Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - Avukat

#801
Merhabalar.

Alıntı YapÜçüncü şahıslar tarafından kimlik fotokopimi kullanılarak ve sahte imza atılarak 20 Temmuz 2009 yılında benim adıma sahte telefon hattı açılmış. Ben Sakarya'da oturuyorum, söz konusu şahıslar ise fatura adresi olarak Bilecik'te bir yeri göstermişler.

Alıntı YapBu sırada ben menfi tespit davası açabilirmiyim? yada ne yapmam gerekiyor

Geçmiş olsun. Öncelikle savcılığa konuyla ilgili suç duyurusunda bulunduğunuzu da belirterek Avea'ya noter kanalıyla bir ihtarname gönderin ve Avea'nın size karşı yürüttüğü takipten vazgeçmesini ya da savcılık soruşturma sonucuna kadar icra takip işlemlerini askıya almasını, aksi halde menfi tespit davası açmak zorunda kalacağınızı ve yargılama giderleri ile vekalet ücretinin mahkeme sonucunda Avea'ya yükletileceğini belirtin. İhtarnamenize gelecek cevap müspet olursa, dava açmanıza gerek kalmaz. Menfi cevap gelirse ya da hiç cevap gelmezse, konuyla ilgili menfi tespit davası açmanız faydalı olacaktır. Kolay gelsin...
#802
Alıntı Yapelimdeki Tapu senedinde ev kaydı yok ama tapu kütüğünde ev kaydı var ve şerh bölümünde ise ev sahiplerinin isimleri var. Bu durumda ne olur?

Öncelikle T. Medeni Kanunu'ndaki konuyla ilgili hükümlere bir göz atalım:

III. Arazideki yapılar

1. Arazi ve yapı malzemesi

a. Mülkiyet ilişkisi

MADDE 722.- Bir kimse kendi arazisindeki yapıda başkasının malzemesini ya da başkasının arazisindeki yapıda kendisinin veya bir başkasının malzemesini kullanırsa, bu malzeme arazinin bütünleyici parçası olur.

Ancak, sahibinin rızası olmaksızın kullanılmış olan malzemenin sökülmesi aşırı zarara yol açmayacaksa, malzeme sahibi, gideri yapıyı yaptırana ait olmak üzere bunların sökülüp kendisine verilmesini isteyebilir.

Aynı koşullar altında arazinin maliki de, rızası olmaksızın yapılan yapıda kullanılan malzemenin, gideri yapıyı yaptırana ait olmak üzere sökülüp kaldırılmasını isteyebilir.

b. Tazminat

MADDE 723.- Malzeme sökülüp alınmazsa arazi maliki, malzeme sahibine uygun bir tazminat ödemekle yükümlüdür.

Yapıyı yaptıran arazi maliki iyiniyetli değilse hakim, malzeme sahibinin uğradığı zararın tamamının tazmin edilmesine karar verebilir.

Yapıyı yaptıran malzeme sahibi iyiniyetli değilse, hakimin hükmedeceği miktar bu malzemenin arazi maliki için taşıdığı en az değeri geçmeyebilir.

c. Arazinin mülkiyetinin malzeme sahibine verilmesi

MADDE 724.- Yapının değeri açıkça arazinin değerinden fazlaysa, iyiniyetli taraf uygun bir bedel karşılığında yapının ve arazinin tamamının veya yeterli bir kısmının mülkiyetinin malzeme sahibine verilmesini isteyebilir.

2. Taşkın yapılar

MADDE 725.- Bir yapının başkasına ait araziye taşırılan kısmı, eğer yapıyı yapan malik taşırılan arazi üzerinde bir irtifak hakkına sahip bulunuyorsa, ona ait taşınmazın bütünleyici parçası olur.

Böyle bir irtifak hakkı yoksa, zarar gören malik taşmayı öğrendiği tarihten başlayarak onbeş gün içinde itiraz etmediği, aynı zamanda durum ve koşullar da haklı gösterdiği takdirde, taşkın yapıyı iyiniyetle yapan kimse, uygun bir bedel karşılığında taşan kısım için bir irtifak hakkı kurulmasını veya bu kısmın bulunduğu arazi parçasının mülkiyetinin kendisine devredilmesini isteyebilir.


Yukarıdaki hükümlerin somut olayımızda uygulama sahası bulacağını düşünmüyorum. Ancak meseleyi tüm ayrıntılarıyla siz biliyorsunuz, yine de yasal alt yapıyı bilmeniz faydalı olacaktır. Burada bana göre öncelikle Belediye kanalıyla evin yıktırılması yolunu denemeniz daha mantıklı. Şayet bu yolla bir sonuç alamazsanız, arsanın üstündeki evin yıkılması ve tapu kütüğünden şerhin kaldırılması için dava açmanız gerekecektir. Aşağıda konuyla ilgili bir Yargıtay Kararı bulunuyor. Kolay gelsin...



T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2010/14-8
K. 2010/62
T. 10.2.2010

4721/m. 718, 724

DAVA : Taraflar arasındaki "Temliken Tescil" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Nevşehir Asliye 2. Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 19.03.2008 gün ve 2005/184 E. 2008/85 sayılı kararın incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 16.07.2008 gün ve 8592-9400 sayılı ilamı ile;

( ... Dava, Türk Medeni Kanunu'nun 724. maddesine dayanılarak açılmış temliken tescil istemine ilişkindir.

Davalı, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, dava kısmen kabul edilmiş, 17.04.2007 günlü bilirkişi krokisinde "ev yeri" ve "B" harfi ile işaretlenen zorunlu kullanım alanının 847 parselden ifraz edilerek davacı adına tesciline karar verilmiştir.

Hükmü, taraflar temyiz etmiştir.

1-Türk Medeni Kanununun 718.madde hükmünce, arazi üzerindeki mülkiyetin kapsamına yasal sınırlar saklı kalmak koşuluyla yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer. Yasanın 724. maddesi ile bu kurala istisna getirilmiş, bazı koşulların varlığı halinde zemin ve üzerindeki yapı arasındaki bağlantı kesilerek yapı sahibine üzerinde bulunduğu taşınmaza malik olma olanağı tanınmıştır. Aslında, Türk Medeni Kanununun 724. maddesi hükmüyle yasa koyucu var olan ekonomik değerlerin korunmasını amaçlamıştır. Yasanın bu hükmünden yararlanabilmek için, bir yapının kendi malzemesi ile başkasına ait taşınmaz üzerine yapılması, yapıyı kendi malzemesi ile yapan kişinin de inşaatın başlangıcından bitimine kadar iyi niyetli olması gerekir.

Bu genel açıklamalardan sonra somut olaya gelince;

Davadaki istemin dayanağı, adi yazılı düzenlenmiş, tarihsiz satış sözleşmedir. Sözleşmeden, 847 parselin yarısının H... A... tarafından davacıya 8.500 Alman Markı karşılığı satışının yapıldığı görülmektedir. Diğer taraftan, dinlenen tanık sözlerine göre 847 parselin çekişme konusu bölümünde satışın yapıldığı tarihte bir bina bulunduğu, davacının bu binayı iyileştirerek sonradan pansiyon olarak kullandığı anlaşılmaktadır. Satışın yapıldığı tarihte taşınmaza kayden malik olan davalıdır. Satış, davalının annesi ve satış tarihinde velisi olduğu dava dışı H... A... tarafından yapılmış, bu kişi sözleşmeyi davalıya velayeten değil, kendi adına imzalamıştır. Adi yazılı bu sözleşmenin Borçlar Kanununun 213 ve Türk Medeni Kanununun 706. maddeleri hükmünce geçersiz olduğu ve davalıya velayeten düzenlenmediğinden davalıyı bağlamayacağı kuşkusuzdur.

Buraya kadar yazılanlar özetlendiğinde, davacı resmi şekilde yapılmamış olan taşınmaz satış sözleşmesinden yararlanamayacağı gibi malzeme sahibine mülkiyeti isteme yetkisi veren Türk Medeni Kanununun 724. maddesinden de yararlanamaz. Çünkü, davacının mevcut binasını restore ederek iyileştirmesi, yasanın aradığı kendi malzemesi ile başkasının arazisi üzerine iyi niyetle inşaat yapmak anlamına gelmez. Dolayısı ile burada, davacının Türk Medeni Kanununun 724. maddesinden yararlanması olanağı da yoktur.

Mahkemece, yapılan bu saptamalar göz ardı edilerek davacının mülkiyet aktarımı isteminin kabulü doğru değildir. Yapılması gereken iş, ikinci kademedeki tazminat talebini inceleyip sonucuna uygun karar vermekten ibarettir.

Karar, açıklanan nedenlerle bozulmalıdır.

2-Yukarıdaki bozma nedenine göre davacının temyiz itirazlarının incelenmesi gerekmemiştir... ),

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, bozma nedenine göre davacı vekilinin temyiz itirazlarının bu aşamada incelenmesine yer olmadığına, istek halinde temyiz ilam harcının geri verilmesine, 10.02.2010 gününde oybirliği ile karar verildi.
#803
EMRE DEMİR - STRASBOURG

Ergenekon sanığı Tuncay Özkan'ın başvurusunu değerlendiren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) önceki gün verdiği ara kararın detayları belli oldu.Özkan'ın, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'yle korunan özgürlük, güvenlik ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiği yönündeki şikâyetini reddeden AİHM, Ergenekon'u da 'hükümeti şiddet yoluyla devirmek isteyen bir terör örgütü' olarak tanımladı. Türk adlî makamlarının tutuklama kararlarının 'somut kanıtlara' ve 'meşru sebeplere' dayandığına hükmetti. Özkan'ın, hakkındaki suçlamaları bilmediği yönündeki iddiasını 'açıkça mesnetsiz' diye değerlendiren Mahkeme, 'uzun tutukluluk' şikâyetini ise inceleyeceğini açıkladı. Ergenekon davasında Türk mahkemelerinin hızlı, bağımsız ve adil bir yargılama yürüttüğüne vurgu yapılan ara kararda, Özkan'ın meşru sebeplerle tutuklandığının altı çizildi. Ortaya konulan delillerin, Ergenekon terör örgütünün varlığına dair 'güçlü şüpheler' oluşturduğuna vurgu yapıldı. Mahkeme, Özkan'ın tutuksuz yargılanma talebini ise 'organize suçlarla mücadele eden güvenlik güçlerinin işini zorlaştıracağı' gerekçesiyle kabul edilir bulmadı.

AİHM, Ergenekon terör örgütü davası sanıklarını yakından ilgilendiren çok önemli bir karara imza attı. Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklu bulunan Tuncay Özkan, Şubat 2009'da avukatı aracılığıyla, 'gözaltı ve tutukluluk sürelerinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (AİHS) aykırı uygulamalara maruz kaldığı' iddiasıyla AİHM'ye başvuruda bulunmuştu. Başvuruda, 'hak ihlallerinin tespiti ile bir an önce sona erdirilmesine karar verilmesi' isteniyordu. AİHM normalde iç hukuk yolları bitmeden yapılan başvuruları kabul etmiyor.

Ancak Ergenekon tutuklusu Tuncay Özkan'ın başvurusunu kabul etti ve Türkiye'yi haklı buldu. AİHM, Tuncay Özkan'la ilgili değerlendirmesinde, "Mahkeme, davacının hükümeti şiddet yoluyla devirmek amacıyla faaliyet yürüten Ergenekon isimli suç örgütünün aktif üyelerinden biri olduğu şüphesiyle özgürlüğünden mahrum bırakıldığını tespit etmiştir. Mahkeme, davacının milli güvenlik güçlerine ait birçok gizli belgeyi ele geçirdiği, Ergenekon örgütü tarafından tasarlanmış programların yayımlanması amacıyla kurulan bir televizyon kanalını yönettiği ve söz konusu örgüt adına kendi evinde bomba sakladığı şüphesini tespit etmiştir." ifadelerini kullandı. Özkan'ın Ergenekon örgütünün askerî üyeleri tarafından talimat aldığı yönündeki şüpheleri güçlendiren telefon kayıtlarına atıfta bulundu. Tutukluluk kararını meşru buldu. Türk adli makamların Ergenekon terör örgütü üyeliği gerekçesiyle ilgili yaptığı tutuklamanın 'somut kanıtlara' ve 'meşru sebeplere' dayandığına hükmetti.

Strasbourg Mahkemesi, sanığın, Ergenekon terör örgütü üyeliği şüphesiyle tutuklu bulunmasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne ve Türkiye'nin müktesebatına aykırı olmadığına hükmetti. Kararda, AİHS'nin özgürlük ve güvenlik hakkını koruyan 5. maddesinin 'güvenlik güçlerinin organize suçlarla mücadelesine zorluk çıkaracak' şekilde yorumlanamayacağı belirtildi.

Mahkeme, Özkan'ın yargılama süresinin uzun sürdüğü gerekçesiyle yaptığı şikâyeti de reddetti. Özkan'ın yargılanmasının adli tatile rağmen 6 aydan kısa bir süre içinde başladığını hatırlattı. Türk adli makamların süratinde herhangi bir kuşku unsuru bulunmadığını belirtti. Özkan, AİHM'ye yaptığı şikâyette kendisini yargılayan mahkemenin hükümet tarafından yönlendirildiği gerekçesiyle AİHS'nin 6. maddesiyle korunan adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmişti. AİHM'nin kabul kararında, Özkan'ın bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından yargılandığı kaydedildi.

Tutuklama sebebi açık: Terör

Mahkeme, Tuncay Özkan'ın 'tutuklanma gerekçesini bilmediği' iddiasıyla yaptığı şikâyeti de değerlendirdi. Davacıya tutuklama esnasında ve gözaltında tutulurken hakkındaki suçlamaların kendisini mahkemede savunabilecek ölçüde aktarıldığını belirtti. Kararda, "Davacıyı tutuklayan İstanbul polisi Ergenekon isimli terör örgütü üyeliği şüphesiyle tutuklandığı yönünde bilgilendirmiştir." denildi. Mahkeme, Özkan'ın kendi hakkındaki suçlamaları bilmediği yönündeki iddiasının 'açıkça mesnetsiz' olduğuna hükmetti.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1243457
#804
T.C.
YARGITAY
8. CEZA DAİRESİ
E. 1998/10296
K. 1998/11672
T. 23.9.1998

765/m.312/2

DAVA : Halkı, din ve ırk farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik etmekten sanık Recep'in yapılan yargılanması sonunda; TCK. nun 312/2, 59. maddeleri gereğince 10 ay hapis ve 716.666,666 lira ağır para cezası ile hükümlülüğüne dair ( Diyarbakır 3 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi )'nden verilen 21.4.1998 gün ve 36 esas, 69 karar sayılı hükmün süresi içinde Yargıtay'ca incelenmesi sanık vekilleri ve C. Savcısı tarafından istenilmiş olduğundan dava evrakı C. Başsavcılığından tebliğname ile 4.9.1998 günü daireye gönderilmekle incelenip gereği düşünüldü:

Esasen hükmedilen cezanın tür ve tutarı itibariyle CMUK.nun 318. maddesi koşullarına uymayan ve yasal süreden sonra ek layiha ile vaki duruşma isteminin reddiyle evrak üzerinde inceleme yapılmasına oybirliğiyle karar verildikten sonra dosyanın tetkikinde;

Sanığa hürriyeti bağlayıcı ceza yanında hükmedilen ağır para cezasının, kuruş küsüratının gösterilmesi yazım hatası kabul edilmiştir.

A ) Hüküm Konusu Olayı:

İrticai faaliyetlerin odağı haline geldiği gerekçesiyle hakkında Anayasa Mahkemesinde dava açılan ve sonradan kapatılan bir siyasi partinin lider kadrosundan olan sanığın, bu yargılama sürecinde Siirt İI Başkanlığınca düzenlenen açık hava toplantısına fahri hemşehrilik sıfatını da taşıyarak konuşmacı olarak katılmış ve konuşmasına "minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışlamız, müminler asker" şiirini okuyarak başlamış, hiçbir şeyin kendilerini sindiremeyeceğini, gökler yerler açılıp üzerlerine tufanlar yağsa, yanardağlar saçılsa kendilerinin susturulamayacağını, yanardağ olup, yıldırım olup; ezanları susturanların karşısında patlayacaklarını ifade ile sürdürerek referansının İslam olduğunu, bu ülkede inançlara saygı duyulmadığını, tefsire ( yoruma ) değil müfessire ( yorumcuya ) bakılması gereğini, kula kulluk edilemeyeceğini, hakka kulluk edenlerden oldukları tablosunu çizmiş, bu konuşma hemen şiir sonrasında başlayan tekbir sesleri arasında sürüp gitmiştir.

B ) Hüküm özeti:

CMUK.nun ( delilleri takdir yetkisi ) başlığı altında sevkedilen 254. maddesinin "Mahkeme irat ve ikame edilen delilleri duruşmadan ve tahkikattan, edineceği kanaata göre takdir eder" hükmünün verdiği yetkiye dayanan mahkeme vicdani kanaatının oluşması etkenlerini ayrıntıya yer vererek gösterip, sübutu kabul etmiş ve sanığı TCK.nun 312/2, 59. maddeleri gereğince cezalandırıp koşullarının bulunmadığı gerekçesiyle 647 sayılı Kanunun 4 ve 6. maddeleri uygulanmamıştır.

C ) Temyiz Davası:

Yerel mahkemenin mahkumiyet kararına karşı, o yer C. Savcısı ve sanık vekilleri usul hukuku açısından; bant çözümünü yapan polis memurlarına yemin verilmediği, sanığın son söz hakkından yoksun bırakıldığı, gerekçeli karşı oy yazısının hüküm fıkrasına yazılmadığı, TCK.nun 59. maddesi uygulandığı halde, çelişik gerekçeyle 647 sayılı Kanunun 4-6. maddelerinin tatbik edilmediği, esas itibariyle de suç ögelerinin oluşmadığı gibi nedenlere dayanarak hükmü temyiz etmişlerdir.

D ) Hukuki Değerlendirme:

TCK.nun 312/2. maddesi bir tehlike suçunu yaptırıma bağlamıştır. Madde, TCK.nun ( Ammenin nizamı aleyhine işlenen cürümler ) başlığı altında 5. babında yer almış, TCK.nun 311. maddesi ( suç işlemeye alenen tahriki ), 312. maddesi ( kapalı tahrik, dolayısıyla tahrik, endirekt tahriki ) yaptırıma bağlamıştır.

Suç, doktrinde tipe uygunluk, hukuka aykırılık ve kusurluluk niteliklerine sahip bir eylemle ceza normunun ihlali olarak tanımlanmakta, bu niteliklere, bir de özel ağırlık özelliğini ekleme gereği ifade edilmekte ve suçun niceliği olarak değerlendirilmektedir. Suç kastı, suçu teşkil eden fiili sonuçlarını bilerek ve isteyerek işleme iradesidir. Kast kavramında iradenin varlığı temel öğe almakla birlikte, failde Yasayı ihlal etme niyeti koşul kabul edilmemekte, hiç kimsenin kanuna karşı gelme güdüsüyle suç işlemiyeceği, isteminin bizatihi eylem olduğu, ancak failde bu eylemin gayrı meşruluğu bilincinin bulunmaz gereği benimsenmektedir.

Sanık konuşmasına, Büyük Türk Milliyetçisi Ziya Gökalp'in eserinden alınan Romanos Diogenos ile Alpaslan arasında yaklaşık bin yıl geride kalmış çağın gereklerine göre yazılmış, atışmayı yansıtan ve Bizans İmparatoru Diojen'in "Yaktırayım Kuran'ı, yıktırayım kabeyi, şarka gelen görmesin, minareli kubbeyi" değişine Alpaslan'ın ağzından karşılık olarak kaleme alınan "minareler süngü, kubbeler miğfer, cami kışlamızdır, müminler asker," şuurun ilk kıtasını gizleyip, soyutlayarak ikinci kıtayı okumakla başlamıştır.

Bu şiir örneğin 1071 Malazgirt savaşı yıldönümünde bir öğrenci tarafından okunsa, ancak tamamının okunması kaydıyla olağan kabul edilebilir. Sanık, anti laik odaklaması nedeniyle sonradan kapatılan bir siyasi partinin önde gelen isimlerindendir. Siirt'te eşi nedeniyle hemşehrilik beratı almıştır. Yığınları etkileyebilme, özelliğinde mevki sahibi bir kişidir. Hitap ettiği kitle, o partinin mensuplarından oluşan ( şekilli ) kısmen sempatizan ve kısmen de meraklılardan oluşan ( şekilsiz ) karma bir topluluklar. Adli psikolojide bu topluluk yığın niteliğinde tanımlanmaktadır. Dini duyguları çok güçlü olan bu topluluk, birbirinin etki alanına gireceği gibi, yine Adli Psikolojide belirtildiği üzere lider konumundaki kişinin cesaret ve söylemine hayran kalır. Bazen bir haykırış, kişiyi sarsar, kişinin psikolojik kudreti muayyen noktalarda yoğunlaşır. İradenin ( NEHİY ) ögesi kaybolur. Bundan sonra yığınların eğilim ve hareketi düşünceden ziyade inşiyaka bağlanır. Yığın artık sürükleyicinin etkisi altındadır. ( Publiese ) bunu buhar kazanına benzetmekte "yığın büyüdükce heyecan arttıkca buhar basıncının çoğalacağını artık enerjinin harekete dönüşümünün subap'ın açılmasına kalacağını" ifade etmektedir.

Sanık vekillerinin ilmi görüş olarak sunduğu yazılarda; tehlike araçlarının zarar suçlarından farklı olduğu, tehlike suçunu oluşturan hareketin ceza normu ile yaptırıma bağlanan tehlike şeklindeki sonuca vücut verip-veremeyeceği konusunda değerlendirme yapılıp, sonucunda tahrik, teşvik, övme gibi hareketlerin tehlikeyi yaratmak bakımından uygun ve elverişli olduğu belirlenebiliyorsa, suçun varlığı kabul edilmelidir. Gerçeği yer almaktadır. Sanığın, kula kulluk edenlerle ( Atatürk'çü laik kesimi ), hakka kulluk edenlerle ( İslam, Şeriat ile bütünleştiren müslümanları ) amaçladığı anlaşılmaktadır.

İslam dini, barış ve kardeşlik dinidir. Müslümanlar arasında ayırım yapmaz Allah nezdinde kimin daha makbul müslüman olduğu sanığın takdirinde değildir. Kur'anın El Hücurat Süresinin 8. ayetinde "müminlerden iki taraf vuruşacak olursa aralarını bulup, barışının" denilmektedir. Sanık bir kesimi, diğeri aleyhine kapalı da olsa kışkırtmaktadır.

Anayasamız, başlangıç bölümünde "hiçbir düşünce ve mülahazanın, Türk Milli menfaatlerinin, Türk Varlığının, Devleti ve Ülkesiyle bölünmezliği esasını, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk Milliyetçiliği, İlke ve İnkilapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve laiklik ilkesinin gereği kutsal din duygularının Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı" görüşüyle takdim edilmektedir.

Anayasamızın 24. maddesi Din ve Vicdan hürriyetini güvence altına almakla beraber 14. maddeye atıfta bulunarak, bu özgürlüğün Dil, Irk, Din ve Mezhep ayrımı yaratmak amacıyla kullanılamayacağı, aksine davranışa ve hatta başkalarını bu yolda teşvik ve tahrik edenlere yasal yaptırım uygulanacağı öngörülüp, son fıkrasında da siyasi veya kişisel çıkar sağlama ya da nüfus sağlamak için, her ne suretle olursa olsun biçimindeki kapsamlı deyimi ile din ve dini duyguların istismar edilemeyeceği, sınırlamasını getirmiştir. Diğer yandan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin İlke olarak din ve vicdan özgürlüğünün kişisel olacağı, siyasi kuruluş ve partilerin bu hakka sahip bulunmadığını benimsediği, Ülke bütünlüğü, kamu düzeni, ulusal güvenlik, suçun önlenmesi, yargı erkinin otorite ve saygınlığının sağlanması amacıyla ifade özgürlüğünün kısıtlanabileceğini öngördüğü bilinmektedir.

Her rejim gibi demokratik rejiminde kendini savunma hakkı vardır.

Uygulamada demokratik özgürlükçü düzenin savunma hakkı evrensel ilke bazında ele alınmaktadır.

Bu ilke 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 30.maddesinde yer almıştır.

Özgürlüklerin, özgürlüğü yok etme amacıyla kullanılmasını yasaklayan diğer Uluslararası Belge "İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi" dir. 17. maddesinde benzer hüküm vardır.

1976 tarihli "Kişisel ve sosyal haklara ilişkin Uluslararası Sözleşme"nin her türlü ayrımcılığı, düşmanlığı, şiddete yol açacak Ulusal, Irksal, Dinsel nefret savunuculuğunu ve propagandasını yasakladığı görülmektedir.

Sanık vekilleri her ne kadar Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine dayanarak herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahip olduğunu savunmakta iseler de, bu Sözleşmenin 9 ve 10. maddelerinde, ( Liberte D'experession ) olarak tanımlanan anlatım özgürlüğünün kullanılmasının görev ve sorumluluk gerektireceğini, özellikle kamu güvenliği, düzenin korunması açısından yasal koşullara ve yaptırımlara bağlanabileceğini de ifade etmektedir.

Anayasamız laik Cumhuriyeti demokrasinin olmazsa olmaz koşulu kabul etmiştir. Demokratik sistemin karşıtı olan her türlü totaliter rejimin kişi hak ve özgürlüklerini önemsemeyip bireyi dışlayarak topluma esas aldığı bir gerçektir. Bu nedenle laiklik esasına dayalı demokratik sistemin insan doğasına ve onuruna en uygun sistem olduğu ve hiç kimsenin bu sistemin kendine tanıdığı hak ve özgürlükleri bireyi kul durumuna düşüren totaliter rejimin gelmesi uğrunda kullanma hakkı yoktur. Başka bir deyişle "demokratik hak ve özgürlükler demokrasiyi yok etmek için kullanılamaz."

Sanık savaş çağrısı yapmaktadır.

TCK. nun 312/2. maddesi, antidemokratik boyutta görülebilir.

Ancak hakimin iyi Yasa, kötü Yasa ayrımı yapma yetkisi yoktur. Hakim Yasayı uygular. Yasalar hakkında siyasi platformda tartışmalar varsa çözümünü sağlamak yasama görevini üstlenen Anayasal merciindir.

Sanık vekillerinin suç ögelerinin oluşmadığına ilişkin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görülmemiştir.

Usuli itirazlara gelince: İki polis tarafından çözümü yapılan konuşma bandının sanık tarafından da çözümlenen bir örneği dosyaya ithal edilmiş ve ikrar karşısında bu kişilere yemin verilmemiş olması hukuki eksiklik sayılmamış, sanık duruşmadan vareste tutulmasını istemiş, vekillerine son söz verilmiş, muhalif üyenin karşı düşüncesi hüküm fıkrası altına yazılmış, TCK. nun 59. maddesi sanığın duruşmadaki davranışlarıyla ilgili gözleme dayandırılmış, 647 sayılı Kanunun 4 ve 6. maddelerinin uygulanmayışı yolunda gösterilen yasal gerekçe ile bir çelişki yaratmadığı görülmüştür. Bu itibarla temyiz itirazları yerinde değildir.

Bir hüküm, gerekçe yokluğundan yada yetersizliğinden bozulabilirse de dosya içeriğine uygun gerekçenin abartılı ve ayrıntılı olması nedeniyle beğenilmemesinden bozulamaz. Diğer yandan, Usul Hukukumuzda savcıyı red müessesi yoktur. Yargıtay'da tebliğnameyi kim düzenlerse düzenlesin C. Başsavcısı adına düzenler, asli görev ve sorumluluk C. Başsavcısına aittir. C. Başsavcısı ikna yeteneğini kullanması açısından hukuki platformda kişisel düşünce ve kanaatini dava konusu dışına da taşarak açıklamışsa da, bu ayrıntı Yargıtay'ca değerlendirilebilir. Ancak, red yetkisi vermez. Sonuçta tebliğname hükmün onanmasını istemiş, dairemiz kendi hukuki değerlendirmesine göre gerekçelerini göstererek belirli ve sınırlı ölçüde tebliğnamedeki düşünceyi benimsemiştir.

SONUÇ : Toplanan deliller karar yerinde incelenip, sanığın suçunun sübutu kabul, soruşturma sonuçlarına uygun biçimde suç niteliği tayin edilip savunması incelenerek tartışılıp reddolunmuş, ceza uygulaması yerinde görülmüş, temyiz itirazları varit bulunmamış olmakla, hükmün tebliğname vechile ( ONANMASINA ), 23.9.1998 gününde üye Muhittin Mıhçak'ın sanığın beraati yönündeki karşı düşüncesiyle oyçokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY YAZISI :

6.12.1997 günü Siirt İlinde yasal olarak tertip edilen açık hava toplantısında, İ.... B...... Bel Başkanı olan sanık Recep 'in konuşmasına, Ziya Gökalp'in "minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışlamız, mü'minler asker mısralarıyla başlayıp," imanıyla övündüğümüz ecdadımızı hiçbir şeyin sindiremeyeceğini, Türk'ün ecdadını zaferden zafere koşturan şeyin inanç birliği olduğunu, yanlış zihniyetlerin ülkeyi sıkıntıya soktuğunu, Siirt'de açlık, işsizlik olduğunu, bunun uygun olmayan kişilere seçimlerde oy verilmesinden kaynaklandığını, Siirt'lileri kendilerinin eniştesi, damadı olarak değil, Allah yarattığı için sevdiğin referansının İslam olduğunu, zira kendisinin insan olup tornadan çıkmış demir parçası olmadığını, bu nedenle inancını rahatlıkla söylemesi gerektiğini" belirttikten sonra, İstiklal Marşımızın "Bu ezanlar ki şahadetl dinin temeli, Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli, Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda, Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda, Canı, cananı bütün varımı alsa da huda, Etmesin beni tek vatanımdan beni dünyada cüda," mısralarını okuyup, "... kardeşler, İstiklal Marşımız bizim manifestomuzdur, kuvvetimizi İstiklal Marşının ruhundan alıyoruz, bu nedenle İstiklal Marşındaki ( hakkındır hakka tapan milletimin İstiklal ) dendiği gibi, kula kul değil hakka kul olacağız" diyerek, yapılan zamlardan kendisinin sorumlu olmadığını, zam sorumlusunun Ankara olduğunu, ülkede meydana gelen selden dahi bir kısım grupların kendisini sorumlu tutmaya kalktığını, bunların yanlış olduğunu, zihniyetler ne olursa olsun, düşünceler ne olursa olsun, insanların doğrularda birleşmelerini, bir olup, beraber olup, bütün olup, ülkedeki yanlışları defetmeleri gerektiğini, kendisinin Belediye başkanı olarak 27.500 öğrenciye eğitim yardımı yaptığını, bu yardımın halkın parası olduğunu, muhaliflerinin demokrasiye inanmadıklarını ve yalan konuştuklarını, artık sözlerinin sonuna geldiğini, Türk-Kürt, Laz-Çerkez, Arap-Beyaz, Doğulu-Batılı, Kuzeyli-Güneyli şeklinde ayırım yapmayıp birlik ve beraberlik içinde olmaya mecbur bulunduklarını, zira birbirlerini bağlayan bağlar olduğunu, bu toplumda 70 milyonu ayırt etmeksizin sevdiğini, hepimizin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğunu, inançlara, fikre, düşünceye kimsenin müdahale etmemesi gerektiğini, 780 bin kilometre karelik vatanın bir ve bütün ve parçalanmaz olduğunu, dünyanın yeniden yapılanma dönemine gireceğini, herkesin fikrinde, düşüncesinde, inancında hür ve serbest olacağını, kula kul olmayan, hakka kul olan, beraberce, bütün olarak, barışa, sevgiye, kardeşliğe dayalı bir Türkiye kurmaya hazır olmaları gerektiğini, belirterek Necip Fazıl'ın, Mihraptan ilahi kelam geliyor yere düşmüş, Selam geliyor ne para ne pul ne makam ne mevki, Savulun kalplere adil düzen geliyor, şeklindeki şiirini okuyarak konuşmasını tamamlamış bulunmaktadır.

Davaya ve mahkumiyete konu olan yukarıda belirtilen bu konuşmada TCK.nun 312/2. maddesinde belirtilen ( Halkı, sınıf, ırk, din mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkca tahrik eden kimse.... cezalandırılır ) suçunun yasal unsurları bulunmamaktadır.

Çünkü;

A ) AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ YÖNÜNDEN YAPILAN İNCELEMEDE:

Roma, 4 Kasım 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine Türkiye 1954 yılında taraf olmuş olup, sözleşme gereği komisyon; mahkeme ve bakanlar komitesinden oluşan üç organı bulunmaktadır. Türkiye, komisyonun bireylerden başvuru alma yetkisine 1987'den bu yana, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yargılama yetkisini de 1990'dan bu yana kabul etmiş, bu şekilde adı geçen sözleşme Türk İç Hukukunun bir parçası haline gelmiştir. Bu mahkemenin işlevi, devletlerin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine uymalarını sağlamak için bir çeşit Avrupa denetimi yapmaktır. Bu sözleşmeyi imzalamış olan devletlerin birinde hakları çiğnenen herkes, önce iç kanun yollarını tüketir, hala hakkını alamadıysa o zaman milli düzeyde elde ettiği ve fakat tatmin olmadığı karardan itibaren 6 ay içinde Strazburg'a başvurabilir. Bu güne kadar 1800 civarında kişi Strazburg'a başvurmuştur.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin insan haklarına ilişkin kriterleri belirten 10. maddesi aynen şöyledir:

Madde 10: 1-Herkes anlatım özgürlüğüne ( Liberte d'expression ) sahiptir. Bu hak, düşünce özgürlüğünden başka, resmi makamlar karışmaksızın ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın, haber ve düşünce almak yada vermek özgürlüğünü içerir. Bu madde, devletin radyo, sinema yada televizyon işletmelerini bir izin rejimine bağlı tutmasını engellemez.

2-Kullanılması görev ve sorumluluk gerektiren bu özgürlükler, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün, kamu güvenliğinin, düzeni korumanın, suçun önlenmesinin, sağlığın yada ahlakın ve başkalarının ünü yada haklarının korunması için, demokratik bir toplulukla zorunlu önlemler niteliğinde olarak, gizli haberlerin açıklanmasını engellenmesi yada yargı erkinin üstünlüğünün ve yansızlığının sağlanması bakımından, kanunla belirli işlemlere, koşullara, sınırlamalara yada yaptırımlara bağlı tutulabilir.

Bu açıklamalardan sonra belirtmek gerekir ki, Birleşmiş Milletler "dinsel hoşgörüsüzlüğün önlenmesi" bildirgesi yanında, Avrupa İnsan hakları Sözleşmesinin yukarıda belirtilen 10. maddesinde yer alan ifade özgürlüğü bakımından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yerleşmiş içtihatlarına göre, bir beyanın 10. maddesinin 2. fıkrası çerçevesinde cezalandırılabilir telakki edilebilmesi için, sürekli olarak aranan şartl şunlardır;

1-İfade hürriyeti demokratik bir toplumun asıl temel unsurlarından birisidir ve kişileri sarsan, rahat eden, fikri ve düşüncelerin ifade edilebilmesi de 10. maddenin güvencesi altındadır.

2-Her özgürlük için olduğu gibi, ifade hürriyetinin kullanımı da 10. maddenin 2. fıkrasında belirtile istisnalara girdiğinde kısıtlanabilir ve ihlalle ( cezalandırılabilir. Ancak. 2. fıkradaki istisnaların d yorumlanması zorunludur.

3-10. maddenin fıkrasındaki kısıtlamanın meşru sayılabilmesi için demokratik bir toplumda kabul edilebilecek zorunlu, mübrem, hemen tatmini gereken bir sosyal ihtiyacı karşılar nitelikte olması lazımdır. Acil ihtiyacı tayin bakımından devletlerin bir takdir payı olduğu kuşkusuzsa da, bu takdiri ve değerlendirmeyi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi denetlemekle ve karalar bağımsız milli mahkemelerce verilse bile arz olunan esaslar geçerli sayılmaktadır.

4- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihatlarına göre, düşünceyi ifade eden konuşma veya yazı bütünüyle ele alınmalı ve 2. fıkranın koruma imkanının verdiği yani izlediği meşru amaçlarla orantılı olup-olmadığı, yazı veya sözlerin olaylarla doğrudan doğruya ilgili ve müeyyidelendirmek bakımından yeterli bulunup-bulunmadığı tesbit edilmelidir.

Bu açıklamaların ışığında, Türk İç Hukukunun ayrılmaz bir parçası haline gelen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde konuşma metni incelendiğinde; 10. maddenin 1. fıkrasının verdiği özgürlük içerisinde kaldığı, aynı maddenin 2. fıkrasında belirtilen ( demokratik bir toplumda zorunlu önlemler niteliğinde olarak ulusal güvenliğini, Türkiye'nin toprak bütünlüğünü, kamu güvenliğini, düzeni korumayı, suçun önlenmesini, sağlığın ve ahlakın ve başkalarının ünü ve haklarının korunmasını, gizli haberlerin açıklanmasının engellenmesini, yargı erkinin üstünlüğünün ve yansızlığının sağlanmasını ) ihlal edecek herhangi bir hususu içermediği, sosyal ve siyasi kanaatları ifade ve dini düşünceleri açıklama çerçevesi içerisinde kaldığı görülmektedir. Bu nedenlerle; sanığın suça konu konuşması Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine göre suç teşkil etmemektedir.

B )TCK. nun 312/2. maddesi bakımından yapılan incelemede;

TCK.nun 312/2. maddesindeki suç "TEHLİKE SUÇU" olup, maddi suçlarda olduğu gibi, fiilin oluşması için failin kastetdiği sonucun meydana gelmesi aranmaz. Gerek Türk, gerek yabancı öğretide, tahrik, teşvik eylemlerinin normun önlemek istediği tehlikeyi yaratmaya uygunluğu halinde suç sayılacağı kabul edilmektedir. Normun önlemek istediği "TEHLİKE" halkın kin ve düşmanlığa AÇIKÇA TAHRİK edilmesidir.

Bu durumda suçun işlenmesi yani suçun varlığının kabulü için, failin özel kasıtla değinilen tehlikeyi yaratmaya uygun "AÇIKCA AYRIMCI" hareketler yapmasına bağlıdır. ( TCK. nun 312. maddesinin benzeri olan İtalyan Ceza Yasasının 414. maddesine ilişkin aynı görüşteki İtalyan Yargıtay'ının 15 Ocak 1991 tarih 350 sayılı kararı için Bkz. Alibrandi L. II. Cudice Penale Commentato Pet Articolo Con la giurisprudenza 1996 Sh. 1155 )

Aksi takdirde, tehlike suçlarında hareketin tehlike neticesi yaratmaya uygunluğu saptanmadan, salt "BEYAN" şeklindeki hareket nedeniyle hüküm verilmesi, Sadece düşüncenin suç sayılması anlamına gelir. ( Bkz. Ç. Özek. Basın Hukuku, İstanbul 1978 Sh. 348 vs. )

1982 Anayasasının 24. maddesinde "Herkez, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir" açıklaması belirtilerek, Anayasanın 25. maddesinde de "kişi, düşünce ve kanaatları sebebiyle kınanamaz, suçlanamaz" denilmektedir. Ayrıca Anayasa Mahkemesinin 4.11.1986 gün 11/26 sayılı kararında aynen;

"Laik Devlete herkes dilimi seçmekle ve inançlarını açığa vurabilmekte, tanınmış olan din ve vicdan özgürlüğünün sınırları içerisinde serbest kalmaktadır. Hiçbir dini itikatı olmayanlar içinde durum aynıdır. Laik bir toplumda herkes istediği dine ya da inanca sahip olabilir. Bu husus yasa koyucunun her türlü etki ve müdahalesinin dışındadır. Gerçek vicdan hürriyetinden ancak laik olan ülkelerde sözedilebilir. Dinlerden birini devlet olarak tercih fikri, ayrı dinlere mensup vatandaşların kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı düşer. Laik devlet din konusunda inancına bakmaksızın yurttaşlara eşit davranan yan tutmayan devlettir" denilmektedir.

Yukarıda açıklanan yasal ve hukuki düzenlemeler açısından, sanığın konuşması; yerleşmiş Yargıtay İçtihatları ve doktirinin de kabul ettiği üzere bir bütün olarak ele alınıp incelendiğinde;

Sanık seçimle İ.... B....... Belediye Başkanlığına gelmiş olup, siyasi bir kişiliği bulunmakla, vatandaşların sahip olduğu "ELEŞTİRİ HAKKI" öncelikle siyaset adamı kişiliği itibariyle sanığın hakkı olduğu inkar edilemez. Hakkını kullanan kişinin sorumluluğunun olamıyacağı da hukukun ana kuralıdır.

Sanık Recep konuşmasının başında, Mustafa Kemal Atatürk'ün ( benim ilham kaynağım ) dediği ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin resmi ideolojisinin fikir babası olarak tanınan ünlü sair Ziya Gökalp'in Milli Eğiti Bakanlığınca da kabul edilen ( Türk ve Türklük ) adlı kitabında bulunan Romen Diogen ile Alpaslan arasında geçtiği tahayyül edilen şiirden alınan iki mısrayı okuması, şiirin tamamını okumaması karşısında Yargıtay'ın yerleşmiş içtihatları ile de belirlendiği gibi bütününden soyutlanmış söz ve yazılara dayanılarak hüküm verilemeyeceğinden, şiirin tümü bilinmeden ve sanığın kendisine ait olmayan okuduğu bu iki mısraya dayanılarak sonuç çıkarmak hukuken uygun bulunmadığı gibi, değinilen mısralar bütün konuşma ile birlikte ele alındığından da, dinsel duyguların dile getirilmesinden öte bir anlam taşımamaktadır. Sanık evrensel bir hak olan dini duygu ve düşüncelerini açıklamasının yanında, referansının islam olduğunu, bunun da insan olmaktan doğan bir hak bulunduğunu belirtmesi, İstiklal Marşının bazı kıtalarını okuyarak İstiklal Marşının manifestomuzdur demesi, siyasi kişiliği nedeniyle yaptığı hizmetleri belirten bir kısmi açıklamalardan sonra insanların fi düşünce; inanç özgürlüğünün bulunması gerektiğini ve bütün insanlar arasında ayırım yapmaksızın birlikten, bütünlükten yana olduğunu belirtip birleştirici, barışa, sevgiye dayalı Türkiye arzuladığını dile getirerek tamamladığı konuşmasının TCK.nun 312/2. maddesindeki suçu oluşturmadığı gibi herhangi bir suç da teşkil etmediği kesimlik kazanmaktadır.

Sanığın suç tarihinden sonra Anayasa Mahkemesince kapatılan R..... Partisinin mensubu olmasının, Anayasamızın 38. maddesinde ifadesini bulan ( CEZA SORUMLULUĞU ŞAHSİDİR ) ilkesinden de anlaşıldığı üzere, başkasının fiilinden sorumlu olmayıp sadece kendi eylem ve yaptıklarından kişinin sorumlu tutulması gerekeceğinden, sanığın adı geçen partiye mensup olması nedeniyle suçlu kabul edilemeyeceği tartışmasız bir gerçektir.

C ) Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer 3.12.1997 günlü mütalaasında ( sanık konuşmasının başında islami nitelikte iki mısrayı okumasının anlamının, müminler için savaşta manevi güdülenmenin, İslamın kutsal sembolleri olan cami, kubbe ve minarelerden ibaret bulunduğu tarzında yansıtılması gerektiği, savaşa girmeden önce abdest alıp kendi şahadet namazını kılma geleneğine sahip Türk milleti ve onun asker evlatları bakımından bu mısralarda sosyal veya siyasi yönden genelliği ve irticai tahrik edici bir niteliğin bulunmadığını Türk'ün ecdadını zaferden zafere koşturan şeyin inanç birliği olduğunu, zihniyet farklılığından ülkede sorunlar meydana geldiğini, referansının islam olduğunu, İstiklal Marşının kendilerinin manifestosu olduğunu belirtmesinin Türk milletinin İstiklal Marşını devletin sembolü olarak kabul etmiş bulunduğuna göre bu marşın bütün Türk vatandaşları için manifesto sayılması gerektiğini, konuşmasının sonunda sanığın toplumun 70 milyonunun herhangi bir ferdinin ayırım yapılmaksızın sevilmesi icap ettiğini, fikre, düşünceye kimsenin müdahale etmemesi gerektiğini, vatanın bir bütün olduğunu ve parçalanamayacağını belirtilmiş olduğuna göre, gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, gerek TCK. nun 312/2. maddesindeki hüküm bakımından sanığın konuşmasının suç oluşturmadığı gibi herhangi bir suçta teşkil edemeyeceği ) belirtilmiştir.

Prof. Dr. Çetin Özek 5 Ocak 1998 günlü mütalaasında ( sanığın konuşması bir bütün olarak ele alınıp değerlendirildiğinde, gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. maddesi gerek TCK. nun 312/2. maddesi açısından suç oluşturmadığı, bir şiirden alınmış iki mısranın okunmasının ülkemizde hala suçlama nedeni olmasından duyduğu elemi dile getirdiğini, Yargıtayımızın değişik kararlarında bütününden soyutlanmış söz ve yazılara dayanılarak hüküm verilemeyeceğini benimsendiğini, şiirin tümü bilinmeden iki mısraya daynılarak sonuç çıkarılamayacağını ancak dinsel duyguları dile getirmiş olduğunu konuşmanın tamamının da suç oluşturmadığını ) açıklamıştır.

Prof. Dr. Uğur Alacakaptan 10.3.1998 günlü mütalaasında ( Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer ve Prof. Dr. Çetin Özek tarafından yapılan analiz ve değerlendirmelere tamamen katıldığını muhayyel şiirsel bir çatışma ile milli marşımızın bir bölümünün suç unsuru sayılmasından duyduğu şaşkınlığı belirterek, sanığın konuşmasının TCK. nun 312. maddesinde açıklanan suç tipini oluşturmadığı gibi bir başka ceza hükmünde yer alan suçun unsurlarının da bulunmadığını ) dile getirmiştir.

D ) Sonuç olarak, yukarıda nedenleri detaylı olarak açıklandığı üzere:

Sanık Recep'in yaptığı konuşmanın başında okuduğu şiirin iki mısrası ile konuşması bir bütün olarak ele alındığında; İç Hukukumuzun parçası haline gelen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. maddesinin 1. fıkrasında zikredilen özgürlük içerisinde kaldığı, aynı maddenin ikinci fıkrasına aykırılık teşkil etmed gibi, TCK.nun 312/2. maddesinde yer alan halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etme suçunu oluşturmadığı ve ayrıca başka herhangi bir suç tipini de meydana getirmediği gibi,

AKSİNE; Sanığın hala aşiret düzeninin varolduğu, çok azalmış da olsa şeyhlik ve müritlik ilişkilerinin mevcut bulunduğu bir bölgede kula kul olunmamasını, herkesin insan olup birlik ve beraberlik içinde fikrinde, düşüncesinde inancında hür ve serbest olarak, sevgiye kardeşliğe dayalı bir bütün olarak Türkiye'nin kurulması gerektiğini ifade etmesinin birleştirici özellik taşıdığı bu bağlamda demokratik bir anlayışın savunuculuğunu dile getirdiği bu nedenlerle sanığın beraatine karar verilmesi icap ettiğinden, mahkumiyet hükmünün açıklanan nedenlerle bozulması düşüncesinde olduğundan sayın çoğunluğun mahkumiyet kararının onanmasına yönelik görüşlerine katılmıyorum.

Üye

M. MIHÇAK
#805
Apostil, bir belgenin gerçekliğinin tasdik edilerek başka bir ülkede yasal olarak kullanılmasını sağlayan bir belge onay sistemidir.

Apostil'in kuralları 5 Ekim 1961 tarihli Lahey Konvansiyonuyla kararlaştırılan "Yabancı Resmi Belgelerin Tasdikten Muaf Tutulmasına Dair Sözleşme (APOSTİL)" ile tespit edilmiş ve bu sözleşme Türkiye bakımından 29/09/1985 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Apostil belge onay sisteminde; ilgililerin belge onayı hususundaki talebi üzerine, bu belgenin gerçek olduğu sözleşmeye taraf devletlerin kendilerinin tespit ettikleri yerel bir merci tarafından onaylanmakta ve sözleşmeye taraf diğer bir ülkeye 1961 tarihli Lahey Konvansiyonunda belirlenen kurallar çerçevesinde kullanılması için gönderilmektedir.

Apostil tasdiği yapılan belge, sözleşmeyi imzalayan tüm üye ve taraf devletlerinde geçerli bir belge olarak kabul edilmektedir.

Yabancı dildeki belgelerin Türkiye'de kullanımına ilişkin çeşitli kanunlara serpiştirilmiş dolaylı bir mevzuat bulunmaktadır. Yabancı dildeki belgelerin Türk makamlarına sunumu ve geçerli belge addedilerek kabulüne yönelik çeşitli mevzuat hükümleri şu şekildedir:

"Ecnebi lisanla yazılmış olan vesikayı ibraz eden taraf tercümesini de raptetmeye mecburdur." (1086 SK md.325)

"Bir dilden diğer bir dile veya bir yazıdan başka bir yazıya çevirme halinde, noter tarafından metnin altına bir şerh verilir. Bu şerhin, noter yeminli tercüman kullanmışsa, tercümanın kimliğini ve adresini ihtiva etmesi ve altının, noter tarafından tarih yazılıp imzalanarak mühürlenmesi gereklidir." (1512 SK md.103)

"Örneği verilmesi istenen kağıt yabancı dilde yazılmışsa, evvela tercüme edilir; sonra bu bölüm hükümlerine göre örnek çıkarılarak her örneğe tercümesi iliştirilir ve bu yolda şerh verilir." (1512 SK md.99)

"İlgilinin bulunduğu yerde noterlikçe çeviri yaptırılamazsa, o noterlik aracılığı ile başka yerdeki noterlikte çevirme yaptırılabilir." (1512 SK md.104)

"Belgelerin bir dilden diğer bir dile veya bir yazıdan başka bir yazıya çevrilmesine ve noterlikçe onaylanmasına çevirme işlemi denir.
Noterin, çevirmeyi yapanın o dili veya yazıyı doğru olarak bildiğine, diplomasını veya diğer belgelerini görerek veya diğer yollarla ve hiçbir tereddüte yer kalmayacak şekilde kanaat getirmesi gerekir.
Noterlik Kanununun 75. maddesinin son fıkrası gereğince noter tercümana Hukuk Yargılama Usulü Kanununa göre and (yemin) içirir. Bunun bir tutanakla belgelendirilmesi zorunludur. Bu tutanakta tercümanın adı, soyadı, doğum tarihi, iş adresi, ev adresi, tahsil derecesi, hangi dil veya dilleri, hangi yazıyı bildiği, noterin çevirenin bu dil ve dilleri veya yazıyı bildiğine ne suretle kanı sahibi olduğu, yemin biçimi ve tutanağın tarihini gösterir. Tutanağın altı noter ve tercüman tarafından imzalanır.
Kendisine çevirme yaptırılan kimselerin yemin tutanakları noterlik dairesinde özel bir kartonda saklanır. Noter, kartonunda yemin tutanağı bulunmayan bir kimseye çevirme yaptırılmaz.
Noter tarafından ilgilisinden alınan çevirme ücretleri noterlik dairesinin gelirlerinden olup yevmiye defterine gelir olarak kaydedilir. Noterin çevirene ödediği para da dairenin giderlerindendir."
(1512 SK. Yönetmeliği md.96)

A) Apostil Şerhi konacak resmi belgeler:
a) "Savcı, zabıt katibi veya adliye memuru tarafından verilmiş belgeler de dahil olmak üzere, devletin bir yargı organına veya mahkemesine bağlı makam veya görevli memur tarafından düzenlenmiş olan belgeler,
b) İdari belgeler,
c) Noter senetleri,
d) Kişilerce özel sıfatla imzalanmış belgeler üzerine konulmuş olup belgenin kaydının veya belirli bir tarihte mevcut olduğunun ve imzaların doğruluğunun resmi makam ve noterlerce tasdiki gibi resmi beyanlar" dır.

B) Aynı maddeye göre sözleşmenin uygulanamayacağı, diğer bir deyişle, Apostil tasdiği yapılamayacak belgeler:
a) "Diplomasi veya konsolosluk memurları tarafından düzenlenmiş belgeler,
b) Ticaret veya gümrük işlemleriyle doğrudan ilgili olan idari belgeler" dir.

Sözleşmenin 6. maddesi uyarınca "Her Akit Devletin, Apostil Şerhini vermek üzere yetkili kılınan makamları belirlemesi, bunlarda değişiklik olduğunda da keyfiyeti Hollanda Dışişleri Bakanlığına bildirmesi" gerekmektedir.

Sözleşmenin 9. maddesinde "Her Akit Devlet, işbu Sözleşmede tasdik bağışıklığının öngörüldüğü hallerde kendi diplomasi veya konsolosluk memurlarınca tasdik işlemi yapılmamasını sağlamak üzere gerekli önlemleri alacaktır" denmekte ve usulüne göre Apostil Şerhi uygulanmış bir belgenin başkaca bir tasdiğe gerek olmadığı belirtilmektedir.

Anılan Sözleşme metni ile sözleşmeye taraf olan ülkelere ait güncel liste ile her bir ülkede Apostil Şerhi koymaya hangi makamların yetkili olduğuna dair bilgiler:

Apostil tasdik şerhi örneği, apostili imzalamaya yetkili mercilerde bulunmaktadır. Apostil belgesinin şekli, sözleşmenin 4. maddesinde tanımlanmış olup, aşağıdaki 10 husustan oluşmaktadır:

Belgenin düzenlendiği ülkenin adı,
Belgeyi imzalayan kişinin adı,
Belgeyi imzalayan kişinin sıfatı,
Belgeye basılan mührün ait olduğu makamın adı,
Tasdik edildiği yer,
Tasdik edildiği tarih,
Apostili düzenleyen makam,
Apostil numarası,
Apostili düzenleyen makamın mührü veya kaşesi,
Apostili düzenleyen yetkilinin imzası.

Sözleşmenin 3 ve 5. maddelerinden de anlaşılacağı üzere; apostil uygulaması, apostil şerhi konulan belgenin metnine şamil değildir.

Apostil; imzanın doğruluğunun, belgeyi imzalayan kişinin sıfatının ve gerektiğinde, bu belge üzerindeki mühür veya damganın aslıyla aynı olduğunun teyidi için tasdik şerhinin yetkili makamca belge üzerine vurulmasından ibarettir.

Usulüne uygun biçimde doldurulan tasdik şerhi, imzanın doğruluğunu, belgeyi imzalayan kişinin hangi sıfatla imzaladığını ve gerektiğinde, belge üzerindeki mühür veya damganın aslıyla aynı olduğunu teyid eder." (İçişleri Bakanlığı İİGM'nün 2009/31 Sayılı Genelgesi)

Lahey Konferansı'nın tam üyesi taraf ülkeler:

Andora, Arjantin, Ermenistan, Avusturalya, Belize, Brunei, Bulgaristan, Kolombiya, Kıbrıs, Çek Cumhuriyeti, El Salvador, Estonya, Macaristan, İsrail, Kazakistan, Letonya, Liberya, Litvanya, Malavi, Malta, Marshall Adaları, Meksika, Monako, Nambiya, Yeni Zelanda, Niue, Panama, Romanya, Rusya Federasyonu, Saint Kitts ve Nevis, Saint Lucia, Samoa, San Marino, Seyşeller, Slovakya, Güney Afrika, Trinidad ve Tobago, Ukrayna, ABD, Venezuela.

Aşağıdaki devletler Lahey Konferansı'nın tam üyesi değildir. Ancak, bu devletler Konvansiyon'un 12. maddesinin kendileri içinde bağlayıcı olduğunu kabul etmişlerdir:

Avusturya, Bahamalar, Barbados, Belçika, Bosna Hersek, Botswana, Çin, Hong Kong, Çin, Makau, Hırvatistan, Dominik, Fiji, Finlandiya, Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti, Fransa, Almanya, Yunanistan, Granada, İngiltere, İrlanda, İtalya, Japonya, Lesoto, Liechtenstein, Lüksenburg, Mauritius, Hollanda, Norveç, Portekiz, Saint Vincent ve Greadines, Sırbistan Karadağ, Slovenya, İspanya, Surinam, Swaziland, İsveç, İsviçre, Tongo, Türkiye.

Türkiye'de Yetkili Merci:
1. İdare ile ilgili belgeler:
a. İllerde: Vali, Vali Yardımcısı, Hukuk İşleri Müdürü,
b. İlçelerde: Kaymakam,
2. Adli belgeler: Ağır ceza mahkemeleri bulunan yerlerde Adli Kurul Başkanlıkları.

http://www.pusulaymm.com.tr/yabanci-dildeki-kagitlarin-kullanimi/


Apostil Şerhi İstenmeyecek Ülkeler

Dışişleri Bakanlığı Konsolosluk Prensipler Daire Başkanlığı tarafından gönderilen 23 Ekim 2009 tarihli ve 2009/412955 sayılı yazıda;
"1 – Avusturya'nın Ankara Büyükelçiliği'nden alınan Nota'da "Türkiye Cumhuriyeti ve Avusturya Cumhuriyeti'nin Taraf Bulundukları 01.03.1954 Tarihli Hukuk Usulüne Dair Lahey Sözleşmesi'ne İlişkin Olarak Yaptıkları 16 Eylül 1988 Tarihli Ek Anlaşma"nın 15. maddesinde geçen "Her iki ülkenin birinde bir mahkeme veya noterlik tarafından düzenlenen veya tasdik edilen evrakın diğer ülkede yeniden tasdik edilmesine gerek yoktur" hükmüne rağmen, Türk makamlarının ve noterlerin Avusturya belgelerinde Apostil şerhi bulunmasını talep ettikleri, konuya ilişkin görüşlerinin alınarak Avusturya tarafına yanıt verilmesi ve ilgili makamlarımızın bilgilendirilmesini teminen Bakanlıklarına ilgi (a)'da kayıtlı yazımızla bildirilmişti.

2 – Bakanlıklarından alınan ilgi (b)'de kayıtlı cevabi yazıda, özetle, Avusturya ile ülkemiz arasında akdedilen 16 Eylül 1988 tarihli Ek Anlaşmanın 15. maddesinde belirtilen belgeler için muafiyet gereği ayrıca Apostil tasdikinin aranmasına gerek bulunmadığı belirtilmektedir.

3 – Yukarıdaki hususların iletildiği Avusturya makamlarıyla görüş birliği içinde olunduğu Avusturya Dışişleri Bakanlığı'nın Viyana Büyükelçiliğimize ilettiği bir Nota'da belirtilmektedir.

4 – Bu çerçevede, Avusturya makamlarınca düzenlenen ve münhasıran adli makamlara sunulacak belgeler için Apostil tasdikinin aranmaması gerektiği hususunun üyelerine iletilmesine izinlerini saygılarımla rica ederim" denilmiştir.

Avusturya makamlarınca düzenlenen ve münhasıran adli makamlara ve dolayısıyla noterliklere sunulacak belgelerde Apostille (tasdik) şerhinin aranmaması gerektiği anlaşılmakla konu Yönetim Kurulumuzun 4.12.2009 tarihli toplantısında görüşülmüş ve Apostille (tasdik) şerhi aranmayacak başka ülkeler bulunup bulunmadığının Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğünden sorulmasına karar verilmiştir.

Adı geçen Genel Müdürlükçe gönderilen 21.12.2009 tarihli ve 1557/129430 sayılı cevap yazısında; "Avusturya dışında, ikili anlaşmalar nedeniyle adli makamlara veya noterliklere sunulacak belgelerde Apostille (tasdik) şerhi aranmayacak "Yabancı Resmi Belgelerin Tasdiki Mecburiyetinin Kaldırılması Sözleşmesi" ne taraf başka ülkeler bulunup bulunmadığı hususunda görüş isteminde bulunan ilgi yazınız ve konu incelendi.

Türkiye'nin; 12/04/1988 tarihinde Polonya ile yaptığı "Türkiye Cumhuriyeti ile Polonya Halk Cumhuriyeti arasında Hukuki ve Ticari Konularda Adli Yardım Sözleşmesi"nin 13. maddesinde;

06/06/1988 tarihinde Macaristan ile yaptığı "Türkiye Cumhuriyeti ile Macaristan Halk Cumhuriyeti Arasında Hukuki ve Ticari Konularda Adli Yardımlaşma Sözleşmesi"nin 13. maddesinde;

07/02/1990 tarihinde Kuveyt ile yaptığı "Hukuki, Ticari ve Cezai işlerde Hukuki ve Adli İşbirliği Sözleşmesinin 7. maddesinde;

23/06/1994 tarihinde Özbekistan ile yapılan "Hukuki, Ticari ve Cezai Konularda Adli Yardım Sözleşmesinin 14. maddesinde;

15/03/1995 tarihinde Arnavutluk ile yaptığı "Türkiye Cumhuriyeti ile Arnavutluk Cumhuriyeti Arasında Hukuki, Ticari ve Cezai Konularda Adli Yardımlaşma Sözleşmesinin 14. maddesinde;

04/04/1996 tarihinde Gürcistan ile yaptığı "Türkiye Cumhuriyeti ile Gürcistan Cumhuriyeti Arasında Hukuki, Ticari ve Cezai Konularda Adli Yardım Anlaşması"nın l4. maddesinde;

06/05/1996 tarihinde Tacikistan ile yaptığı "Türkiye Cumhuriyeti ile Tacikistan Arasında Hukuki, Ticari ve Cezai Konularda Adli Yardım Andlaşma"sının 14. maddesinde;

15/12/1997 tarihinde Rusya ile yaptığı "Türkiye Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu Arasında Hukuki, Ticari ve Cezai konularda Adli Yardımlaşma Anlaşma"nın 14. maddesinde;

10/02/1999 tarihinde Hırvatistan ile yaptığı "Türkiye Cumhuriyeti ile Hırvatistan Cumhuriyeti Arasında Hukuki, Ticari Konularda Adli işbirliği Anlaşması'nın 12. maddesinde;

19/09/1999 tarihinde Litvanya ile Yaptığı "Türkiye Cumhuriyeti ile Litvanya Arasında Hukuki ve Ticari Konularda Adli Yardım Sözleşmesinin 7. maddesinde;

23/11/2000 tarihinde Ukrayna ile yaptığı "Türkiye Cumhuriyeti ile Ukrayna Arasında Hukuki Konularda Adli Yardımlaşma ve İşbirliği Anlaşması"nın 13. maddesinde;

11/07/2001 tarihinde Makedonya ile yaptığı "Türkiye Cumhuriyeti ile Makedonya Cumhuriyeti arasında Hukuki ve Cezai Konularda Adli Yardım Sözleşmesi"nin 14. maddesinde;

Genel olarak, Akit taraflardan birinin ülkesinde, yetkili makamlar tarafından tanzim edilmiş, verilmiş veya onaylanıp resmi mühür taşıyan belgeler ile bunların onaylı örneklerinin diğer akit tarafın ülkesinde tasdik işlemine tabi tutulmayacağına ilişkin bir düzenleme mevcuttur.

17/07/1997 tarihinde Türkiye ile Kazakistan arasında yapılan "Türkiye Cumhuriyeti ve Kazakistan Cumhuriyeti Arasında Hukuki Konularda Adli Yardımlaşma Anlaşması"nın 8. maddesi uyarınca ise; "Diğer Akit tarafın mahkemeleri nezdinde kullanılmak üzere, Akti taraflardan birinin yetkili makamlarında tanzim edilmiş veya onaylanmış belgeler, usulüne uygun olarak imzalanmış ve resmi mühürle mühürlenmiş olmaları şartıyla, tasdik işlemine tabi tutulmayacaktır."

Benzer bir hüküm Türkiye ile Azerbaycan arasında 02/11/1992 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti ile Azerbaycan Cumhuriyeti arasında yapılan "Hukuki, Ticari ve Cezai Konularda Adli Yardımlaşma Sözleşmesi"nde bulunmaktadır. Sözü edilen 12. madde'ye göre; "Akit taraflardan birinin ülkesinde düzenlenmiş veya onaylanmış ve resmi mühür taşıyan belgeler diğer Akit tarafın bir adli makamı önündeki işlemlerde tasdikten muaf tutulacaktır."

Bu ülkelerden Tacikistan, Kuveyt, Özbekistan ve Irak, 1961 tarihli Lahey (Apostille) Sözleşmesine taraf değillerdir." denilmiştir.

Buna göre;

1) Arnavutluk, Avusturya, Gürcistan, Hırvatistan, Kuveyt, Litvanya, Macaristan, Makedonya, Özbekistan, Polonya, Rusya, Tacikistan, Ukrayna yetkili makamları tarafından tanzim edilmiş, verilmiş veya onaylanıp resmi mühür taşıyan belgeler ile bunların onaylı örneklerinde tasdik (Apostille) şerhinin aranmaması gerekmektedir.

2) Kazakistan makamları tarafından Türkiye'deki mahkemeler nezdinde kullanılmak üzere tanzim edilmiş veya onaylanmış belgeler usulüne uygun olarak imzalanmış ve resmi mühürle mühürlenmiş olmaları şartıyla, tasdik işlemine tabi değillerdir.

3) Azerbaycan makamları tarafından düzenlenmiş veya onaylanmış ve resmi mühür taşıyan belgeler Türkiye'deki adli makamlar önündeki işlemlerde tasdikten muaf bulunmaktadır.


Bilgi edinilmesini rica ederim.

Saygılarımla,

BAŞKAN
Hasan YENİ
(İstanbul 28. Noteri)

Kaynak : Noterler Birliği



16.09.1984, Sayı: 18517
Milletlerarası Sözleşme
Karar sayısı: 84/8373

20/06/1984 Tarihli ve 3028 sayılı Kanun ile onaylanması uygun bulunan ekli Yabancı Resmi Belgelerin Tasdiki Mecburiyetinin Kaldırılması Sözleşmesinin katılma belgesinin tevdii tarihinden 60 gün sonra yürürlüğe girmek üzere, onaylanması ;
Dışişleri Bakanlığının 12/7/1984 tarihli ve KMEH – V- LDK - XII - 713 – 3497 sayılı yazısı üzerine 31/05/1963 Tarihli ve 244 sayılı Kanunun 3 üncü maddesine göre, Bakanlar Kurulunca 27/7/1984 tarihinde kararlaştırılmıştır.

YABANCI RESMİ BELGELERİN TASDİKİ MECBURİYETİNİN KALDIRILMASI SÖZLEŞMESİ

İşbu Sözleşmeyi imzalayan Devletler.
Yabancı resmi belgelerin diplomasi veya konsolosluk temsilciliklerince tasdiki mecburiyetinin kaldırılması isteği ile, bu konuda bir sözleşme yapmayı kararlaştırmışlar ve aşağıdaki hükümler üzerinde anlaşmışlardır:

Madde 1
İşbu Sözleme Akit Devletlerden birinin ülkesinde düzenlenmiş olup da diğer bir Âkit Devlet ülkesinde kullanılacak olan resmi belgelere uygulanır.
İşbu Sözleşmenin amaçları bakımından, aşağıdaki belgeler resmi belge sayılır :
a) Savcı, zabıt katibi veya adliye memuru tarafından erilmiş belgeler de dahi olmak üzere, Devletin bir yargı organına veya mahkemesine bağlı bir makam veya görevli memur tarafından düzenlenmiş olan belgeler
b) İdari belgeler
c) Noter senetleri
d) Kişilerce özel sıfatla imzalanmış belgeler üzerine konulmuş olup belgenin kaydının veya belirli bir tarihte mevcut olduğunun ve imzaların doğruluğunun resmi makam ve noterlerce tasdiki gibi resmi beyanlar
Bununla birlikte İşbu sözleşme
a) Diplomasi veya konsolosluk memurları tarafından
b) Ticaret veya gümrük işlemleriyle doğrudan doğruya ilgili olan idari
belgelere uygulanmaz.

Madde 2
Akit Devletlerden her biri bu sözleşmenin uygulama alanına giren ve kendi ülkesinde kullanılacak olan belgeleri tasdik işleminden bağışık tutacaktır. Bu sözleşmenin amaçları bakımından, tasdik işleminden yalnız belgenin kullanıldığı ülkenin diplomasi ve konsolosluk memurları tarafından belgedeki imzanın doğruluğunun belgeyi imzalayan kişinin hangi sıfatla imzaladığının veya gerekirse üzerindeki mühür veya damganın aslı ile aynı olduğunun teyidi işlemi anlaşılır.

Madde 3
İmzanın doğruluğunun belgeyi imzalayan kişinin sıfatının ve gerektiğinde bu belge üzerindeki mühür veya damganın aslı ile aynı olduğunun teyidi için
zorunlu görülebilecek tek işlem 4. maddede tanımlanan tasdik şerhinin belgenin verildiği devlet yetkili makamınca bu belgeye konulmasından ibarettir.
Ancak, yukarıdaki fıkrada belirtilen işleme uyulması gerek belgenin kullanıldığı ülkede yürürlükte bulunan yasa, yönetmelik veya uygulamalarla,
gerekse iki veya daha çok akit devlet arasındaki bir anlaşma ile böyle bir işlemin kaldırılmış, basitleştirilmiş veya tasdikten tüm bağışık tutulmuş olması hallerinde istenemez.

Madde 4
3 üncü maddenin 1. fıkrasında öngörülen tasdik şerhi, bizzat belgenin veya buna eklenecek bir kağıdın üzerine konulacaktır; bu şerh işbu Sözleşmeye ekli örneğe uygun olmalıdır.
Bununla, birlikte, tasdik şerhi, bunu koyan makamın resmi dilinde yazılabilir.
Bu tasdik şerhinde yeralan kayıtlar ikinci bir dilde de olabilir. Ancak, tasdik şerhinin, «Apostille Convçntîon de La Haya Du 5 Octobre 1961» başlığı Fransızca olarak belirtilmelidir.

Madde 5
Tasdik şerhi, belgede imzası bulunan veya belgeyi getiren kişinin isteği üzerine verilir. Usulüne uygun biçimde doldurulan tasdik serhi imzanın doğruluğunu, belgeyi İmzalayan kişinin hangi sıfatla, imzaladığını ve gerektiğinde, belge üzerindeki mühür veya damganın aslı ile aynı olduğunu teyid eder. Tasdik şerhi üzerindeki imza, mühür veya damga her türlü doğrulama işleminden bağışıktır.

Madde 6
Her Akit Devlet 3 üncü maddenin 1 nci fıkrasında öngörülen tasdik şerhini vermek üzere yetkili kılınan makamları belirleyecektir.
Her Akit Devlet, bu görevlendirmeyi, onay veya katılma belgesini veya Sözleşmenin ülkesel kapsam bildirimini verirken Hollanda Dışişleri Bakanlığına
bildirecektir. Bu makamların görevlendirilmesinde yapılacak her değişiklikten Hollanda Dışişleri Bakanlığına ayrıca bilgi verilecektir.

Madde 7
6 ncı madde uyarınca görevlendirilen makamlardan her biri verilen tasdik şerhlerinin kaydedileceği ve aşağıdaki bilgileri içeren bir kayıt defteri veya fiş endeksi tutmak zorundadır:
a) Tasdik şerhlerinin sıra numarası ve tarihi
b) Resmi belgeyi imzalayan kişinin adı ve ne sıfatla İmzaladığı veya, imzasız olan belgeler için, mühür veya damgayı koyan makamın belirtilmesi,
Tasdik şerhini vermiş olan makam, İlgililerden herhangi birinin İstemi üzerine, şerh üzerinde gösterilen bilgilerin kayıt defteri veya fiş endeksindeki kayıtlara, uygun olup olmadığını incelemekle yükümlüdür.

Madde 8
İki veya daha çok Akit Devlet arasında bir imza mühür veya damganın tasdikini belirli formalitelere bağlı tutan hükümler içeren bir andlaşma, sözleşme veya anlaşma bulunduğu takdirde, işbu Sözleşme, ancak o hükümlerin. 3 ve 4. maddelerde öngörülen formalitelerden daha katı olması halinde, söz konusu hükümlerin yerine geçer.

Madde 9
Her Akit Devlet, işbu Sözleşmede tasdik bağışıklığının öngördüğü hallerde kendi diplomasi veya konsolosluk memurlarınca tasdik işlemi yapılmamasını sağlamak üzere gerekli Önlemleri alacaktır.

Madde 10
İşbu Sözleşme, Lahey Devletler Özel Hukuku Konferansının 9 uncu Dönem toplantısında temsil edilen Devletler ile İrlanda, İzlanda, Liechtenctein ve Türkiye'nin imzasına açıktır.
Sözleşme onaylanacak ve onay belgeleri Hollanda Dışişleri Bakanlığına verilecektir.

Madde 11
İşbu Sözleşme 10 ucu maddenin 2 nci ıkrasında öngörülen üçüncü onay belgesinin verilmesinden sonraki altmışıncı gün yürürlüğe girecektir.
Sözleşme, daha sonra onaylayan her imzacı Devlet için, onay belgesinin verilmesinden sonraki altmışıncı gün yürürlüğe girecektir.

Madde 12
10 ncu maddede belirtilmeyen her Devlet, 11. maddenin l nci fıkrası gereğince yürürlüğe girmesinden sonra işbu Sözleşmeye katılabilecektir. Katılma belgesi Hollanda Dışişleri Bakanlığına verilecektir.
Katılma, ancak Katılan Devlet ile bu katılmaya 15. maddenin (d) bendin de öngörülen bildirimin alınmasından sonra altı ay içinde itirazda bulunmayan Akit Devletler arasındaki ilişkiler bakımından geçerli olacaktır. Böyle bir itiraz Hollanda Dışişleri Bakanlığına bildirilecektir.
Sözleşme, katılan Devlet ile katılmaya itiraz etmeyen Devletler arasında, bir önceki fıkrada sözü edilen altı aylık sürenin bitiminden sonraki altmışıncı gün yürürlüğe girecektir.

Madde 13
Her Devlet; imza, onay veya katılma sırasında İşbu Sözleşmenin uluslararası alanda temsil ettiği toprakların tümünde veya içlerinden birinde veya birçoğunda yürürlükte olacağını beyan edebilir. Bu bildirim Sözleşmenin anılan Devlet için yürürlüğe girdiği anda geçerlik kazanacaktır.
Daha sonra bu nitelikteki her kapsam genişletme bildirimi Hollanda Dışişleri Bakanlığına verilecektir.
Kapsam genişletme bildirimi, Sözleşmeyi daha önce imzalamış ve onaylamış bir Devlet tarafından yapıldığında, Sözleşme, bu bildirimde belirtilen topraklar için 11. madde uyarınca yürürlüğe girecektir. Kapsam genişletme bildirimi. Sözleşmeye katılmış bir Devlet tarafından yapıldığında Sözleşme bu bildirimde belirtilen topraklar için 12. madde hükümleri uyarınca yürürlüğe girecektir.

Madde 14
İşbu Sözleşme 11. maddenin 1 nci fıkrası uyarınca yürürlüğü girdiği tarihten başlayarak beş yıllık bir süre için yürürlükte kalacak ve Sözleşmeyi sonradan onaylayan veya katılan Devletler için de aynı hüküm geçerli olacaktır. Sözleşme feshedilmedikçe her beş yılda bir kendiliğinden yenilenmiş olacaktır. Sözleşmenin feshi, beş yıllık sürenin bitiminden en az altı ay önce, Hollanda Dışişleri Bakanlığına bildirilecektir. Fesih Sözleşmenin uygulandığı ülkelerden bir bölümü ile sınırlı tutulabilecektir. Sözleşmenin feshi, yalnız, böyle bir bildirimde bulunacak olan Devlet bakımından geçerlik taşıyacaktır. Sözleşme, diğer Akit Devletler bakımından yürürlükte kalacaktır.

Madde 15
Hollanda Dışişleri Bakanlığı, 10. maddede belirtilen Devletler ile l2. madde hükümleri uyarınca Sözleşmeye sonradan, katılacak olan Devletlere aşağıdaki huausları bildirecektir:
a) 6. maddenin 2 nci fıkracında yeralan bildirimler,
b) 10 ncu maddede belirtilen imza ve onaylar.
c) 11. maddenin l. fıkrası uyarınca işbu Sözleşmenin yürürlüğe gireceği tarih,
d) 12 nci maddede belirtilen katılmalar ve itirazlar ile katılmaların geçerlik kazanacağı tarihler.
e)13 ncü maddede belirtilen kapsam genişletme bildirimleri ve bunların geçerlik kazanacağı tarihler,
f)14 ncü maddenin 3 ncü fıkrasında belirtilen fesih bildirimleri Bu hükümlerin tanıtı olmak üzere usulüne uygun olarak yetkili kılınmış aşağıda imzası bulunanlar bu Sözleşmeyi imzalamışlardır.
Lahey'de 5 Ekim 1961 günü aslı Hollanda Hükümeti arşivlerine konulmak ve tasdikli birer örneği. Lahey Devletlerarası Önel Hukuku Konferansının 9. Dönem Toplantısında temsil edilmiş olan Devletlerden her biri ile İrlanda, izlanda, Liechtenstein ve Türkiye'ye diplomatik yoldan iletilmek ve metinler arasında ayrılık halinde Fransızca metin temel alınmak üzere, Fransızca ve İngilizce olarak tek nüsha halinde düzenlenmiştir.

Sözleşmenin Eki
Tasdik Şerhi Örneği —
(Apostille)
Tasdik Şerhi en az 9 cm. kenarlıklı kare biçiminde olacaktır.
TASDİK ŞERHİ 15 Ekim 1961
tarihli Lahey Sözleşmesi)
APOST1LLE
CConvontion de La Haye du 5 Octobre 1961)
1. Ülkee TÜRKİYE - LA TURQUIE
İşbu resmi belge:
2 .......................tarafından imzalanmıştır
3. İmzalayanın sıfatı ., ,...............\ , dır.
4....................."nin mühür/damgasını: taşımaktadır.
TASDÎK
a ................................da
6.................................günü
7. , , . , . , . . , . . . . . , . tarafından
S, No....................ile tasdik edilmiştir,
9- Mühür/Damga 10. .

http://www.uhdigm.adalet.gov.tr/sozlesmeler/coktaraflisoz/lahey/turkce_lah12.pdf



Konuyla ilgili Yargıtay Kararları:

T.C.
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ
E. 2009/2972
K. 2009/13376
T. 6.7.2009

1086/m.67/1
5718/m.48
1512/m.195

DAVA : Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen ve yukarıda tarih numarası gösterilen hüküm temyiz edilmekle evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Dava davacı Sophia Costas adına vekili tarafından açılmış ve takip edilmiştir. Geçerli bir vekaletnamenin varlığı dava koşuludur. Dosyaya sunulan vekaletname yabancı ülkede düzenlenmiştir. 1512 sayılı Noterlik Kanununun 195. maddesi gereğince yabancı memleketlerde düzenlenen vekaletname altındaki imza ve mühürün o yer Türk Konsolosluğu tarafından tasdik edilmiş olması gerekir. Yabancı Resmi Belgelerin Tasdikten Muaf Tutulmasına ilişkin 1961 tarihli Lahey Konvansiyonu, bu sözleşmeye taraf devletlerden birinin ülkesinde düzenlenmiş olupta diğer akit devlet ülkesinde kullanılacak olan resmi belgelerin diplomasi ve konsolosluk memurları tarafından onaylanması zorunluluğunu kaldırmış ise de anılan bu sözleşme gereğince belgedeki imzanın, imzalayan kişinin sıfatının, gerektiğinde bu belge üzerindeki mühür ve damganın belgeyi düzenleyen ülkenin yetkili makamınca tasdik edilmiş olması, başka bir ifadeyle apostil şerhini ihtiva etmesi zorunludur. Yargılama sırasında sunulan vekaletname sözü geçen şerhi taşımamaktadır.

Mahkemece davacı vekiline usulüne uygun vekaletname sunması için süre verilmesi ve sonuçlarının hatırlatılması usulüne uygun vekaletname sunulmadığı veya asil yapılan işlemleri kabul ettiğini dilekçe ile mahkemeye bildirmediği takdirde davanın açılmamış sayılmasına karar verilmesi gerekirken ( HUMK.md.67/1 ) usulüne uygun vekaletname sunulmadığından bahisle davanın reddi doğru görülmediği gibi, davacı yabancı uyruklu olup 5718 sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanunun 48 ve devamı maddeleri gereği davacının teminat göstermesi gereken kişilerden olup olmadığı tespit edilip teminat göstermesi gereken yabancı gerçek kişilerden ise takdir edilecek teminatı yatırması için uygun bir süre verilip sonucuna göre hareket edilmesi gerekirken bu yön gözetilmeden yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır.

SONUÇ : Hükmün açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, bozma nedenine göre diğer yönlerin incelenmesine yer olmadığına, 06.07.2009 gününde oybirliğiyle karar verildi.



T.C.
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ
E. 2006/4582
K. 2006/11050
T. 17.7.2006

2675/m.37

DAVA : Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen ve yukarıda tarih numarası gösterilen hüküm temyiz edilmekle evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Yabancı bir ilamın kısmen tanınması ve tenfizi mümkün olup, davacı boşanma hükmünün tanınmasını talep etmiştir. 2675 Sayılı Yasanın 37. maddesinin aramış olduğu koşullar gerçekleşmiştir. Ayrıca apostil şerhinin aranmasına gerek yoktur. Yabancı mahkeme ilamının kamu düzenine açıkça aykırı olduğu da kabul edilemez. Mahkemece davacının davasının kabulüne karar vermek gerekirken yazılı şekilde ret hükmü kurulması doğru görülmemiştir.

SONUÇ : Temyiz edilen hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 17.07.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.


T.C.
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ
E. 2006/10411
K. 2007/218
T. 23.1.2007

2675/m.37

DAVA : Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen hükmün kanun yararına bozulması Adalet Bakanlığının yazısı üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından istenilmekle evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Dosyaya sunulan yabancı mahkeme kararında 5 Ekim 1961 tarihli yabancı Resmi Belgelerin tasdiki mecburiyetinin kaldırılması hakkındaki Lahey Sözleşmesi hükümlerine göre konulması zorunlu Apostil ( tasdik şerhi ) mevcuttur.

Anılan sözleşmeye kararın verildiği Avusturya devleti de taraftır.

Buna göre yabancı mahkeme kararı, 2675 Sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku hakkındaki Kanunun 37. maddesindeki niteliğe uygun olup, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının kanun yararına bozma isteği kabul edilmemiştir.

SONUÇ : Yukarıda gösterilen sebeple kanun yararına bozma isteğinin REDDİNE, 23.01.2007 gününde oybirliğiyle karar verildi.


T.C.
YARGITAY
11. HUKUK DAİRESİ
E. 2003/1872
K. 2003/7813
T. 15.9.2003

2675/m. 38/a

DAVA : Taraflar arasında görülen davada Beyoğlu Asliye 2.Hukuk Mahkemesi'nce verilen 19.11.2002 tarih ve 2002/152 - 2002/661 sayılı kararın Yargıtay'ca incelenmesi davalı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi Deniz Biltekin tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Davacı vekili, İngiltere Yüksek Mahkemesi Queen's Bench Bölümü Manchester Bölge Mahkemesi tarafından görülen dava sonucu davalının toplam 33.065,43 USD ödemeye mahkum edildiğini, kararın yüksek mahkemece verildiğine dair noter onayı ve Apostil onayının bulunduğunu ileri sürerek, ilgili mahkeme kararının tenfizine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, tenfizi talep edilen kararın müvekkiline tebliğ edilmediğinden kesinleşmediğini, Türkiye ile İngiltere arasında karşılıklılık esasının bulunmadığını savunarak, davanın reddini talep etmiştir.

Mahkemece, iddia, savunma, bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamından davanın kabulüne karar verilmiştir.

Kararı, davalı vekili temyiz etmiştir.

Dava, yabancı ilamın tenfizi isteğine ilişkindir. 2675 sayılı MÖHUK.nun 38/a maddesi hükmü uyarınca, tenfiz kararı verilebilmesi için öncelikle, Türkiye Cumhuriyeti ile ilamın verildiği devlet arasında karşılıklılık ( mütekabiliyet ) esasına dayanan bir anlaşma veya o devlette Türk Mahkemeleri'nden verilmiş ilamların tenfizini mümkün kılan bir kanun hükmünün veya fiili uygulamanın bulunması gerekir. Dosyada bulunan Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü'nün 05.08.2002 tarihli yazısında İngiltere ile olan hukuki durum açıklanıp takdir mahkemeye bırakıldığına göre, mahkemece ilgili yazı değerlendirilmeden davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile kararın davalı lehine BOZULMASINA, bozma nedenine göre sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, ödediği temyiz peşin harcın isteği halinde temyiz edene iadesine, 15.09.2003 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


T.C.
YARGITAY
13. HUKUK DAİRESİ
E. 1993/5631
K. 1993/7554
T. 12.10.1993

2675/m.6
1512/m.195
1086/m.296

DAVA: Taraflar arasındaki menfi tesbit davasının yapılan yargılaması sonunda, ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün davacılar avukatınca duruşmalı olarak temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin süresinde olduğu saptanarak dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

KARAR: Davacılar, davalının vekili tarafından verilen ibranameye rağmen ibra konusu alacağı için icra takibine geçtiğini beyanla borçlu olmadıklarının tesbitine, % 40 icra inkar tazminatına karar verilmesini istemişlerdir.

Davalı, Almanya ... Noterliği`nde düzenlenen vekaletname ile M. isimli kişiyi vekil tayin ettiğini, bu vekaletnamede vekilin ibra yetkisinin olmadığını, vekilin davacılardan hiçbir meblağ da almadığını, ibranın vekili tarafından verildiğinin kanıtlanması gerektiğini, Türk Konsolos ve siyasi memurları tarafından onaylanmadığı için vekaletnamenin geçerli olmadığını beyanla davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.

Mahkemece, vekalet ilişkisinin mercii hakimliğinde tartışıldığı, Türk Konsolos veya siyasi memurları tarafından onaylanmadığı, geçerli bulunmadığı, davalının da kabul etmediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Yanlar arasındaki uyuşmazlık, Almanya ... Noterliği`nde düzenlenen vekaletnamenin Türkiye`de bir hukuki işlemde kullanılabilmesi için, Türk Konsolos veya siyasi memurlarınca onaylanmış olmasının gerekip gerekmediği ile vekaletnamede ibra yetkisinin vekile verilip verilmediği, vekilin ibra karşılığı bir meblağ alıp almamasının ibraya etkisi ve ibranamenin gerçekten vekil tarafından verilip verilmediği noktalarında toplanmaktadır. Öyle ise sağlıklı bir çözüm, için yabancı bir ülkede düzenlenen vekaletnamenin Türkiye`de Türk hukuku açısından geçerlilik durumu ile isbat gücü üzerinde öncelikle durulmalıdır. Kural olarak; yabancı bir ülkede, o ülkenin yetkili makamı tarafından doğrudan düzenlenen veya tasdik edilen senetler, o yabancı ülkedeki Türk Konsolos veya siyasi memurlarınca onaylanmış olmadıkça, bu senetlerin Türkiye`de resmi senet olarak kabulü mümkün değildir. Türk Konsolos veya siyasi memurları tarafından onaylanmamış olması, o senedin geçerliliğini hiç bir zaman etkilemez. Sadece isbat kuvvetine etkili olur. Resmi senet olarak nitelendirilemez. Resmi senedin sağladığı ,isbat imkanlarından yoksun olur ( HUMK.m.296 ve Noterlik Kanunu m.195 ). Nitekim, MÖHUK.`nun 6. maddesiyle de özet olarak, yabancı otoritenin düzenlediği senetlerin de şeklen geçerli olduğu, ancak Türkiye`de isbat kuvveti bakımından Türk Kanunlarına tabi olduğu açıklanmıştır.

Ne varki Türkiye, 5.10.1961 tarihli "Yabancı Resmi Belgelerin Tasdiki Mecburiyetinin Kaldırılması Hakkındaki La Haye Sözleşmesi"ni 1984 yılında onaylamış, sözleşme Türkiye için 1985 yılında yürürlüğe girmiştir ( 27.7.1984 , 1984/8373 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı; RG., 16.9.1984 T., 18517 S. ).

Anılan sözleşmenin 1. maddesinde; "sözleşmenin, Akit Devletlerden birinin ülkesinde düzenlenmiş olupta, diğer bir Akit Devlet ülkesinde kullanılacak olan resmi belgelere uygunalacağı, amaçları bakımından noter senetlerinin de resmi belgeler arasında sayıldığı", 2. maddesinde; "Akit Devletlerden her birinin bu sözleşmenin uygulama alanına giren ve kendi ülkesinde kullanılacak olan belgeleri tasdik işleminden bağışık tutacağı ... tasdik işleminden yalnız belgenin kullanıldığı ülkenin diplomasi veya konsolosluk memurları tarafından belgedeki imzanın doğruluğunun, belgeyi imzalayan kişinin hangi sıfatla imzaladığının veya gerekirse üzerindeki mühür veya damganın aslı ile aynı olduğunun teyidi işleminin anlaşılacağı", 3. maddesinde ise; "imzanın doğruluğunun, belgeyi imzalayan kişinin sıfatının veya gerektiğinde bu belge üzerindeki mühür ve damganın aslı ile aynı olduğunun teyidi için zorunlu görülebilecek tek işlemin 4. maddede tanımlanan tasdik şerhinin belgenin verildiği devlet yetkili makamınca bu belgeye konulmasından ibaret olduğu ... bu fıkrada belirtilen işleme uymasının gerek belgenin kullanıldığı ülkede yürürlükte bulunan yasa, yönetmelik veya uygulamalarla gerekse 2 veya daha çok akit devlet arasındaki bir anlaşma ile böyle bir işlemin kaldırılmış, basitleştirilmiş veya tasdikten tüm bağışık tutulmuş olması hallerinde istenemiyeceği" 4. maddesinde de; "3. maddenin 1. fıkrasında öngörülen tasdik şerhinin bizzat belgenin veya buna eklenecek bir kağıdın üzerine konulacağı tasdik şerhinin sözleşmedeki örneğine uygun ve şerhi koyan devlet dilinde düzenleneceği, ancak tasdik şerhinin "Apostille Convention de La Haye du 5 Octobre 1961" başlığının Fransızca olması gerektiği" hükümlerine yer verilmiştir. Sözleşmenin az yukarıda açıklanan hükümlerine göre akit devletlerden birinde düzenlenen resmi belgenin, kullanıldığı ülkenin yetkili konsolos veya siyasi memurları tarafından onaylanması koşul ve mecburiyeti kaldırılmış 3. ve 4. maddelerdeki işlemlerle resmi senet niteliği verilmiştir.

Almanya`nın anılan sözleşmede akit devlet olması durumunda, uyuşmazlığa özel nitelikteki bu sözleşme hükümlerinin uygulanması gerektiğinde duraksanmamalıdır. Bu durumda ise davalı, Almanya ... Noteri Dr. L. tarafından onaylanan vekaletname ile bayan M.`yi vekil tayin ettiğini kabul etmektedir. Ancak, bu beyanı açık ve net değildir. İbranamede sözü edilen vekaletname, Almanya ... Noteri Dr. L. tarafından düzenlenen vekaletname ise ve sözleşmenin 3. ve 4. maddeleri gereğince Alman yetkili makamınca bu vekaletnameye "tasdik şerhi" verilmişse vekaletname Türkiye`de de resmi belge niteliğindedir. Bu nitelikteki bir belge ancak sahtelik iddia veya davasının subutu ile hükümden düşürülebilir. Davalının belgeyi kabul etmemesi isbat gücüne etkili olmaz. Mahkemece, anılan sözleşme ve bu sözleşmenin açıklanan hükümleri yönünde hiç bir inceleme ve araştırma yapılmamıştır. İcra Tetkik Mercii Hakimliğinin taraflara ve konuya ilişkin 7.2.1992 gün, 1991/231 esas, 992/30 kararı takib hukukuna özgü kurallar içinde verilmiş bir karar olup, genel hükümlere göre açılmış bu davada delil olamaz. Öyle ise mahkemece yapılacak iş; Almanya Devleti`nin "Yabancı Resmi Belgelerin Tasdiki Mecburiyetinin Kaldırılması Hakkındaki La Haye Sözleşmesi`nde akit devlet olup olmadığı, akit devlet ise sözleşmenin 3. maddesinin 2. fıkrasında belirtildiği gibi aramızda gerek karşılıklı uygulama ve gerekse iki veya çok taraflı ayrı sözleşmelerle tasdik şerhi işleminin kaldırılması, basitleştirilmesi veya tümden bağışık tutulma durumunun olup olmadığı Adalet Bakanlığı`ndan sorulup tesbit edilmek, bu tesbite göre Almanya`da, Alman yetkili noteri tarafından düzenlenen vekaletnamenin Türkiye`de resmi vekaletname olarak kabul edilip edilmeyeceğini değerlendirmek, resmi vekaletname olarak kabulü halinde, vekilin 5.7.1991 tarihli ibranameyi verme yetkisinin olup olmadığı, ibranamenin vekil tarafından düzenlenip düzenlenmediği üzerinde durulmak, gerekirse bu konularda tarafların delil ve karşı delilleri toplanmak ve böylece hasıl olacak sonuca uygun bir karar vermekten ibarettir.

Mahkemenin açıklanan tüm bu hususları gözardı edip, yasa hükümlerini uygulamada ve nitelendirmede yanılgıya düşerek yazılı gerekçe ile davanın reddine karar verilmesi usul ve kanuna aykırı olup bozma nedenidir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz olunan kararın davacılar yararına BOZULMASINA, 12.10.1993 gününde oybirliğiyle karar verildi.
#806
Merhabalar. Çeklerin ibraz tarihlerinden itibaren on yıllık genel zamanaşımı süresi içinde muhatap bankadan ödeme talep edilebiliyordu. Aşağıda buna ilişkin bir Yargıtay Kararı bulunmaktadır. Ancak 03.02.2012 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanmak suretiyle yürürlüğe girmiş olan ve 5941 sayılı Çek Kanunu'nda değişiklik yapılmasına ilişkin 6273 sayılı Kanunun getirdiği yeni düzenlemelerden biri de çekin basıldığı tarihin yeni basılacak çek yapraklarında bulunması mecburiyetidir (Çek Kanunu m.2/7). Bu değişiklikle Çek Kanunu'nun 3. maddesine 9. fıkra eklenmiş ve bu fıkrada "Çekin, üzerinde yazılı baskı tarihinden itibaren beş yıl içinde ibraz edilmemesi halinde, muhatap bankanın üçüncü fıkraya göre ödemekle yükümlü olduğu tutara ilişkin sorumluluğu sona erer." hükmü getirilmiştir. Yani yeni basılan ve üzerinde basım tarihi bulunan çekler için bankadan yasal sorumluluk tutarını talep süresi basım tarihinden itibaren beş yılla sınırlandırılmıştır. Aynı değişiklik kapsamında Çek Kanunu'na getirilen geçici 3. maddenin 4. fıkrası uyarınca "Bankaların müşterilerine verdikleri eski çek defterleriyle ilgili olarak, muhatap bankanın 3 üncü maddenin üçüncü fıkrasına göre ödemekle yükümlü olduğu tutara ilişkin sorumluluğu 30/6/2018 tarihinde sona ere"ceği hükme bağlanmıştır. Bu durumda üzerinde basım tarihi bulunmayan eski karşılıksız çekler için (ibraz tarihinden itibaren on yıllık sürenin geçmemiş olması şartıyla) 30/6/2018 tarihine kadar muhatap bankadan ödeme talep edilmesi mümkündür. Kolay gelsin...


T.C.
YARGITAY
19. HUKUK DAİRESİ
E. 2010/8499
K. 2010/13369
T. 25.11.2010

5941/m. 3
818/m.125
6762/m.726

DAVA : Taraflar arasındaki itirazın iptali davasının yapılan yargılaması sonunda; ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davacı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

KARAR : Davacı vekili, müvekkilinin ciro yolu ile meşru hamili olduğu, davalı bankaya ait ( 4 ) adet çeki süresi içinde ibraz ettiğini, ancak çeklerin karşılıksız kaldığı için durumun çek arkalarına şerh edildiğini, bunun üzerine müvekkili tarafından 07.11.2008 tarihli dilekçe ile davalı bankaya müracaat edilip 3167 Sayılı Kanunun 10. maddesi uyarınca çek bedellerinin ödenmesinin talep edilmesine rağmen davalı bankanın zamanaşımı gerekçesiyle bu talebi reddettiğini, oysaki çek asıllarının davalı bankaya ibraz edildiğini, aynca 3167 Sayılı Kanunda herhangi bir zamanaşımı süresi öngörülmediği için bu konuda B.K.'nun 125. maddesinde öngörülen ( 10 ) yıllık sürenin uygulanması gerektiğini, müvekkilinin alacağını tahsil için takibe geçtiğini, ancak itiraz nedeni ile takibin durduğunu belirterek davalının haksız itirazın iptali ile % 40 tazminata hükmedilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı banka vekili, dava ve takip konusu çeklerin takas odası vasıtası ile ibraz edildiğini, 3167 Sayılı Kanunun 6 ve 10. maddeleri uyarınca, davacı hamilin, ( 15 ) gün içinde müvekkili bankaya müracaat etmediğini 07.11.2008 tarihinde müracaat ettiğini, bu nedenle müvekkilinin ödeme yükümlülüğü olmadığını, ayrıca TTK'nun 726. maddesi uyarınca ( 6 ) aylık zamanaşımı süresinin dolduğunu öne sürerek davanın reddi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece yapılan yargılama sonunda, davacının hamili olduğu ( 4 ) adet çeki 14.12.2006 - 09.03.2007 - 10.02.2007 ve 29.12.2006 tarihinde bankaya ibraz ettiği ancak çeklerin karşılıksız olması nedeni ile bu hususun çeklerin arkasına şerh edildiği, 3167 Sayılı Kanunun 10. maddesinde muhatap bankanın sorumlu olduğu miktarın ödenme şartının ibraz süresi içinde talep edilmesi halinde söz konusu olacağı, bu şartın gerçekleşmemesi nedeni ile davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekilince temyiz edilmiştir.

Taraflar arasındaki uyuşmazlık 3167 sayılı "Çekle Ödemelerin Düzenlenmesi ve Çek Hamillerinin Korunması Hakkında Kanun'un 10. maddesi nedeni ile muhatap bankanın her bir çek yaprağı nedeni ile belli bir miktarla sınırlı olarak sorumlu olacağına ilişkindir.

Mahkemece davalı muhatap bankanın ödeme yükümlülüğünün süresinin ibraz süresi ile sınırlı olduğu ve somut olayda davacı hamilinin ibraz süresi içinde bu miktarı talep etmediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Muhatap bankanın sorumluluğunun hangi süre ile sınırlı olduğu başka bir anlatımla hamilin muhatap bankadan ödeme yapmasını hangi süre içinde istemesi gerektiği hususunda yasada açık bir düzenleme bulunmamaktadır. 3167 Sayılı Kanunun 10/1. maddesine göre çek hesabı sahibi ile muhatap banka arasındaki ilişki çek defterinin teslimi sırasında yapılmış olan dönülemeyecek bir gayri nakdi kredi sözleşmesi niteliğindedir. Bankanın ödeme yükümlülüğü de bu sözleşmeden kaynaklanmaktadır. Hal böyle olunca muhatap bankanın ödeme yükümlülüğünün zamanaşımı süresinin B.K.'nun 125. maddesi uyarınca genel zamanaşımı süresi olan ( 10 ) yıl olarak kabulü gerekir. Doktrinde de aynı görüş hakimdir ( Bkz. S. Reisoğlu "Türk Hukukunda ve Bankacılık Uygulamasında Çek" Sh. 254 ).

Bu durumda mahkemece açıklanan yönler üzerinde durulup değerlendirilerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, yanılgılı gerekçelerle yazılı şekilde hüküm kurulmasında isabet görülmemiştir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin harcın istek halinde iadesine, 25.11.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.
#807
Merhabalar.

Alıntı Yapben avukatımın parasını verdim onlarınkinide vereceğim ama benim avukat masrafımı onlarmı ödeyecek?yada bu parayı banamı vermesi gerekiyor?yada mantıken ben kendi  avukatımın ücretini verdiğim için onlardan ne para alır nede veririm bu doğrumu.inanın kafam allak bullak .cevaplarınız için şimdiden teşekkürler.

Avukatlık Kanunu'nun 164/son hükmü aynen şu şekildedir: "Dava sonunda, kararla tarifeye dayanılarak karşı tarafa yüklenecek vekalet ücreti avukata aittir. Bu ücret, iş sahibinin borcu nedeniyle takas ve mahsup edilemez, haczedilemez." Bu hüküm uyarınca mahkemenin lehinize hükmettiği vekalet ücreti, doğrudan avukatınıza ait olmaktadır. Bu tabloya göre siz karşı tarafa ödenmesi gereken vekalet ücretini ödeyeceksiniz, avukatınız da kendi nam ve hesabına karşı taraftan mahkemenin hükmettiği vekalet ücretini tahsil edecek. Olay bundan ibarettir. Kolay gelsin...
#808
Merhabalar.

Alıntı YapBu evi arsam üzerinden nasıl terkin işlemi yaptırabilirim?

Tapu kaydında evle ilgili bir kayıt mı var ki terkin işleminden bahsediyorsunuz? Burada terkin gibi bir işlemin yeri de yok, lüzumu da yok.

Alıntı YapBu durumda ne yapmalıyım?

Öncelikle ilgili belediyeye müracaat ederek kendi arsanıza yapılan bu ruhsatsız yapının belediye ekiplerince yıkılmasını talep edin. Şayet bu yolla sonuç alamazsanız, mahkeme kanalıyla tespit yaptırın; evin oturulamayacak kadar eski ve ekonomik ömrünü doldurmuş bir yapı olduğu bilirkişi raporuyla tespit edilsin. Bu aşamadan sonra evin ulaşamadığınız sahiplerine noter kanalıyla ihtarname gönderin. Bu ihtarnamede kendi arsanızın üstüne yapılmış olan bu ekonomik değeri olmayan yapının yıkılarak enkazının arsanızdan tahliyesini, aksi halde bu işlerin tarafınızdan yapılacağını ve oluşan masrafların tahsili için aleyhlerine yasal yollara müracaat edeceğinizi belirtin. Bunu müteakip yıkım işlemini gerçekleştirmek üzere ilgili belediyeden "bina yıkım ruhsatı" alın (bina ruhsatsız olduğu için belki bu ruhsata gerek olmayabilir). Tüm bu işlemlerden sonra binayı yıkmanızın önünde herhangi bir engel kalmamış olacaktır. Kolay gelsin...
#809
Merhabalar.

Alıntı YapGeçtiğimiz günlerde eşimi kendisine yeni bir hat aldı. 2 gün sonra eşimi avukatlık bürosundan arayıp 2002 yılından kalma Telekom borcu olduğu söylendi. Telefonu eşim kullanmamış sadece kendi adına kayıtlıymış. Bu borç zaman aşımına uğrar mı?

Bu borç için zamanaşımı süresi on yıldır.

Alıntı YapBir de cep telefonu servislerinin bizim numaralarımızı paylaşma gibi bir hakkı var mı?

Bu bilgiler gizli değildir. Operatörlerin tamamında hangi numaranın kime ait olduğuna dair sorgulamalar da yapılabiliyor. Muhtemelen bankalarda olduğu operatörler arasında da bilgi paylaşımını sağlamak için karşılıklı yardımlaşmalar oluyordur. Özetle, olayda şaşırtıcı bir yön yok. Şayet telefon bilgilerinizin hiçbir şekilde kimseyle paylaşılmasını istemiyorsanız, operatörünüze bu yönde talimat vermelisiniz. Kolay gelsin...
#810
Bu konuda Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu'nun 1983 tarihinde verdiği aksi yönde bir kararı vardır. Karar aşağıdadır.

T.C.
YARGITAY
20. HUKUK DAİRESİ
E. 2005/1768
K. 2005/2493
T. 9.3.2005

1086/m. 178

DAVA : Taraflar arasındaki kadastro tespitine itiraz davasının yapılan duruşması sonunda kurulan hükmün Yargıtay'ca incelenmesi davacı orman yönetimi tarafından istenilmekle, süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya incelendi, gereği düşünüldü:

KARAR : Kadastro sırasında D. Kasabası, EÇ. Mahallesi, 288 ada 20 parsel sayılı 1121.06 m2 yüzölçümündeki taşınmaz, kazandırıcı zamanaşımı zilyedliği nedeniyle davalı adına tespit edilmiştir.

Davacı orman yönetimi taşınmazın orman sayılan yerlerden olduğu iddiasıyla dava açmıştır.

Mahkemece süresinde açılmayan davanın görevsizlik nedeniyle reddine ve dava konusu parselin tespit gibi davalı adına tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm davacı orman yönetimi tarafından temyiz edilmiştir.

Dava kadastro tespitine itiraz niteliğindedir.

Mahkemece kadastro davalarının harca tabi olup, harca tabi davalarda davanın açıldığı tarihin harcın mahkeme veznesine yatırıldığı tarih olduğu, dava açma süresinin 12.05.2004 tarihinde sona erdiği halde, harcın 14.05.2004 tarihinde yatırıldığı belirtilerek, davanın süresi içinde açılmadığından, görevsizlik nedeniyle reddine karar verilmiştir.

Kadastro tutanağının 13.04.2004 - 12.05.2004 tarihleri arasında 3402 Sayılı Yasanın 11. maddesine göre 30 günlük süreyle askı ilanı yapıldığı, orman yönetimi tarafından hakim havaleli dava dilekçesinin 12.05.2004 tarihinde verildiği esas defterine 12.05.2004 tarihinde kaydedildiği, harcın ise 14.05.2004 tarihinde yatırıldığı gözlenmiştir.

Harca tabi davalarda, dava dilekçesi ancak harç alındıktan sonra esas defterine kaydedilir. Bu nedenle, harca tabi davalarda dava, dava dilekçesinin mahkeme esas defterine kaydedildiği tarihte açılmış sayılır (HUMK.'nın 178. maddesi*). Somut olayda davacı orman yönetiminin kadastro tutanağının askı ilan süresinin son günü olan 12.05.2004 tarihinde dava dilekçesini hakime havale ettirdiği, kalem tarafından aynı tarihte esas defterine kaydedildiği tartışmasızdır. Dava dilekçesinin esasa kaydedilmeden önce harcın alınmamış olmasında orman yönetiminin herhangi bir kusuru bulunmamaktadır. Kaldı ki; harcı tensipten evvel, 14.05.2004 tarihinde yatırmıştır. Açıklanan nedenlerle, işin esasına girilip, oluşacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle; orman yönetiminin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, bozma nedenine göre diğer yönlerin bu aşamada incelenmesine yer olmadığına, peşin alınan temyiz harcının istek halinde yatıran orman yönetimine iadesine 09.03.2005 günü oybirliği ile karar verildi.


*Yeni HMK'nın 118. maddesi



T.C.
YARGITAY
20. HUKUK DAİRESİ
E. 2005/1772
K. 2005/2490
T. 9.3.2005

1086/m. 178

DAVA : Taraflar arasındaki kadastro tespitine itiraz davasının yapılan duruşması sonunda kurulan hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı Orman Yönetimi tarafından istenilmekle, süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya incelendi, gereği düşünüldü:

KARAR : Kadastro sırasında D. Kasabası, Kurtuluş Mahallesi, 227 ada 15 parsel sayılı 3963.99 m2 yüzölçümündeki taşınmaz, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle davalı adına tesbit edilmiştir. Davacı Orman Yönetimi taşınmazın orman sayılan yerlerden olduğu iddiasıyla dava açmıştır. Mahkemece süresinde açılmayan davanın görevsizlik nedeniyle reddine ve dava konusu parselin tespit gibi davalı adına tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm davacı Orman Yönetimi tarafından temyiz edilmiştir.

Dava kadastro tespitine itiraz niteliğindedir.

Mahkemece kadastro davaları harca tabi olup, harca tabi davalarda davanın açıldığı tarihin harcın mahkeme veznesine yatırıldığı tarih olduğunu, dava açma süresinin 12.05.2004 tarihinde sona erdiği halde, harcın 14.05.2004 tarihinde yatırıldığını belirterek, davanın süresi içinde açılmadığından, görevsizlik nedeniyle reddine karar verilmiştir.

Kadastro tutanağının 13.04.2004-12.05.2004 tarihleri arasında 3402 Sayılı Yasanın 11. maddesine göre 30 günlük süreyle askı ilanı yapıldığı, Orman Yönetimi tarafından hakim havaleli dava dilekçesinin 12.05.2004 tarihinde verildiği, esas defterine 12.05.2004 tarihinde kaydedildiği, harcın ise, 14.05.2004 tarihinde yatırıldığı gözlenmiştir.

Harca tabi davalarda, dava dilekçesi ancak harç alındıktan sonra esas defterine kaydedilir. Bu nedenle, harca tabi davalarda dava, dava dilekçesinin mahkeme esas defterine kaydedildiği tarihte açılmış sayılır ( H.Y.U.Y.'nın 178. maddesi ). Somut olayda davacı Orman Yönetiminin kadastro tutanağının askı ilan süresinin son günü olan 12.05.2004 tarihinde dava dilekçesini hakime havale ettirdiği, kalem tarafından aynı tarihte esas defterine kaydedildiği tartışmasızdır. Dava dilekçesinin esasa kaydedilmeden önce harcın alınmamış olmasında Orman Yönetiminin herhangi bir kusuru bulunmamaktadır. Kaldı ki; harcı tensipten evvel, 14.05.2004 tarihinde yatırmıştır. Açıklanan nedenlerle, işin esasına girilip, oluşacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle; Orman Yönetiminin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, bozma nedenine göre diğer yönlerin bu aşamada incelenmesine yer olmadığına, peşin alınan temyiz harcının istek halinde yatıran Orman Yönetimine iadesine 09.03.2005 günü oybirliği ile karar verildi.



T.C.
YARGITAY
20. HUKUK DAİRESİ
E. 2005/3201
K. 2005/4175
T. 7.4.2005

6831/m.2/B
3402/m.4,11
1086/m.178

DAVA : Taraflar arasındaki kadastro tespitine itiraz davasının yapılan duruşması sonunda kurulan hükmün Yargıtayca incelenmesi Orman Yönetimi ve Hazine vekili tarafından istenilmekle, süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya incelendi, gereği düşünüldü:

KARAR : Kadastro sırasında Dağlıca Kasabası, Fevzi Çakmak Mahallesi, 299 ada 31 parsel sayılı 1721.17 m2 yüzölçümündeki taşınmaz, belgesizden 6831 Sayılı Yasanın 2/B maddesi gereğince tarla niteliği ile beyanlar hanesinde M. K.'nın kullanımında olduğu belirtilmek suretiyle Hazine adına tesbit edilmiştir. Davacı Orman Yönetimi, taşınmazın orman niteliğiyle Hazine adına tescili iddiasıyla dava açmıştır. Mahkemece süresinde açılmayan davanın görevsizlik nedeniyle reddine ve dava konusu parselin tespit gibi davalı Hazine adına tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm davacı Orman Yönetimi ve davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava kadastro tespitine itiraz niteliğindedir.

Çekişmeli taşınmazın bulunduğu yerde orman kadastrosu 3402 Sayılı Yasanın 4. maddesi hükmüne göre yapılmış, çekişmeli parsel orman alanı olarak sınırlandırılıp, 2/B madde uygulamasıyla Hazine adına orman sınırlan dışına çıkarılmıştır.

Mahkemece kadastro davalarının harca tabi olup, harca tabi davalarda davanın açıldığı tarihin harcın mahkeme veznesine yatırıldığı tarih olduğunu, dava açma süresinin 12.05.2004 tarihinde sona erdiği halde, harcın 14.05.2004 tarihinde yatırıldığını belirterek, davanın süresi içinde açılmadığından, görevsizlik nedeniyle reddine karar verilmiştir.

Kadastro tutanağının 13.04.2004-12.05.2004 tarihleri arasında 3402 Sayılı Yasanın 11. maddesine göre 30 günlük süreyle askı ilanı yapıldığı, Orman Yönetimi tarafından hakim havaleli dava dilekçesinin 12.05.2004 tarihinde verildiği, esas defterine 12.05.2004 tarihinde kaydedildiği, harcın ise, 14.05.2004 tarihinde yatırıldığı gözlenmiştir.

Harca tabi davalarda, dava dilekçesi ancak harç alındıktan sonra esas defterine kaydedilir. Bu nedenle, harca tabi davalarda dava, dava dilekçesinin mahkeme esas defterine kaydedildiği tarihte açılmış sayılır ( H.Y.U.Y. 'nın 178. maddesi ). Somut olayda davacı Orman Yönetiminin kadastro tutanağının askı ilan süresinin son günü olan 12.05.2004 tarihinde dava dilekçesini hakime havale ettirdiği, kalem tarafından aynı tarihte esas defterine kaydedildiği, bu hususun mahkemenin de kabulünde olduğu tartışmasızdır. Dava dilekçesinin esas defterine kaydedilmeden önce harcın alınmamış olmasında Orman Yönetiminin herhangi bir kusuru bulunmamaktadır. Kaldı ki, harcı tensipten evvel, 14.05.2004 tarihinde yatırmıştır. Açıklanan nedenlerle, işin esasına girilip, oluşacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle; Orman Yönetimi ve Hazinenin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, bozma nedenine göre diğer yönlerin bu aşamada incelenmesine yer olmadığına 07/04/2005 günü oybirliği ile karar verildi.




Harca tabi davalarda davanın harcın ödendiği tarihte açılmış sayılacağına ilişkin aksi yöndeki bir Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu Kararı:

T.C.
YARGITAY
İÇTİHADI BİRLEŞTİRME GENEL KURULU
E. 1983/7
K. 1984/3
T. 6.2.1984

1086/m.178

1086 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu`nun 178. maddesi uyarınca, davanın ne zaman açılmış sayılacağı konusunda, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 5.06.1974 gün ve 1970/7-877-648 sayılı, 4.6.1976 gün ve 1976/5-1783-2181 sayılı, 17.2.1965 gün ve 524/D-1-74 sayılı, 2.4.1969 gün ve 1967/9-772-207 sayılı kararlarıyla, Birinci Hukuk Dairesinin 5.5.1981 gün ve 4270-6131 sayılı, 25.6.1981 gün ve 8829-8613 sayılı; Dördüncü Hukuk Dairesinin 15.6.1972 gün ve 3710-5743 sayılı; Beşinci Hukuk Dairesinin 28.6.1961 gün ve 3000-2881 sayılı, 16.11.1981 gün ve 10563-11150 sayılı, 24.6.1969 gün ve 3072-3818 sayılı; Altıncı Hukuk Dairesinin 31.5.1957 gün ve 2920-4661 sayılı, 21.9.1982 gün ve 7639-8106 sayılı; Sekizinci Hukuk Dairesinin 22.6.1979 gün ve 6154-7150 sayılı; Onbirinci Hukuk Dairesinin 16.9.1976 gün ve 3304-3793 sayılı; Onbeşinci Hukuk Dairesinin 15.4.1982 gün ve 681-890 sayılı kararları arasında içtihat aykırılığı bulunduğu ileri sürülerek, içtihatların birleştirilmesinin istenilmesi üzerine, anılan kararlar arasında aykırılık bulunduğu, Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulunun 30.6.1983 gün ve 66 sayılı Kararıyla da benimsenerek, sözkonusu aykırılığın İçtihadı Birleştirme yoluyla giderilmesi istenilmekle; Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunda, raportör üyenin açıklamaları dinlendikten ve kararlar arasında aykırılık bulunduğuna oybirliğiyle karar verildikten sonra işin esası görüşüldü:

Dava açılmasının, hem maddi hukuk, hem de usul hukuku bakımından doğurduğu bazı sonuçlar vardır. Örneğin, dava açılmakla zamanaşımı kesilir. Davacı, davalının rızası olmaksızın davasını takipten vazgeçemez. Hal böyle olunca, davanın açıldığı zamanın belirlenmesi büyük önem taşır.

Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu`nun 178. maddesinde, ( harca tabi olsun veya olmasın ) "dava, dava dilekçesinin mahkeme kalemine kaydı tarihinde açılmış sayılır" denilmektedir. Bu hükümdeki ( dilekçenin mahkeme kalemine kaydı ) sözü dava dilekçesinin mahkeme kalemindeki ilgili deftere ( esas, muhabere veya tevzi defteri ) kaydı anlamındadır. Ne var ki, bir dava açılırken yapılması gerekli işlem, sadece dava dilekçesinin mahkeme kalemindeki deftere kaydı işleminden ibaret değildir. Gerçekten, dava dilekçesi önce hakime verilir. Hakim, dilekçeyi ( üzerine verildiği tarihi yazıp imzalamak suretiyle ) mahkeme kalemine havale eder. Şayet dava harca tabi ise, davacı Harçlar Kanunu hükümleri uyarınca gerekli harçları da ödedikten sonra, dava dilekçesi mahkeme kalemindeki ilgili deftere kaydedilir. Nitekim, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu`nun yürürlüğe girdiği günden bu yana yerleşmiş uygulama bu yoldadır.

Hemen belirtmek gerekir ki, az yukarıda açıklanan işlemlerin aynı günde yapılıp bitirilmesi halinde, davanın o gün açılmış sayılacağında herhangi bir duraksama yoktur.

Ancak, hakimin dava dilekçesini mahkeme kalemine havale ettiği tarihle, harca tabi olan davalarda gerekli harçların ödendiği ve dilekçenin deftere kaydının yapıldığı tarihler birbirinden farklı ise, dava ne zaman açılmış sayılacaktır?

İşte, İçtihadı Birleştirmenin konusunu oluşturan ve çözümü gereken sorun budur.

Yapılan görüşmeler sırasında, harca tabi olmayan davalarla, harca tabi davalarda davanın açılma zamanı ayrı ayrı incelenmiş ve tartışılmıştır. Şöyleki:

1 - Harca tabi olmayan davalarda, dava dilekçesi hakim tarafından usulen kaleme havale edilmekle, artık mahkemenin tasarrufuna geçmiş sayılır. Çünkü, bu gibi davalarda davacı dava dilekçesini hakime vermekle kendisine düşen görevi yerine getirmiş ve yapacağı başka bir işlem kalmamıştır. Bir başka anlatımla, artık davacının dava dilekçesi üzerindeki tasarruf yetkisi sona ermiş ve dilekçe mahkemenin malı olmuştur. Bu bakımdan, hakimin dilekçeyi davacıya geri vermeyip, aynı gün ilgili deftere ( esas, muhabere veya tevzi defterine ) kaydının yapılması için bir görevli ile mahkeme kalemine göndermesi gerekir. Demek oluyor ki, harca tabi olmayan davalarda, dava dilekçesinin hakim tarafından mahkeme kalemine havale edildiği gün, dilekçenin deftere kaydı yapılmalıdır. Hal böyle olunca, hakimin dilekçeyi kaleme havale ettiği tarih, kayıt tarihi sayılmalı ve o tarihte davanın açılmış olduğu kabul edilmelidir.

Buna rağmen, dilekçenin deftere kaydı işlemi, hakimin havale tarihinden daha sonraki bir tarihte yapılmış ise, dava hangi tarihte açılmış sayılacaktır?

Bu durum, davacının kusurlu davranışının sonucu olabileceği gibi, mahkeme kalemindeki bir ihmal ve gecikmeden de doğmuş olabilir. Gerçekten, hakimin dava dilekçesini havale ettikten sonra, bir görevli ile mahkeme kalemine göndermesi gerekirken, ( hatalı ve sakıncalı bir tutumla ) dilekçeyi iş sahibine geri vermiş ise, bu kişi dilekçeyi aynı gün mahkeme kalemine götürmeyerek, bir süre kendi yedinde tutmuş ve daha sonraki bir tarihte kaleme götürmüş olabilir. Bununla beraber, iş sahibi dilekçeyi hakimin havale ettiği gün mahkeme kalemine verdiği halde, dilekçenin, görevli memurun ihmali yüzünden aynı gün deftere kaydedilmemiş olması da mümkündür. Böyle bir durumda, davacı kendisine düşen görevi yerine getirmiş bulunduğundan, deftere kayıt işlemindeki gecikmenin davacı aleyhine bir sonuç doğurmaması ve kalemin ihmalinden davacının zarar görmemesi gerekir. Öyle ise, hakimin dilekçeyi kaleme havale ettiği tarihte dava açılmış sayılmalıdır.

Buna karşılık davacı, hakimin havale ederek yine kendisine verdiği dilekçeyi aynı gün mahkeme kalemine götürmemiş ve bir süre yanında taşıdıktan sonra kaleme vermiş ise, bu kusurlu davranışının sonucuna katlanmak zorundadır. Ancak, dava dilekçesinin ilgilisi tarafından, havale tarihinden sonraki bir tarihte mahkeme kalemine verildiği kalemce belgelendirilmeli ve bu belgede iş sahibinin de imzası bulunmalıdır: Aksi halde, deftere kayıt işleminin mahkeme kaleminde geciktirildiği kabul edilmeli ve dava, hakimin dilekçeyi havale ettiği tarihte açılmış sayılmalıdır. Çünkü davacının mahkeme kalemindeki görevlinin ihmali sonucu, dilekçenin deftere geç kaydedildiğini ispatlaması çok güç ve hatta imkansızdır. Oysa ilgili kişinin dilekçeyi, hakimin havale gününden sonraki bir günde kaleme verdiğinin, yukarıda açıklanan şekilde belgelendirilmesi halinde, dava o tarihte açılmış sayılacak ve bu yönünün ayrıca ispatı gerekmiyecektir.

O halde, harca tabi olmayan davalarda, hakimin dilekçeyi havale tarihinde dava açılmış sayılır. Ancak; dava dilekçesinin ilgilisi tarafından daha sonraki bir tarihte mahkeme kalemine verildiği kalemce belgelendirilmiş ise, davanın o tarihte açıldığının kabulü gerekir.

2 - Harca tabi davalarda davacı, dava dilekçesini hakime havale ettirmek suretiyle kendisine düşen görevi yerine getirmiş sayılamaz. Çünkü, dilekçenin hakim tarafından havalesi ile davacının dilekçe üzerindeki tasarruf yetkisi henüz sona ermemiş, dilekçe mahkemenin malı olmamıştır. Davacının, Harçlar Kanunu hükümleri gereğince ödemekle yükümlü bulunduğu harçları da yatırmış olması gerekir. Böylece harca ilişkin işlemleri de tamamlayıp gerekli harçları ödedikten sonradır ki, davacı kendisine düşen görevi yerine getirmiş sayılabilir. Bundan sonra, artık davacının dava dilekçesi üzerindeki tasarruf yetkisi sona ermiş ve dilekçe mahkemenin malı olmuştur.

Hal böyle olunca, harca tabi davalarda dilekçenin kaleme verilmesi üzerine, gerekli harç tahakkuk ettirilerek, tahsil edilmeli ve o gün dilekçe deftere kaydedilmelidir. Vezne teşkilatı bulunan yerlerde, davacı gerekli harçları ödedikten sonra, dilekçe kendisine verilmeyip bir görevli ile doğruca mahkeme kalemine gönderilmeli ve aynı gün kalemdeki ilgili deftere kaydı yapılmalıdır. Harcın Maliyece tahsili gereken hallerde ise, ilgiliye bir tahakkuk belgesi verilmeli ve harcın ödendiğine ilişkin makbuzun mahkeme kalemine ibrazı üzerine, deftere kayıt işlemi gerçekleştirilmelidir. Çünkü, gerekli dava harcı ödenmekle artık davacı tarafından yapılacak bir işlem kalmamıştır. Dilekçenin deftere kaydı ise, mahkeme kalemince yapılacak bir işlemdir.

Fakat, az yukarıda açıklanan şekilde işlem yapılmayarak dilekçe davacıya verilmiş ve onun tarafından harcın yatırıldığı günden sonraki bir günde kaleme götürülmüş ise, bu yön kalemdeki görevliler tarafından, dilekçeyi getiren ilgilinin de imzası alınmak suretiyle belgelendirilmelidir. Bu durumda dava, dilekçenin mahkeme kalemine verildiği tarihte açılmış sayılacaktır. Aksi takdirde, dava dilekçesinin, gerekli harçların ödendiği tarihte mahkeme kalemine verildiği kabul edilerek dava o tarihte açılmış sayılacaktır. Bu görüşün nedenlerine, yukarıda harca tabi olmayan davalarla ilgili açıklamalar sırasında değinildiği için, burada tekrarlamakta bir yarar görülmemiştir.

O halde, yukarıda açıklanan nedenlerle, harca tabi davalarda, harcın ödendiği tarihte dava açılmış sayılır. Ancak, dava dilekçesinin daha sonraki bir tarihte mahkeme kalemine verildiği kalemce belgelendirilmiş ise, davanın o tarihte açıldığının kabulü gerekir.

Kurulda yapılan müzakereler sırasında, bir kısım üyeler tarafından ( ... harca tabi olsun veya olmasın, davanın, HUMK.nun 178. maddesi hükmünce, dava dilekçesinin mahkeme kalemindeki deftere kaydı tarihinde açılmış sayılacağı; hakimin dilekçeyi havale tarihinin veya harcın ödendiği tarihin, davanın açıldığı tarih olarak kabul edilemiyeceği; harç ödenmemiş olsa bile, davanın açılmış sayılabileceği, harcın sonradan da ödenebileceği... ) yolunda görüşler ileri sürülmüştür.

Ne var ki, anılan bu görüşler, yukarıda açıklanan gerekçe ve düşüncelerle Kurulun çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.

Yine bazı Kurul Üyeleri tarafından ileri sürülen, ( ...görüşmelerin devamı sırasında, 3.2.1984 günlü Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren ve Hukuk ve Ticaret Mahkemelerinin Yazı İşleri Talimatnamesinin 18. maddesini değiştiren Yönetmeliğin, davanın açılma zamanını belirlemiş olduğu; bu nedenle, İçtihadı Birleştirmenin konusunun kalmadığı... ) yolundaki görüş de, ( ...Yönetmelikte yapılan değişikliğin, İçtihadı Birleştirme görüşmelerini etkilemiyeceği;... ) gerekçesiyle Kurulun büyük çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle; harca tabi olmayan davalarda, hakimin dava dilekçesini havale tarihinde; harca tabi davalarda ise, harcın ödendiği tarihte davanın açılmış sayılacağına; ancak, dava dilekçesinin ilgilisi tarafından daha sonraki bir tarihte mahkeme kalemine verildiğinin kalemce belgelendirilmiş olması halinde, davanın o tarihte açıldığının kabulü gerekeceğine, birinci ve ikinci toplantılarda 2/3 çoğunluk sağlanamadığından, harca tabi olmayan davalar yönünden 19.12.1983 günlü üçüncü ve harca tabi davalar yönünden ise, 6.2.1984 günlü dördüncü toplantıda oyçokluğu ile karar verildi.



KARŞI OY YAZISI

A - Harca tabi olmayan davalar hakkında dava dilekçesinin hakim tarafından kaleme havale ediliği günde davanın açılmış sayılacağı doğrultusundaki içtihadı birleştirme, 19.12.1983 gününde karara bağlanmıştır. Bugünden sonra Hukuk ve Ticaret Mahkemelerinin Yazı İşleri Talimatnamesinin konu ile ilgili 18. maddesi değiştirilmiş ve dava dilekçesinin mahkemeye getirildiği zaman kimlere verileceği ve ne gibi işleme tabi tutulacağı hakkında yeni düzenleme yapılmıştır. Buna göre davanın hangi tarihte açılmış sayılacağını açıkça gösteren Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu`nun 178. maddesinde yer alan "Arzuhallerin mahkeme kalemine kayıt tarihte dava ikame edilmiş addolunur" hükmü temel alınarak görevli ya da yetkili hakime, onlar da yok ise yazı işleri müdürüne dilekçenin verilmesi üzerine doğrudan doğruya kaleme havale edilerek kalemde işleme konulması dilekçenin iş sahibinin eline verilmemesi esası kabul edilmiştir.

Bilindiği gibi kanun ya da tüzüklerin uygulama biçimini gösteren yönetmeliklerin varlığı Anayasa`nın 124. maddesine dayanmaktadır. Mevzu Hukukun bir parçasını oluşturan bu tür yönetmelikler, ilgili olduğu kanun ya da tüzüğe aykırı olmadıkça uygulanmaları zorunludur. O halde içtihadı birleştirme kararından 15 gün sonra çıkan sözü edilen yönetmeliğin 18. maddesindeki değişiklik karşısında artık harca tabi olmayan davaların açılmış sayılacağı gün yönünden bu içtihadı birleştirme kararının uygulama olanağı kalmamıştır. Çünkü içtihadı birleştirme kararı dilekçenin hakime verilmesi ve onun da kaleme havale edip dilekçeyi iş sahibinin eline vermesi sonucu deftere kayıt günü bakımından meydana gelebilecek farklılıklar yönünden oluşan ayrı görüşleri belirtmektedir. Oysa yönetmelikte yapılan değişiklikle, farklı işleme imkan vermeyecek yeni esaslar getirilmiş ve Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu`nun 178. maddesinin ne biçimde uygulanacağı açıklığa kavuşturulmuştur.

Diğer yandan içtihadı birleştirme görüşmeleri sonucunda oluşan çoğunluk görüşü, bu konuda Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu`nun 178. maddesi hükmüne aykırı düşmüştür. Çoğunluk görüşü, hakimin dava dilekçesini kaleme havale işlemini "kaleme kayıt" olarak nitelendirmiştir. Hakimlerin işlemleri ile kalem işleminin aynı nitelikte kabul edilmesi; bir başka anlatımla, hakimin dilekçeyi kaleme havale etmesi işleminin "kalem işlemi" olarak kabul edilmesi olanaksızdır. Kaleme kayıt sözünün ifade ettiği anlamın, kuşkusuz kalemde bulunan ( Esas, tevzi, muhabere ) deftere kayıt olduğu bir gerçektir. İçtihadı birleştirme bu bakımdan Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu`nun 178. maddesi hükmüne aykırı düşmüştür. Hakime verilen dilekçenin kaleme götürmek üzere iş sahibi eline verilmesi hatalı bir davranış olur. Hatalı davranışa göre meydana gelen ayrık olaylar hakkında içtihadı birleştirme yolu ile kural getirilmesi gereksiz bulunmaktadır. Değişik olaylara göre çözüm bulunması her zaman mümkündür.

B - Harca tabi olan davalara gelince:

İçtihadı birleştirme müzakerelerinde bu konunun dördüncü oturumda görüşülmesinden önce yukarda açıklandığı üzere yönetmeliğin 18. maddesinde değişiklik yapılmış, her türlü duraksamayı ortadan kaldıracak biçimde bir düzenleme getirilmiştir. Mevzu Hukukun bir parçası olan ve uygulama zorunluluğu bulunan yönetmeliğin 18. maddesi yürürlükte bulunduğu bir sırada artık içtihat ve uyuşmazlığından söz edilemez. Çünkü farklı içtihada neden olan uygulama yönetmelikle düzeltilmiştir. Kaldı ki, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 178. maddesinin açık hükmü davanın açılmış sayılacağı gün olarak kaleme kayıt gününü kabul ettiği halde çoğunluk görüşünün harcın alındığı tarih olarak kabul etmesi sözü edilen yasa hükmüne uygun bulunmamaktadır. Özellikle Harçlar Kanunu`nun 130. maddesinde, harcın sonradan ikmal edilmesine imkan verilmiş olması karşısında çoğunluk görüşünü tutarlı olarak kabul etmek de mümkün değildir.

Bu nedenlerle çoğunluk görüşüne karşıyım. 7. Hukuk Dairesi Başkanı A. Nusret ÖZNALP KARŞI OY YAZISI

1086 Sayılı HUMK.nun 178. maddesi hükmü uyarınca, davanın hangi tarihte açılmış sayılacağı, İçtihadı Birleştirmenin konusunu oluşturmaktadır.

Dağıtılan gündemlere ekli kararlar ve müzakere sonuçlarına göre, uygulamada, havale, Harçlandırma, Deftere kayıt tarihleri, değişik olduğu zaman, bu tarihlerden hangisinin davanın açılmış sayılacağı tarih olduğu konusunda içtihat aykırılığı çıkmıştır. Bu değişik içtihatların birleştirilmesi amacıyla tevhidi içtihada gidilmiştir. Görüşmeler sırasında, davalar harca tabi olan ve olmayan şeklinde ikiye ayrılmış ve ayrı ayrı görüşme ve oylama konusu yapılmıştır. Bu ayırım ve varılan sonuç yasaya aykırıdır. Şöyleki;

1 - HUMK.`nun 178 inci maddesinde aynen "Arzuhallerin, mahkeme kalemine kaydı tarihinde, dava ikame edilmiş addolunur" denilmektedir.

Anılan Kanun, bugüne kadar, muhtelif tarihlerde 21 defa değişikliğe uğramış ise de, 178 inci madde, hiçbir tadilat görmemiştir. Havale olgusunu dava açılırken harç alındığını, bilmesine rağmen, yasa koyucu, bu maddeyi değiştirmeyerek, beğenisini sürdürmüştür. Kuşkusuz, Yasa koyucu bazen harcın geç alındığını, hatta dava bitinceye kadar hiç alınmadığını, hakim havalesi konusunda yasada bir hüküm olmadığını, fakat havale olgusunun bulunduğunu ve bazen havale tarihi ile dilekçelerin kaleme getirildiği veya kaydedildiği tarihlerin de farklı olabildiğini biliyordu. Bu tarihlerin hiç birine kıymet vermemiş, davalar arasında bir ayırım yapmamış objektif tesbiti kolay ve mevsuk bir tarih olan "mahkeme kalemine kayıt" tarihinde davanın açılmış sayılacağı kuralını değiştirmemiştir.

Şimdi, bu maddede "Arzuhallerin, mahkeme kalemine kaydı tarihinde dava ikame edilmiş addolunur" denilmişken, harçsız dava, hakimin havale tarihinde harçlı dava, harçlandırma tarihinde açılmış sayılır yolunda bir sonuca varılmasının, HUMK. nun Md. 178`e ve bu maddedeki sade, pratik ve açık kurala ters düştüğü ortadadır.

2 - Hasımlı davalarda, davanın iki tarafını da düşünmek, bir taraf lehine, öbür tarafın aleyhine sonuç verecek kurallar koymaktan sakınmak gerekir. Davanın açılma tarihinin, hak kazanma ve kaybetme konusundaki önemi ortadadır. Varılan sonuçla, bir dava dilekçesini ülkenin herhangi bir yerinde, herhangi bir hakime havale ettirip günlerce, bazen aylarca cebinde taşıyan icabında bunu bir tehdit ve şantaj aracı olarak kullanmayı bile tasarlayan tarafa, kendi kusurundan yararlanma olanağı verilmiş olmaktadır. Oysa, içtihatların, taraflar arasındaki dengeyi gözetici ve hakkın suistimali yollarını tıkayıcı nitelikte kurulması zorunludur.

3 - Sayın çoğunluğun havale tarihi kayıt tarihi sayılır yolundaki görüşüne katılmakta olanaksızdır. Bilindiği gibi, hakim havalesi "Kaydı kaleme" şeklinde bir meşruhat olup, dilekçenin kaleme kaydedilmesi emrini içermektedir. Böyle bir şerhin "mahkeme kalemine kayıt" olmadığı ortadadır. Mahkeme kalemine kayıt esas muhabere veya tevzi defterine kayıt anlamındadır. Bu defterlerde bir kayıt tesis edilmedikçe, mahkeme kalemine kayıttan söz edilemez. Mahkeme kalemine kayıt, hakim havalesinden sonraki bir aşamadır. Hatta tarafın dilekçeyi cebinde gezdirmesi halinde, iki işlem arasındaki zaman kesiti tarafın tertibi ölçüsünde uzar.

Öte yandan, hakim kalem işi görmez. Havale tarihinin, kaleme kayıt tarihi sayılması, hakime bir çeşit kalem işlemi gördürmek anlamına da gelebilir.

4 - Sayın çoğunluğun, davanın açılma tarihi konusunda harç alınmasına önem veren görüşüne de katılmak mümkün değildir.

Gerçi, Harçlar Kanununun 27 ve 28 inci maddeleri ve 1 sayılı tarife uyarınca dava açıldığı sırada harca tabi ise başvurma harcı ve 1/4 peşin harç alınacaktır ve bu kanunun 32 nci maddesine göre "...harçlar ödenmedikçe müteakip işlemler yapılmayacaktır" 127 nci madde ise harcın eksiksiz olarak ödenmesi buyruğunu yineler ve "... harçların tamamı peşin olarak ödenmeden harca mevzu işlem yapılmaz" der.

Ne var ki, harç alınmadan işlem yapıldığı da uygulamada görülmektedir. Harcın alınmamış olması, işlemin geçersizliğini ve iptalini gerektirmemekte sadece anılan Kanunun 37 ve 130 ncu maddeleri çevresinde, harcın sonradan tahsili mümkün olmakta ve 128 nci madde uyarınca, harç almadan işlem yapan memur harcın ödenmesinden mükellef ile birlikte müteselsilen sorumlu tutulmaktadır. Özetle, alınmayan veya eksik alınan harcın sonradan tamamlatılması olanağı vardır. O kadarki temyiz aşamasında bile harç yönünden noksanı bulunan bir hükmün HUMK. m: 438 çevresinde düzeltilerek onanması mümkündür.

O halde harçlandırma tarihinin dava tarihi sayılması, asla doğru olmaz. Harçla dava tarihi arasında HUMK. m: 178, bir ilişki kurmamıştır, Yüce Kurulun,böyle bir ilişki kurması da, fevkalade sakıncalı olur. Çarpıcı bir örnek verecek olursak: Harca tabi bir dava hakim tarafından kaleme havale edilse, kalemde her nasılsa harç alınmadan deftere kaydedilse, duruşmaya başlansa ve dava bitirilip hüküm verilse, hakim harç alınmadığını veya eksikliğini hüküm verirken farketse ve hükümle birlikte harcı alsa veya tamamlatsa, davanın bitirildiği hüküm tarihi mi davanın açıldığı tarih sayılacaktır?

Daha ileri bir safha olarak hakim hükümle de harç almasa, kalemde almasa dava Yargıtay`a intikal etse başka bir eksiği de olmadığından, HUMK. m: 438 uyarınca harç yönünden düz onama yapılsa, dava onama tarihinde mi açılmış sayılacaktır?

5 - Dava, HUMK m: 178`in açıklığı gereği dava dilekçesinin "mahkeme kalemine kaydı" tarihinde açılmış sayılır. 3 Şubat 1984 tarih ve 18301 numaralı Resmi Gazetede yayınlanan "Hukuk ve Ticaret Mahkemelerinin Yazı İşleri Talimatnamesinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik`in 3 üncü maddesi uyarınca "kaleme kayıttan maksat büyük şehirlerde tevzi küçük şehir ve kazalarda Esas, başka yer mahkemesine açılan davalarda istinabe defterine kayıttır. Yönetmeliğin bu hükümlerinde, Kanuna aykırı bir yön bulunmadığından ve mevzu hukukun bir parçası olarak gözönünde tutulması gerekmektedir.

6 - Havale, harçlandırma ve kayıt tarihlerindeki farklılıklar, tarafın eyleminden kaynaklanıyorsa, herkesin kendi kusurunun sonuçlarına katlanması icap edeceğinden, dava kayıt tarihinde değil, havale veya harcın alındığı tarihte alınır yolunda içtihat kurmaya gerek yoktur.

Bu tarihler arasındaki farklılıklar, kalemdeki bir hatadan kaynaklanıyorsa ve bu nedenle kayıt gecikmiş ise gene dava kayıt tarihinde açılmış sayılmalı, fakat gecikmeye yol açan memurun ve Devletin müteselsil sorumluluğu ilkesi getirilmeli ve yasalardaki genel hükümler, bu yönde bir yasa değişikliği ile tamamlanmalıdır.

Bu lüzuma İçtihadı Birleştirmenin gerekçesinde değinilebilirdi.

Sayın çoğunluğun kararına yukardaki nedenlerle karşıyım.

İlhan Teoman OZANOĞLU
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi
Üyesi

KARŞI OY YAZISI

Bilindiği gibi, usulün 178 nci maddesine göre dava dilekçesinin mahkeme kalemine başka bir anlatımla esas defterine, kayıt tarihinde dava açılmış sayılır.

İçtihat uyuşmazlığı, havale, harç ve kayıt tarihlerinin farklı olması halinde hangi tarihte dava dilekçesi esas defterine kayıt edilmiş dolayısıyla dava açılmış sayılacağı noktasında toplanmaktadır.

"Hiç kimse kendi kusurundan yararlanamaz"

"Davalı da, kalem yetkililerinin kusur veya suistimali sonucu bir hak elde edemez"

Bu ilkelerden hareketle soruna bir çözüm getirmek gerektiğinde, içtihatlar "Havale ya da harç ya da kayıt tarihi dava tarihidir" şeklinde birleştirilse de, bu ilkelerde güdülen amacın gerçekleşeceği söylenemez.

Şöyleki; bir an için "içtihatların havale tarihi, dava tarihidir" şeklinde birleştirildiğini varsayalım. Bu takdirde, dava dilekçesinin Hakime havale ettirilip 3 ay sonra kalem getirilmesi, bu arada hak düşürücü sürenin geçmesi dava zaman aşımının gerçekleşmesi halinde yine havale tarihinin dava tarihi kabul edilmesi, davacıya kusur veya kötü niyetinden yararlanmak olanağı vereceği ortadadır.

Varsayalımki, içtihatlar "harç tarihi dava tarihidir." şeklinde birleştirildi.

Dava dilekçesi hakime havale ettirildiği gün kaleme götürülüp harç ve masraflar yatırıldığı halde, görevlinin harç pullarını yapıştırma ve iptal işlemini 3 gün sonra yapması veya dilekçe harçlandıktan 3 ay sonra kaleme getirilmesi, bu arada hak düşürücü sürenin geçmesi, zamanaşımının gerçekleşmesi halinde 1. örnekte kalemin kusurundan dolayı davacının bir hakkı kaybetmesi, 2. örnekte, davacının kusur veya kötü niyetinden yararlanma sonucu doğacağı bu sonuçların anılan ilkelere ters düşeceği açık seçiktir.

İçtihatların "kayıt tarihi, dava tarihidir" şeklinde birleştirildiğini kabul edelim. Sözü edilen 1 nci örnekte olduğu gibi, kalemin kusurundan, ihmalinden dolayı, davalının hak kazanması davacının ise hak kaybetmesi sonucu doğacaktır.

Görülüyor ki, içtihatları, "havale veya harç veya kayıt tarihinde dava açılmış sayılır" şeklinde birleştirmek anılan sakıncaları önleyemiyor.

O halde soruna başka bir çözüm getirmek gerekir.

Doktrinde de kabul edildiği gibi "dava dilekçesi üzerinde davacının tasarrufunun kalktığı, harç ile ilgili vecibelerin yerine getirildiği anda dava açılmış sayılır"

Önemli olan sorun, dava dilekçesi üzerinde davacının tasarrufunun kalktığı, başka bir anlatımla dilekçenin kalemin tasarrufuna geçtiği ve davacının harç ile ilgili yükümlülüğünü yerine getirme anının saptanması ve bunu isbat yükünün kime yükletilmesi gerektiği noktalarında toplanmaktadır.

Bu sorunun, harca tabi olan ve olmayan davalar açısından incelenmesi gerekir.

1 - Harca tabi olmayan davalarda, dava dilekçesinin hakime havale ettirilip kaleme teslim anında, başka bir anlatımla dilekçe üzerinde davacının tasarruf yetkisinin son bulduğu anda dava açılmış sayılır. Hakimin havale tarihi ile dilekçenin kaleme teslim tarihi farklı ise davacı dilekçeyi hakime havale ettirdikten bir kaç gün veya ay sonra kaleme getirmiş ise dilekçeyi kaleme getirdiği anda kaydedilmiş ve dava açılmış sayılmalıdır.

Dilekçenin kaleme getirildiği, dilekçe üzerinde davacının tasarrufunun son bulduğu anın kanıtlanması davacıya mı yoksa kalem görevlilerine mi ait olmalı?

Sayın Kuru, Tebligat Kanununun 8/2 nci maddesi gereğince alınacak bir makbuzla bunun davacı tarafından isbatlanması gerektiği görüşünde. Biz bu görüşe katılamıyoruz. Anılan madde gereğince, bunun kalem görevlileri tarafından, dilekçeye vürut tarihi konulmak, gerektiğinde zabıt tutulmak suretiyle kanıtlanmak gerektiği kanısındayız.

Şöyle ki; Tebligat Kanununun 8/2 nci maddesine göre; "tebliğ olunmak üzere selahiyetli merciye verilecek evrakın her nüshasına bu mercilerce verildiği tarih yazılır. Ve istenirse makbuz verilir."

Görülüyorki, davacıya makbuz verilmesi isteğe bağlıdır. Buna karşın verildiği tarihin dilekçe üzerine yazılması hususu ihtiyari değildir. Bu amir hüküm gereğince kalem görevlilerinin, dilekçenin üzerine verildiği tarihi yazıp imazalamaları gerektiğinde zabıt tutmaları görevleri cümlesindedir. Olağan olan havale tarihinde dilekçenin kaleme teslim edilmiş olmasıdır. Olağan dışı bir durumun, kalemin ihmalinden kaynaklanmadığının kanıtlanması, olağan dışı işlemi yapan kalem görevlilerine düşer. Tebligat Kanununun 8/2 nci maddesi de bu görevi kalem mensuplarına yüklemiştir.

Dava dilekçesi üzerinde kalem yetkililerince konulmuş bir vürut tarihi ve imza veya dilekçenin kaleme getiriliş tarihini gösterir bir zabıt yoksa hakimin havale tarihinde dilekçenin kaleme teslim edildiği, kalemin ihmali sonucu kaydın geç yapıldığının havale tarihinin dava tarihi olduğunun kabulü gerekir.

Aksine, dilekçenin teslim tarihini tevsik eden bir zabıt veya vürut tarihi ve imza bulunması hainde o tarihte esasa kaydedilmiş ve dava açılmış sayılacağı doğaldır.

2 - Harca tabi davaların hangi tarihte açılmış sayılacağı konusunu vezne bulunan ve bulunmayan yerler açısından ayrı ayrı incelemek gerekir.

a - Vezne bulunmayan yerlerde harç başkatip tarafından alındığından yine Tebligat kanununun 8/2 nci maddesi gereğince havale tarihinden farklı bir tarihte dava dilekçesinin getirilmesi veya harcın ödenmesinden imtina edilmesi halinde bu durumun zabıtla tevsiki gerekir. Kayıttaki gecikmenin gerek dilekçenin geç getirilmesi gerekse harcın geç ödenmesinden kaynaklandığı bir zabıtla tevsik edilmediği sürece, harç pullarının yapıştırılması ve iptal işlemi ve kayıttaki gecikmenin kalemin ihmalinden meydana geldiğinin kabulü havale tarihinde davanın açılmış sayılması gerekir.

Dava dilekçesinin kaleme teslim tarihi veya harcın geç yatırıldığı bir zabıtla tevsik edilmiş ise dilekçenin kalemin tasarrufuna geçtiği ve davacının harçla ilgili vecibelerini yerine getirdiği anda dilekçenin esas defterine kaydedilmiş ve dava açılmış sayılacağı doğaldır.

b - Vezne teşkilatı bulunan yerlerde hakimin havalesi ile dilekçe üzerinde davacının tasarrufu son bulmamış harcın yatırılması için davacıya teslim edilmiş veznede de dilekçe harçlandırılıp davacıya verilmiş kaleme bir kaç gün veya ay sonra teslim edilmiş ise yine Tebligat Kanununun 8/2 nci maddesi gereğince kalem yetkililerinin dilekçeye vürut tarihi koymaları veya zabıt tutmaları gerekir. Bu takdirde zabıt tarihinde başka bir anlatımla dilekçenin kaleme teslim edildiği tarihte dilekçenin esasa kaydedildiğinin ve dava açıldığının kabulü gerekir. Böyle bir tesbit yoksa harcın yatırıldığı tarihte dilekçenin kaleme getirildiği, ancak kalemin ihmali sonucu esas defterine geç kaydolunduğunun kabulü ile harç tarihinde davanın açılmış sayılması gerekecektir. Harç pullarının yapıştırılması ve iptali işleminde, görevlilerin kusuru sonucu bir gecikme olmuş ise bunun davacı tarafından kanıtlanması gerekeceği ortadadır.

Özetlemek ve formüllemek gerekirse:

1 - Usulun 178 nci maddesi açıklığı karşısında Hakimin havalesi olmadan veya harç alınmadan dava dilekçesi esas defterine kaydedilmiş ise esas defterine kayıt tarihi,

2 - Hakim havalesi olmadan harç alınmış, daha sonraki bir tarihle esas defterine kaydolunmuş ise, kayıttaki gecikmenin davacının kusurundan kaynaklandığı Tebligat Kanununun 8/2 nci maddesi gereğince kalem yetkililerince tevsik edilmedikçe harç tarihi kanıtlanması halinde kayıt tarihi,

3 - Dava dilekçesi üzerinde davacının tasarrufunun kalktığı, başka bir anlatımla dava dilekçesinin kaleme teslim edildiği ve dava harca tabi ise ayrıca harçla ilgili vecibelerin yerine getirildiği tarih,

Bu tarih kalem yetkililerince Tebligat Kanununun 8/2 nci maddesi gereğince tevsik edilmemişse,

a - Harca tabi olmayan davalarla vezne teşkilatı bulunmayan yerlerde açılan harca tabi davalarda, hakimin havale tarihi,

b - Vezne teşkilatı bulunan yerlerde açılan harca tabi davalarda harç tarihi esas defterine kayıt ve dolayısıyla dava tarihi sayılmalıdır.

Bu gerekçe ve sonuca ters düşen hususlarda sayın çoğunluğun görüşüne katılmıyorum.

Üye
Burhan Cahit KADILAR

KARŞI OY AÇIKLAMASI

İçtihadı birleştirme görüşmeleri henüz bütünüyle tamamlanmadan 3.2.1984 günü ve 18301 sayılı Resmi Gazete`de yayınlanan ve aynı gün yürürlüğe giren "Hukuk ve Ticaret Mahkemelerinin Yazı İşleri Talimatnamesinde Değişiklik Yapılmasını Dair Yönetmelik" davanın açılmas tarihini belirlemiş ve bu konuda ayrıntılı hükümler getirmiştir. Bu nedenle artık içtihadı birleştirmenin konusu ve anlamı kalmamıştır. Bilindiği gibi bir hizmet alanında bu hizmeti göreceklere hizmetin kurallarını açıklamak, onlara rehberlik etmek ve idarenin iç faaliyetlerini düzenlemek üzere yürürlüğe konula yönetmelikler; şekli açıdan idari maddi hukuk yönünden ise genel ve somut hükümler içeren objektif birer hukuksal ilke tasarrufudur. Bu niteliği dolayısıyla yönetmelikler; tüzükler, kanunlar ve Anayasa ile birlikte Türk Hukuk Sistemi`nin kişileri ve kurumları bağlayıcı yazılı hukuk kaynağını oluştururlar. Önceleri yasal dayanağını "Kanun ve Nizamnamelerin neşir ve ilan sureti ve yürürlük tarihi hakkındaki kanun"un 1. maddesinde bulunan yönetmelikler, ilk kez 1961 Anayasasının 113. maddesinde ve 1982 Anayasasının da 124. maddelerinde düzenlemek suretiyle bugün Anayasal bir hukuk kaynağına dönüşmüşler başka bir anlatım ile yaptırım gücünü Anayasa`dan almışlardır. Konu normlar hiyerarşisi içinde ele alındığı zaman sözü edilen kaynakların kuvvet ve kapsamanları şüphe yok ki aynı önem derecesinde değildir. Türk Hukuk sisteminin bilinen gelenekleri somuttan soyuta bir sıralamayı öngörmüş, başta yürütme ve yargı organları olmak üzere bütün kişi ve kurumları sırasıyla yönetmelik tüzük kanun ve Anayasa hükümlerine uymak zorunda bırakmıştır. Hemen eklemek gerekir ki yönetmeliklerin tüzük ve kanunlara tüzüklerin kanunlara ve nihayet kanunların Anayasa`ya aykırı bulunmaması daha doğrusu aykırı hükümler taşımaması asıldır. O halde yargı organları bu sıra içerisinde zincirin diğer halkalarına aykırı olmamak koşulu ile mevcutsa somut hükümleri öncelik uygulamak zorundadırlar. Görüşmeler sırasında söz konusu yönetmelik hükmünün kanuna aykırılığı kesinlikle ifade edilmemiş ve bu konuda herhangi bir görüş ileri sürülmemiştir. Zaten yönetmeliğin 18. maddesindeki "Dava dilekçesinin esas veya muhabere ya da tevzi defterine kayıt tarihi davanın açıldığı tarihtir" biçimindeki hüküm; HUMK. nun 178. maddesinde öngörülen "Arzuhallerin mahkeme kalemine kaydı tarihinde dava ikame edilmiş addolunur" ifadesindeki ( kaleme kayıt ) ibaresine açıklık ve kesinlik getiren bir düzenleme bulunduğu cihetle kanuna aykırılık iddiası da geçerli ve kabule şayan bulunmayacaktır. Kaldı ki yönetmeliklerin kanuna aykırılığı iddiasının genel mahkemelerde incelenemiyeceği ve bu kanunun bir ön sorun ( meselei müstehire ) olarak kabulü ile bu yöne ilişkin uyuşmazlığın idari yargı yerinde çözümlenmesinin beklenmesi gerektiği doktrinde ittifak gösteren bir görüştür. ( Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, İdare Hukukunun Umumi Esasları 1960-Cilt 1, Sayfa 294 ). Bütün bunlara rağmen değerli çoğunluğun yönetmeliklerin genelde yargıyı ve özelde içtihadı birleştirme müzakerelerini etkilemiyeceği ve bağlayıcı olmadığı yolundaki düşüncelerine katılmak mümkün bulunmamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 124. maddesi, 11. madde uyarınca Yargıtay`ı da bağlıyan temel bir hukuk kuralıdır. Bu hususun gözönünde tutulmaması kanımızca Anayasaya açık bir aykırılık oluşturur.

Konunun esası ile ilgili görüşlerimiz de, değerli çoğunluğun düşünceleri ile uzlaşılmaz farklılıklar göstermektedir. Aslında davanın hangi tarihte açılmış sayılacağı biçiminde gündeme getirilen içtihadı birleştirmenin konusuna katılmak son derece zordur. Zira HUMK. nun 178. maddesinde davanın dava dilekçesinin mahkeme kalemine kayıt tarihinde ikame edilmiş sayılacağı açıkca ifade edilmiştir. Aslında tereddüt konusu hususun "mahkeme kalemine kayıt" ifadesinden ne anlaşılması gerektiği konusunda toplandığı, müzakerelerin devamı sırasında ortaya çıkmıştır. Sonuçta çoğunluğun "mahkeme kalemine kayıt" ifadesinde harca tabi davalarda harç yatırılma tarihini harca tabi olmayanlarda ise hakimin havalesi tarihini anladığı belirlenmiştir. Oysaki HUMK. nun 178. maddesinde öngörülen "mahkeme kalemine kaydın" esas defterine kayıt biçiminde benimsenip kabul edildiği doktrinde tartışmasızdır. ( Prof. Dr. Baki KURU -Hukuk Muhakemeleri Usulü, 4. Baskı 1980, Cilt II, Sayfa 1120 - Prof. Dr. İlhan POSTACIOĞLU, Medeni Usul Hukuku Dersleri 1970, Sayfa 327 vs. - Prof. Dr. Necip BİLGE, Doç. Dr. Ergun ÖNEN, Medeni Yargılama Hukuku Dersleri 1978, Sayfa 432 vs. - Doç. Dr. Ergun ÖNEN, Medeni Yargılma Hukuku 1979, Sayfa 144, - Prof. Dr. Saim ÜSTÜNDAĞ Medeni Yargılama Hukuku 1977, Cilt 1 Sayfa 371-380. ) Hakimin dava dilekçesinin ya da genelde diğer yazalı başvuruları kaleme havale etmesi keyfiyeti yazılı bir kaynağa dayanmayan ve kökenleri imparatorluk bürokrasisine uzanan bir Osmanlı geleneğidir. Çağdaş mukayeseli hukukta böyle bir yöntem mevcut bulunmadığı gibi başvuru sahibinin doğrudan hakimle teması dahi söz konusu değildir. Diğer taraftan Harçlar Kanunun 27, 32 ve 127. maddeleri hükümleri ve hatta 16.11.1983 tarihli ve 5/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının gerekçesi gözönünde tutulduğunda harcın yatırılması ya da yatırılmaması hususunun tek başına bir önem taşımadığı ve harç yatırma keyfiyetinin mahkeme kaleminde kayda takaddüm eden usuli bir işlemden ibaret olduğu izahtan varestedir. Kaldı ki hakimin havalesi olmadan ya da harcı yatırılmadan dava dilekçesinin esas defterine kaydedilmiş bulunması halinde davanın açılmış sayılması gerektiği değerli çoğunluğun kabulündedir. Bu açık çelişkinin varlığı havale ya da harca ilişkin usuli işlemlerin kayda takaddüm dışında herhangi bir sonuç doğurmayacağının açık bir ifadesidir. Yapılan görüşmelerde havale ya da harç tarihi ile kayıt tarihinin çelişmesi başka bir anlatım ile kaydın daha sonraki tarihlerde gerçekleşterilmesi halinde davanın açılma tarihi yönünden bir hakkın zayi olma ihtimali çoğunluğun önemli bir endişesini oluşturmuştur. Eğer bu gecikme davacının ihmalinden yani dava dilekçesinin havale ya da harçlandırmanın yapıldığı günde değil daha sonraki tarihlerde mahkeme kalemine tevdi etmesinden kaynaklanmış ise, davacının böyle bir ihmalinin sonuçlarına katlanmasından daha tabii bir şey düşünülemez. Şayet geç kayıt kalem personelinin ihmalinden kaynaklanmış ve ihmal bir zararı doğurmuş ise, davacının genel hükümlere göre sorumlulardan ya da istihdam edenlerden zararının giderilmesi yolu kapanmış değildir. Davacıyı böyle bir dava açma külfetinden kurtarmak amacıyla davanın açılmış sayılma zamanına ilişkin yasal kuralı değiştirme görüşü bize göre sisteme ve çok daha önemlisi davacı yararının davalı yararı ile dengelenmesi temel ilkesine uygun düşmemektedir.

O halde, İçtihadı Birleştirme Kararının çoğunluk gerekçesine HUMK. nun 178. ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 124. ve 11. maddelerine açık aykırılık oluşturduğu düşüncesiyle katılamamaktayım.

Namık YALÇINKAYA
4. Hukuk Dairesi Üyesi
#811
T.C.
DANIŞTAY
10. DAİRE
E. 2010/14697
T. 13.5.2011

4077/m. 10
2010/974 sayılı Bakanlar Kurulu kararı

Davanın Özeti : Bankalar ve finansman şirketlerince kullandırılan tüketici kredilerinde ( ticari amaçla kullanılmamak kaydıyla gerçek kişilere kullandırılan krediler ) Kaynak Kullanımını Destekleme Fonu kesintisi oranının % 15 olarak belirlenmesine ilişkin 28.10.2010 tarih ve 27743 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 25.10.2010 tarih ve 2010/974 sayılı Bakanlar Kurulu kararının ve Türk Lirası kredilerde fon kesintisinin faiz tahakkukunda doğduğu belirtilerek bu kredilerle ilgili olarak kredi kullanım tarihine bakılmaksızın 28.10.2010 ( bu tarih dahil ) tarihinden sonra tahakkuk ettirilecek faizler için %15 oranında fon kesintisi uygulanacağına ilişkin 28.10.2010 tarih ve 97121 sayılı Maliye Bakanlığı işleminin iptali ve yürütmenin durdurulması istenilmektedir.

Danıştay Tetkik Hakimi : Erkan Yılmaz

Düşüncesi : Yürütmenin durdurulması isteminin 28.10.2010 tarih ve 27743 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 25.10.2010 tarih ve 2010/974 sayılı Bakanlar Kurulu kararı yönünden reddine, 28.10.2010 tarih ve 97121 sayılı Maliye Bakanlığı işlemi yönünden kabulüne karar verilmesi gerektiği düşünülmektedir.

Danıştay Savcısı : İbrahim Topuz

Düşüncesi : Yürütmenin durdurulmasına karar verilebilmesi için, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 27 nci maddesinde öngörülen koşulların gerçekleşmediği anlaşıldığından, istemin reddi gerekeceği düşünülmektedir.

TÜRK MİLLETİ ADINA

Hüküm veren Danıştay Onuncu Dairesince, ara kararı cevaplarının geldiği görülmekle yürütmenin durdurulması istemi yeniden incelendi, gereği görüşüldü:

KARAR : Dava, bankalar ve finansman şirketlerince kullandırılan tüketici kredilerinde ( ticari amaçla kullanılmamak kaydıyla gerçek kişilere kullandırılan krediler ) Kaynak Kullanımını Destekleme Fonu kesintisi oranının % 15 olarak belirlenmesine ilişkin 28.10.2010 tarih ve 27743 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 25.10.2010 tarih ve 2010/974 sayılı Bakanlar Kurulu kararının ve Türk Lirası kredilerde fon kesintisinin faiz tahakkukunda doğduğu belirtilerek bu kredilerle ilgili olarak kredi kullanım tarihine bakılmaksızın 28.10.2010 ( bu tarih dahil ) tarihinden sonra tahakkuk ettirilecek faizler için %15 oranında fon kesintisi uygulanacağına ilişkin 28.10.2010 tarih ve 97121 sayılı Maliye Bakanlığı işleminin iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle açılmıştır.

Davacı tarafından ileri sürülen hususlar, dava konusu 28.10.2010 tarih ve 27743 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 25.10.2010 tarih ve 2010/974 sayılı Bakanlar Kurulu kararının yürütülmesinin durdurulmasını gerektirecek nitelikte görülmemektedir.

Kredi kullanım tarihine bakılmaksızın 25.10.2010 tarih ve 2010/974 sayılı Bakanlar Kurulu kararının yayımlandığı gün ve sonrasında tahakkuk ettirilecek faizler için, kararda belirtilen %15 oranında fon kesintisi uygulanacağına ilişkin 28.10.2010 tarih ve 97121 sayılı Maliye Bakanlığı işleminin iptali ve yürütmenin durdurulması istemine gelince;

Maliye Bakanlığı dava konusu 28.10.2010 tarih ve 97121 sayılı işleminde, sabit oranlı Türk Lirası tüketici kredileri ile değişken faizli veya dövize endeksli Türk lirası kredileri arasında bir ayrım yapmaksızın tüm krediler için, kredi kullanım tarihine bakılmaksızın 28.10.2010 ( bu tarih dahil ) tarihinden sonra tahakkuk ettirilecek faizlere %15 oranında fon kesintisi uygulanacağını Türkiye Bankalar Birliğine bildirilmiş, Maliye Bakanlığınca verilen cevap dilekçesinde kesinti oranının sabit oranlı Türk Lirası tüketici kredileri için de geçerli olduğu savunulmuştur.

3.7.2001 tarih ve 24451 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 4684 sayılı "Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun"un Geçici 3. maddesinin ( a ) bendinde, Kaynak Kullanımını Destekleme Fonu kesintilerinin, bu konuda yeni bir düzenleme yapılıncaya kadar yürürlükten kaldırılan hükümlere göre tahsil edilmeye devam olunacağı ve doğrudan genel bütçeye gelir yazılmak üzere Hazine hesaplarına intikal ettirileceği, kesinti oranlarını sıfıra kadar indirmeye veya onbeş puana kadar yükseltmeye veya tümüyle kaldırmaya Bakanlar Kurulunun yetkili olduğu, bu kesintilerin vergi kanunlarındaki tahakkuk ve tahsilat hükümlerine göre takip edileceği kurala bağlanmıştır.

Kanun koyucunun gerçek iradesinin ortaya konulması bakımından yasaların gerekçelerinin önemi tartışmasızdır. 4684 sayılı Yasanın 16. maddesinin ( e ) bendinin gerekçesinde, Kaynak Kullanımını Destekleme Fonu tasfiye edileceğinden, bundan böyle yeni Fon oluşturulmamasını teminen 4389 sayılı Bankalar Kanunu ile Bakanlar Kuruluna verilen Fon kurma yetkisinin kaldırıldığı belirtilmektedir. Öte yandan, anılan Yasanın Geçici 3. maddesinin ( a ) bendinin gerekçesinde ise, Kaynak Kullanımını Destekleme Fonu tasfiye edileceğinden, önemli miktarda olan bu Fonun gelirlerinin, yeni bir düzenleme yapılıncaya kadar yürürlükten kaldırılan hükümlere göre tahsil edilmesine devam olunması ve genel bütçeye gelir yazılmasının amaçlandığı, ayrıca madde ile, anılan Fonun kesinti oranlarının belirlenmesine dair 1211 sayılı Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Kanununda bulunan yetki kaldırıldığından, Bakanlar Kuruluna bu konu ile ilgili düzenleme yapma yetkisi verilmesinin öngörüldüğü belirtilmiştir.

12.7.2001 tarih ve 24460 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 2001/2698 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının eki Kararın 4. maddesiyle, 12.5.1988 tarihli ve 88/12944 sayılı Kararnamenin eki Kaynak Kullanımını Destekleme Fonu Hakkında Karar ile ek ve değişiklikleri yürürlükten kaldırılmıştır. Bu işlemle 4684 sayılı Yasanın 16/e ve geçici 3. maddelerinin gerekçelerinde, tasfiye edileceğinden söz edilen Merkez Bankası nezdindeki Kaynak Kullanımını Destekleme Fonu'nun tasfiyesi gerçekleştirilmiştir. Anılan Kararnamenin 6. maddesinde de, bu Kararın 1.1.2002 tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir.

4684 sayılı Kanun ile Bakanlar Kuruluna verilen, kredilerin kalkınma planlarının amaçlarına uygun olarak yönlendirilmesi için Fon kurma, kaldırma, kaynağını kredilere tahakkuk ettirilen faizlerden veya sair suretlerle sağlama yetkisinin 1.1.2002 tarihi itibariyle kaldırılmakla birlikte, daha önce kurulmuş olan Kaynak Kullanımını Destekleme Fonuna ilişkin kesintilerin, yürürlükten kaldırılan hükümler uyarınca bütçeye gelir yazılmak üzere tahsil edilmeye devam edileceği, bu Fona ilişkin kesinti oranlarını belirleme veya tümden kaldırma yetkisinin Bakanlar Kuruluna ait olduğu görülmektedir.

Kaynak Kullanımını Destekleme Fonuna ilişkin mevzuat uyarınca halen uygulanmakta olan 12.5.1988 tarihli ve 88/12944 sayılı Kararnamenin eki Kaynak Kullanımını Destekleme Fonu Hakkında Kararın 3. maddesinde; fon kesintilerinin, Türk Lirası kredilerde tahakkuk ettirilen faiz tutarı üzerinden hesaplanacağı, 5. maddesinde; bankalar, özel finans kurumları ve finansman şirketlerinin, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nca yayımlanacak tebliğlerde belirtilen esaslara göre tahakkuk ettirdikleri fon kesintileri ile vadeli ithalatta tahsil ettikleri fon kesintilerini tahakkuk veya tahsilatı izleyen ayın 15 inci günü akşamına kadar Fon'a yatıracakları kurala bağlanmıştır.

4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun ''Tüketici Kredisi'' başlıklı 10. maddesinde, ''Tüketici kredisi, tüketicilerin bir mal veya hizmet edinmek amacıyla kredi verenden nakit olarak aldıkları kredidir. Tüketici kredisi sözleşmesinin yazılı olarak yapılması ve bu sözleşmenin bir nüshasının tüketiciye verilmesi zorunludur. Taraflar arasında akdedilen sözleşmede öngörülen kredi şartları, sözleşme süresi içerisinde tüketici aleyhine değiştirilemez.

Sözleşmede;

a ) Tüketici kredisi tutarı,

b ) Faiz ve diğer unsurlarla birlikte toplam borç tutarı,

c ) Faizin hesaplandığı yıllık oran,

d ) Ödeme tarihleri, anapara, faiz, fon ve diğer masrafların ayrı ayrı belirtildiği ödeme planı,

e ) İstenecek teminatlar,

f ) Akdi faiz oranının yüzde otuz fazlasını geçmemek üzere gecikme faizi oranı,

g ) Borçlunun temerrüde düşmesinin hukuki sonuçları,

h ) Kredinin vadesinden önce kapatılmasına ilişkin şartlar,

ı ) Kredinin yabancı para birimi cinsinden kullandırılması durumunda, geri ödemeye ilişkin taksitlerin ve toplam kredi tutarının hesaplanmasında, hangi tarihteki kurun dikkate alınacağına ilişkin şartlar,

Yer alır.'' kuralına yer verilmiştir.

Yukarıda aktarılan mevzuat ile dosyadaki bilgi ve belgelerin birlikte değerlendirilmesinden, sabit oranlı tüketici kredisi kullandıran bankalar, özel finans kurumları ve finansman şirketlerince, kredinin kullanıldığı tarihte geçerli olan faiz oranları üzerinden tahakkuk ettirdikleri kredi faizine, yine kredinin kullanıldığı tarihte geçerli olan kaynak kullanımını destekleme fonu kesinti oranını uygulamak suretiyle kaynak kullanımını destekleme fonu kesintisi tahakkuk ettirildiği, bu şekilde tahakkuk eden faiz ve fon kesintisinin tahsil edileceği tarihleri gösteren ödeme planının ise tüketiciye verildiği, böylelikle sabit oranlı tüketici kredisinin kullanıldığı tarihte bankalar, özel finans kurumları ve finansman şirketlerince faiz ve fon tahakkukunun yapıldığı anlaşılmaktadır. Bir başka ifade ile kredinin kullanıldığı tarihte faiz tahakkuku kesinleşmiş olmaktadır. Ödeme planında öngörülen vade tarihlerinde krediye ilişkin fon, faiz ve diğer borçların tüketiciler tarafından kredi verene ödenmesi ise, fon ve faizin tahsil işlemi niteliğindedir. Oysa değişken faizli veya dövize endeksli Türk lirası kredilerde, ödemenin yapıldığı tarihte faiz tahakkuk etirilmektedir.

İdari işlemlerin kural olarak tesis edildikleri tarihten itibaren yürürlüğe girecekleri idare hukuku ilkelerindendir. Geçmişe yürüme yasağı olarak da ifade edilebilecek olan bu ilke hukuk güvenliği ilkesinin de temelini oluşturmaktadır. Hukuk devletinin önemli unsurlarından olan hukuk güvenliği ilkesi, yürürlükteki mevzuata dayanılarak tesis edilmiş ve kesinleşmiş bir işlemle kişilerin sahip oldukları kazanımların korunması anlamına gelmektedir. Kişiler kendi lehlerine bir işlemi yaparken yürürlükteki mevzuata güvenmektedirler ve daha sonra yürürlüğe girecek bir düzenlemeyi öngörme imkanları bulunmamaktadır.

Dosyada mevcut bilgi ve belgelerin incelenmesinden, kaynak kullanımını destekleme fonu uygulamasının Merkez Bankasınca yürütüldüğü dönemde, üç defa kaynak kullanımını destekleme fonu kesinti oranlarında artış yapıldığı, bu oran artışlarının değişikliğin yayımı tarihinden itibaren kullandırılan veya temdit edilen kredilere uygulandığı, devam eden tüketici kredileri yönünden kredinin kullandırıldığı tarihte yürürlükte bulunan mevzuat hükümlerinin uygulandığı; fonun Maliye Bakanlığınca yürütüldüğü dönemde ise kesinti oranında bir defa artış olduğu, bu artışın ise kararın yayımlandığı tarihten itibaren kullandırılacak ve temdit edilecek tüketici kredilerine uygulanacağının Maliye Bakanlığının 16.8.2004 tarih ve 037647 sayılı yazısı ile Türkiye Bankalar Birliğine bildirildiği anlaşılmaktadır.

Görüldüğü üzere, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararından önce değişik tarihlerde kaynak kullanımını destekleme fonu kesinti oranlarında yapılan artış, hukuki güvenlik ilkesi uyarınca, kesinti oranının artırılmasına ilişkin kararın yayımlandığı tarihten itibaren kullandırılacak ve temdit edilecek tüketici kredilerine uygulanmış, kararın yayımlandığı tarihten önce kullanılan sabit oranlı Türk Lirası kredilerine ise kesinti oranındaki artış uygulanmamıştır.

Nitekim, Merkez Bankasınca Dairemiz ara kararına verilen cevapta, değişken faizli veya dövize endeksli Türk lirası kredilerde faiz dahil taksit ödemelerinin hangi tutarda olacağının kredi kullandırma tarihinde kesin olarak belirlenmesinin mümkün olmadığı, sözü edilen krediler için düzenlenen ödeme planında yer alan tutarların tahakkuk etmiş nihai faiz tutarı olmadığı belirtilmiş; dolayısı ile değişken faizli veya dövize endeksli Türk lirası krediler dışındaki sabit faizli tüketici kredileri ile ilgili olarak kredinin kullanıldığı tarihte düzenlenen ödeme planında yer alan tutarların tahakkuk etmiş nihai faiz tutarı olduğu kabul edilmiştir.

Bu durumda, sabit oranlı Türk Lirası tüketici kredilerinde faiz tahakkukunun ve buna bağlı fon tahakkukunun, kredinin kullanıldığı tarihte yapılmış olması karşısında, fon kesinti oranını artıran dava konusu Bakanlar Kurulu kararının, bu karardan önce kulanılan sabit oranlı Türk Lirası tüketici kredilerine uygulanması, Bakanlar Kurulu kararından önce tahakkuk ettirilen mali yükümlülüğün bu şekilde artırılması hukuk güvenliği ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Ancak, ödeme planında belirlenen ödeme tarihlerinde, faiz ve fon tahakkuku yapılan değişken faizli veya dövize endeksli Türk lirası kredilerde ise, ödeme tarihleri itibariyle fon kesinti oranını artıran Bakanlar Kurulu kararının uygulanacağı tabiidir.

Sonuç olarak, 28.10.2010 tarih ve 27743 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan ve yayımı tarihinden itibaren yürürlüğe giren 25.10.2010 tarih ve 2010/974 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile Kaynak Kullanımını Destekleme Fonu kesinti oranının %15 olarak tespit edilmesi üzerine, sabit veya değişken faiz oranlı krediler arasında ayrım yapılmadan ve kredi kullanım tarihine bakılmadan 28.10.2010 ( bu tarih dahil ) tarihinden sonraki kredi ödemelerinde %15 oranında fon kesintisi uygulanacağına ilişkin Maliye Bakanlığının dava konusu 28.10.2010 tarih ve 97121 sayılı işleminde hukuka uyarlık bulunmamaktadır.

SONUÇ : Açıklanan nedenlerle, 28.10.2010 tarih ve 27743 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 25.10.2010 tarih ve 2010/974 sayılı Bakanlar Kurulu kararı yönünden yürütmenin durdurulması isteminin REDDİNE, davanın durumu ve uyuşmazlığın hukuki niteliğine göre, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 27. maddesinde öngörülen koşulların, sabit oranlı Türk Lirası tüketici kredileri ile değişken faizli veya dövize endeksli Türk lirası kredileri arasında bir ayrım yapmaksızın tesis edilen düzenleyici işlem niteliğindeki dava konusu 28.10.2010 tarih ve 97121 sayılı Maliye Bakanlığı işlemi yönünden gerçekleştiği anlaşıldığından, bu işlemin YÜRÜTÜLMESİNİN DURDURULMASINA, bu kararın tebliğini izleyen günden itibaren yedi ( 7 ) gün içinde Danıştay İdari Dava Daireleri Kuruluna itiraz edilebileceğinin taraflara duyurulmasına, 13.05.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
#812
Merhabalar. Öncelikle geçmiş olsun. Bir musibet bin nasihatten evladır derler. Sizde de öyle olmuş. Yargılandığınız maddeleri tahmin etmekle beraber, savcılığın hazırlayarak mahkemeye sunduğu ve size de bir örneği tebliğ edilmiş olması gereken iddianamede hangi kanun maddelerinin belirtildiğini yazarsanız, daha sağlıklı bir değerlendirme yapabiliriz. Bu aşamada moralinizi bozmanıza hiç gerek yok.
#813
Merhabalar.

Alıntı YapSenetin son ödeme tarihi 15 Ocak 2012. Senedin günü yaklaşmasına rağmen borçlu pek oralı değil. Sizden ne yapmam gerektiği konusunda yardım istiyorum.

Ödeme yapılmadıysa, hemen bir avukatla anlaşarak bonoya istinaden icra takibi başlatılmasını sağlayın. Kolay gelsin...
#814
Merhabalar. Öncekle yargılanacağınız kanun maddelerini okumanızda fayda var:

Çocukların cinsel istismarı
   
     Madde 103 - (1) Çocuğu cinsel yönden istismar eden kişi, üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Cinsel istismar deyiminden;
   
     a) Onbeş yaşını tamamlamamış veya tamamlamış olmakla birlikte fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılama yeteneği gelişmemiş olan çocuklara karşı gerçekleştirilen her türlü cinsel davranış,
   
     b) Diğer çocuklara karşı sadece cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir nedene dayalı olarak gerçekleştirilen cinsel davranışlar,
   
     Anlaşılır.
   
     (2) Cinsel istismarın vücuda organ veya sair bir cisim sokulması suretiyle gerçekleştirilmesi durumunda, sekiz yıldan onbeş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.
   
     (3) (Değişik: 29/6/2005 – 5377/12 md.) Cinsel istismarın üstsoy, ikinci veya üçüncü derecede kan hısmı, üvey baba, evlat edinen, vasi, eğitici, öğretici, bakıcı, sağlık hizmeti veren veya koruma ve gözetim yükümlülüğü bulunan diğer kişiler tarafından ya da hizmet ilişkisinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle veya birden fazla kişi tarafından birlikte gerçekleştirilmesi hâlinde, yukarıdaki fıkralara göre verilecek ceza yarı oranında artırılır.
   
     (4) Cinsel istismarın, birinci fıkranın (a) bendindeki çocuklara karşı cebir veya tehdit kullanmak suretiyle gerçekleştirilmesi halinde, yukarıdaki fıkralara göre verilecek ceza yarı oranında artırılır.
   
     (5) Cinsel istismar için başvurulan cebir ve şiddetin kasten yaralama suçunun ağır neticelerine neden olması halinde, ayrıca kasten yaralama suçuna ilişkin hükümler uygulanır.
   
     (6) Suçun sonucunda mağdurun beden veya ruh sağlığının bozulması halinde, onbeş yıldan az olmamak üzere hapis cezasına hükmolunur.
   
     (7) Suçun mağdurun bitkisel hayata girmesine veya ölümüne neden olması durumunda, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hükmolunur.

     Çocuğun kaçırılması ve alıkonulması
   
     Madde 234- (1) Velayet yetkisi elinden alınmış olan ana veya babanın ya da üçüncü derece dahil kan hısmının, onaltı yaşını bitirmemiş bir çocuğu veli, vasi veya bakım ve gözetimi altında bulunan kimsenin yanından cebir veya tehdit kullanmaksızın kaçırması veya alıkoyması halinde, üç aydan bir yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.
   
     (2) Fiil cebir veya tehdit kullanılarak işlenmiş ya da çocuk henüz oniki yaşını bitirmemiş ise ceza bir katı oranında artırılır.
   
     (3) (Ek: 6/12/2006 – 5560/10 md.) Kanunî temsilcisinin bilgisi veya rızası dışında evi terk eden çocuğu, rızasıyla da olsa, ailesini veya yetkili makamları durumdan haberdar etmeksizin yanında tutan kişi, şikâyet üzerine, üç aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.



Alıntı Yapİzmir 3. Ağır Ceza Mahkemesinde Yargılanıcaz.

Baronun ücretsiz görevlendireceği avukatla görüşün; şayet bu avukatı beğenmezseniz, ücreti mukabili başka bir avukatla anlaşarak davanın mutlaka bir profesyonel tarafından takip edilmesini sağlayın. Konu ciddi. Üzerinde durmazsanız, telafisi imkansız zararlarla karşı karşıya kalabilirsiniz. Kolay gelsin...
#815
Merhabalar. Öncelikle konuyla ilgili Türk Ceza Kanunu'nun 289. maddesine bir göz atalım:

Muhafaza görevini kötüye kullanma

MADDE 289. - (1) Muhafaza edilmek üzere kendisine resmen teslim olunan rehinli veya hacizli veya herhangi bir nedenle elkonulmuş olan mal üzerinde teslim amacı dışında tasarrufta bulunan kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis ve üç bin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır. Kişinin bu malın sahibi olması hâlinde, verilecek ceza yarı oranında indirilir.

(2) Birinci fıkrada tanımlanan suçun konusunu oluşturan eşyayı kovuşturma başlamadan önce geri veren veya bunun mümkün olmaması hâlinde bedelini ödeyen kişi hakkında verilecek cezaların beşte dördü indirilir.

(3) Muhafaza edilmek üzere kendisine resmen teslim olunan rehinli veya hacizli veya herhangi bir nedenle elkonulmuş olan malın dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranması nedeniyle kaybolmasına veya bozulmasına neden olan kişi, adlî para cezası ile cezalandırılır.

(4) Bir suça ilişkin soruşturma veya kovuşturma kapsamında elkonulan eşyayı amacı dışında kullanan kimse, bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.




Alıntı Yaprafdaki ürünlerden satılanlar oldu

Dava açılmadan evvel hacizli olduğu halde sattığınız ürünlerin haciz tutanağında yazılı olan bedellerini ödemiş olsaydınız, TCK.m.289/2 gereğince cezanızın beşte dördü indirilecekti. Şu anda da şayet bu bedeli öderseniz, hakim muhtemelen alt sınırdan ceza verme yoluna gidecektir.

Alıntı Yapduydumki benden bir hafta ongün sonra bir haciz işleminde işyerinde ne var ne yok götürülmüş.

Bir icra dosyasından yapılan işlemler çerçevesinde haciz konulup muhafaza altına alınan eşyalar için cezai bir sorumluluğunuz bulunmamaktadır. Bu eşyaların haczedilip muhafaza altına alındığı icra dosyasıyla ilgili bilgileri ve elde etmeniz halinde haciz zabtının bir örneğini gerekli açıklamalarla mahkemeye sunmanız yeterli olacaktır. Kolay gelsin...
#816
Merhabalar.

Alıntı Yapama benım borcumun yuzde 10 nunu odeyecek kadar maddı durumum yok. Bugun de odeme yapılmaz ıse dosyamın ıcraya verılcegınden bahsettı
benım ne yapmam gerekıyor ...

Ödeme yaparak karşı tarafı beklemeye ikna etmediğiniz sürece aleyhinize icra takibi başlatılmasını önleyemezsiniz maalesef. Allah tez zamanda borcunuzu eda edebilmeyi nasip etsin...
#817
Alıntı YapBankadan her hangi bir kredi çekmiş değildim sadece maaşımıza ek olarak maaş art kredilendirilmesi mevcuttu

Merhabalar. Burada bahsettiğiniz "maaş art kredilendirilmesi" sözünden hiçbir şey anlamadım. Konuyu biraz açmanız gerekiyor.

Alıntı Yapçok fahiş bir bedel istemkteler, ne yapmam gerekir yol gösterirseniz sevinirim

Borcunuzun neden kaynaklandığını öğrenmelisiniz. Gerekirse sizi arayan Vakıfbank avukatlarından icra dosya bilgilerini alıp icra dosyasını incelemekle de borç sebebini öğrenebilirsiniz. Takip talebinde ve ödeme emrinde borç sebebi yazar. Şayet hakikaten böyle bir borcunuz varsa, bu borcu ödemeniz gerekecektir. Kolay gelsin...
#818
Merhabalar. Mülga durumdaki eski Türk Ceza Kanunu'nun 192/1 ve mevcut Türk Ceza Kanunu'nun 243 ve 288. maddelerine istinaden ceza almışsınız:

    Madde 192 - (Değişik madde: 11/05/1988 - 3445/1. md.)
   
   Kendisine veya başkasına, para veya diğer bir yarar sağlamak maksadıyla bir gerçek veya tüzelkişiye zarar verebilecek bir hususu neşir yolu ile veya her ne suretle olursa olsun açıklama tehdidinde bulunanlara bir yıldan üç yıla kadar hapis ve ikimilyon liradan onmilyon liraya kadar ağır para cezası verilir.
   
   Fail, arzu ettiği para veya diğer bir menfaati elde etmiş ise ceza üçte biri oranında artırılır.

    Bilişim sistemine girme
   
    Madde 243- (1) Bir bilişim sisteminin bütününe veya bir kısmına, hukuka aykırı olarak giren ve orada kalmaya devam eden kimseye bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası verilir.
   
    (2) Yukarıdaki fıkrada tanımlanan fiillerin bedeli karşılığı yararlanılabilen sistemler hakkında işlenmesi halinde, verilecek ceza yarı oranına kadar indirilir.
   
    (3) Bu fiil nedeniyle sistemin içerdiği veriler yok olur veya değişirse, altı aydan iki yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.
   
    Sistemi engelleme, bozma, verileri yok etme veya değiştirme

    Madde 288 - (1) Bir olayla ilgili olarak başlatılan soruşturma veya kovuşturma kesin hükümle sonuçlanıncaya kadar savcı, hakim, mahkeme, bilirkişi veya tanıkları etkilemek amacıyla alenen sözlü veya yazılı beyanda bulunan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.



Türk Ceza Kanunu'nun 66. maddesine göre, "Beş yıldan fazla olmamak üzere hapis veya adlî para cezasını gerektiren suçlarda sekiz yıl" geçmesiyle dava zamanaşımı gerçekleşmiş olur. Yine TCK'nın 67. maddesine göre "suçla ilgili olarak iddianame düzenlenmesi" dava zamanaşımı süresini kesmektedir. Tüm bu veriler ışığında olay değerlendirildiğinde, davanın açıldığı, yani iddianamenin mahkemeye teslim edildiği tarihten itibaren sekiz yıllık süre geçtikten sonra davanızın zamanaşımına maruz kalacağını söylemek gerekecektir. Aşağıda konuyla ilgili hükümler bulunmaktadır. Kolay gelsin...


    Dava zamanaşımı
   
    Madde 66 (1) Kanunda başka türlü yazılmış olan haller dışında kamu davası;
   
    a) Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda otuz yıl,
   
    b) Müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda yirmibeş yıl,
   
    c) Yirmi yıldan aşağı olmamak üzere hapis cezasını gerektiren suçlarda yirmi yıl,
   
    d) Beş yıldan fazla ve yirmi yıldan az hapis cezasını gerektiren suçlarda onbeş yıl,
   
    e) Beş yıldan fazla olmamak üzere hapis veya adlî para cezasını gerektiren suçlarda sekiz yıl,
   
    Geçmesiyle düşer.
   
    (2) Fiili işlediği sırada oniki yaşını doldurmuş olup da onbeş yaşını doldurmamış olanlar hakkında, bu sürelerin yarısının; onbeş yaşını doldurmuş olup da onsekiz yaşını doldurmamış olan kişiler hakkında ise, üçte ikisinin geçmesiyle kamu davası düşer.
   
    (3) Dava zamanaşımı süresinin belirlenmesinde dosyadaki mevcut deliller itibarıyla suçun daha ağır cezayı gerektiren nitelikli halleri de göz önünde bulundurulur.
   
    (4) Yukarıdaki fıkralarda yer alan sürelerin belirlenmesinde suçun kanunda yer alan cezasının yukarı sınırı göz önünde bulundurulur; seçimlik cezaları gerektiren suçlarda zamanaşımı bakımından hapis cezası esas alınır.
   
    (5) (Değişik: 29/6/2005 – 5377/8 md.) Aynı fiilden dolayı tekrar yargılamayı gerektiren hallerde, mahkemece bu husustaki talebin kabul edildiği tarihten itibaren fiile ilişkin zamanaşımı süresi yeni baştan işlemeye başlar.
   
    (6) Zamanaşımı, tamamlanmış suçlarda suçun işlendiği günden, teşebbüs halinde kalan suçlarda son hareketin yapıldığı günden, kesintisiz suçlarda kesintinin gerçekleştiği ve zincirleme suçlarda son suçun işlendiği günden, çocuklara karşı üstsoy veya bunlar üzerinde hüküm ve nüfuzu olan kimseler tarafından işlenen suçlarda çocuğun onsekiz yaşını bitirdiği günden itibaren işlemeye başlar.
   
    (7) Bu Kanunun İkinci Kitabının Dördüncü Kısmında yazılı ağırlaştırılmış müebbet veya müebbet veya on yıldan fazla hapis cezalarını gerektiren suçların yurt dışında işlenmesi halinde dava zamanaşımı uygulanmaz.
   
    Dava zamanaşımı süresinin durması veya kesilmesi
   
    Madde 67 - (1) Soruşturma ve kovuşturma yapılmasının, izin veya karar alınması veya diğer bir mercide çözülmesi gereken bir meselenin sonucuna bağlı bulunduğu hallerde; izin veya kararın alınmasına veya meselenin çözümüne veya kanun gereğince hakkında kaçak olduğu hususunda karar verilmiş olan suç faili hakkında bu karar kaldırılıncaya kadar dava zamanaşımı durur.
   
    (2) Bir suçla ilgili olarak;
   
    a) Şüpheli veya sanıklardan birinin savcı huzurunda ifadesinin alınması veya sorguya çekilmesi,
   
    b) Şüpheli veya sanıklardan biri hakkında tutuklama kararının verilmesi,
   
    c) Suçla ilgili olarak iddianame düzenlenmesi,
   
    d) Sanıklardan bir kısmı hakkında da olsa, mahkûmiyet kararı verilmesi,
   
    Halinde, dava zamanaşımı kesilir.
   
    (3) Dava zamanaşımı kesildiğinde, zamanaşımı süresi yeniden işlemeye başlar. Dava zamanaşımını kesen birden fazla nedenin bulunması halinde, zamanaşımı süresi son kesme nedeninin gerçekleştiği tarihten itibaren yeniden işlemeye başlar.
   
    (4) Kesilme halinde, zamanaşımı süresi ilgili suça ilişkin olarak Kanunda belirlenen sürenin en fazla yarısına kadar uzar.
#819
Merhabalar. İki tane çocuğunuzun olduğundan ve eşinizin iflas ettiğinden söz etmişsiniz. Bu şartlar altında nafaka ödemekten kaçınmanız hukuken mümkün değildir. Şayet kendi mali durumunuz da iyi değilse, bu durumu mahkemede anlatıp buna dair delillerinizi bildirerek nafaka bedelinin artmamasını sağlayabilirsiniz. Kolay gelsin...
#820
Alıntı YapAvukatım yanlışınız olabilir mi ? Benim hcbs ve yapıkrediye  ( kredi kartı ) borcum vardı . 2006 yıllarından kalma .Üstümde hiç bir mal varlığı olmadığı için hacz işlemide yapamadılar .  Şuan bakıyorum ( Hatta hcbs ye sorgulattım ) borç gözükmüyor. Üstümde o bankalara ait herhangi bir icra falan da yok . Kendiliğinden kalkmış durum da .  Hiç bir yere başvuru falan da yapmadım . Saygılar .

Borcunuz hukuken devam ediyor. Yukarıda da belirttiğim gibi, zamanaşımı sebebiyle borç kendiliğinden ortadan kalkmaz. Kaldı ki sizin borcunuz için on yıllık zamanaşımı süresi de dolmuş değil. Hsbc Bank'ta sorgu esnasında ya bir yanlışlık yapılmıştır ya da bu banka Hsbc tarafından devralınırken bankanın eski borçları Hsbc tarafından devralınmamıştır. Dolayısıyla borcunuzun devam ettiğine emin olabilirsiniz. Yalnız alacaklısı değişmiş olabilir. Bazen bankalar eski alacaklarını varlık yönetim şirketlerine belli bir bedel karşılığında devredebiliyorlar. Sizin borcunuz için de böyle bir şey olmuş olabilir. Keza kuvvetle muhtemel Merkez Bankası kayıtlarında da bu borcunuz görünüyordur. Yani bir kredi almak istediğinizde, bu borcu gerekçe göstererek bankalar kredi vermeye yanaşmayabilecektir.

Alıntı Yapben 2004'te kredi kartından icralık oldum e devlet şifresinden baktığımda banka üzerime hiçbir işlemi gözükmüyor ama bankalarda borcum olduğu gözüküyor bu zaman aşımına ugramışmıdır ne yapabılırım yardımcı olursanız sevinirim

Kredi kartınızın borcu sebebiyle Bankanız Merkez Bankasına bildirimde bulunduğundan ve Merkez Bankası kayıtlarını tüm bankalar görebildiğinden, hangi bankaya giderseniz gidin, bu borç karşınıza çıkacaktır. Borcunuz zamanaşımına maruz kalsa bile, yukarıda da belirttiğim gibi, borç kaydınız kendiliğinden silinmeyecektir. 2004'teki borcunuz için Bankanız tarafından yapılan icra takibinde son işlem muhtemelen 2005 yılında yapılmıştır. Buna göre borcunuzun on yıllık zamanaşımına maruz kalması için en az üç yıl daha geçmelidir. Bu süre geçmeden hiçbir şey yapamazsınız.

Borçlu olmak ve hele ki borçlu ölmek, hiç iyi bir şey değildir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) borçlu olarak ölen bir kişinin geride kalan yakınları tarafından borcu ödenmediği sürece cenaze namazını kıldırmak istememiştir. Borçlandıktan sonra borcu bir an evvel ödemek kadar zaruri ihtiyaçların giderilmesi dışında borçlanmamaya özen gösterilmek de bir o kadar önemlidir. Lokman Hekim, "borç yükü altında ezilmektense, taş taşımayı tercih ederim" buyuruyor. Peygamber efendimiz de, "Ya Rabbi, küfre düşmekten ve borca girmekten sana sığınırım" (Nesai) ve "borcu var iken verilen sadaka kabul olmaz" (Buhari) sözleriyle, borçlanmanın çok kötü olduğunu bildirmiştir. Keza Hazreti Ali'nin, "dünyada en büyük sıkıntı borçlu olmaktır" sözü de esasen çok şey anlatmaktadır. Konu işte bu kadar önemlidir. Mali durumunuzun bir an evvel iyileşmesi ve borcunuzu rahatlıkla ödeyebilmeniz dileğiyle. Kolay gelsin...