Haberler:

Hukuk Forumumuza Hoşgeldiniz

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - Avukat

#761
Merhabalar. Öncelikle geçmiş olsun. Yazdıklarınızdan kusur dağılımı hususunda problemler yaşandığı çok net bir şekilde anlaşılıyor. Bununla birlikte kazanın gerçekleştiği yolun görülmesi, olayın ve olayla ilgili belgelerin daha detaylı bir şekilde incelenmesi gerekiyor. Şayet babanızın haklı olduğunu düşünüyorsanız, ki yazdıklarınız gayet ciddi, üzerinde düşünülmesi/araştırılması gereken konulardır, bu durumda karşı taraf aleyhine elbette maddi ve manevi tazminat davası açabilirsiniz. Maddi tazminat talebinizde pert olan motosiklet bedelini, babanızın sağlık harcamalarını, çalışamadığı süre içinde oluşan kazanç kaybını ve hastanelere gidiş-geliş masraflarınızı isteyebilirsiniz. Bunun için elinizdeki tüm bilgi ve belgelerle birlikte bir avukata danışmanız faydalı olacaktır. Kolay gelsin...
#762
Merhabalar. Önemli olan bugünkü ikametgah adresinizdir. Her adrese hacze gidilebilir. Önemli olan o adreste borçlunun bulunup bulunmadığı ve borçluya ait malvarlığının olup olmadığıdır. Borçluya ait malvarlığı nerede bulunursa bulunsun haczedilebilir. Şayet ailenizin adresine hacze gelinirse, ailenizin evlenerek başka bir adrese taşındığınızı ve size ait evde hiçbir eşyanın bulunmadığını icra memuruna söylemesi ve bu beyanı haciz zabtına geçirtmesi yeterli olur. Böyle bir durumda haciz memuru ailenizin evinde haciz yapmaya yanaşmayacaktır diye düşünüyorum. Kolay gelsin...
#763
AA   

Sabıka kayıtlarının kaymakamlıklarca verilmesini, 80 yıl olan kayıtların arşivde saklama süresinin de 15 ve 30 yıla indirilmesini öngören kanun teklifi, TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildi.

Yasaya göre, sabıka kayıtları tüm kaymakamlıklarca verilebilecek. Arşiv bilgileri; ilgilinin ölümü üzerine; Anayasa'nın ''Milletvekili seçilme yeterliliği''ni düzenleyen 76. maddesi ile bazı kanunlarda yer alan ve bir hak mahrumiyetine neden olan mahkumiyetler bakımından, yasaklanmış hakların geri verilmesi kararı alınması koşuluyla, kaydın arşive alınma koşullarının oluştuğu tarihten itibaren 15 yıl ve her halde 30 yıl geçmesiyle; diğer mahkumiyetler bakımından kaydın arşive alınma koşullarının oluştuğu tarihten itibaren 5 yıl geçmesiyle tamamen silinecek. Bu düzenleme, eski kayıtlar için de uygulanacak.

Bununla, mevcut yasada 80 yıl olan mahkumiyetleri arşivde saklama süresi 15 yıla indiriliyor, ancak kişi memnu haklarını almamışsa bu süre 30 yıl olarak uygulanacak.

Kanunla silinme koşullarının gerçekleşmesi halinde, daha önce mahkemelere ait olan arşiv kaydının silinmesi yetki ve görevi, iş yükü dikkate alınarak ve yargının hızlandırılması amacıyla Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü'ne verilecek.

Yasa, Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun'da da değişiklik içeriyor. Mevcut kanunda elektronik kart uygulaması ile kamera ve benzeri teknik donanımın, Spor Toto Süper Lig müsabakalarının gerçekleştirildiği stadyumlarda 14 Nisan 2012 tarihine kadar kurulması öngörülürken, yasayla, bu süre 14 Nisan 2014 tarihine uzatıldı. Yürürlükteki kanuna göre, bu yükümlülükleri yerine getirmeyen Spor Toto Süper Lig kulüplerine, her bir müsabaka için 100 bin lira idari para cezası verilecekti.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1269365&title=adli-sicili-kaymakamliklar-da-verebilecek
#764
Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezleri ile Koruma Kurulları Kanunu'nda değişiklik yapan yasa tasarısı, TBMM Genel Kurulu'nda kabul edilerek yasalaştı.

Yasayla, denetimli serbestlik tedbiri kapsamında cezanın infazıyla; hükümlülerin dış dünyaya uyumlarını sağlamaları, aileleriyle bağlarını sürdürmeleri ve güçlendirmeleri amaçlanıyor.

Açık cezaevinde cezasının son 6 ayını kesintisiz olarak geçiren, çocuk eğitimevinde toplam cezasının beşte birini tamamlayan koşullu salıverilmesine 1 yıl ve daha az süre kalan iyi halli hükümlüler, cezalarının koşullu salıverilme tarihine kadar olan kısmını denetimli serbestlik tedbiri kapsamında cezaevi dışında geçirebilecek. Buna infaz hakimi karar verilebilecek.

Sıfır-altı yaş grubunda çocuğu bulunan ve koşullu salıverilmesine 2 yıl veya daha az süre kalan kadın hükümlüler, maruz kaldıkları ağır bir hastalık, sakatlık veya kocama nedeniyle hayatlarını yalnız idame ettiremeyen ve koşullu salıverilmesine 3 yıl veya daha az süre kalan hükümlüler de aynı kapsama tabi olacak. Ağır hastalık, sakatlık veya kocama hali Adli Tıp Kurumu'ndan alınan veya Adalet Bakanlığı'nca belirlenen tam teşekküllü hastanelerin sağlık kurullarınca düzenlenip Adli Tıp Kurumu'nca onaylanan bir raporla belgelendirilmesi gerekecek.

Adli para cezasının ödenmemesi nedeniyle, cezası hapse çevrilen hükümlülerin erken tahliye süresi, hak ederek tahliye esas alınmak suretiyle hesaplanacak.

Açık cezaevine ayrılma şartları oluşmasına karşın ayrılamayan veya bu nedenle kapalı cezaevine geri gönderilen iyi halli hükümlüler, açık cezaevine ayrılma şartlarının oluşmasından itibaren en az 6 aylık süre geçerse, diğer şartları da taşımaları halinde bu uygulamadan yararlanabilecek.

Denetimli serbestlik tedbiri kapsamında cezasının infazına karar verilen hükümlü, koşullu salıverilme tarihine kadar; kamuya yararlı bir işte ücretsiz olarak çalıştırılabilecek, bir konut veya bölgede denetim ve gözetim altında bulundurulabilecek, belirlenen yer veya bölgelere gitmeyebilecek, belirlenen programlara katılabilecek. Bu yükümlülüklerinden bir veya birden fazlasına tabi tutulmasına denetimli serbestlik müdürlüğü karar verecek.

Hükümlü; cezaevinden ayrıldıktan sonra, denetimli serbestlik müdürlüğüne 3 gün içinde müracaat etmemesi; yükümlülüklere, hazırlanan denetim ve iyileştirme programına, denetimli serbestlik görevlilerinin bu kapsamdaki uyarı ve önerileriyle, hakkında hazırlanan denetim planına uymamakta ısrar etmesi halinde koşullu salıverilme tarihine kadar olan cezasının infazı için kapalı cezaevine gönderilecek.

-Kapalı ceza infaz kurumuna gönderilme şartları-

Hükümlünün başka bir suçtan dolayı tutuklanması, bu uygulamadan önce işlediği iddia olunan ve cezasının üst sınırı 7 yıldan az olmayan bir suçtan dolayı soruşturmaya tabi tutulması, bu uygulamadan sonra işlediği iddia olunan ve cezasının alt sınırı 1 yıl veya daha fazla olan suçtan dolayı soruşturmaya uğraması halinde, hükümlünün kapalı cezaevine gönderilmesine karar verilecek.

Hükümlünün soruşturma sonunda beraat etmesi, davasının reddi veya düşmesi halinde cezasının infazına, denetimli serbestlik tedbiri uygulanarak devam edilebilecek.

Bu düzenlemenin yürürlüğe girdiği tarih itibariyle koşullu salıverilmelerine bir yıldan az süre kalan; açık cezaevinde bulunan, kapalı cezaevinden açık cezaevine ayrılma şartlarını taşıyan iyi halli hükümlüler, cezalarının koşullu salıverilme tarihine kadar olan kısmını denetimli serbestlik tedbiri kapsamında çekebilecek.

-8 bin 60 kadro-

Şüpheli, sanık ve hükümlülerin toplum içinde izlenmesi, gözetimi ve denetimi elektronik cihazların kullanılması suretiyle de yerine getirilebilecek.

Denetimli Serbestlik Müdürlüklerine, en az dört yıllık eğitim veren fakülte ve yüksek okullardan veya bunlara denkliği Yükseköğretim Kurulunca kabul edilmiş yurtdışındaki üniversitelerden mezun olanlar arasından yazılı ve mülakat sınav sonucuna göre denetimli serbestlik müdür yardımcısı atanacak.

Adalet Bakanlığının boş memur kadrolarından 3 bin 490'ına 2012 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu'ndaki sınırlamalara tabi olmadan atama yapılabilecek.

Yasayla 8 bin 60 kadro ihdas, 140 kadro iptal ediliyor.

Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in verdiği bilgiye göre, yasayla, yaklaşık 15 bin hükümlünün cezaevlerinden tahliye olması öngörülüyor.

http://www.haber7.com/haber/20120405/Elektronik-kelepce-Meclisten-gecti.php
#765
Merhabalar. Vatandaşlıktan çıkmanız borçlarınızı hiçbir şekilde etkilemez. Şayet Türkiye'de sabit bir ikametgahınız yoksa, size tebligat yapılmasıyla ilgili usulleri değiştirir, o kadar. Kolay gelsin...
#766
Hayırlı Cumalar.

Alıntı YapOğulun firması iki arkadaş kurmuş ve elindeki makinalar ve malzemelerin hepsinin faturası var buna rağmen avukat neye dayanarak herşeyi alırım diyor? Eşyaları alırsa oğulun şirketi çok kötü duruma düşer çünkü makina ve malzemesiz elindeki işleri yarım kalır

Baba ile oğulun şirketleri arasında bir bağ kurulabiliyorsa ve bu bağ alacaklılardan mal kaçırmaya dönük bir işlem olduğu kanaati veriyorsa, haciz işlemi uygulanabilir. Diğer türlü haciz uygulanamaz. Yani yorum ve değerlendirmeye açık bir konu. Mesela babanın şirketi kapanmış ve aynı adreste oğul tarafından şirket kurulmuş olsun. Adreslerin aynı olması böyle bir bağ kurulmasına yol açar.

Alıntı YapAyrıca bu durumda oğul malzeme ve makinaların hacze konu olmaması için ne yapmalıdır bir yolu yok mudur?

Maalesef yok. Malların faturası ve mallarla şirketin babanın şirketiyle ilgisinin olmadığına dair belgelerin birer örneği ani bir haciz işleminde kullanılmak üzere tedbir için her zaman el altında tutulabilir. Bu belgeler icra memurunu ikna ederse, ne ala. İkna etmezse, haciz ve duruma göre muhafaza yapılabilir. En başından makine ve diğer demirbaşlar finansal kiralama yoluyla alınmış olsaydı, bu malların mülkiyeti finansal kiralama şirketine ait olacağından, malların haczi hukuken mümkün olamayacaktı. Aşağıda konuyu daha iyi anlamanıza yardımcı olacak emsal Yargıtay Kararları bulunuyor. Kolay gelsin...


T.C.
YARGITAY
17. HUKUK DAİRESİ
E. 2009/4338
K. 2010/1059
T. 11.2.2010

2004/m. 8/1, 96, 97/13

DAVA : Taraflar arasındaki istihkak davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davalı alacaklı tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

KARAR : Davacı ( üçüncü kişi ) vekili, İstanbul 10. İcra Müdürlüğü'nün 2007/2602 Esas sayılı dosyasında yazılan talimat uyarınca, Zeytinburnu 3. İcra Müdürlüğü'nün 2007/473 Talimat sayılı dosyasında yapılan 15.03.2007 günlü haciz sırasında 09.03.2007 günlü hacze konu bilgisayarların muhafaza altına alınmasını engellemek için 2.100,00 TL. teminat yatırdıklarını, kalan borç için yatırdıkları 7.000,00 TL. paranın, ek haciz kapsamında ise istihkak, yoksa istirdat ve borçtan kurtulma davasına konu edileceğini, dava sonuna kadar paranın alacaklıya ödenmemesi için asıl icra dosyasına gönderilmesinin teminat karşılığında durdurulması gerektiğini belirterek tedbir isteğinin kabulüne karar verilmesini istemiştir.

Davalı ( alacaklı ) vekili, davacı E. Plastik A.Ş'nin dava açmakta hukuki yararının bulunmadığını, paranın diğer davacı tarafından yatırıldığını, borçlu şirketler ile üçüncü kişi T. Plastik Ltd. Şti. Arasında ortaklar ve adres itibarı ile organik bağ bulunduğunu, daha önce aynı yerde yapılan hacizler sırasında borçlulara ait belgelerin ele geçtiğini, istihkak iddiasının alacaklıdan mal kaçırmak için danışıklı olarak ileri sürüldüğünü, mülkiyet karnesinin alacaklı yararına olduğunu, İstanbul 2. İcra Hukuk Mahkemesi'nin 2007/426 Esas sayılı dosyası ile bu dava dosyası arasında bağlantı bulunduğunu belirterek davanın reddine ve tazminata karar verilmesini istemiştir.

Davalı ( borçlar ), usulüne uygun davetiye tebliğine rağmen duruşmalara katılmadığı gibi cevapta vermemiştir.

Mahkemece toplanan delillere göre; "davacı Emilsan A.Ş'nin alt kiracısı olarak üçüncü kişi T. Plastik Ltd. Şti. kullanımında olan yerde haczin yapıldığı, burasının aynı zamanda üçüncü kişinin ticaret sicilde kayıtlı faaliyet adresi olduğu, borçlu Ozan'ın davacı T. Plastik Ltd. Şti'nin ortağı iken, hacizden önce payını devrederek karşılığını aldığı, şirketle ilgisinin kalmadığı, davacının diğer borçlularla da organik bağ içinde bulunmadığı, bu nedenle T. Plastik Ltd. Şti. açısından davanın kabulü gerektiği, ancak diğer davacının icra dosyasına alınmış parası bulunmadığından davasının reddi gerektiği" gerekçesi ile davanın kabulü ile hacze konu paranın davacı Teo Plastik Ltd. Şti. ne aidiyetine, davacı Emilsan Plastik ltd. Şti. açısından ise davanın reddine ve tazminat talebinin de reddine karar verilmiş; hüküm, davalı ( alacaklı ) vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı taraf dava dilekçesinde, her ne kadar hacze konu paranın alacaklıya ödenmemesi konusunda tedbir kararı verilmesi istemini ileri sürmüşse de; Mahkemece işin istihkak prosedürü içinde çözümlenmesinin kararlaştırıldığı, buna yönelik taraflarca ileri sürülmüş bir itirazın da bulunmadığı anlaşılmaktadır.

Uyuşmazlık, üçüncü kişinin İİK'in 96. vd. maddeleri uyarınca yönelttiği "istihkak" iddiasına ilişkindir.

Haciz, davacı T. Plastik Ltd. Şti'nin 23.08.2005'den İtibaren ticaret sicilde merkez olarak kayıtlı bulunan adresinde yapılmıştır. Davacı burada, E.Plastik A.Ş'nin alt kiracısı olarak bulunduğunu ileri sürmekte ise de; dosyadaki kira sözleşmesinden

E. Plastik A.Ş'nin burayı 2006 yılında kiraladığı, görülmektedir.

Davacının 13.10.2005'den itibaren kullandığı şube adresi aynı zamanda borçlular V. İth. İhrc. Kağıt ve Doruk Oluklu Mukavva Ltd. Şirketleri'nin ticaret sicilde kayıtlı merkez adresidir.

Öte yandan aynı dosyada yapılan 05.02.2007 günlü haciz sırasında da T. Plastik Ltd. Şti'nin şube çalışanları, asma katta borçlu şirketlerin faaliyet gösterdiğini belirtmişlerdir. İİK'in 8/1. maddesi uyarınca aksi sabit oluncaya kadar geçerli bu haciz tutanağı ve ticaret sicil kayıtlarına göre üçüncü kişi ile borçlu şirketler arasında organik bağ bulunduğu, aynı üretim yerinde faaliyetlerini sürdürdükleri son derece açıktır.

T. Plastik Lti. Şti'ndeki payını 31.10.2006'da devrederek ayrılan Ozan'ın ise takip borçlusu iki şirketin de ortağı ve yetkilisi olduğu, resmi olarak ayrıldığı üçüncü kişi şirket ile olan bağını, borçlu şirketler üzerinden devam ettirdiği ve istihkak iddiasının da alacaklıdan mal kaçırmak için danışıklı olarak ileri sürüldüğü anlaşılmaktadır.

Bu durumda davanın reddi ile İİK'in 97/13. maddesi kapsamında alacaklı yararına tazminata hükmedilebilmesi için aranan yasal koşulların gerçekleşip gerçekleşmediğinin araştırılması yerine, delillerin değerlendirilmesinde yanılgıya düşülerek davacı T. Plastik Ltd. Şti. yönünden davanın kabulüne karar verilmesi bozma nedenidir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle, davalı ( alacaklı ) Ş. Factoring A.Ş'nin temyiz itirazlarının kabulüyle hükmün BOZULMASINA peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacı 3. kişiye geri verilmesine, 11.02.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.



T.C.
YARGITAY
12. HUKUK DAİRESİ
E. 2009/29026
K. 2010/466
T. 14.1.2010

2004/m.96, 97, 99

DAVA : Mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı vekili tarafından istenmesi üzerine; bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olmakla okundu ve gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Şikayetçi üçüncü kişi, aynı adrese daha önce hacze gelindiğini, istihkak iddiaları üzerine alacaklı vekiline istihkak davası açmak üzere icra müdürlüğünce 7 gün süre verildiğini, buna rağmen istihkak davası açılmadan alacaklı vekilinin talebiyle aynı adreste ek haciz ve muhafaza kararı verilerek, 16.09.2008 tarihinde hacze gelindiğini, borcu ödemek zorunda kaldıklarını beyan ederek icra müdürlüğünün haciz kararının kaldırılmasını ve haciz baskısıyla ödemek zorunda kaldıkları 5767,45. YTL'nin iadesini talep etmiştir.

Daha önce haciz yapılan adreste 3. kişinin istihkak iddiasında bulunmuş olması, alacaklı vekilince aynı adreste ek haciz talebinde bulunulmasına engel değildir. 3. kişi takipte taraf olmayıp icra müdürünün aldığı haciz kararının iptalini isteyemez. Ancak hacze gelindiğinde İİK'nun 96-97-99. maddeleri uyarınca istihkak iddiasında bulunabilir. 3. kişi, borçlunun borcunu ödemek zorunda olmayıp, yaptığı ödemeyi şikayet yoluyla geri isteyemez. Kaldı ki 16.09.2008 tarihli şikayete konu haciz işleminin gerçekleştiği adres de, 3. kişinin ticaret sicilinde kayıtlı adresinden farklı bir adrestir. O halde mahkemece şikayetin reddi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz olduğu gibi, alacaklıya ödenen 5767,45. YTL'nin iadesi yargılamayı gerektirdiğinden bu paranın geri ödenmesine karar verilmesi de doğru değildir.

SONUÇ : Alacaklı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK. 366 ve HUMK.'nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, 14.01.2010 gününde oybirliği ile karar verildi.



T.C.
YARGITAY
15. HUKUK DAİRESİ
E. 1994/6177
K. 1994/7611
T. 19.12.1994

2004/m.96

DAVA : Yukarıda tarih ve numarası yazılı hükmün, temyizen tetkiki davalı alacaklı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla dosyadaki kağıtlar okundu gereği konuşulup düşünüldü:

KARAR : 1-Borçlu Yusuf Selvi aleyhine yapılan icra takibi sonucu haczedilen malların kendisine ait olduğu iddiası ile üçüncü kişi tarafından istihkak davası davalı alacaklı vekilince de karşı dava olarak iptal davası ikame edilmiş 3. şahsın istihkak davası merciince kabul, alacaklının iptal davası red edilmiş, karar davalı alacaklı tarafından temyiz edilmiştir.

Taraflar arasındaki uyuşmazlık İİK. 96 vd. maddeler gereğince açılan istihkak davasına ilişkindir. Davalı alacaklı tarafından borçlu aleyhine yapılan icra takibi sırasında 13.12.1991 tarihinde borçlunun adresinde haciz yapılmış, 25.5.1992 tarihli muhafaza tutanağı yapıldığı sırada borçlunun babası davalı Hasan Selvi’nin 200.000.000 Tl. için borca kefil olduğu, 31.8.1992 tarihinde mahcuz mallar yeniden muhafaza altına alınmak için gidildiğinde, davalı Hasan Selvi tarafından mahcuzların satılıp parasının alacaklıya verildiği ve bu yerin artık başka bir şirkete ait olduğunun ifade edildiği, 24.9.1992 tarihinde adı geçen yere tekrar gelinerek Tuncer Doğan isimli kişinin huzurunda yeniden haciz ve muhafaza yapıldığı anlaşılmıştır.

10.8.1992 tarihinde kurulduğu anlaşılan 3. kişi durumundaki Kent Halı Möble ve Dayanıklı Tüketim Malları Tic. Ltd. Şti.nin ortaklarından birisinin, borçlunun eski işçisi Tuncer Doğan, birisinin de davalı borçlu ve kefille aynı soyadı taşıyan Eyyüp Selvi olduğu borçlu hakkında bu şirketin kuruluşundan çok sonra 26.12.1992 tarihinde borçlu bir takipten ötürü borçlu adına çıkarılan ödeme emrinin, Tuncer Doğan tarafından "birlikte çalışan işçi" sıfatıyla alındığı saptanmıştır.

Davacı şirket ile borçlu verdiği çeklerde "Kent Halı" ünvanın kullanmışlardır. Tüm bu hususlar borçlu ile davacı 3 şirketin organik bağ içerisinde olduğunu ve davacı şirketin paravan şirket olarak kurulduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu durumda mahcuzlar davalı borçluya ait olduğunun kabulüyle istihkak davasının reddine karar verilmesi gerekirken davanın kabulü yolunda hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.

2-Davalı karşı davasında tasarrufun iptalini talep etmiş ise de, iptalini istediği davasının konusunu açıklamamıştır. Mahkemece iptali istenen tasarrufun konusu karşı davacıya açıklattırılarak iptali gereken bir tasarruf bulunduğu takdirde bu hususta bir karar verilmesi gerekirken bu yön araştırılmadan sonuca varılması uygun görülmemiş, hükmün bozulması gerekmiştir.

SONUÇ : Yukarda 1 ve 2. bendlerde açıklanan nedenlerle hükmün temyiz eden davalı alacaklı yararına BOZULMASINA, istek halinde ödediği temyiz peşin harcının temyiz eden davalı alacaklıya geri verilmesine, 19.12.1994 gününde oybirliğiyle karar verildi.
#767
Anne-babanın reşid evlatlarına veya kardeşlerin -özellikle erkek kardeşin kız kardeşi/lerine- birbirilerine dini yaşam, hayat tarzı eksenindeki sorumluluk ve müdahalelerinde sınır var mıdır?

Bu bana geçenlerde kaleme aldığım Hocaefendi'nin "Bugün halkımız, İslamı, taassub seviyesinde yaşıyor. Taassubun kaynağı ise dinin mantığı ile beslenmeyen gelenektir." tespitini hatırlattı. Gelenek, çıkış yeri ve zamanı itibarıyla doğru bir zemine oturmuş olabilir ama zaman ve mekânın değişikliği geleneğin dini mantığa göre sorgulanması ve belki de yeniden üretilmesini gerektirir. Aksi halde mevcut, ayniyle tekrar edilir ve din bazen geleneğin gölgesinde kalır.

Bu yaklaşımın baştaki soru ile irtibatını şöyle kurabiliriz: İslam, ferdî hayatta muhasebe ve murakabe, toplumsal hayatta da fertlerin birbirleri ile olan münasebetlerini sorumluluk ekseni üzerine oturtmuştur. Anne-baba, çocuk, kardeş, amca, hala, dayı, teyze, yeğen, kuzen vs. dar daireden insanlık dairesine kadar herkes bu halka içinde yer alır. İyiliği emir, kötüğü nehy, irşad, ıslah, nasihat, veli, vâsi vb. kavramların özünde yatan budur.

Sorumluluğun olduğu yerde yetki de vardır; vardır ama şahsın konumuna göre sorumluluğun da yetkinin de sınırları değişir. Anne-babanın çocuklarına karşı sorumluluk ve yetkisi ile ağabeyin kız/erkek kardeşi üzerindeki sorumluluk ve yetkisi eşit değildir.

Yazının başında özellikle diye başlayıp devam ettiğimiz misal üzerinden gidecek olursak; 30 yaşına gelmiş kız kardeşe ağabeyi ne kadar müdahil olacaktır? Öncelikle 30 yaşına gelmiş bir bayan, her ne kadar ağabeyinin kardeşi olsa da, artık o Allah'a tercihlerinin hesabını verecek müstakil ve bağımsız bir insandır. Daha açık ifadeyle namaz başta O'na karşı yükümlü olduğu vazifeleri yapma veya yapmama kararını da, hesabını da kendisi verecek, mükâfat veya mücazata tek başına muhatap olacaktır.

Burada akrabalık ve toplumsal sorumluluk itibarıyla onlara düşen nasihatten, gittiği yolun yanlışlığı ifadeden öteye gitmez. Onu o yoldan vazgeçirmek, tercihini etkileyebilmek için yapar bunu. Yana yakıla dua eder, Allah der, cennet-cehennem der, ailenin toplum içindeki itibarı der; der ve durur. "Sen benim oğlumsun-kızımsın, kardeşimsin. Aramızdaki bu bağ ebedlere kadar da devam edecek. Ama gittiğin yol yol değil; yanlış yapıyorsun. Tercihine karışma hakkım yok ama tercihine saygı duymuyorum, onaylamıyorum" diyebilir. Zorlayamaz, baskı yapamaz, fizikî ve/ya psikolojik şiddet uygulayamaz ve kullanamaz. Zira bunlar "Dinde zorlama yoktur.", "O halde öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt vericisin.", "Yoksa sen kimseyi zorlayacak değilsin." ayetlerine muhaliftir. Özgür iradeyi insanın elinden alma demektir ve bu İlahi iradenin kurduğu sistemi bozma mânâsına gelir ki bunun sonucunun ferdî veya içtimaî sahada insanlık için hayırlar getireceği söylenemez.

Şu gerçekliği bir kere daha düşünmek zorundayız; Allah, kulunu yaratmış, iyi-güzel ve doğruyu ona İlahi kitapları ve peygamberleri vasıtasıyla öğretmiş; ardından "Tercih senin; istediğini seçebilirsin. Sen şeytana uyup benim yanlış dediğim yolu tercih etsen de, yine benim kulumsun ama yaptığın tercihi onaylamıyorum ve özgür iradenle yaptığın bu tercihin dünyevî ve uhrevi karşılığını bulacaksın." demiştir. Bediüzzaman Hazretleri bunu ne güzel ifade eder; "Akla kapı açar ama iradeyi elden almaz." Çünkü iradeyi elden alma dünyayı, ukbayı, imtihan unsurunu, cenneti, cehennemi, hesabı, mizanı, sıratı her şeyi anlamsız kılar. Allah'ın ahlakı ile ahlaklanma zor ve baskı kullanmayı kaldırmaz.

Öte yandan yetişkin kişinin hayat tarzına karşı yapılacak zorlamalar, o zorlamalara boyun eğen kişileri münafıklık derekelerine iter. Anne-baba, ağabey vb. yakın akraba baskısı ile iradesi harici farklı bir yola süluk eden kişiler, ya fırsatını bulduğu her an farklı davranırlar ya da zorlama ve baskılara hayır deyip diretirler. Bu ise aileden başlayıp topluma yayılma istidadı gösteren çatışmalara zemin hazırlar.

Halbuki din, yeryüzüne sorun olmak için değil, aksine ferdî, içtimaî, iktisadî, kültürel vb. her türlü soruna çözüm bulmak için gelmiş ve gönderilmiştir. Dolayısıyla dinin getirdiği bu temel değere muhalif bir hareket dini, çözümün değil sorunun kaynağı yapar ki burada hata tamamen dinî öğretilerin zıddına muamele eden insanoğluna aittir. Maksadının aksi ile tokat yemesi de usul hatasının sonucudur.

Allah, kâinata bir sistem koymuş. Bu sistemi bozmayalım. Çocuklar küçükken anne-baba kendi dünya görüşüne göre her türlü imkânı kullanarak eğitim ve öğretimde bulunsun, takibini yapsın, duasını etsin. Yetişkin bir ağabey ise bu kişi; o da sorumluluk ve yetki sınırına riayetle kardeşinin yetişmesi için elinden gelen gayreti göstersin. Ama oğlu/kızı yetişkin olup müstakil bir şahsiyet haline geldiğinde onun tercihlerinde hür olduğunu hiç kimse unutmasın. Onun üzerindeki tasarruf yetkilerinin ortadan kalktığının bilincinde olsun. Yapalım derken yıkmasın. Allah'ın oğluna/kızına/kardeşine tanıdığı ve kendisinin kullandığı tercih hakkını ona da tanısın; müdahalede bulunacaksa bunu nasihatle, dua ile sınırlandırıp haddini aşmasın. Yoksa hayatı yaşanmaz kılarız.

Kat edeceğimiz daha çok mesafe var.

a.kurucan@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1265679&title=sorumluluk-ve-mudahalede-sinir
#768


SALİH HAMURCU - SAKARYA

Erdal Bostancı, 6 yıl önce özel bir televizyon kanalında yayınlanan yarışma programında kazandığı daireyi alabilmek için verdiği hukuk mücadelesini kazandı. Yargıtay, teslim edilmeyen evin parasının talihliye ödenmesine hükmeden mahkeme kararını onadı. Yasal faiziyle birlikte kanaldan 165 bin lira tahsil eden Bostancı, bu parayla ailesine Sakarya'da dubleks bir ev satın aldı.

Show TV'de 6 yıl önce yayınlanan yarışma programı Çarkıfelek'te kazandığı daireyi alamayan talihli, hukuk mücadelesini kazandı. Yargıtay, teslim edilmeyen evin parasının talihliye ödenmesi yönünde hüküm veren tüketici mahkemesinin kararını onadı. Davayı kazanan talihli, televizyon kanalından yasal faizi ile birlikte tahsil ettiği 165 bin lirayla dubleks bir ev satın aldı.

Yargıtay, reyting uğruna büyük ödüller dağıtan yarışma programlarından ödüllerini alamayan talihliler için emsal teşkil edecek bir karara imza attı. Sakarya'nın Sapanca ilçesinde yaşayan 51 yaşındaki Erdal Bostancı, 2006 yılında bir televizyon kanalında canlı olarak yayınlanan yarışma programına katıldı. Noter huzurunda yapılan yarışmada tüm soruları doğru cevaplayan Bostancı, İstanbul Ümraniye'de süper lüks daire kazandı. Yıllarca kirada yaşayan emekli itfaiyeci ve ailesi, yarışmada ev kazandıklarına çok sevindi. Ancak televizyon kanalı ve yarışma programına sponsor olan inşaat şirketi, vaat edilen daireyi vermedi. Daireyi alamayan üstelik 10 bin TL'lik masraf yapan Bostancı, televizyon kanalını ve yarışma programına sponsor olan inşaat şirketini mahkemeye verdi. Tüketici Mahkemesi sıfatıyla Sapanca Asliye Hukuk Mahkemesi'nde açılan davada mahkeme, talihliyi haklı bularak dairenin davalılarca teslim edilmesi gereken 2008 yılındaki değeri olan 100 bin liranın aynı tarihten itibaren işleyecek ticari faiziyle birlikte televizyon kanalı ve inşaat şirketi tarafından Bostancı'ya ödenmesine karar verdi.

Televizyon kanalı, talihlinin evin bedelini sponsor firmadan talep etmesi gerektiği, olayın zamanaşımına uğradığı ve davanın İstanbul'daki Ticaret Mahkemesi'nde görülmesi gerektiğini ileri sürerek kararı Yargıtay'a temyize götürdü. Temyize bakan Yargıtay 13. Hukuk Dairesi, televizyon kanalının itirazlarını reddederek tüketici mahkemesinin kararının usul ve yasaya uygun olduğuna hükmetti. Yüksek mahkemenin kararı onamasının ardından Bostancı, yarışmadan kazandığı evin bedeli olan 165 bin lirayı kanaldan aldı. Yıllardır kirada yaşayan emekli itfaiyeci, aldığı parayla Sapanca'dan bir dubleks daire satın aldı.

Bostancı'nın avukatı Özgür Eray Taş, kararın yarışma programlarından kazandıkları ödülleri alamayanlar için emsal teşkil ettiğini söyledi. Taş, "Dava sonunda tüketicinin haklı olduğu ortaya çıktı. Yargıtay, tüketicinin sömürülmesine izin vermedi." dedi. Yarışmadan kazandığı evin parasını yargı yoluyla alan Bostancı ise mutlu olduğunu belirterek, "Evi almak için yıllarca mücadele verdim. Cebimden para ödedim. Sonunda evime kavuştum. İlk kez ev sahibi oldum." diye konuştu.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1266003&title=tv-yarismasindan-kazandigi-evin-parasini-6-yil-sonra-aldi
#769
AA

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, 2011 yılının dördüncü döneminde 137 bin 386 çift evlendi, 28 bin 370 çift boşandı.

TÜİK, 2011 Ekim-Kasım-Aralık dönemini kapsayan dördüncü çeyreğe ilişkin Evlenme ve Boşanma İstatistiklerini yayımladı. Yıllık veri ise üçer aylık istatistikler MERNİS'e göre güncellendikten sonra açıklanacak.

2011 yılı son çeyrek verilerine göre, söz konusu 3 aylık dönemde 137 bin 386 çift evlendi. Evlenenlerin sayısında bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 0,8 azalış meydana geldi. Evlenme sayısında en büyük azalış yüzde 8,9 ile Kuzeydoğu Anadolu Bölgesinde, en büyük artış ise yüzde 1,5 ile Doğu Marmara Bölgesinde görüldü.

-İstanbullular geç evleniyor-

Dördüncü çeyrekte, ortalama ilk evlenme yaşı erkeklerde 26,5, kadınlarda 23,2 olarak belirlendi. Erkek ile kadın arasındaki ortalama ilk evlenme yaşı farkı 3,3 oldu.

İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflamasına göre en yüksek ortalama ilk evlenme yaşı, erkeklerde 27,5, kadınlarda 24,4 ile İstanbul'da görüldü.

En düşük ortalama ilk evlenme yaşı ise erkeklerde 25,5, kadınlarda 21,8 ile Orta Anadolu Bölgesi'nde gerçekleşti.

-Boşanmalar da azaldı-

Söz konusu dönemde boşanma sayısında, bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 3,3 azalış meydana geldi. 2010 yılının dördüncü çeyreğinde 29 bin 326 çift boşanmıştı, rakam 2011 yılının aynı döneminde 28 bin 370'e geriledi.

Boşanma sayısında en fazla düşüş, yüzde 23,6 ile Orta Anadolu Bölgesinde görüldü.

Bu dönemde boşanmaların en fazla arttığı bölge ise yüzde 4,5 ile Akdeniz Bölgesi oldu.

-Boşanmaların dörtte 1'i, 16 yıldan uzun evliliklerde görülüyor-

2011 yılının son çeyreğinde, boşanmaların yüzde 39,7'si, evliliğin ilk 5 yıllık döneminde gerçekleşti. Boşanmaların yüzde 20,5'i, 6-10 yıl arası süren evliliklerde, yüzde 14,6'sı 11-15 yıl arası evli çiftlerde meydana geldi.

Boşanmaların 4'te 1'inin (yüzde 24,9) 16 yıl ve daha uzun süre evli kalan çiftlerde görülmesi dikkati çekti.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1266219&title=evlenme-ve-bosanma-istatistikleri-aciklandi
#770
İSA YAZAR - ANKARA

Yargıtay'ın ölen eşinden maaş alan kadınlara ikinci maaş hakkı tanıyan kararını duyan binlerce kadın Sosyal Güvenlik Kurumu'na akın etti. Bu durumdan haksız kazanç elde etmek isteyen yeni iş takipçileri türedi. SGK yetkilileri, Yargıtay'ın 2008'de yapılan SGK reformunu dikkate almamasının kafa karışıklığına yol açacağı görüşünde.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun ölen eşinden maaş alan kadınların babalarından da aylık alabileceğine yönelik kararı, bu durumdaki çok sayıda kişiyi harekete geçirdi. Binlerce kadın, Sosyal Güvenlik Kurumu'na (SGK) müracaat ederek ikinci maaş talep etti. Çifte maaş haberi, bazı simsarların türemesine de yol açtı. İl müdürlükleri önünde ortaya çıkan yeni iş takipçileri, bilgi almak için gelen kadınlardan çifte maaş vaadinde bulunarak haksız para almaya çalışıyor.

Yargıtay Genel Kurulu, yerel mahkemenin ölen eşinden maaş alan kadının ölen babasının aylığını alamayacağına yönelik kararını bozmuştu. 2003 yılında ölen kocasından emekli maaşı alan bir kişi, 1996 yılında vefat eden babasından aylık bağlanması için yaptığı başvurunun SGK tarafından reddedilmesi üzerine Ankara 13. İş Mahkemesi dava açtı. Yerel Mahkeme, davayı reddedince dosya Yargıtay 21. Hukuk Dairesi'nin önüne geldi. Daire davacının eşinden ölüm aylığı almakta olsa bile babasından da ölüm aylığı talep etme hakkına sahip olduğuna hükmetti. Yerel mahkemenin kararında direnmesi üzerine dosya Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun gündemine geldi. Dosyayı inceleyen Kurul, eşlerinden ölüm aylığı alan kadınların babalarından da ölüm aylığı alabileceğine hükmetti.

Öte yandan Yargıtay'ın kararı kafa karışıklığına yol açtı. Kararda 2005'teki yasal düzenlemeye atıf yapılırken 1 Ekim 2008'de yürürlüğe giren Sosyal Güvenlik Reformu, bu konuda sil baştan düzenleme getiriyor. 1 Ekim 2008'den önce dul kalan kadınlara, SSK, Bağ-Kur, Emekli Sandığı gibi farklı kurumlardan olmak kaydıyla hem kocasının hem de babasının maaşı bağlanabiliyordu. Ancak 5510 sayılı kanunla 2008'den sonra hem babadan hem kocadan maaş bağlanması uygulaması son buldu. Daha önce bağlanan aylıklara dokunulmadı. Dolayısıyla yürürlükteki kanuna göre hem babadan hem de kocadan aylık bağlanması mümkün değil. Ancak eşinden veya babasından bağlanacak maaşlardan yüksek olanı tercih etme hakkı bulunuyor. Çift aylık, kızın bekar ve çalışmaması halinde mümkün oluyor. Bu durumda kız, ölen anne ve babasının her ikisinden maaş alabiliyor. Anne ve babasından bağlanması gereken yetim aylığında tutar olarak hangisi yüksek ise o aylığın tamamı, diğerinin ise yarısı bağlanıyor. Evlendiğinde veya çalışmaya başladığında ise maaşı kesiliyor. Ancak burada da bir istisna var. Buna göre kız çocuğu çalışmaya başladığında eğer SSK veya Bağ-Kur'a tabi çalışıyorsa ve anne ya da babasından dolayı Emekli Sandığı'ndan maaş alıyorsa bu maaşı devam edebiliyor. Ancak aynı kişi, devlet memuru olarak çalışırsa anne-babasından olan maaşı kesiliyor.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1266038&title=cifte-maasi-duyan-sgkya-kostu
#771
YAKUP ÇETİN - İSTANBUL

Hrant Dink'in öldürülmesine ilişkin 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nin verdiği ve kamuoyunda tartışmalara neden olan karara duruşma savcısı Hikmet Usta itiraz etti.

Savcı, hazırladığı 30 sayfalık itiraz dilekçesini mahkeme aracılığıyla Yargıtay'a gönderdi. Hikmet Usta temyiz dilekçesinde Dink davası sanıklarının, Ergenekon sanıkları ile eylem ve amaç birliği içinde bulunduklarına dikkat çekti. Ana yapı olarak tanımladığı Ergenekon ile Trabzon hücresinin aynı suç işleme DNA ve gen özelliklerine sahip olduğunun altını çizdi. Sanıkların Ergenekon ile irtibatlı olduklarını belirten İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı, bu kişilerin örgüt suçundan da cezalandırılmaları gerektiğini vurguladı. Mahkeme heyetinin, örgüt suçlaması için beraat kararı verirken dile getirdiği 'delil yetersizliği' gerekçesine de karşı çıktı: "Aksine deliller yeterlidir."

Hrant Dink'in öldürülmesine ilişkin davada, mahkemenin verdiği karara itiraz eden savcı Hikmet Usta, 30 sayfalık dilekçesini mahkemeye gönderdi. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderilmek üzere İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi'ne sunulan dilekçede, sanıklar Erhan Tuncel ve Yasin Hayal'in, Trabzon merkezli faaliyet gösteren örgütün yöneticisi oldukları belirtildi. Ogün Samast'ın da bu örgütün üyesi olduğu ve tetikçilik rolünü üstlendiği anlatıldı. Hikmet Usta, dilekçenin 'Ergenekon terör örgütü irtibatı' başlıklı bölümünde, "Sanıkların, Ergenekon davası sanıkları ile eylem ve amaç birliği içinde bulundukları, ana yapı Ergenekon ile Trabzon'daki hücresel yapının aynı suç işleme DNA ve gen özelliklerine sahip oldukları anlaşılmaktadır." değerlendirmesinde bulundu. Bu durumun tespiti için cinayet öncesinde sanıklarla ilgili Trabzon Emniyeti'nde istihbari dinlemelere başlanılmasına rağmen, her nedense adli dinlemeye geçilmediğini ifade etti. Trabzon Jandarması'ndaki durumun daha da vahim olduğuna dikkat çekti. Jandarmanın olaydan önce takip ettiği, hatta emniyetten çok daha fazla bilgiye sahip olduğu örgüt hakkında adli ve istihbari hiçbir iletişimin tespitine ve fiziki takibe geçilmediğini vurgulayan Usta, "Alınan bilgilerin tutanağa geçirilmesine dahi tenezzül edilmemiştir." dedi. Trabzon hücresinin faaliyetleri ile Ergenekon'un genel eylem prensipleri arasında fark olmadığına vurgu yaptı. Savcı, mahkemenin gerekçeli kararını da değerlendirdi. Şu ifadeleri kullandı: "(Zehirli ağacın meyvesi de zehirlidir) ilkesi gereğince yasak delillerden uzak durulmalıdır. Dosyamızda zehirli denebilecek delil dahi yoktur. Mahkeme kararında, zehirli ağaçtan önce tatlı olan ağaçların meyvelerini hasat etmeli, arada zehirli bir bitki gördüğü takdirde bunları ayıklamalıdır. Daha sonra ulaştığı sonuca göre bir karar vermelidir. Örgüt konusunda mahkeme, tüm eylemleri bölmek ve birbirinden ayrı düşünmek suretiyle ciddi bir hataya düşmektedir."

MAHKEMENİN KARARI YASAYA AYKIRI

Dilekçenin, 'Dink cinayeti' başlığı altında mahkemenin örgütten bahsederken 'tahmin edilenden daha büyük bir terör örgütü' tabirini kullandığını ifade etti. Hikmet Usta, "Mahkemenin tahmin ettiği örgüt yapısını neye dayandırdığını bilemiyoruz. Ancak burada farazi ve fantastik örgüt yapısından bahsedileceğine, mütalaamızda bir kısım delillerle irtibatlarını gösterdiğimiz Ergenekon terör örgütü ile Dink cinayeti dosyasındaki irtibat olup olmadığını değerlendirmesi gerekirdi. Ancak mahkeme yargılama sürecinde olduğu gibi, gerekçeli kararında Ergenekon terör örgütü yapısına değinmemeye, adını bile anmamaya özen göstermektedir. Hrant Dink cinayeti kusursuz bir Ergenekon eylemidir. Mahkeme, Ergenekon'a bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin örgüte dair kararını beklemeliydi. Mahkeme 'Örgütün var delilin yok' olduğunu düşünüyorsa, delil toplamaya devam etmeli ve savcılığa soruşturma yapılması konusunda yazı yazmalıydı."

Temyiz dilekçesinin 'Sonuç ve kanaat' başlıklı bölümünde savcı, örgüt suçundan verilen beraat kararının yasaya aykırı olduğunu vurguladı. Soruşturma ve kovuşturmanın genişletilmesi taleplerinin reddedilmesi, Ergenekon dosyalarının incelenmemesi ve mevcut sanıklarla birlikte yargılanmaları gereken kişilerin davaya dahil edilmemesi suretiyle eksik soruşturma ile hüküm kurulduğu ifade edildi. Sanıklar hakkında verilen beraat kararlarının bozulmasını talep etti.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1266042&title=savci-temyize-gitti-dink-cinayeti-ergenekon-isi
#772


İSMAİL AVCI - DİYARBAKIR

12 Eylül cuntasının yargı önüne çıkacağı 4 Nisan 2012 tarihine kısa bir süre kala Kürt siyasetçi İbrahim Güçlü'den davaya ilişkin önemli bir talep geldi. Güçlü, "Davaya avukat ve siyasetçi kimliğimle müdahil olduktan sonra 12 Eylül'ün hazırlanmasında etkin olan Abdullah Öcalan'ın da yargılanmasını isteyeceğim." dedi.

Kürt siyasetçi ve yazar İbrahim Güçlü, 12 Eylül darbesi ile açılan davada müdahil olacağını, terör örgütü PKK ve yöneticilerinin de yargılanmasını isteyeceğini söyledi. Güçlü, Diyarbakır'da düzenlediği basın toplantısında, "Ben Kürt dava adamı, Kürt ve Kürdistan davasının emekçisi, aydın, yazar, hukukçu, 18 yıl sürgün hayatı yaşamak zorunda kalan, yakın arkadaşlarını ve Kürt kardeşlerini kaybeden, Kürt katliamı ve Kürdistan'ın insansızlaştırmasından acı duyan, Kürt örgütlerinin kurucu ve yöneticilerinden biri olarak, 12 Eylül davasında müdahil-taraf olacağım." diye konuştu.

Darbe koşullarının hazırlanması için öncesinde özel planlamalar yapıldığını anlatan Güçlü, bu planlamalarda iç çatışmaların körüklendiği, sağ-sol, Alevi-Sünni çatışması yaratıldığını ve Kürt isyan provalarının yapıldığını dile getirdi. Bu gelişmelerin hazırlanması için de gladyo niteliğindeki kontr-gerilla, Askeri Harp Dairesi, JİTEM gibi gizli örgütlerin kullanıldığı söyleyen Güçlü, bu gizli örgütlerin değişik nitelikteki muhalefet örgütlerinin içine sızılmış ya da muhalefet içinde doğrudan devlet örgütleri kurdurulduğunu, olaylar ve çatışmalar geliştirildiğini kaydetti. Güçlü, "Kapsamlı Alevi-Sünni, sağ-sol çatışmaları bu dönemde oldu. Maraş'ta, Çorum'da Alevi katliamı gerçekleşti. Türkiye genelinde binlerce sağcı-solcu genç, aydın ve Kürdistan'da Kürt katliamı yapıldı." diye konuştu.

Devletin 12 Mart muhtırasından sonra Kürtlere ve Kürt ulusal hareketine karşı yeni bir strateji benimsediğini belirten Güçlü, Kürtlerin eliyle Kürt liderlerini, kadrolarını, kanaat önderlerini öldürme, iç çatışma oluşturarak yeni darbe koşullarının hazırlanmaya çalıştığını ifade etti. Devletin Abdullah Öcalan eliyle PKK'yı bunun için kurdurduğunu dile getiren Güçlü şunları söyledi: "PKK operasyonel, hegemonik ve kontrolör bir yapı olarak kurgulandı, senaryolaştırıldı. Öcalan'ın kendi ağzından bu gelişmeyi izlemek olanaklıdır. Öcalan'ın 'Devrimin Dili ve Eylemi' kitabında bu konu ele alınıyor. Öcalan'ın kitabındaki sözleri; 'Düşünün, devlete Kürt partisi kurduruyorum. Biz devrimci Kürt partisini nasıl MİT'e dayandırarak kurduysak, Kürt devletini de Türk Devleti'ne dayandırarak kuracağız' diyerek konumunu meşrulaştırmaya çalışıyor."

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1266012&title=pkk-devlet-eliyle-kuruldu-12-eylul-davasinda-ocalan-da-yargilansin
#773


Kamuoyunda ''4 4 4'' olarak bilinen ve zorunlu eğitimi kademeli olarak 12 yıla çıkaran kanun teklifi, TBMM Genel Kurulu'nda kabul edilerek, yasalaştı.

Genel Kurul'da 91 red, 1 çekimser oya karşın, 295 oyla kabul edilen kanuna göre, zorunlu ilköğretim çağı, 6-14 yaş yerine 6-13 yaş grubundaki çocukları kapsayacak. Bu çağ, çocuğun 5 yaşını bitirdiği yılın eylül ayı sonunda başlayıp, 13 yaşını bitirip 14 yaşına girdiği yılın öğretim yılı sonunda bitecek.

İlköğretim; 4 yıllık zorunlu ilkokul ile 4 yıllık zorunlu ortaokuldan oluşacak.

8 yıllık okullarda, kesintisiz eğitim yapılan ilköğretim kurumları, artık ilkokul ve ortaokul olarak bağımsız okullar şeklinde kurulacak. Ancak ortaokullar, imkan ve şartlara göre ilkokul veya liselerle birlikte de kurulabilecek.

İlköğretimin, özel idare bütçelerinden yıllık gelirin en az yüzde 20'si oranında elde edilecek gelirleri; ortaöğretim kurumlarının arsa temini, binalarının yapım, bakım ve onarımı ile diğer ihtiyaçlarının karşılanması için de kullanılacak.

İlköğretim ve Eğitim Kanunu'nda yapılan bu değişiklikler, Milli Eğitim Kanunu'nda da yapılıyor.

-İmam-hatip ortaokulları-

İlköğretim kurumları tanımlanırken, ''imam-hatip ortaokulları'' da bu tanımda yer aldı. Buna göre, ilköğretim kurumları; 4 yıllık zorunlu ilkokullar, 4 yıllık zorunlu ve farklı programlar arasında tercihe imkan veren ortaokullar ile imam-hatip ortaokullarından oluşacak.

Ortaokullar ile imam-hatip ortaokullarında; lise eğitimini destekleyecek şekilde öğrencilerin yetenek, gelişim ve tercihlerine göre seçimlik dersler oluşturulacak. Ortaokul ve liselerde, Kur'an-ı Kerim ve ''Hz. Peygamberimizin hayatı'', isteğe bağlı, seçmeli ders olarak okutulacak. Bu okullarda okutulacak diğer seçmeli dersler ile imam-hatip ortaokulları ve diğer ortaokullar için oluşturulacak program seçenekleri, Bakanlıkça belirlenecek.

Ortaöğretim ise ilköğretime dayalı, 4 yıllık zorunlu, örgün veya yaygın öğrenim veren genel, mesleki ve teknik öğretim kurumlarını kapsayacak. Bu okulları bitirenlere, ortaöğretim diploması verilecek.

Zorunlu ortaöğretim, 2012-2013 eğitim-öğretim yılından itibaren uygulanacak. Bakanlar Kurulu, uygulamayı bir eğitim-öğretim yılı erteleyebilecek.

Kanunla, ilgili kanundaki ''8 yıllık kesintisiz ilköğretim'' ibaresi ''ilköğretim ve ortaöğretim'' şeklinde değiştiriliyor ve ''8 yıllık kesintisiz'' ibaresi çıkarılıyor.

Kanun, üniversiteye girişteki katsayı uygulamasına ilişkin düzenlemeler de içeriyor. Buna göre, yükseköğretim kurumlarına giriş ve yerleştirme işlemleri, imkan, fırsat eşitliğini sağlayacak önlemleri almak kaydıyla, YÖK tarafından belirlenen usul ve esaslara göre yapılacak.

Yükseköğretim kurumlarına, esasları YÖK tarafından belirlenen merkezi sınavlarla girilecek. Yerleştirme puanlarının hesaplanmasında adayların ortaöğretim başarıları dikkate alınacak. Ortaöğretim bitirme başarı notları en küçüğü 250, en büyüğü 500 olmak üzere ortaöğretim başarı puanına dönüştürülecek. Ortaöğretim başarı puanının yüzde 12'si, yerleştirme puanı hesaplanırken merkezi sınavdan alınan puana eklenecek.

Ortaöğretim kurumlarını birincilikle bitiren adaylar için mevcut kontenjanların yanı sıra YÖK kararı ile ayrı kontenjanlar belirlenebilecek.

Mesleki ve teknik orta öğretim kurumlarından mezun olan öğrenciler, istedikleri takdirde bitirdikleri programın devamı niteliğinde veya bunlara en yakın olan mesleki ve teknik önlisans yükseköğretim programlarına sınavsız olarak yerleştirilebilecek. Bu öğrencilerin yerleştirilmesine ilişkin usul ve esaslar, Milli Eğitim Bakanlığının görüşü üzerine YÖK tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenecek.

Önlisans mezunları için ilişkili lisans programlarında belirlenmiş kontenjanın yüzde 10'unu geçmeyecek şekilde YÖK kararı ile her yıl dikey geçiş kontenjanı ayrılabilecek.

Yabancı uyruklu öğrenciler ile ortaöğretimin tamamını yurtdışında tamamlayan öğrencilerin yükseköğretim kurumlarına kabul usul ve esasları YÖK tarafından belirlenecek. Uluslararası andlaşmalar gereği Türkiye'deki yükseköğretim kurumlarında burslu olarak öğrenim görecek yabancı uyruklu öğrencilerin yerleştirme işlemleri YÖK tarafından yapılacak.

YÖK tarafından belirlenecek usul ve esaslara göre, belli sanat ve spor dallarında üstün kabiliyetli olduğu tespit edilen öğrenciler ile TÜBİTAK tarafından tespit edilen uluslararası bilimsel yarışmalarda ödül kazanan öğrenciler, ilgili dallarda eğitim yapmak kaydıyla yükseköğretim kurumlarına yerleştirilebilecek.

Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibariyle bir mesleğe yönelik program uygulayan ortaöğretim kurumlarında öğrenim gören öğrenciler bakımından bu kurumların mezunlarının, YÖK tarafından belirlenen aynı meslek dalında yer alan yükseköğretim programlarına yerleşmelerinde, merkezi sınavlarda aldıkları puanlara ilave edilecek, ortaöğretim başarı puanı hesaplanmasında, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önceki mevzuat hükümleri uygulanacak.

-Üniversitelerin adları değiştiriliyor-

Yasayla, Rize Üniversitesi'nin adı ''Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi'', Kayseri Abdullah Gül Üniversitesi'nin adı ''Abdullah Gül Üniversitesi'', Zonguldak Karaelmas Üniversitesinin adı ''Bülent Ecevit Üniversitesi'', Konya Üniversitesinin adı da ''Necmettin Erbakan Üniversitesi'' şeklinde değiştiriliyor.

Eğitimde Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi Geliştirme Hareketi (FATİH) Projesi kapsamında Milli Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı tarafından 2015 yılı sonuna kadar yapılacak mal ve hizmet alımları ile yapım işleri Kamu İhale Kanunu'na tabi olmayacak. Alımlara ilişkin usul ve esaslar, iki bakanlığın müşterek hazırlayacağı yönetmelikle rekabete açık şekilde düzenlenecek.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1266449&title=444-kabul-edildi&haberSayfa=0




AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, zorunlu eğitim süresinin 12 yıla çıkarılmasıyla ilgili milletvekillerinin TBMM'de yoğun bir çalışma yürüttüğünü belirterek, ''Sizler tarihimize kara bir leke olarak kazınmış, bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat'ın son izini 28 Şubat'tan 15 yıl sonra geri dönmemek üzere tarihin tozlu raflarına Allah'ın izniyle kaldırdınız'' dedi.

Erdoğan, AK Parti Genel Merkezi'nde düzenlenen yemekteki konuşmasına, ''Doğrusu bugün ben çok duyguluyum. TBMM, özellikle de sizler bugün bir kez daha tarih yazdınız. Tarihe silinmeyecek bir not düştünüz. Belki bunu biz anlamıyor olabiliriz ama inanıyorum ki gelecek kuşaklar, gelecek nesiller bunu anlayacaklar ve hayırla yad edecekler'' diyerek başladı.

Bu yasanın sadece milli eğitimi ilgilendirmediğini dile getiren Erdoğan, ''Bu yasa, Türkiye'de milli egemenliğinin gerçek sahibinin kim olduğunu bir kez daha ispat etmiş, bir kez daha teyit etmiş bir yasadır. Çıkardığımız yasa, Türkiye'de demokrasinin ne kadar ileri standartlara ulaştığının, aynı zamanda ne büyük bir işlerlik kazandığının ispatı olan bir yasadır'' diye konuştu.

-''Sizleri tebrik ediyorum, kutluyorum''-

AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürdü:

''Çıkan bu yasayla egemenliğin millete ait olduğu bir kez daha kayıt altına alınmıştır. AK Parti'yi kurarken, 3 Kasım seçimlerine girerken sıkça tekrarladığımız 'yeter söz de karar da milletindir' ifadesi, bu yasanın çıkmasıyla bir kez daha anlam kazanmıştır. Baskıyla, dayatmayla getirilen bir düzenlemeyi milletin vicdanına ve kendi vicdanınıza kulak vererek demokratik yollarla düzelttiniz. Sizler azınlığın çoğunluğa hükmetmesinin bir eseri olan kesintisiz eğitimi, milletin egemenliğini yüceltmek yoluyla tashih ettiniz. Hani parlamentoda dediler ya, diyorlardı ya 'faşist, şu, bu'... Aslolan, faşist bir baskıyla gelen düzenleme işte bugün tamamen demokratik bir yolla düzeltilmiştir. Sizler tarihimize kara bir leke olarak kazınmış, bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat'ın son izini 28 Şubat'tan 15 yıl sonra geri dönmemek üzere tarihin tozlu raflarına Allah'ın izniyle kaldırdınız. İşte bu nedenle sizleri kutluyorum. Tarihi bir düzeltme yaptığınız için, egemenliği tekrar millete tevdi ettiğiniz için, millet egemenliğini ve demokrasiyi bir kez daha yücelttiğiniz için sizleri tebrik ediyorum, kutluyorum.''

''Adını tarihe yazdıran, adını milletin hafızasına, milletin vicdanına yazdıran bu kadroyu yürekten kutluyorum'' diyen Erdoğan, şunları kaydetti:

''Bir kez daha sizlere teşekkür ediyorum. Gerek bakan ve bakanlık kadromuz, gerek komisyon çalışmalarında komisyon başkanı ve komisyondaki arkadaşlarımız, gerek Genel Kurul çalışmalarında grup başkanvekili arkadaşlarım ve tüm Genel Kurul üyesi arkadaşlarım, ortaya koyduğunuz tablo gerçekten son derece anlamlıdır. Bundan dolayı bu mücadele, bu verilen mücadele, tabii burada özellikle aralıksız bu mücadeleyi gece gündüz demeden sürdüren Meclis Başkanımıza, Meclis Başkanvekiline huzurlarınızda tüm Divan'a da ayrıca teşekkür etmek istiyorum. Aralıksız bu işi sürdürmek kolay bir iş değil. Ona orada tahammül etmek kolay bir iş değil.''

AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ''CHP, tüm çirkinliğine, tüm hırçınlığına, uyguladığı şiddete, tahriklere, provokasyonlara rağmen millet iradesini çiğneyememiş, statükonun galip gelmesini sağlayamamıştır'' dedi.

Partisinin genel merkezinde AK Parti'li milletvekilleriyle bir araya gelen Erdoğan, kesintisiz eğitimi 12 yıla çıkaran kanunun TBMM Genel Kurulu'ndaki görüşmelerinde muhalefet partileri tarafından sergilenen tavrın son derece anlamlı olduğunu söyledi.

Bu tavrı 12 Eylül halk oylaması öncesinde de aynı şekilde gördüklerini belirten Başbakan Erdoğan, sabrederek ve tahammül göstererek TBMM'de 26 maddelik anayasa değişikliğini gerçekleştirdiklerini ifade etti.

Daha sonra yapılan halk oylamasında da milletin kendi temsilcilerini haklı mücadelesinde yalnız bırakmadıklarını vurgulayan Erdoğan, ''Millet, haksız bir mücadelenin içinde olanları da sandığa her zaman olduğu gibi gömdü. Milli egemenliği, hukuku, demokrasiyi güçlendirmek adına anayasada yaptığımız değişiklik aynı bugün olduğu gibi blok bir muhalefetle karşı karşıya kalmıştır. CHP, MHP ve BDP tıpkı bugün olduğu gibi 12 Eylül halk oylamasında da birlikte hareket ettiler'' dedi.

-''Hem pedagojik tedaviye ihtiyaçları var hem psikolojik''-

Üç partinin Genel Kurul'da ortak hareket ettiklerini dile getiren Başbakan Erdoğan, şöyle devam etti:

''Genel Kurul'da ortak hareket eden bu partiler, Genel Kurul dışında, TBMM dışında, sokaklarda da birlikte provokasyon ürettiler, birlikte polisle çatıştılar. 12 Eylül'de nasıl milletten derslerini aldılarsa bugün de aynı şekilde milletten derslerini aldılar.

Tandoğan Meydanı'nda bu Anamuhalefet Partisi, grup toplantısı yapacak kadar bu ülkede bir TBMM İçtüzüğü'nü bilmeyenlerden oluşan bir partidir. Orada gidersin, bir normal miting yaparsın ama 'salı günü grup toplantımızı orada yapacağız' dediğiniz zaman şecaat arz ederken sirkatin söylersiniz. Bunların durumu bu.

Destek kıtalarının neler yaptıklarını gördünüz. Kim bunların destek kıtaları? İşte o malum sivil toplum kuruluşları ve o malum sivil toplum kuruluşlarının da pedagojik yanları varmış, psikolojik yanları varmış... Doğru, aynen öyle. Hakikaten hem pedagojik tedaviye ihtiyaçları var hem psikolojik. Bu durumu da gördük. Ama hemen faturayı da kime kesiyorlar? Polise kesiyorlar. Yahu polise taşla, sopayla saldıran kim? Bunlar. Ondan sonra polis ne yapmış? Su sıkmış. E, ne yapacaktı? Başka bir şey sıkmadı ya su sıktı. Neymiş, boyalı suymuş... Olabilir.''

CHP'nin, TBMM'de olsun ya da olmasın, kendi köhnemiş zihniyetini her zaman ülkeye dayattığını vurgulayan Erdoğan, bu partinin ülkenin karanlığa sürüklenmesinde her zaman başrol oynadığını belirtti.

-''CHP, MHP, BDP bugün ders aldı''-

Erdoğan, CHP'nin, demokratik yollarla engelleyemediği düzenlemeleri bürokratik yollarla engelleme yoluna gittiğine dikkati çekerek, şunları kaydetti:

''Anayasa Mahkemesi ve Danıştay ile engelleyemediği düzenlemeleri tahrikle, provokasyonla, sokak sokak çatışmayla önlemeye çalıştı. Hiçbirinde başarılı olamadığı zamanlarda da CHP orduyu göreve çağırmaktan, darbeye çanak tutmaktan, darbe çığırtkanlığı yapmaktan hiçbir zaman çekinmedi.

Bugün çıkardığımız yasayla, CHP azınlık olarak çoğunluğa hükmetme iradesinin artık ortadan kalktığını görmüştür. CHP, Türkiye'de sadece ve sadece demokratik zeminde siyaset yapılacağını bugün bir kez daha görmüştür. İnşallah anlamıştır. CHP, tüm çirkinliğine, tüm hırçınlığına, uyguladığı şiddete, tahriklere, provokasyonlara rağmen millet iradesini çiğneyememiş, statükonun galip gelmesini sağlayamamıştır. Tabii sadece CHP değil, CHP'nin dümen suyuna giren, CHP ile omuz omuza veren mücadele eden MHP, o da ne yazık ki şiddetle, tahrikle, provokasyonla, ifadede yakıştıramadığımız cümlelerle bu yola girmiştir. BDP'yi zaten söylememe gerek yok. Onlar da sokak eylemleri ile millet iradesinin gölgelenemeyeceğini bugün bir kez daha görmüş ve anlamıştır.

12 Eylül halk oylamasında omuz omuza mücadele veren CHP, MHP, BDP, oradan alamadıkları dersi bugün bir kez daha TBMM Genel Kurulu'ndan almışlardır. Ben eminim ki millet tıpkı 12 Eylül'de olduğu gibi bu yasanın görüşmelerinde de kimin kiminle hareket ettiğini, kimin nerede durduğunu, kimlerin kimlerle hareket ettiğini net olarak görmüştür.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ''Sayın Kılıçdaroğlu, Kuran bir süs eşyası değildir. Kuran bir ilham kaynağıdır. Onun için Akif'i biraz okuman lazım'' dedi.

Erdoğan, partisinin milletvekillerine hitaben yaptığı konuşmada, CHP'ye yönelik eleştirilerde bulundu.

Başbakan Erdoğan, şunları söyledi:

''9. Madde esnasında Kuran'ın ve Peygamberimizin hayatının, ikinci ve üçüncü kademede, yani ortaokul ve lisede seçmeli olarak verilmesine yönelik önergeler verilmesinden tabii CHP çok rahatsız. Fakat bugün İzmir'de baktım, metro konuşmasında O da bunu işliyor. Orada ne dese beğenirsiniz? Biz diyor 'Kuran-ı Kerim'i böyle gayet güzel işlemeli kılıflar içerisinde, odamızın başucunda hep saklarız. Yastıklarımızın hemen altında, başucumuzda saklarız'. Gel de Akif'i anma. Akif merhum çok güzel söylüyor. 'Ya açar nazmı celilin bakarız yaprağına, ya üfler geçeriz bir ölünün toprağına, inmemiştir Kuran bunu hakkıyla bilin, ne mezarda okunmak, ne fal bakmak için'...

Sayın Kılıçdaroğlu, Kuran bir süs eşyası değildir. Kuran, bir ilham kaynağıdır. Onun için Akif'i biraz okuman lazım. Sadece milli marş olarak İstiklal Marşı'nı da okumak yetmez. Anlamak lazım. Onu duymak lazım. Bunlarda böyle bir şey yok. Biz diyor 'Besmeleyi çekeriz, okuruz'. İnşallah öyledir.''

-''Zoraki değil, mecburi değil''-

''TBMM'de de bir tanesi, 'din bezirganları' olarak AK Parti'yi kastediyor. Olsa olsa en ala din bezirganı sizden olur, sizden'' diyen Başbakan Erdoğan, şöyle devam etti:

''Çünkü bu yaşanır, konuşulmaz. Aradaki fark bu. Bundan niye o kadar rahatsız oluyorsunuz? Bunda madem sıkıntımız yok. Oy birliğiyle genel kuruldan bu iş çıksa böyle bir tartışma olur mu? Niye bu sizi rahatsız ediyor? Bunun sizi hiç rahatsız etmemesi gerekirdi. Ya ne demek, seçmeli yahu. Zoraki değil, mecburi değil. Kemal Efendi, torununu oraya cebren gönderme. Gerek yok. İsteğe bağlı. İster gönderirsin, ister göndermezsin. Böyle bir şey yok. Rahat ol. Bütün efradınız, onlar da rahat olsun. Cebir yok. İstersen gönderirsin. Niye bundan rahatsız oluyorsun? İşte üzen nokta bu. Niye? Rahatsızlar. Çünkü geleceği görüyorlar. Neyi görüyorlar? Çünkü bu milletin ruh kökünde bunun arayışı var. Bunu bekliyor.''

-''15 yaşından sonra o çocuk daha neyi öğrenecek yahu?''-

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 28 Şubat döneminde çocukların camiye gönderilmesinin yasaklandığını belirterek, 15 yaşından büyük çocukların camiye gönderilmesi kararının o dönemde alındığını söyledi. Erdoğan, ''O, faşizan bir baskıydı ama siz millet iradesiyle bunu düzelttiniz. 15 yaşından sonra o çocuk daha neyi öğrenecek yahu? Bitiriyor zaten her şeyi. Artık o başka işlerle meşgul'' dedi.

Erdoğan, çocukların, 15 yaşına kadar ne verilirse aldığını dile getirdi.

http://www.haber7.com/haber/20120330/Erdogan-28-Subat-bugun-sona-erdi.php



Kur'an-ı Kerim, ortaokul ve lisede seçmeli ders

İBRAHİM ASALIOĞLU, İSA YAZAR - ANKARA

TBMM Genel Kurulu'nda görüşmeleri devam eden 12 yıllık zorunlu eğitime ilişkin yasa teklifinde yapılan değişiklikle 'Kur'an-ı Kerim ve Peygamberimiz'in hayatı' seçmeli ders oldu.

Kanun teklifinin 9. maddesinin görüşmeleri sırasında AK Parti 'Kur'an-ı Kerim ile Peygamberimiz'in hayatının lise ve ortaokullarda seçmeli ders olması ve imam hatip ortaokullarının açılması' yönünde önerge verdi. MHP'nin de 'evet' oyu verdiği önergeye 306 kabul, 85 'ret' oyu çıktı. Kabul edilen önerge ile 9. madde "Ortaokul ve liselerde, Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimiz'in hayatı, isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulur. Bu okullarda okutulacak diğer seçmeli dersler ile imam hatip ortaokulları ve diğer ortaokullar için oluşturulacak program seçenekleri Bakanlıkça belirlenir." şekline dönüştürüldü.

AK Parti Grup Başkan Vekili Nurettin Canikli, "Bu önerge ile milletimizin uzun zamandır beklediği, arzu ettiği bir talebi gerçekleştiriyoruz. Bugün tarihî bir gündür, gurur günüdür, onur günüdür. Bu sadece milletimizin talimatı değil, aynı zamanda Anayasa'nın 24. maddesinin de emridir." dedi. CHP'lilerin 'laik Cumhuriyet'e ve Anayasa'ya aykırı' diye itiraz ettiği önergeyle ilgili söz ayan CHP Grup Başkan Vekili Akif Hamzaçebi, "Kutsal kitabımız olan Kur'an-ı Kerim, oy uğruna siyasete alet edilmiştir." iddiasında bulundu. MHP Grup Başkan Vekili Mehmet Şandır ise "Çok hayırlı bir iş yapıyoruz. Cumhuriyet tarihinin en önemli, geleceğe kalacak çocuklarımızın bizi rahmetle anacağı çok hayırlı bir iş yapıyoruz. Buna katkısı olan herkesten Allah razı olsun." ifadelerini kullandı. BDP milletvekillerinin 'eğitimin anadilde' yapılmasını öngören teklifi ise reddedildi.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1266046&title=kurani-kerim-ortaokul-ve-lisede-secmeli-ders
#774
T.C.
YARGITAY
9. Hukuk Dairesi

E:2010/6257
K:2010/6573
T:11.03.2010

4857 s. Yasa m. 41

Davacı, kıdem, ihbar tazminatı, yıllık izin, fazla çalışma, hafta tatili, genel tatil ile ücret alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkeme, isteği kısmen hüküm altına almıştır. Hüküm süresi içinde taraflar avukatlarınca temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi İ.Polat tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:
l) Davacı, davalı işyerinde bekçi olarak 17-08 arası çalıştığı, okuma yazma bilmemesine rağmen belge imzalatıldığını, çalışmasının 25.07.1991 tarihinden beri olduğunu, ibranamedeki imzanın kendisine ait olmadığını ileri sürerek işçilik alacaklarının hüküm altına alınmasını istemiştir.
Davalı, ibraname verdiğini, davanın zamanaşımına uğradığını isteklerin yerinde olmadığını savunmuştur.
Mahkemece, davacının çalışmasının iş akdinin haksız olarak feshedildiği kanaati ile kıdem tazminatı ve izin ücreti isteklerinin kabulüne, ihbar tazminatı ödendiği, günlük çalışma ile fazla çalışma ve hafta tatili çalışmasının iç içe geçmiş olması nedeni ile bu isteklerin reddine karar verilmiştir
Karar taraflarca temyiz edilmiştir.
a)Davacı işçinin fazla çalışma yapıp yapmadığı hususu taraflar arasında uyuşmazlık konusudur.
Fazla çalışma yaptığını iddia eden işçi bu iddiasını ispatla yükümlüdür. Ücret bordrolarına ilişkin kurallar burada da geçerlidir. İşçinin imzasını taşıyan bordro sahteliği ispat edilinceye kadar kesin delil niteliğindedir. Bir başka anlatımla bordronun sahteliği ileri sürülüp kanıtlanmadıkça, imzalı bordroda görünen fazla çalışma alacağının ödendiği varsayılır. Bordroda fazla çalışma bölümünün boş olması ya da bordronun imza taşımaması halinde işçi fazla çalışma yaptığını her türlü delille ispat edebilir.
Fazla çalışmanın ispatı konusunda işyeri kayıtlan, özellikle işyerine giriş çıkışı gösteren belgeler, işyeri iç yazışmaları, delil niteliğindedir. Ancak, fazla çalışmanın bu tür yazılı belgelerle kanıtlanamaması durumunda tarafların dinletmiş oldukları tanık beyanları ile sonuca gidilmesi gerekir. Bunun dışında herkesçe bilinen genel bazı vakıalar da bu noktada göz önüne alınabilir. İşçinin fiilen yaptığı işin niteliği ve yoğunluğuna göre de fazla çalışma olup olmadığı araştırılmalıdır.
İmzalı ücret bordrolarında fazla çalışma ücreti ödendiği anlaşılıyorsa, işçi tarafından gerçekte daha fazla çalışma yaptığının ileri sürülmesi mümkün değildir. Ancak, işçinin fazla çalışma alacağının daha fazla olduğu yönündeki ihtirazi kaydının bulunması halinde, bordroda görünenden daha fazla çalışmanın ispatı her türlü delille söz konusu olabilir. Buna karşın, bordroların imzalı ve ihtirazi kayıtsız olması durumunda dahi, işçinin geçerli bir yazılı belge ile bordroda yazılı olandan daha fazla çalışmayı yazılı delille kanıtlaması gerekir. İşçiye bordro imzalatılmadığı halde, fazla çalışma ücreti tahakkuklarını da içeren her ay değişik miktarlarda ücret ödemelerinin banka kanalıyla yapılması durumunda da ihtirazi kayıt ileri sürülmemiş olması, ödenenin üzerinde fazla çalışma yapıldığının yazılı delille ispatlanması gerektiği sonucunu doğurmaktadır.
İşyerinde en üst düzey konumda çalışan işçinin görev ve sorumluluklarının gerektirdiği ücretinin ödenmesi durumunda ayrıca fazla çalışma ücretine hak kazanılması olanaklı değildir. Bununla birlikte üst düzey yönetici konumunda olan işçiye aynı yerde görev ve talimat veren bir yönetici ya da şirket ortağı bulunması durumunda, işçinin çalışma gün ve saatlerini kendisinin belirlediğinden söz edilemeyeceğinden yasal sınırlamaları aşan çalışmalar için fazla çalışma talep hakkı doğar. O halde üst düzey yönetici bakımından şirketin yöneticisi veya yönetim kurulu üyesi tarafından fazla çalışma yapması yönünde bir talimatın verilip verilmediğinin de araştırılması gerekir. İşyerinde yüksek ücret alarak görev yapan üst düzey yöneticiye işveren tarafından fazla çalışma yapması yönünde açık bir talimat verilmemişse, görevinin gereği gibi yerine getirilmesi noktasında kendisinin belirlediği çalışma saatleri sebebiyle fazla çalışma ücreti talep edemeyeceği kabul edilmelidir.
Satış temsilcilerinin fazla çalışma yapıp yapmadıkları hususu, günlük faaliyet planlan ile iş çizelgeleri de dikkate alınarak belirlenmelidir. Genelde belli hedeflerin gerçekleşmesine bağlı olarak pirim karşılığı çalışan bu işçiler yönünden pirim ödemelerinin fazla çalışmayı karşılayıp karşılamadığı araştırılmalıdır. İşçiye ödenen satış priminin fazla çalışmaların karşılığında ödenmesi gereken ücretleri tam olarak karşılamaması halinde aradaki farkın işçiye ödenmesi gerekir.
İş sözleşmelerinde fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil olduğu yönünde kurallara sınırlı olarak değer verilmelidir. Dairemiz, 270 saatle sınırlı olarak söz konusu hükümlerin geçerli olduğunu kabul etmektedir.
Günlük çalışma süresinin 11 saati aşamayacağı Kanunda emredici şekilde düzenlendiğine göre, bu süreyi aşan çalışmaların denkleştirmeye tabi tutulamayacağını ve zamlı ücret ödemesi veya serbest zaman kullanımının söz konusu olacağı kabul edilmelidir.
Yine işçilerin gece çalışmaları günde yedi buçuk saati geçemez (m.69/3). Bu hal de günlük çalışmanın, dolayısıyla fazla çalışmanın bir sınırını oluşturur. Gece çalışmaları yönünden haftalık 45 saat olan yasal çalışma sınırı aşılmamış olsa da günde 7.5 saati aşan çalışmalar için fazla çalışma ücreti ödenmelidir. Dairemizin karan bu yöndedir (Yargıtay 9.HD. 23.6.2009 gün 2007/ 40862 E, 2009/ 17766 K).
Fazla çalışma yönünden diğer bir yasal sınırlama da, İş Kanununun 41. maddesinde yazılı olan fazla çalışma süresinin toplamı bir yılda iki yüz yetmiş saatten fazla olamayacağı şeklindeki hükümdür. Ancak bu sınırlamaya rağmen işçinin daha fazla çalıştırılması halinde, bu çalışmalarının karşılığı olan fazla mesai ücretinin de ödenmesi gerektiği açıktır. Yasadaki sınırlama esasen işçiyi korumaya yöneliktir. Dairemizin kökleşmiş uygulaması bu yöndedir (Yargıtay 9.HD. 18.11.2008 gün 2007/32717 E, 2008/31210 K.).
Fazla çalışmanın yazılı delil ya da tanıkla ispatı imkan dahilindedir. İşyerinde çalışma düzenini bilmeyen ve bilmesi mümkün olmayan tanıkların anlatımlarına değer verilemez.
Fazla çalışmanın belirlenmesinde 4857 sayılı İş Kanununun 68. maddesi uyarınca ara dinlenme sürelerinin dikkate alınması gerekir.
Fazla çalışmaların uzun bir süre için hesaplanması ve miktarın yüksek çıkması halinde Yargıtay'ca son yıllarda indirim yapılması gerektiği istikrarlı uygulama halini almıştır (Yargıtay, 9.HD. 18.7.2008 gün 2007/ 25857 E, 2008/ 20636 K, Yargıtay 9.HD. 28.4.2005 gün 2004/ 24398 E, 2005/ 14779 K. ve Yargıtay 9.HD. 9.12.2004 gün 2004/ 11620 E, 2004/ 27020 K). Fazla çalışma ücretinden indirimi öngören bir yasal düzenleme olmasa da, bir işçinin günlük normal çalışma süresinin üzerine sürekli olarak fazla çalışma yapması hayatın olağan akışına aykırıdır. Hastalık, mazeret, izin gibi nedenlerle belirtilen şekilde çalışılamayan günlerin olması kaçınılmazdır. Böyle olunca fazla çalışma ücretinden bir indirim yapılması gerçek duruma uygun düşer. Fazla çalışma ücretinden indirim, taktiri indirim yerine, kabul edilen fazla çalışma süresinden indirim olmakla, davacı tarafın kendisini avukat ile temsil ettirmesi durumunda reddedilen kısım için davalı yararına avukatlık ücretine hükmedilmesi gerekir. Ancak, fazla çalışmanın taktiri delil niteliğindeki tanık anlatından yerine, yazılı belgelere ve işveren kayıtlarına dayanması durumunda böyle bir indirime gidilmemektedir.
b) Davacı işçinin hafta tatili ücretine hak kazanıp kazanmadığı hususu taraflar arasında uyuşmazlık konusudur.
4857 sayılı İş Kanununun 46. maddesinde işçinin, tatil gününden önce aynı yasanın 63. maddesine göre belirlenmiş olan iş günlerinde çalışmış olması koşuluyla yedi günlük zaman dilimi içinde 24 saat dinlenme hakkının bulunduğu açıklanmıştır. İşçinin hafta tatili gününde çalışma karşılığı olmaksızın bir günlük ücrete hak kazanacağı da 46. maddenin 2. fıkrasında ifade edilmiştir.
Hafta tatili izni kesintisiz en az 24 saattir. Bunun altında bir süre haftalık izin verilmesi durumunda, usulüne uygun şekilde hafta tatili izni kullandığından söz edilemez.
Ayrıca, hafta tatili bölünerek kullandırılamaz. Buna göre hafta tatilinin 24 saatten az olarak kullandırılması halinde hafta tatili hiç kullandırılmamış sayılır.
2429 sayılı Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanunun 3. maddesine göre hafta tatili Pazar günüdür kural bu şekilde olmakla birlikte, işçiye Pazar günü dışında hafta tatili izni kullandırılması mümkündür.
Hafta tatili gününde çalıştığını iddia eden işçi norm kuramı uyarınca bu iddiasını ispatla yükümlüdür. Ücret bordrolarına ilişkin kurallar burada da geçerlidir. İşçinin imzasını taşıyan bordro sahteliği ispat edilinceye kadar kesin delil niteliğindedir. Bir başka anlatımla bordronun sahteliği ileri sürülüp kanıtlanmadıkça, imzalı bordroda yer alan hafta tatili ücreti ödemesinin yapıldığı varsayılır. Bordroda ilgili bölümünün boş olması ya da bordronun imza taşımaması halinde işçi, hafta tatilinde çalışma yaptığını her türlü delille ispat edebilir.
Hafta tatillerinde çalışıldığının ispatı konusunda işyeri kayıtlan, özellikle işyerine giriş çıkışı gösteren belgeler, işyeri iç yazışmaları, yazılı delil niteliğindedir. Ancak, sözü edilen çalışmanın bu tür yazılı belgelerle kanıtlanamaması durumunda tarafların dinletmiş oldukları tanık beyanları ile sonuca gidilmesi gerekir. Bunun dışında herkesçe bilinen genel bazı vakıalar da bu noktada göz önüne alınabilir.
İmzalı ücret bordrolarında hafta tatili ücreti ödendiği anlaşılıyorsa, işçi tarafından daha fazla çalışıldığının ileri sürülmesi mümkün değildir. Ancak, işçinin hafta tatili alacağının bordroda görünenden daha fazla olduğu yönünde bir ihtirazi kaydının bulunması halinde, hafta tatili çalışmalarının ispatı her türlü delille yapılabilir. Buna karşın, bordroların imzalı ve ihtirazi kayıtsız olması durumunda dahi, işçinin geçerli bir yazılı belge ile bordroda yazılı olanın dışında hafta tatillerinde çalışmaların yazılı delille kanıtlaması gerekir, işçiye bordro imzalatılmadığı halde, hafta tatili ücretlerinin tahakkuklarını da içeren her ay değişik miktarlarda ücret ödemelerinin banka kanalıyla yapılması durumunda da ihtirazi kayıt ileri sürülmemiş olması, ödenenin üzerinde hafta tatili çalışması yapıldığının yazılı delille ispatlanması gerektiği sonucunu doğurmaktadır.
Hafta tatili çalışmalarının yazılı delil ya da tanıkla ispatı imkan dahilindedir, işyerinde çalışma düzenini bilmeyen ve bilmesi mümkün olmayan tanıkların anlatımlarına değer verilemez.
Hafta tatili çalışmalarının uzun bir süre için hesaplanması ve miktarın yüksek çıkması halinde Dairemizce son yıllarda indirim yapılması gerektiği istikrarlı uygulama halini almıştır. Ancak, hafta tatili çalışmasının taktiri delil niteliğindeki tanık anlatımları yerine, yazılı belgelere ve işveren kayıtlarına dayanması durumunda böyle bir indirime gidilmemektedir.
c)Davacı işçinin ulusal bayram ve genel tatillerde çalışma karşılığı ücretlere hak kazanıp kazanmadığı hususu taraflar arasında uyuşmazlık konusudur.
4857 sayılı İş Kanununun 47. maddesinde, Kanunun kapsamındaki işyerleri bakımından, ulusal bayram ve genel tatil günü olarak kabul edilen günlerde çalışma karşılığı olmaksızın o günün ücretinin ödeneceği, tatil yapılmayarak çalışıldığında ise, ayrıca çalışılan her gün için bir günlük ücreti ödeneceği hükme bağlanmıştır.
2429 sayılı Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanunun 2. maddesinde resmi ve dini bayram günleriyle yılbaşı gününün genel tatil günleri olduğu açıklanmıştır. Buna göre genel tatil günleri, 1 Ocak, 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos günleri ile Arife günü saat 13.00'da başlanan 3.5 günlük Ramazan Bayramı ve Arife günü saat 13.00'de başlayan 4.5 günlük Kurban Bayramı günlerinden oluşur. Ulusal bayram günü ise, 28 Ekim saat 13.00 ten itibaren başlayan 29 Ekim günü de devam eden 1.5 gündür. 2429 sayılı yasanın 2. maddesinde 5892 sayılı yasayla yapılan değişiklik sonucu 1 Mayıs genel tatil günüdür. İşçinin ulusal bayram ve genel tatil günlerinde çalışıp çalışmayacağı toplu iş sözleşmesi veya iş sözleşmesiyle kararlaştırabilir
Ulusal bayram ve genel tatil günlerinde çalıştığını iddia eden işçi, bu iddiasını ispatla yükümlüdür. İşçinin imzasını taşıyan bordro sahteliği ispat edilinceye kadar kesin delil niteliğindedir. Bir başka anlatımla bordronun sahteliği ileri sürülüp kanıtlanmadıkça, imzalı bordroda yer alan bayram ve genel tatil ücreti ödemesinin yapıldığı varsayılır. Bordroda ilgili bölümünün boş olması ya da bordronun imza taşımaması halinde işçi, ulusal bayram ve genel tatil günlerinde çalıştığını her türlü delille ispat edebilir.
Ulusal bayram ve genel tatillerde çalışıldığının ispatı konusunda işyeri kayıtları, özellikle işyerine giriş çıkışı gösteren belgeler, işyeri iç yazışmaları, yazılı delil niteliğindedir. Ancak, sözü edilen çalışmanın bu tür yazılı belgelerle kanıtlanamaması durumunda, tarafların dinletmiş oldukları tanık beyanları ile sonuca gidilmesi gerekir. Bunun dışında herkesçe bilinen genel bazı vakıalar da bu noktada göz önüne alınabilir.
İmzalı ücret bordrolarında ulusal bayram ve genel tatil ücretlerinin ödendiği anlaşılıyorsa, işçi tarafından daha fazla çalışıldığının ileri sürülmesi mümkün değildir. Ancak, işçinin alacağının bordroda görünenden daha fazla olduğu yönünde bir ihtirazi kaydının bulunması halinde, ulusal bayram ve genel tatil çalışmalarının ispatı her türlü delille yapılabilir. Buna karşın, bordroların imzalı ve ihtirazi kayıtsız olması durumunda dahi, işçinin geçerli bir yazılı belge ile bordroda yazılı olanın dışında ulusal bayram ve genel tatil çalışmalarının yazılı delille kanıtlaması gerekir.
Ulusal bayram ve genel tatil çalışmalarının yazılı delil ya da tanıkla ispatı imkan dahilindedir, işyerinde çalışma düzenini bilmeyen ve bilmesi mümkün olmayan tanıkların anlatımlarına değer verilemez.
Ulusal bayram ve genel tatil çalışmalarının uzun bir süre için hesaplanması ve miktarın yüksek çıkması halinde Dairemizce son yıllarda hakkaniyet indirimi yapılması gerektiği istikrarlı uygulama halini almıştır. Ancak, ulusal bayram ve genel tatil çalışmalarının taktiri delil niteliğindeki tanık anlatımları yerine, yazılı belgelere ve işveren kayıtlarına dayanması durumunda böyle bir indirime gidilmemektedir.
Somut olayda, mahkemece "..günlük çalışma ile fazla çalışma ve hafta tatili çalışmasının iç içe geçmiş olması" gerekçe gösterilerek bu isteklerin reddine karar verilmiştir.
Davacının çalışma düzeni hususunda, hafta tatili çalışması ulusal bayram ve genel tatillerde çalışması olup olmadığı yeterli şekilde araştırılmamıştır. Öte yandan dosyadaki delil durumuna göre fazla çalışma, hafta tatili, ulusal bayram ve genel tatil çalışması olup olmadığı da tartışılmamıştır.
Davacının işyerinde günün hangi saatleri arasında çalıştığı, haftalık çalışma düzeninin 45 saati aşıp aşmadığı açıkça ortaya konulmamıştır. Mahkemece, gerek Hukuk Usulü muhakemeleri Kanunun 75. maddesi uyarınca taraflardan hangi zamanlarda çalışma yapıldığı açıklattırılarak ve gerek görülmesi durumunda, çalışma şekli ve düzenine ilişkin dinlenen bu hususta beyanı yeterli ve açık bulunmayan tanıkların yeniden dinlenmesi yoluna gidilerek, davacının haftalık 45 saati aşan çalışmasının olup olmadığı, hafta tatili, ulusal bayram ve genel tatil çalışmasının olup olmadığı tereddüde yer vermeyecek şekilde belirlenip, mevcut olması durumunda yukarıda belirtilen açıklamalar doğrultusunda isteğin hüküm altına alınması gerekirken eksik inceleme ile yazılı şeklide isteğin reddi hatalıdır.
3) Öte yandan, taraflar arasında düzenlenen ibranamenin geçerliliği olup olmadığı uyuşmazlık konusudur.
İbra sözleşmesi, İsviçre Borçlar Kanununun 115. maddesinde düzenlendiği halde Türk Borçlar Kanununda bu yönde bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Bununla birlikte ibraname, bir borcun tam ya da kısmen ifa edilmeden sona ermesini sağlayan özel sukut nedeni olarak kabul edilmelidir. Bu noktada ibra sözleşmesinin ödeme yönünde bir anlaşma olmadığı, borcun sona erme şekillerinden biri olduğu belirtilmelidir.
İş Hukukunda ibra sözleşmesi ibraname adıyla yaygın bir uygulama alanı bulmaktadır. İbra sözleşmesinin tanımı, şekli ve hükümlerinin Borçlar Kanununda düzenlenmesi gerekliliğinin ötesinde, İş Hukukunun işçiyi koruyucu özelliği sebebiyle İş Kanunlarında normatif hüküm olarak ele alınması gerektiği açıktır.
İşçi, emeği karşılığında aldığı ücret ve diğer parasal haklan ile kendisinin ve ailesinin geçimini temin etmektedir. Bu açıdan bakıldığında bir işçinin nedensiz yere işvereni ibra etmesi hayatın olağan akışına uygun düşmemektedir. İş Hukukunda ibra sözleşmeleri dar yorumlanmalı ve borcun asıl sona erme nedeni ifa olarak ele alınmalıdır. Borcun sona erme şekillerinden biri olan ibra sözleşmelerine İş Hukuku açısından sınırlı biçimde değer verilmelidir.
Yeni Borçlar Kanunu tasarısında bu konuya değinilmiş ve 419. maddesinde, işçi ve işveren ilişkileri açısından ibra sözleşmesine dair bazı kurallara yer verilmiştir. Bahsi geçen düzenleme de, işçilik alacaklarını sona erdiren ibra sözleşmelerinin sınırlı biçimde ele alınması gerektiğini göstermektedir. Bu itibarla Borçlar Kanunun irade fesadını düzenleyen 23-31. maddeleri arasında düzenlenmiş olan irade fesadı hallerinin İş Hukukunda ibra sözleşmeleri bakımında çok daha titizlikle ele alınması gerekir, ibra sözleşmesi yapılırken taraflardan birinin esaslı hataya düşmesi, diğer tarafın ya da üçüncü şahsın hile ya da korkutmasıyla karşılaşması halinde ibra iradesine değer verilemez.
Öte yandan Borçlar Kanunun 21. maddesinde sözü edilen aşın yararlanma (gabin) ölçütünün de ibra sözleşmelerinin geçerliliği noktasında değerlendirilmesi gerekir.
İş ilişkisinin devamı sırasında düzenlenen ibra sözleşmeleri geçerli değildir, işçi bu dönemde tamamen işverene bağımlı durumdadır ve iş güvencesi hükümlerine rağmen iş ilişkisinin devamını sağlamak ya da bir kısım işçilik alacaklarına bir an önce kavuşabilmek için iradesi dışında ibra sözleşmesi imzalamaya yönelmiş sayılmalıdır.
İbra sözleşmesi, varlığı tartışmasız olan bir borcun sona erdirilmesine dair bir yol olmakla, varlığı şüpheli ya da tartışmalı olan borçların ibra yoluyla sona ermesi de mümkün olmaz. Bu nedenle işveren tarafından işçinin hak kazanmadığı ileri sürülen bir borcun ibraya konu olması düşünülemez. Savunma ile ve işverenin diğer kayıtlan ile çelişen ibra sözleşmelerinin geçersiz olduğu kabul edilmelidir.
Miktar içeren ibra sözleşmelerinde ise, alacağın tamamen ödenmiş olması durumunda borç ifa yoluyla sona ermiş olur. Buna karşın kısmi ödeme hallerinde Dairemizin kökleşmiş içtihatlarında ibraya değer verilmemekte ve yapılan ödemenin makbuz hükmünde olduğu kabul edilmektedir.
Miktar içermeyen ibra sözleşmelerinde ise geçerlilik sorununu titizlikle ele alınmalıdır. İrade fesadı denetimi uygulanmalı ve somut olayın özelliklerine göre ibranamenin geçerliliği konusunda çözümler aranmalıdır (Yargıtay 9.HD. 27.06.2008 gün 2007/23861 E, 2008/ 17735 K).
Somut olayda mahkemece hükme esas alınan ibranamedeki imzaya karşı davacı tarafça itirazda bulunularak imza inkar edilmiştir. Buna rağmen bu hususta araştırma yapılmadan eksik inceleme ile sonuca gidilmiş olması da doğru değildir.
Sonuç: Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebepten BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 11.03.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.
#775
Aleykümselam. Günlük çalışma süresinin 11 saati aşamayacağı İş Kanunu'nun 63. maddesinde emredici şekilde düzenlenmiştir. Keza fazla çalışma yönünden diğer bir yasal sınırlama da, İş Kanunu'nun 41. maddesinde yazılı olan fazla çalışma süresinin toplamının bir yılda iki yüz yetmiş saatten fazla olamayacağı şeklindeki hükümdür. Ancak bu sınırlamaya rağmen işçinin daha fazla çalıştırılması halinde, bu çalışmalarının karşılığı olan fazla mesai ücretinin de ödenmesi gerektiği açıktır. Yasadaki sınırlama esasen işçiyi korumaya yöneliktir. Yani bu sürelerin üstünde çalıştırılmak istenen işçi hukuken çalışmak zorunda değildir. Özetle, yasal hakkını kullanmak suretiyle fazla çalışmak istemeyen işçiyi işveren işten çıkartma yahut cezalandırma yoluna gidemez. Durum özetle bu şekildedir. Kolay gelsin...
#776
Merhabalar. Arkadaşınız hakkında kamu davası açılmıştır. Arkadaşınız Türk Ceza Kanunu'nun 89. maddesine göre yargılanacaktır. Aşağıda Türk Ceza Kanunu'nun 89. maddesi ile 53/6. maddesi bulunuyor. Kolay gelsin...

     Taksirle yaralama
   
     Madde 89 - (1) Taksirle başkasının vücuduna acı veren veya sağlığının ya da algılama yeteneğinin bozulmasına neden olan kişi, üç aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır.
   
     (2) Taksirle yaralama fiili, mağdurun;
   
     a) Duyularından veya organlarından birinin işlevinin sürekli zayıflamasına,
   
     b) Vücudunda kemik kırılmasına,
   
     c) Konuşmasında sürekli zorluğa,
   
     d) Yüzünde sabit ize,
   
     e) Yaşamını tehlikeye sokan bir duruma,
   
     f) Gebe bir kadının çocuğunun vaktinden önce doğmasına,
   
     Neden olmuşsa, birinci fıkraya göre belirlenen ceza, yarısı oranında artırılır.
   
     (3) Taksirle yaralama fiili, mağdurun;
   
     a) İyileşmesi olanağı bulunmayan bir hastalığa veya bitkisel hayata girmesine,
   
     b) Duyularından veya organlarından birinin işlevinin yitirilmesine,
   
     c) Konuşma ya da çocuk yapma yeteneklerinin kaybolmasına,
   
     d) Yüzünün sürekli değişikliğine,
   
     e) Gebe bir kadının çocuğunun düşmesine,
   
     Neden olmuşsa, birinci fıkraya göre belirlenen ceza, bir kat artırılır.
   
     (4) Fiilin birden fazla kişinin yaralanmasına neden olması halinde, altı aydan üç yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.
   
     (5) (Değişik: 6/12/2006 – 5560/5 md.) Taksirle yaralama suçunun soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlıdır. Ancak, birinci fıkra kapsamına giren yaralama hariç, suçun bilinçli taksirle işlenmesi halinde şikâyet aranmaz.


     Belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma
   
     Madde 53 - (6) Belli bir meslek veya sanatın ya da trafik düzeninin gerektirdiği dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla işlenen taksirli suçtan mahkûmiyet halinde, üç aydan az ve üç yıldan fazla olmamak üzere, bu meslek veya sanatın icrasının yasaklanmasına ya da sürücü belgesinin geri alınmasına karar verilebilir. Yasaklama ve geri alma hükmün kesinleşmesiyle yürürlüğe girer ve süre, cezanın tümüyle infazından itibaren işlemeye başlar.
#777
Merhabalar. Öncelikle "yok artık" dedirtecek ölçüde "zıvanadan çıkmış" şartlara tek tek bakalım:

Alıntı Yap- İşten ayrılan personel sadece kendi payına düşen eğitim masraflarını değil eğitim aldığı grubun tüm eğitim masraflarını ödemekle yükümlüdür.

Böyle bir şey hukuken mümkün değildir. Tek taraflı olarak cezai şart niteliğinde sözleşmeye hüküm konulamaz, konulursa da bu hüküm hukuken geçersiz kabul edilir.

Alıntı Yap- İşten ayrılan personel çalışma süresinde aldığı tüm ücret, mesai ve diğer hakları geri ödemekle mükellefdir.

Elbette böyle bir şey de hukuken mümkün değildir. İş Kanunu'nda haklı bir sebep olmaksızın işten ayrılan işçinin ancak ihbar tazminatı ödemek durumunda kalabileceğine ilişkin hüküm bulunmaktadır. Yukarıda da belirttiğim gibi, iş sözleşmesine bir cezai şart konulacaksa, bu şart her şeyden evvel karşılıklı olmalıdır.

Alıntı Yap- Hedeflerimi gerçekleştirememem durumunda istifa etmeyi kabul ediyorum.

Bu hüküm de hukuken geçersizdir. Oldu olacak bir de baştan istifa dilekçesi alsalardı!

Alıntı Yap- Aylık ücret brüt 1.000 TL olup, işten ayrılırsa 3 yıllık brüt ücreti karşılığını tazminat ödemek zorundadır. Ayrıca bu tutar için senet imzalamayı kabul ediyorum.

Yukarıda da belirttiğim gibi, iş sözleşmesine bir cezai şart konulacaksa, bu şart her şeyden evvel karşılıklı olmalıdır; karşılıklı değilse, bu hüküm yok sayılır.

Alıntı YapSonuçta, hukuka uygun olmadığını düşündüğüm maddeler nedeniyle sözleşme imzalamadı ve işe giremeyerek ilgili kurum tarafından mağdur edilmiştir.

Alıntı Yap3 yıllık maaşı kadar tazminat davası açabilirmiyim.

Ne kadar tazminat talep edebileceğiniz kısmı tartışılır ancak bir tazminat davası açabileceğinizi rahatlıkla söyleyebilirim. Bu davada bahsettiğiniz türde bir sözleşmenin varlığını ve bu hukuken kabul edilemez sözleşme sebebiyle işe giremediğinizi ispatlamak durumunda kalacaksınız. İspatlayabilirseniz, mahkeme lehinize tazminata hükmedecektir diye düşünüyorum.



Önemli not: Çok kısıtlı ve yanıltıcı olabilecek açıklamalara istinaden yapılan yukarıdaki değerlendirmeler, bu bölümde yer alan konu/soru hakkında kişileri en temel düzeyde bilgilendirme amacına matuftur. Bu tür konular her yönden ayrıntılı bir inceleme/araştırma yapılmasını gerektirir ve bu da ancak profesyonel yardım ile mümkün olabilir. Bu sebeple haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz ve herhangi bir hak kaybına maruz kalmamanız için bir avukatla anlaşmanızı ve avukatınızın yönlendirmeleri istikametinde hareket etmenizi tavsiye ediyorum.
#778
Merhabalar. Haksız fiilde zamanaşımı süresi, BK.m.60/1'e göre haksız fiilin ve failin öğrenilmesinden itibaren 1 yıl ve her halu karda haksız fiilin işleniş tarihinden itibaren de 10 yıldır. BK.m.60/2'ye göre ise, ceza kanunları daha uzun bir zamanaşımı süresi öngörmüşse bu süre geçerlidir. TCK.m.85/1 hükmüne göre "Taksirle bir insanın ölümüne neden olan kişi, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır." Keza TCK.m.68'e göre ceza zamanaşımı "Beş yıldan fazla hapis cezalarında yirmi yıl" dolduktan sonra gerçekleşir. Tüm bu hükümleri birlikte değerlendirdiğimizde, bir yıllık zamanaşımı süresinin azami süre olan on yıla uzamış olduğunu kabul etmek gerekecektir. Dolayısıyla açılan tazminat davası zamanaşımı gerçekleşmeden yasal süresi içinde açılmıştır. Kolay gelsin...

#779
İki senedir bir sonraki yazıda sunacağım teklifleri anlatmaya çalışıyorum.

Ancak 'çok solcu ağzıyla yazılmış, hükümetle aramızı bozar, bürokrasi bize kıl olur, zaten rekabette zorlanıyoruz' gibi argümanlarla bu teklifler geri çevrilmişti. 2008 yılından beri konuyu sümenaltı ettiğini açıklayan hükümet de bu kanaatteymiş. Telefondan alınan İletişim Vergisi'nden 'çok rahatsız olduğunu' ifade edip bu vergi kaybını göze alanlar, yüzlerce insanın yoktan yere ocaklarına incir ağacı dikilmesine yol açan çok küçük bir maliyeti kamu ve işveren arasında bölüşmediler. Ne yani kalite, verimlilik, rekabeti bilmeyen sözde girişimcilerin tek tutanağı asgari ücretle çalışan milyonlarca gariban mı olacak? Rekabet deyince akıllarına emekçinin ensesine çökmekten başka bir şey gelmiyor anlaşılan. Bir dahaki yazıda önerilere geçmek üzere önce başlıca sorunları özetleyelim.

1. İlk kritik sorun alanı eğitimle ilgilidir. Her şeyden önce emekçiler iş kazaları ve meslek hastalıklarının birinci muhatabı ve mağdurudur. Meslekî eğitim sistemi, iş sağlığı ve güvenliği eğitimleri yetersiz olup, iş güvenliği hizmetlerinden yeterince fayda sağlanamamaktadır.

2. Esasen kazaların diğer mağduru olan işveren ve temsilcileri de işçiler gibi eğitimsiz ve bilinçsizdir. Bu eğitim şart tutulmalı, ancak önce bu eğitimi verecek olanların eğitilmesi gerekmektedir. Yoksa maksat yeni türeme tiplere yeni rant kapıları açmak, haybeden sertifika dağıtmak olmamalıdır.

3. Keza İSG hizmeti sağlayanların da (kişi-kuruluşlar) y etkinlik sorunları vardır. 2004-2012 arasında yaklaşık 9.000 kişiye 'A-B-C sınıfı uzmanlık sertifikası' verilmiş, ancak daha sonra eğitimler ve sertifikalandırmalar Danıştay kararlarıyla çeşitli kereler sekteye uğramıştır. Bu A-B-C uzmanlık meseleleri nedeniyle iş güvenliği hizmeti sağlayan mühendis ve hekimler kendi aralarında bölünmüş, kendi dertlerinden neredeyse asıl konularını düşünemez hale gelmişlerdir. Zira yıllardır bu işi yapanlar, denetimler esnasında sertifikaları olmadığı vb. sebeplerle işsiz kalma korkusu yaşamış ve işsiz kalmışlardır.

4. Türkiye'deki 4857 sayılı İş Kanunu denetim ve kazaları önlemekte 'proaktif' olamamış, testi kırıldıktan sonra, yani kaza gerçekleşince cezalandırmaya yöneliktir. Türkiye'deki sistem varlığını 'korkulardan' aldığından 'en iyi kişi, iş yapmayan, risk almayandır' diye bakılıyor, iş yaptırmamaya, işi zorlaştırmaya odaklanılıyor. Böylece kendi elleriyle herkesi sistem dışına itiyor, kuralları ihlale zorluyor, kayıt dışılıkta ve vergi kaçağında olduğu gibi, sonunda da elde etmek istediği hiçbir sonuca ulaşamıyor. Acilen Kamu Personel Yasası da çıkartılarak işini iyi yapmayanlara maddî, manevî, kariyer olarak hesap sorulabilmelidir.

5. Her tarafımız kışla mantığı ile konulmuş çağdışı yasaklarla kuşatıldığı halde Türkiye adeta bir denetimsizlik cennetidir. Yüzlerce işçi çalıştıran işyerleri senelerce müfettiş-denetim yüzü görmeden çalışmaya devam edebilmektedir. Toplam kazaların % 80'i 50 kişinin altında işçi çalıştıran işyerlerinde gerçekleştiği halde ciddi bir kaza olana kadar bunlara hiçbir teknik müfettiş uğramamaktadır. Hem de nerede? Mesela, Zeytinburnu'nun ortasında! Vergilerde denetim oranı % 2 olduğu gibi, kazalardan da denetimler aylar sonra yapılmaktadır. O da ölümler yeterince 'toplu' olursa. Öyle 'münferit hadiseler' için görevlileri ve telefonları meşgul etmeyin.

6. Esasında İSG sektöründeki çalışanların en büyük sorunu, işverenlerden maaş-ücret almaları sebebiyle işlerini tam anlamıyla özgürce yapamamalarıdır. Bu açık bir çıkar çatışması, ahlakî erozyon alanıdır. Astına üstünün darbe suçunu yargılatan ağır militarizm ile, çalışanına patronunu denetlenen bu vahşi kapitalizm arasındaki fark nedir ki?

7. İşyeri hekimleri ile iş güvenliği uzmanı ayrı çalışmakta, işyerleri için fazladan külfet olmanın yanında yeterli ve gerekli fayda da sağlanamamaktadır.

8. Oda ve sendikalar siyasi görüşlerini İSG alanında dışarıda tutamadıklarından bu konuda da yeterince aktif ve etkili olamamaktadırlar. Çok haklı oldukları konuları bile doğru ifade edememekte, bazen de rant düşüncesine esir olabilmektedir.

i.ozturk@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1263998&title=is-guvenliginde-baslica-sorunlar
#780
Merhabalar.

Alıntı YapApartmanın bodrumunu  kendisine istiyor eğer bina içinden bir hak istemeyeceğine dair noter onaylı taahhütname imzalatırsak ileride onun borçları bize sorun çıkartır mı?Yani onun hissesini almaya gelen kişilere bodrumu gösterebilir miyiz?

Hukuken mümkün değildir. Hisseyi müteahhitten satın alacak olan kişi bunu kabul etmeyerek yasal haklarını kullanma yoluna gidebilir. Bu anlamda yeni hissedarın yapabileceği ilk şey izale-i şüyu (ortaklığın giderilmesi) davası açmak olacaktır. Ancak müşterek mülkiyete tabi taşınmazlarda, paydaşlardan birinin payını üçüncü bir kişiye satması halinde alıcı ve satıcı, satışı diğer paydaşlara bildirmekle yükümlüdür. Medeni Kanun'un 733/son maddesi gereğince bildirim tarihinin üzerinden 3 ay geçmesi veya satışın yapıldığı diğer hissedarlara bildirilmemişse, satışın üzerinden 2 yıl geçmesiyle ön alım hakkı sona erer. Bu süre içinde yeni hissedarın hisse alımı için ödemiş olduğu bedel taşınmazın mevcut hissedarlarından biri tarafından yeni hissedara ödenirse, müteahhidin elindeki hisse bu yolla zararsız şekilde alınmış olur. Kolay gelsin...