Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#821
Terörist propagandası yapan 11 kişiye 79 yıl hapis cezası 

Şırnak'ın Beytüşşebap ilçesinde izinsiz yapılan bir gösteride teröristbaşı Abdullah Öcalan lehine slogan attıkları iddiasıyla yargılanan 11 kişiye toplam 79 yıl hapis cezası verildi.

Beytüşşebap'da 15 Şubat 2010'da Öcalan'ın Türkiye getirilişinin yıldönümünde düzenlenen mitinge katıldıkları ve Öcalan lehine sloganı attıkları gerekçesi ile 11 kişi hakkında 'Örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek', 'Örgüt propagandası yapmak' ve 'Toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanuna muhalefet etmekten' suçlarından açılan dava sonuçlandı.

Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesinde karara bağlanan davada 11 sanığa, 'Örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek'ten 5'er yıl 3'er ay, 'Toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet etmek'ten 1'er yıl, 'Örgüt propagandası yapmaktan' 10'ar ay olmak üzere toplam 79 yıl 7 ay hapis cezası verildi.

http://www.stargazete.com/guncel/terorist-propagandasi-yapan-11-kisiye-79-yil-hapis-cezasi-haber-317620.htm
#822


Adana 9. Asliye Ceza Mahkemesi, 29 Kasım'da Uzanlar hakkındaki ÇEAŞ ve Kepez'le ilgili davaların zaman aşımına uğradığı kararı verdi. Cem Uzan, bir gün sonra AİHM'de gülerek objektiflere poz verdi.

HÜSEYİN  ÖZAY  ANKARA

Uzan Ailesi'nin davalarında sessiz sedasız şok gelişmeler yaşanıyor. Firarda bulunan baba Kemal Uzan ile çocukları Cem ve Hakan Uzan tarafından Türkiye aleyhine yaklaşık 350 milyar dolarlık açılan davaya konu olan ÇEAŞ ve Kepez ile ilgili yargı sürecinde peş peşe skandal gelişmeler gerçekleşiyor. SPK'nın, ÇEAŞ ve Kepez ile ilgili yaptığı suç duyurusu üzerine açılan 7 dava, zamanaşımı nedeniyle ortadan kalktı. Birleştirilmiş 7 davaya bakan Adana 9. Asliye Ceza Mahkemesi, 29 Kasım tarihli duruşmasında, Cem Uzan, Hakan Uzan ve baba Kemal Uzan hakkındaki tutuklama kararlarını da kaldırdı. Adana 9. Asliye Ceza Mahkemesi, Uzan Ailesi'ni kurtaran 'zamanaşımı' kararını 29 Kasım 2010 tarihindeki duruşmasında verdi.

ZORA SOKAN KARAR

Karardan bir gün sonra yani 30 Kasım'da da, Kemal Uzan'ın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) ÇEAŞ ve Kepez'e el konulması nedeniyle açtığı davanın duruşması yapıldı. Kemal Uzan 160 milyar dolarlık tazminat talebinde bulunduğu duruşmaya katılan Cem Uzan'ın sürekli gülmesi herkesi şaşırtmıştı. Cem Uzan'ın niye güldüğü, Adana 9. Asliye Ceza Mahkemesi'nin kararı ile kesinleşmiş oldu. Adana 9. Asliye Ceza Mahkemesi'nin kararı, Türkiye aleyhine milyarlarca dolarlık dava açan Uzanları sevindirdi. Söz konusu kararı, Uzanlar'ın tahkim davalarında kullandığı öğrenildi. Cem Uzan başta olmak üzere Uzan Ailesi'nin bireyleri hakkında, İmarbank, Telsim şirketlerindeki usulsüzlüklerden dolayı verilmiş hapis cezaları bulunuyor. 

7 davadan kurtuldular

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından 2003 yılında el konulan ÇEAŞ ve Kepez Elektrik şirketleriyle ilgili SPK uzmanlarının çok sayıda raporu bulunuyor. Bu raporlar doğrultusunda aralarında Kemal Uzan, Cem Uzan ve Hakan Uzan'ın da bulunduğu ÇEAŞ ve Kepez yöneticileri hakkında 7 ayrı suç duyurusunda bulunuldu. Suç duyuruları doğrultusunda Uzan Ailesi'nin yöneticileri hakkında tam 7 ayrı dava açıldı. Davalar, aynı şirketlerde işlenen usulsüzlükleri içerdiği için, birleştirildi. Adana 9. Asliye Ceza Mahkemesi nezdinde E.2004-1282 sayılı dosyada birleştirilen davalarla ilgili karar 29 Kasım 2010 tarihinde verildi. Mahkeme, 7 ayrı davanın da zaman aşımına uğradığını belirterek, dava dosyalarının rafa kaldırılmasına karar verdi. 

http://www.stargazete.com/ekonomi/cem-uzan-in-aihm-de-neden-guldugu-belli-oldu-haber-317426.htm
#823
Sigara sağlığa zararlı.Sigara içmek yüksek derecede bağımlılık yapar, başlamayın. Sigara öldürür.
Bazen de süründürür.

Yıllar sonra sigara paketlerine yazılan bu uyarıları dikkate alan var mı?

Kuşkusuz.

En azından yeni başlayacaklar için bir tedirginlik meselesidir bu.

Yıllar sonra cep telefonu ile ilgili aynı uyarılar gelir mi?

Kuşkusuz.

Geçtiğimiz hafta; Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş (savaş kelimesi biraz acayip duruyor sanki, hani mücadele daha mı iyi olur?) Dairesi Başkanı Prof.Dr. Murat Tuncer, cep telefonu kullanımına ilişkin açıklamada bulundu.

Dünya sağlık örgütünün yayınladığı sonuca göre; menegioma (beynin etrafını saran, onu koruyan ve dura adı verilen zardan kaynaklanan tümörler) olgularının yüzde 95'i, glioma (beyin tümörü) olgularının ise yüzde 90'ının cep telefonu kullanımını takiben ilk 10 yıl içinde geliştiğine dikkat çekiliyor.

Tuncer, son 4-5 yılda beyin tümörlerinde belirgin bir artış olduğunun özellikle altını çiziyor.

Bu önemli açıklamaları bir kenara mı atacağız.

Bunları es geçersen, görmezden gelirsen, Azrail görmezden gelir mi?

Sanmam.

'Vadeni erken  doldurdun' der alır götürür, öyle değil mi?

Sigara kullanan biri değilim.

Belirteyim.

Ama aynı şeyi cep telefonu için söyleyemem.

Bir ihtiyaç.

Bir zorunluluk.

Hayatın vazgeçilmezi oldu telefon.

Ancak, bu böyle gitmez, gitmemeli.

Yoksa beyin cerrahlarına yolumuz çok düşecek, bu böyle bilinmeli. Bakın, teyzeoğlu beyin cerrahı Doç. Dr. Kadir Kotil'i aradım. Kadir Bey, Celal Bayar Üniversitesi'nce yapılan bir deneyi örnek veriyor. Yanlış anlaşılmasın.

Kendisi İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde.

Kotil, Celal Bayar Üniversitesi'nin, civciv embriyosu üzerinde telefon ile yaptığı deneyde embrionun morfolojik olarak hatalı olarak doğduğu sonucuna vardıklarını, bunun önemli bir gösterge olduğunu söylüyor. Diğer detaylar şöyle;

Finlandiya'nın Radyasyon ve Nükleer Güvenlik Kurumu uzmanları, tümör bulunan 1521 cep telefonu kullanıcısıyla sağlıklı 3 bin 301 kişiyi karşılaştırmış.

Araştırmaya katılanlar arasında cep telefonunu 10 yıl veya daha fazla kullananların, ahizeyi tuttukları beyin bölgesinde tümör gelişme riskinin yüzde 39 daha fazla olduğu belirlenmiş.

Peki, günümüz insanın en sıkı dostu(!) olan sigara mı, yoksa telefon mu zararlı sorusunu soralım...

Araştırmalar, cep telefonu kullanmakla beyin kanseri arasındaki doğrudan ilişkiyi, sigara içince akciğer kanserine yakalanma riskiyle eşdeğer görüyor.

Kullanım yaşının yasalarla sınırlandırılması gerektiğini söyleyen araştırmacılar, çocukların beyin yapıları henüz yetişkinler kadar gelişmediği için, cep telefonunun yaydığı radyasyondan daha fazla etkilendiklerini, acil durumlar dışında ve kulaklık olmadan cep telefonuyla konuşmanın çocukları olumsuz etkilediğini açıklıyor.

Sigara gibi uyarı yazılsın!

Cep telefonu üreticilerine de mesaj gönderen araştırmacılar, telefonların üstüne de sigara paketlerinde olduğu gibi sağlığa zararlı olduğu yönünde uyarı yazılması, yazılmamış telefonların toplatılması gerektiğini söylüyorlar.

Yapılacak şey şu: Cep telefonları üzerinde uyarıların yazılması, kulaklık kullanılması ve özellikle çocuklarımızın acil durumlar dışında mümkün mertebe telefon kullanmaması için çaba sarf edilmesi.

http://www.stargazete.com/istanbul/yazar/ekrem-okutan.htm
#824
Başörtüsü Yasağı ve Ayrımcılık araştırması, kangrene dönüşmüş meselenin istihdam tarafında yaşananları gözler önüne serdi. Eğitim yuvalarında horlanıp kapı dışarı edilen başörtülülerin iş hayatında da durumu farksız. Hatta kendisini dindar olarak tanımlayan işverenlerin iş yerlerinde bile durum çok farklı değil maalesef.

Müjgan Halis'in haberi

BİLKENT Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Dilek Cindoğlu, tarafından TESEV Demokratikleşme Programı çerçevesinde yapılan Başörtüsü Yasağı ve Ayrımcılık araştırması, bu kez yıllardır bir kangrene dönüşmüş meselenin istihdam tarafına bakıyor. Üniversite mezunu 79 başörtülü kadın ve 25 erkekle yapılan mülakatlardan oluşan araştırma, başörtüsü sorununa üretim alanlarından bakmayı öneriyor. Halen Columbia Üniversitesi'nde ziyaretçi öğretim üyesi olarak görev yapan ve ödüllü araştırmalarıyla tanınan Cindoğlu saha araştırması bir yıl süren başörtüsü araştırmasını; Ankara, İstanbul ve Konya'da gerçekleştirmiş.

Doç. Cindoğlu'na göre başörtüsü yasağı kadınların sadece kamuda çalışmasının önünde değil, dalga dalga yayılarak özel şirketlerde görünür olmalarının önünde de, işe alımlarda da, terfilerde de, ücret politikalarında da belirleyici bir etken. Kadınların çalışamadığı için aile ve toplumda da itibar kaybına uğradığını anlatan Cindoğlu, bunun başörtülü kadınlarda kamusal alana katılma arzusunu artırdığını söylüyor.

- Bu çalışmanın en temel bulgusu nedir?

- Kamudaki başörtüsü yasağının, özel sektördeki uygulamaları doğrudan ve dolaylı yollarla nasıl etkilediği. Çok açık olan, kamudaki yasağın özel sektörü de etkilediği. Bu durumu, yasağın 'yayılma etkisi' diye tanımlamak mümkün. Ayrıca başörtülü kadınların, iş bulduklarında da, çalışma ortamlarında yine bu yasağın etkisi nedeniyle 'görünmez' olmaları isteniyor.

- Bu kadınların çalışamaması toplumu nasıl etkiliyor?

- Eğitimli kadınların işgücü piyasalarına katılamadığı bir toplumda, kadın işgücünün yaratıcılığından, üretkenliğinden, çözüm odaklı düşünme sisteminden söz edilemez. Bu durumda erkeğin rolünün evi geçindirmek, kadının rolünün de ev içi işleri yaparak erkeğe destek olmak olarak ayrıldığı geleneksel işbölümünün kadınların lehine değişmesi söz konusu olamaz.

- Başörtülü kadınlara dair istatistikler neler?

- Araştırma şirkelerinin verilerine göre başörtülü kadınlar, Türkiye'de yaşayan kadınların yaklaşık yüzde 70'ini oluşturuyor. Ancak bunların arasında üniversite mezunu olanların oranı yüzde 16.4. Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nün verilerine göre ise Türkiye'de 2008 yılında kadınların sadece yüzde 6.5'i üniversite mezunu. Bütün bu verileri birleştirecek olursak, bu araştırmanın evreni bu yüzde 6,5'in yüzde 16.4'ü kadar küçük bir nüfustur. Yine Konda'nın 2008 araştırmasına göre, çalışan kadınların yüzde 59.4'ü başını örtmezken, yüzde 27.2'si 'başörtüsü', yüzde 12.7'si 'türban', yüzde 0.7'si de 'çarşaf-peçe' ile örtünüyor.

- Bir kesim, başörtülü bütün kadınlara aynı muameleyi yapıyor değil mi?

- Meslek sahibi başörtülü kadınları tek bir anlatıyla aktarmak mümkün değil. Gerek başörtüsü takmaktan, gerekse meslek sahibi olmaktan kaynaklanan benzerlikleri olsa da, bu kadınların tamamı aynı dünya görüşünü, toplumsal cinsiyet rolleri hakkında aynı kabul ya da itirazları paylaşmıyor.

- 'Dindar kadın çalışmasa da olur' algısına ne diyorsunuz?

- Biz de görüştüğümüz kadınlara bu konudaki düşüncelerini sorduk. Hepsi de çalışmalarının önünde dindarlıklarından kaynaklanan bir engel olmadığı konusunda ısrar etti. Aksine eğitim sahibi olmaktan kaynaklanan özelliklerini ve kapasitelerini toplumun yararına kullanmanın dindarlıklarıyla bağdaşan, hatta dindarlıklarından beslenen bir arzu olduğunu anlattı. Bir kadının başörtülü olması, hayatının bütün alanlarını din referansı ile yorumlayacağı anlamına gelmiyor.

- İslami çevrelerde de İslam tarihine referans yapıp kadının çalışmasına karşı çıkanlar var.

- Bu argümanlara kadınların da cevabı ver elbette. Onlar da yine İslam tarihine dayanarak kadının gelir sahibi olma konusunda cezalandırılmadığı, aksine gelirinin eşinden dahi korunduğu üzerinde durdular. Bu çerçevede Hz. Hatice'nin çalışma öyküsü birçok defa gündeme geldi. Şu cümle önemliydi: "Fıtrat bize evde otur demiyor. Hz. Hatice çağının en iyi tüccarıydı."

- Başörtülü kadınlara işverenlerin yaklaşımları nasıl?

- Kamuya girmek, sonra da başını açmadan çalışmak zor olacağı için, bu kadınların özel sektörde çalışmaktan başka seçenekleri yok. Ve çoğunlukla da dindar-muhafazakâr işverenlere ait küçük ve orta işletmelerde çalışabiliyorlar. Ancak buralarda da, kadınların aleyhine işleyen ücret politikaları onları iş piyasalarından caydırıyor. Üç farklı işveren tipolojisi var: Hiçbir şekilde başörtülü kadın çalışan kabul etmeyenler, 'Dışarıda örtebilirsin, ama içeride açacaksın,' diyenler, başörtülü kadın çalıştıran ama düşük ücret verenler.

Her mesleğin ayrımcılığı başka

Başörtülü kadın avukatlar, baroya kayıt yaptırırken ya da kayıt yaptırmış olsalar bile baro çalışmalarında engellerle karşılaşıyor. Kendi başına çalışamadığı için başka avukatların bürolarında çok düşük ücretle çalışmak zorunda kalıyor. Her şeyi göze alıp büro açan avukatlar da, duruşmalara kendileri giremedikleri için, vekili oldukları davacılar tarafından davalarını yeteri kadar takip etmedikleri suçlamalarıyla karşılaşıyor.

Öteden beri kadın mesleği olarak görülen eczacılık, başörtülü kadınlar için nispeten daha rahat bir çalışma ortamı sağlasa da, ayırımcılıklar yok değil. Ancak eczacılık gibi bir işte dahi bir eczacının günlük hayat içinde ilişkide olduğu kişiler, kurumlar ve meslek örgütleri, başörtüsüyle çalışmasına engel olabiliyor.

Kamuda öğretmelik yapamayınca, öğretmenlik yapmak isteyen başörtülü kadın için geriye özel dershanelerde ya da özel okullarda öğretmenlik yapmak kalıyor. Başörtüsüne göz yuman bazı özel eğitim kurumları olsa da, buralarda da ücretler ve çalışma koşulları başörtülü kadınların aleyhine oluyor. Dershanelerde çalışma saatleri kamudaki saatlerin iki misline çıkabilirken, ücretler yarısına kadar inebiliyor.

Başörtülü bir kadın gazeteci, örtüsüyle bazı kurumlara girmesi yasak olduğu için mesleğini tam olarak ifa edemiyor. Çünkü bir gazeteci olarak kamu kurumlarına, siyasi partilere, parlamentoya, mahkemelere, üniversitelere girme şansı yok.

* Halkla ilişkiler ve reklam sektöründe ise başörtüsü bir tür 'görüntü kirliliği' olarak adlandırılıyor.

*Başörtülü bir kadın mühendis büyük şirketlerde iş bulmada zorluk yaşıyor. O yüzden de küçük veya orta ölçekli işletmelerde düşük ücretler karşılığında çalışmak durumunda kalıyor. Başörtülü mühendisleri iş icabı görüştükleri kamyoncular da ciddiye almıyor.

Başörtülü bir hekim, uzmanlığını alabilmek için Tıpta Uzmanlık Sınavı'na girmek, eğitim sonrası meslek içi eğitim için hastanelerde düzenlenen kurslara katılmak, meslek örgütleriyle ilişki kurmak durumunda. Ama başörtüsü yüzünden bunların hiçbirini yapamıyor. Aynı süreçler sağlık sektöründeki hemşire, psikolog, rehabilitasyon uzmanı gibi meslekler için de işliyor ve bir yerde tıkanıyor.

Terfi yok, mesleki saygı yok, takdir yok...

Dilek Cindoğlu: "İşe başvururken vermeleri gereken ilk karar, özgeçmişlerini resimli mi resimsiz mi gönderecekleri. Başörtülü resimle özgeçmiş yollamak, çoğu zaman ayrımcılığı baştan kabul etmek anlamına geliyor. Öte yandan, özgeçmişe başörtülü resim eklememek de, başvurunun ciddiye alınmaması riski taşıyabiliyor. Resimsiz gönderilen özgeçmişle görüşmeye çağırılan başörtülü kadın bu sefer görüşme sırasında başörtüsü üzerinden çeşitli müzakereler yaşıyor.

Çalışma hayatına girebilen kadınlar buradaki deneyimlerini anlatırken ilk olarak görmeyi bekledikleri mesleki saygıyı görmediklerini anlattı. Kendi çevrelerinde onlara 'evin kızı' olarak bakılması gibi. Öncelikle yazılı sınavlarda başörtüsüz resim vermek ve başörtüsüz sınava girmek gerekiyor. Kamuda örtülü olarak çalışmak yasak ya da oldukça güç ama başörtülü bir kadının işe girdikten sonra ne yapacağı, söz konusu kurumun ve yöneticinin uygulamadaki farklı tutumları ile belirleniyor.

Başörtüsünü açması yolundaki telkinlere sıcak bakmayan kadınlar en hafifinden arka odalarda, görünür olmadan çalıştırılıyor ya da çeşitli sicil cezalarına çarptırılarak işten uzaklaştırmaya kadar giden cezalar alıyor. Bazı kadınlar bu durumda çalışırken başlarını açtıklarını, okul ya da dairenin kapısında başlarını kapattıklarını, bazıları çalışırken peruk taktıklarını anlattı.

Başörtülü olmak terfi etmenin önündeki önemli bir engel. Görüştüğümüz kadınlar, iş hayatında başörtülü yönetici kadınların sıkça görülmemesini, arkadan gelen başörtülü kadınlar ve hâlihazırda çalışan kadınların iş dünyasında kabul görmesi açısından çok önemli bir eksiklik olduğunu belirtti."

Dindar işverenler de ayırımcılık yapıyor

- Başörtülü kadın işyerinin vitrininde olamıyor değil mi?

- Vitrinde olmak bir yana çoğunlukla 'görünmez' olmaları isteniyor. Ve bunu henüz işe alım aşamasında bir pazarlık konusu yapıyorlar. Birçok işverene göre ortalıkta fazla dolaşan, görünen bir başörtülü kadın kurumun imajını zedeliyor.

- Başörtüsü bir işten çıkarma gerekçesi mi?

- Firmaların küçülmeleri gerektiğinde, işten çıkarmalarda gene başörtülü kadınlar önde geliyor. İşverenler, açıkça 'Sen kadın olarak zaten aile geçindirmek zorunda değilsin, önce senin işten ayrılman doğal,' diye bunu meşrulaştırıyor ve bu süreci onların dindarlıklarına dayandıran bir rasyonellikle açıklıyor.

- Peki dindar işverenlerin tutumları nasıl?

- Çok farklı değil. Dindar ve muhafazakâr işverenlerin işe alma konusundaki olumlu yaklaşımı dindarlıklarından değil, başka yerde iş bulamayacak insanları düşük ücretle çalıştırma fırsatından faydalanmak istemelerinden kaynaklanabiliyor. Bu gibi durumlarda, şirketin dindarlığı, yaptığı ayırımcılığı rasyonalize etmenin bir aracı haline geliyor.

Başörtülüler ne diyor?

"Toplum geneline bakarak, mesela iş ilanlarında 'açık' gibi söylemler gördüğüm için açıkçası incindim. Ben kendi açımdan üçe ayırdım, o yüzden belirli yerlere hiç başvurmuyorum. Belirli yerlerde alıyorlar ama başı açık alıyorlar. Hiç adam yerine koymuyorlar ya da, 'Başı örtülü istemiyoruz,' diyorlar. İkinci grup gene özel sektörde olup, sana bir şekilde 'tamam' deyip, ama 'içeride başını açacaksın', 'tamam dışarıda ört ama içerde açacaksın' diyenler. Üçüncü grup da ucuz iş gücü olarak, çok ucuza istihdam ediyor."

"İletişim fakültesinde hem radyomuz hem televizyonumuz vardı üniversiteye ait, ben orada peruklu olduğum için çalışamadım. Peruğum öyle yerlere falan düşmedi, sürekli tarardım, hiçbir zaman dışarıdaki insanlar bana karşı 'Ne kadar pis bir görüntüsü var,' demedi. Beni insanlar, hocalarım çok tebrik ederlerdi, o perukla okumak tabii ki ayrı bir yaradır, bu tür bakışlara hedef oldum, bu sebeple televizyonda çalışamadım, kendimi geliştiremedim ve bu sebeple Konya'nın çok önemli bir radyosunda ücretsiz çalıştım ama kendimi ifade ettim, mesajımı verdim."

http://www.sabah.com.tr/fotohaber/yasam/ozel_sektor_de_basortulu_istemiyor
#825
Zaman Online

Bilim adamları, çevreyolu kenarında yaşayan çocuklarda otizm görülme riskinin 2 kat daha fazla olduğunu belirlediler.

Fox News'te yer alan habere göre, Los Angeles'ta Çocuk Hastanesi'nin Saban Araştırma Enstitüsü'nde yürütülen çalışmada, çevre yoluna 300 metre uzaklıkta yaşayan bebeklerin otizm riski altında olduğunu açıkladılar. Araştırmacılar, bunu çevreyolundaki kirliliğin türüne ve çok fazla olmasına bağlıyorlar.

Journal Environmental Health Perspectives isimli tıp dergisinde yayınlanan çalışmada, 304 otizm hastası çocuk ile 259 normal gelişen çocuğun incelendiği kaydedildi.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1067166&title=otizm-ile-hava-kirliligi-arasinda-bag-bulundu


Egzoz gazları kalbe zararlı, Prof. Dr. E. Murat Tuzcu, Milliyet Gazetesi

Araştırmalara göre trafiğe bağlı hava kirliliği kalp ve akciğerlere çok zararlı. Trafiğin yoğun olduğu yollara yakın bölgelerde oturanlar tehdit altında. Trafikte geçirilen zaman da tehlikeli; kalp krizi riskini 3 kat artırıyor.

Kapalı yerlerde sigara içilmesini yasaklayan kanunun kalp-damar ve akciğer hastalıklarından ölümleri azaltacağına şüphe yok. Türkiye'den önce sigaraya karşı benzer önlemler alan ülkelerden gelen araştırma haberleri, yasağın boşa olmadığını gösteriyor.
Sigaranınkine benzer zararlı etkileri olan bir başka duman daha var: Motorlu araçların egzoz borularından atmosfere salınan gazlar. Amerika Birleşik Devletleri'nde Sağlığa Etkiler Enstitüsü adlı kuruluşun uzmanları, dünyanın dört bir yanında bu konuda yapılmış 700 araştırmayı inceleyip bir rapor yayınladı. 12 Ocak 2010'da Boston'da açıklanan bu incelemede trafiğe bağlı hava kirliliği mercek altına alındı. Çoğunluğunu Amerikalı ve Avrupalı bilim insanlarının oluşturduğu komisyon, trafiğe bağlı hava kirliliğinin, kalp ve akciğerlere çok zararlı olduğunun altını çiziyor.

Araç sayısı artışı tehlikeli
1960'ların sonunda endüstrileşmiş ülkelerde başlayıp daha sonra gelişmekte olan birçok ülkede egzoz emisyonunu sınırlamaya yönelik kanunlar çıkarıldı.
Araç motorlarında yapılan önemli değişiklikler, egzoz borusundan çıkan zararlı gazların azalmasına olanak sağlandı. Lâkin, araç sayısının katlanarak artması, atmosfere salınan zararlı gazların toplamının azalmasını önledi. Hava kirliliği büyük bir sorun olmaya devam ediyor.
Türkiye'de Avrupa Birliği'nin kabul ettiği standartlara uygun bazı kanunlar çıkarılmış olsa da, yollarda kapkara dumanlar çıkararak yol alan kamyonlar uygulamada eksikler olduğunun kanıtı. Araçlarda yakıtın verimli ve temiz kullanılmasını sağlayacak sistemlerinin olması yetmiyor. Bu sistemlerin düzenli ve kusursuz olarak çalışması da önemli. Bir diğer nokta da benzin deposuna konulan yakıtın kalitesi.
Halk sağlığı açısından bakıldığında tek tek araçların özelliği kadar araç sayısı da önemli bir etken olarak oraya çıkıyor. Türkiye İstatistik Kurumu'nun verilerine göre 2000 yılında 8 milyon 320 bin olan motorlu kara araç sayısı 2009'da 14 milyona ulaşmış.
Sadece İstanbul'da 2 milyonun üzerinde taşıt var. Bu ay içinde açıklanan rakamlara göre, Türkiye'de 2003'te bin kişiye 67 otomobil düşerken, 2005'te 78, 2007'de 92 araba düştüğü görülüyor. Neresinden bakarsanız bakın, 4 yıl gibi kısa bir sürede araba sayısının yüzde 40'a yakın artması, soluduğumuz havanın daha fazla kirlenmesi anlamına geliyor. Buna bir de yoğunlaşan trafikte daha fazla zaman harcamak zorunda kalan araçların çıkardığı egzozu eklerseniz, durumun vahameti daha da belirginleşir.

İŞTE BÖYLE ZEHİRLİYOR:

Egzoz dumanında bulunan, bir saç telinden 30 kat küçük parçacıklar, akciğerlerde incecik hava yollarına kadar gidip yerleşir ve yangıya yol açarlar (A). Bir de saç telinden 700 kere daha küçük olan parçacıklar var ki, bunlar akciğerlerden geçip (B), kan dolaşımına ulaşıp damarlara doğrudan zarar verir (C).

Parçacıklar ciğerlerimize giriyor
Arabanın egzozu damarlarımıza birçok yoldan zarar verir. Motorun dışarı attığı dumanının içinde gözle görünmeyen parçacıklar vardır.
Bu parçacıklar o kadar küçüktür ki, soluduğumuz havayla akciğerlerimizin en derin bölgelerine kadar girerler. Burada, enfeksiyon yapan bir mikrobun yarattığı yangıya benzer bir durum oluşur.
Bir organımızdaki yangı tüm vücudumuzu etkiler. En çok etkilenen organlardan biri damarlarımızdır. Yangı, damarlarımızın içini döşeyen ince örtüyü rahatsız eder. Varsa damar duvarındaki damar sertliği plağını azdırır, kanın pıhtılaşmasını kolaylaştırır. Böylece, damar sertliği oluşumunu ve ilerlemesini kolaylaştırır.
Kalp krizinin yolu açılmış olur. Hava kirliliği zararlı etkisini yalnız akciğerler yoluyla yapmaz. Egzozun içinde var olan daha da küçük parçacıklar, akciğerlerden geçip kan damarlarına girer. Bir kez kan dolaşıma girdiler mi damar duvarındaki tahribata katılırlar.

Eviniz ana yola yakın mı?
ABD'de Sağlığa Etkiler Enstitüsü raporuna göre, trafiğin yoğun olduğu yollara 500 metre veya daha yakın olanlar egzoz gazlarının yarattığı hava kirliliğinden çok etkileniyor. Türkiye'deki birçok şehirde, çok sayıda insan bu gruba giriyor. Raporu hazırlayanları bu yargıya vardıran bir dizi araştırma var. Hollanda'da yaklaşık 10 yıl süreyle izlenen 5 bin kişi üstünde yapılan bir araştırmada, ana yollara yakın yerlerde oturanlarda, daha uzakta oturanlara göre, kalp ve akciğer hastalıklarına bağlı ölümlerin daha fazla olduğu görüldü.
Egzoz dumanı günde bir saatini yolda geçirenler için de zararlı. Alman bilim insanları 5 yıl önce, saygın tıp dergisi New England Journal of Medicine'de yayınladıkları çalışmalarında, kalp krizi geçiren 700'e yakın hastada, krizin tetiğini çeken nedenin ne olduğunu saptamayı amaçladı. Trafikte geçirilen zamanın önemli bir etken olduğunu buldular. İster kendi arabalarında, ister toplu taşıma araçlarında, ister bisikletle yol alırken olsun, yoğun trafiğe maruz kalanların kalp krizi riski neredeyse 3 kat artıyor.

Yol açtığı hastalıklar
Motorlu araçların yarattığı hava kirliliğinin kalp ve damarlarımıza verdiği zarar sorunun sadece bir yüzü. Egzoz dumanının içindeki, gözle görünmez parçacıkların ilk hücum ettikleri organ akciğerlerimizdir. Parçacıklar büyüklüklerine göre hava yollarının hemen her yerine yerleşip astım, kronik bronşit gibi hastalıklara yol açar. Solunum güçlüğü çekenlerin durumunu daha da kötüleştirirler. Hava kirliliğinin yoğun olduğu şehirlerde akciğer kanseri sıklığı, temiz havalı bölgelere göre daha yüksektir.
Kalp ve damar sağlığımızın korunmasında kişisel çabalarımızın rolü büyük ama yeterli değil. Bir araya gelip toplu olarak mücadele etmedikçe ortak kullandığımız ortamı iyileştirmemiz mümkün değil. En temel hakkımız olan temiz havayı tehdit eden koşulları düzeltmek için hepimize görev düşüyor.



Araştırmalara göre trafiğe 50 metre mesafede oturanlarda damar sertliği en fazla düzeyde... 200 metre uzakta olanlarda ise daha az da olsa görülüyor. ABD'de yayımlanan raporda, egzoz dumanının doğrudan etkisinin 500 metre içinde saptanabildiği belirtiliyor.

murat.tuzcu@milliyet.com.tr
http://cadde.milliyet.com.tr/2010/02/01/YazarDetay/1193338/Egzoz_gazlari_kalbe_zararli
#826
MELİK DUVAKLI - İSTANBUL

2000 yılındaki Hayata Dönüş Operasyonu'nda, Ümraniye Cezaevi'nde şehit olan Uzman Çavuş Nurettin Kurt'un mahkûmların kurşunuyla ölmediği ortaya çıktı. Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumu'nun 13 Şubat 2001 tarihli raporuna göre Kurt, mahkûmlarda bulunmayan uzun namlulu silahla vuruldu.

19 Aralık 2000 tarihinde, 20 cezaevine birden yapılan 'Hayata Dönüş Operasyonu'nda şehit olan iki askerin, mahkûmların silahlarından çıkan kurşunlardan ölmediği ortaya çıktı. Otopsi raporunda, askerlerin mahkûmlarda olmayan uzun namlulu silahlarla vurulduğu belirtildi. Kayıtlara 'Hayata Dönüş Operasyonu' olarak geçen olaylar 10 yıl önce bugün başladı. İşin sonunda ortaya çıkan bilanço ağırdı, 2'si asker 30'u tutuklu toplam 32 ölü, onlarca yaralı. Olay yaşandığı tarihten itibaren bu ağır tablo yorumlanırken iki askerin şehit olması gerekçe gösterildi. Resmi makamlara göre 'müdahale başladığında ilk ateş mahkûmlardan gelmiş, iki asker şehit olunca da bu ağır tablo kaçınılmaz olmuştu.' Olaylar yatıştığında ortaya çıkan gerçekler ise farklıydı. Askerler mahkûmların silahlarından çıkan kurşunlarla ölmemişti.

Olayların büyümesine neden olan ilk önemli kıvılcımın yaşandığı yer Ümraniye Cezaevi'ydi. F Tipi'ne karşı açlık grevi başlatılan Türkiye genelindeki 20 cezaevinde operasyon başlatıldı. Çok geçmeden Ümraniye Cezaevi'nden ölüm haberi geldi. Uzman Çavuş Nurettin Kurt kafasına aldığı kurşunla şehit oldu. Çanakkale Kapalı Cezaevi'ndeki müdahale sırasında er Mustafa Mutlu şehit oldu. Askerlerin ölümü üzerine müdahale sertleşti. Ve sonradan çok tartışılan o ağır tablo hep bu iki askerin ölümü ile izah edildi.

Ancak askerlerin otopsi raporları çok farklı bir gerçeği ortaya çıkardı. Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumu'nun 13 Şubat 2001 tarihli raporuna göre Uzman Çavuş Nurettin Kurt, mahkûmlarda bulunmayan bir silahla öldürüldü. Operasyondan sonra resmi makamlar mahkûmlarda 5 tabancanın ele geçirildiğini açıkladı. Oysa Nurettin Kurt'a isabet eden kurşun kafatasını tamamen parçalamıştı. Raporda "Kafatası bölgesinde tespit edilen yaralanmanın yüksek kinetik enerjili bir silah ile husulünün mümkün olduğu" ibaresi ile uzun namlulu silaha vurgu yapıldı. Askerlerin ve mahkumların otopsisinde ise başka bir gerçek ortaya çıktı. Cesetler hastanelere getirilmeden önce yaraların kesilerek genişletildiği ve mermi çekirdeklerinin çıkarıldığı belirlendi.

Aksiyon dergisinde önceki haftaki sayısında açıklamaları yer alan görgü tanığı bir askerin anlatımları da jandarmaların asker kurşunuyla öldüğünü doğruluyor. Ümraniye Cezaevi'nde çatışmaların şahidi olan askerin anlatımları şöyle: "Kıdemli üsteğmen robokoplara 'Öldürün pislikleri, kimse sağ kalmasın' dedi. Dört gün boyunca askerler birbirine ateş etti. Askerler ağlayarak veya bildikleri duaları okuyarak çatışmaya giriyordu. Mahkûmlarda silah yoktu. 'Ne olur yapmayın!' diye bağırıyorlardı. Seken kurşunla ölen çavuşun beyni tavandaydı."

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1067059&title=hayata-donus-operasyonunda-asker-kursunuyla-olmus
#827
Şehit edilişinin 49. yılında rahmetle andığımız Adnan Menderes yalnız mazlumluğu ile değil, çalışkan bir başbakan, usta bir polemikçi ve sözünü budaktan esirgemeyen bir hatip kimliğiyle, en önemlisi de yakın geçmişe ilişkin cesurca değerlendirmeleri olan bir siyasetçi ve düşünür kimliğiyle de hatırlanmalıdır.

Aşağıda bizzat kendi konuşmalarından bir derleme yaptım. Bu 'tehlikeli' sözlerin bir yerlere kayıt edildiğini ve zamanı gelince -nitekim o zamanın da Yassıada'da geldiğini biliyoruz- ortaya sürüldüğünü biliyoruz.

Yassıada savunmalarında son derece alttan alan, eline geçirdiği kozları bile kullanmaktan kaçınan nahif Menderes portresi sizi yanıltmasın. Aslında gözüpek bir polemikçidir ve siyasi hayatında karşısında oturan isim de öyle böyle biri değil, anlı şanlı İsmet Paşa'dır. Üstelik tek başına bir CHP edecek kadar kudretli zamanlarıdır İsmet Paşa'nın. Meclis'te Adnan Menderes'i hedef alan eleştiri, hatta suçlamalarda bulunmaktadır. İşte Menderes'in İsmet Paşa'nın şahsında CHP'ye ve onun zihniyetine yönelttiği eleştiriler bu gergin siyasi ortamda dile getirilmiştir.

Menderes'in CHP ve İsmet Paşa'ya yönelttiği eleştiriler, sadece 1939-1950 dönemine ait değildir. Biraz daha geriye doğru sarkar, yani İnönü'nün başbakanlığı dönemini de kapsar. Her ne kadar açıkça Atatürk'ün adını anmazsa da, onun cumhurbaşkanı olduğu dönemi ve memleketi geçim derdine düşürecek kadar ekonomiyi perişan eden demiryolu politikasını da eleştirir.

Özetlersek, Başvekil Adnan Menderes'in eleştiri okları özel olarak İnönü'ye ve CHP'ye yöneltilmiş gibi görünse de, aslında İttihat ve Terakki'den başlayarak son 40 yılın bir değerlendirmesidir.

Aşağıdaki cümleleri okuyunca göreceksiniz ki, bu sözlerin bugün dahi söylenmesi büyük cesaret ister. Menderes, işte bu cesareti göstermiş adamdır. Üstelik açık meydan okumalardır. İşte o on tehlikeli konuşma:

1) "İsmet Paşa, kendi zamanında, 'Ben memleketi idare ediyordum' diyor. O devirde bu memleketi çocuklar da idare ederdi. Çünkü herkesi susturmuş, bir tek kendisi konuşuyordu, memleketi de böyle idare etti ve bu memleket seneler senesi olduğu yerde saydı."

2) "Uzun seneler bir fetih hakkı olarak bu memlekete sahip oldukları zannında olanlar, hayatlarının ileri devresinde ruhlarına girmiş olan bu kanaati değiştirmek imkânını bulamazlar. Kendileri, Allah tarafından memur olunmuş insanlardır! Telakkileri böyledir."

3) "Bütün seçimlerde mağlup olurlar, yine de memleket bizimledir, derler. Hükümet işlerinde şimdiye kadar hiçbir muvaffakiyet (başarı) göstermemişlerdir. Gölge etmesinler, biz başka ihsan istemiyoruz."

4) "1946 Türkiye'si ile 1954 Türkiye'si arasında asır farkı değil, çağ farkı vardır."

5) "Siz bu rejimi devraldığınız zaman darağaçları kurdunuz, o (İnönü) zannınca bu memleketin sahibidir. Tek başına memlekete tesahüb ediyor (sahip çıkıyor) ve tek başına bu memleket hakkında konuşuyor. Bunu, bu hakkı nereden alıyor? Biz sizin gibi istila veya fetih hakkına dayanarak mı geldik bu iktidara?"

6) "(İsmet Paşa) 1946'da kendisinin mebus seçilmediğini bilmiyor muydu? 4 yıl gayri meşru devlet reisliği (Cumhurbaşkanlığı) yaptığını İsmet Paşa bilmiyor mu? Vatandaşların haklarını iptal etmek yolunda bizzat emirler vermemiş miydi? İsmet Paşa milletvekillerini takip etmek için bütün milletvekillerinin peşlerine hafiyeler koymamış mıdır?"

7) "Bu memleketteki zulüm devri İsmet Paşa ile onun iktidardan düşmesiyle kapanmıştır. (İsmet Paşa) hırsı için bu memleketi bir baştan öte başa ateşe vermek isteyen adamdır. Paşa yeter artık! Bu memleketi bizim gibi memleketin içinden gelmiş olan insanlar idare etsin!"

8] "Atatürk demokratik inkılabı tahakkuk ettirmemiştir (gerçekleştirmemiştir), yarıda bırakmıştır."

9) "Millete mal olmuş inkılapları muhafaza edeceğiz, millete mal olmamış inkılapları tasfiye edeceğiz." (Nitekim Arapça ezan yasağı millete mal olmamış inkılaplardan olduğu için kaldırılmıştır.)

10) "Türk milleti Müslüman'dır ve Müslüman kalacaktır. Bu memlekette din hürriyetine tecavüz etmek kimsenin haddi değildir. Hakiki mümin ve samimi Müslüman olanlar din hürriyetinden tamamen emin olabilirler."

Merhum Menderes'in Demokrat Parti Meclis grubunda yaptığı bir konuşmada "Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz." sözü de bunlara dahil edilmeye çalışılmıştır. Ancak o sözün manası başkadır. Kastını aşmıştır.

Menderes, Meclis'in şahs-ı manevisine, yani manevi kişiliğine emanet edilmiş olan hilafeti geri getirebilirsiniz derken, gücünüz o kadar büyük ki, bunu bile yapabilirsiniz, bu gücünüzü tanıyorum demek istemiştir. Gerçekten de 1955 yılında söylenmiştir bu söz ve o tarihte DP grubu Meclis'in yaklaşık yüzde 80'ine hakimdir. O grup ki, bakanları istifa ettirmiş, hatta hükümeti düşürmek üzeredir. İşte böyle bir ortamda kürsüye çıkan Menderes, gruba, elinde ne büyük bir gücü tuttuğunu ifade etmek ihtiyacını duymuş, bu gücü doğru kullanmaları uyarısını yapmış, ancak sonradan bu söz CHP'li muhalifleri tarafından başka mecralara çekilmiştir.

17 Eylül 1961 günü İmralı'da idam edilen Menderes, bir siyasi düşünür olarak henüz incelenmiş değildir. Onun konuşmaları bir külliyat halinde yayımlandığı zaman yalnız hitabetiyle değil, düşünür ve siyasetçi kimliğiyle de yakın tarihimizde durduğu yeri daha sağlıklı bir şekilde değerlendirmek imkânına kavuşacağımızdan eminim.



m.armagan@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1029199
#828
1950 seçimlerinden zaferle çıkan Demokrat Parti, ezanı serbest bırakmış, dindar insanlar üzerindeki baskıyı kaldırmıştı. Ancak bu arada bazı tahrik edici eylemler de başlamıştı. Eski CHP adaylarından Kemal Pilavoğlu'nun müridleri -ki Ticaniler diye bilinir- Atatürk'ün heykel ve büstlerini kırıyorlardı.

Öte yandan CHP tetikteydi. Onlara göre hükümetin irticaya ezanla verdiği "avans"tı bu olayların nedeni. Nadir Nadi'nin deyişiyle, inkılap aleyhtarlığı hortlamış, yobazların cesareti artmıştı. Eylemciler "devlet kuvvetine el kaldıramadığı için inkılâplarımızın sembolü Atatürk'e saldırmak, hıncını ondan almak istiyor"lardı.

Hükümet duruma el koymak zorunda hissetti kendisini. Bunun için 1951 Nisan'ında bir adım attı ve Atatürk'ün şahsı aleyhinde işlenen suçlara dair kanun tasarısını Adalet Komisyonu'na getirdi. Ancak bu sırada hiç beklenmedik bir şey oldu. Kısa bir süre öncesine kadar CHP ve yandaş basını tarafından irticaya prim verdiği gerekçesiyle eleştirilen DP hükümeti, aynı çevreler tarafından bu defa da anayasaya aykırı kanun çıkarmakla suçlanacaktı.

Sadece Nadir Nadi ve Falih Rıfkı Atay gibi iki yılmaz CHP'linin yazdıklarını aktarmak yeterli olacaktır.

Nadi, 14 Nisan 1951 günü "Cumhuriyet" gazetesinde çıkan "Ata'yı korumak" başlıklı yazısında Atatürk'ü Koruma Kanunu'nun yersizliğinden dem vuruyor ve şu çarpıcı cümleyi kuruyordu: "Hatta daha ileri giderek böyle bir kanunun rejim bakımından bir GERİLEME İŞARETİ yerine geçeceğini söylüyoruz." Bir başka deyişle "Cumhuriyet" gazetesinin sahibi, Demokrat Parti'nin çıkarmak istediği kanunun çıkarılmaması gerektiğini, çıkarılırsa Cumhuriyet rejimini gerileteceğini bile söyleyebilmiş.

Falih Rıfkı Atay da 22 Nisan 1951 tarihli "Ulus"ta bu kanunun çıkmasından utandığını, Atatürk'ü putlaştırmamak gerektiğini yazıyordu. Atay'a göre böyle bir kanun çıkarmak medeni cesareti kaybetmek demekti. Atay, o günden bugüne Atatürk hakkında yazılıp çizilenleri şu sert sözlerle çöp kutusuna atıyordu: "Bu kanun çıktıktan sonra Atatürk'ü sevenlerin ve kendisine bağlı olanların onu medhedeceğini sanıyor musunuz? Karşılarında ağız açacak kimse olmayınca bunun dalkavukluktan ne farkı olabilir? Demek ki yakın zamanda Atatürk'ten bahsedilmeyecek."

CHP yanlısı basın, Atatürk'ün şahsını saldırılardan korumayı amaçlayan kanuna böyle cepheden karşı çıkarken, 17 Nisan günü Meclis Adalet Komisyonu'nda hararetli tartışmalar yaşanıyordu. (O tarihlerde komisyonlarda tutanak tutulmadığını TBMM yetkililerinden öğrendim. Bu yüzden konuşulanları gazetelerden aktarmak zorundayım.)

Komisyon toplantısı "bir hayli heyecanlı" geçmiş, hararetli konuşmalar yüzünden Menderes üç defa söz almak zorunda kalmış ve nihayet 7 olumsuz oya karşılık 9 oyla tasarı kılpayı komisyondan geçmiştir.

Menderes "Bu kanun bir zaruretin ifadesidir" sözleriyle tasarıyı savunmuş, eski Yargıtay Başkanı olan İçişleri Bakanı Halil Özyörük de kanunda hukuk esaslarına aykırı bir yön bulunmadığını dile getirmiş, Atatürk'e yapılan tecavüzlerin yasal güvenceye bağlanmasının gerekliliğini savunmuştur. Aynı gün İstiklal Savaşı'nın değerli komutanlarından DP'li Selahattin Adil Paşa, tasarı aleyhine çok sert bir konuşma yapmış ve basına yansıdığı kadarıyla şunları söylemişti:

"Atatürk meşhur diktatörlerdendir. Bir diktatör hakkında böyle bir kanun çıkarılması doğru değildir. Bu memlekette 14 Mayıs'tan evvel müspet bir iş yapılmamıştır. 14 Mayıs inkılabından sonra Atatürk inkılaplarından bahsedilemez. Böyle bir tasarı ayrıca dinimize de aykırıdır." ("Yeni Sabah", 18 Nisan 1951)


1951'de Meclis Adalet Komisyonu'nda Atatürk'ü Koruma Kanunu aleyhine konuşan Selahattin Adil Paşa'nın İstiklal Savaşı günlerinde çekilmiş bir fotoğrafı.

Selahattin Adil Paşa eleştirilerine Meclis Genel Kurulu'ndaki oturumda da devam etmiş, ancak eleştiri dozunu bir miktar hafifletmişti. Bu arada belirtelim ki, DP milletvekillerinden romancı Halide Edip Adıvar da tasarıya karşı çıkanlardan biriydi ve Atatürk'ün ilahlaştırılmasına hizmet edecek olan bu kanuna karşı olduğunu bildiriyordu.

Kanun 5 Mayıs günü geldiği Genel Kurul'da CHP'li vekillerce de eleştirilmiş ve yapılan oylamada reddedilerek komisyona iade edilmiştir.

Genel Kurul'da CHP milletvekillerinden Kamil Boran tasarının Meclis'e gelmesinden üzüntü duyduğunu belirtirken, eski CHP'lilerden olup o sırada bağımsız olan Sinan Tekelioğlu, kanunun baskıcılık bakımından ancak Takrir-i Sükûn Kanunu ile karşılaştırılabileceğini, anayasaya aykırı ve anti-demokratik olduğunu söylemiş ve şu cümleyi eklemişti: Yarın öbür gün bir üniversite hocası "Nutuk" haricinde bir şey söylerse bu kanun gereği suçlu duruma düşecektir.

Tasarı 7 Mayıs günü yapılan oylamada 141'e karşı 146 oyla reddedilir. Bunun üzerine DP'liler Alman hukukçu Ernst Hirsch'in kapısını çalarlar. Onun yazdığı yeni şekliyle kanun tasarısı 25 Temmuz 1951 günü yeniden genel kurula gelir ve ağırlıklı olarak DP oylarıyla geçer. (Kesin sayılar tutanaklara geçmemiş.)

Böylece CHP, Atatürk kozunu elinden almak isteyen DP'nin kanun tasarısına karşı çıkarak en büyük zikzaklarından birini çizmiş, AB kapısında karşımıza heyula gibi dikilen bu çağdışı kanunu eleştirme hakkını da elimize vermiştir. Öbür yandan DP, belki CHP'nin elindeki kozu almıştır ama anayasaya, ceza hukukuna, demokrasiye aykırı bir düzenlemenin de mimarı olmuştur.

Üstelik vefat etmiş bir şahıs hakkında çıkarılan kanun, "ölüler arasındaki eşitliğe" de aykırıydı. Bu kanun çıkınca başka ölüler hakkında kanun çıkartmak da mümkün hale gelmektedir. Selahattin Adil o zaman söyleneceği söylemiş zaten. Demiş ki: "Türkiye bir Müslüman memleketi olduğuna göre Hazret-i Muhammed hakkında da bir kanun çıkarmak icab edecektir." ("Ulus", 18 Haziran 1951)

Bugün 5816 nolu bu kanun, işlevsizliği bir yana, bir hukuk devletine hiç mi hiç yakışmamaktadır. Dünyada da bir benzeri bulunmayan bu kanunun kaldırılması, sanırım zamanında ona karşı çıkmış olan CHP'yi de memnun edecektir!

m.armagan@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1052585



İşte 5816 sayılı Kanun:

   ATATÜRK ALEYHiNE iŞLENEN SUÇLAR HAKKINDA KANUN
   
    Kanun Numarası :5816
    Kabul Tarihi :25/7/1951
    Yayımlandığı R.Gazete :Tarih :31/7/1951 Sayı :7872
    Yayımlandığı Düstur :Tertip :3 Cilt :32 Sayfa :1842
   
    Madde 1 - Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
   
    Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir.
   
    Yukarki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.
   
    Madde 2 - Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumi veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasiyle işlenirse hükmolunacak ceza yarı nispetinde artırılır.
   
    Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır.
   
    Madde 3 - Bu kanunda yazılı suçlardan dolayı Cumhuriyet savcılıklarınca re'sen takibat yapılır.
   
    Madde 4 - Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
   
    Madde 5 - Bu kanunu Adalet Bakanı yürütür.
#829
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 12 Eylül'deki referandumdan sonra yapısı yeniden düzenlenen HSYK Yasası'na onay verdi. Kanun yayımlanmak üzere Başbakanlığa gönderildi.

Cumhurbaşkanlığı internet sitesinde yer alan açıklamaya göre, Cumhurbaşkanı Gül, 6087 sayılı "Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Kanunu" Anayasanın 89 uncu maddesinin birinci fıkrası ile 104 üncü maddesinin ikinci fıkrasının (a) bendi uyarınca onayladı. Kanun yayımlanmak üzere Başbakanlığa gönderildi.

ANKA
http://www.haber7.com/haber/20101217/Cankayadan-yeni-HSYK-yasasina-onay.php
#832
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ''Kim ki Kerbela faciasını, Müslümanların bölünmesi olarak, husumet olarak, kutuplaşma olarak istismar etmeye kalkarsa, biliniz ki o, Hazreti Hüseyin'in aziz hatırasına haksızlık etmiştir. Biz tam 1370 yıldır, Kerbela'nın acısını ta ciğerimizde taşıyoruz. Sadece 10 Muharrem'de değil her an Kerbela'nın sızısını yüreğimizde hissetmek durumundayız'' dedi.

Başbakan Erdoğan, Aşura matemine katıldı 

Başbakan Erdoğan, Halkalı Meydanı'ndaki 2010 Evrensel Aşure Matem Töreninde konuşmak üzere kürsüye çıktığında öğlen ezanı okunmaya başlayınca, bir süre bekledi. Erdoğan, ezanın ardından ''Hicri yılın ilk ayı olan Muharremin 10'uncu gününde, diğer adıyla Aşure Günü'nde, siz can kardeşlerimi, gönül dostlarımı en kalbi duygularımla selamlıyorum'' sözleriyle konuşmasına başladı.

Tutulan oruçların, yapılan ibadetlerin, hak katında makbul olmasını niyaz ettiğini söyleyen Erdoğan, bu büyük matem gününde, başta İmam Hüseyin olmak üzere, Kerbela'da şehit olan ehl-i beyti rahmetle yad ettiğini ifade ederek, Allah'ın herkesi şahitliklerine mazhar etmesi dileğinde bulundu.

Başbakan Erdoğan, konuşmasına şöyle devam etti:

''Diyor ki Hazreti Peygamber, 'Kim Hasan ile Hüseyin'i severse, beni sevmiş olur. Kim de onlara buğzederse, bana buğzetmiş olur.' Yine buyuruyor ki 'Benim evim ve soyum, Nuh'un gemisi gibidir. Ehl-i Beytime muhabbetleriyle bu gemiye binenler kurtulur, binmeyenlerse yok olur gider. Kendisine, 'Ehl-i Beytten en çok kimi seversiniz?' diye sorulduğunda, hiç düşünmeden 'Hasan ve Hüseyin' demişti. Yine, Hasan ve Hüseyin'e bakarak, 'Allahım, ben onları seviyorum, sen de onları sev' diye yakarmış, 'Hüseyin bendendir, ben Hüseyin'denim, Hüseyin'i seven Allah'ı sevmiş olur' buyurmuşlardı.''

Peygamber Efendimizin, torunları İmam Hasan ve İmam Hüseyin'i ''arşın iki yanına asılmış küpeler'' olarak tarif ettiğini anlatan Erdoğan, arşın iki yanına asılmış o küpelerden biri Hazreti Hasan'ın Medine'de, Hazreti Hüseyin'in ise 137O yıl önce bugün Kerbela'da, ailesiyle birlikte tarihin gördüğü en büyük katliamda şehit edildiğini anımsattı.

-''BACI, BEN ŞEHİT OLUNCA DÖVÜNÜP, AĞLAMA''-

Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürdü:

''Kerbela'da, şehadetinden bir gün önce ailesine söyle seslenmişti: 'Hazreti Hüseyin, ben, yakınlarımdan daha vefalı ve daha hayırlısını, ev halkımdan da daha üstün ve faziletlisini görmedim. Allah hepinize, bana fedakarlığınızdan ötürü hayırlar ihsan etsin. Öyle sanırım ki düşmanla günümüz yarındır. Yarın sabah onlarla hesap meydanımız açılacak. Bu bakımdan size, hepinize izin veriyorum. Bana karşı üzerinizde bir borç olmaksızın, her zimmetten kurtulmuş olarak, bu gece gidebilir, selamete çıkabilirsiniz. Gidiniz... geceye bir deve gibi bininiz ve uzaklaşınız. Gidiniz, köylere, kasabalara yayılınız. Ta ki Allah, mihneti üzerinizden kaldırsın. Düşmanların biricik muradı beni elde etmektir, beni elde ederlerse kimseyi istemezler. Gidiniz...' Kerbela Çölü'nde, ayışığının altında, kız kardeşi Hazreti Zeynep'in çığlığını duyan Hazreti Hüseyin, büyük bir metanet ve sabırla şu tarihi sözleri söylemişti: 'Allah'a sığın bacım ve bil ki yerde ve gökte ne varsa ölür. Gökler de baki kalmaz. Allah'tan başka her şey yok olmaya mahkumdur. Annem, babam ve ağabeyim Hasan benden daha hayırlıydılar, birer birer gittiler. Elveda Zeyneb, elveda' demişti Hazreti Hüseyin, 'Bacı, ben şehit olunca dövünüp ağlama. Sabrınız çok olsun bacı, canımız Allah'a emanet' diyerek şehadeti kuşanmıştı.''

Başbakan Erdoğan, bu matemin herkesin ortak matemi olduğunu vurgulayarak, ''O günden beri ciğerimiz yanıyor. O günden beri yüreğimiz kanıyor. 1370 yıldır dualarımız, feryadımız, çığlığımız, ağıtlarımız, mersiyelerimiz arşı inletiyor. O günden beri, gökyüzünün ve yeryüzünün ağladığını, Kerbela'da sahranın, suların, sellerin, denizlerin ağladığını, arşta meleklerin ağladığını biliyoruz. Peygamberin dokunmaya kıyamadığı, üzerine titrediği, 'Hüseyin bendendir, ben Hüseyin'denim. Hüseyin'i seven Allah'ı sever' dediği Hazreti Hüseyin'i susuzluğa, yalnızlığa, katliama, Kerbela'ya terk etmiş olmanın sızısını o günden beri insanlık, üzerinde ağır bir yük olarak taşıyor. O günden beri, o meş'um günden beri, Caferisiyle, Alevisiyle, Sünnisiyle, her 10 Muharrem'de hep birlikte, gönlümüzden, yüreğimizden, zihnimizden ve kalbimizden, 'Ya Şehid' diyoruz, 'Ya Mazlum' diyoruz, 'Ya maktul' diyoruz ve 'Ya Hüseyin' diyoruz'' şeklinde konuştu.

-''HAZRETİ HÜSEYİN'İN ŞEHADETİ VEDA DEĞİL, KAVUŞMADIR''

Törene katılan vatandaşlara ''Sevgili kardeşlerim, sevgili canlar'' diye seslenen Erdoğan, Hazreti Peygamber'in mübarek torunu Hazreti Hüseyin'in Kerbela'da şehadetinin ölüm, tükeniş ve yok oluş değil tam tersine hayat, uyanış ve diriliş olduğunu belirtti.

Başbakan Erdoğan, şunları kaydetti:

''Hazreti Hüseyin'in şehadeti veda değil, kavuşmadır; bir son değil başlangıçtır, ayrılık değil, birliktir, beraberliktir, bütünleşmedir. Arşın, meleklerin, yeryüzü ve gökyüzünün gözyaşı döktüğü o mübarek insanın şehadeti, husumetin değil, kutuplaşmanın değil, kamplaşmanın değil, kardeşliğin vesilesidir. Kim ki Kerbela faciasını, Müslümanların bölünmesi olarak, husumet olarak, kutuplaşma olarak istismar etmeye kalkarsa, biliniz ki o, Hazreti Hüseyin'in aziz hatırasına haksızlık etmiştir. 1371. yılındayız. Biz tam 1370 yıldır, Kerbela'nın acısını ta ciğerimizde taşıyoruz. Sadece 10 Muharremde değil, her an, Kerbela'nın sızısını yüreğimizde hissetmek durumundayız. Bir ölüm duyduğumuzda, bir masumun katledildiğini, bir cana kıyıldığını gördüğümüzde, işittiğimizde, Kerbela'yı, Hazreti Hüseyin'i, Hazreti Zeynep'i, Ali Ekber'i, Ali Asgar'ı hatırlıyor, gönül telimizi titretiyoruz.''

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, hangi amaçla olursa olsun, ister mezhep, ister etnik köken, isterse ideoloji adına olsun, masumlara kastetmenin alçakça bir cinayet olduğunu belirterek, ''Biz dünyanın neresinde olursa olsun, hangi coğrafyada, hangi ülkede olursa olsun, yeni Kerbelalar görmek, yeni Kerbelalar yaşamak, yeni ölümlerle sarsılmak istemiyoruz'' dedi.

Halkalı Meydanı'nda düzenlenen ''2010 Evrensel Aşure Matem Töreni''ne katılan Erdoğan, burada yaptığı konuşmada, dün İran'ın Çabahar şehrinde İmam Hüseyin Camisi'nde yas törenine katılanlara yönelik gerçekleşen terör saldırısında Sünni ve Şiilerden oluşan 38 masum kişinin hayatını kaybettiğini, 80'dan fazla masum kişinin de yaralandığını hatırlattı.

''Bu saldırıyı ve dünyanın neresinde kime karşı gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin tüm terör saldırılarını telin ettiklerini belirten Erdoğan, hayatını kaybedenlere Allah'tan rahmet, yaralılara şifa diledi. Erdoğan, ''Açık söylüyorum; biz, dünyanın neresinde olursa olsun, hangi coğrafyada, hangi ülkede olursa olsun, yeni Kerbelalar görmek istemiyor, yeni Kerbelalar yaşamak istemiyor, yeni ölümlerle sarsılmak istemiyoruz. Pakistan'da, Afganistan'da, Lübnan'da, Irak'ta, İran'da, Yemen'de, camilerde bombaların patlatıldığını duyduğumuzda, inanın elimiz ayağımız çözülüyor, kollarımız yana düşüyor. Kufe'nin, Bağdat'ın, Samarra'nın, Necef'in sokaklarında, camilerinde, Müslüman'ın Müslüman'a kıydığını işittiğimizde inanmak istemiyor, yüz kere, bin kere, tekrar tekrar içimizde Kerbela'yı yaşadığımızı hissediyoruz'' dedi.

''Tamamı birer provokasyon olan Gazi Mahallesi'nde, Çorum'da, Kahramanmaraş'ta, Sivas'ta yitip giden canlarla birlikte Hz. Zeynep'in kardeşi Hüseyin için hissettiği sızıyı, kardeş acısını biz de içimizde hissediyoruz'' ifadesini dile getiren Erdoğan, konuşmasını şöyle sürdürdü:

''Hz. Peygamber de kardeşi mesabesindeki Hz. Ali de torunu Hz. Hasan ve Hüseyin de bize şunu öğretti, şunu aktardılar: Can kutsaldır, can azizdir. Kim ki bir cana kastederse, bütün bir aleme kasteder... Hangi saikle olursa olsun, ister mezhep adına, ister etnik köken adına, ister ideoloji adına olsun, masumlara kastetmek, alçakça bir cinayettir. İşte onun için bütün kalbimizle, bütün benliğimizle, Aşık Veysel gibi söylüyoruz ve diyoruz ki 'Yezid nedir, ne Kızılbaş?/ Değil miyiz hep bir gardaş?/ Bizi yakar bizim ataş/ Söndürmektir tek çaresi...' Aynı şekilde bütün samimiyetimizle Yunus'un diliyle diyoruz ki 'Ben gelmedim kavga için/ Benim işim sevgi için/ Dostun evi gönüllerdir/ Gönüller yapmaya geldim...' Evet sevgili canlar, evet sevgili kardeşlerim... Gün birlik günüdür, gün ikilikten kurtulma günüdür, gün dayanışma günüdür, paylaşma günüdür.''

-''ÜLKEMDEKİ HER İNANÇ KESİMİNİN SORUNLARI BENİM SORUNUMDUR''-

Başbakan Erdoğan, matemleri bir ve ortak olan bir milletin, tarihi, geçmişi, medeniyeti ortak şekillenmiş bir milletin geleceğinin, ideallerinin ve bu coğrafya üzerindeki kaderinin de bir, beraber ve ortak olduğunu belirterek, şunları kaydetti:

''Biz birbirimizle farklılık üzerinden iletişim kuramayız. Biz birbirimizle ideolojiler, semboller üzerinden konuşamayız. Biz birbirimize ayrı gayrı gözlerle bakamayız. Değil mi ki hepimizin gönlünde, yüreğinde Hüseyin var, değil mi ki hepimizin ciğerinde onun sızısı var. Öyleyse birbirimize gönüllerimizi açmak vazifemiz değil midir? Hz. Peygamber'in torunlarına, arşın iki yakasına asılmış o asil küpelere, iktidar hırsıyla, tamahla, gözü dönmüşlükle kıyanlar, bu katliama sebep olanlar, aslında bize kenetlenmeyi, aslında bize kardeş olmayı acı bir deneyimle de olsa öğretmediler mi? Hz. Hüseyin, Kerbela'ya akan kanıyla, bütün dualarıyla, sözleriyle, tavsiyeleriyle, bize hırsın, tamahın, açgözlülüğün, gözü dönmüşlüğün, iktidar hırsıyla kırıp dökmenin, kalp kırmanın, cana kıymanın ne kadar yanlış olduğunu, bizim için canını ortaya koyarak göstermedi mi? İşte onun için diyorum ki biz, üzerinde yaşadığımız bu toprakların hep birlikte sahibiyiz. Bu ülke bizim, bu topraklar bizim, bu tarih, bu medeniyet, onlarla birlikte gelecek hepimizin. Hiç kimsenin hiç kimseye, Sünni'nin Caferi'ye, Caferi'nin Sünni'ye, Türk'ün Kürt'e, Laz'ın Çerkez'e, Acem'in Arap'a üstünlüğü yoktur ve olamaz. Bu topraklar üzerinde hepimiz biriz, beraberiz ve kardeşiz.''

Devlet karşısında ve devletin hizmetleri karşısında herkesin eşit mesafede ve herkesin bu ülkenin birinci sınıf vatandaşları olduğunu vurgulayan Erdoğan, ''Ülkemdeki her inanç kesiminin sorunları benim sorunumdur. İşte onun için samimiyet içinde sorunları çözmenin, yüzyıllardır devam eden meseleleri artık bir çözüme, bir uzlaşmaya, kardeşliğe tahvil etmenin mücadelesini veriyoruz. Bu arada istemeyenler yok mu? Var ama onları da sabırla aşacağız. Bir olacağız, iri olacağız, diri olacağız. 'Milli Birlik ve Kardeşlik Projemiz' çerçevesinde Alevi kardeşlerimizle, Caferi kardeşlerimizle, azınlıklarla, Romanlarla hep bir araya geldik. Yüzyıllardır dile getirilmeyen, kimse tarafından işitilmeyen sorunları biz dile getirdik, sorunları biz dinledik'' diye konuştu.

-''CAFERİLERİN İSTEDİĞİ HUSUSLAR MÜFREDATA GİRECEK''-

Başbakan Erdoğan, son olarak da din kültürü ve ahlak bilgisi kitabının müfredatını belirlemek üzere kurulan eğitim komisyonuna Caferi temsilcilerin de katıldığını hatırlatarak, ''Caferilerin istediği hususlar, Caferi kardeşlerimizin istediği doğrultuda inşallah bunlar da müfredata girecek. Uzlaşmayla, diyalogla, istişareyle inşallah tüm meseleleri geride bırakacak, kardeşliğimizi yücelterek geleceğe ilerleyeceğiz'' dedi.

Bu arada, Başbakan Erdoğan'ın konuşması sırasında kalabalık tarafından zaman zaman tekbir ve salavat getirildi. AA

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1066038&title=erdogan-kerbelanin-acisini-ta-cigerimizde-tasiyoruz&haberSayfa=0
#833
Bütçe görüşmelerinden önce medyaya haber salındı, "Yer yerinden oynayacak!" denildi. CHP'li vekiller tarafından Meclis koridorlarında gazetecilere, "Bekleyin, görün!" nevinden açıklamalar yapıldı. Nitekim 'son dakika' haberlerine pek düşkün bazı internet sitelerinde, "Kılıçdaroğlu kırmızı dosyayla geldi..." anonsları yapıldı. Bazı meslektaşlarımızın büyük bir umut bağladığı 'kırmızı dosya' merak konusu oldu.

Kılıçdaroğlu, Kayseri Büyükşehir Belediyesi'nde yolsuzluk yapıldığını iddia ediyordu. Kemal Bey var gücüyle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a yükleniyor, "Rüşveti toplayan Hacı Ali Hamurcu şimdi nerede?" diyordu.

Başbakan Erdoğan, "Hacı Ali Hamurcu şimdi hapishanede, 6 sene ceza aldı. Üstelik o soruşturma Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki'nin ihbarı üzerine başladı." deyiverdi. Kırmızı dosya bir anda kıpkırmızı bir balona dönüşüverdi. Belli ki CHP'liler dağa taşa haber yetiştirip kırmızı dosya propagandası yaparken AK Parti dersine çalışmış, hazırlıklı gelmişti.

Nitekim Başbakan, Kılıçdaroğlu'nun tüm iddialarını somut bilgilerle bertaraf etti. Mesela ne diyordu Kemal Bey: "26 sayfalık şikâyet tutanağından 10 sayfa ortada yok." Meselenin hiç de öyle olmadığı, suçlamaların çeşidine göre evrakın tasnif edildiği ve tutanağın tamamının işleme konduğu ispatlandı.

Hacı Ali Hamurcu adındaki bir belediye çalışanı Özhaseki'nin şikâyeti üzerine rüşvet suçlamasıyla aranıyor. Ancak Hamurcu, bu olayı öğrenir öğrenmez kaçıyor. Polis tarafından yakalandıktan sonraki savcılık ifadesinde rüşvet kapsamında pek çok ismi bildiriyor. 9 ay süren soruşturmada 50 kişinin (Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı dahil) ifadesi alınıyor. Detaylı incelemeler sonunda Hamurcu yalan söylediğini, böyle söylemesi için avukatının kendisine telkinde bulunduğunu itiraf ediyor.

Kılıçdaroğlu, "Hamurcu nerede?" derken, "Silivri Cezaevi'nde bu adamın ne işi var?" demeye getiriyor. Ancak anlaşılıyor ki adam Ergenekon davasında yargılanan bazı kişilerin telkiniyle Kaya Paşakay'ı (Mason Üstadı) öldürmeye teşebbüs etmiş. 2 yıl Kayseri Cezaevi'nde yatıp, bir haftalık izin kullanan Hamurcu, adamı tam vuracakken yakalanınca, Silivri Cezaevi'ne gönderilmiş. Gitti 'kırmızı dosya'!

'Kırmızı dosya'da bir de 10 trilyonluk senet iddiası var. Güya avukat Yusuf Erikel, Belediye Başkanı'na şantaj yapınca Başkan bu senedi imzalayıp adama vererek susmasını sağlamış. Oysa ortaya çıkan gerçek şu: Hamurcu'ya Mason Üstadı'nı öldürmeyi telkin etmek ve Ergenekon soruşturması kapsamında suçlanan Erikel'in ofisinde bulunan senedin üzerindeki imza kriminolojik incelemelere tabi tutulmuş ve Özhaseki'ye ait olmadığı net bir şekilde anlaşılmış. Dahası var; senede imzayı Yusuf Erikel'in attığı tespit edilmiş; hatta senedin de Ergenekon sanığı emekli Orgeneral Hurşit Tolon'un talimatıyla hazırlandığı ifadelerde yer almış.

Manzara böyle olunca Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı, Kılıçdaroğlu'na "Aslında dünkü olay belki de Guinness kitabına girmeye aday bir olay. Bir olayda 10 yalan nasıl söylenir, nasıl iftira atılır..." diyor. Gerçekten de tablo böyle. Görünen o ki, birileri CHP Genel Başkanı'nı ya fena halde işletmiş veya Genel Başkan acele edip kendini mahçup edecek bir işin içinde bulmuş...

Yolsuzlukla mücadele hem iktidarın, hem muhalefetin görevidir. Hatta ortaklaşa yapılacak çalışmalarla her türlü yolsuzluğun üzerine gidilmelidir. Bu kadar büyük ve gelişme çizgisinde yürüyen bir ülkede bazı yanlışlar yapılabilir. Bazı haramzadeler kendilerine menfaat temin etmek için devletin imkânlarından yararlanmak isteyebilir. Böyle bir durum ortaya çıktığında adamın kim olduğuna, hangi partiye yakınlık duyduğuna bakmaksızın hukukî süreç işletilmelidir. Bu yolu açmak iktidarın da, muhalefetin de vazifesidir. Ancak meselenin aslını faslını tam araştırmadan ortaya atılmak, iddia sahiplerinin imajını yerle bir eder. Kırmızı dosya operasyonu aynen böyle olmuştur. Twitter üzerinden yazılan hırçın mesajlar CHP'nin düştüğü kötü durumu kurtarmaz; tam aksine kırk elle yumruk atmaya benzer. Dosya fos çıktı, sahiplerinin yüzünü kızarttı. Doğru çıksaydı ne yapılmalıydı? Herkes kendi payına düşen sorumluluğu ortaya koymalı ve kamuoyuna ortak bir mesaj verilmeliydi: Bu ülkede yolsuzluk yapanın saklanacak yeri yurdu kalmamıştır; böyle biline...

e.dumanli@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1065875&title=kirmizi-dosya-operasyonu
#834
Faiz şüphesinden kurtarılamayan bir alışveriş şekli şöyle sorulmaktadır.-Eskiden sıkıldığımız yerlerde çevremizden borç para alabiliyor, acil borçlarımızı ödeme imkanı bulabiliyorduk.

Ancak borç para bulma imkânı artık zorlaştı, hatta yok oldu bile diyebiliriz. Bu sebeple peşin para elde etmek için veresiye pahalıya mal alıp da peşine aynı yere ucuza satma yoluna gidiyoruz. Bu türlü alışverişe faiz diyenler olduğu gibi, caiz diyenler de oluyor! Buna siz nasıl bakıyorsunuz? Veresiye pahalıya aldığımız malı aynı yere peşine ucuza satarak nakit elde etmek faiz mi, caiz mi?"

Geçmişte verdiğimiz bir cevapta: -Bu türlü alışverişe İslam ticaret hukukunun ilgili maddelerinde şaibeli alışveriş şekli olarak bakılıyor, faizi içinde gizleyen hileli alışveriş olarak yorumlanıyor, demiştim.

Nitekim Prof. Dr. Hamdi Döndüren hocaefendi (İslami Ölçülerle Ticaret Rehberi) kitabındaki soru-cevabında, konuyu aynı şekilde şöyle özetliyor:

"Paraya ihtiyacı olan bir kimse, bu ihtiyacı için bazı kişilere gidip vadeli mal almakta, bu malı aynı kişiye (mal yerinden kalkmadan) peşin satış yaparak nakit ihtiyacını karşılamaktadır. Sözü edilen bu muamele İslam fıkhında, faizi içinde gizlemeye elverişli bir alışveriş olarak görüldüğü için, fakihlerin çoğunluğunca caiz görülmemiştir!.

Ancak, İmam-ı Ebu Yusuf'a göre, peşin paraya ihtiyacı olana destek sağladığı için güzel bir çare olarak görülürken, İmam-ı Muhammed, İmam-ı Şafii ve Davud-u Zahiri'ye göre de, böyle bir satış (kerahetle) geçerli olmaktadır.." s.(2O9)

Ayrıca kitapta bu türlü alışverişin sonucuna dikkat çekilirken de deniyor ki:

"Bir kimsenin veresiye olarak pahalı aldığı bir malı, peşin ucuz parayla satması uzun vadede büyük sermaye açığı meydana getirir ve iflasına da yol açabilir. Bu yüzden zaruri durumlar dışında mümin bu gizlenmiş faizcilik yoluna başvurmamalıdır!..."

Konuya bir başka kaynaktan da bakalım isterseniz.

Akademi Araştırma Heyeti, Hocaefendi'nin kitaplarından derlediği 40 hadisi, tercüme ve şerhleriyle birlikte nefis bir baskı içinde Işık Yayınları arasında istifademize sunmuşlar. Hacmi itibarıyla küçük ama verdiği sıhhatli bilgi itibarıyla büyük olan bu 40 Hadis'in ikincisinde konuyla ilgili bir açıklama dikkatimizi çekmiştir. Yerimizin aldığı kadarını özetlemekte (konunun daha açık anlaşılması için) fayda mülahaza ediyorum:

-"Bu alışveriş iki şekilde açıklanmıştır: Birincisi, birinden veresiyeyle mal satın alıp daha sonra aynı adama bu malı daha ucuza ve peşin olarak satmaktır. Bu alışverişten gaye şudur: Kişinin paraya ihtiyacı vardır ve doğrudan para alıp fazlasıyla ödemek faiz olacağından, böyle bir yola tevessül etmektedir. Birinin diyelim ki, (800) liraya ihtiyacı vardır. Bir malı veresiye (bin liraya) satın alıp sonra da aynı malı aynı adama (800) liraya peşin olarak satar. Dıştan normal bir alışveriş gibi görülen böyle bir alışverişin (içindeki fazla paranın) faizden farkı yoktur!"

Bu türlü alışverişi aynı şekilde yorumlayan başka kaynaklar da vardır. "İçinde faizi gizlediği için faizsiz alışveriş diyemiyoruz" görüşünde birleşiyorlar.

Bütün bunlardan bir sonuca varmak gerekirse diyebiliriz ki:

Bu konuda mecbur kalanın ihtiyacının şiddetine göre hüküm verilebilir. Mecburiyeti şiddetli olanda kerahet azalır, helale yakın şekilde tenzihi mekruh olur. Mecburiyeti hafif olanda ise kerahet artar, tahrimen mekruh hale gelir, doğrudan açık faizli para almaktan ehvendir, denebilir.

Dileğimiz: Peşin paraya acil ihtiyaç duyanların, bünyesinde gizli faiz barındıran bu türlü şaibeli alışverişlere mecbur kalmamaları, Hazret-i Kur'an'ın, sevabı, bağışlamaktan da fazla dediği karz-ı hasen (ödünç para) ile acil ihtiyaçlarını karşılayacak hayır sahiplerini bulmalarıdır.

a.sahin@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1033460


Soru: Geçen haftaki yazınızdan anladığımıza göre: İhtiyaç duyduğu peşin parayı ödünç olarak bulamayan bir adam, birinden borçlanarak pahalı mal alıyor, sonra da aldığı bu malı yerinden kaldırmadan aynı adama ucuz fiyatla peşin paraya satıyor. Böylece ihtiyacı olan peşin parayı elde ediyor. Mesela, bin lira borçlanarak veresiye aldığı malı, aynı adama peşin (800) liraya sattığı için iki yüz lira fazla para ödemek zorunda kalıyor. Bu fazla paraya alışveriş içine saklanmış gizli faiz deniyor. Bunu yazınızdan öğrendik. Ancak bu malı, aldığı adama değil de başka birine satmakta da böyle gizli faiz şüphesi var mıdır? Yoksa başkasına satmakta mahzur söz konusu değil midir? Bunu öğrenmek istiyoruz.

Cevap: Hayır, malı aldığı kimseden başkasına satmakta gizli faiz şüphesi yoktur. Çünkü insan aldığı malını dilediği kimseye ucuza da pahalıya da satma hakkına sahiptir. Sattığı başkasıyla faiz şüphesi meydana getirecek bir para alma verme olayı söz konusu olmadığından, ona satış yapmakta bir faiz şüphesi de söz konusu olmamaktadır.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1036449
#835
Hastalıkların tedavisinde ilk ve en önemli adım doğru teşhistir. Doğru teşhis edilmeyen hastalık ne kadar tedavi edilirse edilsin, her zaman yanlış ve komplike sonuçların doğmasına neden olacaktır.

Maddi hastalıklarda geçerli olan bu kaide, manevi hastalıklarımız için de aynıyla geçerlidir. Mesela, en çok sorulan sorular arasında yerini alan vesvese. Vesvese manevi bir hastalıktır. Mutlak anlamda tedavisi gerekir.

Hastalık diye nitelendirdiğimiz vesvesenin nasıl bir hastalık olduğunu tesbit için onun ilk önce tarifine bakmamız gerek. Vesvese, sözlük manası, şüphe ve tereddüt, aslı olmayan, ihtimal verilmeyen şey demek. Tıp dünyasındaki adı ise obsesyon. Tanımı şöyle: "İrade dışı gelen, kişiyi tedirgin eden, benliğine yabancı, şuursuz bir gayretle kovulamayan ve sürekli tekrarlayan düşünce." Bazıları da "beyindeki kimyasal dengenin bozulması sonucu oluşan bir vakıa" olarak tarif eder vesveseyi.

Dinî değerler ve onlara getirilen yorumlar açısından vesvese, insanı doğru yoldan çıkartmak için şeytan tarafından ilka olunan asılsız düşüncelerdir. Bu zaviyeden vesvese şeytanın insan aleyhine kullandığı bir silahtır.

Vesvesenin çok çeşitli tezahürleri var. Kapıyı kapattım mı kapatmadım mı diye yüzlerce defa kapıyı kontrol etmeden tutun, abdestim oldu mu olmadı mı, namazda hata yaptım mı yapmadım mı, sehv secdesi gerekir mi gerekmez mi ya da Allah, peygamber, cennet, cehennem vb. hususlarda şüphe ile inkâr arasında uzayıp giden ve son tahlilde imanlı bir insana yakışmayan hayaller, düşünceler; bunların hepsi vesvese kapsamında mütalaa edilebilecek örnekler. Biz inanç ve özellikle ibadetleri merkeze alan ameller ekseninde meseleye bakıp, diğer tezahürleri ve çarelerini sahanın uzmanlarına havale ediyoruz.

Dinî perspektiften vesvese konusunda yaptığım okumalarda tarifin ötesinde onun mahiyetini bir bütün olarak kavrama ekseninde en cami yaklaşımı Bediüzzaman Hazretleri'nde buldum. Üstad vesvese ile alakalı sözlerine "Ey maraz-i vesvese ile müptela" diyerek başlar. Bunun manası açıktır; vesvese Bediüzzaman Hazretleri'ne göre bir hastalıktır. Ardından vesveseyi musibete benzetir ve bu teşbih üzerinden tarifini ve reçetesini çok özlü cümlelerle sunar. Şöyle der: "Biliyor musun, vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Ehemmiyet verdikçe şişer; ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür; küçük görsen küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder; havf etmezsen hafif olur, mahfi kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir; mahiyetini bilsen, onu tanısan, gider." Sonra reçetenin tafsilatına iner; vesvesenin sebeplerini ve çarelerini uzun uzadıya dile getirir. Çarelere geçerken yaptığı şu tesbit de çok önemlidir: "Vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider."

İslami değerler vesvesenin kaynağının şeytan olduğunu söylüyor, dedik. Şeytan ise çalışmasının sonucunda ürün elde edeceği kişilerle uğraşır. Buradan hareketle, vesveseye mübtela olan bir Müslüman, imanî seviyesi itibarıyla üzülmesi değil, sevinmesi gereken bir kişidir. Neden? Çünkü şeytan kendisi ile uğraşıyor da ondan.

Mesela şu hadis-i şerif alabildiğine sade bir dille anlatmaya çalıştığımız şu tesbiti doğrulamaktadır: Bir gün Allah Rasulü'ne (sas) sahabiden bazı kişiler gelerek, "Ya Rasulallah! (Allah, ahiret, iman ve İslam'a dair) kalbimize öyle düşünceler geliyor ki, gökten düşüp parçalanmak onları söylemekten daha iyidir. Bunun sebebi nedir?" diye sordular. Rahatsızlıkları hem sözlerinden hem de tavırlarından açıkça belli olan bu sahabilere Efendimiz'in verdiği cevap şudur: "Bu halis imandır; sizde bulunan imanın alametidir." (Müslim, İman, 209) Haftaya bitirelim. a.kurucan@zaman.com.tr

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=978345


Vesvese, Ahmet Kurucan, Zaman

Vesveseden bahsediyorduk. Son olarak vesvesenin kaynağının şeytan olduğunu ve Efendimiz'in "o, halis imandır; endişe etmeyin" mealindeki hadisini aktarmıştık.

Madem vesvesenin kaynağı şeytandır; bu takdirde "şeytanın insan üzerindeki hakimiyeti var mıdır, varsa sınırı nedir?" sorusunun cevabı verilmelidir. Vesveseye mübtela olan insan, meseleye bir de bu perspektiften bakmalıdır. Zira bu perspektif ona, imanını hatırlatacak, imanının yaptırım gücünü devreye sokacak ve şeytanla mücadelede harekete geçmesini sağlayacaktır. Çünkü iman, irade ile bütünleşirse bir mana ifade eder. İnanılan değerler irade ile hayat bulur, hayata hayat olur.

Mesela "Benim halis kullarıma karşı senin bir gücün, sultan, hakimiyetin yoktur. Sen ancak sana uyan azgınları yoldan çıkartabilirsin." (15/42) ayeti, Hz. Adem'e secde emrine itaat etmemesi münasebetiyle Allah ile şeytan arasında geçen muhaverede Cenab-ı Hakk'ın söylediği bir beyandır. Malum orada şeytan, Allah'tan kıyamet gününe kadar vakit istiyor, insanları her türlü vesileyi kullanarak azdıracağını söylüyor. Bunun karşısında da Allah, halis kullarına karşı şeytanın bir yaptırımının olmayacağını açıkça ifade ediyor. Demek ki hakiki manada Allah'a kul olan, olabilen insanlara, şeytanın vesvesesi zarar vermeyecektir. İfadelerin bu kadar keskin olmasının nedeni, Allah'ın beyanını İlahi bir teminat olarak yorumlamamızdan dolayıdır.

Aynı perspektiften bir başka ayet: "Muhakkak, şeytanın hilesi zayıftır." (Nisa, 4/76) Bu ayeti kerime de, sebeb nüzul ve siyak-sibak bütünlüğü içinde ele alındığında karşımıza aynı mana ile çıkmaktadır. Allah yolunda canları ve malları ile mücadele etmek isteyenlere karşı, tagut istikametinde yol alan şeytan ve avenelerinin Müslümanları yoldan döndürmek istemesi ve bu uğurda kurdukları tuzaklar, yaptıkları hileler. Bütün bunlar mukabilinde Allah'ın Müslümanlara söylediği ise; onun hile ve tuzaklarının zayıf olduğu.

Sözün geldiği bu noktada, konumuzla alakalı kısmı itibarıyla şu soruyu sorabiliriz: Yalan hakkında muhal olan Allah, şeytanın hilesi, oyunu, tuzağı zayıftır diyorsa, aksi düşünülebilir mi? O zayıf diyorsa, zayıftır. O zayıf hile bizi tuş ediyorsa, burada hatayı şeytanın güçlülüğünden ziyade bizim zayıflığımızda aramamız gerekmez mi? İşte iman ve imanın yaptırım gücü derken kasdını ettiğimiz şey bu.

Hatırlarsanız çıkış noktamız soru sahibi tarafından da vesvese olarak nitelendirilen abdestten namaza ve özellikle ibadetlerde kalbe hutur eden tereddütler karşısında ne yapılacağı idi. Biz ise ilmihal ve fıkıh kitaplarında rahatlıkla cevabı bulunabilecek görüşleri dile getirmek yerine, meseleyi vesvesenin sebebi açısından ele almayı tercih ettik. Bununla beraber, soruya direkt cevap olabilecek beyan isteniyorsa; orada yapılacak şey bellidir. Kolumu yıkadım mı yıkamadım mı veya kuru yer kaldı mı kalmadı mı diye tereddüt eden ve bu nedenle onlarca defa kolunu yıkayan bir insan, her iki halde de zannı galibine göre hareket etmeli ve işi orada bitirmeli. Kalbinde, zihninde yıkadım kanaati hakim, kolunun ıslaklığı da bunu ispat ediyorsa, hemen bir sonraki aşamaya geçmelidir. Velev ki bir defa yıkasa, hatta kuru yer kalsa bile. Aksi halde kalbinde uyanan şüpheye değer verir ve o istikamette harekete başlarsa, şeytanın oltasına takılmış demektir. Şüphe ve tereddütlerin söz konusu olduğu sair ameller için de aynı yaklaşım geçerlidir.

Sözü edilen tereddüt imani meselelerde ise; davranış tarzımız yine değişmemeli; ona ehemmiyet vermeyip hayatımıza bakmalıyız. Bediüzzaman Hazretleri'nin şu yaklaşımları bence insanın kendini ikna ve ilzamı için yeterlidir: "....onları mağlup edip kaçırmak çaresi müdafaayı terk edip onlar ile uğraşmamaktadır. Evet arılar ile uğraşıldıkça onlar hücumlarını artırırlar. Onlara karışılmadığı takdirde insanı terk eder giderler. Hem o vesveselerin ne hakaik-i İlahiyye ne de senin kalbine bir zararı yoktur. Evet, pis bir menzilin deliklerinden semanın güneş ve yıldızlarına cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz. Ve fena bir tesir etmez. O çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil. Çünkü senin kalbin ondan müteessir ve müteessifdir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytaniden geliyor. Mesela aynanın içindeki yılanın timsali ısırmaz. Ateşin misali yakmaz. Ve necasetin görünmesi ayineyi telvis etmez."

a.kurucan@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=980896
#836
Gıybet ile alakalı yazdığım gayrimüslimin gıybeti olur mu seri yazılarda hadislere yeterince yer veremedim. Çünkü konu su-i zan, tecessüs ve gıybet ile alakalı ayette yer alan "birbiriniz" ve "kardeş" kavramlarına mana vermek ve onların çerçevelerini belirlemek etrafında şekillenmişti.

Bu yazıda hiçbir şerh, açıklama ve yoruma girmeden Efendimiz'in (sas) gıybet ile alakalı hadislerinden bir demet sunmaya çalışacağım. Böylece mezkur yazılarda ifadeye çalıştığımız ve usuldeki terminolojisi ile belirtecek olursak tahsisin değil amm'ın esas olduğunu bir de hadislerden görmüş olacağız. Hadisler bu perspektiften okunursa, mezkur yazı serisinde belirtmeye çalıştığımız muhteva ile bütünlük sağlanmış olur diye düşünüyorum.

Efendimiz bir gün ashabına, "Gıybet nedir, bilir misiniz?" diye sorar. Sahabi "Allah ve Peygamberi daha iyi bilir" cevabını verince, Nebiler Serveri "Kardeşini, hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır." buyurur. Sahabi; "Ya söylediğim kardeşimde varsa?" deyince, "Eğer söylediğin onda varsa, gıybet etmiş olursun. Şayet söylediğin onda yoksa, o takdirde ona iftira atmış olursun." cevabını alır. (Müslim, Birr, 70)

"Her kim dilini ve avret mahallini kötülükten korumaya bana söz verirse, ben de onun cennete girmesine kefil olurum." (Buhari, Rikak, 33)

Hz. Aişe bir gün Efendimiz'e Hz. Safiyye'nin boyunun kısa oluşunu dile getirir. Bu sözden hiç hoşlanmayan Allah Rasulü (sas),

"-Aişe! Öyle bir söz söyledin ki eğer o söz denizin suyu ile karışsa herhalde onun tadını ve kokusunu bozardı." diyerek eşini uyarır. Yine Hz. Aişe bir gün Efendimiz'e ismini bilmediğimiz bir kişinin boyunu-posunu ve davranışlarını taklit eder. Bunun karşılığında Efendimiz, "Karşılığında bana dünyayı verseler bile insanı hoşlanmayacağı bir şey ile taklit ve tasvir etmeyi kesinlikle sevmem." buyurur. (Ebu Davud, Edep, 40)

Tersten bir yaklaşımla gıybete muhalefet edenin mükâfatını ifade eden bir hadis: "Bir kimse kardeşinin ırz ve şerefini çekiştirene karşı onu savunursa, Allah kıyamet günü o kimseyi cehennemden uzaklaştırır." (Tirmizi, Birr, 20)

Muaz b. Cebel bir gün Efendimiz'e kendisini cennete koyacak ve cehennemden uzaklaştıracak amelleri söylemesini ister. Efendimiz, özetle "Allah'a şirk koşmamak, O'na ibadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucunu tutmak, haccetmek, sadaka vermek, Allah yolunda malıyla canıyla mücadele etmek." der ve bunların her birerlerinin izahını yapar. Ardından "Bu dediklerimden hepsinin yerini tutan nedir, söyleyeyim mi?" diye sorar. "Evet" cevabını müteakip eliyle dilini tutup, "İşte buna sahip çık!" der. Hz. Muaz'ın taaccüp içinde "Biz söylediğimiz sözlerden hesap mı vereceğiz." sorusunu da şöyle cevaplar: "Ey annesinin kuzusu! İnsanları cehenneme yüzüstü düşüren dilleriyle kazandıklarından başkası mıdır zannediyorsun?" (Tirmizi, İman, 8)

"Su-i zandan çekininiz; çünkü zan, sözlerin en yalanıdır. Birbirinizin eksiğini-gediğini görmeye ve işitmeye çalışmayın, hususi hayatlarını araştırmayın. Satın almayacağınız bir malın fiyatını, müşteri kızıştırmak için artırmayın. Birbirinize haset etmeyin, düşmanlık yapmayın, arkanızı çevirip küsmeyin. Ey Allah'ın kulları, kardeş olun, kardeş!" (Buhari, Edep, 57)

Sözlerimi Alvar İmamı ve onun aktaracağım sözlerine Hocaefendi'nin yaptığı açıklama ile bağlayacağım. Der ki merhum Alvar İmamı: "İncitme bir canı; yıkarsın arş-ı Rahmanı." Hocaefendi de der ki: "Allah ile irtibat ve o irtibatın seviyesine göre arş-ı Rahman her insanda tecelli etmektedir."

"Rabbimiz! Bizi unutarak ve hata ederek yaptığımız amellerden dolayı muaheze etme." (2/286)

a.kurucan@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1054094
#837
Şahsi dairede tanışıklık veya yazı ve konuşmaları ile yakından takip edenler bilir; Hocaefendi'nin değişmez gündem maddelerinden biri insanın Rabb'isi ile olan irtibatı ve bu irtibattaki seviyesidir.

O, ister soru-cevap faslında, ister muhabbet ortamında açılan mevzularda bir girizgah yakalamaya çalışır, sözü oraya getirmek için. Çalışır demem aslında doğru bir tespit değil; bulur demem lazımdı çünkü mutlaka o girizgâhı bulur ve sözü bir kitabına da isim olan tabiriyle sohbet-i canan'a getirir.

Eskilerin 'cevabı hakim' dedikleri şeyin bir buudunun bu olduğuna inanıyorum ben. Tıpkı hazık (=usta) bir hekim gibi. Nasıl doktor hastasına, hastası istemese de ona onun ihtiyacı olan ilacı verir. Aynen öyle de Hocaefendi de "çok sık tekrar ettiğim gibi, başınızı bir kez daha ağrıtacağım ama meselenin ehemmiyeti" vs. gibi girizgah cümleleri ile sözü asıl ihtiyacımız olan noktaya getirir.

Neden bu ısrar diyebilirsiniz? Benim bu soruya cevabım şu; Bediüzzaman Hazretleri'nin Hz. Eyyub'un (as) sabrını anlattığı yerde kullandığı teşbihle ifade edecek olursam, iç dışa, dış içe bir çevrilsek Rabb'imizle irtibat mevzuunda çok ağır hasta olduğumuz için. Hatta içimizin dışa, dışımızın içe çevrilmesine gerek bile yok; çünkü istisnalar bir kenara İslam dünyası olarak yoğun bakımlık halimiz meydanda ve bu manzara hakikat ehline bütün netliği ile ayân.

Hocaefendi'nin bir başka vesile ile dile getirdiği yaklaşımları içinde, çoklarımız "kültür Müslüman'ı" tanımlamasına hak verdirecek ölçüde ibadetlerimizi ihtifale (=anma törenine) çevirmiş durumdayız. Belki de ibadeti gerçek mana ve muhtevasıyla hiç görmüş, duymuş, yaşamış değiliz.

Sözü uzatmaya gerek yok, Kur'an "Namaz, fuhşiyattan ve münkerattan insanları alıkoyar" diyerek gerçek namazın haricî âlemdeki tezahürünü nazara veriyor. Hâlbuki bugün fuhşiyat ve münkeratı irtikap eden yüzlerce, binlerce namaz kılan Müslüman var. Haşa ve kella Allah hilaf-ı vaki beyanda bulunmayacağına ve kılınan namazlar da bazı Müslümanları fuhşiyat ve münkerattan alıkoymadığına göre demek ki o kılınan namazlar hakiki manada namaz değil. Olsaydı fuhşiyat ve münkeratın esamesi bile okunmazdı şahsi ve içtimai hayatımızda.

İşte yine bu çerçevede muhabbetin yapıldığı bir ortamdaydık. Latife sayılabilecek bir tespitle söze başladı: "Şimdi bir şey diyeceğim; bunu zahiri manasıyla alsalar herhalde manşetlere taşırlar ve derler ki: Fethullah Hoca namaz kılmayın dedi. Evet öyle diyorum, namaz kılmamalı ama namazı ikame etmeli." Sonra devam etti: "Kur'an bir tek yerde bile "sallu's salâte" veya "yusallûne's salâte" yani "namaz kılın, namazlarını kılarlar" demiyor. Aksine her yerde "akimu's salate, yukîmûne's salâte, ve izâ kâmû ile's salâti, ve izâ kadaytumu's salâte" yani "namazı ikame edin, namazlarını ikame ederler, namazı ikame için kalktıklarında, namazı ikameden sonra" buyuruyor. Unutmayın namaz, imanın dışa vurumudur."

Ne zaman namaz ile alakalı mevzu açılsa Hocaefendi'nin tarif ettiği veçhesiyle namazı ikame etmeye muvaffak olamayanlar, başta bu satırların yazarı olmak üzere mahcubiyetlerinden yüzlerini yere çevirir, derin düşünceye dalar ve ihtimal namaz vesilesi ile gerçekleştirdikleri Rabb'e yönelişlerini muhasebe ve murakabe etmeye başlarlar. Hakiki namaza ve hakikati namaza erişme özlemini içten içe duyarlar. Ben çevreme bakmadım ama belki de herkes öyle yaptı ya da o derinlerden derin, incelerden ince hissiyatı ile hazirûnun kalb ve gönüllerinde bir ümitsizlik hissetti ki Hocaefendi hemen sözün yönünü değiştirdi ve "ama" dedi, ilavede bulundu: "Rabb'e yöneliş ve yönelişteki meratibi hafife almamalı. Mızraklı İlmihal seviyesindeki bilgilerle dahi olsa Rabb'ine yönelen herkesi takdirle karşılamalı. Çünkü her insan kendisine telkin edildiği ölçüde namazını kılarsa, bu onun mağfiretine vesile olabilir."

Bu sözler salonda yüzünü yere eğip muhasebe ve murakabesini yapanları kısmen de olsa rahatlatmıştır diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü Hocaefendi hemen akabindeki sözleriyle çıtayı yine yükseltti. Bir "ama" daha diyerek sanki istisnadan bir başka istisnaya geçti: "Ama asıl mesele orada kalmama, bir adım, iki adım ileri gitmedir. Evet, Mızraklı İlmihal'de anlatıldığı gibi namazda ilk mertebe, namazın içinden ve dışından denilen şartları yerine getirerek namazın ikame edilmesidir. Allah'ın evvel emirde istediği budur. Fakat onun bir adım sonrası, bir öte mertebesi, namazda namaz erkânının ifade ettiği manaları düşünme ve namazı bu mülahazalar üzerine ikame etmektir. İsterseniz buna namazda fani olma diyebilirsiniz. Bir sonraki mertebe Hz. Ebubekir'lerin, Hz. Ömer'lerin namazı. Onları anlamakta zorlanırız biz."

Kısa bir sessizlik oldu salonda. "Zorlanırız biz " son duyduğumuz kelimelerdi. Başımı kaldırıp baktığımda Hocaefendi'nin çoğu zaman olduğu gibi his deryalarına kendini salmış, hıçkırıklarını tutmaya çalıştığına şahit oldum. Bir dakikaya yakın devam eden bu manzara salonda bulunan bazılarının da kendini salmasına vesile olmuştu. Sonra Hocaefendi şu cümlelerle devam etti: "Ve nihayet peygamberlerin namaz ufku." Noktayı koydu Hocaefendi dedim; dedim ama son cümlesi koymadığını gösteriyordu. Sözün başlangıcına döndü ve "bu istikamette mertebeler kat' ettikten sonra, bir önceki mertebedekileri ya da hâlâ mebdede kalanları hafife almamalıdır." Mebde dediği, verdiği örnek içinde Mızraklı İlmihal seviyesinde namazı ikame edenler.

Sonra ne mi oldu? Hocaefendi muhataplarının hem gönlüne hem de aklına hitap ettiği bu muhabbette ibreyi akla doğru çevirdi ve tatlı-sert bir ses tonu ile: "Rica ederim! Döşekte döşeğin, sofrada yemeğin hakkını verenler neden namazda namazın hakkını vermezler? Yarın ahirette insana demezler mi, bu senin namazın. Amenna. Ama bu namazın huşû ve hudûu nerede?"

Bu sözler muhasebe ve murakabede ayrı bir kapı açmıştı hepimiz için. Belki çokları hayalen ahirete intikal etmiş, böyle bir soru ile karşılaştığında ne cevap vereceğini düşünüyordu ki Hocaefendi sözlerini tamamlamaya durdu: "Evet! İnsan müntehaya, zilliyet planında dahi olsa sahabenin namazına, peygamberlerin namazına talip olmalı. Çıtayı adım be adım yükseltmeli. Muhabbetullah demeli başlamalı, zevk-i ruhani demeli devam etmeli ve meta'l lika/vuslat ne zaman, diyecek noktaya kadar gelmeli. O'na kavuşmak için ocaklar gibi cayır cayır yanmalı; yanmalı ama "gel" emri gelinceye kadar da burada sabırla beklemeli. Aslında müminin dilemmasıdır bu."

Baktım, Hocaefendi tekrar gözyaşlarını silmeye durmuştu. Bir taraftan Allah'a kavuşma isteği, diğer taraftan kavuşma anını belirleme yetkisinin kendisinde olmayışıydı onu ağlatan. Te'vile, tefsire gerek yoktu bunu anlamak için. Tam manasıyla neler düşündü, neler düşünüyordu bilemiyorum ama tahmin etmek de alabildiğine kolay.

Son söz Hocaefendi'nin: "Hasılı, namazı hayatının en zevkli ameli olarak eda etmeli. Ardından nerede benim namazım, nerede hakiki namaz demeli ve şunu unutmamalı, erkânına riayet edilerek kılınan bütün namazların hepsi nezd-i uluhiyette makbuldür."

a.kurucan@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1106
#838
Bağdat'ın maneviyat büyüklerinden Ahmed Rufai Hazretleri bir gün ders verdiği öğrencilerine der ki:

-İçinizde kim bir ayıbımı görürse hemen söylesin ki o ayıbımı vakit geçirmeden düzelteyim, tekrar etmeyeyim!.

Kimseden bir ses çıkmaz. Ancak bir talebesi parmağını kaldırır:

- Efendim der, sizde benim gördüğüm büyük bir ayıp var.

-Söyle bakayım evladım o ayıbımı da hemen düzelteyim!

Gözleri yaşararak konuşan talebe, hocasının ayıbını şöyle ifade eder:

- Sizin en büyük ayıbınız, bizim gibi günahkârları talebe olarak kabul etmenizdir!.

Bu söz üzerine derin bir sessizlik başlar. Neden sonra Rufai Hazretleri'nden şu söz duyulur:

-Kendisini günahkar bilme olgunluğuna erişen bu talebemi yerime halife tayin ediyorum. Bundan sonra ben olmadığım zamanlarda sohbeti o yapacaktır!.

Demek samimi şekilde kendini günahkar bilen insan, sonunda hocasının halifeliğine layık da görülebilir.

Böyle bir halife tayin olayı da Hacı Bayram-ı Veli'de görülür.

Kendisine sonradan intisap eden Akşemseddin'e, halifelik vermesi üzerine talebelerinden biri sorar:

- Efendim der, kırk yıldır hizmetinizde bulunan talebelerinizi halifeliğe layık görmezken yeni gelen Akşemseddin'i halife tayin etmenizin hikmetini anlayamadık. Sebebi ne ola ki?

Hacı Bayram Hazretleri bu tercihin hikmetini az fakat öz bir sözle şöyle ifade eder:

- Bu Ak şeyh, bizden ne görür, ne işitirse tereddütsüz teslim olur; hikmetini sonra kendisi arayıp bulur. Kırk yıllık hizmetimizde bulunanlar ise tereddüt edip bekler, hikmetini bulduktan sonra teslim olurlar.

Tam teslimiyetle tereddütlü teslimiyetin farkı!.

Doksan yaşındaki ihtiyar tövbe için geç kalmamış mı?

Basra'nın velisi Hasan-ı Basri Hazretleri'ne 90'lık bir ihtiyar gelir:

-Ben tövbe ederek istikametimi düzeltmek için geldim, bana yol göster, der. Hasan Basri Hazretleri latife ile:

- 'Baba biraz geç kalmadın mı?' der. İhtiyarın cevabı manalı olur:

- Henüz güneş batıdan doğmadı, tövbe kapısı kapanmadı diye ümidimi kesmeden geldim, yanlış mı yaptım yoksa ümidimi kesmemekle?

Heyecanlanan Hasan-ı Basri Hazretleri:

- Hayır, hayır der, ümidinizi kesmemekle yanlış yapmadınız. Gerçekten de henüz güneş batıdan doğmadı, tövbe kapısı da kapanmadı. Buyurun birlikte tövbe istiğfar edelim, belki sizin kesilmeyen ümidiniz hürmetine bizim tövbemiz de kabul olur. Birlikte oturup tövbe, istiğfar ederler.

Demek ki, hangi yaşta olursa olsun tövbeden asla ümit kesilmemeli, bulunan ilk fırsatta tövbeye koşulmalıdır. Çünkü güneş henüz batıdan doğmamış, tövbe kapısı da kapanmamıştır.

Somuncu Baba'yı üzen dünyalık!

Bursa'nın maneviyat büyüğü Somuncu Baba, tarlası olup da tohumu olmayan talebesine bir teneke buğday vererek, "Yarısını kendin için, yarısını da benim için ek tarlana" der. Talebe tarlanın yarısını kendi adına yarısını da hocası adına eker. Ekinlerin yetiştiği mevsimde, hocasıyla birlikte tarlaya gelirler. Talebeye ait kısımdaki ekinler gayet iyi ve gür yetişmiş, hocasınınki ise zayıf ve cılız kalmış.. Somuncu Baba, iyi yetişen mahsulün kimin olduğunu sorar. Talebe de utancından "sizin efendim" der. Buna üzülen Somuncu Baba söylenir,

-"Biz ahiretimizin mamur olması için dua ediyorduk, demek ahiretimiz yerine dünyamız mamur olmaya başlamış, ücretimizi dünyada alıyoruz, üzüldüm doğrusu.." der. Bunun üzerine talebe açıklamak zorunda kalır.

-Efendim der, aslında iyi olan ekin benim, zayıf olan da size aittir. Utancımdan dolayı iyi olanın size ait olduğunu söyledim.

Somuncu Baba'nın yüzünde tatlı bir tebessüm dolaşır:

-Şimdi oldu evlat der, ekinin gür tarafının bana ait olduğunu duyunca, "Dünyada alacağınızı aldınız ahirette isteyecek bir şeyiniz kalmadı." denecek olan servet sahiplerinden mi oluyorum acaba diye endişe etmiştim, der....

a.sahin@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1032884
#839
İçişleri Bakanı Beşir Atalay, CHP'nin politik menfaat umarak büyük bir ciddiyetsizlik içinde Kayseri'deki olayı gündeme getirdiğini belirterek, "Bu büyük bir zayıflıktır, tam bir aymazlıktır. Bir anamuhalefet partisi bu kadar aciz, çaresiz. Bu kadar kurgu bazı olaylarda medet umuyor." dedi.

İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Kayseri Büyükşehir Belediyesi'ndeki yolsuzluk iddialarına ilişkin Emniyet Genel Müdürlüğü'nde bir basın toplantısı düzenledi. Konuya ilişkin dosyaları incelediğini dile getiren Atalay, CHP'nin dağıttığı belgeler dışındaki belgeleri de basın mensuplarına verdi. Atalay, gelişmeleri tarih tarih açıkladı. Hacı Ali Hamurcu'nun kendisinin savcılığa gitmediğine dikkat çeken Atalay, Kayresi Büyükşehir Belediyesinin savcılığa suç duyurusunda bulunduğunu söyledi. Adı geçen şahsın ili terkettiğini anlatan Atalay, şahsın Tekirdağ'da yakalanıp Kayseri'ye getirildiğini ifade etti. İfade sırasında Hamurcu'nun bazı iddiaları üzerine savcılığın bunları dikkate alarak soruşturma başlattığını kaydeden Atalay, savcılığın İçişleri Bakanlığına bir yazı yazdığını belirterek iddialar hakkında inceleme başlatılıp bilgi verilmesini istediğini dile getirdi. Savcılığın konuya ilişkin hemen soruşturma başlattığını vurgulayan Atalay, bakanlığın iddiaları araştırması için Kayseri Valiliğine yazı gönderildiğini söyledi. Vali Vekilinin gönderdiği yazıyı okuyan Atalay, işlem yapılmasının talep edildiğini belirtti. Bakanlığın bu yazıyı Kayseri Cumhuriyet Başsavcılığına ilettiğini aktaran Atalay, arada önemli boşluk dolduran bu belgenin CHP tarafından yayınlanmadığını ifade etti. Bakanlığın bu konuda üzerine düşeni yaptığının altını çizen Atalay, rüşvet iddiasıyla ilgili savcılığın ikinci kez soruşturma yapılmasını istediğini kaydetti. Görevi ihmal, görevi kötüye kullanma konusunda soruşturma yapılmasının bakanlıktan istendiğini dile getiren Atalay, başsavcılığın rüşvet konusunda izin almasına gerek olmadığını belirtti. Anamuhalefet partisi CHP'nin işine gelen kısmını dosyanın bir bütünlüğü içinde aldığını anlatan Atalay, "Böyle bir oyuna başlıyor. Bu çok üzücü, buna tenezzül ediyor. Bunların sanki açıklanmayacağını mı sanıyorlar." dedi.

"GÖREVİNİ YAPANLARA ÇAMUR ATMAK ACINACAK BİR DURUMDUR"

Vali Yardımcısının bazı konuların soyut ve iddialara ilişkin delil olmadığı için soruşturmaya gerek olmadığına karar verildiğini söylediğini aktaran Atalay, ön incelemeye de gerek görülmediğini söyledi. Bakanlığın incelemeleri sonucu bu kararın onaylandığını anlatan Atalay, soruşturmaların kanun çerçevesinde yapıldığını, bu konununda aynı şekilde işlem yapıldığını vurguladı. Cumhuriyet Başsavcılığının da bu kararın yasaya uygun olduğunu belirttiğini aktaran Atalay, itiraza da gerek görmediğini kaydetti. Savcılığın uzun süre yaptığı soruşturma sonucunda Hamurcu'nun iddiaların kendi gösterdiği tanıklar tarafından da yalanlandığının altını çizen Atalay, kovuşturmaya yer olmadığına dair yargının karar verdiğini söyledi. Yargı ve idari soruşturmalar sonucu tamamen soyut olduğu, hiçbir belge ve delile dayanmadığına karar verildiğini anlatan Atalay, o zaman Kayseri Valisi olan ve şuan İçişleri Bakanlığı Müsteşarı olan Osman Güneş'in de isminin zikredildiğini hatırlattı. Valilerin kararname çıktığında hemen yerini değiştirmesine gerek olmadığını dile getiren Atalay, atandığı yere başlamadıkça yeni statülerini de alamadıklarını ifade etti. 4 Aralık 2007 tarihinde Kayseri'deki görevinden ayrıldığını anlatan Atalay, hemen Ankara'da görevine başladığını belirtti.

Bunları Kılıçdaroğlu'nun bilmemesinin mümkün olmadığını vurgulayan Atalay, "Görevini yapanlara çamur atmak acınacak bir durumdur." diye konuştu. Atalay, şöyle devam etti: "Bunları politik menfaat umarak büyük bir ciddiyetsizlik içinde gündeme getirmek üzüyor. Bu büyük bir zayıflıktır, tam bir aymazlıktır. Bir anamuhalefet partisi bu kadar aciz, çaresiz, bu kadar kurgu, bazı olaylarda medet umuyor. Söyleyecek hiçbir şeyi yok, teklifi yok. Yalan yanlış bilgiler getirilmiş, anamuhalefet lideri de çıkıp bunu kullanıyor. Milleti kandırması, istismar etmesi affedilecek bir durum değil. Telaş, tam bir çaresizlik, polemiklerden medet ummadır."

"BELEDİYE AKSİNE SUÇ DUYURUSUNDA BULUNDU"

Hamurcu'nun kendisinin şikayet etmediğini, aksine belediyenin suç duyurusunda bulunduğunu, bunu söylememenin de yalancılık olduğunu vurgulayan Atalay, savcılık ve bakanlığın üzerine düşen görevi yaptığının altını çizdi.

Bakanlığa ihbar edilen ve şikayetlerin dikkate alınmaması, işleme konulmamasının söz konusu olmadığını vurgulayan Atalay, "Söz konusu olay hakkında da daha önceki olaylardaki gibi uygulama yapılmıştır. Siyasi kimliklere göre davranılmaz. Yasalar herkese aynı şekilde uygulanır. Dönemimizde en çok mücadele ettiğimiz organize suçlar ve çetelerdir. Bu konularda bizim hiç müsamamız yoktur. Görevden aldığım belediye başkanları içinde en çok AK Parti'lidir. Yaklaşık 35 belediye başkanı görevden alındı, bunların çoğunluğu AK Partilidir. Gerçekler bile bile saptırılmakta, görevini yapanlara çamur atılmaktadır. Milletimiz ibretle izlemektedir." şeklinde konuştu. Soruşturma kapsamında gözaltına alınanların sayısının 17 değil 50 kişi olduğunu açıklayan Atalay, en yakınları dahi olsa yanlışlık yapan olursa önce kendilerinin bunu bildireceğini vurguladı. Herşeyin şeffaf olduğunu anlatan Atalay, AK Parti hükumetinin en önemli hususlardan birisinin şeffaflık olduğunu belirtti. Türkiye'nin böyle bir muhalefeti hak etmediğini dile getiren Atalay, bu durumun kendilerini üzdüğünü ve herkesi üzmesi gerektiğini kaydetti. Türkiye'nin büyüdüğünü eski Türkiye olmadığını ifade eden Atalay, Kılıçdaroğlu'nu memleketin geleceğinin ilgilendirmediğini savundu.

Hamurcu'nun ifadesinin çıkarıldığı iddiasına ilişkin bir soruya Atalay, değişiklik tarihlerinde üç defa ifadesi alındığını, yazılı sayfa sayısının değiştiğini, onun için farklı olduğunu ve dosyada bunların mevcut olduğunu söyledi.

Kılıçdaroğlu'nun genel başkanlığa gelişine ilişkin söylediklerine ilişkin bir soruya da Atalay, "Başbakan 'yine çaktın' dedi ya. Onun açılımı, öyle kabul edin." dedi. Gazetelerde yer alan tarihle ilgili Atalay, tarihin 04.12 olduğunu ve daktilo yanlışlığı olduğunu belirtti. Bakanlıktan çıkan evrakta kendi onayı olduğunda onun geçerli olacağını dile getiren Atalay, onun savcılığa gönderildiğini ifade etti.

Silahlanmaya ilişkin tasarı konusunda ise Atalay, "Sonuçlanmış taslak, tasarı yoktur. Çalışmalar devam ediyor. Alt komisyondan komisyona sunulan bir taslak olmadı. 18 yaşa iniyor, bunların hepsi yanlış. Meclise gönderilen hükumet tasarısına lütfen bakın. Oradan hükumet olarak neleri öngördüğümüzü göreceksiniz." diye konuştu.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1065571&title=chpnin-aciklamadigi-belgeleri-acikliyorum&haberSayfa=0
#840
Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın bilgilerini kamuoyuna açıklayan Wikileaks'ın kurucu Julian Assange çıkarıldığı mahkemece kefaletle serbest bırakıldı. Assange, İsveç'te bir kadına tecavüzden tutuklanmıştı.

İngiliz Westminster Asliye Hukuk Mahkemesi, Assange'ın 200 bin sterlin kefaletle serbest bırakılmasına karar verdi.

İngiliz Yargıç Howard Riddle, tecavüz ve cinsel tacizle suçlanan Assange'ı, 11 Ocaktaki duruşmasına kadar koşullu olarak kefaletle salıverdi.

Wikileaks internet sitesinin kurucusu Julian Assange'ın kefaletle serbest bırakıldrığı bildirildi. Bir sonraki duruşma 11 Ocak'ta görülecek.

Assange, İsveç'te bir kadına tecavüzden tutuklanmıştı.

AA
http://www.haber7.com/haber/20101214/Wikileaksin-kurucusu-Assange-serbest.php


TİME Dergisinin anketinde 1. Assange, 2. Erdoğan; TİME editörleri tedirgin


Erdoğan'ın uzun süre birinci olduğu ve şu anda ikinciliği götürdüğü ankette, Assange'nin Time editörleri tarafından Yılın Kişisi seçilmesi, derginin kendisine destek verdiği şeklinde algılanmasından çekinildiği biliniyor.

Amerikan haber dergisi Time'da kullanıcılar arasındaki Başbakan Tayyip Erdoğan'ın uzun süre önde götürdüğü "Yılın Kişisi" anketinde birinciliği, Wikileaks'in kurucusu Julian Assange kazandı. Başbakan Erdoğan ise ikinci sırada yer aldı.

Assange, toplam 1 milyon 249 bin 425 defa oylanırken, Başbakan Erdoğan ise Wikileaks
kurucusundan 148 bin 383 daha az oy aldı.

Ancak Assange, kullanıcıların Facebook hesaplarıyla beğenmeleri oranında Lady Gaga'nın gerisinde kaldı. Lady Gaga 65 bin 417 Facebook kullanıcısı tarafından beğenilirken, Assange 45 bin 463'te kaldı.

Halk oylamasına göre ilk 10 sıralama şöyle oluştu:

1.Julian Assange
2.Recep Tayyip Erdoğan
3.Lady Gaga
4.Jon Stewart ve Stephen Colbert
5.Glenn Beck
6.Barack Obama
7.Steve Jobs
8.Şilili maden işçileri
9.Amerikalı işsizler
10.Mark Zuckerberg

EDİTÖRLERİN TERCİHİ FARKLI OLABİLİR

Ancak Time'da okuyucular tarafından belirlenen Yılın Kişisi ödülü, Time editörlerinin belirlediği kişiden farklı olabiliyor. Time editörlerinin yarın televizyondan yayınlanacak olan Good Morning America programında duyuracakları Yılın Kişisi, Assange da olmayabilir.

Assange'ın, Time editörleri tarafından Yılın Kişisi seçilmesi, derginin kendisine destek verdiği şeklinde algılanmasından çekinildiği biliniyor.

Time'ın idari editörlerinden Richard Stengel Wikileaks olayını yakından takip etmiş ve Assange ile geçen ay bir röportaj yapmıştı. Ancak Time editörlerinden Fareed Zakaria'nın Stengel'den tamamen farklı olduğu düşünülüyor. Zakaria'nın diğer editörleri ne kadar etkileyebileceğini ise sonuçlar gösterecek.

CİHAN
http://www.haber7.com/haber/20101214/1-Assange-2-Erdogan-TIME-editorleri-tedirgin.php