Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#781
Orada, kapağı açılmamış 45 bin dosya vardır ama bizim yargımız çok hızlı çalışır!

Bakmayın öyle Dink davası 4 yılda bitmemiş, Hizbullah 10 yılda tamamlanmamış, birçok dava zaman aşımından düşmüş, zaman aşımından düşecek olanların sayısı 10 binleri buluyormuş... Tutukluluk süreleri ceza haline gelmiş, geciken adalete AB raporları isyan etmekteymiş... Şu bu...

Bizim yargımız çok hızlı çalışır!

Tayyip Erdoğan'ın siyaseten önü kesilecekse mesela...

Ergenekon yargıçlarına tazminat hükmü verilecekse mesela... Ve...

Başörtülülere yeniden yasak uygulanacaksa...

İşte aralıkta Eğitim-İş'in müracaatı, ocakta karar... Jet...

Karar ama ne karar!

Başörtülünün kimliğini tespit zor olurmuş!

Ortaya bir güvenlik sorunu çıkarmış!

"Evvel yoğidi, iş bu rivayet yeni çıktı."

Önden çekilmiş ve yüzü gösteren fotoğrafın tanınma konusunda herhangi bir sorun oluşturmadığı ve bu yüzden pasaportlarda rahatça kullanılabildiği biliniyor. Bu pasaportla Amerika'ya girebiliyorsunuz ama bu şekilde ALES sınavına giremiyorsunuz.

Ya o güvenlik meselesi neyin nesi?

Nasıl bir güvenlik sorunu oluşturuyor başörtüsü? Nasıl?

Bunlar resmen "yoktan" gerekçe üretimi... Zorlama kararlar.

Yıl 2011.

Kadınlara sözüm ona pozitif ayrımcılık uygulanan ülke, Türkiye...

Bunun adı negatif ayrımcılık.

Türkiye hâlâ "İmam hatip mezunları polis olabilsin mi"yi tartışıyor.

Türkiye hâlâ kız öğrencilerin kılık kıyafetini tartışıyor.

Tunus'ta, 23 yıllık baskı rejiminden söz ediyoruz.

28 Şubat günlerinde Türkiye'de de, Zeynelabidin bin Ali kafasında arayışlar oldu. Yani "Evde, sokakta bile başörtüsü denetimi yapılsın ve yasak uygulansın" gibi arayışlar... "Sokaklar bile kamusal alan değil mi" yazıları o zaman yazıldı. İslam ülkesi ise Tunus da İslam ülkesi idi, laiklikse Tunus da laikti, öyleyse neden Türkiye Tunus gibi olmasındı!?.

Allah'a şükür Türkiye Tunus olmadı.

Şimdi Tunus, Zeynelabidin bin Ali'yi kovdu, kendini arıyor!

Ama bizdeki Tunus zihniyeti, kimi zaman siyaset diliyle, kimi zaman Ergenekon diliyle, kimi zaman ulusalcılık diliyle ve kimi zaman yargı diliyle depreşip duruyor.

Yıl 2011. İnsaf.

Biz, "Başörtülü kadın neden Meclis'e giremesin" diye sorgularken yargı "Hayır başörtülü olarak üniversiteye de giremesin, akademik sınava da" diyor.

İnsaf.

Üstelik bu, verilen bir özgürlük hakkının değil, konmayan, zikredilmeyen bir yasağın konması için verilen iptal kararı.

Yani Danıştay, "Niye özgürlük verdiniz" demiyor, "Niye yasak uygulamadınız" diyor.

Burada Eğitim-İş diye bir sendikanın, "Başörtüsü neden yasak değil" diye iptal başvurusunda bulunması da, bizdeki sivil toplum garabetinin tipik misali.

Sivil toplum, insan haklarını savunmak için varsa, başörtülü bir kadının akademik çalışma yapmasına mani olmak hangi insan hakkını savunmak oluyor?

Verilen tamamen ideolojik bir mücadele ve Danıştay'ın 8'inci dairesini oluşturan kadro, o ideolojik mücadelenin paydaşı konumunda...

Ah bizim Yüksek Yargımız...

Sana ne kadar güvenmek istiyoruz bir bilsen.

Ama ah şu kararlar!

Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay toplum değerleriyle çatışan böyle kararlara imza attıkça, Yüksek Yargı'nın yeniden düzenlenmesi, müthiş bir toplumsal talebe dönüşüyor.

Her ülkede yargı erki, insanların, hukuk için en son ümididir, bizde ise adeta haklarımızı yargıdan kurtaracak düzenlemeler kurtuluş formülleri haline geliyor. Ve toplum iradesi, siyasi kadroları, Yargı ile ilgili düzenlemelere teşvik ediyor.

Şu kesin: Bu Danıştay kararından sonra seçim sonrasında yapılması planlanan anayasa değişikliği heyecanı bir kat daha artacaktır.

Yüksek Yargımız, hızlı ve yavaş kararlarına dilediği kadar devam etsin. Bunların tamamı, toplumsal müşahede altındadır.

İster örtülü olsun, ister açık, İslam ülkeleri, Zeynelabidin bin Ali düzenlerini tasfiye edeceklerdir. Tunus'la ilgili ilk yazımda bunları "Geç kalmış gelişmeler" olarak niteledim. Başörtüsü yasağı da Türkiye'nin "Geç kalmış demokratikleşme"sinin sembolüdür. Türkiye bunu er geç aşacaktır.

Merak ediyorum doğrusu:

Danıştay'ın bu kararı nasıl uygulanacak? Danıştay adına birileri, ALES sınavının yapıldığı salonlara güvenlik görevlisi veya gözetmen olarak dikilip, kıyafet kontrolü mü yapacak?

http://bugun.com.tr/kose-yazisi/139291-bizim-yargimiz-cok-hizli-calisir-makalesi.aspx
#782
İkisini de yazmayacağım, hayır... "Endişeli"nin endişesini giderecek sihirli formül bulunamadı henüz.

Liberalin kaygısına gelince...

Liberal AB'yle ilişkilerin tavsadığını, reformların yavaşladığını, "İlerleme Raporu"ndaki gerekliliklerin yerine getirilmediğini, demokratik açılımların askıya alındığını söylüyor ve kaygı duyuyor...

Haklı...

Kaygılı liberale itirazımız şu olabilir:

Kaygını dile getirirken tepeden bakmayacaksın, azarlar bir üslup kullanmayacaksın, hakaret etmeyeceksin, verdiğin desteğin diyetini istemeyeceksin, "ben zor zamanında sana sahip çıkmıştım, öyleyse her dediğime boyun eğmelisin" deyip, kendini "sahip" pozisyonuna sokmayacaksın.

Kısacası, haklıyken haksız duruma düşmeyeceksin.

Bir de "kaygısız", "sınırsız sorumsuz", endişeliyse niçin endişeli, kaygılıysa niçin kaygılı olduğunu bilmediğimiz "sosyal demokratlar" var...

Bunlar, kendi kendilerini o pozisyona oturtan adamlar.

Çünkü, sosyal demokrat fikriyatın hangi gerekliliklerini yerine getirdiklerini bilmiyoruz.

Neden kendilerine sosyal demokrat dememiz gerektiğini bilmiyoruz.

Hangi sözleriyle, hangi fiilleriyle, hangi duruşlarıyla bu pozisyonu hak ettiklerini bilmiyoruz.

Paşa bir sabah uyanmış, Türkiye İşçi Partisi'nin görece başarısını görünce ürkmüş, "O zaman biz de ortanın solundayız" demiş... Olmuşlar sosyal demokrat...

Lügatlerinde ne "emek" var, ne "işçi hakları..."

Ne demokrasiden hazzediyorlar, ne açıklık rejiminden.

Militarizme karşılar ama bazı darbeleri çok seviyorlar.

İnançlara saygılılar ama başörtülü yurttaşın hakları konusunda ketumlar.

İfade hürriyetinden yanalar ama farklı görüşlerin ifade imkânı bulmasından rahatsızlar.

Bazen gaza gelip "piyasacı" olduklarını söylüyorlar ama dibine kadar devletçiler.

En önemli hususiyetleri de şu:

Bugün söylediklerini, ertesi gün inkâr ediyorlar.

Bu türün en yalın, en su katılmamış, en kristalize örneği Kemal Kılıçdaroğlu.

Hani "arkadaşlar üzerinde çalışıyor"du ve başörtüsü sorununu bizzat kendisi çözecekti... "Nasıl çözeceksiniz" sorusuna da, "oy verin, görürsünüz" diyordu ya.

Dün, gazetecilerin sorusu üzerine lütfen bir açıklama yaptı ve Danıştay'ın başörtüsüyle ilgili "yasak" kararını savundu.

Daha doğrusu, bu karara "saygı" istedi...

Beğenmeyebilirmişiz ama ortada bir yargı kararı varmış, herkes buna saygı duymalıymış...

Doğru, herkes yargı kararına saygı duymalı...

Fakat, "başkalarının hukuku" söz konusu olunca yargı kararlarına saygı isteyen Kılıçdaroğlu, sıra Ergenekon davası tutuklularına gelince, saygıyı maygıyı bir kenara atıyor.

Dün, gazeteciler, Mehmet Haberal'ın odasında (mahkeme kararıyla) yapılan aramayı da sordular. Birden celallendi ve açtı ağzını yumdu gözünü... Böyle bir şey kabul edilemezmiş, "Türkiye hukuk devleti olmaktan hızla uzaklaşıyor"muş, estekmiş, köstekmiş.

Hani ortada yargı kararı vardı?

Hani beğenmesek de buna saygı duyacaktık?

Demek ki, bizim çocuklara dokunduğunda "Türkiye hukuk devleti olmaktan hızla uzaklaşıyor", başkalarının çocuklarına dokunduğunda, "Ortada yargı kararı var arkadaşlar, hepimiz buna saygı duymalıyız..."

Öyle mi?

Modernin endişesini, liberalin kaygısını bilmem ama bu kafa beni korkutuyor. Öyle böyle değil, bayağı korkutuyor.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/ahmet-kekec/endiseli-modern-kaygili-liberal-325047.htm
#783
İnanılır gibi değil. Danıştay 'başı kapalı sınava girilemez' kararı verdi. Dünya hukuk tarihine geçecek ibretlik bir karar... Gerekçe mi? Çok ilginç: 'Başvuruda bulunan erkek-kadın adayların fiziksel olarak teşhislerinde güçlük oluşacağı ve sınav güvenliği açısından olumsuz sonuçlar doğurabileceği...' Danıştay'ın söylediğine bakın; başörtüsü olursa kadın ve erkeğin tanınmasında güçlük yaşanırmış, bu da sınavın güvenliğini etkilermiş.

Bir süredir yüksek yargı manşetlerdeydi. Aralarında Hizbullah sanıklarının da bulunduğu 'son tahliyeler' eleştiri oklarını Yargıtay'a yöneltti. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 'Kimse kusura bakmasın, yargı köhneleşmiş' dedi. Danıştay'ın başörtüsü kararı tam Yargıtay tartışmalarının üzerine geldi.

Sadece son kararı değil, Danıştay'ın başta imam hatip liselerini hedef alan 'katsayı' gibi birçok kararı kamuoyunun tepkisine neden oldu. Vicdanları yaraladı. Yadırgandı. Toplumun geniş kesimleri tarafından 'hukuk ve adalet' terazisine vurulduğunda 'ideolojik ve siyasi' karar olarak yorumlandı.

Doğrusu bu eleştiriler karşısında ben Danıştay'ın daha dikkatli davranacağını, en azından ideolojik dozu düşük kararlara imza atacağını tahmin ediyordum. Danıştay, kamuoyuna yansıyan tartışmalardan hiç ama hiç etkilenmediğini gösterdi.

Danıştay'ın 8. Dairesi, Eğitim-İş Sendikası'nın başvurusu üzerine 21 Aralık'ta yapılan ALES (Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitim Giriş Sınavı) için hazırlanan kılavuzda 'başı açık fotoğraf' şartının olmaması nedeniyle yürütmeyi durdurdu.

Kararı gerekçelendirirken Anayasa Mahkemesi, AİHM ve kendi içtihatlarından da söz etti ama 'erkek ve kadınların tanınmasında güçlük olur' gibi asla 'hukuk ve adaletle' izah edilemeyecek yaklaşım sergiledi. Bu akıl ve mantıkla da açıklanamaz. Bu kararda ne adalet, ne hukuk, ne akıl, ne mantık var. Buram buram ideoloji, başörtüsü karşıtlığı...

Evrensel hukuk kuralları ortada... Anayasa ve yasalarda başörtüsünü yasaklayan hiçbir madde yok. Ayrıca hükmü içtihatlar değil ancak yasalar koyar. Eğer 'başı kapalılık' tanınmaya engel olsaydı, hayatın bütün alanlarında 'başı açık olmak' bir zorunluluğa dönüşürdü.

Başı örtülü birinin teşhisinin güç olduğunu söylemek hayatın gerçekleriyle bağdaşmaz.

Sınavın güvenliği Danıştay'ın değil, idarenin görevi. Danıştay'ın sınavda başörtüsünü yasaklayan kararını başörtüsüne mesafeli duran kesimler bile savunmakta güçlük çekiyor. 'Yargı kararıdır, saygı duymak lazım' türü açıklamaların ötesinde bir şey söyleyemiyorlar.

Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker'in açıklaması ilginç geldi bana... Gerçeker, Danıştay'ın kararını yorumlarken 'Demokratik hak ve özgürlüklerin daima genişletilmesi, ileri götürülmesi bir hukukçunun en büyük ideali olmalıdır. Demokrasi zaten bir özgürlük rejimidir.' dedi.

Danıştay'ın kararında ne özgürlük var, ne hak, ne de demokrasi... Gerçeker'in söylediklerinin tam karşısında yer alan bir zihniyetin ürünü. Karar, kelimenin tam anlamıyla 'ben yaptım oldu' anlayışının yansıması. Demokratik hukuk devletinde 'ben yaptım, oldu' yaklaşımı olabilir mi? Asla.

Danıştay'ın kararına toplumun her kesimi tepkili... AK Parti'den MHP'ye kadar siyasî partiler 'kabul edilemez' bulduğunu açıkladı. Sırf bu son karar bile yüksek yargıda reformun kaçınılmaz olduğunu göstermeye yeter. Türkiye'nin adalete, hukuka, özgürlükçü içtihatlara ihtiyacı var. Bu da ancak reformla mümkün. Başbakan Erdoğan 'Yargıtay ve Danıştay'da bazı adımlar atmakta kararlıyız' dedi.

Yargının normalleşmesi için reformdan başka çıkış yok...

m.unal@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1082027&title=danistaydan-ibretlik-karar

#784
Üç konu

HIRANT Dink dosyasında Türkiye'yi mahkûm eden AİHM kararı iki esasa dayanıyor: Biri yargıyla, öbürü idareyle ilgili.
-  AİHM'ye göre, Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun Dink'i 6 ay hapis cezasına mahkûm eden 11 Temmuz 2006 günlü kararı, ifade özgürlüğüne aykırıdır!
Kurul'un bazı üyeleri de Dink'in yazısında "Türklüğe hakaret" suçu olmadığı yönünde "karşı oy" yazmışlardı; ama çoğunluk Dink'in sözlerini suç saymıştı.
Demek ki yasayı iki yönde de yorumlamak mümkündü.
Bu mesele, yargının evrensel hukuka uyum sağlayıp sağlamaması bakımından önemlidir.
-  AİHM'nin kararındaki ikinci boyut, suikast istihbaratı olduğu halde, Dink'i korumak için etkin  tedbirlerin alınmamış, Dink'in yaşam hakkının devlet tarafından korunmamış olmasıdır!
Tuba Çandar'ın "Hırant" adlı kitabıyla, Nedim Şener'in "Kırmızı Cuma" adlı kitabında bu konularda ayrıntılı bilgiler var, tavsiye ederim.
Devam eden davada Dink'in avukatları, "korumama"nın sorumlularını açığa çıkarmak için "soruşturmanın genişletilmesi"ni talep ediyorlar ama çoğu kabul edilmiyor. Halbuki mahkeme usul kurallarını geniş yorumlayarak avukatların "soruşturmanın genişletilmesi" taleplerini kabul edebilir, etmelidir de...
Bu davada çözülmeden kalacak her "şüphe" noktası vicdanları kanatmaya devam edecektir;  uluslararası planda Türkiye aleyhine gelişmelere bile yol açabilecektir.

Danıştay'ın türban yasağı
Danıştay'ın üniversite sınavlarına başörtülü girilmesini yeniden yasaklayan kararı da maalesef evrensel hukuktaki gelişmelere bir uyumsuzluk örneğidir.
Evvela bu kızlar henüz öğrenci değildir, bu yüzden haklarında 'statü' gerekçeli bir yasak olamaz. Bunu Kemal Gürüz bile ifade etmişti.
İkincisi, AİHM'nin türban konusundaki kararı "yasaklansın" demiyor, "yasaklanabilir" diyor. Yasağı koymak veya kaldırmak mahkemelerin değil, idarenin ve yasamanın yetkisindedir.
Üçüncüsü, yüz açık olacağına göre, türbanın kişinin tanınmasını zorlaştıracağı ve sınav güvenliğinde sorunlar çıkaracağı gibi gerekçeler makul ve inandırıcı değildir. Örneği de görülmemiştir.

Yargıya karşı yasama!
Yargının 'illiberal' kararları öteden beri yasamanın düzenleme getirmesine sebep oluyor.
Dink ve birçok kişi 301. maddeden mahkûm edildi, yasama organı bu maddeden dava açılmasını Adalet Bakanı'nın iznine bağlamak zorunda kaldı...
Yargı özelleştirmeyi engelledi, patır patır parti kapattı, merhum Ecevit zamanında Anayasa değiştirilerek özelleştirmenin önü açıldı, parti kapatma zorlaştırıldı...
12 Eylül referandumu da bir bakıma aynı yönde bir tasarruftu...
Görülüyor ki, yargı özgürlüğün evrensel kurallarına ve toplumsal taleplere duyarsız kaldığında, yasama süreci harekete geçiyor!
Yargı buna öfkeleneceğine, kendisi toplumsal talepleri ve evrensel hukuku daha bir dikkate almalıdır.

Başbakan'ın davası
Başbakan, Ahmet Altan'ı mahkemeye verdi. Avukatları diyor ki:
"Ahmet Altan okurlarca hakaret olarak algılanacak bu ağır ifadeleri sarf etmeden de kaleme aldığı konu hakkında daha etkin bir yazı yazabilirdi..."
Ben de diyorum ki:
"Başbakan, hücum ettiği kesimlerce hakaret olarak algılanacak ağır ifadeleri sarf etmeden, öfkelenmeden, germeden de eleştiri yapabilir..."
Ben sert üslubu yazıda da, hitabette de tercih etmem, ama herkesin tarzı başkadır.
Fakat başbakanlar, eli değil, gövdesi taşın altında olan insanlardır! Söz ve tavırları sakin ve birleştirici olmalı, hatta karşıtlarını sakinleştirmeye özen göstermelidir; üzerlerindeki ağır taşın zıplamasına meydan vermemek için...
Kaldı ki, hiçbir yazar, mahkemeye verilmekten çekinerek geri adım atmaz, hatta muhtemelen daha da keskinleşir.
Başbakan'ın basına karşı ikide bir hakaret davası açmasını doğru bulmuyorum; hukuken de, pratik siyaset bakımından da...

http://www.milliyet.com.tr/uc-konu/taha-akyol/siyaset/yazardetay/20.01.2011/1341535/default.htm
#785
Danıştay'ın oy birliği ile aldığı yürütmeyi durdurma kararına siyasi partilerden tepki yağdı. Danıştay'ın kadın-erkek arasındaki teşhis ve sınav güvenliğini öne sürerek iptal kararına CHP dışındaki siyasi partiler karşı çıktı.

Kemal Gümüş - Aslan Değirmenci - Hüseyin Kulaoğlu haberi

Danıştay 8. Dairesi'nin 2010 Akademik Personel ve Lisans Üstü Eğitim Giriş Sınavı (ALES) sonbahar dönemi kılavuzundaki kılık kıyafetle ilgili düzenlemelerin yürütmesini durdurmasına siyasi partilerden büyük tepki geldi. İptal kararına YÖK hemen itiraz edeceğini açıkladı. Türkiye'nin normalleşmesi için atılan böyle bir adımın akla mantığa sığmayan gerekçelerle iptal eden Danıştay'ın kararına CHP dışındaki siyasi partiler karşı çıktı. İşte AK Parti, MHP, SP, HAS Parti, BBP, DP, BDP ve siyasilerin karara ilişkin tepkileri.

BOZDAĞ: SADECE GÜLÜYORUM... HEM DE KAHKAHALARLA

Danıştay'ın gerekçe olarak 'erkek-kadın adayların fiziksel olarak teşhislerinde güçlük oluşacağı ve sınav güvenliği açısından olumsuz sonuçlar doğabileceğini' iddia etmesinin çok komik olduğunu vurgulayan Bozdağ, "Sadece gülüyorum. Hem de kahkahalarla gülüyorum. Danıştay bu yetkiyi kimden alıyor, nereden alıyor? Güvenlik nedeniyle iptal etme yetkisini Anayasa mı veriyor, yoksa yasa mı veriyor? Hangi madde veriyor? Sınavların güvenliğini temin etme, bu noktada gerekli tedbirleri alma, eğer alınmamışsa gereğini yapma yetkisi Danıştay'ın 8. Dairesi'ne ait bir yetki mi? Danıştay'ın değerli yüksek hukukçularından yeni bir şey öğrendik... Danıştay'ın yeni bir görevi sınavların güvenliğini sağlamakmış. Ama benim bildiğim Danıştay'ın görevi adaletin gereğini yapmak ve adaleti sağlamaktır" diye konuştu.

KURTULMUŞ: DANIŞTAY, VARLIK SEBEBİYLE ÇELİŞİYOR

HAS Parti Genel Başkanı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, eğitim ve inanç özgürlüğünün en temel insan haklarından biri olduğunu dile getiren Kurtulmuş, "İnançları gereği başını örten kızlarımızın önündeki engellerin kaldırılması gerekir. Biz sadece başörtüsü yasağının değil, eğitim ve inanç özgürlüklerinin önündeki tüm engellerin kaldırılmasını istiyoruz" dedi.

Başörtüsü yasağının hukuki bir dayanağının olmadığına dikkat çeken Kurtulmuş, "Bu ülke yıllardır oluşturulan suni gerginlik ve kutuplaştırmalardan çok çekti. Artık normalleşmemiz gerekiyor. Danıştay'ın aldığı bu son karar da ülkedeki gerginliği arttıracaktır. Hukuk, toplum ve bireyin özgürlüklerini geliştirip genişletecek şekilde yorumlanmalıdır. Hukuk, özgürlükleri daraltan, bireyleri ötekileştiren şekilde yorumlandığı zaman toplumsal barış ve huzurun sağlanamadığı açıktır. Türkiye bu kısır tartışma ve uygulamalardan kurtulduğunda daha da büyüyecek ve güçlenecektir. Devlet tüm vatandaşların hak ve hukukunu korumakla mükelleftir. Hiç kimse inanç ve felsefi düşüncelerinden dolayı haklarından mahrum bırakılmamalıdır" diye konuştu. Danıştay'ın, idarenin hukuksuzluğuna karşı bireyin hakkını ve hukukunu korumak için ihdas edilmiş bir üst yargı kurumu olduğunu dile getiren Kurtulmuş, "Bu karar ile maalesef Danıştay kendi varlık nedeni ile çelişmektedir. Vatandaşların öğrenim özgürlüğünü, giyim kuşam serbestliğini koruması gereken Danıştay, vesayetçi bir kuruma dönüşmüş, hukuku ve adaleti temel almak yerine özgürlüklerin ve hakların önünü tıkayan bir siyasi odak haline gelmiştir. Maalesef yargı adaletten uzaklaşmaktadır ve bu vahim bir gelişmedir" şeklinde konuştu.

KAMALAK: BU KARARIN TEMELİNDE 12 EYLÜL VAR, 28 ŞUBAT VAR

Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Kamalak, Danıştay'ın aldığı kararın hukuka aykırı olduğunu söyledi. Yasaklama kararlarının mutlaka bir kanun maddesine dayanması gerektiğini vurgulayan Kamalak, "Anayasanın 2., 13 ve 42. maddesine doğrudan aykırı bir karar alınmıştır. Anayasanın 2. Maddesine göre Türkiye bir Hukuk Cumhuriyetidir. Hukuk Cumhuriyetinde özgürlükler asıldır, kısıtlamalar ise sınırlıdır. İnsanlar hür doğar ve hür yaşar. Toplumsal hayatın bir gereği olarak insanlar belli kurallara uymak zorundadır Yüksek dairesi kararını bir kanun maddesine dayandırmıyor. Yargıtay'ın aldığı karara dayandırıyor. Ancak bu kararlarında anayasal bir dayanağı yok. Bu kararların temelinde 12 Eylüller var, 28 Şubatlar var, Sincan'da yürüyen tanklar var. Bu kararların temelinde darbeler var" dedi.

TOPÇU: BAŞÖRTÜSÜ, HAYATIN HER ALANINDA ÖZGÜR OLMALI

BBP Genel Başkanı Yalçın Topçu, Danıştay'ın ileri sürdüğü argümanların akıl dışı olduğunu belirterek, "Alınan kararı tasvip etmek mümkün değil. Hukuki ve sosyolojik olarak anlaşılır bir tarafı yok" dedi. Özgürlükleri bir zincirin halkalarına benzeten Topçu, zincirin tüm halkalarının Anayasa ile garanti altına alınması ve başörtüsünün de hayatın her alanında serbest olmasını istediklerini ifade etti. BBP Genel Başkanı, şunları kaydetti: "Başını örten kadının çocuğunu cepheye göndermekten imtina etmiyorsan, eşi şehid oluyorsa o halde ölmesini bilenlerin çocukları, anaları hayatın har alanında olmalılar. Bu gerçeği görmezden gelenler ideolojik bir bağnazlık içerisindeler. Bu bağnazlık, yüzyılın gerçekleriyle örtüşmüyor. Bu çağdışı anlayış sadece bizim gibi ülkelerde vardır. YÖK'ün attığı adımların, hukuk tayin etmesi gereken yerlerden engel görmesi doğru değildir. YÖK itiraz hakkını kullanmalı, bu ideolojik tavırları çok önemsememeli ve üzerine düşeni yapmalı. Hükümet 8 yıllık iktidarında sivil bir anayasayla bu tür özgürlükleri garanti altına almalıydı. Bununla alakalı yapılması gereken çok şey vardı, yapmadı. Bireysel hak ve özgürlükler her partinin gündemindedir. Ellerinden tutan mı var? İktidarı, muhalefeti bir araya gelerek bu çağdışı ayıbı ortadan kaldırmalı."

ÇELİK: HALKIN İRADESİ BU YASAKLARI AŞACAKTIR

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik ise Danıştay'ın kararını "yasaklardan yana tavrın başka bir örneği" olarak yorumladı. İnsanların saçından sakalından, başına taktığından dolayı yargılanmasının 2011 yılında kabul edilebilir olmadığını belirten Çelik, "Atatürk'ün bu tür ideolojik duruşlara alet edilmesi de kabul edilebilir değildir. Bu karar ideolojik bir karardır. Kararın oybirliği ya da oy çokluğu ile alınması önemli değildir. Kadın erkek ayrımının mümkün olamayacağı gerekçesi ise kargaları güldürecek bir gerekçedir. O zaman başına örtü takan insanlara pasaport verilmemesi lazım. Bu gerekçe çok komik bir gerekçedir. Çözüm tam demokrasidir, ileri demokrasidir, hukukun üstünlüğü kavramlarıdır. Bugüne kadar akla hayale sığmayan yasaklar uygulanmıştır ama zaman gelmiştir, gerek halkın iradesi gerekse hukukun üstünlüğü ile bu yasaklar kalkmıştır. Demokrasinin standartları geliştikçe biz bunlara gülüp geçeceğiz" şeklinde konuştu.

ÖZÇELİK: KARAR ÖZGÜRLÜĞÜ KISITLAMAYA YÖNELİK

Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Siirt Milletvekili Osman Özçelik, Danıştay'ın verdiği kararı doğru bulmadığını söyledi. Danıştay'ın, "fiziksel teşhiste sorun olabilir" gerekçesini değerlendiren Özçelik, başörtüsü ile çekilen fotoğraflardan başörtülü kişilerin teşhis edilebileceğini söyledi. Başörtülülere yönelik bu tür uygulamaların insan haklarına aykırı olduğunu söyleyen Milletvekili Özçelik, Danıştay'ın bu kararını doğru bulmadıklarını, kararın, insanların özgürlük alanlarını kısıtlamaya yönelik olduğunu vurguladı. Özçelik; "İnsanların inanç özgürlüğü, giyim kuşam özgürlüğü olabilir. İnsanların giyim tarzı genel ahlaka aykırı olmadığı sürece insanların giyim ve kuşamlarına mücadele etmek anti-demokratik bir durumdur" dedi.

ELİTAŞ: DANIŞTAY İDEOLOJİK TAVIR İÇİNDE

Danıştay'ın kararına tepki gösteren AK Parti Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş da, "Danıştay aynı ideolojik tavır içinde olduğunu gösterdi. Adalet adil olmadığı, ideolojik davrandığı sürece Türkiye'de yargıya olan güvenin zafiyete uğradığını, yargının güven verici ortamdan uzaklaştığını görürüz ki en büyük tehlike buradadır. Üst yargı mensupları adalete olan güveni arttırmak için gayret gösterme mecburiyetindedir. İlgisiz şahısların başvurusu ile verilen yargı kararlarının da denetlenmesi gerekir."

PAÇACI: DANIŞTAY'IN KARARINI TASVİP ETMEMİZ MÜMKÜN DEĞİL

Danıştay'ın kararını değerlendiren MHP Genel Sekreteri Mustafa Cihan Paçacı, hiç kimsenin kılık kıyafeti nedeniyle haklarından mahrum edilemeyeceğini vurguladı.  Partisinin başörtüsü konusundaki tavrının çok net olduğunu belirten Paçacı, "Danıştay'ın bu kararını tasvip etmemiz mümkün değil. Genç kızlarımız başlarını örttükleri için eğitim hakkından ve sahip oldukları diğer haklardan mahrum edilemezler" dedi. MHP'nin başörtüsü özgürlüğüyle ilgili geçmişte defalarca girişimlerde bulunduğuna dikkat çeken Paçacı, AK Parti ile birlikte yaptıkları düzenlemenin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiğini hatırlattı. Başörtüsü özgürlüğünün Anayasal düzenlemeyle yapılması gerektiğinin altını çizen Genel Sekreter Paçacı, seçimden sonrasını beklemeye gerek olmadığını ve AK Parti ile birlikte bu konuda Anayasal düzenleme yapabileceklerini vurguladı.

Yeni Akit
http://www.haber7.com/haber/20110120/Basortusu-kararina-bir-tek-CHP-sessiz.php
#786
Danıştay 8. Dairesi, 2010 Akademik Personel ve Lisans Üstü Eğitim Giriş Sınavı (ALES) sonbahar dönemi kılavuzundaki kılık kıyafetle ilgili düzenlemelerin yürütmesini oy birliğiyle durdurdu.

Eğitim ve Bilim İş Görenleri Sendikası (Eğitim-İş) 2010 ALES sonbahar dönemi kılavuzundaki ''başvuru merkezinde yapılacak başvurular'' alt başlıklı A bendi ile ''postayla başvurular'' alt başlıklı C bendinin ve ''sınava girerken adayın yayında bulundurması gereken belgeler'' ana başlığı altında yer alan ''bir fotoğraf'' başlıklı C bendinin başı açık ve başı açık olarak sınava girilmemesi halinde sınavın geçersiz sayılacağı şeklindeki ibarelerin yer almaması nedeniyle eksik düzenleme yapıldığı gerekçesiyle iptali ve yürütmesini durdurması istemiyle Danıştay'da dava açmıştı.

Danıştay 8. Dairesi, kılavuzdaki söz konusu düzenlemelerin yürütmesini oy birliğiyle durdurdu. Daire'nin kararında, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Danıştay'ın başörtüsü ile ilgili kararlarına da yer verilerek, bu anayasal ve yasal kurallar karşısında dava konusu düzenlemenin hukuken kabul edilebilir bir dayanağının olmadığı vurgulandı.

Daire, kılavuzda başı açık fotoğraf çektirme ve sınava başı açık girilmesini zorunlu kılan düzenlemelere yer verilmemesi nedeniyle, başvuruda bulunan erkek-kadın adayların fiziksel olarak teşhislerinde güçlük oluşacağı ve sınav güvenliği açısından olumsuz sonuçlar doğabileceğine işaret etti.

***

Danıştay 8. Dairesinin 2010 ALES kılavuzundaki kılık kıyafete ilişkin düzenlemenin yürütmesini durdurmasına ilişkin kararında, ''Anayasa Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Danıştay'ın başörtüsüyle ilgili kararlarına yer verilerek, bu kararlarla aktarılan Anayasal ve yasal kurallar karşısında dava konusu düzenlemenin hukuken kabul edilebilir bir dayanağının olmadığı vurgulandı.

Danıştay'ın kararında davacı eğitim iş sendikasının dava açma ehliyetinin bulunup bulunmadığı irdelendi. davacı sendikanın kuruluş amacı ile söz konusu kılavuz hükümlerinin laiklik ilkesini zedelediği ve yargı kararlarına aykırılık taşıdığı iddiaları birlikte değerlendirildiğinde, davacının dava konusu kararlarla menfaat ilgisinin bulunduğunun kabul edildiği belirtildi. Kararda bu nedenle davalı Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığı (YÖK) ve Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezinin (ÖSYM) davacı sendikanın dava açma ehliyeti bulunmadığı yönündeki iddialarının yerinde görülmediği kaydedildi.

Dava konusu kılavuz maddeleriyle önceki dönemlere ait kılavuzlarda yer alan maddelerin karşılaştırıldığı kararda, daha önceki kılavuzlarda yer alan ''Aday başı açık ve kılık kıyafeti ilgili mevzuata uygun bir şekilde gelmemişse sınava alınmayacaktır. Başı örtülü adaylar sınava alınsa bile sınavları geçersiz sayılacaktır....'' şeklindeki düzenlemeye dava konusu kılavuzda yer verilmediği, bu maddede sınav güvenliğinin sağlanması açısından başka düzenlemeler yapıldığı belirtildi.

ALES'in niteliğinin de irdelendiği kararda, ALES'e öğrencilik statüsü devam edenlerin yanı sıra öğrenciliği sona ermiş olmakla birlikte bu sınavdan aldığı sonuçla lisansüstü eğitime kabul edilmek suretiyle yeniden öğrencilik statüsü kazanacaklar ile akademik kadrolara atanarak kamu görevlisi statüsü kazanacaklar girdiği anımsatıldı. Kararda, bu nedenle, bu sınava katılanların hem mevcut statüleri hem de elde edecekleri statüleri bakımından 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununa tabi olduklarının açık olduğu vurgulandı.

Bu nedenle ALES'in önceki dönem kılavuzlarında yer aldığı halde bu kılavuzda yer almayan düzenlemeler açısından ilgili anasaya ve yasa maddelerinin irdelenmesi gerektiği ifade edilen kararda, anayasanın başlangıç bölümünde atatürk ilke ve devrimlerine bağlılık ve laikliğin ilke olarak benimsendiği, ikinci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğunun belirtildiği hatırlatıldı. Anayasa'nın 42. maddesinde eğitim ve öğretimin Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda çağdaş bilim ve eğitim ve esaslarına göre Devletin gözetim ve denetimi altında yapılacağı, bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim kurumları açılamayacağının belirtildiği aktarılan kararda, şöyle denildi:

''Laiklik ilkesine uygun eğitim ve öğretim öngörülmüş, eğitim ve öğretim özgürlüğünün Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmayacağı vurgulanmış, 174. maddesiyle de devrim yasaları Anayasal güvence altına alınmıştır.

2547 sayılı Yasanın (Yükseköğretim amacı) başlıklı 4. maddesinde, öğrencileri Atatürk İnkılapları ve İlkeleri doğrultusunda Atatürk Milliyetçiliğine bağlı vatandaşlar olarak yetiştirmek; "Ana ilkeler" başlıklı 5. maddesinde de, öğrencilere Atatürk İnkılapları ve İlkeleri doğrultusunda Atatürk Milliyetçiliğine bağlı hizmet bilincini kazandırmak yükseköğretimin amacı ve ilkeleri arasında sayılmıştır.

2547 sayılı Yasaya 3670 sayılı Yasa ile eklenen 17. maddede, yürürlükteki yasalara aykırı olmamak koşulu ile yükseköğretim kurumlarında kılık kıyafetin serbest olduğu kurala bağlanmıştır.

Yasada yer alan 'serbest' sözcüğü mutlak anlamda bir serbesti olmayıp yürürlükteki yasalara 'aykırı olmamak' koşuluyla birlikte hüküm ifade eden koşullu bir serbestliği ifade etmektedir.

Bu şekilde sınırları çizilen kılık-kıyafet serbestliğinin, başta Anayasaya olmak üzere diğer yasalardaki yansımaların hangi çerçeve içerisinde yer aldığına bakmak gerektiğinden yükseköğretim kurumlarında öğrencilerin ve farklı statülerde çalışan ve kamu görevlisi niteliği taşıyan personelin kılık ve kıyafetinin Anayasanın 174. maddeyle güvence altına alınan devrim yasalarına, Anayasanın ilke ve kurallarına, Cumhuriyetin niteliklerine ve 2547 sayılı Yasanın 4. ve 5. maddeleriyle belirlenmiş olan amaç ve ana ilkelerine aykırı olmaması zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.''

-''HUKUKİ DEĞERLENDİRMELER BUGÜN İÇİN DE GEÇERLİLİĞİNİ SÜRDÜRMEKTEDİR''-

Milli Eğitim Bakanlığı ile Diğer Bakanlıklara Bağlı Okullardaki Görevlilerle Öğrencilerin Kılık ve Kıyafetlerine İlişkin Yönetmeliğin 1981 yılında yürürlüğe girdiği ve halen yürürlükte olduğu anımsatılan kararda, bu yönetmelikle yüksek öğretim okullarındaki kız ve erek öğrencilerin kılık ve kıyafetlerinin ne şekilde olacağının açıkca düzenlendiği belirtildi.

Kararda, 1982 yılında yürürlüğe giren ve halen yürürlükte olan Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık ve Kıyafetine Dair Yönetmeliğin de kamu görevlilerinin kılık ve kıyafetlerinde uyulacak konuları düzenlediği ifade edildi.

2547 sayılı yasaya eklenen ''Yükseköğretim Kurumlarında, dershane laboratuvar, klinik, poliklinik ve koridorlarda çağdaş kıyafet ve görünümde bulunmak zorunludur. Dini inanç nedeniyle boyun ve saçların örtü ve türbanla kapatılması serbesttir'' kuralının Anayasa Mahkemesi tarafından 1989 yılında iptal edildiği, mahkemenin gerekçesinde ''çağdaş bir görünüm taşımayan başörtüsü ve onunla birlikte kullanılan belli biçimdeki giysinin Türk devriminin ilkelerine aykırı olduğu, Anayasanın 174. maddesi kapsamındaki devrim yasalarının amaç, erek ve içeriklerinin öngördüğü nitelikleri gözardı ederek dinsel inanç gereğine dayalı bir düzenleme getiren dava konusu kural Anayasaya aykırıdır'' denildiği aktarıldı. Bu kararla, başörtüsü veya türbanlı olarak yükseköğretim kurumlarında bulunmayı serbest bırakan kuralların anayasaya aykırı olduğunun saptandığı belirtilen kararda, mahkemenin aynı yönde verdiği bir başka karara da yer verildi.

Üniversitelerde başörtüsü serbestisi getiren Anayasa değişikliğinin de 2008 yılında Anayasa Mahkemesince iptal edildiği belirtilen ve mahkemenin gerekçelerine yer verilen kararda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin 10 Kasım 2005 tarihli ''Leyla Şahin'' kararına da atıfta bulunuldu.

Kararda, davalı YÖK ve ÖSYM tarafından merkezi olarak yapılan sınavlarda sınav başvuru formuna başörtülü fotoğraf yapıştırılması ve sınava başörtülü girilmesini yasaklayan kılavuz hükümlerine karşı açılan davaların Anayasa Mahkemesi kararları ve bu kararlar ışığı altında oluşan yasal kurallar dikkate alınarak Danıştay 8. Dairesince reddedildiği ve bu kararların Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından da onandığı hatırlatıldı.

Kararda, şunlar kaydedildi:

''Böylece 2547 sayılı yasa kapsamında yapılan sınavlardaki kılık ve kıyafete ilişkin uygulamalar yargısal kararlarla da istikrar kazanmış ve dava konusu kılavuzda yer alan düzenlemeye kadar da uygulamaya devam edilmiştir. Bir başka anlatımla uygulama fiilen ve hukuken istikrar kazanmıştır. Kaldı ki mevzuatımızda aksine bir yasal düzenleme de yapılmamış olduğundan verilen kararlarda yapılan hukuki değerlendirmeler bugün için de geçerliğini sürdürmektedir.

Hukuk Devleti olmanın gereği, idarelerin tesis ettikleri bireysel ya da düzenleyici işlemlerin hukuken geçerli ve objektif bir sebebe dayanmasıdır. İdarelerce tesis edilen işlemlerin hukukun belirlediği sınırlar ve eşitlik kuralı gözetilerek kamu yararına ve hizmetin gereklerine uygun şekilde objektif, makul ve geçerli neden ve gerekçelere dayalı olarak tesis edilmesi gerekir. Bu bakımdan idari işlemlere (bireysel ya da düzeyleyici) yönelik yargı denetimi, bu işlemlerin Anayasa ve hukukun genel ilkelerine, yasa, tüzük ve yönetmelik hükümleri ile yargısal içtihatlara uygun olup olmadığının denetlenmesidir. Bu itibarla, Anayasa Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Danıştay kararları ile aktarılan Anayasal ve yasal kurallar karşısında dava konusu düzenlemenin hukuken kabul edilebilir bir dayanağının olmadığı açıktır.''

Davalı idare tarafından, sınav güvenliğini sağlamak için her türlü önlemi aldığı, asli görevinin sınavın objektif ve bilimsel yapılmasının sağlanması olduğu ve söz konusu sınavın da bu doğrultuda güvenlik içinde yapıldığının iddia edildiği belirtilen kararda, ''Bu iddia edilmekte ise de bu konudaki yükümlülüğünü yerine getirmesinin yasal kurallara uyma zorunluluğunu ortadan kaldırmayacağı açıktır. Kaldı ki; dava konusu kılavuzda başı açık fotoğraf çektirme ve sınava başı açık gelinmesini zorunlu kılan düzenlemelere yer verilmemesi nedeniyle başvuruda bulunan erkek-kadın adayların gerek başvuru sırasında fotoğraf çektirirken, gerek sınava girerken yanında bulunduracağı fotoğrafta başlarının çeşitli nesnelerle kapatılmasına ve sınava bu şekilde girmesine olanak sağlanacağından fiziksel olarak teşhislerinde güçlük oluşacağı gibi sınav güvenliği açısından da olumsuz sonuçlar yaratabilecek bir niteliği bulunduğu sonucuna ulaşılmaktadır'' ifadelerine yer verildi.

ALES'in 19 Aralık 2010'da yapıldığı hatırlatılan kararda, ''Koşullara uygun olmadığı halde sınava kabul edilmiş bulunanların bu sınavdan aldıkları puanları üç yıl süreyle kullanabilecekleri de dikkate alındığında sınavın etki ve sonuçlarının devam ediyor olması nedeniyle telafisi güç ve imkansız zararlar oluşabileceği açıktır. Bu nedenle, dava konusu kılavuz hükümlerinin yürütmesinin durdurulmasına 12 Ocak 2011 gününde oybirliği ile karar verildi'' denildi. AA

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1081241&title=danistay-basortusune-sinavda-da-karsi



YÖK Başkanı Özcan: Danıştay'ın kararına itiraz edeceğiz

EMRULLAH BAYRAK - CİHAN
YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, Danıştay 8. Dairesi'nin 2010 Akademik Personel ve Lisans Üstü Eğitim Giriş Sınavı (ALES) sonbahar dönemi kılavuzundaki kılık kıyafetle ilgili düzenlemelerin yürütmesini oy birliğiyle durdurmasına ilişkin kararı yorumladı. Özcan, karara itiraz edeceklerini bildirdi.

Sosyal paylaşım sitesi Twitter'da konuya ilişkin açıklamalarda bulunan Özcan, Danıştay 8.Dairesi'nin almış olduğu 'ALES'e başörtülü öğrencilerin girebilmesi' ile ilgili yürütmeyi durdurma kararına çok üzüldüğünü vurguladı. Özcan, "Alınan bu kararı hukukçu arkadaşlarıma inceleteceğim. Hukuken gereken her ne ise o yapılacaktır. Bu kapsamda karara itiraz edeceğiz." dedi.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1081341&title=yok-baskani-ozcan-danistayin-kararina-itiraz-edecegiz
#787
Kaynak: Aksiyon Dergisi

10-15 yıl önce bazı uzmanlar, "Sokak sütü mikrop saçıyor, ilkelliği bırakın, kutu sütü alın." çağrısı yapıyordu. Medya organları da sokak sütü sebebiyle rahatsızlanmış çocukları göstererek bu durumu körüklüyordu.

Malum Türk halkının sorgusuz sualsiz yeniliğe açık yapısı bu bombardımana dayanamadı. Sonra herkesin evine 'kutu süt'ler girmeye başladı. Marka sayısı arttıkça fiyatlar da makulleşti. Kullanımı oldukça pratikti üstelik. Ne evde tencere kirletip dakikalarca kaynatmanız gerekiyordu ne de kısa sürede tüketmeniz. Hâl böyle olunca; bebekler, çocuklar ve yetişkinlerin vazgeçilmezi oldu kutu içindeki UHT sütler.

Pastörizasyon, sütün ya 70-75 °C ısıda 15 saniye ya da yaklaşık 90 °C ısıda 1 saniye bekletilmesi ile elde ediliyor. Kutu sütlerde ise çok daha yüksek ısı UHT yöntemi (Ultra High Temperature) kullanılıyor. Süt 135-150 derece sıcaklıkta 2-4 saniye ısıtılıyor. Klasik evde kaynatma usulünde ise; sıcaklık yavaş yavaş 95-100 dereceye çıkıyor, bir taşım kaynatılıp ocak kapatılıyor. UHT'li süt 4 ay, pastörize 3 gün, evde kaynatılan ise daha az dayanıyor. Bütün bu ısıl işlemler sütteki faydalı bakterileri, onların ürettikleri enzim ve vitaminleri de tahrip ediyor. Ama en büyük kayıp UHT teknolojisi uygulandığında yaşanıyor. Bundan dolayı sokak sütü ya da pastörize şişe sütte yoğurt tutarken kutu sütte tutmuyor. UHT yöntemi suda çözünen vitaminlerin neredeyse yüzde 80'ini ve B12 vitamininin ise tamamını ortadan kaldırıyor. Bağırsaktaki probiyotiklere (yararlı bakterilere) zarar vererek onların bağırsağımızda sentezlediği vitaminlerin üretiminin de azalmasına sebep oluyor.

Süt içindeki minerallere gelince; kalsiyumun da dâhil olduğu birçok mineralin vücut tarafından alınabilme ve kullanılabilme özellikleri de büyük ölçüde yok oluyor. Dolayısıyla, içtiğimiz süt vücudumuza yarar sağlamak yerine zarar verir hâle geliyor. Hatta bazı uzmanların iddia ettiğine göre, içerik açısından oldukça fakirleşen UHT sütlerin tadı ve lezzeti de değişiyor. Bunu telafi etmek, tekrar süt lezzetini kazandırmak için bazı kimyasallar devreye sokuluyor. Gerçi günlük süt ile UHT sütü peş peşe içtiğinizde aralarındaki lezzet farkını hissetmemek mümkün değil. İster istemez bu iddianın haklılık oranını düşünmeye başlıyorsunuz. Sütün vücudumuz için vazgeçilmez bir besin maddesi olduğu aşikâr. Dolayısıyla, alternatif olarak, pastörize edilmiş günlük şişe sütler tercih edilmeli. Eğer temiz, güvenli olduğuna inandığınız üreticiler varsa çiğ süt tüketmek ise en ideali. Bağımsız Süt Platformu'nun web sitesinde "Çiğ süt temin edebileceğiniz adresler" linki belki bu açıdan size yardımcı olabilir: http://www.sutplatformu.com/Uretim/136-cig-Sut-Temin-Edebileceginiz-Adresler.html

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1081359&title=uht-sut-ve-zararlari

#788
Görüştüğümüz konu uzmanı doktorların ittifak ettiği acı gerçek: Şekerle birlikte vücuda giren zararlı maddeler, hiçbir şekilde dışarı atılamıyor.
Yani, fazla yağları hareket etmekle, spor yapmakla yakabilir, eritebilirsin. Tuzun fazlasını da terleme yoluyla dışarı atabilirsin. Ancak, bilhassa kesme şekerin içindeki maddeleri hiçbir şekilde dışarı atamıyorsun. Bunlar, zaman içinde hastalık yapıyor, ya da çeşitli hastalıklara zemin hazırlıyor, kolaylık sağlıyor.

***

Şeker özlemi bastırılabilir mi?

Prof. Dr. Osman MÜFTÜOĞLU, Hürriyet Gazetesi

Büyük küçük, genç yaşlı fark etmiyor, hepimiz fazla miktarda şeker tüketiyor, şekerli şeyler yiyip içiyoruz.
Bu durumun suçlusu yalnız biz değiliz, yiyecek içecek üreticilerinin de payı var: Onlar da şekeri (veya fruktoz şurubunu) eskisinden daha çok kullanmaya başladılar.
Neticede bedenlerimiz binlerce yıldır makul miktarlarına alıştığı şekerin hücumuna uğrayınca şaşırıp kaldı. Bu şaşkınlık yalnız metabolizmamıza değil, davranışlarımıza bile yansıdı.
Şeker deyince hepimizin aklına çaya, kahveye attığımız şeker ya da yemek üstüne yediğimiz tatlılar geliyor. Oysa sorun oldukça farklı.
Yüzlerce yiyeceğin, içeceğin orasına burasına bir şekilde şeker de sokuşturulmuş durumda! Biz onları farkına varmadan ama sürekli ve düzenli bir şekilde tüketip duruyoruz.
Örnek vermek gerekirse; bir kutu meşrubatta (veya bir şişe gazozda) neredeyse 8-10 adet kesme şekere eşdeğer şeker var! Marketten aldığımız et suyunun, hazır çorbaların, dondurulmuş bazı gıdaların içinde şeker olabiliyor.
"Sağlık olsun diye" yediğimiz meyveli yoğurtlar bile şeker bakımından masum değil, tat versin diye onlara da şeker ekleniyor. Kahvaltı gevrekleri ve daha pek çok yiyecek içecek şeker ihtiva edebiliyor.

NEDEN ÖNEMLİ?
Son zamanlarda en tehlikeli sağlık sorunları haline geldikleri tekrar tekrar yazılıp çizilen, haklarında uyarıcı toplumsal kampanyalar düzenlenen "insülin direnci, metabolik sendrom, kilo fazlalığı, obezite, şeker hastalığı" gibi sorunların da arkasında öncelikle işte bu aşırı şeker tüketimi sorunumuz var. Yani temel suçlu önce o!
İnsanlığın geleceğini tehdit eden en büyük belalardan biri haline gelen çocuk obezitesi probleminin temel nedenlerinden biri de aynı: Şeker tüketiminin artması! Yaşlı insanları korkutan Alzheimer hastalığının da fazla şeker tüketimi ile yakından ilişkili olduğu biliniyor.
Mesela Amerika'da yapılan yeni bir çalışma (Alabama Üniversitesi), kötü beslenme alışkanlıkları içinde Alzheimer'ı en çok tetikleyen şeyin aşırı şeker tüketimi olduğunu gösterdi.
Şeker tüketiminin fazlalaşması, diş sağlığı için de önemli bir tehdit. Özellikle çocukluk yaşlarından başlayarak aşırı şeker tüketmek diş sağlığını önemli ölçüde bozuyor.
Fazla şeker tüketiminin kanser ile de ilişkisi olabileceği biliniyor. Mesela dört yıl önce İsveç'te yapılan bir çalışma, fazla şeker tüketiminin pankreas kanserine yakalanma ihtimalini artırdığını net bir şekilde ortaya koydu.
Ne yapmalı?
Aşırı miktarda şeker tüketme yanlışından en kısa zamanda, hatta hemen bugün dönmemiz lazım.
Son 50 yılda insanlık âlemi yeni bir hayat döngüsüne girdi. Bu döngüde daha fazla kalori tüketmek, ayaküstü atıştırmalarla yetinmek, yemeği bir zaman kaybı gibi düşünmek ve hazır besinlere daha çok güvenmek gibi yüzlerce yanlış var.
Bunların bir kısmını hemen düzeltmek mümkün değil. Ama en azından şeker tüketimi konusunda (tuz tüketiminde olduğu gibi) dikkatli davranmalıyız.
Mesela yiyecek içeceklerimizi şeker eklenmemiş olanlardan tercih etmeli, şeker ihtiyacımızı doğal yollardan özellikle de meyvelerden karşılamaya çalışmalıyız.
Besinlere mümkünse şeker eklememeli ya da en azı ile yetinmeliyiz. Paketlenmiş gıdaları satın alırken içinde aşırı şeker yükü bulunup bulunmadığını kontrol etmeliyiz.
"Sağlıklı şeker" aldatmacalarına kanmamalı, vücut açısından beyazı, kahverengisi, fruktoz şurubu gibi farkların söz konusu olmadığını unutmamalıyız. Yapay tatlandırıcılardan uzak durmalıyız.
Meyve tüketirken bile fazla miktarda fruktoz yüklü olanlar (incir, üzüm, karpuz) yerine diğerlerini (elma, portakal, mandalina) tüketmeli, meyve suyu konsantrelerini yüzde 100 saf da olsalar makul miktarlarda içmeliyiz.
Ölçüsüz ve dikkatsiz şeker tüketiminin bizi de çocuklarımızı da hasta edeceğini lütfen unutmayalım.

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=16738960&yazarid=95&tarih=2011-01-12
#789
Nöroşirurji Uzmanı Prof. Dr. Hidayet Akdemir, "Cep telefonu yaydığı radyasyon ile özellikle çok uzun süre kullanıldığında beyine radyasyon veriyor. Bu durum beyin tümörlerinin iki kat fazla görülmesine sebep oluyor" dedi.

Beyin tümörü görülme olasılığının her geçen gün arttığını, bu konuda erken teşhisin çok önemli olduğunu vurgulayan Akdemir, en önemli belirti ve şikâyetin uzun süreli baş ağrısı olduğunu söyledi. Beyin tümörlerinin iki grupta incelendiğini belirten Akdemir, bunların beyinde olanlar ve vücudun diğer organlarında olup beyne geçen tümörler olarak ayırdıklarını söyledi.

HORMONLU GIDALAR BEYİN TÜMÖRÜ YAPIYOR

Kanal 7 televizyonunda sunuculuğunu Nur Viral ve Beyin ve Sinir Cerrahı Op. Dr. Gökhan Özçınar'ın yaptığı Bizim Doktorlar'a konuk olan Nöroşirurji Uzmanı Hidayet Akdemir, beyin tümörleri üzerine çarpıcı bilgiler verdi. Akdemir, "İnsanlara zararlı olan toksinlerden uzak durmak gerekir. Boya sanayisindeki kimyasallar, bazı ilaçların yan etkileri, sigara kullanımı, bilgisayar ve televizyon kullanımı, kazalar, tıpta kullanılan görüntüleme teknikleri ve en önemlisi hormonlu gıdalar beyin tümörü ve diğer kanserlerin ortaya çıkmasında etkin rol oynamaktadır. Kanserlerden korunmak için dengeli beslenmek ve saydığımız araçlardan uzak durmak gerekir" dedi.

ÇOCUKLARDA CEP TELEFONU KULLANIMINA DİKKAT EDİLMELİ

İlk altı yaş grubunun beyin tümörünü önlemede çok önemli olduğunu açıklayan Akdemir, bütün zararlı ürünlerin, özellikle cep telefonlarının bu yaştaki çocuklardan uzak tutulması gerektiğini, çünkü beyin gelişiminin bu yaşlarda sürdüğünü ifade etti. Haber

TEDAVİ İÇİN ERKEN TEŞHİS ÇOK ÖNEMLİ

Beyinde yapılan başarılı bir ameliyat sonrası hastaların sağlıklı bir şekilde yürüyerek hastaneden eve gidebileceğini vurgulayan Akdemir, "Yapılan operasyonların çok dikkatli ve özenle yapılmalıdır. İyi huylu tümörlerde başarı oranı çok yüksektir. Bunun için tümörlerin erken teşhis edilmesi durumunda insanların hayatını kurtarır" dedi.

http://www.haber7.com/haber/20110119/Cep-telefonlari-tumor-olusturuyor.php
#790
"İçki içiminin engellenmesi iddiaları"nı tartışıyoruz.

Niye? Çünkü "Yargıtay Başkanı'nın gafları"nı gözlerden kaçırmak istiyorlar.

"Ucube heykeller için söylenen sözler"i tartışıyoruz..

Niye? Çünkü "Yargıtay üyesinin avukat arkadaşına 'onama mı istiyorsun, bozma mı, yaz şuraya' sözleri"ni gündemden düşürmek istiyorlar.

Bir lisedeki kız öğrencilerle erkek öğrenciler arasındaki mesafe yasağını tartışıyoruz.

Niye? Çünkü "dürüst Kemal diyerek CHP'nin başına getirilen şahsın, yolsuzluk sanığı adamları il başkanlıklarına getirmesi"ni unutturmak istiyorlar.

Gelin şu gündemden kaçırılmak istenen konulara bir bakalım..

Yargıtay Başkanı, CMK 102 gereği tahliyeler tartışılırken, "Yargıtay'ın yeniden tutuklama yetkisi yok" dedi.

Dün gördük ki, Yargıtay 9. Ceza Dairesi, bazı tahliye edilenlerin yeniden tutuklanmasına karar vermiş.

Demek ki ne imiş?

Yargıtay Başkanı, Yargıtay dairelerinin tutuklama kararı verebilip veremeyeceğini dahi bilmiyormuş!

Sadece bunu mu bilmiyormuş, Yargıtay Başkanı?

Hayır.

Başkan'ın bilmediği daha birçok şey var.

Mesela, Başkanımız zannediyor ki, "Yargıtay kararları kesindir. Tekrar hiçbir şekilde bozulamaz. İtirazı mümkün değildir."

Oysa 2003 yılında yapılan kanunda, Başkan'ın bildiği eski kuralda bir değişiklik var.

Ceza Muhakemesi Kanunu ve Hukuk Usulü Muhakemesi Kanunu'nda yapılan değişiklikler, bunlar.

Her iki kanunda da, AİHM ihlal sonucuna varırsa, Yargıtay tarafından incelenip kesinleştirilen kararların, yeniden incelenmesini öngörüyor.

Sadece anlatımla yetinmeyelim. Maddeleri de aynen aktaralım. Ki, madde metnini anlamak için, öyle çok derin yorumlar yapmaya gerek olmadığını, siz de görmüş olasınız.

Ceza Muhakemesi Kanunu 311/f maddesini aktarıyorum: "Ceza hükmünün, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin veya eki protokollerin ihlâli suretiyle verildiğinin ve hükmün bu aykırılığa dayandığının, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kesinleşmiş kararıyla tespit edilmiş olması."

Ne olurmuş, bir ceza hükmünün yanlışlığının AİHM tarafından tesbiti halinde?

"Yargılama yenilenir"miş!

Sadece ceza davaları için değil bu kural..

Alacak verecek, kira, aile hukuku türünden ihtilaflar kapsamındaki davalar için de, benzer kural geçerli.

Bu da Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 445/11. maddesinde düzenlenmiş: "Hükmün, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin veya eki protokollerin ihlâli suretiyle verildiğinin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kesinleşmiş kararıyla tespit edilmiş olması."

Dikkat ederseniz, Yargıtay incelemesinden geçse bile, AİHM; Türkiye içinden verilmiş bir mahkeme kararı için AİHS'ye aykırılık tesbiti yaparsa, "yargılama yenilenmek zorunda" kalınıyor!

Bunun anlamı nedir?

Kararın bir anlamda itiraz üzerinde bozulması demektir.

Yargıtay Başkanı'mız bunu da bilmiyor olmalı ki, "Danıştay, Yargıtay yüksek yargıda son noktayı koyan mahkemeler. Bunun üzerine Anayasa Mahkemesi'ne yetki verilmesi süper temyiz yetkisi oluyor. Bildiğim kadarıyla AİHM'in bile böyle yetkisi yok" sözlerini sarf ediyor.

Aynı Yargıtay Başkanı'mız, bir yüksek yargı üyesinin, avukat arkadaşına "Onama mı istiyorsun, bozma mı?" sorusu ile ilgili olarak da, "Savcılığa yazdık, cevap gelmedi" geçiştirmesi yapıyor.

Sanki savcılık onlara bir cevap vermezse, tüm dünyanın izlediği bu skandal konuşma, yok sayılacak!

Bize ne, savcılığın size cevap verip vermediği veya ne cevap verdiğinden. Siz, bizim kulaklarımızla dinlediğimiz konuşmalar için ne yaptınız, onu açıklasanıza sayın Başkan!

İşte görüyorsunuz, konuşulması gereken gerçek gündem maddelerini gözlerden uzak tutmak için, suni gündemler oluşturuyorlar.

CHP'nin İstanbul İl Başkanlığı'na getirilen, halen sanık konumundaki kişi de, bu taktiğin son örneği!

Tek soru, bu il başkanının gerçek kimliğini ortaya serer: "Zafer Mutlu ile, hangi davada birlikte sanıksınız siz?"

Ali İhsan Karahasaoğlu - Yeni Akit
a.karahasanoglu@yeniakit.com.tr
http://www.haber7.com/haber/20110116/Yargitay-Baskani-kanunu-bilmezse.php
#791


Darbeyle geldi, halk ayaklanmasıyla gitti




CUMALİ ÖNAL - KAHİRE  

Arap dünyasında ilk kez bir rejim halk tarafından devrildi. Kuzey Afrika ülkesi Tunus'ta bir aydır devam eden kanlı gösteriler, Devlet Başkanı Zeynel Abidin bin Ali rejiminin sonunu getirdi.

23 yıldır iktidarda bulunan Bin Ali'nin, ülkesini terk ederek Fransa'ya kaçtığı ancak, Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin Bin Ali'nin Fransa'ya girmesine izin vermeyeceği ileri sürüldü. Başbakan Muhammed Gannuşi, geçici olarak yönetimi üstlendiğini duyurdu. Ordu ise havaalanında kontrolü sağlayarak, uluslararası bütün uçuşları durdurdu. Gelişmeler Arap dünyasında dikkatle takip ediliyor.

Günlerdir ülkenin dört bir yanında devam eden gösteriler hafta içinde başkent Tunus'a sıçramış, ilan edilen sokağa çıkma yasağına rağmen olaylar dinmemişti. Bunun üzerine Bin Ali, önce İçişleri Bakanı'nı görevden almış, daha sonra da 2014'te yeniden devlet başkanlığı için aday olmayacağını açıklamıştı. Dün olayların dinmemesi ve binlerce kişinin İçişleri Bakanlığı binası önünde toplanarak Bin Ali'nin gitmesi için gösteri yapması üzerine Devlet Başkanı bu kez, 6 ay içinde parlamento seçimlerinin yapılacağını duyurmuştu.

Gelişmenin benzer sorunlara sahip diğer Arap ülkelerinde endişeyle izlendiği belirtiliyor. Zaman'a yaptığı açıklamada Tunus'un durumunun diğer Arap ülkelerine göre çok farklı olduğunu belirten Ahram Politik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi'nden Beşir Abdulfettah, en önemli farkın Tunus'un eğitimli elit tabakası ve Avrupa'daki güçlü diasporası olduğunu öne sürüyor. Avrupa'nın Bin Ali'yi gözden çıkarmasının gösterilerin başarıya ulaşmasındaki en önemli sebep olduğunu da iddia eden Abdulfettah, gösterilerin devam ettiği ya da başlama eğilimi gösterdiği Ürdün ve Cezayir'in Tunus'un tersine katı bir güvenlik sistemi altında yönetildiğini belirtiyor. Mısır'ın ikinci büyük gazetesi Ahbar el Yom'un Arap İşler Masası Şefi Osama Aggag da dünyada ve Arap ülkelerinde büyük bir heyecan meydana getiren Tunus'taki devrimin benzerinin diğer bir Arap ülkesinde tekrarlanmasının şimdilik çok zor olduğunun savunuyor. Aggag'a göre pek çok Arap ülkesinde gösteri yapma kültürünün gelişmemesi rejimleri rahatlatan önemli bir noktayı oluşturuyor. Londra'da yayımlanan Şarkul Avsat gazetesindeki yazısında Abdurrahman el Reşit ise tüm Arap ülkelerinin gözlerini açarak Tunus'ta ne olup bittiğini çok yakından izlediğinin altını çiziyor.

Bin Ali'nin ülkeyi terk etmesinden sonra ülkede güvenlik güçlerinin sokaklarda kontrolü sağladığı belirtiliyor. Ancak pek çok şehirde yağmalama haberlerinin geldiği ifade ediliyor. 10,5 milyon nüfuslu ülkede 17 Aralık'tan beri devam eden olaylarda 60'dan fazla kişinin öldüğü kaydediliyor.

Türkiye uçak gönderiyor

Çeşitli ülkeler Tunus'ta yaşayan vatandaşları için güvenlik tedbirleri alırken Ankara'dan da bir açıklama geldi. Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi, Tunus'taki Türk vatandaşlarını Türkiye'ye getirmek için sabah saatlerinde THY'ye bağlı Boeing 777-300ER tipi bir uçağın bu ülkeye hareket edeceğini bildirdi. Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada da "Bölgesinde önemli bir konuma sahip olan dost ve kardeş Tunus'ta mevcut gerginliğin daha da tırmanmaması, ülkede bir an evvel asayiş ve huzurun yeniden tesis edilmesi içten temennimizdir." ifadelerine yer verildi.

Darbeyle geldi halk ayaklanmasıyla gitti

Hükümet karşıtı gösterilerle devrilen Tunus Devlet Başkanı Zeynel Abidin bin Ali 1987 yılında yönetimi ele geçirdi. Ömür boyu devlet başkanlığına getirilen Habib Bourguiba'yı 'yetersiz ve yaşlı' olduğu gerekçesiyle devirerek Tunus'un başına geçen 74 yaşındaki Bin Ali modernist ve seküler yönetim tarzıyla Batı'nın sempatisi ve desteğini kazandı. Eski içişleri bakanı Bin Ali darbeden sonra demokratik bir yönetim tarzı benimseyeceğine söz vermesine rağmen, demokrasi adına yapılan birkaç değişikliğin ardından reform sürecinin devamı gelmedi.

Wikileaks sitesinin yayınladığı gizli Amerikan diplomatik belgelerinde Tunus bir 'polis devleti' olarak tasvir edilmiş, Bin Ali ise 'halk ile iletişimini kesmiş bir lider' olarak tanımlanmıştı. Radikal İslami hareketlere karşı sert duruşu, Bin Ali'nin ABD'nin küresel terörle mücadelede müttefikleri arasında yer almasına yol açmıştı. Muhalefet partilerini yasaklayan devrik Tunus lideri 2009'da yapılan son seçimde kullanılan oyların yüzde 89'unu almıştı.

1956 yılında Fransa'dan bağımsızlığını ilan eden Tunus'u 23 yıl yönettikten sonra ülkeden kaçmak zorunda kalan Bin Ali, Arap dünyasında halk ayaklanmasıyla devrilen ilk lider oldu. Bu gelişmenin demokratik standartlardan uzak şekilde yönetilen Arap dünyasının diğer ülkelerinde nasıl bir etkiye neden olacağı merakla bekleniyor.

İşsiz mühendisin yediği tokat fitili ateşledi

Tunus Devlet Başkanı Zeynel Abidin bin Ali'nin ülkeyi terk etmesine yol açan halk isyanı, 26 yaşındaki bilgisayar mühendisi Muhammed Boazizi tarafından başlatıldı. İşsizliğe, hayat pahalılığı ve yüksek enflasyon eklenince çaresiz kalan genç, Sidi Bouzid kasabasında bir arabaya doldurduğu sebze meyveyi satarken 17 Aralık'ta zabıtalara yakalandı. Buazizi'nin arabasına ve mallarına el koyan zabıta, gence şiddetli bir tokat attı. Öfkeden deliye dönen Buazizi, bir bidon benzini üzerine boca ettikten sonra valiliğin önünde kendini yaktı, 4 Ocak'ta da kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti. Hastaneye kaldırılan gencin ziyaretçileri arasında Devlet Başkanı Bin Ali de vardı. Boaizizi'nin cenazesine katılanlar, "İntikamını alacağız. Bugün senin için ağlıyoruz, ölümüne sebep olanları da ağlatacağız." diye slogan attı. Tunus'taki isyanı Buazizi'nin üzerine benzin dökerek yakması başlattı. Facebook ve Twitter'da organize olan protestocular sosyal medyanın imkanlarıyla kısa sürede organize oldular. Polisin, sert müdahalesi isyan ateşine benzinle gitmekten başka bir işe yaramadı. İsyan ülkenin her yanında alevlenince Bin Ali ülkesini terk etmek zorunda kaldı.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1079193&title=darbeyle-geldi-halk-ayaklanmasiyla-gitti&haberSayfa=0



Tunus'ta yağma ve kargaşa devam ediyor

Tunus'ta devlet Başkanı Bin Ali'nin ülkeyi terk etmesi olayların yatışması için yeterli olmadı. Göstericiler Bin Ali'ye vekalet eden Başbakan Muhammed Gannuşi'nin de görevi bırakmasını istiyor. Sokaklardan yağma, cezaevlerinde isyan heberlerinin geldiği Tunus'taki Türk vatandaşları ise tahliye ediliyor.

Gerginlik isyana dönüştü

Tunus'ta Devlet Başkanı Zeynelabidin Ben Ali'nin ülkeyi terk etmesiyle oluşan yönetim boşluğu, hapishanelerde de isyana yol açtı. Monastır kentinde bir cezaevinde yangın çıktığı, ilk belirlemelere göre 42 kişinin öldüğü, mahkumların kaçtığı bildirildi.

AP ajansı, hapishaneden çok sayıda mahkumun kaçtığını belirtti.

Öte yandan Reuters ajansı da Mahdia kentinde bir hapishanede çıkan isyanda çok sayıda kişinin öldüğünü bildirdi.

Birbirine komşu olan Manastır ve Mahdia kentlerindeki hapishane isyanlarının aynı isyanlar mı yoksa ayrı isyanlar mı olduğu ise henüz net değil.

Tunus'ta yağma başladı

Tunus'ta Devlet Başkanı Zeynelabidin Ben Ali'nin halk ayaklanması sonucu ülkeyi terk etmesinin ardından yağmalama ve isyan hareketleri başladı. Başkent Tunus'ta çok sayıda dükkan dün geceden itibaren yağmalanırken, kentteki ana tren istasyonunun da tamamen ateşe verildiği bildirildi.

Ben Ali'nin 23 yıllık iktidarının ardından ülkeden kaçması, ülkedeki gerilimi dindirmeye yetmedi. Başkentin Ariana bölgesinde büyük süpermarketlerin bu sabah yağmalandığı belirtildi. Helikopterlerin devriye uçuşu gerçekleştirdiği kentin bazı yerlerinde de silah sesleri geldiği belirtiliyor.

Tunus televizyonu TV7, işçi kesiminin kaldığı bazı mahallelerden dün gece gelen telefonlarda bazı evlere bıçaklı kişilerce saldırılar düzenlendiğini kaydetti. Ardından Başbakan Mohammed Ghannouchi, aynı televizyona telefonla bağlanarak güvenlik güçlerine söz konusun mahallelere müdahale etme emri verdiklerini söyledi.

Başkentin en büyük tren istasyonun da tamamen kül olduğu bildirildi. Kent dışında yağmalanan bazı büyük marketlere ise bu sabah ordu nu müdahale ettiği ve yağmacıları uzaklaştırdığı kaydedildi.

Öte yandan Ben Ali'nin Cidde'de olduğu, Suudi Arabistan yönetimi tarafından da bu sabah doğrulandı. Türk Hava Yolları'nın (THY), Tunus'taki Türk vatandaşlarını getirmek için hazırladığı özel uçak, saat 13.25'te İstanbul'dan hareket etti. Boeing 777 tipi ''Anadolu'' adlı özel uçak, Tunus'un Enfidha Havaalanı'na inmek üzere 47 Tunuslu yolcu ve 13 mürettebatla birlikte İstanbul Atatürk Havalimanı'ndan havalandı.

Toplam 312 yolcu kapasiteli uçakta, TRT ve Anadolu Ajansı'ndan (AA) da birer muhabir yer aldı.

Öte yandan, THY'nin bu sabah saat 10.40'ta İstanbul Atatürk Havalimanı'ndan Tunus'un Enfidha Havaalanı'na yapılması planlanan TK 661 sayılı uçuşu iptal edildi.

Tunus'taki Türk vatandaşları dönüyor

Türkiye'nin Tunus Büyükelçisi Akın Algan, Tunus'taki olaylar nedeniyle ülkedeki Türk vatandaşlarının tahliyesiyle meşgul olduklarını söyledi. Büyükelçi Algan, "İhtilaldeki bir memlekette nasıl olunursa öyleyiz" dedi.

Tunus'un, Türkiye'nin dostu ve kardeş bir ülke olduğunu ifade eden Algan, ülkede yaşayan çok sayıda Türk kökenli insan bulunduğunu, nüfusu 10 buçuk milyon olan Tunus'ta konuştukları herkesin, "Ben Türk kökenliyim" dediğini anlattı.

Ülkede "Kendirci, Mendilci" gibi soyadlarına sıklıkla rastlandığını söyleyen Algan, ülke 1956'da bağımsızlığına kavuşmadan önce, Osmanlı İmparatorluğunun gönderdiği Tunus beylerinin Türk kökenli olduğuna işaret etti.

Görevden ayrılan Cumhurbaşkanı Zeynelabidin Bin Ali'nin her vesileyle Türk kökenli olduğunu söylemekten övünç duyduğunu kaydeden Algan, "Bizim için çok özel bir ülke. Burada fazla vatandaşımız yok. En büyük yatırımımız, 560 milyon dolarla TAV'ın. 1000 civarında da vatandaşımız var. Şimdi onların tahliyesiyle meşgulüz" diye konuştu.

Algan, Tunus'un gerek Akdeniz gerek Ortadoğu bölgesinde gerekse İslam coğrafyasında yüzde 100 okuma yazma oranıyla birçok şeyi başarmış bir ülke olduğunu söyledi.

Ülkede yüksek tahsiline devam eden öğrencilerin yüzde 57'sinin, doktor, eczacı ve öğretmenlerin yüzde 67'sinin kadın olduğu bilgisini veren Algan, Tunus'ta kadına saygı dolayısıyla saat 22.00'den sonra araba kullanan kadınları durdurup ruhsat ve ehliyet sorulmadığını kaydetti.

-ÜNİVERSİTE MEZUNLARI İŞSİZ-

Tunus'ta mevcut 500 bin işsizin 140 bininin üniversite mezunu olduğunu belirten Algan, hepsi Fransızca, İngilizce, hatta İtalyanca gibi yabancı dilleri bilen Tunusluların dünyaya açık insanlar olduğunu söyledi.

Tunus'un Avrupa'nın yanı başında, Roma'ya 55, Malta'ya 35 dakika uçuş mesafesinde bir ülke olduğuna işaret eden Algan, "Dünyaya açık bir toplumda antidemokratik bir yönetimi ne kadar sürdürebilirsiniz? Sürdüremezsiniz. İşte böyle oldu" diye konuştu.

Akın Algan, Tunus sokaklarında durumun iyi olmadığını belirterek, 3-5 kişinin bir araya gelip banka otomatlarını, süpermarketleri, mağazaları yağmaladığını, hiçbir şey yapamazlarsa camları kırdığını anlattı.

Haberlerin de teyit edilemediğini söyleyen Algan, şunları kaydetti:

"Ona göre bütün hapishaneler boşalmış, herkes kaçmış. Onun için mahalle sakinleri savunma birlikleri oluşturdular resmen. Sabaha kadar güruhlar halinde çarpışıyorlar. Büyükelçilik çalışanlarımız, Türk vatandaşlarının bir kısmı şu anda büyükelçiliğin bahçesinde, 100 km mesafedeki havaalanına gitmek için bekliyor.

Birkaç gün bu otorite boşluğu devam eder. Siyasi anlamda gerçekten demokratik ve saydam bir seçim yapılırsa ne netice vereceğini bilmiyorum. 23 senedir tek adam yönetimi vardı. Aslında 1956'dan beri, Habib Burgiba'dan beri tek adam yönetimi vardı. Siyasette muhalefet partileri var, ama bunlar da yönetimin kurdurduğu partiler."

Büyükelçi Algan, kendisinin ülkeyi terk edip etmeyeceği sorusunu, "Kaptan gemiyi terk etmez" diye yanıtladı.

Halkın tepkisi bu kez Gannuşi'ye

Tunus'ta Zeynel Abidin Bin Ali'nin Suudi Arabistan'a sığınması üzerine devlet başkanlığı yetkilerini geçici olarak üstlenen Başbakan Muhammed Gannuşi geçici bir birlik hükümeti kurmak için muhalefet temsilcileri ve hükümet kurumlarıyla görüşmeye başladı. Ancak bin Ali'yi deviren göstericilerin yanı sıra muhalefet de, devlet başkanıyla çok yakın ilişkileri bulunan Gannuşi'nin de görevi bırakmasını talep ediyor.

Bin Ali'nin ülkeyi terk etmesinden sonra da gösterilerini sürdüren halk, Gannuşi'nin de Tunus'u terk etmesini istiyor. Sendikalar ve sivil toplum kuruluşları bin Ali ile ilgili tüm isimler ülkeyi terk edene kadar gösterilerini sürdüreceklerini belirtiyor.

Halk, Gannuşi'nin durumu kontrol altına aldıktan sonra bin Ali dönemindeki gibi ülkeyi yönetmek isteyeceğini öne sürüyor.

Gannuşi, geçici olarak devlet başkanlığı yetkilerini üzerine aldıktan sonra yaptığı açıklamada, ordunun tüm hassas noktalarda kontrolü ele geçirdiğini, yağma yapanların tutuklanacağını belirtti. Gannuşi, bin Ali'nin yakınlarının da gerekirse tutuklanacaklarını duyurdu.

Bin Ali için geri dönüş yolu kapandı

Kuruluşundan beri Tunus'un ikinci devlet başkanı olan Zeynelabidin Bin Ali'ye iktidar yolu tamamen kapandı.

Tunus'un resmi ajansı TAP tarafından yapılan açıklamada, Anayasa Konseyinin bugün aldığı kararla Bin Ali'nin iktidardan nihai olarak uzaklaştırılmasına karar verildiği ve devlet başkanlığı makamının boş olduğu belirtildi.

Anayasa gereği devlet başkanlığı seçimlerinin 60 gün içinde yapılması gerekiyor.

Tunus'un kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı Habib Burgiba'nın radikal dincileri sindirdiği için içişleri bakanıyken başbakan olarak atadığı Zeynelabidin Bin Ali, halk baskısıyla ülkesinden kaçan ilk ve tek Arap devlet adamı olarak tarihe geçti.

Paris'teki Siyasi Çalışmalar Enstitüsü'nden Zeki Laidi, Burgiba'yı ilerleyen yaşından dolayı ülkeyi etkin biçimde yönetemediği gerekçesiyle Kasım 1987'de deviren ve 23 yıldır aralıksız iktidarda kalan Bin Ali'nin bu biçimde ülkeden ayrılmasının rejimlerin demokratik olmayan biçimde uzun olduğu bir bölgede büyük bir olay olduğunu söylüyor.

İktidara geldiğinde Burgiba'nın Batı yanlısı politikasında kritik bir değişime gitmeyen, ekonomide köklü reformlara imza atan Bin Ali, siyasi muhaliflere sert tutumu ve basın haklarına yeterince saygı göstermediği için uluslararası toplum tarafından giderek daha çok eleştiri oklarına hedef oluyordu.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1079304&title=turkler-tahliye-ediliyor-tunusta-yagmalar-suruyor&haberSayfa=0



Tunusluların 'Yasemin Devrimi'

Tunus'ta yaklaşık 1 ay önce patlak veren, onlarca kişinin ölümüne yol açan olaylar Cumhurbaşkanı Zeynelabidin Bin Ali'nin kaçışıyla, sokaktaki Tunuslu tarafından ''Yasemin Devrimi'' olarak adlandırıldı.

Tunus'ta yaklaşık 1 ay önce hayat pahalılığı ve işsizlik protestolarıyla patlak veren, onlarca kişinin ölümüne yol açan ve kanlı şekilde bastırılan olaylar yüzünden 23 yıldır iktidarda olan Cumhurbaşkanı Zeynelabidin Bin Ali'nin kaçışıyla sonuçlanan gelişmeler, sokaktaki Tunuslu tarafından ''Yasemin Devrimi'' olarak adlandırıldı.

Siyasi çevrelerce ''namuslu bir siyaset adamı'' olarak ün salmış Başbakan Muhammed Gannuşi, Bin Ali'nin kaçışından sonraki açıklamasında, ülkedeki siyasi partilerin temsilcileriyle bugünden itibaren istişarelere başlayacağını belirtirken, Demokratik Emek ve Özgürlükler Forumu (FDTL) partisi lideri Mustafa Bin Cafer, sokağın baskısıyla ülkesinden kaçan Bin Ali'nin geri dönmeyeceğine inandığını bildirdi.

''Bin Ali geri dönmeyecek, nihai olarak gittiğine eminim'' diyen ve bunun da ülkenin kan gölüne dönmemesi ve halkın isteklerinin yerine gelmesi için bir gereklilik olduğunu söyleyen Bin Cafer, Gannuşi'den ilan edilen değişiklikleri geciktirmemesini beklediğini de belirtti ve ulusal birlik hükümetinin kurulmasıyla sonuçlanacak biçimde krizden çıkış yolu olarak bir ulusal komite kurulmasını önerdiklerini anlattı.

İlerici Demokratik Parti (PDP) lideri Necip Şebbi de benzer görüşleri savunduğu açıklamasında, Gannuşi'nin içinde bütün siyasi bileşenlerin temsil edildiği bir hükümet kurmak için gayret göstermesi gerektiğini belirterek, bu hükümetin de demokratik ve özgür cumhurbaşkanlığı ve genel seçimleri hazırlaması gerektiğini, seçim döneminin de uluslararası gözlemciler tarafından izlenmesini istediğini söyledi.

Radikal dinci hareket Ennahda'nın sürgündeki lideri Raşid Gannuşi ise ''Bizim rolümüz, hukuk devletinin inşası için sivil toplum ve siyasi hareketlerle birlikte çalışmak olacaktır'' açıklamasında bulundu.

Bir diğer muhalif lider Hamma Hammami ise, ortada anayasal bir ihlal bulunduğunu belirttiği açıklamasında, Bin Ali'nin vekil tayin etme yetkisinin bulunmadığını kaydetti.

İnternetteki sosyal paylaşım sitesi Facebook'ta da birçok Tunuslu, Hammami gibi düşünüyor ve Gannuşi'nin vekil tayin edilmesinde ''yeni bir diktatörlük projesi'' sezinlediklerini belirtiyor.

Öte yandan, başkent Tunus'un kuzey çıkışında bir hipermarketin yağmalandığını haberleri alınıyor.

AFP foto muhabiri, dün ateşe verilen hipermarketin güvenlik güçlerinin yokluğunda yağmalandığını, kimi mağazaların camlarının kırıldığını, bir çevre yolunda boş market arabalarının sağa sola savrulmuş olduğunu aktardı.

SOKAĞA ÇIKMA YASAĞININ SONA ERMESİ, YAŞANANLARI GÖZLER ÖNÜNE SERDİ

Yıllardır yönetimde olan Devlet Başkanı Zeynelabidin Bin Ali'yi ülkeyi terk etmek zorunda bırakan protesto gösterilerine sahne olan Tunus'ta, sokağa çıkma yasağının kalkmasının ardından yaşanan gözler önüne serildi.

Başkent Tunus'ta garın tamamen yandığı, başkent dışında büyük bir mağaza zincirinin binasının hasara uğradığı ve yağmalandığı görülürken, Associated Press muhabiri, ordunun yağmayı durdurmaya çalıştığını söyledi.

Tunus resmi TAP haber ajansı ise dün olağanüstü hal ilan edilmesinin ardından kapatılan Tunus hava sahasının açıldığını ve tüm havaalanlarının uçuşlara açık olduğunu duyurdu.

BİN ALİ'YE NİHAİ OLARAK İKTİDAR YOLU KAPANDI

Kuruluşundan beri Tunus'un ikinci devlet başkanı olan Zeynelabidin Bin Ali'ye iktidar yolu tamamen kapandı.

Tunus'un resmi ajansı TAP tarafından yapılan açıklamada, Anayasa Konseyinin bugün aldığı kararla Bin Ali'nin iktidardan nihai olarak uzaklaştırılmasına karar verildiği ve devlet başkanlığı makamının boş olduğu belirtildi.

Anayasa gereği devlet başkanlığı seçimlerinin 60 gün içinde yapılması gerekiyor.

Tunus'un kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı Habib Burgiba'nın radikal dincileri sindirdiği için içişleri bakanıyken başbakan olarak atadığı Zeynelabidin Bin Ali, halk baskısıyla ülkesinden kaçan ilk ve tek Arap devlet adamı olarak tarihe geçti.

Paris'teki Siyasi Çalışmalar Enstitüsü'nden Zeki Laidi, Burgiba'yı ilerleyen yaşından dolayı ülkeyi etkin biçimde yönetemediği gerekçesiyle Kasım 1987'de deviren ve 23 yıldır aralıksız iktidarda kalan Bin Ali'nin bu biçimde ülkeden ayrılmasının rejimlerin demokratik olmayan biçimde uzun olduğu bir bölgede büyük bir olay olduğunu söylüyor.

İktidara geldiğinde Burgiba'nın Batı yanlısı politikasında kritik bir değişime gitmeyen, ekonomide köklü reformlara imza atan Bin Ali, siyasi muhaliflere sert tutumu ve basın haklarına yeterince saygı göstermediği için uluslararası toplum tarafından giderek daha çok eleştiri oklarına hedef oluyordu.

AA
http://www.haber7.com/haber/20110115/Tunuslularin-Yasemin-Devrimi-GALERI.php
#792
ALİ DEMİREL - ZAMAN GAZETESİ

Cemaatle kılınan bir namaza sonradan yetişen bir insanın kaç rekat daha kılması gerekiyor? İmamdan sonra kılınan rekatlarda Sübhaneke, Fatiha ve zammı sure okunacak mı? Namaza nerede yetişilirse o rekat kılınmış sayılır? Dördüncü rekatın rükusundan sonra namaza yetişilirse cemaat sevabı alınır mı?

Namaz, insanın ruh ve kalbiyle yıkanması, Allah'ın huzuruna kabul edilmeye hazır hale gelmesi demektir. Bu yönüyle o, insanın manen inşiraha kavuşmasını temin eden müstesna ve hususi bir ibadettir. Onun sayesinde kul, hem kalbî huzura kavuşur hem de Yaratan'ının rızasını kazanmış olur.

Namaz, insan hayatında günde beş defa bu inşirahı temin eder. Onda huzur bulamayan bir insan, hiçbir yerde huzur bulamaz. Günde kılınan beş vakit namaz, kalbi hayatında yükselmek isteyen gönüller için, günde beş defa mirac yapmak ve Allah'a ulaşmak için merdiven vazifesi görür. Bize düşen görev Rabb'imize yaklaşma noktasında bir merdiven vazifesi gören namazı hakkıyla kılmayı öğrenmek ve onu eda etmektir.

Öteden beri cemaatle namaz kılarken cemaate sonradan yetişen kişinin namazı nasıl tamamlayacağı hususu hep kafaları karıştırır. Aslında mesele hiç de zor değildir. Öncelikle birkaç prensibi net olarak kavramak gerekir:

1) Cemaat namazına, imam ilk rekatın rükûsundan doğrulmadan önce yetişen kimseye müdrik (cemaate yetişen) denir. Müdrik, imama namazın başından sonuna uymuş olduğundan, bütün namazı imamla birlikte kılar.

2) Cemaatle namaza sonradan yetişmede, herhangi bir rekat için rükû yapılıp yapılmaması esas alınır.

3) İmam, rükûdan kalkmadan önce yetişerek, en az bir defa subhâne rabbiyel azim deme süresinde imamla birlikte rükû yapan kimse o rekata yetişmiş olur. Dolayısıyla bu rekatla ilgili herhangi bir işlemi kaza etmesi gerekmez. Mesela, imama ilk rekatın rükûsunda yetişen kimse, namaza daha başında yetişmiş demektir.

4) İmam rükûdan kalktıktan sonra cemaata yetişen kimse, o rekatı bütünüyle kaçırmış olur, secdeleri imamla birlikte yapar, sonraki rekata kalkar. İmamla birlikte üç rekat kıldıktan sonra kaçırdığı bir rekatı imam selam verdikten sonra tamamlar.

5) Namaza imamla beraber başlayamayan, yani imama sonradan uyan kimseye mesbuk denir. Mesbuk, kılamadığı rekat veya rekatları, kural olarak (tıpkı matematikteki boş kümeler gibi) boş geçmiş kabul ederek, imamın sağ tarafına/ilk selâmından sonra, kendisi selâm vermeyip 'Allahu ekber' diyerek kalkar.

6) İmama sonradan uyan kimsenin kaçırmış olduğu rekatlar ilk rekatlar olduğu için, imamdan sonra kılınacak olan rekatlar namazın ilk rekatları olur. Bu nedenle, tek başına namaz kılarken ilk rekatta neler okunuyorsa, imam selam verdikten sonra kılınacak rekatlarda da ona göre okuma yapılmalıdır. Bundan kastedilen şey şudur: İmam selam verdikten sonra kılınan ilk rekat, namazın ilk rekatının kazası olduğuna göre, bu rekatta Sübhaneke duası okunur, ardından euzü besmele çekilerek Fatiha ve zammı sure okunur. İmam selamından sonra (varsa) kılınacak ikinci rekatta da zammı sure okunmalıdır. Çünkü bu da namazın ikinci rekatı yerine geçmektedir.

Sabah namazının ikinci rekatına yetiştim

Sabah namazının ikinci rekatında imama uyan kimse, tekbir alıp susar. Son oturuşta et-Tehiyyâtü'yü okur, imam selâm verince ayağa kalkar ve imamla birlikte kılmadığı ilk rekatı kılmaya başlar. Sübhaneke'den, eûzü besmeleden sonra Fâtiha ile bir miktar daha Kur'an okur, rükû ve secdelerden sonra oturup Tahiyyât ile Allahümme salli-barik ve Rabbenâ âtinâ dualarını okuyarak selam verir.

Öğle namazının son rekatında cemaate uydum

Kişi, dört rekatlı namazlardan birinin dördüncü rekatında imama uysa, (ayakta ya da rükuya yetişerek imama uysa) imam ile teşehhüde oturduktan sonra kalkar, Sübhaneke, eûzü Besmele, Fatiha ve bir miktar Kur'an okur. Rükû ve secdelerden sonra oturur. Yalnız Tahiyyat'ı okur. Ondan sonra kalkar. Besmele ile Fatiha'yı ve bir miktar daha Kur'an ayetlerini okur. Sonra rükû ve secdelere varır, oturmaksızın kalkar. Yalnız besmele ve Fatiha ile bir rekat daha kılarak son oturuşu yapar. Tahiyyat'ı, Allahümme salli-barik ve Rabbenâ âtinâ dualarını okuyup selam vererek namazını tamamlar.

Akşam namazının son rekatında imama yetiştim

Akşam namazının son rekatını imamla birlikte kılan kimse, imam selam verdikten sonra ayağa kalkar. Sübhaneke, eüzü Besmele, Fatiha ve bir miktar daha Kur'an-ı Kerim okur. Rükû ve secdelerden sonra oturur ve yalnız Tahiyyat'ı okur. Sonra "Allahü ekber" diyerek ayağa kalkar, yalnız Besmele ile Fatiha ve bir miktar daha Kur'an-ı Kerîm okuyarak rükû ve secdeleri yapar. Sonra son oturuş yaparak selâm ile namazdan çıkar.

İkindi namazının ikinci rekatından itibaren cemaate dahil oldum

Kişi, dört rekatlı namazların ikinci rekatında imama uyacak olsa, üç rekatı imamla kılmış olur. Teşehhüdden sonra imam selam verince ayağa kalkar. Sübhaneke'yi, eûzü Besmele'yi, Fatiha'yı ve okuyacağı ayetleri okur. Rükû ve secdelere varıp son oturuşu yapar. Selam verip namazını tamamlar.

YATSI NAMAZININ ÜÇÜNCÜ REKATINDA İMAMA YETİŞTİM

Kişi, dört rekâtlı namazların üçüncü rekâtından başlayarak imama uysa, imamla beraber son oturuşta yalnız Tahiyyat'ı okur. İmam selâm verdikten sonra kalkar, Sübhaneke, eûzü besmele, Fatiha ve bir miktar daha Kur'an okur. Rükû ve secdelere varır, sonra kalkar yalnız besmele ile Fatiha'yı okur. Biraz daha Kur'an-ı Kerîm okur. Yine rükû ve secdelere gider. Teşehhüde oturur. Tahiyyat'ı, Allahümme salli-barik ve Rabbenâ âtinâ dualarını okuyarak selâmla namazını tamamlar.

ilk rekatın rükusunu yapmışlardı, 2. rekata kalkmalarını beklemeli miyim?

Kişinin, rükûyu kaçırdıktan sonra cemaatin diğer rekata kalkmasını beklemesine gerek yoktur. Hemen imama uyup secdeye gidebilir. Her ne kadar o rekatı kılmamış olsa da namaza bir an önce başlamak güzel bir davranış olur.

Cemaate, imam dördüncü rekatın rükusunu tamamladıktan sonra yetiştim...

Cemaatle kılınmakta olan herhangi bir namazın son rekatına, imam rükudan kalktıktan sonra katılan bir kimse, imamla beraber hiç rekat kılmamış sayılır. Bu durumda imam selam verdikten sonra (selam verilmeden) kalkılıp, bütün rekatlar kılınır (tek başına, namaza yeni başlamış gibi). Kişi buna rağmen, cemaatle namaz kılmış gibi sevap alır.

Şafii fıkhına uyan kimseler, aşağıdaki farklılıklara dikkat etmeliler:

Mesbuk kimse şudur:

Herhangi bir rekata, o rekata Fatiha sığacak kadar bir zaman içinde yetişemeyen kimsedir. İmam rükudan sonraki bir yerdeyse, mesbuk iftitah tekbiri getirdikten sonra, Fatiha okumasına gerek kalmaksızın imama uyar. O rekatı sonra yeniden kılar. Ama imam rükuda veya rükudan önceki bir pozisyondaysa aşağıdaki hususlara göre hareket eder:

İmama yetişemeyeceği korkusu olan kimse, sünnetleri yerine getirmeksizin, iftitah tekbiri getirip hemen Fatiha'yı okumaya başlamalıdır. Buna rağmen, kişinin Fatiha'sı bitmeden imam rükuya giderse, Fatiha'nın kalan kısmı okunmadan rükuya gidilir ve imama yetişilir. Bu durumda o rekat kılınmış sayılır. İmam rükuya gittiği halde Fatiha'yı tamamlamakta ısrar ederse bakılır: İmam rükudan kalkmadan önce Fatiha'sını tamamlayıp rükuya yetişirse, o rekat kılınmış sayılır. Eğer kişi rükuya gitmeden imam rükudan kalkarsa, o rekat kaçırılmış sayılır; ancak namaz batıl olmaz (imamdan bir rükun geri kalma durumu). Eğer imam secdeye gitmek için eğilmeye başladığı halde o kişi hâlâ ayakta ise (imamdan iki rükun geri kaldığı için) namazı batıl olur; çünkü bunu geçerli bir özür olmadan yapmıştır.

İmama uyan kişi rükusunda eğer Fatiha'yı terk ettiğini bilir yahut bundan şüphelenirse, bir daha geri dönmez, imam selam verdikten sonra bir rekat daha kılar. Çünkü kıldığı rekat sayılmamış olur.

İmama uyan kişi Fatiha'yı terk ettiğini bilse, yahut bundan şüphelenirse, bu esnada imam da rükuya varsa, kendisi ise henüz rükuya varmamışsa, Fatiha'yı okuması vacip olur. Böyle bir kimse özrü sebebiyle imamdan geri kalmış sayılacağından, Fatiha'sını tamamlar ve kendi namazının sırasına göre imamın arkasından devam eder. Kıldığı rekat da sayılır. Ancak imamdan üç veya daha fazla rükun geri kalmamak şartıyla. Aksi halde, Fatiha suresini bitiren kimse hemen imamın bulunduğu harekete geçer (diğer hareketleri atlar) ve kıldığı rekat da sayılmaz, imam selam verdikten sonra o rekatı yeniden kılar.

İmam ile beraber kılınan rekatlar namazın ilk rekatları yerine geçer. İmam selamından sonra kılınan namazlarsa sonraki rekatlar yerine geçer. Bu nedenle, tek başına kılınan ilk rekatte istiftah duası okunmasına gerek yoktur. Çünkü bu namazın ilk rekatı yerine geçen bir rekat değildir. Ancak buna rağmen, şuna dikkat etmek gerekir: İlk bir ya da iki rekatı kaçıran kimsenin, imam selam verdikten sonra kılacağı rekatlarda zammı sure okuması sünnettir. Böylece zammı sure sayısının normalde olduğu gibi ikiye tamamlanması uygundur.

Sabah namazının ilk rekatında cemaate yetişemeyen bir kimse, cemaatle beraber ikinci rekatta kunut duası (sabah namazının ikinci rekatında, rükudan kalktıktan sonra okunan dua) okuyacaktır. O kimse imam selam verdikten sonra kılacağı diğer rekatte de kunut duasını okumalıdır. Çünkü aslolan kişinin kendi ikinci rekatında, rükudan sonra kunut duasını okumasıdır. Bu durumda, iki tane kunut duası okunması sorun olmaz. Tıpkı üç oturuş yapılabilme durumu gibi.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1077065&title=imama-sonradan-uyan-kimse-namazini-nasil-tamamlamali&haberSayfa=0
#793
"Muhteşem Yüzyıl" dizisinin yeniden yükselen ya da siyasi bir söylem olarak geliştirilen bence hiç de masum olmayan "Osmanlı dalgası"yla ne tür bir ilişkisi olabilir? Bu kadar yoğun tartışmanın ticari getirisi, senaryonun tarihi gerçeklerle ne kadar uyumlu olduğu ile ilgili değerlendirmeleri bir kenara bırakalım ve ilginç bir detaya odaklanalım.

Şamil Tayyar'ın, "Neo Osmanlı'ya karşı Porno Osmanlı'mı" başlıklı yazısındaki; "Türk dizilerinin sadece ülkemizde değil Arap coğrafyasında da yaygın olarak izlendiğini hesaba katarak, şu soruya cevap aramak çok mu uçuk olur: Batılıların sıkça dillerine doladıkları Neo-Osmanlı iddiası, Porno-Osmanlı efsanesiyle çökertilmek mi isteniyor?" sorusu belki bazılarımıza "ne alaka" dedirtebilir. Ama bu sorunun cevabını, Türkiye, eksen kayması ve yeni Osmanlıcılık söylemi ile birlikte tartışmaya gerçekten çok ihtiyaç var.

Aynı şekilde, Steven Spielberg'ün çekeceği iddia edilen "Fatih" filmini de, aynı gerekçeyle, burada şimdiden sorgulamaya alabiliriz. Yükselen Osmanlı siyasi söylemiyle bu çalışmalar arasında bir bağlantı olabilir mi? Soru bu... Öyleyse tartışmayı, "Osmanlı efsanesinin çökertilmesi"nin de ötesine taşımakta yarar var.

Son yirmi yıldır, efsanelerin, mitolojinin, dinlerin, insanlığa yeni bir inanç sistemi sunma gayretlerinin sinema dünyasına nasıl yansıdığını, sadece bu dönemde çekilen filmleri alt alta yazarak bile, görmemiz mümkün. Öyleyse, Muhteşem Yüzyıl veya Fatih filmi ile ilgili böyle bir ihtimali tartışmak anlamsız olmayabilir.

Mesela; Türkiye'nin Ortadoğu'da derinlemesine inşa ettiği ortaklıklar böyle bir korku yeniden gündeme getirilerek boşa çıkarılabilir mi? Ya da Balkanlar'da düşmanları bile aynı masada toplayan yaklaşım, Fatih filmiyle "Osmanlı korkusu" işlenerek sabote edilebilir mi?

"Osmanlı korkusu, Osmanlı tuzağı" başlığı altında 23 Aralık'ta bu konuyu tartışmıştık aslında. Osmanlı meselesinin; Türkiye'nin yoğun enerji harcadığı, tahminlerden çok daha fazla yol aldığı, şaşırtıcı bir şekilde dikkatleri üzerine çektiği, bölgesel çekim alanı oluşturma ve bölge ülkeleriyle güç birliğine gitme arayışını sabote edebilecek bir tuzağa dönüşebileceğinden endişe ediyorduk çünkü. Eğer endişelerimizde haklı çıkarsak önümüzdeki dönemde bu yönde oldukça ilginç örneklerle karşılaşacağız..

Geçmişe dönmeye, geçmişin heyecanıyla bugüne bakmaya, ortaklıklar inşa edilen toplumlara/ülkeleri böyle algılamaya ihtiyacımız yok ama neden Osmanlı vurgusu bu kadar öne çıkarılıyor? Türkiye'yi merkeze alan, "bu ülke ne yapmak istiyor" sorularına verilen cevaplarda neden hep "yeni Osmanlı" vurgusu var?

Bize göre yeni Osmanlıcılık söylemi, dışarıda Türkiye'yi durdurma, sınırlama, yeniden içeri yönlendirme, bölgede Türkiye karşıtı bir reaksiyon oluşturma, korkuları besleme amacına yöneliktir. Çünkü; böyle bir algı, siyasi dil veya karşıtlık oluşturma yönünde çok ciddi bir kampanya yürütülüyor ve bunu günü gününe izliyoruz.

Türkiye, hiçbir zaman bu tür girişimlerini Osmanlı söylemi ile öne çıkarmadı ve bu söylemi de kullanmadı. Eksen kayması tartışmalarından daha önce Yeni Osmanlı yükselişi, Türkiye'yi dışarıdan izleyenler tarafından kullanıldı. Zamanla içeride de bu söylem taraftar buldu.

Mesela 1 Ocak'ta Avrupa Birliği dönem başkanı olan Macaristan Dışişleri Bakanı Janos Martonyi; "Ya AB dışında yeni bir Osmanlı İmparatorluğu kurulacak ve AB'nin rekabetçisi olacak ya da Türkiye AB üyesi olup güçler birleşecek..." diyordu. Bu cümle bile, Türkiye'nin üyeliği konusunda AB merkezlerinde varolan korkuya işaret ediyor.

Türkiye'ye karşı, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Kıbrıs Rum Kesimi gibi ülkelerle askeri ittifaklar kuran, Türkiye'yi çevreleme harekatına girişen, Pakistan'dan Balkanlar'a ve Ortadoğu derinliğine 21. yüzyıla dönük hesaplar yapan Türkiye'ye karşı müthiş bir jeopolitik güç mücadelesi başlatan İsrail, gittiği başkentlerde hangi konuyu işliyor biliyor musunuz? Osmanlı korkusu!

Balkan ülkeleriyle askeri işbirliği anlaşmaları yaparken, bu başkentlere giden İsrail heyeti "Türkiye yeniden güçlenecek ve sizi baskı altına alacak.. Yeni bir Osmanlı dönemi başlıyor" korkusunu açıktan dile getiriyor. Osmanlı ve Türk tehlikesine karşı ittifaklar öneriyor.

"Yeni Osmanlı" söylemini onlar kullandı, moda etti. "Eksen kayması"nı ilk kez onlar kullandı. Bu iki kampanyayı onlar yönetiyor. Bugün için Türkiye'ye karşı en etkin algı bu iki konu üzerinden oluşturuluyor. Türk tehlikesi ile Arap dünyasındaki Osmanlı korkusu canlandırılıyor ve reaksiyon oluşturuluyor. Balkan ülkelerinde korkuya ve önyargıya yatırım yapılıyor. Bunlar anlamsız gelişmeler değil.

Yarın, Spielberg'ün Fatih filmi Balkan ülkelerinde etkili olacak dört yüz yıllık bir korku senaryosuna dönüşürse hiç şaşırmayalım...

Bütün bu ihtimaller; içeride Osmanlı'yı itibarsızlaştırırken dışarıda Osmanlı korkusu ile Türkiye'yi yalnızlaştırmaya, çevresini Türkiye'ye karşı teyakkuza geçirmeye yönelik bir siyasal duruş değil mi?

Neo Osmanlıcılık ya da Yeni Osmanlı tartışmalarının, içeride bir heyecan karşılığı elbette var. Bu gayet normal ve her millette olan masum bir duygu. Hatırlayalım; "Büyük Ortadoğu Projesi" de bu ülkenin bazı aydınları tarafından "yeni Osmanlı Projesi" olarak sunulmuştu. Oysa bir güvenlik projesi, askeri bir projeydi. Ayrıca o dönemde, ABD misyonları harıl harıl Osmanlı misyonu "dersleri" veriyordu. Şükür durum erkenden anlaşıldı da proje çöktü.

Şundan eminim; Osmanlı tartışması ile "ulusal gurur" üzerinden Türkiye'yi fena vuracaklar... Bekleyin, bakın neler göreceğiz daha...

ikaragul@yenisafak.com.tr
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=11.01.2011&y=IbrahimKaragul
#794
AK Parti Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ, tartışmaya neden olan tahliyelerle ilgili Yargıtay'ın kendilerine verilen 6 yıllık süreyi iyi kullanmadığını belirterek, "İlla şikayetçilerin Mehmet Haberal mı olması lazım 6 ayda dosyanın bitmesi için?" dedi.

Bozdağ, partisinin Akçaabat İlçe Başkanlığı'nca Kültürpark'ta düzenlenen "AK Partili Yıllar" konulu toplantıda yaptığı konuşmada, tartışmaya neden olan tahliyelerle ilgili Yargıtay'a ağır eleştirilerde bulundu.

Seçimin yaklaştığını bundan sonra partilerine yönelik iftiraların hız kazanacağını vurgulayan Bozdağ, tahliyelerle ilgili kendilerine yönelik eleştirilerin de bu iftiralardan birisi olduğunu savundu.

Tahliyeler konusunda birilerinin AK Parti'yi yıpratmak için bağırdığını ifade eden Bozdağ, "Katilleri serbest bıraktılar, tecavüzcüleri serbest bıraktılar, teröristleri serbest bıraktılar, diye bağırmaya başladılar. AK Parti serbest bırakmış gibi iftiralarla ortalığı karartıyorlar. Niçin; çünkü bu millet katillerin, tecavüzcülerin, teröristlerin serbest bırakılmasından hoşlanmaz. 'Biz bu işi AK Parti'ye yıkarsak, faturayı da Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarına kesersek, milletin muhabbetini kesmiş oluruz, oyları başka taraflara aktarabiliriz'. Bütün kadro koro halinde bunu seslendiriyor. Bu büyük bir çarpıtmadır." dedi.

"BU DOSYALARI 6 YILDA NİYE TEMİZLEMEDİNİZ?"

Tutuklamalarla ile ilgili Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) ve 102. maddesinin 2004 yılında TBMM'den geçtiğine ve kanunlaştığına işaret eden Bozdağ, şöyle konuştu:

"Eskiden tutuklama sınırsızdı, şimdi bir sınır koyduk. Tutuklama sınırsız olunca mahkemeler, Yargıtay gevşek davranabilirdi. Sınırı kaldırınca da geçiş için süreye ihtiyaçları vardı. Kanun 1 Haziran 2005'te yürürlüğü girdi. Biz dedik ki, '1 Nisan 2008'e kadar size süre veriyoruz'. Bu, Yargıtay'a, mahkemelere 'o zaman kadar elinizdeki dosyaları temizleyin' talimatıdır. 2008 yılı geldi dosyalar bitmedi. Bu sefer 31 Aralık 2010'a kadar süreyi bir kez daha uzattık. Elinizdeki dosyalara temizleyin dedik. Bu süre toplam 6 yıl yaptı.

Yargıtay Başkanı bin 200 civarında dosya, Adalet Bakanı açıklıyor bin 300 civarında dosya. Allah aşkına tahliyesi 31 Aralık 2010'da olacağı belli olan dosyalara elinden çıkar diye 6 senedir kanun çıkmış, size bunları temizleyin diye mühlet vermiş yasama organı... Neyi temizlemediniz? Elinizi tutan mı vardı?" diye sordu.

Yargıtay'da dosyaların geliş tarihine kadar öne alınmasına itirazının olmayacağını ifade eden Bozdağ, "Bu dosya geç geldi, sıra gelmedi derim. Öyle bir şey var mı; yok. Tahliyelere bakın biri 1996'da tutuklanmış, bir diğeri yine 1996'da, bir diğeri 1998'de, bir başkası 2000'de. Allah aşkına siz bir vatandaşınızı suç işlediği isnadıyla 1996 yılında tutukluyorsunuz, yargılıyorsunuz, 15 yıl olmuş. Mahkemeleriniz, sen suçlusun, ya da suçsuzsun diyemiyor. Ama kodeste yatacaksın diyor. Böyle bir hukuk devleti olabilir mi? Onun için biz dedik ki, 'dosyaları temizleyin' ama temizlemediler." ifadelerini kullandı.

"Yargıtay üyeleri isterlerse bu dosyaları derhal gündeme alıp sonuçlandırabilirler." diyen Bozdağ, buna ne Anayasa'da ne yasada engel olduğunun altını çizdi.

"İLLA MEHMET HABERAL MI OLMAK GEREKİYOR"

Yargıtay'da işlerin nasıl işlediğini kendilerinin de milletin de bildiğini anlatan Bozdağ, yüksek mahkemenin istediğinde "nasıl hızlı işlediğine" dair şu örnekleri verdi:

"İlhan Cihaner Erzincan Cumhuriyet Başsavcısıydı. Erzurum'da devam eden bir soruşturma nedeniyle tutuklanmıştı. Yargıtay devreye girdi, fotokopi üzerinden hem de bir araya geldiler, dosyanın aslı gelmeden alelacele duruşma günün talin edip karar verdiler.

Ben Sayın Yargıtay Başkanı'na soruyorum; neden Cihaner dosyasını 16 yıl bekletmediniz de öbürlerinin dosyası o kadar bekledi? Onu niye hemen aldınız öne? Bir başka örnek; Silivri'de yargılananlar var. Onları yargılayan hakimlerle ilgili Mehmet Haberal tazminat davası açtı. Ve dava Yargıtay'da alelacele görüşüldü, karar bağlandı. 6 ay bile sürmedi. Ee biz size 6 sene süre verdik bitirin diye bitirmediniz. İlla şikayetçilerin Mehmet Haberal mı olması lazım 6 ayda dosyanın bitmesi için?"

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da geçmişte milletvekilliğinin yetkisi olmamasına rağmen dosyanın kurye ile Ankara'ya getirilip aynı gün karara bağlandığını ve Erdoğan'ın milletvekili adaylığının engellendiğini hatırlatan Bozdağ, "Peki, Yargıtay bu kadar iş yükü altında çalışamıyor da Tayyip Erdoğan'ın milletvekili olmasını engellemek isteyen bir takım şikayetler söz konusu, kurye ile dosya nasıl Ankara'ya geliyor, nasıl alelacele kesinleştiriliyor? Bu ne biçim hız, bu ne biçim sürat? Siz böyle bir sürat gördünüz mü? İstediği zaman Yargıtay demek ki pekala çok süratli işleyebiliyor." şeklinde konuştu.

Hizbullah ile ilgili dosyanın Yargıtay'a geldikten sonra ne kadar beklediğinin de belli olmadığını kaydeden Bozdağ, tahliyelerin belli olduğu halde neden 2011'e duruşma tarihi verildiğine dikkatleri çekti.

Bozdağ, şöyle devam etti: "İlgili daireye ekim ayında geliyor, daire duruşma tarihi 2011'e veriyor. Ekim ayında gelen dosyaya kasıma, aralıka duruşma veremez mi; verebilir. Ben buradan soruyorum; neden tahliyelerinin göründüğü belli olduğu halde bu dosyalar 6 yıldır temizlenmedi? Neden Hizbullah sanıklarıyla ilgili dosyanın tahliyeleri görüldüğü halde neden duruşması 2011 yılına verildi. İstense daha öne alınabilirdi. Hata şimdi bile Yargıtay 9. Ceza Dairesi isterse bunu görüşebilir, mani bir hal yok. Onun için burada AK Parti'nin bir kusuru yoktur. Biz Yargıtay'a da, diğer mahalli mahkemelerine de tutukluluk süreleriyle ilgili düzenlemeler vatandaşın aleyhine sonuç doğurmasın, milletin adalete güvenini zedelemesin diye uygulamak için kafi süre verdik; ama bu 6 yıllık süreyi kullanmadılar."

"1 MİLYON 800 BİN DOSYAYI 2 SENE DE NASIL BİTİRECEKSİNİZ"

Bölge adliye (istinaf) mahkemeleri ile Yargıtay'da daire kurulacağının ortaya çıkması üzerine de ilginç itirazların geldiğine dikkat çeken Bozdağ, Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker'i eleştirdi.

Bozdağ, "Yargıtay Başkanımız; 'Bölge adliye mahkemeleri kurulsun; ama Yargıtay'da daire kurulmasın' diye açıklama yapıyor. Geçmişte de Adalet Bakanlığı'na '6 tane daire kurun, ihtiyacımız var' diye yazı yazıyordunuz. 'Bölge adliye mahkemelerini kurmayın, 6 tane daire kurarsanız biz bu işi hallederiz' diyordu. Şimdi bakanlığın harekete geçeceğine dair bir takım haberler çıkınca bu sefer dün bölge adliye mahkemeleri, istinafa karşı olanlar, şimdi 'İstinaf kurulsun ama Yargıtay'a daire kurulmasın' diyor. Peki 1 milyon 800 bin dosya var, nasıl eriteceksiniz? 'Biz bunu 2-3 sene içerisinde eritiriz' diyor.

Peki ben soruyorum; Sayın Başkan, siz 1 milyon 800 bin dosyayı 2-3 sene içerisinde eritme yeteneğine sahipsiniz de, bin 300 tane dosyayı 6 sene de niye bitiremediniz?" dedi.

Seçim sürecinde kendilerini yıpratmak için bu tür manipülasyonların daha çok alacağını ileri süren Bozdağ, partililerden bunlara karşı AK Parti kadrolarına güvenmeye devam etmelerini istedi.

(CİHAN)
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1076518&title=dosyanin-6-ayda-bitmesi-icin-sikayetcinin-illa-haberal-mi-olmasi-lazim&haberSayfa=1



'Erdoğan: İstinaf mahkemeleri için herşey hazır'

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yargıdaki iş yükünün sebebinin siyasete yıkılmaya çalışılmasını eleştirerek, "Biz dosyaları incelemiyoruz. Bunu siyasete yıkamazsınız." dedi.

Başbakan Erdoğan, Kuveyt Başbakanı Şeyh Nasser Al-Mohammed Al-Ahmad Al-Sabah'ın daveti üzerine Kuveyt'e hareketi öncesi Esenboğa Havalimanı'nda basın toplantısı düzenledi.

"YARGIDAKİ AĞIR İŞ YÜKÜNÜ NASIL SİYASETE YIKARIM ÇABASI VAR"

Açıklamasının ardından gazetecilerin sorularını da cevaplayan Başbakan Erdoğan, tutukluluk süreleri ve tahliyelere ilişkin yapılan tartışmalara yönelik soruya, bu konularla ilgili gerek Adalet Bakanı, gerek Başbakan Yardımcısı'nın geniş açıklamalar yaptığını hatırlattı.

İlk defa açıklamalar yapılmadığının altını çizen Erdoğan, istinaf mahkemeleri konusunda kanaat ve fikirlerinin belli olduğunu söyledi. "Niçin gecikme olduğunun nedeninin belli olduğunun ve çözüm konusunda şu an sona doğru yaklaşıldığını" anlatan Erdoğan, fiziki şartların bittiğini, atama safhasının da Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile birlikte gerçekleşeceğini belirtti.

"DEMEK Kİ BAŞKA İŞLERLE MEŞGUL OLUYORLAR"

Diğer hususlarda ise şu anda arkadaşlarının gerekli açıklamaları yaptığını dile getiren Başbakan Erdoğan, "İnanıyorum ki yargının şu anda üzerinde toparlanan ağır iş yükünün nasıl siyasete yıkarım çabası var. Bu da şık olmuyor. Bunun siyaset mekanizmasıyla bir alakası yoktur. Yargıya düşenleri, biz dosyaları incelemiyoruz. Mahir ve zaman iyi değerlendirilmeli. Bunu siyasete yıkamazsınız. Yargıya müdahale etmeme gibi Anayasa ve yasalarda olan, engellemeler getiren yasal engeller var. Siyaset ve siyasetçiyi yargılayamazsınız. Öyle daire başkanları var ki 'ben bitirdim' diyor. Ama bazıları bitiremiyor. Demek ki onlar başka işlerle meşgul oluyorlar." diye konuştu.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1076688&title=erdogan-istinaf-mahkemeleri-icin-hersey-hazir
#795
Deniz Baykal'ın istifa etmesinin ardından CHP'nin başına geçen Kemal Kılıçdaroğlu söylemleri ve gülümseten gaflarıyla siyasete yeni bir renk ve soluk getirdi.

CHP'nin başına geçişi de kamuoyunda oluşan "önce söyleyip sonra vazgeçer" tezini güçlendirir nitelikteydi. Çünkü Kılıçdaroğlu "Aday olmayacağım" açıklamasından sadece bir gün sonra geri adım atıp aday olduğunu söylemişti.

Peki o günden bugüne kadar neler yaptı ve neler söyledi CHP lideri... İşte akılda kalan birkaç örnek...

1-Kemal Kılıçdaroğlu, gazetecilere verdiği yeni yıl resepsiyonunda Fenerbahçe tutkusunun sebebini "Çocukluğumuzda Lefter çok iyi bir kaleciydi, ondan etkilenip Fenerli oldum." Şeklinde açıkladı. O sırada Lefter'in kaleci olmadığını hatırlayan bir gazeteci devreye girdi: "Efendim bildiğim kadarıyla Lefter kalecilik yapmadı." Kılıçdaroğlu da biraz şaşkın: "Sanırım bir ara yaptı." cevabını verdi.

2-Referandum öncesi darbelere gerekçe oluşturduğu belirtilen TSK İç Hizmetler Kanunu'nun 35. maddesinin kaldırılmasına yönelik teklifte bulanan CHP bundan da geri adım attı. Bir kanun teklifiyle maddenin metinden çıkarılmasını isteyeceklerini belirten CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, daha sonra yaptığı açıklamada 'tamamen kaldırma' yerine 35. maddenin değiştirilmesini isteyeceklerini söyledi.

3-12 Eylül referandumu öncesi son 'hayır' mitingini İstanbul'da gerçekleştiren Kılıçdaroğlu, burada oy kullanamayacağını anlayınca Ankara'ya gitti. Ancak Ankara'da da seçmen kaydı çıkmamıştı. YSK ile yoğun görüşme trafiğine giren CHP yönetimi başarılı olamadı. Halbuki 6 Ağustos günü Zaman Gazetesi Kılıçdaroğlu'nun oy kullanamayacağını duyurmuştu.

4-İzmir Enternasyonal Fuarı'nın açılışı için şehre gelen Kılıçdaroğlu, Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu'nun Belediye Meclis Salonu'nda verdiği brifinginde 'denizleri' karıştırdı. İzmir Körfezi'nin temizlendiği anlatılırken, "Başkan Haliç'i temizleyecek ve İzmirliler Haliç'te yüzecek." dedi.

5-Ağustos ayında çıktığı Karadeniz turun kapsamanda Hopa'da halka seslenen Kılıçdaroğlu, 2005 yılında ölen Kazım Koyuncu'ya selam gönderdi. Kılıçdaroğlu "Kazım Koyuncu gibi bir sanatçınız var, yürekli bir sanatçı tuttuğunu koparan bir karakter. Bir Karadeniz fırtınası. Ona da burdan selam gönderiyoruz" diye seslendi.

6-Kaset skandalından sonra istifa eden Deniz Baykal'ın yerine CHP Genel Başkanlığı'na aday olup olmayacağı yönündeki sorulara Kılıçdaroğlu, "aday olmayacağım" cevabı vermişti. Ancak bir gün sonra "Seçmeni ve örgütü ile partimizin ve kamuoyumuzun gösterdiği büyük ilgi ve destekten güç alarak 22 Mayıs 2010 tarihinde gerçekleşecek olan 33. Olağan Kurultay'da CHP Genel Başkanlığı'na aday olacağımı kamuoyuna duyurmayı önemli bir görev sayıyorum." diyerek kendini yalanlamış oldu.

7-Kılıçdaroğlu Kastamonululara hitap ederken, "İstiklal Marşı şairimizin" Kastamonu'da Kurtuluş Savaşımızı desteklemek için "fetva verdiğini" söylemiş ve bunu iki kez tekrar etmişti. Oysa fetva vermek için Mehmet Âkif Ersoy'un dini bakımdan da hukuki bakımdan da yetkisi yoktu. Kasım 1920'de istiklal şairimizin Nasrullah Camii'nde Milli Mücadele'ye destek vermek için yaptığı şey "fetva vermek" değildi; "vaaz vermek"ti!

8-Tarih 26 Ağustos. Kılıçdaroğulu memleketi Tunceli'de. Kalabalığın verdiği heyecandan mı bilinmez "Biz sayın Başbakan gibi, söz verip sözünün arkasında duran bir insan değiliz." sözlerini ağzından kaçırıveriyor.

9-Kılıçdaroğlu'nun Tunceli'deki ikinci gafı ise 'genel af' sözü vermesi. "'Hayır' deyin, toplumsal mutabakatla, kardeşçe, doğudan batıya, güneyden kuzeye herkese özgürce genel affın yolu açılsın. " diyen Kılıçdaroğlu, bu affın PKK'lıları da kapsayacağını düşünmedi. Üç gün sonra Kayseri mitinginde ''Terör suçlarından müebbet hapse mahkum olanlar af yasaları çıksa bile ömür boyu hapiste kalırlar diye bir hüküm var'', Ankara da "Affın, terörün tamamen gündemden kalkmasından sonra düşünülebileceği" açıklamasını yapan Kılıçdaroğlu'na Ankara'dan iki tepki geldi. Birincisi "Genel Başkan öyle demek istemedi". İkinci tepki ise "Genel affın söz konusu olamayacağı" yönündeydi.

10-CHP'li Onur Öymen'in Dersim isyanının kanlı şekilde bastırılmasını savunan ifadelerinin ardından Kılıçdaroğlu memleketi Tunceli'de, "Onur Öymen gereğini yapmak zorundadır. Gereğini yaptığı zaman CHP'yi, CHP'li milletvekillerini, CHP'lileri rahatlatmış olacaktır." diyerek istifa çağrısı yaptı. Ankara'ya döndüğünde ise, "O iş artık bitti. Bizim misyonumuz partiyi zayıflatmak değil, güçlendirmektir." diyerek ağız değiştirdi.

11-Bir gazeteye yaptığı açıklamada başörtüsü sorunuyla ilgili olarak "Onu bize bıraksınlar. Terörü de çözeceğiz, türban sorununu da çözeceğiz." demişti. Haberin yayınlanmasının ardından akşam saatlerinde CHP'den "Kızlar türbanla üniversiteye gidecek ifadesi kullanılmamıştır" şeklinde açıklama yapılmıştı.

12-İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde Sultanbeyli içi "Sultanbey" ifadesini kullanmıştı.

13-Show TV'de Ali Kırca'nın konuğu olan Kılıçdaroğlu, İstanbul'u ne kadar iyi bildiğini anlatmak için, "Ben Nurtepe'yi de biliyorum. Kağıttepe'yi de biliyorum." ifadesini kullandı. Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ın, kendisini televizyonda tartışmaya bağıran Kılıçdaroğlu'na cevabı da bu dil sürçmesi üzerinden olmuştu: "Kağıthane'ye, 'Kağıttepe' diyen biriyle neyi tartışacağım?"

14-Yine aynı seçim döneminde Gültepe'yi ilçe olarak göstermişti. Kadir Topbaş da kendisine "Sayın Kılıçdaroğlu'na İstanbul Şehir Rehberi verebiliriz. Böylece Gültepe'nin İstanbul'da bir ilçe değil semt olduğunu öğrenebilir." göndermesinde bulunmuştu.

15-İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığı sırasında ekmeği "40 kuruşa" vereceklerini iddia etmişti. Halbuki İstanbul'da 300 gramlık ekmek o zaman zaten 40 kuruştu.

16. Marka Konferansı kapsamında Fatih Altaylı'nın Teke Tek Özel programına katılan Kılıçdaroğlu, iktidarı eleştirirken "Türkiye, dünyanın en büyük 20 ekonomisinden birisi. Peki kadın kaçıncı sırada? 169 ülke arasında 170. sırada." ifadeleri, konuklar arasında gülüşmelere neden oldu.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1074000&title=kilicdaroglu-gaflari-ve-soylemleriyle-siyasete-renk-getirdi
#796
Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) Genel Müdürü Mehmet Uysal, Türkiye'nin petrol ve doğalgaz ihtiyacının tamamını Cumhuriyetin 100. yılı olan 2023'te kendilerinin karşılayacağını söyledi.

Adıyaman TPAO Bölge Müdürlüğü'nün 9 ilde başlattığı 'Bir Hayalim Var' adlı şiir ve resim yarışmasının ödül töreni için Adıyaman'a gelen TPAO Genel Müdürü Mehmet Uysal, gündemdeki konuları değerlendirdi.

Öncelikle Türkiye'de akaryakıtta meydana gelen zamlara değinen Uysal, "Bir ülkede akaryakıt fiyatları pahalıysa bunun birinci nedeni ithalata bağlı olunmasıdır. Tabii ki bunda dünyadaki gelişmeler de katkı yapıyor. Biz bu yönde çalışmalarımızı yoğun bir şekilde sürdürüyoruz. Şu an biz Türkiye'nin ham petrol ihtiyacının yüzde 10'unu karşılayabiliyoruz. Amacımız, Cumhuriyetimizin 100 yılı olan 2023'te ham petrol ve doğalgaz ihtiyacının hepsini karşılamak. Bunda da çok ümitliyiz." dedi.

Karadeniz'deki çalışmaların yoğun bir şekilde devam ettiğini belirten Genel Müdür Uysal, "Karadeniz'de şu an 3. sondajımızı da vurduk. Buradan çok büyük beklentilerimiz var. Bunun yanı sarı Mart ayında yeni sondajlarımız olacak. Tabi ki bu yatırımlar çok büyük yatırımlardır. Bir yatırımın maliyeti 250 milyon dolara mal oluyor. Bunların yanında Irak'ta anlaşmaları yaptık. Oralarda da çalışmalarımız başladı. Yani dünyanın dört tarafında araştırmalarımızı ve çalışmalarımızı yoğun bir şekilde sürdürüyoruz." diye konuştu.

CİHAN
http://www.haber7.com/haber/20110110/Turkiyenin-2023-petrol-hedefi-buyuk.php
#797
HSYK adli yargıda görev yapan 410 hakim ve savcının görev yerlerini değiştirdi. Ergenekon ve Balyoz davasında tahliye kararı veren İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi hakimi Oktay Kuban Eskişehir'e atandı.

Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), adli yargıda görev yapan 410 hakim ve cumhuriyet savcısının görev yerini değiştirdi.

HSYK, adli yargıya ilişkin kararname taslağı üzerindeki çalışmalarını tamamladı.

Kurul, büyük bölümü bulunduğu bölgede görev süresini doldurma, mazeret, disiplin ve sicil durumuna göre 410 hakim ve cumhuriyet savcısının görev yerlerini değiştirdi.

Kararnameye göre, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi üye hakimi Oktay Kuban Eskişehir hakimliğine, Bakırköy 8. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı İbrahim Topuz Bolu hakimliğine, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi üye hakimi Mehmet Faik Saban Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığına, Özel Yetkili Ankara Cumhuriyet Savcısı Hüseyin Görüşen Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekilliğine ve YARSAV'ın listesinden HSYK üyeliği seçimlerine katılan Adli Sicil Genel Müdür Yardımcısı Orhan Sungur da Kadıköy Cumhuriyet savcılığına atandı.

Hakim Oktay Kuban'ın görev yeri değişikliği talebinde bulunduğu ve kendi isteği doğrultusunda atmasının yapıldığı öğrenildi

AA
http://www.haber7.com/haber/20110107/410-savci-ve-hakimin-gorev-yerleri-degisti.php
#798
Artvin'de fıkraları aratmayan olay... Tapu kadastro memurlarının yaptığı hata, isim benzerliğinden dolayı üzerlerine arazi yazılmasından dolayı onlarca kişi bedavadan yer sahibi yaptı. Olan arazinin gerçek sahiplerine oldu.

TAPU KADASTRO MEMURLARININ HATASI ONLARCA KİŞİYİ BEDAVA ARAZİ SAHİBİ YAPTI

Artvin'de 2009 ve 2010 yılında yapılan Tapu Kadastro çalışmaları sırasında yapılan yanlışlık sonucu onlarca kişi sırf isim benzerlikleri nedeniyle yer sahibi oldu.

Artvin'e bağlı Yanıklı köyü ve Ortaköy'de yapılan kadastro çalışmalarında aynı isim ve soy isimden çok kişi olunca Tapu kadastro çalışanları T.C. kimlik numarasına bakmadan aynı isimli aynı köylü kişilerin üzerine yanlışlıkla arazi kaydı yaptılar. Söz konusu köylerde büyük sorun çıkaran kayıtlardan birinde Yusuf oğlu Osman Avcı adına olan arazi, aynı isimdeki Bursa'da yaşayan fakat Yanıklı Köyü nüfusuna kayıtlı olan Yusuf Oğlu Osman Avcı'nın üzerine yapıldı. Dedesi döneminde Yanıklı köyünden taşınarak Bursa'ya giden Osman Avcı'nın kayıtlarına arazi kaydı yapan Tapu Kadastro memurları Artvin'e hiç gelmeyen bu kişiyi Artvin'de yer sahibi yapmış oldular. Bunun gibi onlarca örneği olan tapu kayıt yanlışlığı askıya çıkmasına rağmen isim benzerliklerinden dolayı hiç kimse bu hatayı fark edemeyince Tapu Kadastro kayıtları kesinleşmiş oldu. Tesadüfen ortaya çıkan bu skandalın ardından arazileri aynı isimlerden ilgisiz şahıslar üzerine kayıt yapılan kişiler soluğu Tapu Kadastro Müdürlükleri'nde aldılar. Tapu Kadastro Müdürlüğü'ne giderek olayı nasıl çözeceklerini soran vatandaşlara bir kötü haberde burada verildi.

YANLIŞLIKLA KAYIT YAPILAN KİŞİLERİN ARAZİYİ SİZE SATMALARI GEREK

Yapılan bu yanlışlık sonucunda hiçbir günahları olmadığı halde babalarından kalan tapuları Tapu Kadastro Memurları'nın hatası ile kaybeden şahıslara Tapu Kadastro Müdürlüğü'nün gösterdiği çözüm önerisi ise vatandaşları çileden çıkardı.

Kadastro Müdürlüğü görevlileri "Esas yer sahipleri yanlışlıkla tapu yapılan kişiyi bulup o kişiden kendi yerlerini geriye satış yaptırıp, tapuları geri alabilirler. Bunun içinde harç paraları ve diğer masraflar olmak üzere yaklaşık olarak her bir tapu için 3'er bin lira masraf yapılması lazım" deyince arazilerini kaybeden vatandaşlar bir şok daha yaşadı.

VATANDAŞLAR TAPU KADASTRO MEMURLARININ HATALARINI DÜZELTMEK VE KENDİ ARAZİLERİNE SAHİP OLMAK İÇİN 3 BİN TL TAPU MASRAFI ÖDEMEK ZORUNDA BIRAKILIYOR

Tapu Kadastro Müdürlüğü tarafından yapılan yanlış sonucunda arazisini kaybeden Emin Avcı, yaptığı açıklamada "Tapu kadasroyla görüştüm. Bana kendi yerlerimin satışını tapu yapılan kişiden geri alıp tekrar Tapuların benim üstüme yapılması gerektiğini söylediler. Masrafına bakınca 3 bin lira çıkıyor. Bu parayı da benim yatırmam gerektiğini söylediler. Tapu Kadastro memurlarının yaptığı hatayı ben niye düzeltmek zorunda kalıyorum. Kadastro işini düzgün yapmadı. T.C. kimlik numarasına bakmadan tapuları yaptı. Tapunun yaptığı hatanın faturasını ben neden ödeyeyim. Bize onun haricinde başka bir yol yada kolay bir yöntem göstermediler. Ben yetkililerden bu olayın çözülmesini istiyorum. Bu sadece kendi şahsi işim değil köylerde bu tür yüzlerce olay var. Kendi köyümde dahi onlarca kişi aynı hatayla karşılaşmış. Vallahi bizim tapuya ihtiyacımız yoktu.

Tapuları yaparak bizleri daha çok mağdur ettiler ve bir sürü para harcattılar bu yetmezmiş gibi Tapularımızı başkalarının üzerine kayıt yaptılar. Birçok yerleri de eksik yazdılar. Şimdi düzeltin bu hatalarınızı diyoruz, askı zamanında niye belirtmediniz diyorlar. Ya nasıl fark edelim isim ve soy isim baba isimleri aynı nasıl farketseydik, diyoruz. Ne yapalım memurlarımız bir yanlışlık yapmışlar. İyi düzeltin, diyoruz olmaz siz kendi arazinizi yine kendi üzerine sattırmanız gerekiyor, diyorlar. Kimse detaylı bilgi vermiyor ve yardımcı olmuyor. Bu nasıl bir olay anlayamadık. Vatandaş bu hatanın bedelini niye ödüyor onu da anlamıyoruz" diye konuştu.

İHA
http://www.haber7.com/haber/20110105/Artvinde-arazi-sahibi-yapan-hata.php
#799
'Demokratik Özerklik gündemi'ne, BDP'nin bir halkla ilişkiler kampanyası olarak bakmak lâzım. BDP, Türkiye'nin geneli ve oradan kendi seçmen kitlesi için başarılı biçimde gündem oluşturuyor.

Daha ötesi Türkiye konuşuyor ve tartışıyor. Türkiye, bu tartışmaları olgunlukla sürdürecek bir basiret sergileyebilirse, işte o zaman Türkiye'nin birliği sarsılmaz bir güç kazanacak. Türkiye'nin bölünmesinin konuşulabilmesi, Türkiye'nin bütünlüğünü sürdürme yeteneğini geliştirme fırsatı veriyor. Ne güzel! Aslı astarı olmayan korkularımızla yüzleşiyoruz. Bölünmeyi savunanların, birliği ve bütünlüğü savunanlar karşısında şansı var mı? Federalizmi veya özerkliği savunanların dayandığı sağlam bir temelden bahsetmek mümkün mü?

Kürt siyasal hareketi, Marksist-Stalinist bir örgüt olan PKK'nın hegemonyasında ve şiddet yöntemleriyle büyüdü. Bu yüzden modası geçmiş bir yığın sosyalist kavram ve model, Kürt ulusalcılığını reel dünyanın dışına sürükledi. 'Artık yeter' (edi bes'e) sloganı, Meksika'daki Zapatista ayaklanmasından alınma. KCK, 1917'nin Bolşevik Sovyet modelinin bir taklidi. Kürt ulusalcılığı, Kemalist-laik-jakoben geleneği taklit ediyor. Demokratik Özerklik, evrensel insan haklarının dışında bireyi baskı altına alan ve kültürel taleplere odaklanan grup haklarının peşinde. Bir de gerçekler dünyası var. Türkiye'de Kürtlerin bölgesel dağılımı grup haklarına dayalı örgütlenmeleri de, coğrafî veya siyasî çözümleri de imkânsız hale getiriyor.

Bütün bunların anlaşılması, gerçek ihtiyaçlar ekseninde Kürt siyasetinin kendini yeniden oluşturabilmesi için her şeyin konuşulması ve tartışılması gerekiyor. Bütün bu fırtınalar arasında BDP'nin kurduğu ve sürdürdüğü dilin yapıcı bir dil olduğunu teslim etmek lâzım. MHP'nin ve CHP'nin ortaklaşa geliştirdiği dil de, korkuları temsil etmesine rağmen demokratik bir tartışmayı sürdürebilecek sınırları aşmıyor. Hükümetin dili de öyle; zaman zaman diğer aktörlere balans ayarı vermeye çalışan sorumlu ve dengeli bir dil kullanıyor.

Konuşacağımız şeyler ise çok. Mağdur, acılı ve şikâyeti olan Kürtler daha net konuşmaya başladılar. Sıkıntıyı yaşayan ve canları yananlar onlar olduğu için daha hazırlıklı ve birikimliler. Yine de özgür bir tartışma ortamında doğru bildiklerini gözden geçirmeleri gerekiyor. Etnik temelli grup haklarının Kürtlere ne kazandıracağını ve ne kaybettireceğini öncelikle Kürtlerin kendi aralarında müzakere etmeleri lâzım. Etnik kimlik üzerine oturan örgütler, bireyin etnik kimliği dışındaki tercihlerine özgürlük tanımıyor. Etnik kimliği fetiş haline getirerek bir grup baskısı aracına dönüşüyor. İnsanları hayatın her alanında etnik kimlikleri ile var olmaya zorluyor. Bir tür totalitarizm üretiyor.

Federalizmin veya kültürel özerkliğin, yerel yönetimler dışında bireyin hayatına ve ülkenin geri kalanı ile ilişkilerine neler getirip neler götürdüğünü kimse yeteri kadar bilmiyor. 'Kültürel haklar' gibi edebiyatı çok yapılan bazı kavramların içi bomboş. Bu tabir grup haklarının konusunu oluşturduğu için özerkliğin anahtarı durumunda. 'Kürtlerin kültürel hakları' dendiği zaman kim, ne anlıyor? Dil dışında Kürtleri, ülkenin geri kalanından ayıran kültürel farklılık var mı? Var dediğimiz kültürel farklılıklar bile etnik değil bölgesel nitelik taşıyor. Aynı bölgede yaşayan Kürt, Türk, Arap aynı kültürü paylaşmıyor mu?

Kürt sorunu bütünüyle bir Kürtçe sorunu. 87 yıldır içinden geçtiğimiz tecrübe, Kürtçenin özgürce tasarrufunun; yaşaması ve gelişmesi için devlet desteğinin, Kürtlerin kendilerini bu ülkenin eşit ve onurlu vatandaşları olarak hissetmelerinin ön şartı olduğunu gösterdi. O zaman Kürtçe sorununa, diğer siyasî tartışmalardan farklı yaklaşmamız lâzım. Kürtçe sorunu çözüldüğü zaman diğer siyasî sorunların tamamı, sabun köpüğü gibi sönecektir. Geriye ideolojiler dünyamıza renk katan marjinal Kürt ulusalcıları kalacaktır. Kürtçe sorununun çözümünün ise tek ölçüsü var: Kürt vatandaşlarımızın dillerini kullanmak ve geliştirmekle ilgili bütün taleplerinin karşılanması. Resmî dil tartışması, bu ihtiyacın kendisini değil siyasî sömürü alanını gösteriyor. m.turkone@zaman.com.tr

m.turkone@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1070975
#800
Türkiye'nin etkin bir kurumunda bölge müdürü olarak görev yapan M.D.'nin hayatı, şifre koymadığı internet hattı bir başkası tarafından kullanılınca altüst oldu.

Kritik konumdaki bir kamu kurumunun lojmanında oturan bölge müdürü M.D., evine çocuğunun kullanımı için internet bağlattı, şifre de koymadı.

ÇIPLAK FOTOĞRAF GÖNDERDİ
Aynı kurumda çalışan P.S., bir gece dizüstü bilgisayarıyla M.D.'nin hattını kullanarak internete girdi. P.S., yurtdışından iletişime geçtiği bir kadınla sohbet etmek istedi. Kadının kullandığı isim bir şarkı sözü olmasına rağmen bunu bir davet olarak algılayan P.S., cinsel içerikli konulara girerek sohbet etmeye çalıştı ve yarı çıplak kadın fotoğrafları da gönderdi. İngiltere'de yaşayan ve 18 yaşından küçük bir öğrenci olan P.S.'nin mesajlaştığı kız çocuğu durumu annesine bildirdi. Anne polisi arayarak yardım istedi. Harekete geçen polis, P.S.'nin IP kayıtlarını ve içeriklerini tespit etti.

INTERPOL DEVREDE
IP'nin Türkiye'de çıkması üzerine İngiliz polisi "acil ve çocuk pornografisi" içerikli mesajı İnterpol aracılığı ile Türk Emniyeti'ne bildirdi. Emniyet, müdür M.D.'yi tespit etti. Savcılığın açtığı soruşturmada kendisi hakkındaki suçlamaları öğrenen M.D. şok geçirdi. Bu arada mesajları gönderen P.S. de tespit edildi. P.S., çıplak fotoğrafları kendisinin gönderdiğini itiraf etti. Müfettişler suçu P.S.'nin işlediği yönünde rapor yazarken, M.D. görevinden alındı. Savcılık, P.S. ve M.D.'ye "çocuk pornografisi" suçundan dava açtı. M.D. uzun uğraşlar sonunda beraat etti ve yaşadığı şehri terk etmek zorunda kaldı.

Olcay AYDİLEK / ANKARA
http://www.haberturk.com/yasam/haber/586672-bolge-muduru-sifresiz-internet-kurbani-oldu