AYİM'in tartışmalı konumu
AYİM'i bir kurumu olarak değerlendirmek-tartışmak ile bu kurumun başkan ve üyelerini peşinen yargılamanın ayrı şeyler olduğu muhakkak. Dolayısıyla, bugünlerde şahit olduğumuz polemikte karşımıza çıktığı gibi, "üç general" meselesinde mahkemeden çıkan kararların doğrudan söz konusu başkan ve üyelerin etkisi altında kalacakları varsayılan telkinlerden hareketle –öyle ya da böyle fark etmez- değerlendirmek doğru bir yöntem değildir.
Hatırlıyorsunuz, bu konuda öne çıkan ilk açıklama Bülent Arınç'tan gelmişti. Arınç, -haklı olarak- "yargıdaki düalizm"den söz ederken bir adım daha atmış ve AYİM üyelerinin önlerine gelecek yüksek rütbeli subayları ilgilendiren dosyalara ilişkin tarafsız kalıp kalamayacaklarını sorgulamıştı.
AYİM Başkanı Hâkim Tuğgeneral Abdullah Arslan, Arınç'ın bu açıklamasını cevaplamakta gecikmedi. Arslan, "30 yıllık meslek hayatım var. 21 yıllık hâkimlik mesleğim sürecinde de hiçbir komutanımın en küçük bir telkinine muhatap olmadığımı samimiyetle ifade etmek isterim" diyordu. Başkan bu çerçevede, AYİM üyelerinin anayasal teminat altında olduklarını, üyelerin seçildikleri andan itibaren sicil almadıklarını, istemedikleri sürece emekli edilemediklerini de hatırlatıyordu.
Başkan Arslan'ın açıklamasında yer alan şu bölümü özellikle dikkatimi çekti:
"Mevcut 16 üyemiz de hem albay hem hukukçu. (...) Bu arkadaşlarımın hepsi de seçim aşamalarını başarıyla geçip, yüksek sicil notları alıp AYİM üyeliğine atanmışlardır. AYİM üyelerinin yüzde 100'ü, idare hukuku alanında yüksek lisans sahibi. Türkiye'de böyle bir mahkeme, devlette böyle bir kadro var mı?
6 kurmay üyemiz de Silahlı Kuvvetler Akademisi mezunu. Her dairede 2 kişi olarak görev yapmakta olup onlar da yine anayasal teminat altındalar. Yani sicil almazlar..."
Söylediğim gibi, AYİM söz konusu olduğunda benim eleştirim üyelerin tarafsız davranıp davranamayacaklarına ilişkin değil. Bu nedenden dolayı geçen hafta "üç general" hakkında yayınladığım yazıda Bülent Arınç'ın biraz önce söz ettiğim ilk açıklamasını "incitici" bulduğumu da belirtmiştim. AYİM'deki "askeri hâkimler"i –yüzde yüzü idare hukuku alanında yüksek lisans sahibi olmasa da- peşinen zan altında bırakmak doğru bir yöntem değildi. ("Üç general"in yürütmenin durdurulması talebiyle AYİM'e yaptıkları itirazın reddedilmesi de bu yönde fazla aceleci davranılmaması gerektiğini göstermiyor mu?)
Demek ki, diğer alanlarla olduğu gibi "Yargıda reform" söz konusu olduğunda da –tek tek insanlarla uğraşmak âdetinden vazgeçip, eleştirilerimizi doğrudan kurumların yapısına ve işleyişine yöneltmeliyiz. Bu çerçevede AYİM'i gözden geçirecek olursak, AYİM Başkanı'nın yukarıda bir bölümünü aktardığım açıklamasının son cümleleri ("6 kurmay üyemiz de Silahlı Kuvvetler Akademisi mezunu. Her dairede 2 kişi olarak görev yapmakta olup onlar da yine anayasal teminat altındadır. Yani sicil almazlar") bizi özellikle ilgilendirmelidir. Çünkü söylendiği gibi, her dairede 2 kişi olarak görev yapan bu üyeler yarbay ve albay rütbesindeki kurmay subaylar içinden seçilmektedir. Yani "askeri hâkim" sınıfına dahil değillerdir.
İsterseniz bu "hâkim sınıfından olmayan üyeler"in AYİM'e nasıl dahil olduklarını da hatırlayalım: "...Genelkurmay Başkanlığınca her boş yer için gösterilecek üç aday arasından, Cumhurbaşkanınca seçilir." (Anayasa, 157)
Tamam, yine Anayasa'da belirtildiği gibi "Başkan, Başsavcı ve daire başkanlarının askeri hâkim sınıfından olmaları esastır"; ama bu "esas", dairelerin 6 üyeden oluşan yapısının 1/3'nün "kurmay subaylar" tarafından işgal edilmesi garabetini ortadan kaldırmamaktadır.
Takdir edersiniz ki, bir mahkemede "Askeri hâkim sınıfından olmayan üyeler"in varlığı, "Yargıda düalizm" probleminden çok daha ciddi bir sorundur. Bu sorunun Anayasa'da yer alabilmesi de tabii ki. Bu sorunun "Nasıl olsa sivilleri ilgilendirmiyor, sonuç olarak askerler birbirini yargılıyor" diyerek hafife alınabilmesı mümkün müdür?
12 Eylül referandumuna giden süreçte akla gelmeyen konulardan birisi de budur. Hem de, anayasa değişikliğine ilişkin kanunun AYİM'e bir biçimde gözü takıldığı halde. 12 Eylül'de kabul edilen anayasa değişiklikleri içinde AYİM'i doğrudan ilgilendiren farklı bir yeniden düzenleme ile yetinilmiştir. Referandum öncesinde Anayasa'nın 157. maddesinde yer alan şu ifadeye ilişkin bir değişikliktir bu:
"Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'nin kuruluşu, işleyişi, yargılama usulleri, mensuplarının disiplin ve özlük işleri, mahkemelerin bağımsızlığı. Hâkimlik teminatı ve askerlik hizmetlerinin gereklerine göre kanunla düzenlenir."
Getirilen değişiklik, bu fıkranın "ve askerlik hizmetlerinin gereklerine göre" bölümünün Anayasa'dan çıkarılmasıyla sınırlıdır.
Bu değişikliğin, daha doğrusu "askerlik hizmetlerinin gereklerine" atıf yapan bölümün fıkradan çıkarılmasının ne gibi sonuçlar doğuracağını göreceğiz. Ama Anayasa'nın söz konusu maddesi içinde hâla "hâkim sınıfından olmayan üyeler"den söz ettiğine göre, bu konuda iyimser olabilmek epeyce zordur.
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=25173&y=KursatBumin
AYİM'in 'bağımsızlık' tarihi
Türkiye'de (de) "yargı birliği"ne ulaşılması, (Bülent Arınç'ın yerinde ifadesiyle) "yargıda düalizme" son verilmesi, yani sonuç olarak sadece disiplin suçlarına bakan askeri mahkemelerin yerinde bırakılarak "askeri yargı"nın diğer mahkemelerine sağlanan anayasal teminatına son verilmesi yolunda bir sürecin işlediğini söyleyebiliriz. "Yeni Anayasa" şekillenirken bu konuya da epeyce tartışılacaktır herhalde.
Bu çerçevede AYİM'i tekrar ele alacak olursak, bu mahkemenin tarihinin ülkenin hukuk tarihine ilişkin önemli bilgiler içerdiğini gözlüyoruz. Bu tarihte benim son derece önemli gördüğüm gelişmeler yaşanmış. Mesela, Danıştay, TBMM ve Milli Savunma Bakanlığı arasında son derece ciddi biçimde cereyan eden "yetki" tartışmaları.
Başlangıçta idari yargıda "düalizm" söz konusu değilmiş. 1924 Anayasası'nın idari dava ve uyuşmazlıkların çözümü için görevlendirdiği Danıştay, asker-sivil ayrımı yapmadan her iki kesimin davalarını da yetkisi içinde görüyor ve sonuçlandırıyormuş. Yani bir bakıma "idari yargıda birlik" dönemi söz konusuymuş.
Asker kişiler tarafından ilk dava 1924 tarihinde açılmış. Bir subay, rütbesinin yükseltilmesi gerekirken sicilinin yeterli olmadığı iddia edilerek terfi ettirilmemesi üzerine dava açınca, kendisini görevli gören Danıştay, Milli Savunma Bakanlığı'nın gelişmelere ilişkin savunmasını istemiş. Ancak –tahmin ettiğiniz gibi- Milli Savunma Bakanlığı, Danıştay'ın araya girmesi üzerine Başbakanlık aracılığıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden "tefsir isteği"nde bulunmuş. (Bu gelişme bizi şaşırtmasın, çünkü "kuvvetler ayrımı" henüz ortada yoktur.) TBMM'nin "tefsir kararı", bu idari davaya bakmak yetkisinin Danıştay'da olmadığı şeklinde tecelli etmiş.
TBMM'nin bu kararında, "bir subayın söz konusu kanuna göre mükafatlandırılmasının, her şeyden önce hizmet ve liyakat derecesinin, hiyerarşik amirlerinin bilfiil işbaşında hasıl edeceği ve doğrudan doğruya meslek ve ihtisasının ortaya kayacağı takdir ve kanaate bağlı olduğu" hatırlatılıp bu takdirin "herhangi bir kurul tarafından nazari olarak eleştirilmesinin hukuken mümkün olmadığı" belirtilmiş.
Yani özetle, "Senin meşgul olduğun nazariyat askeriyede geçersizdir" şeklinde Danıştay'a haddini bildiren bir karar bu... Önümdeki metin bu kararı "Türk İdare Hukuku"nda "Hükümet Tasarrufu" fikrinin ortaya atıldığı ilk örnek olarak yorumluyor. Kararın "Hükümet-Meclis Tasarrufu" olarak adlandırılması sanki daha doğru bir seçim olurdu.
Ancak "asker kişiler"i bu "tefsir kararı" hepten caydıramamış. Bazı asker kişiler, Milli Savunma Bakanlığı'nın benzer kararları karşısında Danıştay'a başvurmaya devam etmişler. Nitekim bu çerçevede açılan bir dava bir kere daha Danıştay ile Milli Savunma Bakanlığı'nı ve dolayısıyla TBMM'yi karşı karşıya getirmiş. Danıştay, Başbakanlık'a konuyla ilgili gönderdiği yazıda, "idarenin işlem ve eylemlerine karşı asker kişiler dahil, tüm vatandaşların Danıştay'da dava açmalarının tabii olduğunu, asker kişilerin ayrıcalıklı olarak bu haktan yoksun bırakılmalarının yerinde olmadığını, bu gibi karar ve işlemlerin Danıştay'ın yargı alanı dışında sayılmasının ve bu yolla Meclis'çe karar alınmasının lüzum ve gereğinin olmadığını" görüşünü iletmiştir.
İsterseniz burada kısa bir ara verip 30'lu yılların başındaki Türkiye'de Başbakanlık-Meclis ile Danıştay arasında yaşanmış olan bu "yetki" mücadelesinin altını özellikle çizmeyi unutmayalım. 30'lu yılların başında, yani Tek Parti diktatörlüğü altında, yani hâkimlerin "kuvvetler ayrılığı" ilkesinin koruması altında olmadığı bir dönemde, Danıştay'ın Başbakanlık-Meclis karşısında verdiği bu "yetki" mücadelesi hukuk tarihimizin sayısı çok fazla olmayan parlak sayfalarından birisini oluşturmuyor mu? Demek ki, Tek Parti döneminde de bu ülkede bugün saygı ile hatırlanması gereken "hâkimler varmış".
Bilmiyorum (ve araştırmadım) doğrusu; acaba Danıştay'ın bugün -30'lı yıllardaki Danıştay'ın ısrarla savunduğu gibi- "Asker-sivil ayrımı tanımam, idarenin har alandaki tasarruflarına ben bakarım, AYİM'i de istemem!" benzeri bir itirazı var mı?
AYİM Tarihi'ne devam edelim:
Danıştay'ın Milli Savunma Bakanlığı- Başbakanlık- TBMM'ye karşı yürüttüğü özetlemeye çalıştığım mücadelesi sonunda yönetimi yıldırmış. TBMM Savunma Komisyonu, bu gerginliği ortadan kaldırmak (daha doğrusu Danıştay'ı devre dışı bırakmak) için üst askeri makamların karar ve işlemleri aleyhine yapılacak şikâyet ve itirazlara adres olarak "Zat İşleri Son Tetkik Mercii Encümeni" adı altında kurulun kurulmasına ilişkin bir kanun tasarısı hazırlamıştır. Kısa sürede kanunlaşan bu tasarıya göre, Milli Savunma Bakanlığı'nda kurulacak olan bu komisyon Genelkurmay Başkanını'nın (veya onun seçeceği bir kişinin) başkanlığında toplanan, üyelerini Cumhurbaşkanının Genelkurmay ve Milli Savunma Bakanlığı bünyesi içinden atadığı 5 kişilik bir son karar merciidir. Bu doğrultuda askeri kişilerin Danıştay'a başvurmaları yasaklanmıştır.
Bu yeni düzenleme önemli olarak, söz konusu "komisyon"un kararlarına karşı Millet Meclisi'ne itiraz için başvurulması hakkını tanımaktaydı. Ancak kimi yorumcuların söylediği gibi bu düzenleme "kanunla tezat" teşkil ediyor gibidir. . Çünkü bir taraftan "asker kişiler"in Danıştay'a başvuruları askeri disipline aykırı görülerek yasaklanırken, yeni durumda aynı kişilere "siyasi bir kuruluş olan" TBMM'ye başvuru hakkı tanınmıştır.
Nitekim, bu çerçevede TBMM'ye yapılan başvuruların sayısı hızla artınca, çözüm yolu olarak getirilen "Encümen"den de birkaç yıl sonra vazgeçilmiş. Şimdi gözler artık Askeri Yargıtay'a çevrilmiştir.
AYİM Tarihi'nin devamı da ilginç. Yarınki yazıya devam ederiz.
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=25186&y=KursatBumin
AYİM'in 'bağımsızlık' tarihi (2)
AYİM'siz bir dönemden AYİM'li bir döneme nasıl geçildiğini gözden geçiriyorduk.
Başlangıçta idarenin tasarruflarına karşı itirazların çözümü asker-sivil ayrımı olmaksızın Danıştay tarafından yerine getirilirken, daha sonra "asker kişiler"in başvurularının adresi değiştirilerek bu çerçevedeki işlemler için TBMM'den "tefsir kararı" çıkması beklenmeye başlanmış, ancak bu yöntem de problemli bulunduğundan sonunda Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde icat edilen "Zat İşleri Son Tetkik Mercii Encümeni"nin yetkili kılınmasına karar verilmişti.
Söylemiştim, bu "Encümen"in ömrü de uzun olmamıştı. Dört yıl sonra, Encümen kararları aleyhine yapılan itirazların artması nedeniyle bu işten de vazgeçilip çıkarılan bir kanunla (1938) subaylarla askeri memurların yükselme, atanma, değiştirilme ve emeklilikleri hakkındaki şikayetlerinin incelenip karara bağlama yetkisi bu sefer Askeri Yargıtay bünyesindeki özel bir daireye verilmişti.
Bu kanun 15 yıl, yani 1953 yılına kadar yürürlükte kalmış. Milli Savunma Bakanlığı'nın önerisi doğrultusunda hazırlanan yeni bir kanun, -"Encümen"i oluşturan kanunun 24 Anayasası'nın 51. maddesine (Anayasanın Danıştay'ın kuruluşuyla ilgili maddesi) aykırı olduğu gerekçesiyle- yürürlüğe girmiş ve askeri kişilerin idari eylem ve işlemler aleyhine açtıkları davalar tekrar Danıştay'da görülmeye başlanmıştı. (Yani, döndük tekrar başlangıç noktasına!)
Bu uygulama 1961 Anayasası'nda da değişmemiştir. Ancak –bildiğiniz gibi- 12 Mart askeri muhtırasını takiben gerçekleştirilen anayasa değişikliği sonucunda Danıştay bir kere daha bu yetkisini kaybetmiştir.
Dolayısıyla, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM) bu değişiklikle devreye girmiştir. Bu yeni düzenlemeye niçin ihtiyaç duyulduğu AYİM Kanunu'nun gerekçesinde veciz biçimde ifade edilmektedir. Bu arada şunu hatırlatmayı da unutmayalım: 12 Mart 1971 muhtırasından sonra 1961 Anayasası'nda bu çerçevede yapılması önerilen değişiklikler içinde üç öneri Meclis çatısı altında epeyce tartışılmıştır. Bu öneriler, Askeri Yargıtay'da özel bir daire, Danıştay'da özel bir daire ve Askeri Danıştay kurulması yönündedir. Sonuç olarak Askeri Yüksek İdare Mahkemesi kurulmasında mutabık kalınmıştır.
Şimdi de AYİM Kanunu'nun gerekçesinden bazı bölümler:
"Silahlı kuvvetlerin mülki idareden çok farklı özellikleri dikkate alınmadan genel idare içinde düşünülerek, yargısal denetiminin Danıştay'a bırakılmış olması umulan neticeyi vermemiştir. Uzun yılların tecrübesi ve elde edilen sonuca göre, Silahlı Kuvvetlerin özelliğine ve onun kendine özgü hassas birleşimine uygun bir yapıda, ayrı bir yargı organının meydana getirilmesine ihtiyaç duyulmuştur. Askerler, sivil idarenin ve hiyerarşinin dışında, bağımsız, üstün ve güçlü bir otoriteye tabidirler..."
Evet, "Askerler, sivil idarenin ve hiyerarşinin dışında, bağımsız, üstün ve güçlü bir otoriteye tabidirler..." Gerekçenin en ikna edici cümlelerinden birisi doğrusu...
AYİM'in "bağımsızlık" tarihi burada son bulmuyor, devamı da var.
AYİM, bu sefer de 12 Eylül rejiminin konusu olmuştur.
Dönemin hükümeti tarafından hazırlanan 16 Ekim 1981 tarihli bir tasarı AYİM'in kaldırılarak asker kişiler için de yetkinin tekrar Danıştay'a iadesini istemektedir. Tasarı, "Silahlı Kuvvetler camiası içinde hiyerarşi ve rütbe esası dışında bir denetim sistemine tabi tutulmasının, Silahlı Kuvvetler yapısına ve geleneksel hiyerarşi ve disiplin anlayışına ters düştüğü" gerekçesiyle 10 yıla yakındır görev başında bulunan AYİM'in kaldırılmasını, asker kişilerin açacağı idari davaların eskiden olduğu gibi yine Danıştay'da görülmesini istemektedir.
Bu kanun tasarısı –dönemin icabı olarak- Milli Güvenlik Konseyi Milli Savunma Komisyonu'nun önüne gelir. Komisyon önüne gelen bu hükümet tasarısını reddeder. Komisyon raporundan da bir bölüm aktaralım:
"Danıştay'ın askeri idari işlem ve eylemleri denetlemesi isabetli olmayacaktır. Çünkü ne kadar hakkaniyet ve idare hukuku ilkelerine sıkı sıkıya bağlı olurlarsa olsunlar, Danıştay üyelerinin askeri idarenin 'askeri gerekleri'ni gereğince bilip, takdir ederek buna göre karar vermeleri mümkün olamayacaktır. Bu, ancak askerliğin içinden yetişip gelen ve meslekleri itibariyle hukuk nosyonu ile donatılmış ve bu iki özelliği bünyesinde toplayan askeri hâkimler eli ile yapıldığı takdirde daha faydalı olacaktır."
Komisyon raporunda yer alan şu cümleler de dikkat çekici:
"İdari yargının bütünlüğü fikri 'mutlak ve istisnasız' bir kural olarak düşünülemez. 'Toplumsal yapı ve sosyal seviye' idari yargının bütünlüğü ilkesinin göz ardı edilerek, bünyeye en uygun ve ideal olan bir sistemin tercihini ve 'İdari Yargının Bütünlüğü' şeklindeki teorinin ihmalini gerektirebilir." (!)
Bu cümleler -öyle ya da böyle fark etmez- Danıştay'ın "idare" tarafından nasıl bir muameleye tabi tutulduğunun iyi bir özeti olsa gerek.
AYİM'in "bağımsızlık" tarihi daha ne kadar sürecek dersiniz?
Soruyu şöyle de sorabiliriz: Danıştay 30'lu yıllarda bile görüldüğü gibi - asker-sivil fark etmez- "İdari Yargının Bütünlüğü"nü ne zaman talep edecek?
AYİM hakkında epeyce eleştirel söz ettikten sonra, bu mahkemenin –önceden birçok kere tekrarladığım gibi- varlığını anlamlı kılan bir yönünü hatırlatmadan yazıya nokta koymak istemiyorum.
AYİM, epeyce yıl önceden ve epeyce çok sayıda "kışla dayağı"nın trajik sonuçlarına ilişkin çok yerinde ve çok takdir toplayan kararlar da alan bir mahkemedir. Mahkeme bu kararlarıyla "kışla dayağı"ndan dolayı hayatını kaybeden ve ağır zarar gören birçok davacının başvurusunu olması gerektiği gibi tazminat ve mahkûmiyet ile sonuçlandırmıştır. Bunu da unutmamamız gerekiyor.
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=25201&y=KursatBumin
AYİM'i bir kurumu olarak değerlendirmek-tartışmak ile bu kurumun başkan ve üyelerini peşinen yargılamanın ayrı şeyler olduğu muhakkak. Dolayısıyla, bugünlerde şahit olduğumuz polemikte karşımıza çıktığı gibi, "üç general" meselesinde mahkemeden çıkan kararların doğrudan söz konusu başkan ve üyelerin etkisi altında kalacakları varsayılan telkinlerden hareketle –öyle ya da böyle fark etmez- değerlendirmek doğru bir yöntem değildir.
Hatırlıyorsunuz, bu konuda öne çıkan ilk açıklama Bülent Arınç'tan gelmişti. Arınç, -haklı olarak- "yargıdaki düalizm"den söz ederken bir adım daha atmış ve AYİM üyelerinin önlerine gelecek yüksek rütbeli subayları ilgilendiren dosyalara ilişkin tarafsız kalıp kalamayacaklarını sorgulamıştı.
AYİM Başkanı Hâkim Tuğgeneral Abdullah Arslan, Arınç'ın bu açıklamasını cevaplamakta gecikmedi. Arslan, "30 yıllık meslek hayatım var. 21 yıllık hâkimlik mesleğim sürecinde de hiçbir komutanımın en küçük bir telkinine muhatap olmadığımı samimiyetle ifade etmek isterim" diyordu. Başkan bu çerçevede, AYİM üyelerinin anayasal teminat altında olduklarını, üyelerin seçildikleri andan itibaren sicil almadıklarını, istemedikleri sürece emekli edilemediklerini de hatırlatıyordu.
Başkan Arslan'ın açıklamasında yer alan şu bölümü özellikle dikkatimi çekti:
"Mevcut 16 üyemiz de hem albay hem hukukçu. (...) Bu arkadaşlarımın hepsi de seçim aşamalarını başarıyla geçip, yüksek sicil notları alıp AYİM üyeliğine atanmışlardır. AYİM üyelerinin yüzde 100'ü, idare hukuku alanında yüksek lisans sahibi. Türkiye'de böyle bir mahkeme, devlette böyle bir kadro var mı?
6 kurmay üyemiz de Silahlı Kuvvetler Akademisi mezunu. Her dairede 2 kişi olarak görev yapmakta olup onlar da yine anayasal teminat altındalar. Yani sicil almazlar..."
Söylediğim gibi, AYİM söz konusu olduğunda benim eleştirim üyelerin tarafsız davranıp davranamayacaklarına ilişkin değil. Bu nedenden dolayı geçen hafta "üç general" hakkında yayınladığım yazıda Bülent Arınç'ın biraz önce söz ettiğim ilk açıklamasını "incitici" bulduğumu da belirtmiştim. AYİM'deki "askeri hâkimler"i –yüzde yüzü idare hukuku alanında yüksek lisans sahibi olmasa da- peşinen zan altında bırakmak doğru bir yöntem değildi. ("Üç general"in yürütmenin durdurulması talebiyle AYİM'e yaptıkları itirazın reddedilmesi de bu yönde fazla aceleci davranılmaması gerektiğini göstermiyor mu?)
Demek ki, diğer alanlarla olduğu gibi "Yargıda reform" söz konusu olduğunda da –tek tek insanlarla uğraşmak âdetinden vazgeçip, eleştirilerimizi doğrudan kurumların yapısına ve işleyişine yöneltmeliyiz. Bu çerçevede AYİM'i gözden geçirecek olursak, AYİM Başkanı'nın yukarıda bir bölümünü aktardığım açıklamasının son cümleleri ("6 kurmay üyemiz de Silahlı Kuvvetler Akademisi mezunu. Her dairede 2 kişi olarak görev yapmakta olup onlar da yine anayasal teminat altındadır. Yani sicil almazlar") bizi özellikle ilgilendirmelidir. Çünkü söylendiği gibi, her dairede 2 kişi olarak görev yapan bu üyeler yarbay ve albay rütbesindeki kurmay subaylar içinden seçilmektedir. Yani "askeri hâkim" sınıfına dahil değillerdir.
İsterseniz bu "hâkim sınıfından olmayan üyeler"in AYİM'e nasıl dahil olduklarını da hatırlayalım: "...Genelkurmay Başkanlığınca her boş yer için gösterilecek üç aday arasından, Cumhurbaşkanınca seçilir." (Anayasa, 157)
Tamam, yine Anayasa'da belirtildiği gibi "Başkan, Başsavcı ve daire başkanlarının askeri hâkim sınıfından olmaları esastır"; ama bu "esas", dairelerin 6 üyeden oluşan yapısının 1/3'nün "kurmay subaylar" tarafından işgal edilmesi garabetini ortadan kaldırmamaktadır.
Takdir edersiniz ki, bir mahkemede "Askeri hâkim sınıfından olmayan üyeler"in varlığı, "Yargıda düalizm" probleminden çok daha ciddi bir sorundur. Bu sorunun Anayasa'da yer alabilmesi de tabii ki. Bu sorunun "Nasıl olsa sivilleri ilgilendirmiyor, sonuç olarak askerler birbirini yargılıyor" diyerek hafife alınabilmesı mümkün müdür?
12 Eylül referandumuna giden süreçte akla gelmeyen konulardan birisi de budur. Hem de, anayasa değişikliğine ilişkin kanunun AYİM'e bir biçimde gözü takıldığı halde. 12 Eylül'de kabul edilen anayasa değişiklikleri içinde AYİM'i doğrudan ilgilendiren farklı bir yeniden düzenleme ile yetinilmiştir. Referandum öncesinde Anayasa'nın 157. maddesinde yer alan şu ifadeye ilişkin bir değişikliktir bu:
"Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'nin kuruluşu, işleyişi, yargılama usulleri, mensuplarının disiplin ve özlük işleri, mahkemelerin bağımsızlığı. Hâkimlik teminatı ve askerlik hizmetlerinin gereklerine göre kanunla düzenlenir."
Getirilen değişiklik, bu fıkranın "ve askerlik hizmetlerinin gereklerine göre" bölümünün Anayasa'dan çıkarılmasıyla sınırlıdır.
Bu değişikliğin, daha doğrusu "askerlik hizmetlerinin gereklerine" atıf yapan bölümün fıkradan çıkarılmasının ne gibi sonuçlar doğuracağını göreceğiz. Ama Anayasa'nın söz konusu maddesi içinde hâla "hâkim sınıfından olmayan üyeler"den söz ettiğine göre, bu konuda iyimser olabilmek epeyce zordur.
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=25173&y=KursatBumin
AYİM'in 'bağımsızlık' tarihi
Türkiye'de (de) "yargı birliği"ne ulaşılması, (Bülent Arınç'ın yerinde ifadesiyle) "yargıda düalizme" son verilmesi, yani sonuç olarak sadece disiplin suçlarına bakan askeri mahkemelerin yerinde bırakılarak "askeri yargı"nın diğer mahkemelerine sağlanan anayasal teminatına son verilmesi yolunda bir sürecin işlediğini söyleyebiliriz. "Yeni Anayasa" şekillenirken bu konuya da epeyce tartışılacaktır herhalde.
Bu çerçevede AYİM'i tekrar ele alacak olursak, bu mahkemenin tarihinin ülkenin hukuk tarihine ilişkin önemli bilgiler içerdiğini gözlüyoruz. Bu tarihte benim son derece önemli gördüğüm gelişmeler yaşanmış. Mesela, Danıştay, TBMM ve Milli Savunma Bakanlığı arasında son derece ciddi biçimde cereyan eden "yetki" tartışmaları.
Başlangıçta idari yargıda "düalizm" söz konusu değilmiş. 1924 Anayasası'nın idari dava ve uyuşmazlıkların çözümü için görevlendirdiği Danıştay, asker-sivil ayrımı yapmadan her iki kesimin davalarını da yetkisi içinde görüyor ve sonuçlandırıyormuş. Yani bir bakıma "idari yargıda birlik" dönemi söz konusuymuş.
Asker kişiler tarafından ilk dava 1924 tarihinde açılmış. Bir subay, rütbesinin yükseltilmesi gerekirken sicilinin yeterli olmadığı iddia edilerek terfi ettirilmemesi üzerine dava açınca, kendisini görevli gören Danıştay, Milli Savunma Bakanlığı'nın gelişmelere ilişkin savunmasını istemiş. Ancak –tahmin ettiğiniz gibi- Milli Savunma Bakanlığı, Danıştay'ın araya girmesi üzerine Başbakanlık aracılığıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden "tefsir isteği"nde bulunmuş. (Bu gelişme bizi şaşırtmasın, çünkü "kuvvetler ayrımı" henüz ortada yoktur.) TBMM'nin "tefsir kararı", bu idari davaya bakmak yetkisinin Danıştay'da olmadığı şeklinde tecelli etmiş.
TBMM'nin bu kararında, "bir subayın söz konusu kanuna göre mükafatlandırılmasının, her şeyden önce hizmet ve liyakat derecesinin, hiyerarşik amirlerinin bilfiil işbaşında hasıl edeceği ve doğrudan doğruya meslek ve ihtisasının ortaya kayacağı takdir ve kanaate bağlı olduğu" hatırlatılıp bu takdirin "herhangi bir kurul tarafından nazari olarak eleştirilmesinin hukuken mümkün olmadığı" belirtilmiş.
Yani özetle, "Senin meşgul olduğun nazariyat askeriyede geçersizdir" şeklinde Danıştay'a haddini bildiren bir karar bu... Önümdeki metin bu kararı "Türk İdare Hukuku"nda "Hükümet Tasarrufu" fikrinin ortaya atıldığı ilk örnek olarak yorumluyor. Kararın "Hükümet-Meclis Tasarrufu" olarak adlandırılması sanki daha doğru bir seçim olurdu.
Ancak "asker kişiler"i bu "tefsir kararı" hepten caydıramamış. Bazı asker kişiler, Milli Savunma Bakanlığı'nın benzer kararları karşısında Danıştay'a başvurmaya devam etmişler. Nitekim bu çerçevede açılan bir dava bir kere daha Danıştay ile Milli Savunma Bakanlığı'nı ve dolayısıyla TBMM'yi karşı karşıya getirmiş. Danıştay, Başbakanlık'a konuyla ilgili gönderdiği yazıda, "idarenin işlem ve eylemlerine karşı asker kişiler dahil, tüm vatandaşların Danıştay'da dava açmalarının tabii olduğunu, asker kişilerin ayrıcalıklı olarak bu haktan yoksun bırakılmalarının yerinde olmadığını, bu gibi karar ve işlemlerin Danıştay'ın yargı alanı dışında sayılmasının ve bu yolla Meclis'çe karar alınmasının lüzum ve gereğinin olmadığını" görüşünü iletmiştir.
İsterseniz burada kısa bir ara verip 30'lu yılların başındaki Türkiye'de Başbakanlık-Meclis ile Danıştay arasında yaşanmış olan bu "yetki" mücadelesinin altını özellikle çizmeyi unutmayalım. 30'lu yılların başında, yani Tek Parti diktatörlüğü altında, yani hâkimlerin "kuvvetler ayrılığı" ilkesinin koruması altında olmadığı bir dönemde, Danıştay'ın Başbakanlık-Meclis karşısında verdiği bu "yetki" mücadelesi hukuk tarihimizin sayısı çok fazla olmayan parlak sayfalarından birisini oluşturmuyor mu? Demek ki, Tek Parti döneminde de bu ülkede bugün saygı ile hatırlanması gereken "hâkimler varmış".
Bilmiyorum (ve araştırmadım) doğrusu; acaba Danıştay'ın bugün -30'lı yıllardaki Danıştay'ın ısrarla savunduğu gibi- "Asker-sivil ayrımı tanımam, idarenin har alandaki tasarruflarına ben bakarım, AYİM'i de istemem!" benzeri bir itirazı var mı?
AYİM Tarihi'ne devam edelim:
Danıştay'ın Milli Savunma Bakanlığı- Başbakanlık- TBMM'ye karşı yürüttüğü özetlemeye çalıştığım mücadelesi sonunda yönetimi yıldırmış. TBMM Savunma Komisyonu, bu gerginliği ortadan kaldırmak (daha doğrusu Danıştay'ı devre dışı bırakmak) için üst askeri makamların karar ve işlemleri aleyhine yapılacak şikâyet ve itirazlara adres olarak "Zat İşleri Son Tetkik Mercii Encümeni" adı altında kurulun kurulmasına ilişkin bir kanun tasarısı hazırlamıştır. Kısa sürede kanunlaşan bu tasarıya göre, Milli Savunma Bakanlığı'nda kurulacak olan bu komisyon Genelkurmay Başkanını'nın (veya onun seçeceği bir kişinin) başkanlığında toplanan, üyelerini Cumhurbaşkanının Genelkurmay ve Milli Savunma Bakanlığı bünyesi içinden atadığı 5 kişilik bir son karar merciidir. Bu doğrultuda askeri kişilerin Danıştay'a başvurmaları yasaklanmıştır.
Bu yeni düzenleme önemli olarak, söz konusu "komisyon"un kararlarına karşı Millet Meclisi'ne itiraz için başvurulması hakkını tanımaktaydı. Ancak kimi yorumcuların söylediği gibi bu düzenleme "kanunla tezat" teşkil ediyor gibidir. . Çünkü bir taraftan "asker kişiler"in Danıştay'a başvuruları askeri disipline aykırı görülerek yasaklanırken, yeni durumda aynı kişilere "siyasi bir kuruluş olan" TBMM'ye başvuru hakkı tanınmıştır.
Nitekim, bu çerçevede TBMM'ye yapılan başvuruların sayısı hızla artınca, çözüm yolu olarak getirilen "Encümen"den de birkaç yıl sonra vazgeçilmiş. Şimdi gözler artık Askeri Yargıtay'a çevrilmiştir.
AYİM Tarihi'nin devamı da ilginç. Yarınki yazıya devam ederiz.
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=25186&y=KursatBumin
AYİM'in 'bağımsızlık' tarihi (2)
AYİM'siz bir dönemden AYİM'li bir döneme nasıl geçildiğini gözden geçiriyorduk.
Başlangıçta idarenin tasarruflarına karşı itirazların çözümü asker-sivil ayrımı olmaksızın Danıştay tarafından yerine getirilirken, daha sonra "asker kişiler"in başvurularının adresi değiştirilerek bu çerçevedeki işlemler için TBMM'den "tefsir kararı" çıkması beklenmeye başlanmış, ancak bu yöntem de problemli bulunduğundan sonunda Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde icat edilen "Zat İşleri Son Tetkik Mercii Encümeni"nin yetkili kılınmasına karar verilmişti.
Söylemiştim, bu "Encümen"in ömrü de uzun olmamıştı. Dört yıl sonra, Encümen kararları aleyhine yapılan itirazların artması nedeniyle bu işten de vazgeçilip çıkarılan bir kanunla (1938) subaylarla askeri memurların yükselme, atanma, değiştirilme ve emeklilikleri hakkındaki şikayetlerinin incelenip karara bağlama yetkisi bu sefer Askeri Yargıtay bünyesindeki özel bir daireye verilmişti.
Bu kanun 15 yıl, yani 1953 yılına kadar yürürlükte kalmış. Milli Savunma Bakanlığı'nın önerisi doğrultusunda hazırlanan yeni bir kanun, -"Encümen"i oluşturan kanunun 24 Anayasası'nın 51. maddesine (Anayasanın Danıştay'ın kuruluşuyla ilgili maddesi) aykırı olduğu gerekçesiyle- yürürlüğe girmiş ve askeri kişilerin idari eylem ve işlemler aleyhine açtıkları davalar tekrar Danıştay'da görülmeye başlanmıştı. (Yani, döndük tekrar başlangıç noktasına!)
Bu uygulama 1961 Anayasası'nda da değişmemiştir. Ancak –bildiğiniz gibi- 12 Mart askeri muhtırasını takiben gerçekleştirilen anayasa değişikliği sonucunda Danıştay bir kere daha bu yetkisini kaybetmiştir.
Dolayısıyla, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM) bu değişiklikle devreye girmiştir. Bu yeni düzenlemeye niçin ihtiyaç duyulduğu AYİM Kanunu'nun gerekçesinde veciz biçimde ifade edilmektedir. Bu arada şunu hatırlatmayı da unutmayalım: 12 Mart 1971 muhtırasından sonra 1961 Anayasası'nda bu çerçevede yapılması önerilen değişiklikler içinde üç öneri Meclis çatısı altında epeyce tartışılmıştır. Bu öneriler, Askeri Yargıtay'da özel bir daire, Danıştay'da özel bir daire ve Askeri Danıştay kurulması yönündedir. Sonuç olarak Askeri Yüksek İdare Mahkemesi kurulmasında mutabık kalınmıştır.
Şimdi de AYİM Kanunu'nun gerekçesinden bazı bölümler:
"Silahlı kuvvetlerin mülki idareden çok farklı özellikleri dikkate alınmadan genel idare içinde düşünülerek, yargısal denetiminin Danıştay'a bırakılmış olması umulan neticeyi vermemiştir. Uzun yılların tecrübesi ve elde edilen sonuca göre, Silahlı Kuvvetlerin özelliğine ve onun kendine özgü hassas birleşimine uygun bir yapıda, ayrı bir yargı organının meydana getirilmesine ihtiyaç duyulmuştur. Askerler, sivil idarenin ve hiyerarşinin dışında, bağımsız, üstün ve güçlü bir otoriteye tabidirler..."
Evet, "Askerler, sivil idarenin ve hiyerarşinin dışında, bağımsız, üstün ve güçlü bir otoriteye tabidirler..." Gerekçenin en ikna edici cümlelerinden birisi doğrusu...
AYİM'in "bağımsızlık" tarihi burada son bulmuyor, devamı da var.
AYİM, bu sefer de 12 Eylül rejiminin konusu olmuştur.
Dönemin hükümeti tarafından hazırlanan 16 Ekim 1981 tarihli bir tasarı AYİM'in kaldırılarak asker kişiler için de yetkinin tekrar Danıştay'a iadesini istemektedir. Tasarı, "Silahlı Kuvvetler camiası içinde hiyerarşi ve rütbe esası dışında bir denetim sistemine tabi tutulmasının, Silahlı Kuvvetler yapısına ve geleneksel hiyerarşi ve disiplin anlayışına ters düştüğü" gerekçesiyle 10 yıla yakındır görev başında bulunan AYİM'in kaldırılmasını, asker kişilerin açacağı idari davaların eskiden olduğu gibi yine Danıştay'da görülmesini istemektedir.
Bu kanun tasarısı –dönemin icabı olarak- Milli Güvenlik Konseyi Milli Savunma Komisyonu'nun önüne gelir. Komisyon önüne gelen bu hükümet tasarısını reddeder. Komisyon raporundan da bir bölüm aktaralım:
"Danıştay'ın askeri idari işlem ve eylemleri denetlemesi isabetli olmayacaktır. Çünkü ne kadar hakkaniyet ve idare hukuku ilkelerine sıkı sıkıya bağlı olurlarsa olsunlar, Danıştay üyelerinin askeri idarenin 'askeri gerekleri'ni gereğince bilip, takdir ederek buna göre karar vermeleri mümkün olamayacaktır. Bu, ancak askerliğin içinden yetişip gelen ve meslekleri itibariyle hukuk nosyonu ile donatılmış ve bu iki özelliği bünyesinde toplayan askeri hâkimler eli ile yapıldığı takdirde daha faydalı olacaktır."
Komisyon raporunda yer alan şu cümleler de dikkat çekici:
"İdari yargının bütünlüğü fikri 'mutlak ve istisnasız' bir kural olarak düşünülemez. 'Toplumsal yapı ve sosyal seviye' idari yargının bütünlüğü ilkesinin göz ardı edilerek, bünyeye en uygun ve ideal olan bir sistemin tercihini ve 'İdari Yargının Bütünlüğü' şeklindeki teorinin ihmalini gerektirebilir." (!)
Bu cümleler -öyle ya da böyle fark etmez- Danıştay'ın "idare" tarafından nasıl bir muameleye tabi tutulduğunun iyi bir özeti olsa gerek.
AYİM'in "bağımsızlık" tarihi daha ne kadar sürecek dersiniz?
Soruyu şöyle de sorabiliriz: Danıştay 30'lu yıllarda bile görüldüğü gibi - asker-sivil fark etmez- "İdari Yargının Bütünlüğü"nü ne zaman talep edecek?
AYİM hakkında epeyce eleştirel söz ettikten sonra, bu mahkemenin –önceden birçok kere tekrarladığım gibi- varlığını anlamlı kılan bir yönünü hatırlatmadan yazıya nokta koymak istemiyorum.
AYİM, epeyce yıl önceden ve epeyce çok sayıda "kışla dayağı"nın trajik sonuçlarına ilişkin çok yerinde ve çok takdir toplayan kararlar da alan bir mahkemedir. Mahkeme bu kararlarıyla "kışla dayağı"ndan dolayı hayatını kaybeden ve ağır zarar gören birçok davacının başvurusunu olması gerektiği gibi tazminat ve mahkûmiyet ile sonuçlandırmıştır. Bunu da unutmamamız gerekiyor.
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=25201&y=KursatBumin