Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#761
'Torba tasarı'nın öğrencileri kapsayan maddeleri Meclis Genel Kurulu'ndan geçti. Düzenlemede tarih sınırlaması olmaksızın bugüne kadar okuldan atılan bütün öğrenciler af kapsamına alındı. Sadece terör suçundan hüküm giyenler kapsam dışında bırakıldı.

TBMM Genel Kurulu'nda, Cumhuriyet tarihinin en büyük öğrenci affı kabul edildi. Afta süre sınırlaması getirilmezken, yükseköğretim kurumlarıyla ilişiği kesilenlere dönüş yolu açıldı. Aftan sadece terör suçlarından hüküm giyenler yararlanamayacak.

Meclis Genel Kurulu'nda, 'torba tasarı'nın 7. bölümü kabul edildi. Böylece, yükseköğretim kurumlarıyla ilişiği kesilenlere tekrar üniversiteye dönmek için dönüş yolu açıldı. Genel Kurul'da kabul edilen maddeye göre; yükseköğretim kurumlarında hazırlık dahil bütün sınıflarda, intibak, önlisans, lisans tamamlama ve lisansüstü öğrenimi gören öğrencilerden, her ne sebeple olursa olsun ilişiği kesilenler kanundan yararlanacak. Öğrenciler, kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren 5 ay içinde ilişiklerinin kesildiği yükseköğretim kurumuna başvurabilecek. Böylece düzenlemeden yararlanacak olanlar 2011-2012 eğitim-öğretim yılında öğrenimlerine devam edebilecek.

Yükseköğretim kurumlarına dönüş yolunda tarih sınırlaması getirilmedi. Ancak terör suçlarından hüküm giyenler aftan yararlanamayacak. Kanunun kapsama alanına askeri okullar ile polis akademilerinden ilişiği kesilen öğrenciler de giriyor. Kabul edilen maddeye göre, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne bağlı eğitim kurumları ile polis akademisi ve bağlı yükseköğretim kurumlarında eğitim görürken ilişiği kesilenler de YÖK'ün uygun gördüğü yükseköğretim kurumlarına intibak ettirilecek. Müracaat süresi içinde askerlik zamanı gelmiş olanların askerlikleri de tecil edilmiş sayılacak. Yasanın yürürlüğe gireceği tarihte askerlik görevini yapmakta olanlar ise terhislerini takip eden 2 ay içinde ilgili yükseköğretim kurumuna başvurmaları durumunda söz konusu haklardan faydalanabilecek.

Genel kurul görüşmelerinde, AK Parti Grup Başkan Vekili Bekir Bozdağ ve arkadaşlarınca verilen önergenin kabul edilmesiyle yurtdışındaki üniversitelerden yatay geçiş yaptıktan sonra yatay geçişleri iptal edilenler de kapsam içine alındı. Bunun yanında, isteyen öğrenciler açıköğretim programlarına devam edebilecek.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1092359&title=cumhuriyet-tarihinin-en-buyuk-ogrenci-affi-kabul-edildi
#762


CUMALİ ÖNAL - KAHİRE - ZAMAN

Tunus'tan esmeye başlayan değişim rüzgârı, Mısır'da 30 yıllık Hüsnü Mübarek rejimini sona erdirdi. Mübarek, ülkede 18 gündür devam eden protesto gösterilerinin ardından dün istifa etti. Mübarek, perşembe gecesi istifa etmeyeceği yönündeki açıklamasının ardından 24 saat geçmeden görevi bırakmak zorunda kaldı. Başta Kahire'deki Tahrir Meydanı olmak üzere ülkenin dört bir yanında gösteriler düzenleyen halk, istifa haberi üzerine sokaklara dökülerek Mübarek'in gidişini kutladı.

Tunus'un ardından Mısır'da da halk büyük bir tarih yazdı; 30 yıllık Hüsnü Mübarek rejimine son verdi. Devlet başkanlığı yetkilerini Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi'nin başkanı olarak Savunma Bakanı Muhammed Tantavi devraldı. Açıklamadan hemen sonra iki gündür göstericilerin kuşatması altında bulunan Cumhuriyet Sarayı'na giden Tantavi, göstericilere teşekkür etti.

İstifa haberinin duyulmasıyla birlikte başta günlerdir gösterilere sahne olan Tahrir Meydanı olmak üzere ülkenin dört bir yanında milyonlarca insan sevinç gözyaşlarıyla sokaklara ve meydanlara akın etti. "Halk, Mübarek rejimini devirdi" sloganları atıldı. Kahire'yi terk eden Mübarek'in ise Şarm el Şeyh'e gittiği belirtiliyor. Uluslararası medya, Ortadoğu için büyük önem taşıyan istifayı, flaş haber olarak duyurdu.

Mübarek'in önceki akşam beklentilere rağmen istifa etmek yerine yetkilerini devredeceğini açıklaması büyük hayal kırıklığına yol açmıştı. Milyonlarca Mısırlı dün cuma namazından sonra ellerinde bayraklarla Tahrir Meydanı'na koştu. Mübarek'in önceki gün yaptığı ve geçiş sürecini yöneteceği yönündeki açıklamaya sert tepki gösteren halk, Devlet Başkan Yardımcısı Ömer Süleyman aleyhine de sloganlar attı. Binlerce kişi tanklar ve tel örgülerle korunan Kahire'deki Cumhuriyet Sarayı'nın önünde toplanırken, göstericiler 400'den fazla tank ve zırhlı aracın çevirdiği Tahrir Meydanı'nın hemen yanı başındaki Televizyon Binası'nın önünü karargah haline getirdi.

Göstericilerin saraya yürümesi üzerine Mübarek ve ailesinin kenti terk ettiği bildirilirken, günlerdir beklenen açıklama akşam saatlerinde geldi. Devlet Başkan Yardımcısı Ömer Süleyman, Hüsnü Mübarek'in istifa ettiğini, devleti yönetme konusunda, Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi'ni "görevlendirdiğini" açıkladı. Halk bu açıklamanın ardından sevinç kutlamalarına başladı.

Daha sonra ordudan yapılan açıklamada askerin meşru bir hükümetin yerini almayacağı, yeni yönetimin kurulması için Mısır halkının istekleri doğrultusunda alınacak önlemler konusunda daha sonra bir duyuru yapılacağı bildirildi. Açıklamayı okuyan askerî sözcü, Mübarek'in "halkın çıkarları doğrultusunda istifa ettiğini" belirtti. Mübarek'in istifasıyla Mısır'da bundan sonra Savunma Bakanı Hüseyin Tantavi etkili olacak. Mareşal Tantavi, 1991 yılından beri Savunma Bakanlığı görevinde bulunuyor. 25 Ocak'ta gösterilerin başlamasından sonra Mübarek, halkı sakinleştirmek için kabineyi yeniden şekillendirmiş, Tantavi'ye savunma bakanlığının yanı sıra başbakan yardımcılığı görevi vermişti.

Mısır'ın muhalif isimlerinden Muhammed El Baradey, istifayı "Bugün hayatımın en büyük günü." şeklinde değerlendirdi. Baradey, "Mısır, yıllar süren baskı döneminin ardından özgürlüğüne kavuştu." dedi. Mısır'ın en büyük muhalif grubu Müslüman Kardeşler de, Mübarek'in istifasından ötürü bugünün "zafer günü" olduğunu açıkladı. Grubun üyesi eski parlamenterlerden Muhammed el Katatni, "Mısır halkını ve şehitleri selamlıyorum. Bugün, Mısır halkı için zafer günüdür. Devrimin en önemli hedefine ulaşıldı." dedi. Mısır, istifasının ardından Mübarek'in ülkeyi terk edip terk etmeyeceği ve konumunun ne olacağını tartışmaya başladı. Bu arada İsviçre Dışişleri Bakanlığı, Mübarek'in bu ülkedeki mal varlıklarının dondurulacağını açıkladı.

[Haber Portre] Ortadoğu'nun Berlin Duvarı yıkıldı

Ortadoğu ve Arap dünyasındaki statükonun en güçlü temsilcisi olarak adlandırılan Hüsnü Mübarek (83), halkın günler süren kararlı protestoları sonucu görevini bırakmak zorunda kaldı. 1975 yılında devlet başkan yardımcılığı görevine atanan Mübarek, 14 Ekim 1981'de de Devlet Başkanı Enver Sedat'ın suikast sonucu öldürülmesi üzerine anayasa gereği liderlik koltuğuna oturdu. Eski hava kuvvetleri komutanı olan Mübarek, 1973 tarihindeki Arap-İsrail Savaşı'nda gösterdiği yararlılıktan dolayı da mareşal rütbesine yükseltildi. Sahip olduğu öne sürülen 40-70 milyar dolarlık servete de Mübarek'in bu dönemdeki askerî ihalelerden ulaştığı öne sürülmüştü.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve 2. Ramses'ten sonra Mısır'ı en uzun süre yöneten üçüncü lider olan Mübarek, özellikle ABD yanlısı politikalarıyla dikkat çekti. 1991 yılındaki Körfez Savaşı sırasında ABD'nin yanında yer aldığı için büyük askerî yardımlar alan Mısır'ın 14 milyar dolarlık borcu da affedildi. 6 kez suikast girişiminden kurtulduğu öne sürülen Mübarek'e en sansasyonel saldırı girişimi 1995 yılında Etiyopya'da yapıldı. Bu saldırı iddiasından sonra 20 binden fazla Cemaatul İslami mensubu tutuklandı. Halen hapishanelerde 30 binden fazla siyasi tutuklunun bulunduğu tahmin ediliyor.

5 kez 'evet', 'hayır' şeklinde yapılan referandumlarla devlet başkanlığı görevine seçilen Mübarek, ilk kez 2005 yılındaki çok adaylı seçimlerden de yüzde 87 oy alarak koltuğunu korudu. Ancak bu tarihten itibaren başta Mısır olmak üzere tüm dünya, Mübarek'in yerine kimin geçeceğini tartışmaya başladı. Tartışmaların artmasının sebebi de Mübarek'in, yerine oğlu Cemal'i hazırladığı yönündeki iddialardı.

Göreve geldikten sonra Sedat'ın öldürülmesini gerekçe göstererek olağanüstü hal yasalarını yeniden yürürlüğe koyan Mübarek, bu yasaların ışığında ülkede büyük bir baskı rejimi oluşturdu ve özellikle de muhalif partilerin güçlenmemesi için büyük bir çaba sarf etti. Sokak gösterilerini de engelleyen Mübarek, zaman zaman yapılan küçük çaplı gösterileri bile sert polisiye tedbirlerle dağıttı.

Mübarek'i Batı için vazgeçilmez kılan ise İsrail ile kurduğu çok yakın ilişkiler oldu. Mübarek karşıtı gösterilerin başladığı 25 Ocak'tan itibaren Mübarek'in yanında yer alan tek ülke bazı Arap ülkelerinin yanı sıra İsrail oldu. İsrail, Mübarek'in, Ortadoğu barışı için vazgeçilmez bir kişi olduğunu belirtiyordu. ABD'nin İsrail'den sonra en fazla yardımda bulunduğu ülke olan Mısır, Mübarek'le tam anlamıyla ABD'nin yörüngesinde yer aldı ve Washington'la hiçbir şekilde karşı karşıya gelmemeye çalıştı. Arap dünyasının Berlin Duvarı olarak adlandırılan Mübarek'in düşmesinden sonra diğer demokratik olmayan bölge rejimlerinin de kısa süre içinde değişime uğramasına kesin gözüyle bakılıyor.

[Haber İzlenim] Mısır'ın doğum günü

Mübarek'in istifa haberi Tahrir Meydanı'na ulaştığında günlerdir burayı mesken edinen yüz binler bir ağızdan 'Mübarek rejimini devirdik', 'Başardık' sözleriyle haykırıyordu. Ağlayanlar, dans edenler, arkadaşına sarılanlar, kırmızı, siyah, beyaz renkli bayrağını daha da büyük bir gururla dalgalandıranlar... 'Bugün doğum günüm', 'Yeniden doğdum', 'Mısır'ın en büyük günü', 'Mısır halkı başardı'... Bu sözler, mutluluğu ifade eden sözlerden sadece bazılarıydı. 'Bugünü veda cuması ilan etmiştik' diyordu biri ve ekliyordu: 'Öfke cuması' dedik gitmedi, 'terk et cuması' dedik yine direndi, ancak 'veda cuması' onun sonu oldu. Öteki de Mübarek'ten başka bir lider ismi daha duyacağı için mutlu olduğunu ifade ediyordu. Tam 18 gün boyunca Tahrir Meydanı unutulmaz pek çok hatıraya ev sahipliği yaptı. Özgürlük ateşi buradan alev aldı. Mübarek yanlısı çeteler, tonlarca taşı burada onların üzerine attı. Burada kanları aktı. Soğuk ve yağmura aldırmadan burada gecelemişlerdi.

85 milyon Mısırlı, dün geceyi sokakta geçirdi. Sokaklar doldu taştı. Günlerdir korkudan geceleri sokağa çıkamayanlar, ellerinde bayrakları, arabalarıyla sevinç turları attı. Bundan sonra gözler ordunun üzerinde. Günlerdir demokratik değerlere vurgu yapan ve halktan yana bir görüntü çizen ordu, bu politikasını koruyacak mı, yoksa Ortadoğu'nun geleneksel reflekslerine göre hareket ederek Mübarek'in çizgisini bir şekilde devam mı ettirecek? Sokaklardaki coşku sona erdikten ve herkes evine döndükten sonra halk, atılacak adımları çok daha yakından izleyecek. Meydandakiler, eski rejimi çağrıştıracak en küçük bir harekete dahi müsaade etmeyeceğinin altını çiziyor. Dolayısıyla ordunun atacağı yanlış bir adım, halkı tekrar sokaklara dökebilir. Ve ordunun da, iddia edildiği gibi halk ayaklanmasına karşı koyacak bir gücü yok.

Demokratik bir sürecin başladığı Mısır'da artık şu sorunun cevabının bulunması gerekecek: Devlet başkanlığı seçimlerinin yapılacağı eylül ayına kadar ordu, demokrasinin tesis edilmesi için nasıl bir strateji izleyecek?

Mübarek'te ısrar edenler tebrik sırasına girdi

Mısır'da demokrasi gösterilerinin başladığı 25 Ocak'tan bu yana hem dünyayı hem de kendi halklarını "Müslüman Kardeşler" öcüsü ile korkutan Batı, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek'in istifasından sonra Mısır halkının "zaferini" kutlama yarışına girdi.

Dünyada demokrasi ve insan hakları şampiyonluğuna soyunan Avrupa Birliği, 25 Ocak'tan bu yana çok kötü bir imtihan verdi ve namuslu Batılılar tarafından sürekli "ikiyüzlülükle" itham edildi. Geçen hafta yapılan Münih Konferansı'nda Mısır'da istikrara vurgu yapan Almanya Başbakanı Angela Merkel, Mübarek'in gittiği kesinleştikten sonra olayları "tarihi gün" olarak nitelendirdi. Ancak İsrail'in güvenliğine dikkat edilmesi gerektiğini de vurgulamayı ihmal etmedi. Tunus ve Mısır'daki demokrasi hareketlerinin en çok hırpaladığı Fransa ise Mübarek'in düşüşünden hemen sonra 18 gündür sürdürdüğü "İsrail ve istikrar" yanlısı tavrına bir anda son vererek, ülkede bir an evvel hür ve adil seçimlerin yapılması çağrısı yaptı. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, Mübarek'in düşüşünden bir gece evvel Fransız TV'lerinde yine istikrara vurgu yaparken, Müslüman Kardeşler "tehlikesine" de çaktırmadan işaret ediyordu.

Son dakikaya kadar Mübarek'e istifa çağrısı yapamayan AB'nin üç lideri Konsey Başkanı Herman Van Rompuy, Komisyon Başkanı Jose Manuel Barroso ve AB Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, tarihi anın şanına yakışır şekilde ortak bir açıklama yaparak, Mısır halkının cesaretini "selamlıyordu". 300 kişinin öldüğü 18 gün boyunca pek ortada görünmeyen Avrupalı liderler, dün gazetecilerin internet kutularını Mısır halkını kutlayan mesajlarla doldurdular, TV'lerde görünme yarışına girdiler.

AP'nin üç grubunun liderlerinin hakkını yememek lazım. Sosyalist Grup Başkanı Martin Schulz, Mübarek'e istifa çağrısı yapan ilk Avrupalı siyasi lider oldu. Liberallerin lideri Guy Verhofstadt, yaşananların İslam değil, hürriyet devrimi olduğunu söyledi. Yeşillerin lideri Daniel Cohn-Bendit, her zaman olduğu gibi Arap halklarının meşru taleplerinin safında yer aldı. SELÇUK GÜLTAŞLI BRÜKSEL

Ortadoğu'da bayram havası

Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek'in günlerdir süren protestolar sonrasında istifa etmesi, Arap dünyasında sevinçle karşılandı. Birçok Arap ülkesinde halk sokağa çıkarak, Mısır halkının mutluluğuna ortak oldu. Mısır ile sınırı bulunan, Hamas'ın kontrolündeki Gazze Şeridi'nde, Mübarek'in istifa haberini alan Filistinliler sokaklara dökülerek kararı havaî fişeklerle kutladı. Batı Şeria'daki Filistin yönetiminin merkezi Ramallah'ta da yüzlerce kişi, Mübarek'in istifasının ardından sevinç gösterisi yaptı.

Katar'ın başkenti Doha'da binlerce Mısırlı ve Arap, Mısır Milli Marşı'nı okuyarak, "Yaşasın Mısır" ve "Mısır özgür, hırsızlar gitti" diye sloganlar attı. Yemen'de de Mübarek'in istifasını kutlayan binlerce kişi "Dün Tunus, bugün Mısır, yarın Yemenliler zincirlerini kıracak." diye bağırdı. Fas'ın başkenti Rabat'ta da yüzlerce kişi Mübarek'in gidişini ve Mısır halkının "zaferini" sloganlarla kutladı.

Cezayir'de polis gösterilere müdahale etti

Tunus'ta yönetim karşıtı gösterilerin başlamasının hemen ardından olayların sıçradığı komşu Cezayir'de dün bir kişi daha protesto amacıyla kendini yaktı. 36 yaşındaki işsiz ve altı çocuk babası Lütfi Maamir'in kendini yakarak öldürmesiyle, ocak ayı ortasından bu yana ülkede aynı şekilde hayatına son verenlerin sayısı 4'e yükseldi. Tunus'ta rejime yönelik gösteriler bir işsizin kendini yakmasıyla başlamıştı.

Bu arada, bugün Cezayir'de "sistemin değişimi" için büyük bir gösteri hazırlığı yapan muhalif hareket yetkilileri, Mübarek'in düşmesini kutlamak için yapılan spontane gösteriye polisin müdahale ettiğini, bazı göstericilerin yaralandığını ve 10 kişinin gözaltına alındığını belirtti. Başkent Cezayir'de yapılan gösteride 100 kadar gösterici, "Rejim yıkılsın" ve "Mübarek'ten sonra sıra Buteflika'da" diye slogan attı. Bu arada Suriye'de 2007 yılından bu yana sosyal paylaşım sitesi Facebook ve video paylaşım sitesi Youtube'a giriş yasağı kaldırıldı. Kararın Arap dünyasını sarsan ayaklanmaların ardından gelmesi dikkat çekti. dış haberler servisi

Davutoğlu: Cumhuriyet ile demokrasi buluştu

-Protesto gösterilerinin başlangıcından bu yana halkın demokrasi yönündeki meşru taleplerini destekleyen Türkiye, Mısır halkını ilk tebrik eden ülkelerden biri oldu. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Twitter'da yayımladığı açıklamasında, "Mısır halkı için hayırlı olsun. Mısır halkı uzun soluklu bir eylemle isteğini ortaya koymuştur." ifadelerini kullandı. Davutoğlu, gazetecilere yaptığı değerlendirmede de istifayı hem Mısır halkı, hem Arap toplumları hem de bölge için son derece tarihi bir gelişme olarak niteleyerek, "Mısır'da cumhuriyet ile demokrasi buluştu. Demokrasiyle bunun taçlanması, bölgemize büyük bir istikrar sağlayacaktır. Barışçı tutumu ve eylemlerle bu değişimi sağlayan Mısır halkını kutluyoruz. '' dedi.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1092476&title=misirda-bir-devrin-sonu&haberSayfa=0
#763
ÇAĞLAR AVCI, MUSTAFA TURAN - ZAMAN

İkinci Ergenekon davası tutuklu sanığı Mehmet Haberal, 21 ay sonra ilk defa İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü'nden ayrıldı.

13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin talebiyle Haberal'ı muayene eden Adli Tıp Kurumu uzmanları 'hasta için hayati risk izlenimi elde edilmediği ve Enstitü dışında başka bir hastanede tetkikler yapılması' gerektiğini rapor etmişti. Haberal, bu veriler üzerine dün Halkalı'daki Mehmet Akif Ersoy Kalp Hastanesi'ne nakledildi. Kardiyoloji Enstitüsü'nün arka kapısından jandarmanın geniş güvenlik önlemleri altında tekerlekli sandalye ile çıkartılan Haberal, ambulansa binerken ayağa kalkarak kendisini bekleyenlere ve kameralara el salladı. Sabah saatlerinde, mahkemeden gizlenen sağlık raporu ile ilgili soruşturma kapsamında aralarında Haberal'ın koruma ve hemşiresinin de bulunduğu 4 kişi daha gözaltına alındı.

Ergenekon davasının tutuklu sanığı eski Başkent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Haberal'la ilgili dün önemli bir gelişme yaşandı. Tutuklandığı 2009 yılı Nisan ayından bu yana bir gün bile cezaevinde kalmayan Haberal, aylardır yattığı İÜ Kardiyoloji Enstitüsü'nden dün geniş güvenlik önlemleri altında çıkarıldı. Mehmet Haberal'ın sağlık durumuyla ilgili, Enstitü'nün 5 kişilik doktorlar heyetince 16 Ekim 2010'da yazılan sağlık raporunda, "Enstitümüzün 3. servisinde 304 numaralı odada yatmakta olan Mehmet Haberal'ın durumu değerlendirilmiş ve tıbbi tedavisine ayakta devam edilerek bir ay sonra kontrole gelmek üzere taburcu edilmesine karar verilmiştir." ifadeleri kullanılmıştı. Ancak sağlık raporunun, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nden gizlendiği ortaya çıkmıştı. Mahkeme, sanığın Adli Tıp'a sevk edilerek sağlık durumunun tespiti yönünde karar almıştı. Mahkemenin kararından hemen sonra Enstitü yeni bir rapor daha hazırladı. Raporda, Haberal'ın hareket ettirilmesinin mümkün olmadığı ileri sürüldü. Bunun üzerine mahkeme bir ara karar daha alarak, Adli Tıp uzmanlarının, Haberal'ı tedavi gördüğü hastanede muayene etmesine hükmetti.

Adli Tıp 3. İhtisas Kurulu'ndan uzman ekipler Haberal'ı yattığı hastanede muayene ettikten sonra hazırladığı yazıyı Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderdi. Yazıda, Haberal'ın 26 Ocak 2011 tarihinde yapılan muayenesi ile sanık hakkında düzenlenen adli dosyadaki tıbbi belgelerin de incelendiği aktarıldı. Şöyle denildi: "Hastanın yapılan klinik muayenesi, biyokimyasal parametreleri, EKG, ekokardiyografi, eforlu EKG, holter EKG ve koroner anjiyografi sonuçları birlikte değerlendirildiğinde, bu verilerin hasta için öngörülen hayati risk ile tam olarak bağdaşmadığı izlenimi elde edilmiştir.''

Yazıda, ayrıca Haberal'ın başka bir kardiyoloji merkezine sevk edilerek yatırılmasının sağlanması ve orada klinik incelemelerin yeniden yaptırılarak sonuçlarının Adli Tıp Kurumu'na gönderilmesi talep edildi. Haberal, dün Enstitü'den alınarak, Mehmet Akif Ersoy Kalp Hastanesi'ne götürüldü. Kardiyoloji Enstitüsü'nün Haberal'ın sevkinin yapılmaması için direndiği ve sevk için gerekli olan izin belgesini vermediği ileri sürüldü. Kaldığı hastanenin arka kapısından tekerlekli sandalyeyle çıkartılan Haberal, ambulansa binerken ayağa kalkarak kendisini bekleyenlere el salladı. Belli bir süre hastanede kalacak olan Haberal'a çeşitli testler yapılacak. Bunların sonucunda hazırlanacak rapor Adli Tıp Kurumu'na gönderilecek. Adli Tıp uzmanları hem kendi muayene sonuçlarını hem de hastaneden gelen sonuçları değerlendirip, son kararı verecek. Bu arada, Haberal'ın avukatı, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne bir dilekçe sunarak, Adli Tıp Kurumu yazısına itiraz etti.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1092352&title=haberal-21-ay-sonra-kaldigi-hastaneden-cikarildi
#764
Asıl derdimi öyküdeki babaya söyleteyim: Babasıyla sabah namazına kalkmış bir delikanlı, komşu evlerin ışıklarının yanmadığını görünce, "Şunlara bak baba, namaza kalkmamışlar!" der. Baba mahzun olur: "Ah evladım, böyle diyeceğine namaza kalkmasaydın keşke."

Bir de şöyle bir öykü bilirim: Bir sarhoşun Mevlânâ'nın dergâhına girip patavatsızlık etmesi üzerine, müridler sarhoşu tartaklar. Mevlânâ ise müridlere çıkışır: "Şarabı o içmiş ama siz sarhoş olmuşsunuz."

Şarapçının niye sarhoş olduğu ilgilendirmez müridi; sarhoşa nasıl davranacağı ilgilendirir. Müridin sarhoşa kabalık yapmaması, sarhoşun müride kabalık yapmamasından önceliklidir. Bu önceliği bilmezsek, ömrümüzü başkalarını ayıplamak gibi affedilmez bir ayıba harcarız. Şarapçının sarhoşluğu geçer ama başkasının ayıplarını sayarken kendini ayıpsız bilme sarhoşluğu geçmez.

Kur'ân'ın Karun, Firavun, Nemrud, Ebu Leheb, Câlut gibi kötülük tiplerini ısrarla hatırlatması, içimizdeki sapma dinamiklerini hatırlatmak adınadır. Başkalarını ayıplayarak içimizdeki ayıpları unutturmak için değildir. Kur'ân başkalarını etiketlemeye değil kendimizi sorgulamaya çağırır: "Firavun'u firavunlaştıran benlik sende de var!" demeye getirir. "Karun'u Karunlaştıran kibre ve gurura sen uzak dur!" diye uyarır. Karun ölmüştür ama Karunlaşma tehlikesi yaşamaktadır. Tebbet Sûresi'nde "Kurusun iki eli Ebu Leheb'in" derken, elimizde olanların bizi de "Ebu Lehebleştirme" tehlikesine dikkat çeker: "Malın ve kazancın seni de helak edebilir." Maksat, Ebu Leheb diye birini çekiştirmek, çekiştirmemizi istemek değildir.

Aldananları görmek, aldanabileceğini gösterir insana. Kendisi gibi insanların da aldanabildiğini görünce, aldananlara "oh olsun!" demeden önce kendisinin de aldanabileceğini hatırlayıp "eyvah!" diyebilmek kulca bir titreyiştir. Başkalarının kötülüğünü ağzında çoğaltarak kendini temize çekmek ise kulluk değildir. Kendi dindarlığını yücelterek günahkârları aşağılamak ise dindar bir insanın işi değildir. Yoktur böyle dindarlık.

Dergâhta sınanan sarhoş değil müridlerdir. Şimdi sınanan ise Defne değil, biziz! Defne hakkındaki sözlerimiz Defne'ye bir şey kazandırmaz da kaybettirmez de. Kaybedeceği olan biziz. Bu sınavda kaybetmezsek, ölü Defne'yi olmasa da, yaşayan Defneleri kazanabiliriz. Hem belki "Defne'nin ölümü"nden aldığımız dersle, yaşayan Defnelerin "ölü kalpleri"ni diriltiriz.

Öbür türlüsü kolaycılıktır; konfor sunar aklımıza. Klişe ile çözeriz her çelişkimizi. Sloganla yükseltiriz sesimizi. Sustururuz. Dine yaslanma keyfini yaşatırız nefsimize. Çakırkeyf oluruz biraz da. Hafif sarhoş... Değil mi?

Senai Demirci - Haber 7
senaidemirci@gmail.com
http://www.haber7.com/haber/20110211/Yok-boyle-din-Sinanan-Defne-degil-biziz.php
#765
Defne Joy'la hiç görüşmedim. Ekrandan gördüm. Ekrandan gördüğüm kadarıyla bilirim. Onun uğradığı semtlere pek uğramam. En son gittiği bara hiç gitmedim. Bara gitmeyenlerdenim. Benim hiç gitmediğim, Defne Joy'un artık gidemeyeceği o bar, bu gece de doludur, büyük ihtimal. O bara ve diğerlerine gidenlerden biri benden önce ölürse, Defne Joy'un arkasından şimdi yazdığımı onlar için de yazacağımı bilsinler isterim. Hıncal Uluç ve Hıncal Uluç'a karşı yazanlar kadar ünlü olmayabilirim. Bar sakinleri, "pub" müdavimleri, viski tiryakileri için yazdığım bu yazı umurlarında olmayabilir.

Bu yazı, merhum Defne Joy Foster hakkındaki Hıncal Uluç yazısına karşı ya da taraftar değil. Bu yazı, Hıncal Uluç yazısına karşıt yazıların karşısında ya da yanında değil. Hem Hıncal Uluç'un yazısı yerine hem de Hıncal Uluç'a karşı yazılanlar yerine yazılmış bir yazıdır.  (Yazıyı uzattığımı, bitirip de gözden geçirirken fark ettim, ama uzunca anlatılması gereken inceliklerin hatırına sabrını rica ederim okuyucularımın.)

Dindar diye bilinirim. Beş vakit namazı kaçırmamaya gayret ederim. Ağzıma içkinin damlasını dokundurmak istemem. Günaha girmekten korkanlardanım. Ama günaha girmeyenlerden değilim. Benim nefsim de Defne Joy'un'ki gibi günaha karşı bağışıklık kazanmış değil. Benim ayağım da onunki kadar kayabilir. Benim gözüm de bar sakinleri kadar harama bulaşabilir, bulaşmıştır.

Dindarların –iyi bilmeleri gerek ki-birilerini cehenneme birilerini cennete yerleştirme gibi bir yetkileri ve görevleri yok. Dindarların duaları dindar olmayanlardan daha çok dinlenir değil. İnanan bir insan, çok iyi bilmeli  ve unutmamalı ki, cami cemaati cenneti garantilemiştir de, pub cemaati cehennemin dibinde değildir. Kimin ne olacağını yalnızca Allah bilir. Hesap defterimizi açma yetkisi Rabbimize aittir. Camii müdavimi bir gün sapıtabilir; meyhane düşkünü gün gelir, tövbe eder, Rabbine dönebilir.

Beni "light müslüman" diye etiketleyeceklere peşinen hatırlatırım. Günahkârın günahının lafını etmek, günahkârın günahından daha ağır bir günahtır. Çünkü hiç kimse sınanmadığı günahın masumu değildir. Sınanınca kaybedenleri, şimdilik sınanmadığı için kaybetmeyenler kınamaya kalkarsa, sadece komik olurlar, acınası hale düşerler. Sınansaydılar kaybedeceklerdi. Belki de sınanacaklar ve kaybedecekler. Bu yüzden, kimse kimseyi günahından ötürü kınama hakkına sahip değildir.

İslam söz medeniyetidir. "Göklü sözler"le inşa eder; sözün gücüyle onarır insanı. Sözün gücü, gücünü söz edenlerin hepsini mağlup etmiştir. İşte bu yüzden, dindarlık, en hassas inceliklerini söz ve ses üzerinden inşa eder. (Sadece Hucûrat Suresi'ni bir "sound-check" olarak okumak yeter de artar bile anlayana)

"Ölünün arkasından konuşulmaz" sözü, görünmez bir sınırın bekçisidir. Ölü, kim olursa olsun, muhteremdir, saygıyı hak eder. Ölü acizdir; el kaldıramaz. Zayıftır; konuşup kendisini savunamaz. Savunmasız ve çaresiz olanı, konuşmaya muktedir olanın ezmemesi inceliğin gereğidir. Böylesi bir imkân bir nezaket sınamasıdır. Bu yüzden, saygılı olma erdemini ortaya koyabilmek için, acizlerle karşılaşmalarımız birer fırsattır. Muktedirler karşısında ister istemez saygılı ve naziğizdir çünkü. Nezaketimizi ancak ölüler karşısında kalite kontrolünden geçiririz.

"Ölünün arkasından konuşulmaz" sözü, "ölü gibilerin de arkasından konuşulmaz" demeye gelir.Hıncal Uluç'un farkında olmadığı, farkında olmamakla ayıplanamayacağı bir inceliktir bu: Sesimizi güçsüzlerin aleyhine –güçsüzler hatalı olsa da-kullanmamızı istemez Rabbimiz. Muktedirlerin zayıfları ezen sözlerini doğru da olsa doğru bulmaz Rabbimiz. Her sözü işiten bir Allah'a inanan için, birilerinin arkasından konuşup konuşmamak, çıtası yüksek bir ahlak testidir. "Abdestinde namazında", "hacı hoca" nice dindar olarak bu çıtanın altında kaldığımızı çok iyi biliriz. Hemen itirafa hazırız. Eğer gıybetlerimiz alkol kadar sarhoş etseydi, namazlarımızı sallana sallana kılardık. Arkadan çekiştirmelerimiz üstümüzü başımızı açıverseydi eğer, saçlarımız da baldırlarımız da açıkta kalırdı. Saydam bir perdeyi yırtıp yırtmamakla sınanırız her an. Doğruyu söylememizin bile doğru olmadığı, dilimizin ucuna hemen ve kolayca geliveren tiksindirici bir günahla sınanırız. Soyunarak yapılan zinaya benzemez bu günah. Hapse atılmayı göze alarak işlenen cinayete benzemez.  Kapıyı kırarak yapılan hırsızlığa benzemez. Her an sınanmadayız. Her an. Ama her an. Yeri gelir, susmak nice zahmetli ve yoğun konuşmalardan koşuşturmalardan daha sahih ve derin bir erdem oluverir. Allah'ın hatırına susmak, Allah'ı hatırlamanın en samimi işaretidir.

Arkadan konuşmak, modern hukukta suç sayılmaz. Arkadan konuşmaların ardına düşmez polisler. Aksine arkasından konuşulanların peşine düşer. Dedikoducular, laf taşıyanlar "onur-kıyım" yaptıkları halde, "soykırım" yapanlar gibi hesaba çekilmez.

Allah'a  inanmanın kılık kıyafete dökülmeyen, camiye gitme sıklığı ile ölçülemeyen asıl özü tam da burada görünür. Bizi Allah'tan başka kimsenin hesaba çekmeyeceği yerde... Hiç görmediğimiz Allah tarafından görüldüğümüzü gözetip gözetmeyişimize göre tartılırız. Mümince yaşama inceliği, kulların duymasına göre değil, Allah'ın duymasına göre ağzını açmayı gerektirir. Herkesin doludizgin koştuğu anlarda, sıcacık bir yürek titreyişiyle, tuhaf karşılanmayı göze alarak durmaktır Allah'a göre yaşamak. Öyle çileli bir duruş ki, doludizgin koşanları da ayıplamaktan alıkoyar adamı. Çoklarının zevk içinde çığlıklar attığı yerde, nefsinin hayvanca bağırtılarını şeffaf bir zarfın içine nezaketle koyarak susabilmektir iman etmek. Öyle bir susuş ki, günaha dalanlara sövmeye kalkmaz. Kendi günah işleyebilirliğini de hatırlattığı için günahkârlardan daha çok mahcup olur. Ona buna etiket takmaya, aşağılamaya  kalkmaz.

Ben de bir günahkârım. Nasıl masum olabilirim ki! Gayet iyi bilirim; günahkâr acizdir, şehvetinin elinde kuru yaprak gibi savrulmaktadır. Günahtan uzak durabilecek kadar aklı başında olanın bu 'aciz'e dil uzatmaması gerekir. Hata edenin ayağı kaymış, batağa düşmüştür. Hatasız olana ayağı sürçene merhamet elini uzatmak yakışır.

Günaha karşı dururken, günahkâra şefkat edebilecek kadar ince bir yürüyüştür iman etmek. Birini günahından dolayı kınamak, "Ben öyle yapmam asla!" demeye gelir ki, kınanan günahtan daha ağır bir günahtır; büyüklenmektir. Birini bir hatasından ötürü çekiştirmek, "o hep öyle yapar zaten!" "hiç utanmaz ki..." demeye gelir. Çekiştirilen hatadan daha büyük bir hatadır. Allah'ın iyilik umarak yoktan var ettiği bir insanı hepten kötü ilan etmektir. Bir başkasını ayıbıyla anmak-hem de ayıbını örtecek mecali olmayan bir ölü iken- kendi ayıplarını ayıp bilmemektir. Anılan ayıptan daha büyük ayıptır. Başkalarına ait kusurları sayıp dökmek, kendisini kusursuz saymaktır ki, kusurların hepsinden daha çirkin bir kusurdur. Sorarlar adama: "Sen onun sınandığı durumla sınansaydın, kusur işlemeyeceğinden ya da onun kusurundan daha hafifini işleyeceğinden emin misin? Sen sınansaydın belki de daha çirkin bir cürüm işleyecektin."

Diyeceğim o ki, Defne Joy artık acizdir, eli kolu bağlıdır, dilsizdir, konuşamaz. Onun hakkında ileri geri konuşmak, kendi gücünü ve onun acizliğini fırsat bilmektir. Şerefli bir iş değildir. Bu iş, Defne Joy'un ve yakınlarının şerefinden önce konuşanların şerefine dokunur.

Dedim ya; Defne Joy'un uğradığı bara hiç uğramadım. Oralara uğramayı kendimce ayıp biliyorum. Ama oralara uğrayanları ayıplama hakkım yok. Onları ayıplama ayıbının, onların ayıplandığı ayıptan daha hafif olmadığını biliyorum. Ancak, ayıplarıyla aralarının açılmasını ümit etmeye hakkım var. Kusurlarından kurtulmalarını ummayı  görev bilirim. İyi işler yapanların "kötü"leşmeme garantisi olmadığını hatırlatır bana Rabbim. Kötü işlere bulaşanların "iyi" olmalarına bir engel olmadığını öğretir bana Kitab'ım.

Defne Joy'un en son uğradığı yere bir gün ben de uğrayacağım. Cami avlusunda bir musalla taşında ağırlayacaklar beni. Musallada bir cenaze iken ben, bakalım kaç kişinin "iyi biliriz" dediğini hak edeceğim; bilmiyorum. Bildiğim şu ki, Defne Joy'un sınanması sona erdi. Defne Joy'un ölümüyle yeniden sınandık her birimiz. Dilimizi Allah'ın hatırına göre kıpırdatıp kıpırdatmama sınavı bu. Sözümüzü Defne Joy adındaki kardeşimizin ve onun yakınlarının onuruna dokundurup dokundurtmama sınavı bu.

Şimdi burada sınanan biziz; Defne Joy Foster değil. Bu sınavdan geçtik mi, kaldık mı; Allah bilir. Hıncal'dan, Sevilay'dan Senai'den daha iyi bilir.

Senai Demirci - Haber 7
senaidemirci@gmail.com
http://www.vekil.net/forum/makale-kose-yazisi-arastirma-ve-inceleme-yazilari/?action=post
#766
Okurumuz Faik Kılıç, "Eşimin ilk işe girişi 1996 yılında olup, 3600 prim günü ve 15 yıl hizmet şartını doldurduktan sonra, SGK'dan da durumu tevsik eden belgeyi de sunarak kıdem tazminatı talebiyle çalıştığı şirkete istifa dilekçesini verdi. Ancak şirket, kurumlarında böyle bir uygulama olmadığı gerekçesiyle kıdem tazminatını ödemeye yanaşmıyor. Konuyla ilgili yeterli bilgileri olmayabilir diye ilgili yasa hükmünü kendilerine gönderdim. Ödememekte ısrar ederlerse, dava konusu yapmadan önce Çalışma Bakanlığı'na şikayet ederek çözümünü düşünüyorum. Nasıl bir yol izlemeliyiz?" diye soruyor.

Değerli okurumuz, 15 yıl ve 3600 günle kıdem tazminatı konusu son zamanların en çok tartışılan konularındandır. Bize de bu köşede en çok sorulan sorulardan birisidir.

Emeklilikte yaş şartını getiren ve hemen hemen tüm sigortalıların emeklilik yaşını ileri atan 4447 Sayılı Kanun'la getirilen düzenlemelerden birisi de işte bu şekilde emeklilik yaşı değişenlerin kıdem tazminatı alarak işten ayrılmalarını sağlamaktır. 1999 yılında yapılan bu yasa değişikliğiyle emeklilik için gereken sigortalılık süresi ile prim gün sayısını doldurup yaşını doldurmayı bekleyen sigortalılara kıdem tazminatı verilmesi gerekmektedir.

Buna ilişkin düzenlemede "506 Sayılı Kanunun 60'ıncı maddesinin birinci fıkrasının (A) bendinin (a) ve (b) alt bentlerinde öngörülen yaşlar dışında kalan diğer şartları veya aynı kanunun geçici 81'inci maddesine göre yaşlılık aylığı bağlanması için öngörülen sigortalılık süresini ve prim ödeme gün sayısını
tamamlayarak kendi istekleri ile işten ayrılmaları nedeniyle feshedilmesi halinde işçilere kıdem tazminatı ödenir" hükmü getirilmiştir.

Bu düzenleme 1999 yılında getirilmesine rağmen, 2008 tarihine kadar SGK tarafından 15 yıl ve 3600 gün sayısını doldurup yaşını bekleyen işçilerin kıdem tazminatı alabileceklerine ilişkin yazı verilmemiştir.

Ancak, bu konuyu yargıya taşıyıp mahkeme kararıyla kıdem tazminatı alabilir yazısının alınması üzerine SGK, 10 / 07 / 2008 tarihli genel yazı ile uygulama değişikliğine gitti. 10 / 07 / 2008 tarihli yazıda, 08 / 09 / 1999 tarihinden önce çalışmaya başlayanlar için aylığa hak kazanma koşullarından yaş dışında en az 15 yıllık sigortalılık süresi ve 3600 prim ödeme gün sayısı koşullarını, 08 / 09 / 1999 tarihinden sonra çalışmaya başlayanlar için ise 60'ıncı maddesinin birinci fıkrasının (A) bendinin (a) ve (b) alt bentlerinde öngörülen yaş koşulu dışında kalan sigortalılık süresi ile prim ödeme gün sayısı koşullarını en erken yerine getirdikleri tarihte, kıdem tazminatına ilişkin yazının verilmesi yönünde uygulamanın değiştirilmesi uygun görüldüğü belirtilmiştir.

SGK, 15 yıl ve 3600 gün sayısını doldurup yaşını bekleyen sigortalılara 1475 sayılı iş Kanunu'nun 14'üncü maddesine göre "Kıdem Tazminatı Alabilir" yazısı vermektedir.

Bu şekilde kıdem tazminatı alabilir yazısı için öncelikle Sosyal Güvenlik Kurumu'nun ilgili müdürlüğüne başvurarak "Kıdem Tazminatı Alabilir" yazısı alınması, bu belgeyle birlikte işvereninize başvurarak kıdem tazminatının talep edilmesi gereklidir. İşvereninizin bu hükümlerden haberdar olduğunu ancak, eşinizin bir başka yerde çalışacağını düşündüğü için kıdem tazminatı vermek istemediğini düşünüyorum.

Bu durumda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bölge müdürlüğüne (Bölge Çalışma Müdürlüğü) konuyla ilgili dilekçe verebileceğiniz gibi, noter kanalıyla ilgili "Kıdem Tazminatı Alabilir" yazısını da ekleyerek fesih ihbarnamesi göndererek kıdem tazminatınızı talep edebilir, verilmediği takdirde de, işçinin iş mahkemesinde dava açması gerekmektedir.
İş mahkemesinde, açacağınız dava sonucunda ayrıca fesih tarihinden itibaren kıdem tazminatının gecikme süresi için mevduata uygulanan en yüksek faizle birlikte ödenmesine karar verilmektedir.

http://www.haber7.com/haber/20110205/15-yilini-dolduranlar-kidem-tazminati-alabilir-mi.php
#767
Avukat Tutmuş

Hakim sanığa sordu:
- Karakolda suçunu itiraf etmişsin sen, peki şimdi niye inkar ediyorsun?
- O zaman henüz avukat tutmamıştım da... Haçan şimdi suçsuz olduğuma ben bile inandım!


Hukukla ilgili fıkralar-13   
Televiziyon

Bizim Temel, bir tv kanalında yarışmaya katılır.
Kazandığı parayı eksik verirler.
Temel sebebini sorar.
"E, öyle vergi kesiyoruz" cevabini alır.
Bunun üzerine Temel, avukata başvurur. Avakut ona "televizyonu mahkemeye ver" der.
Aradan zaman geçer, avukat yolda Temeli görür, ona sorar.
Ula televizyonu mahkemeye verdin mi ?
Temel cevaplar.
Verdim ama ertesi cün keri aldim oni.. İnsan yine de televizyonsuz yapamayi uşağum!    
#768
Kıdem tazminatı tarih mi olacak?

Sendikaların 'kaldırılacak' diye gündeme getirdiği Kıdem tazminatı fonu, işçinin kıdem tazminatının, işveren tarafından değil de kurulacak bir kıdem tazminatı fonu ile ödenmesi üzerine kuruludur.

Hafta sonu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer ve bakanlık bürokratları ile 11-15 Eylül 2011 tarihleri arasında Haliç Kongre Merkezi'nde yapılacak "19. Dünya İş Sağlığı ve Güvenliği Kongresi ve Fuarı"nın tanıtımının yapıldığı basın toplantısındaydık.

Sayın bakana kıdem tazminatı fonunun ne aşamada olduğu ve sendikaların neden karşı çıktığını sordum. Sayın Bakan da, tüm samimiyeti ve iyiniyeti ile kıdem tazminatı fonuna ilişkin gelişmeleri bizlerle paylaştı.

***

Yüzde 92 kıdem alamıyor

Ömer Dinçer'in açıklamalarına göre, ülkemizde işten ayrılan işçilerin sadece yüzde 8'i kıdem tazminatı alabiliyormuş. Peki geri kalan yüzde 92'nin kıdem tazminatı ne olacak?

Sayın Bakan'ın açıklamalarına sosyal taraflardan cevaplar gecikmedi. DİSK Başkanı Süleyman Çelebi'nin seçim sonrasında kıdem tazminatının kalkacağını dair bir açıklama yaptı. Sosyal taraflar kıdem tazminatına dokundurtmayacaklarını söylüyor. Yani işçinin en büyük kazanımlarından birisi olan kıdem tazminatı kaldırılmasına müsaade etmeyiz diyorlar.

Hatta basında "uzmanlar kıdem tazminatının kaldırılmasından tüm çalışanlar zarar görecekler; işçiler, gazeteciler kıdem tazminatını kaybederlerse memurlar da ikramiyelerini kaybederler."şeklinde haberler çıktı.

Peki gerçekten kıdem tazminatı kalkacak mı? AK Parti işçi düşmanı olmuşta, işçilerin hakkını mı gasbedecek?

Yoksa bir kısım işçinin rüyasında bile göremediği kıdem tazminatını daha geçerli bir usule mi dönüştürecek... Belki bunu zaman içinde göreceğiz.

Ama işin aslı şu; başta küçük işletmelerde ve temizlik, güvenlik gibi hizmet sektöründe çalışıp, kıdem tazminatı alamayan, daha açık bir ifade ile rüyasında bile kıdem tazminatı göremeyen bir yüzde 92'lik kesim var. Öbür yanda ise, genellikle büyük işletmelerde ve sendikalı işyerlerinde çalışıp, kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, yıllık ücretli izin ve diğer sosyal-ekonomik haklardan en üst seviyede yararlanan yüzde 8'lik bir kesim var.

Peki yüzde 92'lik bu gariban işçilerin rüyasında göremediği kıdem tazminatı, bir fon kapsamına alınsa ve bu kesim de kıdem tazminatı ile tanışsa ne olur?

***
İşçinin hesabına yatacak

İşte kıdem tazminatı fonu, işçinin kıdem tazminatının, işveren tarafından değil de kurulacak bir kıdem tazminatı fonu ile ödenmesi üzerine kuruludur. Yani iddiaların suyu bulandırma amaçlı olduğu görülüyor. Kıdem tazminatı fonu kurulması halinde, işçinin kıdem tazminatının aylık olarak işçinin hesabına yatması ve belli koşullar oluştuğunda ise işçinin kıdem tazminatını alabilmesini sağlayacak. Bu durumda işverenin batması ya da işçinin istifa etmesi gibi durumlarda da kıdem tazminatı hakkından mahrum kalınmayacak.

Kıdem tazminatının işverenin mali sorumluluğu altında bir fondan karşılanması düşüncesi ilk kez, 1954 yılında toplanan 2. Çalışma Meclisinde gündeme gelmiştir. Yani kıdem tazminatı tarih olmuyor ama, kıdem tazminatı fonu tarih olmuş.

Kıdem tazminatı fonu yürürlüğe girdiği tarihte, bir işyerinde çalışmakta olan işçilerin yürürlük tarihine kadar olan kıdemlerinden işveren sorumlu tutulmuştur. İş sözleşmesi kıdem tazminatına hak kazandıracak şekilde sona erdiğinde, işveren kıdem tazminatını, kanunun yürürlüğe girdiği tarihe kadar olan süre için, ancak işçinin işten ayrılırken ki son ücreti üzerinden ödeyecektir.  Kıdem tazminatı fonu yürürlüğe girdiği tarihten sonra ilk defa veya yeniden işe alınan işçiler ile işyerinde çalışmakta olanların yürürlük tarihinden sonraki hizmet sürelerine ilişkin kıdem tazminatlarının fondan karşılanması uygun görülmüştür.

***
İstifa edenin kıdemi yanıyor

Ekonomik kriz dönemlerinde şirketlerin ödeme güçlüğüne düşmeleri durumunda işçilerin emeğinin ve sadakatinin karşılığı olan kıdem tazminatını alamadıkları, yine uzun yıllar çalıştığı bir işyerinden herhangi bir nedenle istifa eden işçinin kıdem tazminatı  hakkının kaybolduğu bilinmektedir.

Özellikle temizlik, güvenlik ve yemek gibi hizmetler sektöründe kamuya taşeronluk hizmeti veren işyerlerinde çalışan işçilerin işveren değişikliğinden dolayı mağduriyetleri de göz önünde bulundurulduğunda kıdem tazminatı fonunun bir an önce hayata geçirilmesi gerektiği görülmektedir.

Ancak işverenlerin istihdam maliyetlerinin yüksek olduğu ülkemizde maliyetleri artırmamak ve kıdem tazminatı ödenebilirliğini sağlamak adına uygun bir çözüm bulunmalıdır. Yoksa hiçbir siyasi parti işçilerin hakkını gasbetmek, kıdem tazminatı vs. haklarını bitirmek, onları mağdur etmek istemez.

Dr. Resul Kurt - Haber 7
info@resulkurt.com
http://www.haber7.com/haber/20110128/Isciye-verilen-kidem-tazminati-kalkiyor-mu.php
#769


ÖMER ŞAHİN - ABDULLAH BOZKURT / STRASBOURG   

Türkiye'deki yargı reformuna Avrupa'dan güçlü bir destek daha geldi. Venedik Komisyonu'nun ardından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Başkanı Jean-Paul Costa da, yapılacak düzenlemelerin önemine işaret etti.

Costa, Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru hakkı tanınması ve üst yargıyla ilgili düzenlemelerin Türkiye açısından olumlu sonuçları olacağını belirtti. Strasbourg'da Zaman'ın sorularını cevaplayan Mahkeme Başkanı, insan hakları ihlalleri konusunda Anayasa Mahkemesi'ne başvuru imkânı sağlanmasının diğer Avrupa ülkelerinde de görülen bir eğilim olduğunu hatırlattı. Costa, "Bu, arzu edilen bir durum. Bundan sonra hak ihlalleri ulusal mahkeme tarafından çözümlenebilecek. Artık davalar Strasbourg'a gitmek zorunda kalmayacak." dedi. Reform sonrası Türkiye ile ilgili AİHM'deki davaların azalacak olmasını nasıl karşılayacağı sorusuna da, "Bundan memnuniyet duyarız." cevabını verdi. AİHM Başkanı'nın 2010 yılı çalışmalarını aktarırken açıkladığı rakamlar ise Türk yargısının durumunu gözler önüne serdi. Toplam mahkûmiyet kararları arasında yüzde 18,55 ile Türkiye birinci oldu. Onu Rusya ve Romanya takip etti.

Türkiye'deki yargı reformunu Strasbourg'da Zaman'a değerlendiren AİHM Başkanı, Avrupa Konseyi üyesi 47 ülkenin, geçtiğimiz yıl İsviçre'nin Interlaken kentinde yaptıkları toplantıyı hatırlattı. Burada anayasa mahkemelerine bireysel başvuru hakkı konusunda ülkelerin söz verdiğine dikkat çeken Jean Paul Costa, ulusal anayasa mahkemelerinin, vatandaşların hak ve özgürlüklerini korumasının önemine vurgu yaptı.

Bu arada Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde, ulusal mahkemelerdeki davaların uzun sürmesinden dolayı en fazla mahkûm olan ülke oldu. AİHM Başkanı Jean Paul Costa'nın AİHM'nin 2010 yılı çalışmalarıyla ilgili bir basın toplantısında açıkladığı rakamlar, Türk yargısının içler acısı halini ortaya koydu. Buna göre 2010'da Türkiye hakkında, 278 davada, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin en az bir maddesinin ihlal edildiğine hükmedildi. Bunlar arasında 83 davada mahkeme sürecinin çok uzun sürmesinden dolayı sözleşmenin 6. maddesinin ihlal edildiğine karar verildi. Toplam mahkûmiyet kararları arasında yüzde 18,55 ile Türkiye birinci oldu. Türkiye'yi Rusya (yüzde 14,48) ve Romanya (yüzde 9,54) takip etti.

AİHM'de bekleyen yaklaşık 140 bin dava arasında ise Türkiye yüzde 10,9 ile ikinci sırada yer aldı. Birinci sırada yüzde 28,9 ile Rusya bulunuyor. Buna ek olarak AİHM raporu, davalar açısından Türkiye'nin artan bir grafik çizdiğine dikkat çekti. 2009'da AİHM'ye Türkiye'den 4 bin 474 başvuru yapılırken, bu rakam 2010'da 5 bin 821'e çıktı.

Yeni daireler açılmazsa, 4 yılda 154 bin dava zamanaşımından düşecek

Yargıtay ve Danıştay'la ilgili düzenleme hayata geçirilemezse adalet sistemini 'zamanaşımı' tehlikesi bekliyor. Bu yıl Kemal Türkler'e suikast davasıyla birlikte 20 bin dosya zamanaşımına uğramıştı. Adalet Bakanlı-ğı'nın tespitlerine göre, 2011'de 25 bin, 2012'de 32 bin, 2013'te 42 bin, 2014'te ise 55 bin dava aynı şekilde düşecek.

Yargıtay ve Danıştay'da köklü değişiklik getiren yasa tasarısı, Adalet Komisyonu'nda bugün ele alınacak. Reform tasarısı, yüksek yargının iş yükünü hafifletmeyi, adaletin hızlı bir şekilde tecelli etmesini amaçlıyor. Yüksek yargının iş yükü son 5 yılda iki kat oranında artmış durumda. Bundan beş yıl önce kurulan istinaf mahkemeleri hayata geçirilemediği için dosya sayısı her yıl katlanarak arttı. Bundan dolayı Yargıtay ve Danıştay'ın arşivleri tıka basa dolmuş durumda.

Adalet Bakanlığı, Yargıtay ve Danıştay'daki daire-üye sayısının artırılma gerekçesiyle ilgili bilgi notu hazırladı. Bakanlığa göre, istinaf mahkemesinin kurulmaması yargıda dosya birikmesine yol açtı. Mevcut durumda ise bölge adliye mahkemelerinin hayata geçmesi bile tek başına yeterli olmayacak. Bakanlığın bu konudaki görüşü şöyle: "Gelinen noktada iş yükü ikiye katlandığı için istinaf mahkemeleri kurulsa bile artık tıkanma noktasına gelen Yargıtay'ın, biriken dosyaları 4 - 5 yıldan önce sonuca bağlaması ve normal işleyişine dönmesi mümkün değil. Bu durum karşısında adalet bekleyen insanların daha fazla mağdur edilmemesi için istinaf mahkemelerinin faaliyete geçirilmesiyle birlikte Yargıtay'ın daire ve üye sayısının da artırılması gerekiyor."

Yargıtay üyesi Ömeroğlu: Düzenleme halk için de yargı için de olumlu olacak

Yargıtay 5. Daire üyesi M.Nihat Ömeroğlu, Yargıtay kanununda öngörülen değişikliği destekledi. Haberturk.com sitesine açıklama yapan Ömeroğlu, "Bunun bir yargı reformu olduğu çok kesin, artık bizim eski yargı kültürüyle bu yeni düzende yargıyı düzeltmemiz zor. Yeni söylemler, yeni uygulamalar geliştirmemiz gerekir." dedi. Hükümetin Yargıtay'ı ele geçireceği şeklindeki değerlendirmeleri 'sübjektif' bulan Ömeroğlu, daire ve üye sayısının artırılmasıyla, biriken dosyaların dört-beş yılda eritilmesinin mümkün olduğunu söyledi. "Bu nedenle dairelerin ve üye sayısının artırılmasını ben şahsen özellikle halkımız için, yargı için olumlu görüyorum." diye konuştu. Buna karşılık, Anayasa Mahkemesi'ne, yüksek mahkemede verilen kararların iptali veya yeniden yargılama isteme yetkisi verilmesini eleştirdi. Yargıtay üyesi, bunun yüksek mahkemeleri fiilen ortadan kaldıracağı görüşünü dile getirdi.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1085414&title=yuksek-yargidaki-reform-olumlu-sonuclar-doguracak
#770
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer, kıdem tazminatı konusunda hazırladığı taslak öneriyi BUGÜN aracılığıyla kamuoyuna açtı.

Önerilen sistemle, kıdem tazminatını hak etmek için gereken 1 yıllık çalışma ve işten atılma zorunluluğu kalkacak. 1 ay çalışan da 1 yıl çalışan da kendi isteğiyle işten ayrılsa dahi kıdem tazminatı alacak...

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer, kıdem tazminatı konusunda hazırladığı taslak öneriyi BUGÜN aracılığıyla kamuoyuna açtı. Kıdem tazminatı kalkmayacak, mevcudun yerine yeni bir model kurulacak. Dinçer, en yüksek özveriyi devlet ve işverenin yapacağını, işçiden istenecek özverinin ise daha küçük olacağını söyledi.
Mevcut sistem sorunlu uygulamadaki kıdem tazminatı sisteminin hem işçi hem işveren hem de devlet için büyük sorun oluşturduğunu belirten Bakan Dinçer şu tespitlerde bulundu:

İşçi için sorun: Bugünkü sistemde kıdem tazminatı alabilmek için en az bir yıl çalışmış olma ve işveren tarafından haksız olarak işten çıkarılma şartı aranıyor. İstifa eden, bir yıldan kısa süreli çalışan alamıyor. Uzun süre çalışmış bir işçi kıdem tazminatı alamayacağı için işten ayrılmıyor, istihdamda katılık yaşanıyor. Türkiye'de 2009 yılında 2,5 milyon kişi işten ayrıldı, atıldı ya da iş değiştirdi. Ancak bunlardan sadece 200 bini kıdem tazminatı alabildi. 2 milyon 300 bin işçi hak kaybına uğradı. Bu sistemin işçinin ihtiyacını karşıladığı söylenebilir mi?
Anadolu'ya taşınamadılar

■ İşveren için sorun: Mevcut sistem işverene de önemli bir maliyet getiriyor, rekabet gücünü zayıflatıyor. Biriken tazminatlar altından kalkılamayacak yüklere dönüşüyor. İşletmeler kıdem tazminatı ödememek için gayri hukuki, hatta gayri ahlaki yollar deniyorlar. İşçisini girdi-çıktı yapıyor, işletmesini hukuken değiştiriyor. Alt işverenlik sistemlerinde ihale farklı şirketlere gittiği için işçÜer kıdem tazminatı hak etmeden öbür şirketlere kaydırılıyor. Ne yazık ki, birikmiş yüksek tutarlı kıdem tazminatını ödeyemedikleri için İstanbul'daki tekstÜ ve makine sanayinin Anadolu'ya taşınması için verdiğimiz büyük teşviklerden hiçbir işveren yararlanamadı.

■ Türkiye için sorun: Sistem ulusal düzeyde de sorunlar oluşturuyor. İşe giriş çıkışların zorluk derecesi, işten çıkış maliyetlerinin zorluğu nedeniyle katılık oluşuyor ve yurda gelecek dış sermaye tarafından eleştiriyoruz.
Kıdem tazminatı kalkmaz

Bakan Dinçer, bu tespitlerin ardından sosyal tarafların tartışması için önerisini anlattı. "Kıdem tazminatı kaldırılmayacak" diyen Dinçer, sosyal taraflardan ve kamuoyundan gelecek öneriler ve sağlanacak uzlaşma doğrultusunda şekillendirmek istediği yeni sistemin taslağını şöyle anlattı: "Benim önerdiğim şey şu: Öyle bir sistem kuralım ki, işçilerimiz 1 ay da çalışsa 10 yıl da çalışsa; işten kendileri de ayrılsa işten çıkarılmış da olsalar tazminat alsınlar. Ama bu tazminat işverenlerin de şimdiye kadar karşı karşıya kaldığı maliyet kadar yüksek olmasın. Dolayısıyla bizim, hem işçilerimizin haklarını ve güvencelerini koruyan hem işletmelerimizin rekabet gücünü artıran bir model üretmemiz mümkün. Bunu üretelim diyorum. Kamuoyuna teklif olarak bunu
sunuyorum."

Maliyeti oturur konuşuruz

Dinçer, bu modelde nasıl bir maliyet oluşacağı sorumuza, "Onu oturacağız taraflarla konuşacağız. Rekabet gücünü azaltan boyut ne? İşçinin haklarını ve güvencelerini korumanın ölçüsü ne? Bunları konuşup çözelim diyorum. Ama benim bakanlık olarak temel yaklaşım tarzım, işçilerimizin hak kaybına izin vermemek, haklarına ve güvencelerine sahip çıkmaktır" dedi.

En az özveriyi işçi yapacak

Bakan Dinçer, yeni sistemi sosyal barışı bozmadan ve taraflarla anlaşarak yapmak tediklerine işaret ederken, yeni sistemde han taraftan daha fazla özveri isteneceğine ilişkin sorumuza, "Devlet ve işveren daha fazla, işçi daha az özveride bulunmalı" dedi. Dinçer, birikmiş kıdeı tazminatının işçi için aynı zamanda iş garantisi ol ğu görüşüne katılmadığını aksine, bazı işverenle de birikmiş tazminatı ödememek için işçilerini zo şartlarla istifaya zorladığını söyledi.

5 milyarlık tasarruf yaptık

Çalışma Bakanı Dinçer, geçen yıl ilaç sanayi ile yaptıkları görüşmelerden sonra 2010 için ilaç harcamalarından 2,5 milyar liraya yakın tasarruf etmeyi planladıklarını belirterek, "2010 yılı sonuna kadar 2 milyar liralık tasarruf net olarak gerçekleşmiş olacak. Sektörle vardığımız uzlaşma sonucu bu yıl ilaç fiyatları yüzde 9,5 ila yüzde 10 civarında daha indirilecek. Buradan da 500 milyon lira tasarruf gelecek. Toplamda 2,5 milyar liralık tasarrufa ulaşmış olacağız" dedi.

Ücretsiz tedavi artırdı

Dinçer, sağlık alanında yaptıkları iyileştirmeler sayesinde hem tedavi kapsamının genişlediğini hem de hizmete erişimin kolaylaştığını anlattı. Ancak ilk uygulamada savurganlık olduğunu belirten Dinçer, "Vatandaş grip için tedavi talep ettiğinde, kamu-özel tüm hastaneler ücretsiz olduğu için hastane ayrımı yapmadı. Oysa biz her bir hasta için aile hekimine 2-3 lira, sağlık ocağına 10-12 lira, devlet hastanelerine 26-28 lira, özele hastanelere 32 lira, üniversite hastanelerine ise 48-50 lira ödedik" dedi.

Tedaviden tasarruf

Dinçer, hizmetin kalitesini düşürmeden harcamaları kontrol altına almak amacıyla katkı payı getirdiklerini, bu sayede sistemin kendi içinde dengeye oturduğunu söyledi. Katkı payıyla birlikte tedavi taleplerindeki artışın düştüğünü belirten Dinçer, "Katkı payının yaklaşık tasarruf getirisi 400 milyon lira oldu. Katkı payı tahsilatından da 1.7 milyar lira gelir elde ettik" dedi.

Açık artmadı, düştü!

Dinçer, Türkiye'de sosyal güvenlik sisteminin yıl sonlarını öngörülenin üzerinde açıkla kapatmasına alışıldığını, ancak bu tabloyu tersine çevirdiklerini kaydetti. Bakan Dinçer, 2010 yılı için 32 milyar liralık açık öngörmelerine karşılık 5 milyar lira civarında oluşan tasarruf ve gelir artışı sayesinde açığın 27 milyar liraya düşeceğini, bu sayede gelirlerin giderleri karşılama oranının yüzde 56'dan yüzde 60'ın üzerine çıktığını anlattı.

Teşvikli istihdamı incelemeye aldık

Bakan Dinçer, istihdam artışını teşvik etmek için aldıkları önlemlerin etkili olduğunu da belirtirken, kayıtlı çalışan sayının Türkiye'de ilk defa 16 milyonu aşarak 16.2 milyon kişiye çıktığını söyledi. Bir yıllık dönemde 953 bin kişilik istihdam artışı olduğuna işaret eden Dinçer, bu artışın ne kadarının teşviklerden kaynaklandığını tespit etmek için çalışma yaptıklarını bildirdi.

Erdoğan SÜZER- BUGÜN
http://www.bugun.com.tr/haber-detay/140273-kidem-tazminatinda-yeni-sistem-haberi.aspx
#771
Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesi, Başbakan Erdoğan'ın referanduma yönelik "Hayır diyen darbecidir" sözleri nedeniyle referandumda "hayır" oyu kullananların kişilik haklarına saldırıldığı gerekçesiyle açılan davayı reddetti.

Avukat Sedat Vural, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 12 Eylül'de yapılan Anayasa referandumu öncesi söylediği "Hayır diyen darbecidir" sözleriyle kişilik haklarına saldırdığını savunarak, Başbakan Erdoğan'ın kişilik haklarına saldırısının hukuka aykırılığının tespit edilmesini istemişti.

Vural, Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi'ne verdiği dava dilekçesinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 7 Eylül'de NTV'de katıldığı programda Ruşen Çakır'ın "Diyorsunuz ki 'Bu anayasa oylaması bir zihniyet oylamasıdır' ama bunu ileri götürüp 'Hayır diyenler darbecidir' deniyor sizce öyle mi" sorusu üzerine "Bana göre darbe anayasasını savunduklarına göre darbecidir" dediğini anımsattı.

Başbakan'ın sözlerinin demokrasi ve demokratik hukuk devleti anlayışına, seçme ve seçilme hakkını pozitif güvenceye alan uluslararası sözleşmeler ile yurttaşlık ve oy verme hakkına aykırı olduğunu öne süren Vural, dilekçesinde, "Oy verme hakkımı 'hayır' olarak kullanarak, referandum oylamasına demokratik katkı sağlayan milyonlarca yurttaştan biri olarak; demokratik ve Anayasal bir hakkı kullanmam nedeniyle, davalının 'Hayır diyen darbecidir' söz ve eylemi ile, Medeni Yasanın 24, 25, Borçlar Yasasının 49. maddeleri gereği kişilik haklarıma saldırısının hukuka aykırılığının tespiti ile tespit kararının yayımlanmasına, yargılama giderleri ve avukatlık ücretinin karşı tarafa yüklenmesine karar verilmesini saygılarımla arz ve talep ederim" dedi.

-MAHKEME DAVAYI REDDETTİ-

Bugün davayı görüşen yerel mahkemede Başbakan Erdoğan'ın avukatının yaptığı savunmada, "Müvekkilimin sözleri basında yer aldığı gibi değildir. Müvekkilimin ayrıştırma gibi bir amacı yoktur" dedi. Erdoğan'ın avukatı davanın reddedilmesini talep etti. Talepleri karara bağlayan mahkeme davayı reddetti.

Bu karar üzerine Vural, yerel mahkemenin kararını Yargıtay'da temyiz edeceğini ve iç hukuk yolları tükendiği takdirde davayı AİHM'ne taşıyacağını bildirdi.

ANKA
http://www.haber7.com/haber/20110125/Basbakan-Erdogana-yargidan-iyi-haber.php
#772


AHMET DİNÇ, HÜSEYİN SÜMER - ANKARA  

BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu'nun hayatını kaybettiği helikopter kazasını Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün talimatıyla inceleyen Devlet Denetleme Kurulu (DDK), raporunu tamamladı.

Köşk'ün internet sitesinde yayınlanan raporda kaza ile ilgili ciddi ihmal ve eksiklikler sıralandı. "Mutlaka cumhuriyet savcılığınca yeni araştırma yapılması gerektiği sonucuna varılmıştır." denilen raporda, helikoptere ait bazı parçaların Özel Kuvvetler ve Jandarma timleri tarafından kaza mahallinde yakılarak imha edildiğine dikkat çekildi.

45 sayfalık raporda, kaza nedeninin belirlenmesine yardımcı olabilecek ilave uçuş bilgilerini sağlayan cihazların olay yerinde bulunamadığı vurgulanırken, bazı hava araçlarının kaza anında ve mahallinde alçaktan uçtuklarına işaret edildi. Pilot ve yolcuların kanlarında sebebi açıklanamayan yüksek oranda karbonmonoksit gazı tespit edildiği, adlî tıp uygulamalarında da bazı düzensizlikler görüldüğü aktarıldı. Kazanın sebebi konusunda "Çevresel şartlara bağlı olarak pilotun oryantasyon kaybının muhtemel kaza nedeni olarak değerlendirilebileceği düşünülmektedir." açıklaması yapıldı. Ancak ilk kez ortaya çıkarılan bulguların da 'muhtemel kaza nedeni' olarak ele alınması önerildi.

Pilot ve yolcuların kanlarında yüksek oranlarda karbonmonoksit gazı bulunmuştu!

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün talimatıyla DDK'nın başlattığı çalışma dün kamuoyuna açıklandı. 45 sayfalık raporda kazanın muhtemel sebebi pilotaj hatası olarak değerlendirildi. Ancak çalışma sırasında varlığı ilk kez tespit edilen bazı hususlar şöyle sıralandı: "Helikopter enkazından, helikopterin kaza öncesine ilişkin irtifa ve güzergah gibi kaza nedeninin belirlenmesine yardımcı olabilecek ilave uçuş bilgilerini sağlayabileceği değerlendirilen ARGUS 5000 CE ve SKYMAP IIIC GPS cihazlarının kaza mahallinden yok olması/çalınması. Pilot ve yolcuların kanlarında sebebi açıklanamayan yüksek oranlarda karbonmonoksit gazı bulunması ile adli tıp uygulamalarındaki bazı düzensizlikler ve pilotun sağlık durumu hakkında tespit edilen bazı yeni bilgiler. Transponderi açık olmayan veya alçaktan uçtuğu düşünülen bazı hava araçlarının kaza anı ve mahallindeki hareketliliklerinin varlığı ve yukarıda bahsedilen cihazların kaza mahallinden yok olması/çalınması." Söz konusu bulgularla birlikte cumhuriyet savcılığının olayı araştırması istendi. Yeni bir araştırma kurulu oluşturulmasına da yer olmadığı kaydedildi. Raporda arama-kurtarma faaliyetlerinin yürütülmesi esnasında önemli eşgüdüm sorunları ile ciddi düzeyde ihmal ve eksikliklerin tespit edildiğine de vurgu yapıldı.

Kaza anına kadar bölgede oluşan yoğun hava hareketliliği kazadan sonraki iki saatlik bölümde aniden kesilmiş!

Raporda kaza anında ve yerinde başka hava araçlarının yoğun biçimde bulunduğu da belirtildi: "Helikopter kazasının olduğu günün sabahından itibaren kazanın olduğu bölge yakınlarında yoğun bir hava aracı hareketliliği olduğu, kaza anında da söz konusu hareketliliğin devam ettiği, ancak muhtemel kaza saatinden sonra iki saat kadar hava hareketliliği yaşanmadığı ve daha sonra yeniden bir hava hareketliliğinin görüldüğü tespit edilmiştir. Cumhuriyet başsavcılığının bu konudaki tüm tereddütleri gidermesi önerilmektedir."

Helikoptere ait bazı parça ve atıklar askeri timlerce yakılmış olabilir!

Helikopter ait bazı parça ve atıkların, enkaza ulaşıldığı gün, yani 28 Mart 2009 tarihinde DAK timi (Özel Kuvvetler Komutanlığı Doğal Afetler Arama ve Kurtarma) ve daha sonra oraya ulaşan Ankara JOAK (Jandarma Komando Özel Asayiş Komutanlığı) Dağcılık timi tarafından yakılmış olabileceğinden de raporda bahsedildi.

Abdullah Gül: Savcılık gereğini yapacaktır

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Strasbourg'a hareketinden önce Atatürk Havalimanı'nda basın toplantısı düzenledi. Rapora ilişkin soru üzerine çalışmanın savcılığa gönderileceğini belirten Gül, şunları kaydetti: "Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu'nun eşi, bir yıl kadar önce beni ziyaret ederek, bu konunun DDK tarafından en detaylı şekilde araştırılmasını rica etti. Ben de DDK'ya talimat verdim. Hem olayın iyice araştırılması hem de Türkiye'de kurulların yeterli olup olmadığını, alınması gereken yeni tedbirler varsa bunların tespitini, kurumlarda noksanlık varsa bunların yeniden donatılması gerektiğini... Bu konuyla ilgili çalışma yapmalarını istedim. 800 sayfaya yakın bir çalışma yapıldı. Şu anda bir mahkeme var, savcı muhakkak ki kararı verecektir. Onlara gönderilir."

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1083761&title=helikopterin-bazi-parcalari-asker%EE-timlerce-yakildi



HELİKOPTERDE ELT CİHAZININ BULUNDUĞU, ANCAK KIRILDIĞI İÇİN İŞ GÖRMEDİĞİ BİLGİSİ DE YALAN ÇIKTI!

BBP Lideri Yazıcıoğlu'nun içinde hayatını kaybettiği helikopterin, ELT cihazı kırıldığı için bulunamadığı iddia edilmişti. Peki helikopterde gerçekten ELT cihazı var mıydı?

Daha önce "Helikopterde yoktu" denilen GPS cihazı kazada hayatını kaybeden gazeteci İsmail Güneş'in çektiği fotoğraflarda olduğu tespit edilmiş, ancak kazadan sonra enkazdan "gizli bir el tarafından" alındığı belirlenmişti. Şimdi ise bir başka skandal ortaya çıktı...

Helikopterin bulunduğu konumu belirlemeye yarayan ELT (Emergency Locater Transmıtter) cihazının sinyal vermemesi yüzünden kaza yerine ulaşılamadığı günlerce tartışılmıştı. Daha sonra "ELT anteni kırıldığı için uyduya sinyal gönderemedi" denildi. Ancak Toplumsal Hafıza'nın elde ettiği belgeler, bütün bu bilgilerin saptırma olduğunu ve helikopterde ELT cihazının aslında hiç bulunmadığını ortaya çıkarıyor...

O HELİKOPTERİN SON PİLOTU DA "ELT CİHAZI YOKTU" DEMİŞTİ

Muhsin Yazıcıoğlu ve 5 arkadaşının ölüme uçtuğu helikopter MED-AİR şirketinden kiralanmıştı. Helikopteri en çok kullan kişi olan MED-AİR pilotlarından Ali İbanoğlu kazadan kısa süre sonra Devletin Resmi Ajansına (AA) helikopterde yer tespitinin yapılmasını sağlayan ELT cihazının bulunmadığını söylemişti.

Anadolu Ajansından Murat Kaban'nın haberi aynen şöyleydi

" Esas Hava Taşımacılık Turizm ve Ticaret AŞ'ye ait Medair şirketinin kaptan pilotlarından İbanoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, helikopterin tam olarak nerede düştüğünü bilmediklerini, yerinin tespiti için ise ne kendilerinde ne de helikopterde sinyal gönderen bir cihaz bulunmadığını söyledi"

HELİKOPTERİ EN İYİ TANIYAN PİLOT

İbanoğlu'nun bu açıklamayı neden yapmıştı ve helikopterde ELT cihazı bulunmadığını nerden biliyordu? İlk etapta basit bir yanılgı gibi görünen olayın içinde korkunç gerçekler saklı.

Med-air şirketinin İşletme Ruhsatı 29/01/2009 tarihinde Sivil Havacılık Genel Müdürü Ali ARIDURU imzasıyla yenileniyor. Elde ettiğimiz belgede Ali İbanoğlu'nun aynı zamanda şirketin Kalite Sistemi Yöneticisi olduğu açıkça görülüyor.

HER TÜRLÜ DEĞİŞİKLİKTEN HABERİ OLMASI GEREKEN TEK KİŞİ ALİ İBANOĞLU

Gerek helikopterde ve gerekse pilotların sağlık ve eğitimleri ile ilgili her detayı ilk önce bilmesi gereken kişi Kalite Sistemi Yönetici yani Ali İbanoğlu. ELT cihazı bulunup bulunmadığını veya arızalı ise ne zaman çıkarıldığını Kalite Sistemi gereği onun bilmesi gerekiyor.

Helikopterin uçuşa uygunluğunu hazırlayan ekibin başındaki isem "helikopterde ELT cihazı yok" diyorsa bunu bilerek söylemesi gerekir

ÖLÜM HELİKOPTERİNİ EN SON VE EN ÇOK KULLANAN PİLOT İBANOĞLU

Yazıcıoğlu'na kiralanan ölüm helikopterinin (TC-HEK) Sivil Havacılık Genel Müdürlüğünde Kayıtlı 45 adet uçuş belgesini ele geçirdik. O belgelerde de helikopteri en çok kullanan pilotlardan birinin Ali İbanoğlu olduğu görülüyor.

Resmi Kayıtlara göre TC-HEK BELL 206 L-4 tipi ölüm helikopteri, ölüm uçuşundan bir önceki uçuşu Bursa'ya yapıyor. Merhum Kaptan Pilot Kaya İstektepe ile Kaptan Pilot Ali İbanoğlu'nun birlikte uçtukları bu uçuş helikopterin kaza öncesi son uçuşu... Elde ettiğimiz belgede 28.02.2009 tarihinde yapıldığı görülen bu uçuşta Bursa'dan dönüşte helikopteri Ali İbanoğlu kullanmış. İşte bu pilot, kazadan hemen sonra yaptığı açıklamada, helikopterde ELT cihazı olmadığını söylemişti.

HELİKOPTERE ELT CİHAZINI KAZADAN SONRA KİM TAKTI?

Ölen pilot Kaya İstektepe'nin de yakın dostu olan Ali İbanoğlu ELT cihazı ile ilgili bilgiye sahip olan en yetkili isim. Ounun yoktu sözlerine rağmen kaza sonrası helikotperde bir ELT cihazı olduğu ve bunun kırılmış olduğuna ilişkin fotoğraflar yayınlandı.

HELİKOPTERDE BULUNAN CİHAZ SİNYAL VERMEK ÜZERE AYARLANMAMIŞTI

Meclis Araştırma Komisyonu'nun talebi üzerine Kaptan Pilot Feyzi Altkunbulak tarafından hazırlanan raporda, ELT cihazına kod girilmesi işlemi yapılmadığı, bu yüzden uydular tarafından tanınmasının mümkün olmadığı ortaya çıkmıştı. Yani ELT cihazını helikoptere takanlar, cihazı uydulara tanıtacak kod numaralarını girmeye fırsat bulamamışlardı. Bu da, söz konusu cihazın kazadan sonra helikoptere "alelacele" takıldığını gösteren önemli bir delil olarak dikkati çekiyordu.

ELT'Yİ TAKTIĞI İDDİA EDİLEN KİŞİ

ELT cihazını helikoptere MED AİR'de görevli teknisyen Mehmet Aytar'ın taktığı ancak Aytar'ın bu cihazı helikoptere takacak yetkili kişi olmadığı da raporda yer alıyordu. Olayla ilgili savunması veren Aytar'ın cihazı 23.01.2009'da taktığını iddia ettiği görülüyor. Ancak sö konusu helikopteri kazadan önce en son 28.02.2009'da kullanan şirketin Kalite Kontrol Yöneticisi Ali İbanoğlu, (helikoptere bir ay önce takıldığı iddia edilen) ELT cihazının olmadığını söylemişti. Yani en son kullanımdan bir ay önce takıldığı iddia edilen ELT cihazını şirketin yöneticisi ve deneyimli pilotu İbanoğlu görmemişti...

EN ÖNEMLİ SORU İŞARETİ

Helikopteri en iyi bilen pilotun "Yok" dediği ELT cihazının kazadan sonra helikopterde takılı halde bulunması dikkatleri, "Kazadan sonra helikopter enkazına "ilk önce" kim ulaştı? Helikopterde bulunmayan cihazı enkaz yerine kim getirdi? Bu cihazın takılmasını kimler istedi" sorularına çevirdi. (Toplumsalhafıza)




http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1070752&title=yazicioglu-kazasinda-yeni-skandal&haberSayfa=0





Eşimin, Alperen Ocakları'na sızmaları engellemesi, bazı çevreleri rahatsız etti

Merhum BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu'nun eşi Gülefer Yazıcıoğlu, Devlet Denetleme Kurulu (DDK) raporunu yorumladı.

Eşinin, BBP ve Alperen Ocakları'nın içine sızmaları engellediği için bazı çevreleri rahatsız ettiğini savundu. Dün akşam Habertürk TV'ye konuşan bayan Yazıcıoğlu, "Eşim, BBP ve Alperen Ocakları'na birtakım insanların sızdırıldığını, bu kişilerin iyi niyetli çocukları kötü emelleri için kullanmaya çalıştığını biliyordu. Bunları tespit etmişti. Elinden geldiğince buna engel olmaya çalıştı. Bunda da büyük oranda başarı sağladı. Bundan rahatsız olan insanlar vardı." diye konuştu. Yazıcıoğlu, işinin ölümünden sonra gençleri sokağa dökmek, kargaşa çıkartmak isteyenler bulunduğuna dikkat çekti. DDK raporuna göre kazada ölenlerin kanlarında yüksek seviyede karbonmonoksit gazı tespit edilmesiyle ilgili olarak da "Eşimin kan örneği bizde mevcut. Yeniden DNA tespiti yapılmasını isteyeceğim. İncelenen kan örneklerinin eşime ait olduğundan dahi şüphe ediyorum." diye konuştu. Gülefer Yazıcıoğlu, enkazın olduğu yere doğru giden köylülere, "Bulundu, geri gelin." diye haber gönderildiğini ve arama çalışmalarının aksatıldığını da anlattı. Olayla ilgili soru işaretlerini sıralarken enkaza ulaşan köylülerden bazılarının, "Bizim çoluk çocuğumuz var." diyerek kendisiyle konuşmaktan korktuğunu aktardı. Köylülerin, enkazın yanından indikten sonra cep telefonlarıyla çektikleri görüntülerin alınıp silindiğini de dile getirdi. İSTANBUL - ZAMAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1083762&title=esimin-alperen-ocaklarina-sizmalari-engellemesi-bazi-cevreleri-rahatsiz-etti
#773
Türkiye'nin BM tarafından oluşturulan Mavi Marmara soruşturma komisyonuna eylül ayında sunduğu ara raporun detayları ortaya çıktı. Saldırının ayrıntılı şekilde anlatıldığı rapora göre İsrail askerleri helikopterlerden gerçek mermilerle ateş açarak daha geminin güvertesine inmeden iki sivili öldürmüş. Yolcuların bazıları soyularak aranmış; kadınlar cinsel açıdan aşağılayıcı muameleye tabi tutulmuş.

Türkiye, İsrail'in Mavi Marmara katliamıyla ilgili Birleşmiş Milletler'e (BM) sunduğu ara raporu açıkladı. Raporda İsrail'in orantısız güç kullanılarak sivillerin nasıl öldürüldüğü ayrıntılarıyla anlatılıyor. Daha gemiye inmeden helikopterden ateş edilerek sivillerin öldürüldüğünü belirten rapor eli yaralı bir aktivistin yakın mesafeden göğsüne ateş açılarak katledildiğini gösteriyor. Saldırı sonrası rehin alınan sivillerin çok kötü muameleye maruz kaldığını bildiren rapor bazı kadın aktivistlerin çırılçıplak soyularak arandığını kayda geçiriyor. Türkiye, "Uluslararası hukukun en temel ilkelerinden biri, uluslararası yükümlülüklerini ihlal eden devletlerin hatalarını telafi ve yol açtıkları zararları tazmin etmelerini emretmektedir." diyerek saldırının tazminini istiyor.

İsrail ulusal komisyonunun önceki gün Mavi Marmara katliamıyla ilgili soruşturma raporunu açıklaması üzerine Ankara da 1 Eylül'de BM'ye sunduğu ara raporun özet ve sonuç kısımlarını kamuoyuna açıkladı. Türk tarafı "ilkeli politika" gerekçesiyle raporun içeriğiyle ilgili kesinlikle konuşmuyordu. Raporun özet kısmında uluslararası tescilli limanlarda gemilerin yola çıkmadan önce tüm güvenlik kontrollerinin yapıldığı, yolcuların kişisel eşyalarının denetlendiği vurgulanarak kesinlikle ateşli veya başka kategoride silah bulunmadığı bildirildi. Rapora göre, İsrail askerleri helikopterlerden gerçek mermilerle ateş açarak, daha hiçbir asker geminin güvertesine inmeden iki sivili öldürdü. İsrail askerleri geminin kontrolünü ele geçirdikten sonra yolcular dövülmüş, yumruklanmış, diz ve dirsek darbelerine maruz bırakılmış, su, yiyecek ve tuvalet ihtiyaçlarını gidermekten mahrum edilmiş, kelepçelenmiş, saatlerce güneşin altında bırakılmış ve sözlü saldırılara uğratılmıştı. Raporda kötü muamele şöyle anlatıldı: "Bazıları soyularak aranmış; kadınlar cinsel açıdan aşağılayıcı muameleye tabi tutulmuş ve bunlardan biri çok defa soyunmak zorunda bırakıldığı gibi, bacaklarının arasına bir metal dedektörü yerleştirilmiştir."

Türk yetkililer raporda İsrail'in başta yaşam hakkı olmak üzere birçok alanda uluslararası hukuku ihlal ettiğine dikkat çekti. "Öldürülenlerin vurulmayı haklı gösterecek bir tehdit teşkil ettiğine dair tek bir delil yoktur." diyen raporda, katledilen sivillerden Cevdet Kılıçlar'ın alnının ortasından vurulduğu sırada fotoğraf çekmekte olduğu vurgulandı. Raporda İsrail'in büyük bir karartma uygulamaya çalıştığı ve delillerin tahrip edildiği belirtildi. Rapora göre İsrailli askerlere ilkyardım sağlamış olan Türk doktoru bile dövüldü, kelepçelenip başka yaralılara yardım etmesi engellendi. Diplomatik kaynaklar, İsrail'in raporu içinse "savunmaya yönelik ve hukuki içerikten yoksun" dedi.

Haaretz: Netanyahu bile bundan daha iyi rapor hazırlayamazdı

İsrail hükümeti tarafından Mavi Marmara saldırısını soruşturmak üzere kurulan Türkel komisyonunun İsrail'i suçsuz bulan raporu, ülkenin önde gelen liberal eğilimli gazetesi tarafından sert bir dille eleştirildi. Haaretz, başyazısında komisyonun Netanyahu'nun 'rüyasını gerçekleştirdiğini' yazdı. 'Rapor iyi de durum kötü' başlığıyla yayınlanan yazıda "Komisyon, Netanyahu komisyonu olarak adlandırılsaydı, bundan daha iyi bir rapor hazırlayamazdı." ifadesini kullandı. Raporun, "Gazze'ye deniz ablukası uygulayarak, Gazze'ye giden filonun bayrak gemisi Mavi Marmara'yı ele geçirerek uluslararası hukuku çiğneyen İsrail'i tamamen temize çıkardığı" belirtilen başyazıda, "Turkel raporunun zayıf tarafının sadece iyi olması değil, çok iyi olması" olduğunun altı çizildi. Operasyonun hatalı istihbarat ve zayıf operasyonel planlamaların kurbanı olduğunu da yazan gazete emekli yargıç Turkel ve arkadaşlarının bu olayda "yargıç değil ama avukatlar" oldukları kaydedildi. Diplomasi ve halkla ilişkiler açısından muhtemelen rapordan beklenen yararın sağlanamayacağı kaydedilen başyazıda, raporun "bir soruşturma komisyonu değil, daha çok filo olayından sorumlu İsrail hükümetini temsil ettiği" ifade edildi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ise askerlerinin hem kendilerini hem de vatanlarını savunduklarını iddia etti. İsrail'in kendisini her savunmasında savaş suçu işlemekle suçlandığını öne sürdü. Turkel Komisyonu, Mavi Marmara baskınının yanı sıra Gazze ablukasının da uluslararası yasalara uygun olduğunu öne sürmüştü. ANKARA-ZAMAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1083833&title=askerler-guverteye-inmeden-iki-sivili-oldurmus
#774


EŞREF AKGÜN - ZAMAN

- Malatya'da 2005 yılında bir düğünde ateş açılması sonucu hayatını kaybeden üniversite öğrencisi Begüm Kartal'ın ölümüyle ilgili sanık Osman Ulu, 20 yıl hapse mahkûm edildi.

Ulu, tutuklu bulunduğu cezaevinden CMK'nın 102. maddesinin yürürlüğe girmesiyle tahliye edilmişti. Mahkemenin kararına tepki gösteren sanık, "5 yıldır suçsuz yatıyorum. Olayla ilgili her şey arkamdan yapıldı. Kararınızı da arkama okuyun." dedi. 5 Ocak'ta tahliye edilen Ulu'nun da katıldığı duruşmada 16 yıl 8 ay olan cezası 20 yıla çıkarıldı. Sanığın tutuksuz yargılanmasına hükmedilirken dava Yargıtay Ceza Kurulu'na gönderildi.

Galatasaray Üniversitesi öğrencisi Begüm Kartal'ın ölümüyle ilgili dava Malatya 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görüldü. CMK'nın 102. maddesi gereğince 5 Ocak'ta tahliye edilen Osman Ulu'nun tutuksuz sanık olarak katıldığı duruşmada mahkeme, 16 yıl 8 ay olan cezayı 20 yıla çıkardı. Sanığın tutuksuz yargılanmasına hükmedilirken dava yeniden Yargıtay Ceza Kurulu'na gönderildi. Mahkemenin, baskı altında karar verdiğini ileri süren Ulu, "Defalarca keşif istememize rağmen talebimiz kabul edilmedi. 5 yıldır suçsuz yatıyorum." dedi. Malatya'nın Battalgazi ilçesinde 5 yıl önce bir düğüne katılan Malatyaspor Kulübü'nün eski futbolcularından Hasan Kartal'ın kızı Begüm, havaya ateş açılması sonucu ölmüştü. Mahkeme, sanığı 16 yıl hapse mahkum etmiş, Yargıtay cezayı az bularak iki kez bozmuştu.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1083905&title=begumun-katili-20-yil-hapse-carptirildi
#775
SERVET YANATMA

Petrolü daha çok Rusya, Irak ve Azerbaycan'dan alan Türkiye, yönünü Venezuela'ya çevirdi.

Enerji Bakanlığı, bu ülkeden ucuz akaryakıt ürünleri getirerek iç pazardaki yüksek fiyatları düşürmeyi hedefliyor. Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez, geçen hafta ülkesine resmî bir ziyaret düzenleyen Enerji Bakanı Taner Yıldız'a, "TOKİ gelip burada konut yapsın, karşılığında petrol verelim." teklifinde bulunmuştu. Dün Ankara'da Diplomasi Muhabirleri Derneği üyeleriyle kahvaltıda bir araya gelen Taner Yıldız da Venezuela'dan ucuz petrol alarak piyasaya sürmek için bir çalışma yaptıklarını açıkladı.

Chavez ayrıca Türk Petrolleri Anonim Ortaklığı'na (TPAO), günde 200 bin varil üretim yapılan iki petrol sahasının işletmesini devretme önerisinde bulunmuştu. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, dün Ankara'da Diplomasi Muhabirleri Derneği üyeleriyle kahvaltıda bir araya geldi. Venezuela temaslarını değerlendiren Bakan Yıldız, beklenenden çok daha iyi sonuçlar aldıklarını aktardı. Chavez'in de isteğiyle bu ülke ile ortak petrol çıkarıp paylaşmayı amaçladıklarını ifade eden Yıldız, maliyet hesaplamalarını yapmak üzere 10-11 Şubat tarihlerinde uzman bir heyetin bu ülkeye gideceğini kaydetti.

Enerji Bakanı, bunun dışında Venezuela'dan ucuz petrol ürünleri alarak Türkiye'de piyasaya sürmek için bir çalışma yaptıklarını bildirdi. Anlaşma sağlanması durumunda petrol nakliye ücretinin 4-6 dolar olacağını; tankerlerin yaklaşık 25 günde Türkiye'ye ulaşacağını ifade etti. Son birkaç yılda yapılan arama çalışmalarıyla Venezuela'nın, Suudi Arabistan'dan bile daha fazla petrol rezervine sahip olduğu tespit edilmişti. Venezuela'da 800-1.000 metre sondajla petrol bulunabiliyor. Güneydoğu Anadolu'da yüzde 10-20 olan petrol bulma şansı, Venezuela'da yüzde 80-90'lara çıkıyor. Enerji Bakanı Yıldız, son dönemde arka arkaya gelen zamlarla tepki çeken akaryakıt fiyatları konusunda ise, "Benzinde tek fiyatı kaldıracağız, rekabeti sağlayacağız." mesajı verdi. Türkiye'de 51 tane dağıtım şirketi ve 14 bin 600 tane bayi olduğunu hatırlatırken, "Sektörde rekabetin oluşması lazım. Benzin ve petrol ürünlerinin tek tarifede kalmamasını istiyoruz. Kalksın biri yüzde 3, yüzde 5 indirim yapsın. Biz bunu istiyoruz." diye konuştu. Doğalgaz fiyatları konusunda ise, "Doğalgaza şu anda zam yok. Çünkü zam yapmayı gerektirecek bir veri yok." değerlendirmesinde bulundu.

TPAO, Venezuela'da 1-1,5 yıl içinde petrol çıkarabilir

Enerji Bakanı Taner Yıldız, Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez'in teklifini değerlendirmek üzere dün Ankara'da, Devlet Bakanı Zafer Çağlayan, Türkiye Müteahhitler Birliği Başkanı Erdal Eren ve TOKİ Başkan Yardımcısı Ercan Tıraş'la bir araya geldi. Toplantının ardından yaptığı açıklamada Bakan Yıldız, "Bizim orada yaptığımız çalışmalarda hem petrol ürünleriyle alâkalı hem de ham petrol ürünleriyle alâkalı talebimizi rahatlıkla karşılayabileceklerini söylediler. Hatta kendi sistemleri çerçevesinde ihalesiz TPAO'ya blok saha verebileceklerini kaydettiler. Bu sahanın yaklaşık uzunluğu 600 kilometreye 90 kilometrelik bir mesafe olacak." dedi. Venezuela'da TPAO'nun iki ayrı blok üzerinde sondaj yapmasının planlandığını belirten Yıldız, "Rakamlar ve kapasiteler belirlendikten sonra, bir arama sahası değil, genişletilmiş bir sahayı bize verebileceklerini söylediler. Rakamlarda anlaşabildiğimiz takdirde, 1-1,5 yıl içerisinde oradan petrol çıkartıp getirebileceğiz. Tabii ki bunu, yapacağımız teknik görüşmeler belirleyecek." dedi. Venezuela'da petrol üretmek için 20 milyar dolarlık yatırım gerektiğini vurgulayan Yıldız, Türkiye'nin günde 42 bin varil olan petrol üretiminin Venezuela'da günde 3 milyon varil olduğunu hatırlattı. ANKARA ZAMAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1083878&title=venezueladan-ucuz-akaryakit-gelecek
#776
Kamuoyunun uzunca süre tartıştığı polislerin askerliklerine ilişkin Başbakan Erdoğan açıklama askerlik düzenlemesinin nasıl yapılacağını anlattı.

Erdoğan, ''Gerek Polis Akademisi mezunları gerek iki yıllık yüksekokul mezunları, 10 yıl polislik görevini yaptıktan sonra askerliğini yapmış sayılacaklar. Şu anda askerlik görevini yapmakta olanlar bu kanun çıktıktan sonra askerlik görevleri durdurularak terhis edilmiş olacaklar'' dedi.

Polislerin askerlik hizmeti ile ilgili yeni düzenleme ile ilgili bir gelişme olup olmadığının sorulması üzerine, şunları söyledi:

"1111 sayılı Askerlik Kanunu'nun 10. maddesinde yeni bir düzenleme yapıyoruz. Bu düzenlemeye göre gerek Polis Akademisi mezunu, gerek 2 yıllık Yüksek Okul'u bitirmiş olanlar 10 yıl polislik görevini yaptıktan sonda askerliğini yapmış sayılacak. Bu arada yine askerlik görevini yapmakta olanlar şu anda bu kanun çıktığı andan itibaren orada askerlik görevi durdurularak, terhis edilecek. Bir de, şu anda 38 bin kişilik bir yığılma var. Bu yığılma da bu yasadan istifadeyle askerliğini yapmış olacaklar. Fakat bu 10 yılı tamamlamayanlar o zaman askerliği yapmamış olacaklar, dolayısıyla askere sevk edilecekler."

ATALAY: POLİSLER HİÇ ASKERLİK YAPMAYACAK

İçişleri Bakanı Beşir Atalay, ''Polislerimiz askerlikten tamamen muaf olacak, hiç askerlik yapmayacaklar. Ama 10 yıl polislik mesleğinde kalmak zorunda. 10 yıldan önce eğer polislik mesleğinden ayrılırsa o zaman tekrar askerlik yapmak zorunda kalacak'' dedi.

Atalay, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bugün polislerin askerliğine ilişkin çalışmalarla ilgili yaptığı açıklamalara değindi.

Yeni düzenlemeyle polislerin askerlikten tamamen muaf olacağını bildiren Atalay, ''Hiç askerlik yapmayacaklar. Ama 10 yıl polislik mesleğinde kalmak zorunda. 10 yıldan önce eğer polislik mesleğinden ayrılırsa o zaman tekrar askerlik yapmak zorunda kalacak. Daha önce kısa dönem gibi... tasarı o haldeydi. Üzerinde çalışıldı. Yeni şekli tamamen muafiyet. Ama 10 yıl meslekte kalmak zorunda'' diye konuştu.

Atalay, düzenlemenin hangi okuldan mezun olursa olsun tüm polisleri kapsayacağını ifade ederek, ''Şu anda 38 bin yaklaşık askerliğini yapmayan var. Hepsi bundan faydalanıyor. 2 bin 500 civarında da şu anda askerde olan var. Onlar da bu kanun çıktığı anda terhis olacaklar. Bundan sonra da polisler tamamen askerlikten muaf olacak. Başbakanımızın bugün ifade ettiği husus budur. İşin özü polisin tamamen askerlikten muafiyetidir. Hiç askerlik yapmayacağıdır'' dedi.

Konuyla ilgili tasarının, bu şekilde yarın büyük ihtimalle Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne intikal edeceğini bildiren Atalay, Hükümet olarak tasarıyı kısa süre içerisinde yasalaştırmayı planladıklarını söyledi. Atalay, ''1-2 hafta içinde de bunu yasalaşmasını arzu ediyoruz, planlıyoruz'' dedi.

AA
http://www.haber7.com/haber/20110124/40-bin-polise-beklenen-askerlik-mujdesi.php
#777
Dağların ruhu bizi çağırıyordu.

Günün ilk ışıklarıyla birlikte çıkıyoruz yola.

Kırgız bozkırlarındaki sonbahar şöleninde bir hayli yol aldıktan sonra, gökyüzüne bir merdiven gibi yükselen Tanrı Dağları'nın doruklarına tırmanmaya başlıyoruz.

Talas'taki, 'Avrasya'nın Barış Mimarları' toplantısına katılmak için bu dağları aşmaktan başka yol yok.

Babaları, bir gece vakti evlerinden zorla götürüldükten tam kırk yıl sonra ilk haberi Talas'taki bir hastane odasında alan Cengiz Aytmatov'un kız kardeşi Rosa Aytmatov'un bizi bekliyor olması, yolculuğumuzu anlamlı olduğu kadar heyecanlı da kılıyor.

Dağın zirvesine vardığımızda bir tırın kayarak yolu kapattığını görüyoruz.

Uçurumun kıyısında tek araba geçebilecek kadar daracık bir buzlu yoldan güçlükle geçerken korkunç uçurumlara bakmaya cesaret bile edemiyoruz.

Bin bir zorlıkla doruğa vardığımızda bir de ne görelim; beyaza bürünmüş dağın böğründe çöreklenmiş korkunç bir ejderhayı andıran karanlık bir tünel bizi bekliyor.

Havası iyice inmiş olan tekerimizi değiştirmeden, kilometrelerce uzunluğundaki bu daracık tünele giremezdik.

Arabadan iner inmez, soğuk bir kırbaç gibi iniyor suratımıza.

Aman Allah'ım! Daha bu mevsimde dağın zirvesi toz duman içinde.

Mazlum milletlerin anıtı gibi duran dağlarda, mazlum milletlerin yürek çığlığı gibi ağıtlaşıyor rüzgar. 2700 metrelik karanlık tüneli geçtiğimizde; sanki gökyüzüne kurulmuş büyük bir masa gibi Susamuru Yaylası çıkıveriyor karşımıza.

Yaylada yayılan sürüler, koşturan yılkılar, yol kıyılarındaki tek tük evler,çadırlar, derme çatma tezgahlarda kımız satan kadınlar, yaylayı ikiye bölerek, erimiş bir ayna gibi güneş ışıkları altında akıp giden Talas Irmağı... Gökyüzünün bu bölgesinde muhteşem bir manzara oluşturuyorlar.

Güneşe en yakın bölgede yaptığımız kısa bir yayla yolculuğundan sonrası, Otmok Geçidi'ini aşınca, soyumuzun sonsuz ışık İslam'la tanıştığı, kutsal Manas Destanı'nın doğduğu Talas toprakları gözlerimizin önüne seriliveriyor.

Dingin bir doğanın doruklarından, yeşilin ve sarının her rengine bürünmüş vadi muhteşem görünüyor.

Tanrı Dağları'nda gün batımı...

Kızıl bir beyazlık sonsuz bir senfoni gibi yayılıyor.

Güneşin son sarı-kızıl ışıklarının, milyonlarca minik kar kristallerindeki ışık oyunları göz kamaştırıcı.

Kızıl atıyla koşarcasına güneş,Tanrı Dağları'nın ardında kayboluyor ve biz daha ovaya inmeden hava birden kararıyor.

Anadolu köylerindeki varlıklı ailelerin evleri gibi geniş ve görkemli bir Kırgız evine varıyoruz.

Güler yüzlü ev sahipleri geniş avluya açılan kapıda karşılıyor bizi.

Kırgız motiflerinin eşsiz güzelliklerinin sergilendiği salona girdiğimizde; Kaşgarlı Mahmut Üniversitesi rektörü değerli kardeşim Asan Ormuşev'i, Kültür Bakanı Sadık Şerniyaz'i ve Rosa Aytmato'u, zengin bir Kırgız sofrasının etrafında bizi bekliyor buluyoruz.

Yemeğin sonuna doğru, masanın baş tarafında hüzünden bir heykel gibi kımıltısız duran Rosa Aytmatov'a, kırk yıl sonra babanızdan ilk haberi bu şehirde ilkin siz almışsınız, diyorum.

Başını hafifce eğerek; 'evet' diyor.

"Babamı, 1937'de askerler evimizden alıp götürdüklerinde ben altı-yedi aylıkmışım.

Üzerinden yaklaşık kırk yıl geçmesine rağmen babamdan hiçbir haber alamıyorduk. Çalmadığımız kapı kalmamıştı. Babamla ilgili küçük bir haber kırıntısına çok muhtaçtık. Şimal kutbu geceleri gibi hiç güneş yüzü görmüyordu evimiz. En çok da annemin durumu üzüyordu bizi. Bir ömür boyu babamı bekleyişi, 'ha bu gün ha yarın gelir' deyişi... "

Susuyor, gözleri buğulanıyor...

"Başta annem olmak üzere özlem, her an alevi artan bir ateş gibi yakıyordu hepimizi. Sadece babasızlık değil, bilgisizlikte kahrediyordu.

Neredeydi, sağ mıydı, ölü müydü..?

1975 yılıydı...

Buraya akrabalarımın yanına gelmiştim. Kasida adında bir kadının beni aradığını söylediler.

Buluştuğumuzda;"ağabeyim yıllardır sizi arıyor, üzerinde babanızdan bir emanet varmış. " dedi.

Babamın adını duyunca tüm vücudum titremeye başladı, heyecanla;

"Ağabeyiniz şu an nerede?" Dedim.

"Talas Tüberkulöz hastanesinde" dedi.

Kanadı kırık esir kuşlar gibi bir anda tükettik yolları.

İki yataklı bir hastane odası... Sürekli öksüren yaşlı bir adam...

Göz göze geldiğimizde;

"Gözlerin tıpkı babanın gözleri..." dedi.

"Adım Tenirberdi, babanla hücre arkadaşıydık.

"Beni, akla hayale gelmedik şeylerle suçladılar, sustum.

Dipçikle yüzüme öyle vurdular ki oracıkta kendimi kaybettim. Bilmem ki, orda kaç dişim dökülmüştür.

"Soğuk beton üzerinde kendime gelip, gözlerimi açtığımda koğuşta olduğumu fark ettim. Etrafa baktığımda dayaktan yüzü-gözü şiş insanları fark ettim. Hepsinin yüzünde; ezilmişliği gördüm. Bir birleri ile konuşmaya korkuyorlardı.

Konuşmakta zorlanıyor, öksürükler sık sık kesiyordu konuşmasını.

'Nur yüzlü, uzun boylu biri yüzümdeki kanları siliyordu. Gözlerimin içine şefkatle baktı. 'Ben Törekul Aytmatov' dedi.

Köşede bir tek demir ranza duruyordu. Yumuşak sesiyle bana: 'Gel kardeşim benim yerime yat' diyerek kolumdan tuttu ve yatağa yatırdı. Nöbetleşe yatılan tek yatakta, o gün sıra babanınmış.

Bilgili, medeniyetli ve temiz birisiydi. Koğuştakiler mecburi olarak ona saygı gösteriyorlardı. Yastık kılıfından kendine küçük bir torbacık dikmiş. Onun dışına Çıngız, İlgiz diye çocuklarının ve altına da Talas ismini özenle nakş etmiş. Tarağını, diş fırçasını, diş macununu temiz bez parçasına sararak o torbada saklardı.

Bir keresinde bana; 'buradan çıkarsan benim ailemi bul, bir ömür boyu beni aramasınlar, burada bir daha görüşemezsek ötede görüşürüz, hoşça kal kardeşim! ' dedi.

Bu onunla son görüşmemizdi.

Bir kaç dakika sonra polisler gelip babanı, iki gün sonra da eşyalarını götürdüler, belli ki babanı öldürmüşlerdi.

Sonraki günlerde beni de Sibirya'ya sürdüler, yirmi beş yıl kaldım, size haber veremedim."

Gurbette; hasretin ateşiyle ısıttım durdum o emanet selamı.

Baban Törekul'un torbasını, yıllarca sakladım.

Bir gün, üzerindeki isimlerden dolayı korktum ve bir ırmağa attım.

Bu yaptığımdan dolayı Allah'ın ve Törekul'un ruhunun beni af etmeyeceğine inanıyorum.

Bunu öylesine söylemiyorum.

Torbayı ırmağa attığım gecenin sabahında at nallarken, birden sertçe bir çifteyle yere serildim.

Nefesim kesildi.

Kaburga kemiklerim kırıldı. Akciğerimin yarısı ezildi. Böylece bir anda sakat bir insan oluverdim. O gün bu gün hastane hastane dolaşıyorum.

Bütün bu başıma gelenlerin Törekul'un torbasını ırmağa attığımdan olduğunu düşünüyorum.

Öksürükler, sık sık konuşmasını kesiyordu.

"Ve bir gün...

Şu yanımdaki yatakta bir genç yatıyordu.

Durmadan kitap okuyordu.

Merak ederek istedim.

"Toprak Ana"

Kapağını açtım: 'Baba, ben senin nereye defnedildiğini bilmiyorum. Bu eserimi sana atfediyorum... Törökul Aytmatov'a. Anneciğim bizim dördümüzü büyüttün. Sana bağışlıyorum; Nagima Aytmatov'a'

Kapaktaki resme baktım. Cengiz'in yüzündeki derinlik, cesaret; tıpkı babası Törökul'du.

Elimde olmaksızın; 'Bu, Törökul'un oğluymuş ya! Canım kardeşim!' diye bağırıverdim.

Kitabı kucağıma basarak gözyaşlarımı saatlerce üzerine akıttım.

O gün bu gündür bende ne uyku ne de rahat kaldı. Ötede Törekul bana;

'Tenirberdi! Neden verdiğin sözü yerine getirmedin? Onlar beni hayatı boyunca aramasınlar dememiş miydim?' derse, ne diyecektim.

Kurban olayım yavrum! Beni bütün Törekul ailesi adına affet"

Ben adama sarılarak sarsıla sarsıla ağlamaya başladım, yatakta yatan adamdan daha kötü hissediyordum kendimi.

Birden fenalaşmışım.

Annem o selamı hiç duymadı, o selamdan dört yıl önce kavuşmuştu babama"

Hiç birimizde konuşacak mecal kalmamıştı. Eller isteksiz isteksiz uzanıyordu sofradaki tabaklara.

Kor kesilmiş sobaya eli değmiş bir çocuk gibi çırpınıyordu yüreğimiz.

Gece bir hayli ilerlemişti. Müsaade isteyip ayrıldık.

Dışarıda, aydınlık berrak bir gece vardı.

Gecenin bağrında nura gark olmuş, bir ulu bir derviş gibi öylece duruyordu Tanrı Dağları.

Dağların ruhu bizi çağırıyordu.

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?t=23.01.2011&y=HarunTokakPazar
#778
Kredi kartları ve pos makineleri

Aksini iddia etmeye gerek yok; kredi kartları özellikle gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşayan herkesin vazgeçilmez bir parçası. "Neredeyse" demem aslında bir istisna.

Çünkü gerek teknik ve teknolojik gelişmelerin gerisinde kalma, gerekse dinî hassasiyetlerinden dolayı kredi kartına bulaşmayan bazı kişi ve kurumlar var günümüzde. Fakat bunların varlığı, gerçeği değiştirmiyor. Bu cümlelerle yaptığımız durum tesbitinden sonra gelelim ana meseleye; "kredi kartı düşmanlığı" veya "kredi kartını bütün bütün masum ilan etme". İki ayrı uç bu. Uçlarda dolaşmak ise hayata bütüncül bakamamanın, sürekli tehlikeli zeminlerde, kaybetmenin kazanmaya nisbetle daha çok olduğu alanlarda dolaşmak demektir.

Öncelikle kredi kartını kabullenmeyen ve dolayısıyla bankalar ve kredi kartı şirketleri hakkında olumsuz duygu ve düşünce içinde bulunanları saygı ile karşılarım. Hele bu düşünceye sahip kişi veya kişilerin hayatları boyunca ellerine kredi kartı almamaları, sade ve basit yaşayışlarıyla herkese örnek olmaları benim onlara olan saygımı ziyadeleştirir. Ama herkes onlar gibi değil ve olamaz da. Onların da herkesin kendileri gibi olmasını bekleme hakları olduğunu düşünmüyorum.

Gelelim "düşmanlık" ve "masumiyet" uçlarından uzak bir zeminde kredi kartları değerlendirmesine. Önce işleyiş hakkında herkesin bildiği ana noktaları hatırlatalım. Kredi kartı, yapılan alışveriş bedelini ödemede kullanılan bir metot ve bir araçtır. Banka veya kredi kartı şirketleri çeşitli kriterlere bağlı olarak kredi kartı verdiği kişilere bir limit takdir etmektedir. Bunun manası ilgili kişiye söz konusu limit miktarınca kredi açmak demektir. Şahıs da o limit miktarınca alışverişini yapar. Genelde açılan bu kredi aylıktır. Ay sonunda bir ay boyunca yapılan alışveriş bedelinin tamamı ödenir. Eğer ay içinde yapılan harcamaların tamamı ödenirse kredi kartı sahibinden ne faiz, ne de kâr farkı adı altında herhangi bir fazla ödeme talep edilmez. Ama tamamını ödemezse, geriye kalan borcuna daha önceden yapılan anlaşma gereği belli oranda faiz veya kâr farkı tahakkuk eder ve ödeme bu yeni bedel üzerinden yapılır. Faizli muameleye girildiği takdirde kredi kartı ile alakalı "haram" hükmüne ilaveten söylenecek bir şey yok.

Değerlendirmeye gelince; kredi kartlarının en basitinden üç ayrı ana oyuncusu vardır; alışveriş yapan fert ve satıcı, banka veya kredi kartı şirketi ve nihayet devlet. Kart kullanımının bu üç ana oyuncusuna kazandırdığı ve kaybettirdiği şeyler vardır. Zaten bizim bütüncül bakış derken de kasdımız tarafların hepsini nazara alıp meseleye getiri ve götürüleri ile birlikte bakmaktır.

Kart hamiline ve satıcıya bakan veçhesiyle: Kartlar ihtiyaç durumunda peşin parası olmayan kişilere kredi imkânı sunmaktadır. İnsanın yanında fazla para taşıma zorluk ve riskini ortadan kaldırmakta ve böylece hırsızlık başta olmak üzere kamu huzur ve güvenliğini müsbet manada etkileyen bir rol oynamaktadır. Kartlar, hamiline farklı para birimlerinin kullanılmasına aldırış etmeden, dünyanın her yerinde alışveriş imkânı sağlamaktadır. Aynı kolaylık telefon ve internet ile yapılan alışverişler için de geçerlidir. POS makinesi kullanarak kredi kartı sahiplerine alışveriş imkânı sunan ticari müesseseler müşteri potansiyellerini artırmakta ve böylece piyasanın o acımasız rekabet ortamında başkaları ile rekabet etme imkânı yakalamaktadır. Kasalarında fazla para bulundurma ve böylece hırsızlık, soygun gibi risklerin önüne geçilmekte, alacak-verecekten tutun işletmenin genel mali durumunu bir tek tabloda görme fırsatı söz konusu olmaktadır. Devlete karşı şeffafiyet ayrı bir kazanımdır satıcı için. Haftaya bitireceğiz nasipse...

a.kurucan@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1081456
#779
Danıştay 8'inci Dairesi'nin lisansüstü (ALES) sınavının yürütmesini "başı açık resim" şartı konulmadığı için durdurması yargı kararlarını yeniden tartışmaya açtı.

Danıştay bu kararıyla özgürlüklerden yana değil yasaklardan yana olduğunu ortaya koydu.

Böylece üniversitelerde YÖK'ün uygulama ile kaldırdığı başörtüsü yasağını, Danıştay lisansüstü için yoruma dayanarak sürdürmeyi tercih etti.

Kararda "devrim kanunları" ve "yüzün tanınmaması" gibi şok gerekçe var.

Oysa devrim kanunları arasında kadınların başlarını açması bulunmuyor.

Buna karşılık erkeklerin başlarına "şapka" takması bulunuyor.

Danıştay, olmayan bir hususta yürürlüğü durdurmak yerine, var olan bir hususta karar alsaydı bu tepkiyi çekmezdi.

Tabii öncelikle kendi üyelerinin de şapka takmadığı için "kamusal alan"a giremeyeceği kararına imza atması gerekiyordu!

Demek ki, devrim kanunları devrin şartlarına göre uygulanamayabiliyor.

Kimse de "şapka" takmadığı için yüksek yargıyı suçlamıyor.

Danıştay'ın başörtüsü konusunda aldığı karar devrin hukuk anlayışına da uymuyor.

Yargıtay Başkanı Gerçeker de "Demokratik hak ve özgürlüklerin daima genişletilmesi, ileri götürülmesi bir hukukçunun en büyük ideali olmalıdır" diyerek kararı eleştirdi.

Hiçbir demokratik ülkede böyle bir yasak yok.

***

Başörtülü resim halinde kadın ve erkek ayrımı yapılamayacağı ve "güvenlik zaafı" oluşacağı iddiası da gerçekle uyuşmuyor.

İnsanlar pasaportlarına, kimliklerine başörtülü resim yapıştırırken "güvenlik" ve "tanınma zorluğu" yaşanmıyor da ALES sınavına girerken neden yaşansın?

Yüzün açık olması başka bir şeydir, başın açık olması başka.

Mahkemede başörtülü iken tanınan ve teşhis edilebilen bir insan, neden sınava girerken tanınamasın?

ABD'ye, Çin'e, Rusya'ya, Uganda'ya girerken teşhis edilen yüz neden sınava girerken teşhis edilemesin?

Sınavın yürütmesini durdurmanın "güvenlik" gerekçesi de ikna edici değil.

***

Başbakan Erdoğan kararı önceki gün şu net sözlerle değerlendirdi:

"Karar son derece keyfi bir karar. Vicdanları yaralayan, evrensel hukuk normlarını çiğneyen, yargıya güveni bir kez daha sorgulatacak nitelikte bir karar. Alınan bu karar, aynı zamanda kanunsuzdur."

Başbakanın tespitlerine katılmamak mümkün değil.

Danıştay'ın yasağı "olmayan bir madde nedeniyle olmayan yasaya" dayanıyor.

Hukuki olmaktan uzak, siyasi bir karar olarak öne çıkıyor.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de Danıştay kararı için "Türkiye'yi germek isteyenlere zemin hazırlamaktan başka bir hizmet sunmamaktadır" değerlendirmesinde bulunuyor.

Tashihe muhtaç tartışmalı karar, yargı reformu ve yargıda özgürlükçü dönüşümün ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.

Başörtülüysen, hasta olabilir ama doktor olamazsın...

Danıştay kararı "kamusal alanda hizmet alan ve hizmet veren" suni ayrımının da bir an önce sonlanması gerektiğini ortaya koyuyor.

"Başörtülüysen, sanık olabilir ama hâkim olamazsın" demek ne kadar doğru?

"Başörtülüysen, hasta olabilir ama doktor olamazsın" demek hangi vicdana sığar?

"Başörtülüysen, mağdur olabilir ama polis olamazsın" demek ne kadar mantıklı?

Avrupa ve Amerika'da başörtülülerin her alanda görev yapabildiklerini görüyoruz.

Türkiye'de de başörtülüler özel sektörde "hizmet veren" olarak görev yapıyor.

Hiçbir ayrım ve sıkıntı yaşanmıyor.

"Hizmet alan"ın bu nedenle bir şikâyetine bugüne kadar rastlamadım.

Suni ayrımlarla yasaklara zemin hazırlamanın kimseye faydası yok.

Sonuçta vicdanları yaralayan bu tarz kararlar ortaya çıkıyor.

Hukukun üstünlüğüne olan güven de yok yere zedeleniyor.

Başbakan Erdoğan Katar'da aralarında bulunduğum bir grup gazeteciye, kamudaki başörtüsü yasağını değerlendirirken, "Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvurular ile düzeleceğine inandığını" dile getirmişti.

Danıştay ve Yargıtay kararlarının Anayasa Mahkemesi'nin "temyiz"ine açılması umarım böyle hayırlı bir sonuç verir.

Türkiye'nin yok yere çıkarılan krizlerle toplumsal huzurunu kaybetmesine ya da enerjisini bu tarz gereksiz tartışmalarla kaybetmesine de gerek kalmaz.

http://bugun.com.tr/kose-yazisi/139461-danistay-da-sapka-takiliyor-mu-makalesi.aspx
#780
Yazık ki ne yazık...

Güzide basınımız darbenin "merkez üssü"nden ele geçirilen yeni belgelere Haberal'ın hastanedeki odasının aranması haberi kadar değer vermedi.

Hatırlarsınız, bundan bir süre önce Gölcük'teki Donanma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürlüğü'nde bir odanın zemininden çuval çuval gizli belge çıkmıştı. Komutanlıktaki arama bir ihbar üzerine yapılmıştı. İhbarı yapan, "Aman çabuk gelin, çok yakında bu belgeleri yok edecekler" diyordu. Çuvallar dolusu suç delili bu sayede kurtarılmış ve savcılar tarafından incelemeye alınmıştı.

Hepimiz biliyorduk bu çuvallardan önemli şeyler çıkacağını ve bekliyorduk.

Tahmin ettiğimiz gibi de oldu.

Gölcük'ün zemininden yine dehşetengiz belgeler çıktı. İnsana "Bunlar gerçekten çıldırmış" dedirtecek cinsten belgeler... Üstelik de inkârı hiçbir şekilde mümkün olmayan bir şekilde, askerlerin gözetimi altında yapılan bir aramada ve el konulduğu anda savcıların gözetiminde kayda geçirilmiş belgeler... Ya sahteyse ya polis koyduysa gibi "çamura yatma"lara imkân tanımayacak kadar sağlam deliller...

Balyoz Eylem Planı'nın devamı niteliğinde birtakım planlar, ölüm listeleri, tıpkı Fatih Camii gibi başka bazı camilere karşı eylem için yapılan keşif çalışmalarının tutanakları, bu planlar ortaya çıktığında olayın "harp oyunu" gibi gösterilerek kamufle edilmesi için yapılan hazırlıklar, yine her zamanki gibi Ege Denizi'nde provokasyon uçuşları ve tabii darbeye direnme ihtimali olan komutanların, kuvvet komutanlarının nasıl enterne edileceğine dair planlar...

Bu defa ölüm listesindeki 19 isimden 3'ü Ermeni gazeteci arkadaşlarımız... Eğer süreç kesintiye uğramasaymış Hrant'ın arkasından Etyen ve Sevan da öbür tarafa yolcu edileceklermiş. Dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Cumhur Asparuk hazırlıklardan haberdar olmaması için tam olarak enterne edilecek, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülent Alpkaya da tutuklanacakmış. Hatta darbe sonrası tutuklanacakların nereye nasıl götürüleceği bile planlanmış. Bürokrat, yerel yönetici ve medya mensubu gibi "hassas şahıslar"ın Yassıada ve İmralı'ya "transferleri sağlanacak"mış!

İşte çuvallardan çıkan yeni bilgilerden bazıları bunlardı.

Ama ne gariptir ki, Türkiye'nin çok satan birçok gazetesi bu haberi hiç görmedi. Okurlarının Gölcük Donanması'nın zemininde saklanan o çuvallardan neler çıktığını bilmesini istemedi, haberi sansür etti.

Onun yerine, Ergenekon sanığı Haberal'ın hastanedeki odasının aranması gibi son derece olağan bir uygulamadan bir "hukuk skandalı" üretmeye çalıştı.

Bu yayın organları bugüne kadarki yayın çizgilerine uygun olarak muhtemeldir ki, önümüzdeki günlerde yeni ortaya çıkan bu belgelerin sahteliğini ve güvenilmezliğini kanıtlamak için son derece "yaratıcı" bir yayıncılığa başlayacaklardır. Yarın yine, çuvallarda ne olduğunu bir yana bırakıp, çuvalları ihbar edenlerin peşine düşülmesini isteyecek; kabak gibi ortaya çıkmış olan darbe teşebbüsüne rağmen darbeci generalleri aklayabilmek için olgulara bin bir takla attırmakta bütün yayıncılık hünerlerini ortaya koyacaklardır.

Bunu artık kanıksadık. Gönüllü avukatlığa soyunanların bu misyonlarından istifa edeceklerini pek zannetmiyoruz. Çünkü onlar bu misyonu, parçası oldukları ve nimetlerinden yararlandıkları statükonun korunmasının çok önemli bir unsuru olarak algılıyorlar ki haksız da değiller.

Ben asıl, derin devletin derinliklerinden fışkıran yeni belgelerin bizler üzerindeki etkilerinden söz etmek istiyorum.

Umalım ki bu yeni belgeler, derin yapılanmaların artık tamamen temizlendiği zehabına kapılanlar için uyarıcı olur. Zira son birkaç yıldır yaşadıklarımız tehlikeli bir kanıksama yarattı kamuoyunda. En dudak uçuklatıcı haberler dahil, hiçbir şeye fazla şaşırmamaya başladık. Yeni ölüm listelerini, suikast girişimlerini, kaos planlarını, provokasyonları, bulunan yeni silah depolarını okuyup geçiyor, yeterli tepkiyi göstermiyoruz. Ergenekon davalarına kamuoyu ilgisi azalıyor. Dava haberleri eskisi gibi takip edilmiyor.

Bakın o belgelerde ölüm listesine alınan Hrant'ın katilleri bugün hâlâ devletin çeşitli kurumları tarafından korunuyor. Olayın aydınlanmasına geçit verilmiyor, dava ilerlemiyor. Bunun üzerinde düşünün. Ve derin devletin tasfiye olup olmadığına karar verin.

Kamuoyu Ergenekon Davaları'na gözünü ve kulağını kapattığı anda bu davalar ölmüş demektir. Zira kamuoyunun canlı ilgisi sürmezse Türkiye'de hiçbir savcının ya da hakimin gücü Ergenekon'la hesaplaşmaya yetmez.

http://bugun.com.tr/kose-yazisi/139254-yeni-harp-oyunlarina-ne-diyorsunuz-makalesi.aspx