık yüksek öğrenim yapmış veya bunlara denkliği  kabul edilmiş yabancı öğretim kurumlarından mezun olmak,

d) Kamu haklarından yasaklı olmamak,

e) (Mülga bend: 22/12/2005-5435 S.K./43.mad)

f) Askerlik durumu itibariyle askerlikle ilgisi bulunmamak veya muvazzaflık hizmetini yapmış yahut ertelenmiş veya yedeğe geçirilmiş olmak,

g) Hakimlik ve savcılık görevlerini sürekli olarak yurdun her yerinde yapmasına engel olabilecek vücut ve akıl hastalığı veya sakatlığı, alışılmışın dışında çevrenin yadırgayacağı şekilde konuşma ve organlarının hareketini kontrol zorluğu çekmek gibi özürlü durumları bulunmamak,

h) (Değişik bent: 11/09/1987 - KHK 276/3 md.; Aynen Kabul: 24/02/1988 - 3409/3 md.) Taksirli suçlar hariç olmak üzere, (...) üç aydan fazla hapis veya affa uğramış olsa bile Devletin şahsiyetine karşı işlenen suçlarla zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyet kırıcı bir suçtan veya kaçakçılık, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa vurma suçlarından dolayı hükümlü bulunmamak veya bu suçlardan veya taksirli suçlar hariç olmak üzere üç aydan fazla hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektiren bir fiilden dolayı soruşturma veya kovuşturma altında olmamak.

ı) Yazılı yarışma sınavı ile mülakatta başarı göstermek,

j) Hakimlik ve savcılık mesleğine yakışmayacak tutum ve davranışlarda bulunmamış olmak,

şarttır.

ADAYLIĞA ATAMA :

Madde 9 - (Değişik fıkra: 22/12/2005-5435 S.K./2.mad) Her yıl alınacak aday sayısı, avukatlık mesleğinden alınacaklarla birlikte Türkiye Adalet Akademisinin görüşü alınmak suretiyle, kadro ve ihtiyaç durumuna göre Adalet Bakanlığınca tespit edilir.

(İkinci fıkra iptal: Anayasa Mahkemesi'nin 14/12/1995 tarih ve E.1995/19, K.1995/64 sayılı kararı ile.; Yeniden düzenlenen fıkra: 15/01/2003 - 4790 S.K./1. md.) Yukarıdaki maddede belirtilen niteliklere sahip olup, yazılı yarışma sınavı ile mülakatta başarı gösterenler, başarı derecelerine göre sıraya konularak Adalet Bakanlığınca önceden belirlenen ihtiyaç sayısına, daha önce başka görevlerde kadro, maaş ve derece yönünden iktisap etmiş oldukları haklar nazara alınmak suretiyle lisans, lisansüstü (master) ve doktora öğrenim durumlarına göre Devlet memuriyetine giriş derece ve kademesiyle veya bu derecelerden aşağı olmamak şartıyla müktesep olarak almış oldukları derece ve kademeyle adaylığa atanırlar. Bu atamada, daha önce serbest avukatlık yapmış olanların avukatlıkta geçen sürelerinin üçte ikisi de değerlendirilir. Bu sıraya göre ihtiyaç sayısınca atananların dışında kalanlar bir hak iddia edemezler.

Doktora yapanlar sadece mülakata tabi tutulurlar.

(Mülga 3.fıkra: 22/12/2005-5435 S.K./43.mad)
(Mülga 4.fıkra: 22/12/2005-5435 S.K./43.mad)
(Mülga 5.fıkra: 22/12/2005-5435 S.K./43.mad)

(Değişik fıkra: 22/12/2005-5435 S.K./2.mad) Adayların yarışma sınavı ve mülâkatı ile 8 inci Maddenin (g) bendinin uygulanmasına ilişkin hususlar yönetmelikte düzenlenir.
#753


İSTANBUL (AA)

'Ergenekon' soruşturması kapsamında tutuklanan gazeteci Ahmet Şık'ın 'İmamın Ordusu' adlı kitap taslağı bazı internet sitelerince yayımlandı. 298 sayfa olan taslağın ilk sayfasında Şık'ın tutuklanırken söylediği "Dokunan Yanar" sözleri yer alıyor. Kitabın İsveçli aktivistlerce ve internette çok sayıdaki sahte kopyalar karşısında okurların kitabın aslını okuyabilmeleri olanağını sunmak için yayımlandığı bildirildi. Kitabın taslağını polis tarafından el konulmadan önce okuyan gazeteci Aydın Engin, internette paylaşılan kopyanın gerçek olduğunu açıkladı. Gelişmeler üzerine özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Savcısı Hakan Karaali, inceleme başlattı.

Savcılık, Oda Tv'de yapılan aramalarda ele geçirilen kitaba ait taslak metinde bulunan, "Kitabı yazarken cesur olun. Nedim'i kutlarım, Ahmet'i çalıştırsın" notu, 'ulusal Medya 2010' isimli belgedeki talimatlar ve kitap taslağına yazılmış emir kipli notları öne sürerek kitabın talimatla yazıldığını ileri sürmüş ve kitap taslağını 'örgütsel doküman' olarak nitelendirmişti. Kitabın taslaklarının imhası için yayımcısı İthaki Kitabevi ile Radikal Gazatesinde mahkeme kararıyla arama yapmıştı.

http://yenisafak.com.tr/Gundem/?t=01.04.2011&i=311400


Ahmet Şık'ın eşi Yaşasın sivil itaatsizlik!

Ahmet Şık'ın yazdığı ancak henüz basılmayan kitabı 'İmam'ın Ordusu' ile ilgili olarak polis Radikal Gazetesi'ni aramış ve Ertuğrul Mavioğlu'nun bilgisayarındaki kitap taslağını almıştı. Uzun zamandır tartışılan 'İmamın Ordusu'nun taslağı Twitter'dan paylaşıldı.

298 sayfa olan taslağın ilk sayfasında Şık'ın tutuklanırken söylediği 'Dokunan Yanar' sözleri başlık olarak yer alıyor.

Kitabın taslağını polis tarafından el konulmadan önce okuyan gazeteci Aydın Engin, internette paylaşılan kopyayı inceledi ve kopyanın gerçek olduğunu nvtmsnbc'ye açıkladı.

298 sayfa olan taslağı saat 20:00 itibariyle 52 binden fazla kişi indirdi....

AYDIN ENGİN: TÜMÜYLE ORİJİNAL

Engin, 'Dokunan Yanar' başlığıyla yayınlanan dökümanla ilgili şu açıklamayı yaptı: ''Bugün bana bir mail yollandı. Ahmet Şık'ın kitabının orijinalinin kendilerine İsveçli aktivistlerce iletildiğini belirtiyorlar ve benden gerçekten kitabın orijinali olup olmadığını soruyorlar. Baktım tümüyle orijinal.''

Cumhurbaşkanı Gül, Ahmet Şık'ın kitabının toplatılmasının yersiz olduğunu söylemiş ve bu gelişmenin satışlarını artıracağını dile getirmişti.

SAVCILIK İNCELEME BAŞLATTI

"Ergenekon" soruşturması kapsamında tutuklanan gazeteci Ahmet Şık'ın "İmamın Ordusu" adlı kitap taslağının bazı internet sitelerinde yayımlanması üzerine, özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekilliğince inceleme başlatıldı.

Alınan bilgiye göre, özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Savcısı Hakan Karaali, Şık'ın "İmamın Ordusu" adlı kitap taslağının bazı internet sitelerinde yayımlanmasını incelemeye aldı.

EŞİ İLK YORUMU TWITTER'DAN YAPTI

Ahmet Şık'ın eşi Yonca Şık kitabın yayınlanmasıyla ilgili olarak ilk yorumu Twitter'dan yaptı: Yaşasın sivil itaatsizlik!!!

KİTABI İNDİRMEK SUÇ MU?

TV8'in yayınına katılan bilişim hukuku uzmanı Gökhan Ahi şunları söyledi:

"Yasada kitabın yayınlanması 'içerik sağlayıcı' sıfatını doğurur. Tabii içerik sağlayıcı için  ceza ve güvenlik tedbirleri farklıdır.

Fakat, konusu suç olan yayını indirmek diye bir suç ceza Kanunu'nda tanımlanmış değil.

Kaldı ki; bu kitabın örgütsel bir döküman olup olmadığı bir dava sonucunda belli olacaktır.

Bir kitabın kesin hükümle örgütsel döküman olup olmadığı belli olmadan bir örgütsel döküman saymak güçtür.

Soruşturma kitabı internete koyan kişiyle ilgilidir."

http://www.posta.com.tr/turkiye/HaberDetay/_Imamin_Ordusu__internette_yayinlandi.htm?ArticleID=67227
#754
İfadelerde argo tabirler kullanılmış olsa da çok komik bir video :)

http://www.youtube.com/watch?v=H8XrjqAZS1c#
#755
Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) kontrol memurları, Antalya'da resmî olarak boşandıktan sonra eşiyle aynı evi paylaşan çiftleri tespit etti. Ölen babalarının SGK maaşını alabilmek için anlaşmalı boşandıkları tespit edilen 420 kişinin maaşı kesildi.

Antalya'da vefat eden babasının emekli maaşını alabilmek için eşinden anlaşmalı boşandığı belirlenen 420 kişinin maaşı Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından kesildi.

SGK Antalya İl Müdürü Selim Erol, 5510 sayılı kanunun 56'ncı maddesine göre, eşinden boşandığı halde, fiilen birlikte yaşadığı belirlenen eş ve çocukların, bağlanmış gelir ve aylıklarının kesildiğini, bu kişilere ödenen tutarların da aynı kanunun 96'ncı maddesine göre geri alındığını hatırlattı.

1 Ekim 2008'den bu ya-na yapılan denetlemelerde Antalya'da eşinden boşanan ancak aynı evde yaşamaya devam eden kişilerle ilgili toplam bin 36 dosyanın incelendiğini belirterek bunlardan haksız yere maaş aldıkları belirlenen 420 kişinin maaşlarının kesildiğini kaydeden Erol, şunları kaydetti: "Antalya ve ilçelerinde eşinden anlaşarak boşanan ve aynı evde yaşamaya devam eden, diğer taraftan da babasından hak sahibi maaşı alan kişilerin durumunu belirten yazılar, gerek ihbar ve şikayet, gerekse resmî kurumlar vasıtasıyla SGK il müdürlüğü'ne intikal etmektedir. Bu tür anlaşmalı boşanmalar hakkında müdürlüğümüze ulaşan bilgiler neticesinde kurumumuz denetim elemanları tarafından durum tespiti yapılmaktadır. İlgili resmî makam kayıtları incelenmekte ve çevre soruşturması başlatılmakta ayrıca ilgili adres, Sosyal Güvenlik Kurumu kontrol memurları tarafından denetlenmektedir."

Anlaşmalı boşanmak suretiyle hak sahibi durumuna düşen kişinin aldığı maaşın kesildiğini ve haksız aldığı maaşların yasal faizi ile birlikte geri alındığını, ilgililer hakkında da savcılığa suç duyurusunda bulunduklarını ifade eden Erol, vatandaşların bu yola başvurmamalarını ve çevrelerinde böyle durumda olanların SGK'ya bildirilmesini istedi.

ANTALYA AA
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1105168&title=anlasmali-bosanan-420-kisiye-maasi-kesildi
#756
Üniversite öğrencisi iken savcı ve hâkim karşısına çıkmışlığım vardı. Mahkemeye çıkmak, bizim için lise yıllarında başımıza geldiği üzere disipline gönderilmekten farksızdı.

O yüzden sorguda veya duruşmada, mahkeme yüzü kadar soğuk bakan yargıçlara aynı soğuklukta karşılıklar verirdik. 12 Eylül'den sonra Mamak'ta durum bütünüyle değişti. Ağır işkencelerden sonra savcının veya sorgu hâkiminin karşısına çıkmak, kurtuluş demekti. Askerî cezaevinde üç hafta geçirdikten sonra, ilk defa savcı karşısına çıktığımda bir özgürlük sarhoşluğu yaşamıştım. Aylardan nisandı. Pencereden baharın kokusu geliyordu. Dışarıda bir salkım söğüdün dalları rüzgârda hafif hafif sallanıyordu. Savcı ile ne konuştuğumuza dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Aklımda kalan, sadece söğüt yapraklarının o büyüleyici yeşil rengi ve nazlı nazlı oynayışı.

İnsanın özgürlüğünden mahrum bırakılması çok ağır bir ceza. Gündelik hayatta önem verdiğiniz, peşinden nefes nefese koşturduğunuz her şey anlamını kaybediyor. Hayat tek amaca indirgeniyor: Yeniden özgürlüğe kavuşmak.

Tam da gazetecilerin tutuklandığı perşembe günü basın özgürlüğünü ilgilendiren bir davadan dolayı, sanık olarak mahkemeye çıktım. Anayasa Mahkemesi'nde bugünkü BDP'nin selefi olan DTP için kapatma davası devam ederken yazdığım bir yazıdan dolayı. Yazının başlığı 'Anayasa Mahkemesi PKK'yı kapatabilir mi?' sorusuydu. Ana fikir, DTP'nin kapatılmasının Kürt sorununda illegaliteyi artıracağı endişesi idi. Bu yazıdan dolayı yargılanma sebebim ise TCK'nın 277. maddesi uyarınca 'yargı görevini yapanı etkileme' suçuydu. Benim yazımın bir suç olmadığını, siyasal hukuku uygulayan Anayasa Mahkemesi'nin kararına gerekçe olarak kullanabileceği bir analiz olduğunu söyleyerek kendimi savundum. Neyse, beraat ettim.

Türkiye'de basın özgürlüğü ile ilgili çok ciddi sıkıntılar var. Ancak Oda TV etrafında dönen ve protestolara gerekçe olan tutuklamaların, basın özgürlüğü ile yakından uzaktan hiçbir ilişkisi yok. Basının, fikrin, haberin ve özgürlüğün itibarını korumak adına söylüyorum: Kimse basın özgürlüğünün arkasına saklanmasın.

Savcıların topladığı suç delillerinin neler olduğunu, yargıçların tutuklama gerekçelerini bilmiyoruz. Ama isnat edilen suçlardan hiçbiri 'basın özgürlüğü' kapsamına girmiyor.

14. yıldönümü münasebetiyle yazdığı yazıda Serdar Turgut, 28 Şubat'ın sorumlusunun medya olduğunu söylüyor. Artık netleşti: 28 Şubat bir medya operasyonu olarak planlandı ve icra edildi. Asker sadece öcü gibi öne sürülüp kullanıldı. 28 Şubat'ın failleri gazete patronları ve yöneticileri idi. 28 Şubat'ı yapanlar yargılanacaksa, önce gazete yöneticilerinden başlamamız gerekmez mi?

Basının darbe planlama, darbe kumpasları yapma, darbe şartlarını olgunlaştırma amacıyla bireysel hakları ihlal etmesi basın özgürlüğü olamaz. Bu işlere bulaşan kim olursa olsun, kulağından tutulup mahkemeye çıkartılır. Temel insan hakları ve hukuk düzeni başka türlü sürdürülemez.

Savcı ve hâkimlerin elinde, özgürlükten yoksun bırakmak çok ezici yetkiler var.. Ama aynı savcı ve hâkimlerin işlerini yaparken kendi bireysel haklarını savunma güçleri çok zayıf. Herkes her şeyi söylüyor. Sadece savcılar ve hâkimler konuşup kendilerini ve kararlarını savunamıyor. Hukuk düzeni, hâkimlerin hatadan noksan olmasına dayanmaz. Adalet sistemi, hata yapanı düzeltecek mekanizmalara sahiptir.

Savcılar ve hâkimler, Nedim Şener ve Ahmet Şık'ı tutuklarken kasten veya sehven doğru karar vermemiş olabilir. Hata, tutuklamaya itirazla düzeltilir. Ama hâkimler ve savcılar kanun maddelerini uygulayarak doğru karar vermişse ve meydanlara çıkıp ortalığı yıkan basın mensuplarının baskısına dayanamayıp doğru bildiklerinden vazgeçerlerse ne olur?

Basın özgürlüğü, hukuku işletmek için gerekli. Peki elinizdeki gücü, mahkemeye baskı için kullanmak? Darbe soruşturmasını basın özgürlüğü içine yerleştirip engellemeye kalkmanın neresi basın özgürlüğü?

Elinizdeki gazeteyi rulo haline getirip karşınızdakinin kafasına vura vura darp ediyorsunuz. Elinizdeki alet gazete olunca, darp fiili suç olmaktan çıkıyor mu?

m.turkone@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1102979



Cesur savcılarımız var mı?, Mümtaz'er Türköne, Zaman

Canınıza, malınıza, namusunuza yönelik bir tehditle karşılaştığınız zaman kapısını çalacağınız kişi savcıdır. Eğer zarara uğradıysanız, size zarar vereni cezalandırmak üzere yargıyı harekete geçirecek olan yine odur. Şikâyetinizi yaparsınız, savcı harekete geçer. Sizin hakkınızı, hukukunuzu başta polis gücü olmak üzere devletin bütün imkânlarını kullanarak korur.

Savcı kendi hukukunu korumuyor. Koruduğu sıradan bütün vatandaşlar gibi benim hukukum. Önüne suç ihbarı geldiği zaman, 'işim çok, yarına kalsın' deme lüksü yok. Eğer suçun ve suçlunun peşine düşmezse o zaman kendisi suçlu olur. Önünde deliller dururken, 'şimdi başıma iş almayayım' diyerek ensesi kalın zanlılara dokunmazsa, benim hayatım, benim hukukum tehlikeye girer.

Hukuk düzeni içinde yaşayabilmenin en güçlü teminatı, toplum adına suçun ve suçlunun peşine düşen; işini hakkıyla yapan savcılardır. Suç ne kadar büyükse, suçlular ne kadar organize ise savcının görevi de o kadar yürek ister.

Bize cesur savcılar lâzım. Tıpkı İtalyan Gladio'sunu çökerten savcılar gibi. Peki, var mı?

Ergenekon savcılarımız var. Devletin kuytularına çöreklenmiş, bir ahtapot gibi kollarını her tarafa uzatmış ve kendi halkına karşı komplolar planlamış devasa kirli bir örgütü, kollarından birinden tutup mahkemenin önüne çıkartan savcılar. Örgüt mensubu bir üniformalının kapısını çaldıkları zaman, bir milyonluk koca bir orduya savaş açmakla suçlandılar. Ana muhalefet partisi lideri, siyasî belagatin ileri numunelerini kullanarak 'avukat' sıfatıyla karşılarına oturdu. Özel hayatları didik didik edildi. Canlarına ve onurlarına yönelik tehditlerle karşılaştılar. Medyanın 'meslek dayanışması'nın hedefi oldular. Korkup geri adım attılar mı? Görevden aflarını istediler mi?

Herkes çıkıp konuşuyor. Herkes aklına eseni yazıyor. 'Yargıya müdahale' suçu, toplu işlenince kimse takibata uğramıyor. Sadece savcılar, yargıçlar konuşamıyor. Savcı sanıklardan birine 50 soru yöneltmiş. Avukatlardan alınan bilgilerle bu sorulardan üç tanesini manşetten verince habercilik yapmış olmuyorsunuz. 50 sorudan 49'unda zanlının temize çıkması, ama bir soruya verdiği cevaptan suça iştirak ettiği şüphesinin kuvvet kazanması, tutuklama için yeterli değil mi?

İlk defa Ergenekon Savcısı 'yetti artık' der gibi yazılı bir açıklamada bulundu. Açık açık, tane tane tutuklananların 'basın özgürlüğü' kapsamına giren bir suçtan dolayı değil, doğrudan 'terör örgütüne üye olmak' iddiasıyla tutuklandıklarını söyledi. Ergenekon Savcısı'nın açıklama ihtiyacı hissetmesi üzerinde hepimiz durmalıyız. Savcı yine kendisini korumuyor; devam eden soruşturmanın selametine özen gösteriyor.

Yargı sistemimizde savcılar konuşmuyor. Hukuk devleti ve yargının tarafsızlığı adına bu durum bir mecburiyet değil, sadece bir tercih. Bir suç işlendikten ve savcı olaya el koyduktan sonra da, mülkî amirler veya polis şefleri kameraların karşısına geçiyorlar. Hâlbuki mülki amir önleyici kolluk hizmetinden, yani suçun önlenmesi ve kamu düzeninin sağlanmasından sorumludur; suç işlendikten sonra yetki savcıya geçer. Savcıların konuşması ve -son yazılı açıklamada Ergenekon Savcısı'nın yaptığı gibi- soruşturmanın konusu ve kapsamı hakkında bilgi vermesi, tartışmalı soruşturma süreçlerini rahatlatacak ve yargıya müdahaleyi engelleyecek etkili bir çare olabilir.

Son tutuklama furyası, Ergenekon davasının içini boşaltmaya yönelik teşebbüslere dair. Darbe planlarından tanıdığımız psikolojik harekât teknikleri kullanarak girişilen yargılamaya gölge düşürme kumpasları Ergenekon savcısı tarafından soruşturuluyor. Medyaya yansıyan deliller şu ana kadar özel hayata ilişkin pornografik malzemelerle ilgili. Ana muhalefet partisi, bu malzeme ile genel başkanını değiştirmek zorunda kaldı. İddialar ciddi. Bırakalım savcılar işini yapsın.

İşini hakkıyla yapan savcılarımız var mı? Meslek dayanışması saikiyle bayrak açan medya ordusunu karşısına alacak cesaret bir savcıda varsa, bu ülkede hakkın ve hukukun egemen olması adına endişeye mahal yok demektir. Unutmayalım hukuk medyanın değil, savcının elinde. Bu ülkenin de o hukuka ekmek ve su kadar ihtiyacı var.

m.turkone@zaman.com.tr

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1103856
#757


TÜBİTAK taramasında Türkiye'de 50 ürün içerisinde en yüksek oranda kanserojen madde içeren gıdanın cips olduğu öğrenildi. İngiliz Kalp Sağlığı Vakfı'na göre ise 'Cips yemek yağ içmekten farksız'...

Yrd. Doç. Dr. Önder Yıldız, İngiliz Kalp Sağlığı Vakfı (BHF)'nın cips tüketimini azaltmak için 'Cips yemek yağ içmekten farksızdır' sloganıyla bir kampanya başlattığını, ayrıca TÜBİTAK taramasında Türkiye'de 50 ürün içerisinde en yüksek oranda kanserojen madde içeren gıdanın cips olduğunu söyledi.

Yıldız, "Toplumsal olarak ayran ve süt gibi öz ve oldukça faydalı değerlerimizi kaybetmekteyiz. Bunun yerine zararları sabit olan kola gibi gazlı içeceklerin sofralarımızda yer aldığı görülüyor. Kolada kullanılan uyuşturucu kafeinin ve renklendirici karamelin yasaklanması için FDA'ya ciddi baskılar yapılmakta. Amerikan Tabipler Birliği'nin 'Kolalı içecek alışkanlığının kemik kırıkları sıklığını 3 kat artırdığını ve tüm hastalıklara davetiye çıkaran şişmanlık ile kola tüketimi arasında önemli bir bağlantının söz konusu olduğunu' bildirdi." dedi.

Iğdır Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dekan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Önder Yıldız, beslenme ile başta kanser olmak üzere birçok kronik hastalık arasında kesin bir ilişki olduğunu söyledi.

Yıldız, birçok bilimsel araştırma sonuçlarına göre, tüketilen gıdaların söz konusu hastalıklara hem sebep hem çare olduğunu belirtti.

Iğdır Üniversitesi tarafından yürütülen 'Çiftçiyim Yeniliğe Açığım' Sosyal Destek Projesi (SODES) eğitim çalışmaları kapsamında bayanlara, 'Sağlıkta Gıda Tüketimi' semineri verildi.

Iğdır Merkeze bağlı Tacirli Köyü'nde SODES kapsamında yapılan 'Çiftçiyim Yeniliğe Açığım' projesinde, bayanlara yönelik 'Sağlıklı Gıda Tüketimi' ile ilgili eğitim, Iğdır Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dekan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Önder Yıldız tarafından verildi. Yıldız, beslenme ile başta kanser olmak üzere birçok kronik hastalık arasında kesin bir ilişki olduğunu söyledi. Yıldız, birçok bilimsel araştırma sonuçlarına göre, tüketilen gıdaların söz konusu hastalıklara hem sebep hem çare olduğunu belirtti.

Yrd. Doç. Dr. Önder Yıldız, meyve ve sebzelerin, tam tahılların ve fiziksel aktivitenin kanseri azaltmakta ve kansere karşı koruduğunu; öte yandan, toplam yağ alımı/bazı yağlar (doymuş yağlar), şişmanlık ve bazı gıda hazırlama yöntemlerinin kansere davetiye çıkardığını belirtti. Cips tüketiminin zararlarına değinen Yıldız, "İngiliz Kalp Sağlığı Vakfı'nın (BHF) cips tüketimini azaltmak için "Cips yemek yağ içmekten farksızdır" sloganıyla bir kampanya başlattığını vurgulayarak, ayrıca TÜBİTAK taramasında Türkiye'de 50 ürün içerisinde en yüksek oranda kanserojen madde içeren gıdanın cips olduğunu söyledi.

Doç. Dr. Önder Yıldız, "Toplumsal olarak ayran ve süt gibi öz ve oldukça faydalı değerlerimizi kaybetmekteyiz. Bunun yerine zararları sabit olan kola gibi gazlı içeceklerin sofralarımıza yer alındığı görülüyor. Kolada kullanılan uyuşturucu kafeinin ve renklendirici karamelin yasaklanması için, FDA'ya ciddi baskılar yapılmakta. Amerikan Tabipler Birliği'nin, 'Kolalı içecek alışkanlığının kemik kırıkları sıklığını 3 kat artırdığını ve tüm hastalıklara davetiye çıkaran şişmanlık ile kola tüketimi arasında önemli bir bağlantının söz konusu olduğunu' bildirdi. Buna ilaveten bir doktorun söylediği, "Şuna inanıyorum ki süt; köylü Memet efendinin ineğinin memesinden değil de uluslararası bir firmanın fabrikasından çıkan (formülü gizli!) yüzde 500 karla satılan bir içecek olsaydı, şu an hepimiz süt içiyor olurduk'' bu tespit çarpıcı, acı ve ibret verici olsa da doğru." dedi.

Besin hazırlama ile ilgili önemli tavsiyelerde bulunan yıldız, "Son günlerde gündemde olan nişasta bazlı şeker tüketimine de değinmeden geçmek istemiyorum. Tıbbi bilimsel kaynaklara ve uluslararası sağlık kuruluşlarının yaptığı değerlendirmelere göre, nişasta bazlı şeker tüketiminin kansere neden olduğunu gösteren güvenilir klinik bilimsel çalışma bulunmamaktadır. Sizden ricam, burada paylaştığımız bilgileri, çevrenizdeki insanlarla paylaşmanızı, bu uygulamaların gelip geçici değil, kalıcı bir yaşam biçimine dönüştürmenizi istiyorum." şeklinde konuştu.

http://www.haber7.com/haber/20110224/En-yuksek-kanserojen-iceren-gida-bu.php
#758
'Pancar şekeri ile mısır şekeri arasında fark yok'

Nişasta bazlı şekerin kanserojen olduğu iddialarına cevap veren Ulusal Beslenme Platformu, pancar şekeri ile mısır şekeri arasında bileşim itibarıyla herhangi bir fark olmadığını duyurdu. Platform, "Fruktoz ve glukoz içeren şekerlerde normal tüketim miktarlarına uyulduğunda, hastalıklarla ilişki kurulamayacağı kanısındayız." açıklamasını yaptı.
Son dönemde medyada tartışılan fruktoz ve nişasta bazlı şekerlerin insan sağlığını olumsuz yönde etkilediği iddialarına Ulusal Beslenme Platformu açıklık getirdi. Platform, "Normal tüketim miktarlarına uyulduğu takdirde, nişasta bazlı şekerlerle (NBŞ), pankreas kanseri gibi hastalıklar arasında bir ilişki kurulamayacağını, diğer gıda maddelerinde olduğu gibi, uzun süreli ve fazla miktarda tüketilmesi halinde NBŞ'nin insan sağlığını olumsuz etkileyebileceğini" duyurdu.

Prof. Dr. Perihan Aslan, Prof. Dr. M. Temel Yılmaz, Prof. Dr. Mehmet Pala, Prof. Dr. İlhan Yetkin, Prof. Dr. H. Tanju Besler, Prof. Dr. Artemis Karaali, Prof. Dr. Filiz Açkurt'tan oluşan Ulusal Beslenme Platformu, yaptığı açıklamada son dönemdeki tartışmalarda sıkça kullanılan, 'sakaroz, glukoz, fruktoz, NBŞ' gibi kimyasal ifadelere açıklık getirdi. Gıdalarda doğal olarak bulunan ve tatlı tadı veren glukoz, fruktoz ve sakkaroz benzeri maddelerin 'şeker' olarak adlandırıldığı belirtilen açıklamada, "Türkiye'de ticari ölçekte üretilmekte olan şekerler, şeker pancarından elde edilen 'çay şekeri-sakkaroz' ile mısırdan elde edilen 'mısır şekeri' fruktoz-glikoz karışımlarıdır. Ancak sakkaroz da kimyasal olarak yarı yarıya glukoz ve fruktozdan oluşmaktadır. Gerek pancar şekerinin (çay şekeri) gerek mısır şekerinin 1 gramı, vücuda 4 kilokalori enerji verir. Esasen çay şekeri (sakkaroz) de vücuda alındıktan sonra midenin asitli ortamında ve bağırsaklarda inversiyona uğrayarak yarı yarıya glukoz ve fruktoza dönüşür. Böylece çay şekeri ile mısır şekeri tüketmek arasında bileşim itibarıyla herhangi bir fark olmadığı anlaşılmalıdır." bilgisine yer verildi.

Fruktozun, çeşitli meyvelerde ve balda doğal olarak bulunan basit bir şeker olduğu, sakkaroza göre yüzde 30 daha tatlı olduğu, vücutta emiliminin glukozdan daha yavaş gerçekleştiğine dikkat çekilen açıklamada, fruktozun meyvelerde yaygın olarak bulunması sebebiyle 'meyve şekeri' olarak da adlandırıldığı belirtildi. Mısırda bulunan nişastanın işlenmesiyle elde edilen, glukoz ve fruktoz içeren NBŞ'nin 'mısır şeker' veya 'mısır şurubu' olarak da adlandırıldığı kaydedilen açıklamada, "Türkiye'de iki çeşit mısır şekeri üretilmektedir. Fruktoz42 denilen mısır şekerinde fruktoz/glukoz oranı 42/58, Fruktoz55 denilen mısır şurubunda ise bu oran 55/45'tir. Doğal balın bileşiminde de fruktoz ve glukoz yaklaşık olarak yarı yarıya bulunmaktadır. Bilimsel açıdan değerlendirildiğinde, sakkarozun yani çay şekeri veya toz şekerin de yüzde 50'si fruktoz, yüzde 50'si de glukozdur. Görüleceği üzere, çay şekeri, nişasta bazlı fruktoz şurubu da denilen mısır şekeri ile hemen hemen aynı bileşime sahiptir." denildi. Tıbbi bilimsel kaynaklara ve uluslararası sağlık kuruluşlarının yaptığı değerlendirmelere göre NBŞ tüketiminin kansere neden olduğunu gösteren güvenilir bir klinik bilimsel çalışma bulunmadığı savunulan açıklamada, "Pankreas kanseri ile mısır şurubu tüketimi arasında kanıta dayalı, ciddi bir klinik araştırma bulunmamasına rağmen pankreas kanseri ile ilgili sigara, obezite, diyabet, kronik pankreatit gibi faktörlerin etkinliği üzerinde literatürde çok sayıda güvenilir bilimsel yayın bulunduğu" görüşü dile getirildi.

Gerektiğinden fazla alınan her şey zararlı

Yüksek doz nişasta bazlı şekerlerle alımı ile riskli kişilerde "vücut ağırlığı artışı, kanda trigliserid yüksekliği ve karaciğerde yağlanma gelişebileceği, kan şekeri değerini olumsuz etkileyebileceği" yönünde farklı bilimsel çalışmalar bulunduğuna işaret edilen açıklamada, "Ancak genel beslenme kurallarına uyarak diyetle NBŞ alımı ile obezite, trigliserit birikimi ve insülin direnci gibi sağlık risk göstergeleri arasında bir bağlantı olduğunu gösteren geçerli bilimsel bir kanıt bulunmadığı" kaydedildi.

Fruktozun glukoza göre glisemik endeksi düşük olması sebebiyle sağlıklı kişilerde diyabet oluşturma riskinin daha düşük olduğu savunulan Ulusal Sağlık Platformu açıklamasında, şöyle devam edildi: "Her gıda maddesinde olduğu gibi günlük alım miktarı önemlidir. Gereğinden fazla alınan her gıda maddesi vücuda zararlıdır. Deneyim ve birikimlerimize dayanarak ve uluslararası bilimsel araştırmaların değerlendirilmesi sonucunda, bugün için fruktoz ve glukoz içeren NBŞ ile normal tüketim miktarlarına uyulduğu takdirde, yukarıda belirtilen hastalıklar arasında bir ilişki kurulamayacağı kanısındayız."

Açıklamada birey ve toplum sağlığının korunmasında yeterli ve dengeli beslenme ile fiziksel aktivitenin esas olduğu, tüm besin öğelerinin yetersiz ya da fazla alınmasının insan sağlığını olumsuz etkilediği vurgulandı. Sağlığın korunması açısından, "Doğal besinlerle alınan şekerler dışında, tatlandırma amacıyla gıda ve içeceklere dışarıdan eklenen her türlü şeker miktarının, günlük kalori alımının yüzde 10'unu geçmemesine dikkat edilmesi" uyarısında da bulunuldu.

http://www.zaman.com.tr/wap.do?method=getHaber&haberno=1095167&bolumno=2&altbolumno=&sirano=3&sayfa=
#759
SELİM KUVEL - ANKARA

Bazı sendikalar ile muhalefet partilerinin tepki gösterdiği 'torba yasa', önceki gece Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) kabul edildi.

Yaklaşık 2,5 aylık mesainin ardından Genel Kurul'dan geçen düzenleme, esnaftan çalışana, üniversite öğrencilerinden otomobil sahiplerine ve siyasetçilere kadar toplumun hemen her kesimini ilgilendiren önemli hükümler içeriyor. 9 bölüm ve 234 maddeden oluşan yasada, kamuoyunda vergi ve prim affı olarak da bilinen kamu alacaklarının yeniden yapılandırılmasına ilişkin bölüm öne çıkıyor. Buna göre 31 Aralık 2010 tarihine kadar ödenmemiş vergiler, SSK-Bağ-Kur prim borçları, idari para cezaları, elektrik ve su borçları ile trafik cezaları yeniden yapılandırma kapsamında olacak. Düzenlemeye, harç kredisi borcu olan üniversite mezunları da dahil edildi. Kamu alacakları, gecikme faizi yerine TEFE/ÜFE (enflasyon) aylık değişim oranları esas alınacak yeniden hesaplanacak. Borçlular, bunu ikişer aylık dönemler halinde 18 eşit taksitte ödeyebilecek. Ödemeler kredi kartıyla da yapılabilecek. Borcun ödenmesi halinde, vergi cezalarından ve buna bağlı gecikme zamlarının tahsilinden vazgeçilecek. Uygulamadan yararlanmak isteyenlerin dava açmamaları, açılmış davalardan vazgeçmeleri gerekiyor. Borçluların, yasanın Resmi Gazete'de yayımlandığı tarihi izleyen ikinci ayın sonuna kadar ilgili idarelere başvurması gerekiyor.

Gelir ve Kurumlar Vergisi mükellefleri, yıllık beyannamelerinde vergiye esas alınan matrahlarını, yasanın Resmi Gazete'de yayımlandığı tarihi izleyen ikinci ayın sonuna kadar; 2006 yılı için yüzde 30, 2007 için yüzde 25, 2008 için yüzde 20 ve 2009 için yüzde 15 oranlarından az olmamak üzere artırdıkları takdirde, bu yıllar için yıllık Gelir ve Kurumlar Vergisi incelemesine tabi tutulmayacak, bu yıllara ilişkin olarak daha sonra tarhiyat yapılmayacak. KDV mükellefleri de 2006 için yüzde 3, 2007 için yüzde 2,5, 2008 için yüzde 2 ve 2009 için yüzde 1,5 oranına göre belirlenecek KDV'yi, vergi artırımı olarak beyan etmeleri halinde bu alanda vergi incelemesi ve tarhiyata tabi tutulmayacak.

Daha önce bildirimde bulundukları halde, yurtdışında bulunan varlıklarını süresi içinde Türkiye'ye getirmeyenler, sürenin bitiminden bu düzenlemenin yürürlüğe girdiği tarihi izleyen ikinci ayın sonuna kadar; yurtdışında bulunan para, döviz, altın, menkul kıymet ve diğer sermaye piyasası araçlarını ülkeye getirmeleri veya açılacak bir hesaba transfer etmeleri halinde, 1 Ocak 2008 tarihinden önceki dönemlere ilişkin hiçbir suretle vergi incelemesi ve vergi tarhiyatına tabi tutulmayacak.

120 LİRANIN ALTINDAKİ CEZALAR SİLİNDİ

Resmî Gazete'de yayımlandığı tarih itibarıyla tebliğ edilmemiş 120 TL'nin altında kalan idari para cezalarının tahsilinden vazgeçilecek. Tütün mamulü tüketimiyle ilgili idari para cezaları bu hükmün dışında tutulacak. Tutarı 12 TL ve altında kalan geçiş ücretleri de tebliğ edilmeyecek, tebliğ edilmiş olanlar da tahsil edilmeyecek. TBMM Genel Kurulu'ndaki görüşmelerde sendikaların tepkisini çeken 'denkleştirme', 'evden ve uzaktan çalışma' ile 'deneme süresinin uzatılması' gibi maddeler tasarıdan çıkarıldı. Türk-İş, itiraz ettikleri maddelerin geri çekilmesini memnuniyetle karşıladıklarını açıkladı. Konfederasyondan yapılan açıklamada, "Türk-İş'in girişimleri sonucunda söz konusu üç maddenin geriye çekilmesi, çalışma yaşamımız açısından önemli bir kazanç olmuştur." denildi. Son gün Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'na, 1.450 kadro ihdası yapıldı. Bakanlık bu kadroyu, yurtdışı işçi hizmetleri, iş sağlığı ve güvenliği uzman ve uzman yardımcılıkları ile iş müfettişi ve yardımcılığı kadroları için kullanacak.

Trafik kazasında faturayı SGK ödeyecek

Trafik kazaları sebebiyle üniversitelere bağlı hastaneler, diğer resmi ve özel sağlık kuruluşlarından hizmet alanların tedavi faturaları, kazazedenin sosyal güvencesi olup olmadığına bakılmaksızın SGK tarafından karşılanacak. Sıfır araç alanların trafik tescil belgeleri (ruhsat) de, ikinci el araçlarda olduğu gibi Emniyet tarafından posta ile gönderilecek. Tescil belgesinin bir ay içinde teslim edilememesi halinde, araç sahibine sorumluluk yüklenemeyecek. Bu işlemler sırasında, usul ve esaslara aykırı hareket edenlere 10 bin TL ceza verilecek. Yabancı plakalı araçların Türkiye'de geçerli sigortaları yoksa zorunlu mali sorumluluk sigortasını ülkeye girerken yaptıracak.

Silikozis hastalarına maaş bağlanıyor

'Torba yasa' ile, kot taşlama atölyelerinde çalışırken ciğerleri tahrip eden silikozis hastalığına yakalanan işçilere malulen emekli olma hakkı tanındı. Buna göre, sigortalı olmayan ve silikozis hastalığı sebebiyle meslekte kazanma gücünü en az yüzde 15 kaybedenlere SGK tarafından aylık bağlanacak. Bu kişilerin 3 ay içinde başvurmaları gerekiyor. Aylık almakta iken ölen silikozis hastasının eşine ve çocuklarına da aylık bağlanabilecek. Öte yandan yeşil kart sahibinin, sigortalı olarak işe başlaması halinde kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin kartları askıya alınacak. Ancak işten ayrılması halinde yeşil kartlar tekrar aktif hale getirilecek.

Doğum sonrası bir yıl gece nöbeti yok

Kadın memurlara, hamileliğin 24. haftasından önce ve her durumda hamileliğin 24. haftasından itibaren ve doğumdan sonraki bir yıl gece nöbeti ve gece vardiyası görevi verilmeyecek. Özürlü memurlara da isteği dışında gece nöbeti ve vardiyası yaptırılmayacak. Memura, uzun süreli tedaviye ihtiyaç gösteren hastalığı halinde 18 aya kadar, diğer hastalık hallerinde ise 12 aya kadar izin verilecek. Doğum yapan memura analık izni süresinin bitiminden, eşi doğum yapan memura ise doğum tarihinden itibaren, istekleri halinde, 24 aya kadar aylıksız izin verilecek. Üç yaşını doldurmamış bir çocuğu evlat edinen memurlar 24 aya kadar aylıksız izne ayrılabilecek.

Üniversiteden atılanlara dönüş imkânı

Yükseköğretim kurumlarında intibak, ön lisans, lisans tamamlama ve lisansüstü öğrenimi gören öğrencilerden ilişiği kesilenler, 5 ay içinde başvurmaları halinde gelecek yıl öğrenimlerine yeniden başlayabilecek. Yurtdışındaki üniversitelerden yatay geçiş yaptıktan sonra, yatay geçişleri iptal edilenler de kapsam içinde olacak. Türk Silahlı Kuvvetleri ve Emniyet'e bağlı eğitim kurumlarında eğitim görürken ilişiği kesilenler ise YÖK'ün uygun gördüğü yerlere intibak ettirilecek. Terör suçlarından hüküm giyenler düzenleme kapsamı dışında olacak. Üniversiteye dönüşte süre sınırı olmayacak. Öngörülen sürede bitirememe nedeniyle üniversiteden atılma da kaldırıldı.

Fazla işçiler, diğer kurumlara gidecek

İl özel idarelerindeki ihtiyaç fazlası işçiler Karayolları taşra teşkilatında, belediyelerin ihtiyaç fazlası işçiler ise Milli Eğitim Bakanlığı ve Emniyet'in taşra teşkilatındaki sürekli işçi ile sürekli işçi norm kadro dahilinde olmak üzere ihtiyacı bulunan mahalli idarelere atanacak. Sağlık Bakanlığı'nda döner sermaye gelirlerinden, sözleşmeli personel ile açıktan vekil olarak atananlar da yararlanabilecek. Sendika üyelerine 3 ayda bir 45 TL toplu görüşme primi ödenecek. Sözleşmeli personel, sendikaya üye olabilecek. Ancak grev yapamayacaklar. Sendikaların yetki tespitinde, 30 Haziran 2011'den sonra yayımlanacak istatistikler dikkate alınacak.

'Erbakan'ın cezasına af söz konusu değil'

Görüşmeler sırasında verilen bir önergeyle, kapatılan siyasi partilerin, kapatma kararından önceki bir döneme ilişkin sorumluları hakkında açılan ve kesin hükme bağlanmamış davalardan kaynaklanan kamu alacaklarını da yeniden yapılandırma kapsamına alan bir geçici madde yasaya eklendi. Muhalefet, bu maddenin 12,5 milyon lira ödemeye mahkum edilen ve kapatılan Refah Partisi'nin genel başkanı eski Başbakan Necmettin Erbakan'ı da kapsayacağını öne sürdü. Ancak Devlet Bakanı Cevdet Yılmaz ise, "Bitmiş davalarla ilgili bir şey söz konusu değil." dedi. 'Torba yasa' ile artık siyasi partiler, amaçlarına ulaşmak için, siyasi faaliyetler kapsamında her türlü harcamayı yapabilecek.



http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1093194&title=mecliste-kabul-edilen-torba-yasa-neler-getiriyor&haberSayfa=0
#760
Danıştay ve Yargıtay'ın daire sayısı artıran tasarı Meclis'te kabul edildi.

Yargıtay ile Danıştayda daire ve üye sayısını artıran, Adli Tıp Kurumunda döner sermaye ödemelerini düzenleyen tasarı TBMM Genel Kurulunda kabul edilerek yasalaştı.

Yasaya göre, Yargıtayda 32 olan daire sayısı 38'e, Danıştayda 13 olan daire sayısı 15'e çıkarılacak. Buna göre, Danıştay, 14'ü dava, biri idari daire olmak üzere 15 daireden oluşacak.

Yargıtay'ın üye sayısı 250'den 387'ye, Danıştaya da ise 95'ten 156'ya çıkarılıyor.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1091487&title=yargi-reformu-tbmmde-kabul-edildi



CHP Yargı reformunu da mahkemeye götürecek

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'den, Meclis Genel Kurulu'ndan geçen Yargı Reformu'nu imzalamamasını isterken, Gül'ün imzalaması halinde yargı reformunu Anayasa Mahkemesi'ne taşıyacaklarını söyledi.

Kılıçdaroğlu, İstanbul'a hareketinden önce Esenboğa Havalimanı'nda gazetecilerin gündeme ilişkin sorularını cevapladı. Kılıçdaroğlu, "Cumhurbaşkanı Gül'den randevu isteyecek misiniz?" sorusuna, Gül'ün reformu imzalamaması çağrısı yaptı. Bu reformun Danıştay ve Yargıtay'dan ve komisyon süresince sivil toplum kuruluşlarının görüşleri alınmayarak genel kuruldan geçirildiğini savunan Kılıçdaroğlu, bu reformun tamamıyla yargıyı siyasallaştırmaya yönelik olduğunu öne sürdü.CİHAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1092056&title=chp-yargi-reformunu-da-mahkemeye-goturecek



Gerçeker: Yasama , görevini yaptı sıra yargıda

Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, Meclis'te kabul edilen yargı reformuna ilişkin önemli mesajlar verdi. Yargıda A'dan Z'ye reform gerektiğini her yerde dile getirdiklerini hatırlatan Gerçeker, "Yasama görevini yaptı. Şimdi sıra bizde. İnşallah ülkemiz için iyi olur." dedi. Yargıtay ve Danıştay'a atanacak yeni üyeler konusunda ise net konuştu: "Bu arkadaşlarımız görevini layıkıyla yapacaktır."

Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, Yargıtay ile Danıştay'ı yeni daire ve üyelerle güçlendiren yargı reformu için "hayırlı olsun" temennisinde bulundu. Yargıda A'dan Z'ye reform gerektiğini her yerde dile getirdiklerini belirten Gerçeker, Meclis'in üzerine düşeni yaptığını, sıranın şimdi yargıda olduğunu söyledi. Dün, Yargıtay'a gelişinde gazetecilerin sorularını cevaplayan Gerçeker, "İnşallah bu karar ülkemiz için iyi olur. Yargıya güven daha da artar. Yargı olarak biz görevimizi yapacağız.'' dedi. 137 yeni üye konusundaki eleştirilere karşı çıkan Yargıtay Başkanı, "Bu arkadaşlarımız da belli nitelikleri taşıyan ve görevini layıkıyla yapacak arkadaşlarımız olacaktır. Onlar da adalet için çalışacaklardır." ifadelerini kullandı. Adaletin toplum için önemli olduğuna işaret eden Gerçeker, yargı ne kadar çabuk işlerse toplumun adalete olan güveninin o kadar artacağına dikkat çekti ve ekledi: "Dava sayısı çoğalmış, mahkeme ve hakim sayısı yetersiz. Bunu her yerde söylüyoruz. Sorunlar ne kadar azalırsa biz de o kadar mutlu oluruz."

Hasan Gerçeker, Yargıtay'a gelişinde önceki gece Meclis Genel Kurulu'nda kabul edilen reform yasasını değerlendirdi. Gerçeker, düzenleme konusunda pek çok kez görüşlerini açıkladıklarını ifade ederken, adaletin toplum için önemli olduğuna işaret etti. Yargıtay Başkanı, "Meclis'ten böyle bir tasarının geçmesi sizde düş kırıklığı oluşturdu mu?'' sorusuna "Herkesin istediği olmayabilir. Siyaset böyle istedi. (Yeni kurulacak daireler için) Yargıtay üyesi olunması için belli nitelikler aranıyor. Bu nitelikleri taşıyan herkes üye olabilir. Bu nitelikleri taşıyan herkes o göreve layıktır.'' karşılığını verdi. "Yasa yargıyı siyasallaştırır mı?" sorusunu ise şöyle cevapladı: "Ben o konulara girmiyorum. Toplum o konuları değerlendirsin. Bundan sonraki uygulamalara göre onu toplum değerlendirir. ''

Hasan Gerçeker, Yargıtay'ın iş yükünü azaltmakla sorunların çözülemeyeceğini de savundu. Bu konuda şu görüşü dile getirdi: "Dava sayısı çoğalmış, mahkeme ve hakim sayısı yetersiz. Bunu her yerde söylüyoruz. A'dan Z'ye yargı reformu gerektiğini, devletin zirvesinden aşağıya kadar her yerde söylüyoruz. Toplumun yargıya güvenini sarsmamak gerekiyor. Bundan, en çok toplum ve devletin kendisi zarar görür. Sorunlar ne kadar azalırsa biz de o kadar mutlu oluruz. Bölge adliye mahkemelerinin kurulmasını istemiştik. Ancak yasama tarafından daireler kurulması kararlaştırıldı. Yasama görevini yaptı. Şimdi sıra yargıda. İnşallah bu karar ülkemiz için iyi olur. Yargıya güven daha da artar. Yargı olarak biz görevimizi yapacağız.''

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1091961&title=gerceker-yasama-gorevini-yapti-sira-yargida