Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#861
AYİM'in tartışmalı konumu

AYİM'i bir kurumu olarak değerlendirmek-tartışmak ile bu kurumun başkan ve üyelerini peşinen yargılamanın ayrı şeyler olduğu muhakkak. Dolayısıyla, bugünlerde şahit olduğumuz polemikte karşımıza çıktığı gibi, "üç general" meselesinde mahkemeden çıkan kararların doğrudan söz konusu başkan ve üyelerin etkisi altında kalacakları varsayılan telkinlerden hareketle –öyle ya da böyle fark etmez- değerlendirmek doğru bir yöntem değildir.

Hatırlıyorsunuz, bu konuda öne çıkan ilk açıklama Bülent Arınç'tan gelmişti. Arınç, -haklı olarak- "yargıdaki düalizm"den söz ederken bir adım daha atmış ve AYİM üyelerinin önlerine gelecek yüksek rütbeli subayları ilgilendiren dosyalara ilişkin tarafsız kalıp kalamayacaklarını sorgulamıştı.

AYİM Başkanı Hâkim Tuğgeneral Abdullah Arslan, Arınç'ın bu açıklamasını cevaplamakta gecikmedi. Arslan, "30 yıllık meslek hayatım var. 21 yıllık hâkimlik mesleğim sürecinde de hiçbir komutanımın en küçük bir telkinine muhatap olmadığımı samimiyetle ifade etmek isterim" diyordu. Başkan bu çerçevede, AYİM üyelerinin anayasal teminat altında olduklarını, üyelerin seçildikleri andan itibaren sicil almadıklarını, istemedikleri sürece emekli edilemediklerini de hatırlatıyordu.

Başkan Arslan'ın açıklamasında yer alan şu bölümü özellikle dikkatimi çekti:

"Mevcut 16 üyemiz de hem albay hem hukukçu. (...) Bu arkadaşlarımın hepsi de seçim aşamalarını başarıyla geçip, yüksek sicil notları alıp AYİM üyeliğine atanmışlardır. AYİM üyelerinin yüzde 100'ü, idare hukuku alanında yüksek lisans sahibi. Türkiye'de böyle bir mahkeme, devlette böyle bir kadro var mı?

6 kurmay üyemiz de Silahlı Kuvvetler Akademisi mezunu. Her dairede 2 kişi olarak görev yapmakta olup onlar da yine anayasal teminat altındalar. Yani sicil almazlar..."

Söylediğim gibi, AYİM söz konusu olduğunda benim eleştirim üyelerin tarafsız davranıp davranamayacaklarına ilişkin değil. Bu nedenden dolayı geçen hafta "üç general" hakkında yayınladığım yazıda Bülent Arınç'ın biraz önce söz ettiğim ilk açıklamasını "incitici" bulduğumu da belirtmiştim. AYİM'deki "askeri hâkimler"i –yüzde yüzü idare hukuku alanında yüksek lisans sahibi olmasa da- peşinen zan altında bırakmak doğru bir yöntem değildi. ("Üç general"in yürütmenin durdurulması talebiyle AYİM'e yaptıkları itirazın reddedilmesi de bu yönde fazla aceleci davranılmaması gerektiğini göstermiyor mu?)

Demek ki, diğer alanlarla olduğu gibi "Yargıda reform" söz konusu olduğunda da –tek tek insanlarla uğraşmak âdetinden vazgeçip, eleştirilerimizi doğrudan kurumların yapısına ve işleyişine yöneltmeliyiz. Bu çerçevede AYİM'i gözden geçirecek olursak, AYİM Başkanı'nın yukarıda bir bölümünü aktardığım açıklamasının son cümleleri ("6 kurmay üyemiz de Silahlı Kuvvetler Akademisi mezunu. Her dairede 2 kişi olarak görev yapmakta olup onlar da yine anayasal teminat altındadır. Yani sicil almazlar") bizi özellikle ilgilendirmelidir. Çünkü söylendiği gibi, her dairede 2 kişi olarak görev yapan bu üyeler yarbay ve albay rütbesindeki kurmay subaylar içinden seçilmektedir. Yani "askeri hâkim" sınıfına dahil değillerdir.

İsterseniz bu "hâkim sınıfından olmayan üyeler"in AYİM'e nasıl dahil olduklarını da hatırlayalım: "...Genelkurmay Başkanlığınca her boş yer için gösterilecek üç aday arasından, Cumhurbaşkanınca seçilir." (Anayasa, 157)

Tamam, yine Anayasa'da belirtildiği gibi "Başkan, Başsavcı ve daire başkanlarının askeri hâkim sınıfından olmaları esastır"; ama bu "esas", dairelerin 6 üyeden oluşan yapısının 1/3'nün "kurmay subaylar" tarafından işgal edilmesi garabetini ortadan kaldırmamaktadır.

Takdir edersiniz ki, bir mahkemede "Askeri hâkim sınıfından olmayan üyeler"in varlığı, "Yargıda düalizm" probleminden çok daha ciddi bir sorundur. Bu sorunun Anayasa'da yer alabilmesi de tabii ki. Bu sorunun "Nasıl olsa sivilleri ilgilendirmiyor, sonuç olarak askerler birbirini yargılıyor" diyerek hafife alınabilmesı mümkün müdür?

12 Eylül referandumuna giden süreçte akla gelmeyen konulardan birisi de budur. Hem de, anayasa değişikliğine ilişkin kanunun AYİM'e bir biçimde gözü takıldığı halde. 12 Eylül'de kabul edilen anayasa değişiklikleri içinde AYİM'i doğrudan ilgilendiren farklı bir yeniden düzenleme ile yetinilmiştir. Referandum öncesinde Anayasa'nın 157. maddesinde yer alan şu ifadeye ilişkin bir değişikliktir bu:

"Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'nin kuruluşu, işleyişi, yargılama usulleri, mensuplarının disiplin ve özlük işleri, mahkemelerin bağımsızlığı. Hâkimlik teminatı ve askerlik hizmetlerinin gereklerine göre kanunla düzenlenir."

Getirilen değişiklik, bu fıkranın "ve askerlik hizmetlerinin gereklerine göre" bölümünün Anayasa'dan çıkarılmasıyla sınırlıdır.

Bu değişikliğin, daha doğrusu "askerlik hizmetlerinin gereklerine" atıf yapan bölümün fıkradan çıkarılmasının ne gibi sonuçlar doğuracağını göreceğiz. Ama Anayasa'nın söz konusu maddesi içinde hâla "hâkim sınıfından olmayan üyeler"den söz ettiğine göre, bu konuda iyimser olabilmek epeyce zordur.

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=25173&y=KursatBumin


AYİM'in 'bağımsızlık' tarihi

Türkiye'de (de) "yargı birliği"ne ulaşılması, (Bülent Arınç'ın yerinde ifadesiyle) "yargıda düalizme" son verilmesi, yani sonuç olarak sadece disiplin suçlarına bakan askeri mahkemelerin yerinde bırakılarak "askeri yargı"nın diğer mahkemelerine sağlanan anayasal teminatına son verilmesi yolunda bir sürecin işlediğini söyleyebiliriz. "Yeni Anayasa" şekillenirken bu konuya da epeyce tartışılacaktır herhalde.

Bu çerçevede AYİM'i tekrar ele alacak olursak, bu mahkemenin tarihinin ülkenin hukuk tarihine ilişkin önemli bilgiler içerdiğini gözlüyoruz. Bu tarihte benim son derece önemli gördüğüm gelişmeler yaşanmış. Mesela, Danıştay, TBMM ve Milli Savunma Bakanlığı arasında son derece ciddi biçimde cereyan eden "yetki" tartışmaları.

Başlangıçta idari yargıda "düalizm" söz konusu değilmiş. 1924 Anayasası'nın idari dava ve uyuşmazlıkların çözümü için görevlendirdiği Danıştay, asker-sivil ayrımı yapmadan her iki kesimin davalarını da yetkisi içinde görüyor ve sonuçlandırıyormuş. Yani bir bakıma "idari yargıda birlik" dönemi söz konusuymuş.

Asker kişiler tarafından ilk dava 1924 tarihinde açılmış. Bir subay, rütbesinin yükseltilmesi gerekirken sicilinin yeterli olmadığı iddia edilerek terfi ettirilmemesi üzerine dava açınca, kendisini görevli gören Danıştay, Milli Savunma Bakanlığı'nın gelişmelere ilişkin savunmasını istemiş. Ancak –tahmin ettiğiniz gibi- Milli Savunma Bakanlığı, Danıştay'ın araya girmesi üzerine Başbakanlık aracılığıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden "tefsir isteği"nde bulunmuş. (Bu gelişme bizi şaşırtmasın, çünkü "kuvvetler ayrımı" henüz ortada yoktur.) TBMM'nin "tefsir kararı", bu idari davaya bakmak yetkisinin Danıştay'da olmadığı şeklinde tecelli etmiş.

TBMM'nin bu kararında, "bir subayın söz konusu kanuna göre mükafatlandırılmasının, her şeyden önce hizmet ve liyakat derecesinin, hiyerarşik amirlerinin bilfiil işbaşında hasıl edeceği ve doğrudan doğruya meslek ve ihtisasının ortaya kayacağı takdir ve kanaate bağlı olduğu" hatırlatılıp bu takdirin "herhangi bir kurul tarafından nazari olarak eleştirilmesinin hukuken mümkün olmadığı" belirtilmiş.

Yani özetle, "Senin meşgul olduğun nazariyat askeriyede geçersizdir" şeklinde Danıştay'a haddini bildiren bir karar bu... Önümdeki metin bu kararı "Türk İdare Hukuku"nda "Hükümet Tasarrufu" fikrinin ortaya atıldığı ilk örnek olarak yorumluyor. Kararın "Hükümet-Meclis Tasarrufu" olarak adlandırılması sanki daha doğru bir seçim olurdu.

Ancak "asker kişiler"i bu "tefsir kararı" hepten caydıramamış. Bazı asker kişiler, Milli Savunma Bakanlığı'nın benzer kararları karşısında Danıştay'a başvurmaya devam etmişler. Nitekim bu çerçevede açılan bir dava bir kere daha Danıştay ile Milli Savunma Bakanlığı'nı ve dolayısıyla TBMM'yi karşı karşıya getirmiş. Danıştay, Başbakanlık'a konuyla ilgili gönderdiği yazıda, "idarenin işlem ve eylemlerine karşı asker kişiler dahil, tüm vatandaşların Danıştay'da dava açmalarının tabii olduğunu, asker kişilerin ayrıcalıklı olarak bu haktan yoksun bırakılmalarının yerinde olmadığını, bu gibi karar ve işlemlerin Danıştay'ın yargı alanı dışında sayılmasının ve bu yolla Meclis'çe karar alınmasının lüzum ve gereğinin olmadığını" görüşünü iletmiştir.

İsterseniz burada kısa bir ara verip 30'lu yılların başındaki Türkiye'de Başbakanlık-Meclis ile Danıştay arasında yaşanmış olan bu "yetki" mücadelesinin altını özellikle çizmeyi unutmayalım. 30'lu yılların başında, yani Tek Parti diktatörlüğü altında, yani hâkimlerin "kuvvetler ayrılığı" ilkesinin koruması altında olmadığı bir dönemde, Danıştay'ın Başbakanlık-Meclis karşısında verdiği bu "yetki" mücadelesi hukuk tarihimizin sayısı çok fazla olmayan parlak sayfalarından birisini oluşturmuyor mu? Demek ki, Tek Parti döneminde de bu ülkede bugün saygı ile hatırlanması gereken "hâkimler varmış".

Bilmiyorum (ve araştırmadım) doğrusu; acaba Danıştay'ın bugün -30'lı yıllardaki Danıştay'ın ısrarla savunduğu gibi- "Asker-sivil ayrımı tanımam, idarenin har alandaki tasarruflarına ben bakarım, AYİM'i de istemem!" benzeri bir itirazı var mı?

AYİM Tarihi'ne devam edelim:

Danıştay'ın Milli Savunma Bakanlığı- Başbakanlık- TBMM'ye karşı yürüttüğü özetlemeye çalıştığım mücadelesi sonunda yönetimi yıldırmış. TBMM Savunma Komisyonu, bu gerginliği ortadan kaldırmak (daha doğrusu Danıştay'ı devre dışı bırakmak) için üst askeri makamların karar ve işlemleri aleyhine yapılacak şikâyet ve itirazlara adres olarak "Zat İşleri Son Tetkik Mercii Encümeni" adı altında kurulun kurulmasına ilişkin bir kanun tasarısı hazırlamıştır. Kısa sürede kanunlaşan bu tasarıya göre, Milli Savunma Bakanlığı'nda kurulacak olan bu komisyon Genelkurmay Başkanını'nın (veya onun seçeceği bir kişinin) başkanlığında toplanan, üyelerini Cumhurbaşkanının Genelkurmay ve Milli Savunma Bakanlığı bünyesi içinden atadığı 5 kişilik bir son karar merciidir. Bu doğrultuda askeri kişilerin Danıştay'a başvurmaları yasaklanmıştır.

Bu yeni düzenleme önemli olarak, söz konusu "komisyon"un kararlarına karşı Millet Meclisi'ne itiraz için başvurulması hakkını tanımaktaydı. Ancak kimi yorumcuların söylediği gibi bu düzenleme "kanunla tezat" teşkil ediyor gibidir. . Çünkü bir taraftan "asker kişiler"in Danıştay'a başvuruları askeri disipline aykırı görülerek yasaklanırken, yeni durumda aynı kişilere "siyasi bir kuruluş olan" TBMM'ye başvuru hakkı tanınmıştır.

Nitekim, bu çerçevede TBMM'ye yapılan başvuruların sayısı hızla artınca, çözüm yolu olarak getirilen "Encümen"den de birkaç yıl sonra vazgeçilmiş. Şimdi gözler artık Askeri Yargıtay'a çevrilmiştir.

AYİM Tarihi'nin devamı da ilginç. Yarınki yazıya devam ederiz.

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=25186&y=KursatBumin


AYİM'in 'bağımsızlık' tarihi (2)

AYİM'siz bir dönemden AYİM'li bir döneme nasıl geçildiğini gözden geçiriyorduk.

Başlangıçta idarenin tasarruflarına karşı itirazların çözümü asker-sivil ayrımı olmaksızın Danıştay tarafından yerine getirilirken, daha sonra "asker kişiler"in başvurularının adresi değiştirilerek bu çerçevedeki işlemler için TBMM'den "tefsir kararı" çıkması beklenmeye başlanmış, ancak bu yöntem de problemli bulunduğundan sonunda Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde icat edilen "Zat İşleri Son Tetkik Mercii Encümeni"nin yetkili kılınmasına karar verilmişti.

Söylemiştim, bu "Encümen"in ömrü de uzun olmamıştı. Dört yıl sonra, Encümen kararları aleyhine yapılan itirazların artması nedeniyle bu işten de vazgeçilip çıkarılan bir kanunla (1938) subaylarla askeri memurların yükselme, atanma, değiştirilme ve emeklilikleri hakkındaki şikayetlerinin incelenip karara bağlama yetkisi bu sefer Askeri Yargıtay bünyesindeki özel bir daireye verilmişti.

Bu kanun 15 yıl, yani 1953 yılına kadar yürürlükte kalmış. Milli Savunma Bakanlığı'nın önerisi doğrultusunda hazırlanan yeni bir kanun, -"Encümen"i oluşturan kanunun 24 Anayasası'nın 51. maddesine (Anayasanın Danıştay'ın kuruluşuyla ilgili maddesi) aykırı olduğu gerekçesiyle- yürürlüğe girmiş ve askeri kişilerin idari eylem ve işlemler aleyhine açtıkları davalar tekrar Danıştay'da görülmeye başlanmıştı. (Yani, döndük tekrar başlangıç noktasına!)

Bu uygulama 1961 Anayasası'nda da değişmemiştir. Ancak –bildiğiniz gibi- 12 Mart askeri muhtırasını takiben gerçekleştirilen anayasa değişikliği sonucunda Danıştay bir kere daha bu yetkisini kaybetmiştir.

Dolayısıyla, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM) bu değişiklikle devreye girmiştir. Bu yeni düzenlemeye niçin ihtiyaç duyulduğu AYİM Kanunu'nun gerekçesinde veciz biçimde ifade edilmektedir. Bu arada şunu hatırlatmayı da unutmayalım: 12 Mart 1971 muhtırasından sonra 1961 Anayasası'nda bu çerçevede yapılması önerilen değişiklikler içinde üç öneri Meclis çatısı altında epeyce tartışılmıştır. Bu öneriler, Askeri Yargıtay'da özel bir daire, Danıştay'da özel bir daire ve Askeri Danıştay kurulması yönündedir. Sonuç olarak Askeri Yüksek İdare Mahkemesi kurulmasında mutabık kalınmıştır.

Şimdi de AYİM Kanunu'nun gerekçesinden bazı bölümler:

"Silahlı kuvvetlerin mülki idareden çok farklı özellikleri dikkate alınmadan genel idare içinde düşünülerek, yargısal denetiminin Danıştay'a bırakılmış olması umulan neticeyi vermemiştir. Uzun yılların tecrübesi ve elde edilen sonuca göre, Silahlı Kuvvetlerin özelliğine ve onun kendine özgü hassas birleşimine uygun bir yapıda, ayrı bir yargı organının meydana getirilmesine ihtiyaç duyulmuştur. Askerler, sivil idarenin ve hiyerarşinin dışında, bağımsız, üstün ve güçlü bir otoriteye tabidirler..."

Evet, "Askerler, sivil idarenin ve hiyerarşinin dışında, bağımsız, üstün ve güçlü bir otoriteye tabidirler..." Gerekçenin en ikna edici cümlelerinden birisi doğrusu...

AYİM'in "bağımsızlık" tarihi burada son bulmuyor, devamı da var.

AYİM, bu sefer de 12 Eylül rejiminin konusu olmuştur.

Dönemin hükümeti tarafından hazırlanan 16 Ekim 1981 tarihli bir tasarı AYİM'in kaldırılarak asker kişiler için de yetkinin tekrar Danıştay'a iadesini istemektedir. Tasarı, "Silahlı Kuvvetler camiası içinde hiyerarşi ve rütbe esası dışında bir denetim sistemine tabi tutulmasının, Silahlı Kuvvetler yapısına ve geleneksel hiyerarşi ve disiplin anlayışına ters düştüğü" gerekçesiyle 10 yıla yakındır görev başında bulunan AYİM'in kaldırılmasını, asker kişilerin açacağı idari davaların eskiden olduğu gibi yine Danıştay'da görülmesini istemektedir.

Bu kanun tasarısı –dönemin icabı olarak- Milli Güvenlik Konseyi Milli Savunma Komisyonu'nun önüne gelir. Komisyon önüne gelen bu hükümet tasarısını reddeder. Komisyon raporundan da bir bölüm aktaralım:

"Danıştay'ın askeri idari işlem ve eylemleri denetlemesi isabetli olmayacaktır. Çünkü ne kadar hakkaniyet ve idare hukuku ilkelerine sıkı sıkıya bağlı olurlarsa olsunlar, Danıştay üyelerinin askeri idarenin 'askeri gerekleri'ni gereğince bilip, takdir ederek buna göre karar vermeleri mümkün olamayacaktır. Bu, ancak askerliğin içinden yetişip gelen ve meslekleri itibariyle hukuk nosyonu ile donatılmış ve bu iki özelliği bünyesinde toplayan askeri hâkimler eli ile yapıldığı takdirde daha faydalı olacaktır."

Komisyon raporunda yer alan şu cümleler de dikkat çekici:

"İdari yargının bütünlüğü fikri 'mutlak ve istisnasız' bir kural olarak düşünülemez. 'Toplumsal yapı ve sosyal seviye' idari yargının bütünlüğü ilkesinin göz ardı edilerek, bünyeye en uygun ve ideal olan bir sistemin tercihini ve 'İdari Yargının Bütünlüğü' şeklindeki teorinin ihmalini gerektirebilir." (!)

Bu cümleler -öyle ya da böyle fark etmez- Danıştay'ın "idare" tarafından nasıl bir muameleye tabi tutulduğunun iyi bir özeti olsa gerek.

AYİM'in "bağımsızlık" tarihi daha ne kadar sürecek dersiniz?

Soruyu şöyle de sorabiliriz: Danıştay 30'lu yıllarda bile görüldüğü gibi - asker-sivil fark etmez- "İdari Yargının Bütünlüğü"nü ne zaman talep edecek?

AYİM hakkında epeyce eleştirel söz ettikten sonra, bu mahkemenin –önceden birçok kere tekrarladığım gibi- varlığını anlamlı kılan bir yönünü hatırlatmadan yazıya nokta koymak istemiyorum.

AYİM, epeyce yıl önceden ve epeyce çok sayıda "kışla dayağı"nın trajik sonuçlarına ilişkin çok yerinde ve çok takdir toplayan kararlar da alan bir mahkemedir. Mahkeme bu kararlarıyla "kışla dayağı"ndan dolayı hayatını kaybeden ve ağır zarar gören birçok davacının başvurusunu olması gerektiği gibi tazminat ve mahkûmiyet ile sonuçlandırmıştır. Bunu da unutmamamız gerekiyor.

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=25201&y=KursatBumin
#862
Bizim tabii ki, başka kimin olacak? Yoksa şüpheniz mi vardı? Yirmisindeki fidan gibi çocuklarımızı, askere uğurlarken boşuna mı bağırıyoruz "En büyük asker bizim asker" diye?

Konvoylar yapıyoruz, şahinlerin doğanların içine doluşuyoruz, camlarından sarkıyoruz...

Başka kim yapabilir bunu?

Ne doğuda, ne batıda...

Hiç kimse o cesareti gösteremez.

Sarkozy bile öyle sarkamaz hızla giden arabaların, minibüslerin camından.

*

O gençler davulla zurnayla uğurlanacak, güle oynaya yolcu edilecek, düğüne gider gibi.

Gidecekler, vatanı bekleyecekler.

Kimi sınırda nöbet bekler...

Kimi patates soyar...

Kimi de gerektiğinde çatışmaya girer.

Hangisine ne görev verileceğini biz tayin etmeyiz.

Bazı hizmetlerde sivil uzman görevlilerin istihdam edilmesiyle ilgili karar, geniş çapta uygulamaya konulursa da patates soyma, garsonluk yapma gibi konular tarih olur.

*

"En büyük asker bizim asker" diye tempo tutulurken, kimin aklından ne geçiyor, onu da merak ederim hep.

Biri, mesela askere giden gencin babası, 'asker' sözünden tümden orduyu anlıyor olabilir.

Bir diğeri ise, mesela delikanlının annesi, aslan gibi oğlunu...

O sırada arkadaşları, az sonra yola çıkacak olan delikanlıyı, patates çuvalı gibi havaya atıp tutmaktadırlar.

*

Bazen yol kesilir... Trafik tıkanır... Halay çekilir...

Davulcu tam göbeğine vurur tokmağını; güm be de güm güm...

Zurnacı bütün nefesini verir...

O arada kornalar da çalınmaktadır.

Uzaktakiler, tıkanan trafiğin açılması için kornaya basarken, yakındakiler coşkuyu artırmak için 'dat dat'lamaktadırlar.

Acelesi olanlarsa, şüphesiz sıkıntıdan patlamaktadırlar.

*

Hasta vardır, sakat vardır, doğuma yetişecek olan vardır, mühim değil.

Yolu kesenler orasını düşünmez.

Doğacağı varsa doğar, öleceği varsa ölür nitekim.

Fazla abartmaya gerek yoktur.

Asker uğurlamadan daha yüksek öneme sahip olamaz ya bekleyenler.

Delikanlılar arasından heybetli biri, geride bekleyip korna çalanlara yol tarif eder:

"Şu sokaktan sağa dön, sonra sola, tekrar sağa, bir sağ daha yaptın mı, yüz metre ileriye çıkarsın merak etme. Peşindekiler de seni takip etsin."

*

Keyifler olduğu zaman, kurtlar dökülmüş, harçlıklar toplanmış demektir, yola çıkılır.

Konvoy halinde hızla gidilirken, bazen bir iki kaza olabilir.

İnsanlık hali.

Minibüs şoförünün camdan sarkan on beş, on altı yaşındaki kızı düşmüş, arabanın altında kalmış ve hayatını kaybetmiştir mesela.

Kim buna "uğursuz uğurlama" diyebilir?

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=07.12.2010&y=MehmetSeker
#863
Bildiğiniz gibi "Kadına Karşı Şiddetle Uluslararası Mücadele" haftası da geçti, bizde ise bunları yazmak, haykırmak için özel günler, haftalar yetmez, devamlı yazsak bile aynı olayların tekrar tekrar yaşandığını, hiçbir şeyin değişmediğini görüyoruz. Onun için kendi mücadelemizi bütün umursamazlıklara rağmen sürdürmek zorundayız.

Birkaç gün önce haberdi, ben de Türkiye'de töre cinayeti veya aynı çağdışı saçmalık nedeniyle ile çocuk yaşta kızları intihara zorlamak, yine çocuk yaşta kızları evlendiren babalar ve onlarla utanmadan evlenen kazık kadar adamlar, bunların hepsine verilmesi gereken ve hakimlerin de saçmalayarak vermediği cezalar gibi en önemli şiddet olaylarından biri olan bu eylemi atlamayacağım. Isparta'da 9 yaşındaki kız çocuğa taciz davasında (bu vahşet olayından, "tecavüz" demekten utandığımız için haberler hep "taciz" diye veriliyor) mahkeme heyetinin 3. kez "çocuğun ruh sağlığının bozulup bozulmadığına dair rapor istemesi" acılı babayı çileden çıkarmış. "Maddi açıdan sıkıntıya da düştüklerini, evleri ile çaycılık yaptığı dükkanı sattığını, diğer çocukların kızıyla alay etmesi ve söylentiler nedeniyle ilçede huzurlarının da kalmadığını" söyleyen adamcağız haklı olarak isyan etmiş.

Sebep "Adli Tıp" denen kurumun bir kez daha skandal yaratması... Birinci raporda "mağdur çocuğun ruh sağlığının bozulmadığını" bildirirken ikincide tam aksi yönde karar vermesi... Böylece zaten çocuk yaşta karşılaşan bir en iğrenç eylemle çocuğun ve ailenin kurul önünde çirkin olayı tekrar tekrar hatırlamak, yaşamak, sorgulanmak zorunda bırakılması ve Adli Tıp'ın hatasının bedelinin onlara ödetilmesi... Acaba bu mahkemelerin hakimlerinin çocukları benzer bir olayla karşılaşsa "ruh sağlığı bozuldu mu" diye sorulmasını ister ve beklerler miydi karar vermek için? Bir çocuğun (hatta yetişkinin) ruh sağlığını bu olay da bozmazsa ne bozar?

Hiçbir Batı ülkesinde mağdur çocuklara böyle bir işkence yapılmıyor, mahkemeler yıllarca sürmüyor, adli tıplar oyalamıyor ve tecavüzcüler en kısa zamanda en ağır cezaları alıp en az 15-20 yıl hapse mahkum oluyorlar. Sadece adaletin yerini bulması için değil, toplumun; diğer çocuk ve kadınların da güvenliği için... Bu rezalete ne zaman son verilecek, çocuk tecavüzcüleri ne zaman en ağır cezalarla lanetlenecek ?

Kadın Bakanı'nın veya TBMM'de Güldal Mumcu'ya mektup yazmakla uğraşan "Kayıp ve Mağdur Çocukları Araştırma Komisyonu" Başkanı'nın bir gayretini görebilir miyiz acaba? Bu çocuk ve ailesinin, aynı durumdaki diğer çocukların mağduriyetine son verilmesini bekliyoruz.

http://haber.gazetevatan.com/Haber/344998/1/Gundem
#864


İngiltere polisi, WikiLeaks internet sitesinin kurucusu Julian Assange'ın gözaltına alındığını bildirdi.

Londra Emniyet Müdürlüğü, Assange'ın İsveç tarafından yayımlanan tutuklama emri uyarınca İngiliz polisi tarafından gözaltına alındığını kaydetti.

İsveç, sızan gizli ABD diplomatik yazışmalarını sitesinde yayımlamayı sürdüren Avustralyalı 39 yaşındaki Assange hakkında, ağustos ayında İsveç'e yaptığı ziyaret sırasında 2 İsveçli kadına tecavüz ve cinsel tacizde bulunduğu gerekçesiyle tutuklama emri çıkarmıştı.

MAHKEMEYE ÇIKARILACAK

İngiltere'nin başkenti Londra'da gözaltına alınan Wikileaks'in kurucusu Julian Assange'ın bugün Westminster Mahkemesine çıkarılması bekleniyor.

İngiliz basını, Assange'ın TSİ 11.30 sırasında Londra'daki bir polis merkezine kendi isteğiyle gittiğini, burada gözaltına alındığını ve birkaç saat içerisinde Londra'daki Westminster Mahkemesine çıkarılmasının beklendiğini bildiriyor. Assange'ın polis merkezine geleceğini ve saatini önceden bildirdiği kaydediliyor.

İsveç, tecavüzle suçlanan Assange için Avrupa çapında tutuklama emri çıkartmıştı. İngiliz polisi dün akşam, İsveçli yetkililerden ellerine tutuklama emrinin ulaştığı konusunda Assange'ın avukatı Mark Stephens'ı bilgilendirdi. Stephens müvekkilinin, hakkındaki suçlamaların ne olduğunu bilmek istediğini ve adını temize çıkarmak istediğini söyledi.

İngiliz basını, Assange'ın İngiltere'de olduğunun bilindiğini ve bu hafta gözaltına alınabileceğini bildiriyordu.

Wikileaks'in kurucusu Julian Assange'ın avukatı Mark Stephens, İsveç'te müvekkili aleyhinde yürütülen cinsel taciz soruşturmasının "siyasi içerikli" olduğunu savunarak, bu iddialara karşı mücadele vereceklerini söylemişti. Assange, hakkındaki cinsel taciz suçlamalarını reddediyor.

Wikileaks'in son olarak ABD Dışişleri Bakanlığının yazışmalarıyla ilgili yayımladığı belgeler tepkilere neden oldu. ABD ve İngiltere gibi ülkeler bu belgelerin yayımlanmasının, ülkelerin güvenliği açısından tehlike teşkil ettiğini bildirmişti.

Şifreli Belgeler Açıklanacak mı?

Dünya gündemini bu olay meşgul ederken teknoloji sitesi ShiftDelete.Net, Assange'ın tutuklanmamak için aldığı önleme değindi. WikiLeaks'in kurucusu geçtiğimiz haftalarda internet paylaşım platformlarına şifreli belgeler yollamıştı.

Assange, başına bir iş gelmesi durumunda yardımcılarının bu belgelerin açılmasını sağlayacak şifreyi yayınlayacağını belirtmişti.

Site yönetimine göre bu bilgiler şu anda yayında olan dosyalardan bile daha tehlikeli.

WikiLeaks kıyameti olarak adlandırılan belgelerde savaş çıkartacak kadar kritik içeriklerin olduğu Julian Assange tarafından açıklanmıştı.

AA
http://www.haber7.com/haber/20101207/Olay-adam-Julian-Ingilterede-tutuklandi.php


Wikileaks'in kurucusu Assange, tutuklandı


Westminster Asliye Hukuk Mahkemesi'ne çıkarılan Wikileaks'in kurucusu Julian Assange, tutuklandı. Assange 14 Aralık'taki duruşma tarihine kadar tutuklu kalacak. Mahkemenin önünde 100'den fazla basın mensubu bekliyor.

Westminster Asliye Hukuk Mahkemesi'ne çıkarılan Wikileaks'in kurucusu Julian Assange, tutuklandı. Assange 14 Aralık'taki duruşma tarihine kadar tutuklu kalacak.

Wikileaks'in kurucusu Julian Assange'ın gözaltına alınmasının ardından çıkarılacağı Westminster Asliye Hukuk Mahkemesinin önünde 100'den fazla basın mensubu bekliyor.

İngiltere'nin başkenti Londra'da bu sabah, İsveç'in Avrupa genelinde hakkında tutuklama emri çıkarttığı ve tecavüzle suçladığı Assange gözaltına alındı. Julian Assange gözaltına alınmasının ardından öğle saatlerinde Westminster Asliye Hukuk Mahkemesine getirildi. 100'den fazla basın mensubu mahkemenin önünde beklerken, Assange, avukatlarıyla mahkemenin arka kapısından içeri girdi.

Bugünkü ön duruşmada, İsveç'in Assange'la ilgili tutuklama talebinin geçerliliği görüşülecek. İngiliz basını kısa sürmesi beklenen ön duruşmada ayrıca, asıl duruşma tarihinin belirleneceğini bildiriyor. Birkaç hafta içinde görülmesi beklenen asıl duruşmada ise, Assange'ın İsveç'e iade edilip edilmeyeceği konusunun ele alınacağı belirtiliyor.

İngiliz basını ayrıca, Assange'ın gözaltına alınmasının Wikileaks'in son yayımladığı ABD Dışişleri Bakanlığı yazışmalarıyla ilgili olmadığına dikkati çekiyor.

Assange'ın, İsveç'e ağustos ayında yaptığı bir seyahatte iki kadına tecavüz ettiği iddia ediliyor. Assange ise iddiaları reddediyor.

AA
http://www.haber7.com/haber/20101207/Wikileaksin-kurucusu-Assange-tutuklandi.php
#865


Yönetmelik değişmedikçe fişleme asla bitirilemez

GÜLİZAR BAKİ - İSTANBUL

Özellikle 28 Şubat sürecinde fişleme aracı olarak kullanılan 12 Eylül darbe dönemine ait 'kılık kıyafet yönetmeliği' hâlâ yürürlükte. Kamu kuruluşlarının bununla ilgili her ay valiliklere rapor yazma mecburiyeti var. Hukukçular, söz konusu antidemokratik uygulamaların bir an önce kaldırılması gerektiğini belirtiyor.

12 Eylül darbesi ve 28 Şubat sürecine ait antidemokratik genelge ve yönetmelikler halen uygulanmaya devam ediyor. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri 25 Ekim 1982 tarihinde çıkan "Kamu Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık ve Kıyafetlerine Dair Yönetmelik". Söz konusu yönetmelik, özellikle 28 Şubat sürecinde fişleme aracı olarak kullanıldı. Dönemin başbakanı Mesut Yılmaz, buna dayanarak bir genelge yayımladı. Genelgede 'kamuda çalışan personelin kılık kıyafetlerinin sürekli olarak kontrolü' isteniyor. Ayrıca genelgeye eklenen 'takip formu'nda bütün kamu kurumlarından her ay valiliklere 'kılık kıyafete dair açılan soruşturmalarla ilgili rapor yazmaları' gerektiği belirtiliyor.

Halen yürürlükte olan 1982 tarihli yönetmeliğin altında Hasan Celal Güzel'in de imzası var. Güzel, tüm itirazlarına rağmen cuntanın kendisine zorla imza attırdığını anlatıyor. Ona göre idari metin olduğu için söz konusu yönetmeliğin bugün iptal edilmesi son derece kolay. Eski Cumhuriyet Başsavcısı Reşat Petek de bu gibi genelge ve yönetmeliklerin bir an önce kaldırılması gerektiğini vurguluyor. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Turan Yıldırım ise bu tür yönetmelikler yoluyla 28 Şubat kararlarının el altından uygulandığına dikkat çekiyor.

1998 yılından beri her ay mutat olarak kamu kurum ve kuruluşlarındaki yöneticiler personeli hakkında bir üst yönetime birçok rapor gönderiyor. Bunlardan birisinde kamuda "kılık kıyafete muhalefet" edenlerin olup olmadığı, irticai faaliyetlerde bulunanlar var mı yok mu, Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında olumsuz kanaati olanlar var mı aylık olarak Başbakanlık'a bildiriliyor. Bu raporlara belediyeler için bir detay daha ekleniyor; Türk Silahlı Kuvvetleri'nden atılmış birisi çalıştırılıyor mu? Yoksa bu bile bir üst yönetime rapor ediliyor.

Kenarda köşede kalmış darbe dönemine ait bu gibi genelge, yönetmelik, kararnamelerin bir an önce kaldırılması gerektiğine dikkat çeken eski Cumhuriyet Başsavcısı Reşat Petek, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bir talimatıyla bu gibi antidemokratik uygulamaların sona ereceği görüşünde. 28 Şubat sürecinde eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun yaptığı; "28 Şubat bin yıl sürecek" açıklamasını hatırlatan Petek, "Bu tüzük, yönetmelik ve genelgeler kaldırılmazsa anayasa ve kanunlar değiştirilse de 28 Şubat devam eder." diye konuşuyor.

Hasan Celal Güzel ise yönetmeliğin cuntadan gelen bir telefonla hazırlandığını anlatıyor. "Kılık-kıyafet yönetmeliği hazırlandığında Başbakanlık müsteşarlığına vekâlet ettiğini hatırlatan Güzel, tüm itirazlarına rağmen cuntanın yönetmeliği kendisine imzalattığını kaydediyor. Güzel'e göre söz konusu yönetmelik ve genelge, idari metin olduğu için iptal edilmesi son derece kolay.

Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Turan Yıldırım, Başbakanlık'ın personelin davranış ve tutumlarına dair her zaman bilgi almaya yönelik genelgeler gönderebileceğinin altını çiziyor. Yıldırım, "Memurlar vatandaşa nasıl davranıyor, görev ve sorumluluklarını yerine getiriyor mu, vatandaşa saygısızlık etti mi gibi sorular sorabilir. Fakat 1998 tarihli bu genelgede sadece kılık kıyafetin sorulması normal değil. Genelgenin Türkçesi, başörtüsü yasağı. 28 Şubat ürünü genelge bu açıdan son derece tuhaf." ifadelerini kullanıyor. Genelgenin demokratikleşme adımlarının atıldığı şu dönemde hâlâ uygulanıyor olmasıyla ilgili olarak Yıldırım; "Başbakanlık'ın aklına gelmemiştir, gözünden kaçmıştır." değerlendirmesinde bulunuyor. Yıldırım, "Anayasa ve kanunlarda değişiklikler yapılıyor. Fakat 28 Şubat kararları el altından uygulanmaya devam ediyor." ifadelerini kullanıyor.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1061493&title=yonetmelik-degismedikce-fisleme-asla-bitirilemez
#866
Alman kamu bankası, bir Türk armatöre karşı 75 milyon liralık davanın seyrini lehine çevirmek için Türkiye'de mahkemeye 5 milyon Euro rüşvet vermekle suçlanıyor. İz süren müfettişler rüşveti ortaya çıkardı.

Hayri TAYÇU'nun haberi

Alman gazetesinin haberine göre, HSH Nordbank tazminat isteyen Türk armatöre karşı davada lehlerine karar çıkması için bir güvenlik şirketine 7 milyon euroluk rüşvet teklif etti.

Almanya'da Schleswig Holstein ve Hamburg eyaletlerinin sahibi olduğu HSH Nordbank'ın iki yıl önce Türk hâkimlere rüşvet vererek aleyhine gelişen bir davayı kazandığı iddia edildi. Alman Süddeutsche Zeitung gazetesinin haberine göre banka, yedi yıl önce ismi henüz açıklanmayan bir Türk armatöre borç verdi. Aldığı parayla yeni bir gemi filosu kuran Türk armatör, borçlarını zamanında ödemeyince, banka filoya el koyarak parasını geri aldı. Gelişmenin yargıya taşınması ve armatörün tazminat istemesi sonucunda olay yeni bir boyut kazandı.

PRİM VAADİ

İddiaya göre Alman kamu bankası HSH Nordbank, Türkiye'de iyi ilişkilere sahip olduğunu bildiği Prevent AG adlı güvenlik şirketine, Türk yargısının kendisi lehine karar alması için 7 milyon euroluk prim teklif etti.

Teklifin ardından dava Türkiye'deki bir üst mahkemede de HSH Nordbank lehine gelişti. Bankayı mercek altına alan müfettişlerin, neden belirtilmeksizin 5 milyon euroluk meblağın adı geçen şirkete havale edildiğini belirlemesinden sonra yolsuzluk ortaya çıktı. Türk yargısının rüşvet olayına nasıl karıştığı ise Alman savcılar tarafından araştırılıyor.

TAZMİNAT KAZANDI

HSH Nordbank Yönetim Kurulu, konu ile ilgili olarak herhangi bir açıklamada bulunmaz iken, Alman Hür Demokrat Parti (FDP) Schleswig Holstein Eyalet Teşkilat Başkanı Wolfgang Kubicki, bankanın adının rüşvet olaylarına karışmasının "kabul edilemez" olduğunu söyledi.

Diğer yandan dava ile ilgili Türkiye'de yeni bir gelişme yaşandı. Geçen ekim ayında görülen yeni bir davada bankanın armatöre 75 milyon euro tazminat ödemesi kararlaştırıldı. Ekonomik krizle beraber devlet yardımları sayesinde iflasın eşiğinden dönen HSH Nordbank, denizcilik alanında yaptığı yatırımlarla bu sektörünün en büyük finansman kaynakları arasında kabul ediliyor.

http://www.sabah.com.tr/Gundem/2010/12/05/alman_bankasindan_yargiya_rusvet_iddiasi
#867


Tarihçi Doç. Dr. Mehmet Ö. Alkan, Atatürk'ün "Mustafa Kemal" ismini ölmeden önce "Kamal" olarak değiştirdiğini söyledi.

Öznur KARSLI / VATAN İSTİHBARAT

Tarihçi Doç. Dr. Mehmet Ö. Alkan, Atatürk'ün, tarih kitaplarına konu olan ve öğretmeni tarafından verilen "Mustafa Kemal" ismini ölmeden önce "Kamal" olarak değiştirdiğini söyledi.

MUSTAFA Kemal Atatürk'ün şimdiye kadar doğum tarihi ve isimleri sayısız tartışma konusu oldu. Hatta Matematik Öğretmeninin ona "Kemal" adını vermesi tarih kitaplarında yer aldı. Ancak Atatürk'ün 1935 yılında matematik öğretmeninin kendisine verdiği "Kemal" ismini değiştirerek "Kamal" yaptığı iddia edildi. Doğumundan ölümüne kadar Mustafa, Mustafa Kemal, Mim Kemal, M.Kemal Bey, M.Kemal Paşa, Gazi Mustafa Kemal Paşa ve Gazi Paşa isimlerini kullanan Atatürk'ün ölümünden 1 yıl önce ismini ordu ve kale anlamına gelen "Kamal" olarak değiştirmesinin hikayesini İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Ö. Alkan araştırdı. Doç. Dr. Alkan'ın ilgi çekecek yaptığı araştırması Toplumsal Tarih Dergisinin Aralık ayı sayısında okuyucuyla buluştu.

Amcasının ismi verildi

Doç. Dr. Alkan araştırmasında ilk önce Atatürk' "Mustafa" isminin nasıl verildiğini kardeşinin ağzından anlatıyor.

Atatürk'ün kardeşi Makbule Atadan ağabeyisine "Mustafa" isminin nasıl verildiğini şöyle anlatıyor: "Ağabeyime ad koymak için bütün hısım ve akraba toplanmışlar. Birçok ad söylemişler. Fakat babam bunların hiçbirini beğenmeyerek, ağabeyimin adını(Mustafa)koymuş. Bunun sebebi de, babam küçükken kardeşi Mustafa'nın salıncağını sallarken onu düşürüp ölümüne sebep olmuş. Kardeşinin hatırasını yaşatmak için ağabeyime Mustafa adını koymuşlar."

Atatürk'ün ailesinin kendisine koyduğu isimden hiç memnun olmadığını ise Doç. Dr. Alkan onun yıllar sonra verdiği bir hatıratıyla ifade ediyor. Atatürk isminden duyduğu memnuniyetsizliği "Ben kendi adımdan hiç memnun değilim.

Böyle koymuşlar. Bir gün erkek çocuğu doğuran bir hanım, çocuğuna "Mustafa Kemal" adını koymak istemiş. Bu konuda benim onay vermemi istediler. Kendilerine benim bu adı hiç sevmediğimi, fakat ana hakkına karışmayacağımı, diledikleri adı koymakta özgür oldukları cevabını verdim" sözleriyle anlatıyor.

Yeni adı yurda duyuruldu

Alkan, "Kemal" isminden "Kamal"e gidişi ise bir çok belgelerle ortaya koyuyor. Atatürk'ün ailesinin ona verdiği ismi zamanla kendisinin değiştirdiğini ve yeni isminin tüm yurda duyurulması ise Soyadı Kanunu ile oluyor. Kanun sonrasında Atatürk için hazırlanan nüfus kağıdının fotoğrafı ilk kez Ulus gazetesinde yayınlanmış ve altına şu cümle yazılmıştır: "Kurultay'ın, Reisicumhurumuz Atatürk'e bu soyadını vermesi üzerine değiştirilen hüviyet cüzdanının dün aldırdığımız bir fotoğrafını da okurlarımıza sunuyoruz"

Cüzdanında "Kamal" adı

Kemal ismi resmen "Kamal" olmuş, bu nedenle Atatürk'e hemen ikinci bir nüfus cüzdanı çıkarılmıştır. "Kamal" isminin Türkçe, "Kemal" adının ise Arapça olduğunu söyleyen Doç. Dr. Alkan bu değişikliğin dilde sadeleşmeyle ilgisi olduğuna da dikkat çekiyor ve ekliyor: "Dilde özleştirme veya tasfiye hızlanmış, yeni sözcükler icat edilmiştir. 'Kemal'in 'Kamal'a dönüşmesinin de hararetli ortamlardaki kazalardan biri olduğu anlaşılmaktadır. Atatürk 1937'nin sonuna doğru bu fiili olarak 'Kamal' isminden vazgeçiyor, yazışmalarında tekrar 'Kemal' ismini kullanıyor. Ama öldüğünde kullandığı nüfus cüzdanında 'Kamal' ismi yazıyor. Yani resmi olarak bu isimden vazgeçmiyor."





http://haber.gazetevatan.com/Haber/344560/1/Gundem
#868


Muş'ta yaşayan Çelik ailesinin 55 yıldır devam eden tapu davası filmlere konu olacak nitelikte.

Bundan 55 yıl önce Muş'un Hoşgeldi köyünde yaşayan Çelik ailesinin açtığı tapu davası 200'ü aşkın duruşmaya rağmen hâlâ sonuçlanmadı. Davaya bakan 40 hakim arasında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya da var. Davanın hikâyesi şöyle: Baran ve Abdülaziz Çelik, 1954 yılında toprak paylaştırma komisyonu tarafından başkasına verilen toprakların kendilerine ait olduğu gerekçesiyle dava açıyor. Ancak ne Baran ne de oğlu Cemil Çelik'in ömrü davanın sonuçlanmasına yetiyor. Muş'ta yaşayan ve 'Bu dava açıldığında 6 yaşımdaydım.' diyen davacılardan Şirin Çelik (60) olayı şöyle anlatıyor: "Muş'a bağlı Gülçimen köyü ile Hoşgeldi köyü komşu iki köy, bunları birbirinden ayıran sınırdan bizim topraklarımız geçiyor. Tapu kadastro iki köy arasında kalan araziyi parsellere bölüyor. Arada kalan arazi Gülçimen köyü sınırlarına ait diyerek bizim olan arazi de Hazine arazisi olarak kaydediliyor. Araziyi parselliyorlar ve 3 kişinin üzerine tapu ediyorlar. Arazi parsellere bölündükten sonra aradan 6 ay geçiyor, dedemler tarlayı nadas etmeye gidiyorlar, bakıyorlar ki tarlayı başkaları nadas etmiş. Şaşırıyorlar. Karşı taraf da diyor ki 'Burayı bize devlet verdi, elimizde de tapu var.' Biz de Çelik ailesi olarak davayı açıyoruz. O gün bugündür dava sürüyor."

Dava üçüncü kuşaktan torun olan Sinan Çelik'e (30) miras kalmış. Çelik, hakimlerin tayinlerinin çıkmasından dolayı davanın sürekli başa döndüğünü söyledi. Çelik, "Topraklarımızın tapusu elimizde, bütün bilgiler veriler toplanmış durumda fakat mahkeme davayı sonuca bağlayamıyor." dedi. Çelik, 'makul sürede yargılanma hakkı' ihlal edildiği için AİHM'ye başvuracağını da sözlerine ekliyor.

TUĞBA MEZARARKALI - İSTANBUL
#871
Ezbere bilginin marifeti: Hazreti Şaban :)

http://www.youtube.com/watch?v=uV1BME2M6tw#
#872
Montreal'de düzenlenen olimpiyatlara giden badi (body) Ekrem, yaşadıklarını hababam sınıfıyla paylaşıyor :)

http://www.youtube.com/watch?v=SiROVKUnXA0#
#873
Sahte tarih öğretmeni, o esnada sınıfa giren bir müfettiş ve balkan savaşları :)

http://www.youtube.com/watch?v=IyYUQZmu3hI#
#874
Tünelin sonu Mahmut Hocanın odasına çıkınca :)

http://www.youtube.com/watch?v=l52YpTC-u1U#
#875
Paypal, Wikileaks'in bağış hesabını kapattı

İnternet üzerinden para ödeme servisi PayPal, WikiLeaks internet sitesinin bağış toplarken kullandığı hesabını kapattı.

Merkezi ABD'de bulunan PayPal, sızan 250 bin adet gizli ABD diplomatik yazışmasını yayımlamaya başlayan WikiLeaks'in hesabını, "hizmet politikalarını ihlal ettiği" gerekçesiyle kapattığını bildirdi.

WikiLeaks'in Twitter'daki sayfasındaki açıklamada da, "PayPal'ın, ABD hükümetinin baskısı üzerine WikiLeaks'i yasakladığı" ifadesi kullanıldı.

PayPal'ın açıklamasında, "PayPal WikiLeaks tarafından kullanılan hesabı, hesabın başkalarını yasadışı faaliyetlere teşvik etmek, bu faaliyetler için desteklemek ya da yönlendirmek için kullanılamayacağına ilişkin Kabul Edilebilir Kullanım Politikası'nı ihlal nedeniyle, daimi olarak yasakladı" denildi.

WikiLeaks'in faaliyetlerinin finansmanı için bağış sağladığı yollardan birisinin, PayPal hesabı olduğu belirtiliyor.

Hükümetlerin ya da kuruluşların etik dışı ya da yasalara aykırı faaliyetlerini kamuoyuna duyurmak amacıyla sızdırılmış belgeleri yayımladığını bildiren WikiLeaks internet sitesi, "wikileaks.org" adresinin ABD'deki iki internet sağlayıcısı tarafından iptal edilmesi üzerine, yaklaşık 6 saat süren bir kesintinin ardından kullanıcılarını İsviçre merkezli "www.wikileaks.ch" adresine yönlendirmişti. AA

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1060923&title=paypal-wikileaksin-bagis-hesabini-kapatti


Wikileaks'in kurucusuna "kırmızı bülten"


Uluslararası Polis Teşkilatı İnterpol, "tecavüz ve cinsel taciz" soruşturması çerçevesinde İsveç tarafından aranan Wikileaks sitesinin sahibi Julian Assange hakkında, uluslararası tutuklama emri (kırmızı bülten) çıkardığını bildirdi.
İnterpol sözcüsü, İsveç adına bir kırmızı bültenin bulunduğunu belirtti.

İsveç'te, 18 Kasımda Julian Assange hakkında, tecavüz suçundan tutuklama kararı verilmişti.

Stockholm savcısı, geçen Ağustos ayında İsveç'i ziyaret eden Assange hakkında, iki kadının tecavüz suçlaması ile savcılığa başvurmaları üzerine soruşturma başlatmıştı. Savcı, Assange hakkında tutuklama kararı çıkarıldığını, sanığın ifadesini almak için arandığını açıklamıştı.

http://www.stargazete.com/dunya/wikileaks-in-kurucusuna-kirmizi-bulten--haber-312689.htm


Wikileaks'in kurucusu Assange'ın annesi: Oğlumu rahat bırakın


ABD Dışişleri Bakanlığı'nın diplomatik gizli yazışmalarını yayımlayarak dünya gündemine oturan Wikileaks adlı internet sitesinin kurucusu Julian Assange'ın annesi, "oğlunun rahat bırakılmasını" istedi.

"Tecavüz ve cinsel taciz" soruşturması çerçevesinde İsveç tarafından aranan, Uluslararası Polis Teşkilatı İnterpol'ün hakkında uluslararası tutuklama emri (kırmızı bülten) çıkardığı Assange'ın annesi Christine Assange, Avustralya'nın ABC televizyonuna yaptığı açıklamada, "O benim oğlum, peşine düşülmemesini ve tutuklanmamasını istiyorum" dedi.

Christine Assange, tutuklama emrini kastederek "her anne gibi bu durumdan üzüntü duyduğunu" belirtti.

Avustralya'nın Queensland eyaletinde yaşayan Christine Assange, medyadan kaçmak için Melbourne'a taşındığı iddialarını da yalanlayarak, "Ben ve Julian ile ilgili yazılan çoğu şey doğru değil" dedi.

ABC'ye göre, Christine Assange Queensland'in Noosa bölgesinde bir kukla tiyatrosunu işletiyor.

İsveç'te, 18 Kasımda Julian Assange hakkında, tecavüz suçundan tutuklama kararı çıkarılmıştı.

Stockholm savcısı, geçen ağustos ayında İsveç'i ziyaret eden Assange hakkında, iki kadının tecavüz suçlaması ile savcılığa başvurmaları üzerine soruşturma başlatmıştı. Savcı, Assange hakkında tutuklama kararı çıkarıldığını, sanığın ifadesini almak için arandığını açıklamıştı.

Assange'ın nerede olduğu bilinmiyor. AA

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1059446&title=wikileaksin-kurucusu-assangein-annesi-oglumu-rahat-birakin
#876
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan'a Pakistan'da sivillere verilen en yüksek ödül olan Hilal-i Pakistan (Pakistan Hilali) ödülü verilecek.

Emine Erdoğan'ın Pakistan-Türkiye ilişkilerine katkısından dolayı layık görülen ödül, gelecek hafta Türkiye'ye resmi bir ziyaret gerçekleştirecek olan Pakistan Başbakanı Yusuf Gilani tarafından takdim edilecek. Emine Erdoğan, Pakistan'ı vuran sel felaketinin ardından eylül ayında bu ülkeye giderek selzedeleri ziyaret edip, yardım faaliyetlerinde bulunmuştu.

Hilal-i Pakistan ödülü, uluslararası kamuoyunda İslamofobiye karşı verdiği mücadele ve Keşmir konusundaki çabaları nedeniyle mart ayında da İslam Konferansı Teşkilatı Genel Sekreteri Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu'na Devlet Başkanı Asıf Ali Zerdari tarafında verilmişti.

http://www.haber7.com/haber/20101204/Emine-Erdogana-ulkenin-en-buyuk-odulu.php
#877





Ordu Vergi Mahkemesi Hakimlerinden Ramazan ASLAN, geçirdiği elim bir trafik kazası sonucunda 13.11.2010 tarihinde 3,5 aylık çocuğuyla birlikte vefat etmiş bulunmaktadır. Müteveffa Ramazan Bey'e ve çocuğuna Allah'tan rahmet, eşi, anne-babası, dost ve akrabalarına sabır ve tüm yargı camiasına başsağlığı dileriz. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun (O'ndan geldik ve yine O'na döneceğiz).

Feci kazanın detayları şu şekilde:

MALATYA'DA TRAFİK KAZASI: 2 ÖLÜ, 4 YARALI

-YOLA ÇIKAN KÖPEĞE ÇARPTIKTAN SONRA ŞERİT DEĞİŞTİREN OTOMOBİLİN YOL AÇTIĞI KAZADA BABA İLE 1 AYLIK BEBEĞİ CAN VERDİ

MALATYA - Malatya'da meydana gelen trafik kazasında 2 kişi öldü, 4 kişi yaralandı.
    Alınan bilgiye göre, Adıyaman istikametinden Malatya'ya gelmekte olan Nedim Kaloğlu yönetimindeki 02 KC 090 plakalı otomobil, Cumhuriyet Örnek Köyü mevkisinde aniden yola çıkan bir köpeğe çarparak şerit değiştirdi.
    Karşı şeride geçen otomobil, Malatya yönünden Adıyaman istikametine giden Ramazan Aslan idaresindeki 06 BL 9273 plakalı otomobille kafa kafaya çarpıştı.
    Kazanın ardından şarampole ve yola savrulan otomobillerden çıkarılan yaralılar İlknur Kaloğlu, Nedim Kaloğlu, Ayşe Kulak, Mahide Aslan ambulanslarla Malatya Devlet Hastanesi ile Beldağı Devlet Hastanesine kaldırıldı.
    Olay yerinde yaşamını yitiren Ramazan Aslan ile 1 aylık olduğu belirtilen kızı Selda Yüksel Aslan'ın cenazeleri yapılan incelemenin ardından Adli Tıp Kurumuna sevk edildi.
    Malatya Adıyaman Karayolunun bir şeridinin kapanması nedeniyle araç geçişleri bir süre kontrollü olarak sağlandı.

http://www.malatyaguncel.com/news_detail.php?id=53664&uniq_id=1291980085
#878
Prof. Dr. Atila Yetişemiyen, ''süttozu ithalatında melamin tehlikesinin söz konusu olmadığını, bu tür iddiaların çok önemli bir besin maddesi olan süttozunun itibarını sarstığını'' söyledi.

AB'liği ile yapılan Gümrük Birliği Anlaşması gereği 1996 yılından bu yana AB'ye süttozu için tarife kontenjanı açılıyor. Aynı kapsamda sanayicilerin ihtiyaçları dikkate alınarak, Ekim ayında, ülke ayrımı yapmaksızın, sıfır (0) gümrük vergisi ile ithalat yapmak üzere 2500 ton süttozu, 2000 ton tereyağı ithalatı için tarife kontenjanı açılmasından sonra, ''melaminli süttozu ithal edilecek'' yönünde yanlış değerlendirmelerin yapıldığına işaret eden Ankara Üniversitesi (AÜ) Ziraat Fakültesi Süt Teknolojisi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Atila Yetişemiyen, ''İki yıl önce Çin'de yaşanan melaminli süttozunun ölümlere neden olması olayından sonra, başta ABD, AB ülkeleri olmak üzere ithalatçı ülkeler ithalatı durdurup gerekli önlemlerini almıştır. Bugün Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın laboratuvarları, bu konuda gerekli testleri yapacak durumdadır. Dolayısıyla bu bağlamda süttozu ithalatında bir risk olması söz konusu olamaz'' dedi.

Süttozunun ''doğal sıvı sütün sadece kurutma teknikleri ile toz haline getirilmiş biçimi'' olduğunu, üretim sırasında hiç bir katkı maddesinin kullanılmasının söz konusu olmadığını vurgulayan Prof. Dr. Yetişemiyen, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ''melamin'' söylentilerinin, halkta son derece değerli ve önemli bir besin maddesi olan süttozuna karşı şüphe uyandırdığına dikkat çekti.

Zaman zaman medyada konunun dışındaki uzmanların, süttozu sanki bir hile vasıtası imiş gibi ''UHT süte, yoğurda ve peynire süttozu katıyorlar'' şeklinde beyanlarının olduğuna işaret eden Prof. Dr. Yetişemiyen, UHT sütte kesinlikle süttozu kullanılmadığını, ancak, yoğurt ve dondurmada üretim prosesinin gereği olarak, kurumaddeyi artırmak, kıvamı iyileştirmek, proteince zenginleştirmek amacıyla süttozu kullanmanın zorunlu olduğunu, bunun kesinlikle gıda mevzuatı, sağlık ve beslenme açısından sakıncalı olmadığını vurguladı.

Çiğ süt arzının bol olduğu dönemlerde, fazla süt süttozuna dönüştürülerek, üretimin az olduğu dönemlerde kullanıldığını veya sütün bol olduğu bölgelerde fazla üretilen sütün süttozuna dönüştürülerek sütün az olduğu bölgelere gönderildiğini anlatan Prof. Dr. Yetişemiyen, Danimarka, Hollanda, Almanya gibi ülkelerin süttozuna dönüştürdükleri sütü, sütün az olduğu Afrika ülkelerine, Güneydoğu Asya ülkeleri'ne ihraç ettiğini, buradaki fabrikalarda da süttozunun rekonstitüsyon/rekombinasyon işlemleriyle içme sütü, peynir, yoğurt gibi süt ürünlerine dönüştürülerek, oradaki insanların beslenmesine katkıda bulunulduğunu kaydetti.

Yaklaşık 9 kilogram (Kg) sütten 1 Kg süttozu elde edildiğini belirten Prof. Dr. Atila Yetişemiyen, şu bilgiyi verdi:

''Süttozunun süte dönüşümünde kesinlikle protein, mineral madde kaybı olmuyor. Sadece C ve bazı B grubu vitaminlerinde kurutma tekniğine bağlı olarak yüzde 5 ile yüzde 20-30 arasında kayıp olabiliyor. Ancak genel beslenme bilgisine göre süt ürünleri, zaten meyve ve sebzeler dururken vitamin kaynağı olarak gösterilmez. Kaliteli çiğ sütlerin doğru bir proses ve kurutma yöntemi ile süttozuna dönüştürülmesi halinde, bu ürün uygun saklama koşullarında birkaç yıl besin değerini kaybetmeden saklanabiliyor. Süttozu, içme suyu kalitesindeki su ile uygun oranda çözündürüldüğünde en az pastörize içme sütü niteliğinde kaliteli süt elde edilebiliyor. Her süt ürünü gibi süttozu bir süt ürünüdür ve hiç bir katkı maddesi içermez. İhtiyaç duyulduğunda tekrar süte dönüştürülebilir (rekonstitüte süt) ve süt ürünlerine (rekombine ürün) işlenebilir. Bu nedenle bazen medyada yanlış olarak yer aldığı gibi, süttozu kesinlikle bir katkı maddesi değildir. Süte birebir eştir. Hatta, kaliteli bir sütten elde edilmişse, mikrobiyolojik açıdan daha güvenilir haldedir. UHT sütlere hiçbir nedenle süttozu katılmamaktadır. Bu sütlerin 3-4 ay dayanmaları yalnızca, sterilizasyon yoluyla sütün içinde bakteri ve enzimlerin kalmaması nedeni iledir.''

Yoğurt ve dondurma üretiminde süttozu kullanımının ''doğal ve zorunlu'' olduğunu, başka alternatifi bulunmadığını kaydeden Prof. Dr. Atila Yetişemiyen, ''Süttozu bazen de beyaz peynir üretiminde protein oranını arttırmak için kullanılabilir. Sütün kurumaddesi yüzde 12-12,5 düzeyindedir. Yoğurt yapımında kurumaddeyi yüzde 16-18 seviyesine getirmek için, aradaki yüzde 5-6'lık kısım kısmen evaporasyonla (sütün içindeki suyun buhar olarak uzaklaştırılması), kısmen de yüzde 2-4 oranında süttozu ilavesiyle kapatılır. Dondurma üretiminde ise mutlaka süttozu kullanılır, dondurma miksinin önemli harç maddelerinden biri süttozudur'' dedi.

-MELAMİN KATILMASINDAKİ AMAÇ, LABORATUVARLARI YANILTMAK, PROTEİN ORANINI YÜKSEK GÖSTERMEK-

Normal olarak süt ve süt ürünleri işleme tekniğinde melaminin hiç bir şekilde yeri olmadığını vurgulayan Prof. Dr. Yetişemiyen, Çin'de yaşanan olayla ilgili şu bilgiyi verdi:

''Melamin, azotça zengin organik bir kimyasal maddedir. İçinde protein yoktur. Tabak, bardak, plastik malzeme, beyaz tahta yapımında kullanılıyor. Süt ürünlerine veya süttozuna melamin karıştırılması tamamen hile amaçlıdır. Sütü sulandırınca, kurumadde ve protein oranı düşer. Çoğu süt ürünlerinde protein oranının yüzde 3'ün altına inmemesi gerekiyor. Bu ürünlerde protein tayini yapılırken, onun azot oranına bakılır. Çünkü süt proteinin 6,38'de biri azottur, bulunan azot miktarı 6,38 ile çarpılarak yüzde protein değeri hesaplanır. Çin'de hile yapanlar protein testini geçebilmek amacıyla melamin ilavesiyle süttozunun azot miktarını artırmayı planlamışlardır.

Protein tespiti için daha değişik (elektroforetik/kromatografik) yöntemler vardır. Ancak bunlar daha uzun sürdüğü için rutin olarak yapılmamaktadır. Fakat şimdi zorunluluk haline geldiği için Bakanlığın laboratuvarları süttozu, mama, puding ve benzeri ürünlerde melamin varlığını test edebilir durumdadır.

İki yıl önce Çin'de bazı fabrikalar melaminli süttozu üretmişler ve olay ortaya çıkınca bu yöneticiler ağır bir şekilde (hatta birkaçı idamla) cezalandırılmıştır. O zamandan beri ABD, Avrupa ve Türkiye Çin'den ithalatı derhal durdurmuştur. Şu anda Çin, Batı ülkelerine hiç bir şekilde süttozu satamıyor. Dolayısıyla Türkiye'nin özellikle AB ülkelerinden süttozu ithalatında böyle bir risk asla yoktur.''

Medyadaki ''Öldüren süttozu'' nitelemelerinin kamuoyunu olumsuz etkilediğini, süttozunun kullanıldığı mamalar, yoğurtlar, dondurmaların şüphe ile karşılandığını kaydeden Prof. Dr. Atila Yetişemiyen, ''Süttozuna haksızlık yapılıyor. Süttozu sadece gıdalarda kullanılmakla kalmaz, bugün savaş, açlık ve felaket zamanlarında/bölgelerinde, insanların beslenme sorununu çözen en önemli gıdadır'' dedi.

-EKMEK, PASTA, ÇİKOLATA, BİSKÜVİ ÜRETİMİNDE DE KULLANILIYOR-

Türkiye'de kurutulmuş süt ürünleri, yani peyniraltı suyu tozu, yağlı-yağsız süttozu üreten 20 civarında işletme bulunduğunu, sütün peynire işlenmesinde ortaya çıkan peyniraltı suyunun, protein değerinin çok yüksek olması nedeniyle gıda sanayinde değerlendirildiğini kaydeden Prof. Dr. Atila Yetişemiyen, şu bilgiyi verdi:

''Türkiye'de kurutma tesisine sahip bu firmalar, büyük ölçüde peyniraltı suyu tozu üretirler, süttozu üretimi daha azdır. Peynir üretirken, 100 ton sütten en az 80 ton peyniraltı suyu çıkıyor. Besin değeri çok yüksek olan bu ürün, peyniraltı suyu tozuna dönüştürülür, aksi takdirde bu su dökülüyor ve çevre kirliliğine neden oluyor. Diğer yandan sütün bol olduğu ilkbahar aylarında üretim fazlası süt, yağsız süttozuna dönüştürülür. Bu tozlardan ikinci kalite olanlar, buzağı yemlerini proteince zenginleştirmek amacıyla kullanılmaktadır. Peyniraltı suyu tozu, pastacılık, çikolata, ekmek sektöründe kullanılıyor. Serum proteinleri içerdiği için besleyici değerleri çok yüksektir. Özellikle ekmekçilik sektöründe yağsız süttozu kullanılıyor. Una yüzde 6 oranında ilave edildiğinde ekmeğin kalitesi iyileşiyor, bayatlama süresi uzuyor, besin değeri artıyor. Bütün büyük ekmek fabrikaları, ekmek üretiminde yağsız süttozunu kullanmaktadır.''

Türkiye'de özellikle son on yılda toz süt ürünleri üretiminin artmasına karşın, süt sanayinin, çikolata, bisküvi, pastacılık sektörünün süttozu ve peyniraltı suyu tozu ihtiyacının önemli bir bölümünü ithalat ile karşıladığını belirten Prof. Dr. Atila Yetişemiyen, Tarım ve Köyişleri Bakanlığının süttozu üretimi için uyguladığı teşvikin çok olumlu olduğunu ve devam etmesi gerektiğini söyledi.

Uluslararası sözleşmeler kapsamında Türkiye'nin 15 bin ton civarında süttozu ithal etmesi gerektiğine işaret eden Prof. Dr. Yetişemiyen, bunun yaklaşık 150 bin ton sıvı süt eşdeğeri anlamına geldiğini belirterek, ''Bunun da Türkiye'de yaklaşık 12 milyon tonluk yıllık çiğ süt üretiminin sadece yüzde 1,25'i olduğu dikkate alınırsa, kesinlikle çiğ süt fiyatları veya süt hayvancılığının gerilemesi ile ilgisi olamaz'' dedi.

Prof. Dr. Yetişemiyen, ''Bu kadar ithalat ile hayvancılık ölmez. Hayvancılığın yıllardır süregelen çok daha ciddi sorunları vardır. Bugün Türkiye'de kişi başına çiğ süt üretimi yaklaşık 150 Kg. Yıllık içme sütü tüketimi Türkiye'de 30 Kg, ABD'de 90 Kg, Almanya'da 92 Kg, İsveç'de 140 Kg'dır. Öncelikle insanların süt ürünleri tüketimi konusunda bilinçlendirilmesi, sektördeki en az yüzde 50'nin üzerindeki kayıt dışılığın önlenmesi ve istatistiklerin tam ve doğru yapılması gerekir'' diye konuştu.

Ekim ayında çıkarılan karar ile, ülke ayrımı yapmaksızın, sıfır (0) gümrük vergisi ile ithalat yapmak üzere 2500 ton süttozu, 2000 ton tereyağı ithalatı için tarife kontenjanı açılmıştı. Tarife kontenjanı, 1 Ocak-31 Aralık dönemi için geçerli olacak ve bu maddeleri gıda sanayinde doğrudan tüketime sunulan nihai mamul üretiminde girdi olarak kullanan sanayiciye tahsis edilecek.

AA
http://www.haber7.com/haber/20101203/Suttozu-hile-maddesi-kesinlikle-degildir.php
#879
AYİM, İçişleri ve Milli Savunma Bakanları tarafından açığa alınmalarına itiraz eden Tümgeneral Gürbüz Kaya, Tuğamiral Abdullah Gavremoğlu ve Tümgeneral Halil Helvacıoğlu'nun itiraz başvurusunu oy çokluğuyla reddetti.

METİN ARSLAN - ANKARA

Balyoz sanığı 3 generalin sivil iradeyi by-pass girişimi sonuçsuz kaldı. Askerî Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM), Tümgeneraller Halil Helvacıoğlu ve Gürbüz Kaya ile Tuğamiral Abdullah Gavremoğlu'nun hükümet tarafından açığa alınmasını yerinde buldu. Generallerin itirazını reddeden mahkeme, böylece Balyoz sanığı diğer 25 muvazzaf generalin de açığa alınmasının yolunu açtı.

Askerî Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM), Balyoz sanığı 3 generalin, açığa alınmalarının ardından yaptıkları itirazı reddetti. Hükümetin açığa alma işlemini yerinde bulan Mahkeme, verdiği kritik kararla Tümgeneraller Halil Helvacıoğlu ve Gürbüz Kaya ile Tuğamiral Abdullah Gavremoğlu'nun sivil iradeyi devre dışı bırakma girişimine geçit vermedi. Ağır cezalık davaların açığa almayı gerektirdiğine onay anlamına gelen karar 6'ya karşı 4 oyla alındı. Böylece, Balyoz sanığı diğer 25 muvazzaf generalin açığa alınmasının da yolu açılmış oldu. AYİM'in kararı sonrası, 3 generalin YAŞ'ta terfi ettirilmemeleriyle ilgili olarak açtıkları davada verilen yürütmeyi durdurma kararının uygulama imkânının kalmadığı belirtiliyor. TSK Personel Kanunu'nun 65. maddesine göre, açığa alınan personelin terfi ve kademe ilerlemeleri yapılamıyor. AYİM'in gerekçeli kararı da açıklandı. Gerekçeli kararda, açığa alma işleminin hukuka aykırı olmadığı ve söz konusu işlemin telafisi güç zararları doğurmadığı ifade edildi.

Tümgeneraller Halil Helvacıoğlu ve Gürbüz Kaya ile Tuğamiral Abdullah Gavremoğlu'nun hükümetin açığa alma işlemine karşı açtığı davada kritik karar dün verildi. AYİM, üç generalin yürütmeyi durdurma talebini reddetti. Gerekçeli kararda, 'idari işlemin uygulanması halinde telafisi güç zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının gerçekleşmediği kanaatine varıldığı' bildirildi. AYİM'in kararında, somut olayda, tedbir mahiyetindeki açığa çıkartılma işleminin uygulanmasının davacıya verebileceği zararın telafisinin güç veya imkansız olmadığı; diğer taraftan dava konusu işlemin yetkili makam tarafından tesis edildiği; davacı hakkında beş yıl ve daha fazla hapis cezasını gerektiren bir suçtan kamu davası açılmış olduğu göz önüne alındığında, davacının açığa çıkartılabilmesi için 926 sayılı kanunun 65/1-a maddesinde belirtilen objektif nedenin hukuken mevcut olduğu ifade edildi. Diğer bir anlatımla yürütmenin durdurulması kararı verilebilmesi için kanunun aradığı idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması olgusunun da somut davada gerçekleşmediğinin değerlendirildiği belirtildi. Kararda, "Belirtilen nedenlerle, davacının yürütmenin durdurulması istemini kapsayan dilekçesi ve eklerinin incelenmesi sonucunda, idari işlemin uygulanması halinde telafisi güç zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının gerçekleşmediği kanaatine varıldığından, 1602 sayılı kanunun 62. maddesi uyarınca yürütmenin durdurulması isteminin reddine karar verildi." denildi.

Karar, hukukun gereği

Hukukçular, AYİM'in kararının hukukun gereği olduğunu söyledi. Emekli Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Ahmet Gündel, "AYİM doğru bir karar verdi. Yasaya uygun bir sonuç ortaya çıktı. Bu süreçle birlikte askerî mahkemelerin bağımsızlığı gündeme geldi. Ancak bu mahkemelerin bağımsız olduğunu söyleyemeyiz. Buralarda görev yapanların terfileri de YAŞ kararlarıyla alınıyor. Dünyada böyle mahkemelerin olmadığı biliniyor. Anayasa değişikliği döneminde Askerî Yargıtay ve AYİM'in tamamıyla kaldırılmasını ya da işlevinin değiştirilmesini gündeme getirmiştik." dedi.

Askerî Yargıtay Onursal Üyesi emekli Kıdemli Albay Ali Fahir Kayacan da hukukî prosedürün işlediğini anlatıyor. Kayacan, "Yürütmeyi durdurma kararı ona göre işledi. Açığa alma işlemi, 6'ya karşı 4 oyla çıktı. Ama burada 4 kişinin generallerin aleyhine değerlendirme yaptığı anlamı çıkmaz. Bu kişiler, nihai kararın verilmesini bekleyeceklerdir. Ama mahkemenin verdiği karar belli, bu karar dışında farklı bir gelişmenin olması ihtimali zayıf. Açığa alma kararının iptal başvurusu ile ilgili mahkemenin ret kararı vermesiyle birlikte, generallerin terfi olmasının önü kapandı diyebiliriz."

Emekli AYİM Üyesi Hâkim Yarbay Veysi Savaş da kararın daha önce mahkeme tarafından alınan yürütmeyi durdurma kararının da iptal gerekçesi olacağını vurguluyor. Savaş, "Söz konusu askerler müebbetle yargılanıyor. Yani açığa alma maksadına uygun. Bu durumda AYİM'in hukukî ve kanunî bir gerekçesi kalmamıştır. Bu süreçten sonra bakanlıklar ile Başbakanlık terfi davasına ilişkin daha önce AYİM'in verdiği yürütmeyi durdurma kararının ortadan kaldırılması için gerekçe olarak kullanabilir. Bu yönde mahkemeye başvurması gerekiyor." diyor.

Emekli Askeri Hâkim Ahmet Cengiz Tangören, idare ve yargının üzerine düşeni yerine getirdiğini anlatıyor. Tangören, "Verilen karar gayet yerinde. Zaten takdir tamamen idarenindi. İdare, üzerine düşeni yaptı. Askerî Yüksek İdare Mahkemesi de, bu 3 generalin müracaatını yerinde bulmayarak müracaatı iptal etti." ifadelerini kullanıyor. TANJU ÖZKAYA, SELÇUK KAPUCİ İSTANBUL

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1060699&title=generallerin-ayim-plani-tutmadi
http://www.haber7.com/haber/20101203/Uc-komutanin-aciga-alinma-itirazina-red.php
#880
İslam'da mülkiyet var mı? Bu sorunun cevabını ne gazetelerin fıkıh köşelerinde bulabilirisiniz ne de 'alo fetva' hatlarında.

Bulamazsınız, çünkü cevapları tek kelimeye indirgeyenler ağzınızın payını verip çenenizi kapatmış olur.

Şayet bu soru soran için çok büyük önem arz ediyorsa, o kişi hiç durmasın ve sorunun yanıtını kendinde arasın.

Aslında bütün yanıtlar içimizdedir de sadece dışarıdan kendimize muhalif bir ses arıyoruzdur. Birisi çıksın ve içimizdeki cevabı bastırırcasına, vicdanımıza hükmeder şekilde bildiklerimizi bize yeniden yorumlasın.

Evet, evet, tam da bunu istiyoruz.

Mülkiyetle, faizle, şans oyunlarıyla, modern ayartmalara dair konularla ilgili sorular sorarken tam telaffuz etmesek de içimizdeki yanıttan hoşnutsuzluğumuzu ortaya koyuyoruz.

Oysa konunun soruya dönüşmesi için hiçbir sebep yok. Ne bu din yeni indi ne de biz bu kitapla yeni muhatap olduk.

Elimizde onlarca anahtar var ve biz sanki zaten açık olan kapıyı yeniden açmak için uğraşırken üstümüze kilitleyiveriyoruz.

Bir anda kilitlediğimiz kapının önünde buluyoruz kendimizi.

Mülkiyet saltanatının hâkim olduğu toplumlarda 'sahip olmak' her zaman 'olmak'tan önce gelir.

Kapitalist bir dünyaya gözlerini açan kuşaklar yaşadıkları hayatı bir pazar yeri ya da bir süpermarket olarak görmeye yatkındırlar.

Zannederler ki dünyanın asli düzeni budur ve dünyaya gelene düşen bu çarka tabi olmaktır.

Belki de bu sebepten modern insanın dindarlığı mülkiyetle arasına bir sütre koyamadığı için hep problemli ve eğreti bir dindarlıktır.

Mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu bildiği halde eşyaya dair tecrit hareketini gerçekleştirememiş insanların dünya ve ahiret algıları da aynı derecede sorunludur.

Çünkü eşyayla kurulan her aidiyet bağı kişiyi eşyanın ahkâmına boyun eğmeye zorlar.

İnsana düşen karmaşık mülkiyet ilişkisinin bir parçası olmak değil mal-mülk dolaşımında adaleti temin etmenin aktörü olmaktır.

Elbette İslam'da mülkiyet vardır. İnsanın yeryüzünde geçici bir süre için sahip olduğu her şey süslendirilmiş ve abartılmış menfaat unsurlarıdır.

Eşyadaki bu abartıyı sezebilen kişiler içlerinde mülkiyet sorusunu da yanıtlamış kişilerdir. Mülkiyet sadece bir araçtır ki onu amaç haline dönüştürenler her şeye sahip olup kendilerine sahip olamayanlardır.

İhtiyacın dışında çok şeye sahip olma isteği sadece kişinin kendi egosunu şişirmesine yarar.

Garip olan servet sahibi olmayı istemek değil bu serveti kendi konforu ve lüks hayatı için kullanmak ya da içten içe böyle bir niyeti besleyip şişirmektir.

Kimin bol miktarda parası ve malı mülkü varsa bu kişi otomatikman toplumsal sorumluluk anlamında görevlendirilmiş demektir.

İslamlık ve insanlık adına sahip olduğu mülkü en yakın çevresinden itibaren ihtiyaç sahiplerine zekât ve infak yoluyla dağıtması icap eder.

Eşyaya dair tecrit hareketini ilk başlatması gereken kesim Müslümanlar olması gerekirken ne hazindir ki Allah'ın verdiği güzellik ve nimetlerden yararlanmak adına mülkiyet savaşında en büyük yarayı alanlar yine Müslümanlar oluyor.

Hatta kimi muhafazakârlarımızın materyalle ilişkisi materyalistlerden bile daha fazla. Düşüncede manevi, fiiliyatta maddi telaşların adamı olmuş, manevi ataletini maddi koşuşturmalarla telafi etmeye çalışan yeni tip muhafazakârlar türemiş.

Bu tipler ellerinden geldiği kadar mülkiyeti güç sembolü olduğu anlayışından yola çıkarak takdis ederler.

Hâlbuki mülkiyet karşısında takdis etmeleri gereken şey sadece cömertlik ve tevazudur. Herkes içini yokladığı zaman mülkiyete dair en doğru yanıtı alır.

İnsanın en muteber iç sesi olan vicdan, inancından aldığı cesaretle der ki: geçici olan hiçbir şeyi elinde tutma!. Yarın elinden çıkacak şeyi şimdiden ihtiyaç sahibine ver! Zamanında vermediğin hiçbir şey yeterince elinden çıkmış olmaz.

Hüseyin Akın - Haber 7
akinakinhuseyin@hotmail.com

http://www.haber7.com/haber/20101203/Islamda-mulkiyet-var-midir.php