Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#941
Lig tarihinde bir ilk gerçekleşti! 10. haftalar itibariyle ilk kez ligin ilk 3 sırasında 3 büyüklerden hiçbiri yer alamadı!

Süper Lig'de 10. hafta itibariyle ilk 3 sırada Bursaspor, Kayserispor ve Trabzonspor bulunuyor. Trabzonspor haftanın kapanış maçında ne sonuç alırsa alsın, ya 2. ya da 3. sırada yer alacak.

Üç büyükler ise ilk 3 sırayı uzaktan izliyor! Fenerbahçe 4. sırada, Beşiktaş 7. sırada, Galatasaray ise 8. sırada yer alıyor. Üç büyüklerden Fenerbahçe deplasmanda lider Bursaspor ile berabere kaldı ve ilk 3 sırada yer alma ihtimalini yitirdi.

Böylece lig tarihinde bir ilk yaşanmış oldu. 10. haftalar itibariyle ilk kez puan cetvelinin ilk 3 sırasında Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray'dan hiçbiri bulunmuyor.

İşte lig tarihi boyunca 10. haftalar itibarıyla ilk 3 sıralar:

#942
'Balyoz' sanığı 3 generale terfi yolunu açan AYİM'in kararına tepkiler sürüyor. Emekli Hâkim Albay Rüştü Atpulat, Bakan Vecdi Gönül'ün açığa alma yetkisini kullanması gerektiğini söylüyor.

Emekli Hakim Albay Rüştü Atpulat, 'Balyoz' davası sanığı üç generale terfi yolunu açan Askerî Yüksek İdare Mahkemesi'nin (AYİM) kararına karşılık Bakan Vecdi Gönül'ün 'açığa alma' yetkisini kullanması gerektiğini söyledi. Atpulat, söz konusu generallerin Balyoz'da sanık olmalarına rağmen açığa alınmamalarının ise hata olduğunu anlattı.

'Balyoz' sanıkları arasında yer alan Tümgeneral Gürbüz Kaya, Tümgeneral Halil Helvacıoğlu ve Tuğamiral Abdullah Gavremoğlu, Yüksek Askerî Şûra'da (YAŞ) terfi ettirilmedikleri gerekçesiyle AYİM'e başvurmuştu. AYİM'in yürütmeyi durdurma kararı vermesi üzerine Başbakanlık itiraz etmişti. AYİM ise itirazı reddederek, üç generale terfi yolunu açtı. Emekli Hakim Albay Atpulat, AYİM'in ret kararını 'yanlış' veya 'doğru' şeklinde eleştirmekten ziyade, yetkisini kullanıp açığa almadığından üç generalin terfisinin önünü açan Millî Savunma Bakanlığı'nın tutumunun tartışılması gerektiğini söyledi. Atpulat, "Bakan Vecdi Gönül'ün bu generalleri açığa almaması hataydı. Açığa alması teamüldü çünkü. Alsaydı, terfinin önünü açmazdı. Açığa alınsalardı, generallerin dosyası YAŞ'a bile gelmezdi. 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu'nun, açığa alınan veya tutuklanan subay ve askerî memurlar hakkındaki esasları içeren 65. maddesi, Millî Savunma Bakanı'na generalleri açığa alma yetkisi veriyor. 65. madde, 'Haklarında ölüm veya ağır hapis cezasını gerektiren veya yüz kızartıcı bir suçtan ya da taksirli suçlar hariç olmak üzere 5 yıl ve daha fazla hapis cezasını gerektiren bir cürümden veya emre itaatsizlikte ısrar, üste veya amire fiilen taarruz, üste veya amire hakaret, mukavemet suçlarından dolayı kamu davası açılanlar, mensup oldukları bakanlıklarca açığa çıkarılabilirler.' diyor." ifadesini kullandı.

Generaller için ağır suçlama olduğunu hatırlatan Rüştü Atpulat, subaylar hakkındaki bütün iddianamelerin Millî Savunma Bakanlığı'na bağlı Adalet İşleri Başkanlığı'na gittiğini belirtti. Dava açıldığı için Millî Savunma Bakanı'nın, "Haberim yoktu" demesinin mümkün olmadığına dikkat çeken Atpulat, Gönül'ün bugünden itibaren açığa alma yetkisini kullanabileceğini ifade etti. Generallerin açığa alınmasının terfilerini durdurmayacağına da dikkat çeken Atpulat, şunları söyledi: "Mahkemenin kararı uygulanacak ve generaller terfi edecek. Buna rağmen Bakan, yetkisini kullanıp açığa alma işlemini uygulayabilir."

MUSTAFA YÜKSEL İZMİR
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1047454&title=emekli-hâkim-albaydan-milli-savunma-bakanina-aciga-alma-yetkini-kullan
#943
Cumhuriyet'in kuruluşunun 87. yıldönümü nedeniyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Çankaya Köşkü'nde verdiği resepsiyona CHP'nin yanı sıra Genelkurmay'dan da katılım olmaması farklı kesimden aydınların tepkisini çekti.

Köşk'ün davetine icabet etmeyen komuta kademesi ve anamuhalefet partisinin başörtüsünü hedef aldığını belirten aydınlar, asker ve CHP'nin bu tavırlarıyla temel hak ve özgürlükleri içine sindirmediğinin ipuçlarını ortaya koyduğunu söyledi. Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Helene Flautre, "Onların katılmaması şaşırtıcı bir şey değil." derken generallerin resepsiyona gitmemesinin kendisini üzmediğini belirtti. Komuta kademesinin tavrını, "Başkomutana başkaldırı" diye yorumlayan gazeteci Mehmet Ali Birand, askerin hâlâ 'kaybedeceği bir savaşı sürdürdüğünü' ifade etti. Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi'ye göre, askerin resepsiyona katılması 'nezaketin ötesinde bir görevdi'. Askerlerin tutumunun izah edilemeyeceğini kaydeden sanatçı Şanar Yurdatapan ise CHP'nin boykotunu "İlkeli bir duruşları yok. Saygınlıklarını yitiriyorlar." şeklinde değerlendirdi. "CHP liderinin resepsiyona katılması siyaset açısından iyi olurdu." diyen TESEV Başkanı Can Paker askerin tutumunu 'devlet' kavramına ters bulduğunu dile getirdi: "Referandumdan sonra arzu edilen demokratik noktaya daha kolay gelinir diye düşünüyorduk. Ancak henüz buraya ulaşamadığımızı gördük."

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da resepsiyona anamuhalefet partisi ile askerin katılmamasıyla ilgili çarpıcı değerlendirmeler yaptı. Davutoğlu, "Nasıl cumhur tekse cumhurun bayramı da tek olmalıdır. Alternatif kutlamalar şekline dönüşmemelidir." dedi. Eski Devlet Bakanı Hasan Celal Güzel ise Cumhurbaşkanlığı makamına karşı takınılan tavrı 'utanç verici' buldu. "Tam da normalleşme olduğu dönemde askerin yaptığı bu davranışı ayıplıyorum." diyen Güzel, "AB Parlamentosu'nda başörtüsüyle konuşabilen Cumhurbaşkanı'nın eşine karşı TSK'nın bu tavrı anlamsızlıktan öteye gidemez." ifadesini kullandı.

Askerin resepsiyona katılmamasına ilişkin siyasetçi, akademisyen ve aydınların tavrı şöyle:

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu: "İnsanların özel hayatlarındaki tercihlerine saygı gösterilmesi lazım. Bunun bir tehdit gibi algılanması zaten doğru değil. Nasıl cumhur tekse cumhurun bayramı da tek olmalıdır. Alternatif kutlamalar şekline dönüşmemelidir."

Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Helene Flautre: "Generallerin resepsiyona katılmaması beni pek üzmedi. Çünkü onların katılmaması şaşırtıcı değil. Bu açıdan pek üzülmedim."

Gazeteci Mehmet Ali Birand: (twitter yazısı) "Komutanlar Köşk'e çıkmadı. Başkomutana başkaldırdılar. Kaybedecekleri bir savaşı sürdürüyorlar. Üstelik ellerinde etkin silah da kalmadı."

Eski Milli Eğitim Bakanı - köşe yazarı Hasan Celal Güzel: "Tam da normalleşme olduğu dönemde askerin yaptığı bu davranışı ayıplıyorum. Unutulmamalıdır ki Anayasa'nın 117. maddesinde cumhurbaşkanının aynı zamanda TSK'nın başkomutanı olduğu yazıyor. Asker başkomutanın hazırladığı bu resepsiyona katılmamakla bir protokol ayıbı gerçekleştirmiş oldu. Genelkurmay'ın tavrı, asırlık bir hazımsızlığın tezahürüdür."

Özgür-Der Başkanı Rıdvan Kaya: "Milletin değerlerine karşı bir asırdır süren takıntılı ruh halinin devam ettiğini görüyoruz. Cumhurbaşkanlığı'nın davetine katılmamak tek kelimeyle saygısızlıktır. Kaybediyorlar, kaybedecekler de..."

Emekli Tümgeneral Adnan Tanrıverdi: "Katılmamalarını resepsiyona eşli olarak davet yapılmasına bir tepki olarak algılamak lazım. Bunu hiçbir şekilde izah edemezler. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nde irticayı tehdit olmaktan çıkıyor. Ancak inancı gereği örtünenler yadırganıyor. Yanlış bir tavır. Asker, milletin gönlündeki yerini tekrar kazanmak istiyorsa bunları hazmetmesi gerekir. Tepkinin ötesine giden bir davranış olamaz. Geçmişi uygulamak yanlış bir tutum. TSK, bu davranışıyla temel hak ve özgürlüler ile inanç konusunu içine sindirmediğinin ipuçlarını verdi."

TESEV Başkanı Can Paker: "Biz referandumdan sonra arzu edilen demokratik noktaya daha kolay gelinir diye düşünüyorduk. Askerin resepsiyon tavrı henüz buraya ulaşılamadığının göstergesi. Asker, milletin iradesine karşı irade koyamaz. Siyasilerin tutumu ile askerin tutumu bir olamaz. CHP liderinin resepsiyona katılması siyaset açısından iyi olurdu. Ancak onun tercihi. Oysa asker, devletin memurudur. Yaptıkları 'devlet' kavramına karşı bir tutumdur."

Gazeteci Nazlı Ilıcak: "Askerin resepsiyona katılmamasını da, bunun için alternatif resepsiyon geliştirmesini de doğru bulmuyorum, onaylamıyorum. Askerler kendilerini ve programlarını cumhurbaşkanına göre ayarlamak zorundadır. Komutanların tavrı kabul edilebilir bir durum değil."

Sanatçı Şanar Yurdatapan: "Bir devlet kurumunun, cumhurbaşkanının verdiği resepsiyona katılmama gibi bir lüksü olamaz. Memuruna grev hakkı vermeyen bir devlette Genelkurmay'ın resepsiyona katılmamasının izahı yok. CHP'nin ise katılmaması da çok ilginç. İlkeli duruşları yok. Böyle davranarak saygınlıklarını yitiriyorlar."

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1046988&title=genelkurmayin-tavri-asirlik-bir-hazimsizligin-tezahur


Başbakan Erdoğan: Asker yanlış yaptı

Erdoğan, Genelkurmay tarafından 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nda resepsiyon verilmesiyle ilgili bir soru üzerine, "böyle bir alternatif kutlama yanlış olmuştur" dedi, CHP'nin görevden alma çağrısına değindi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Genelkurmay Başkanlığı tarafından 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nda resepsiyon verilmesiyle ilgili, ''29 Ekim kutlamalarının yeri bugüne kadar hep Çankaya olmuştur. Çankaya'nın dışında herhangi bir kutlama söz konusu olmamıştır. Dolayısıyla böyle bir alternatif kutlama, bugüne kadar farklı alanlarda, farklı yerlerde yapılmış olan kutlamalar da nasıl yanlış olmuşsa, bu da o denli yanlıştır ve bunun kabul edilebilir hiçbir yanı yoktur'' dedi.

Başbakan Erdoğan, Kosova'ya hareketinden önce Esenboğa Havalimanı'nda gazetecilerin sorularını yanıtladı.

Bir gazetecinin AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik'in 29 Ekim Resepsiyonu'na katılmayan askerlerin emre itaatsizlik yaptığını söylediğini hatırlatması bu konuda aynı görüşte olup olmadığını sorarak, ''Eğer cevabınız 'Evet'se emre itaat etmeyen askerlerle ilgili herhangi bir tasarrufta bulunmayı düşünüyor musunuz? CHP'den askerlerin görevden alınması yönünde görüşler sarf ediliyor'' demesi üzerine Başbakan Erdoğan, ''Bu bir davettir, bu davete icabet etmemenin Genelkurmay açısından ne denli yanlış olduğunu zaten daha önce ben açıkladım'' diye konuştu.

Bunun ötesinde birşey daha söylediğini, ''Bir alternatif kutlamanın hiç şık olmadığını ayrıca söylediğini'' belirten Erdoğan şöyle devam etti:

''29 Ekim kutlamalarının yeri bugüne kadar hep Çankaya olmuştur. Çankaya'nın dışında herhangi bir kutlama söz konusu olmamıştır. Dolayısıyla böyle bir alternatif kutlama, bugüne kadar farklı alanlarda, farklı yerlerde yapılmış olan kutlamalar da nasıl yanlış olmuşsa, bu da o denli yanlıştır ve bunun kabul edilebilir hiçbir yanı yoktur. Ne emre itaate girer, ne emre itaatsizliğe girer, onun değerlendirmesi hukuki bir süreçtir. O ayrı bir konudur. Kim nasıl ne zaman görevden alınır, alınamaz, bu konunun aklını da bize kimse vermesin. Biz bu görevimizi de gayet iyi biliyoruz. Kim görevden alınacaksa nasıl alınacaksa onu da yeri geldiği zaman yaparız, bundan da kimseye hesap vermeyiz. Yeter ki böyle bir yasal süreç söz konusu olsun. Ama böyle bir yasal süreç yoksa da... CHP'nin aklına da ihtiyacımız yok, onlar aklını kendilerine saklasın.''

AA
http://www.haber7.com/haber/20101103/Basbakan-Erdogan-Asker-yanlis-yapti.php
#944
OKTAY Ekşi, bu gazetede...

"Şimdi anasını bile satan işte o zihniyetin marifetlerini görüyorsunuz" diye bir cümle yazdı.
Cümlenin hedefi...
Bu memleketin seçilmiş hükümeti, başbakanı ve bakanları idi...
Oktay Ekşi, "anasını satan zihniyet" diyerek, hükümete, Başbakan'a ve bakanlara çok çirkin bir şekilde hakaret etti.
Ve ardından da dünkü yazısında...
"Ayarı kaçırmışız", "Kantarın topuzunu kaçırmışız", "Vurucu ifadenin şehvetine kapılmışız" türü ifadelerle özür diledi.
¡¡¡
Dün öğle saatleriydi.
Oturdum bir yazı yazdım.
Lafı hiç eğip bükmeden...
"Oktay Ekşi istifa etmelidir" dedim yazıda.
Çünkü...
Oktay Ekşi, "kantarın topuzu"nu değil, kantarın kendisini kaçırmıştı.
Yaptığı ayıp, "Biraz ağır kaçtı galiba, özür dileriz" tonunda ifadelerle geçiştirilebilecek türden bir ayıp değildi.
Çünkü...
Mesele bir "ağır kaçma" meselesi değildi...
Mesele çok çirkin bir yakıştırmanın ve çok çirkin bir hakaretin alenen kullanılabilmesi meselesiydi.
Oktay Ekşi'nin yazısında ölçü, "geriye dönülmez" şekilde kaçmıştı.
Özürle telin etme sınırı aşılmıştı.
Bu nedenle...
"Basının beyefendi yazarı" olarak bilinen Oktay Ekşi'nin, bu vahim hatasını "Biraz ağır kaçmış" diyerek geçiştirmeye çalışmakla yetinmemesi gerektiğini yazdım.
İstifa etmesini, emekliye ayrılmasını talep eden yazımı yazdım ve gazeteye gönderdim.
¡¡¡
Dün akşamüzeri haber verdiler:
Oktay Ekşi gereğini yapmış.
Yani istifa etmiş.
"Basın Konseyi Başkanı" sıfatıyla, "anasını satanlar" cümlesinden çok daha hafif şeyler yazan gazeteciler hakkında bile kınama kararları alan deneyimli bir gazeteciden de böyle bir tutum beklenirdi.
Oktay Ekşi'nin istifa etmesi çok yerinde olmuştur.
Yol açtığı sorun, başka türlü telafi edilemezdi.
¡¡¡
Bir noktaya daha işaret etmek istiyorum:
Hürriyet'te kural ihlallerinin ve hakaretlerin önüne geçmek, evrensel yayın ilkelerine ve Hürriyet'in yayın politikasına bağlı kalmak amacıyla son dönemde bir "denetim mekanizması" oluşturuldu.
Bu mekanizmanın temel amacı, "İstediğin kadar muhalefet yap, istediğin kadar eleştir ama hakaret etme, aşağılama, rencide etme" diye özetleyebileceğim anlayışın geçerlilik kazanmasıdır.
Yani maksat, telafi edilemez olası hatalardan hem köşe yazarını, hem de gazeteyi korumaktı.
Ama ne yazık ki...
Oktay Ekşi, bu denetim mekanizmasının da arkasından dolaşmış ve gece vakti yazısında değişiklik yaparak o kabul edilemez ifadeyi yazısına koymuş.
Böylece o ifade, gazetenin muhtemel denetiminden de kaçmış.
İşin bu kısmına da dikkat çekmek gerektiğini düşünüyorum.
¡¡¡
Şunu da belirtmeliyim:
Bir gazetede herhangi bir köşe yazarının yaptığı çok ağır bir ölçüsüzlük...
Sadece o köşe yazarını bağlamıyor.
Hakarete maruz kalanlar, o köşe yazarının yaptığı ölçüsüzlükten yola çıkarak... Gazetede yazan diğer yazarları da işin içine katarak, hatta topyekûn gazeteyi hedef alarak, "Bunlar işte böyledir" türünden genellemelerde bulunuyorlar.
Böylece...
Eleştirilerimiz, yazıp çizdiklerimiz, yaptığımız yayıncılık, bu türden bir genellemenin kurbanı oluyor.
Oktay Ekşi gereğini yaparak...
Bu türden ağır bir zararı da telafi etmiştir.
¡¡¡
Son nokta:
Ben bir Hürriyet yazarı olarak... Özürle geçiştirilemeyecek türden bir çirkinlik gördüğümde...
Çirkinliği yapan kim olursa olsun...
Hemen üstüne atlıyor ve en ağır şekilde vuruyorum.
Ona vur, buna vur, ona yüklen, buna yüklen...
Ama iş Oktay Ekşi'ye gelince suspus ol...
Bunu kendime yediremez ve yakıştıramazdım.
Oktay Ekşi istifa ederek...
Benim bu yönde bir çaba sarf etmeme de gerek bırakmadı.

Doğan Gazetecilik
Yayın İlkeleri 7. MADDE

Kişileri ve kuruluşları, eleştiri sınırının ötesinde küçük düşüren, aşağılayan veya iftira niteliği taşıyan lakap ve ifadeler kullanılamaz.

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/16178098.asp?yazarid=131
#945
BAŞLANGIÇTA herşey esrarengizdi.

Bir başbakan görevini yenisine devrederken makam odasındaki kasayı açıyor, içinden çıkan kırmızı kaplı ince kitabı makamın yeni sahibine veriyordu?
O kırmızı kaplı ince kitap, devletin gizli anayasasıydı, Atatürk'ten beri el değiştiriyor, her gelen yeni başbakan o 'gizli anayasa'ya uygun davranıyordu.
Vay vay vay...
Sanırsınız Da Vinci şifreleri el değiştiriyor.
Şimdi soralım: Bir 'hukuk devleti'nin 'gizli anayasa'sı olabilir mi? Cevap soruda gizli zaten: Hayır, olamaz!
Peki nedir bu 'kırmızı kitap' meselesi? Bunu da 90'lı yıllarda öğrendik, meğer esas adı 'Milli Güvenlik Siyaset Belgesi' imiş. Hatta 90'ların ikinci yarısında Hürriyet gazetesi bu belgeyi ele geçirip yayınladı bile. (Bir maddesini sansüre tabi tutup okuyucularına duyurmamıştı o zamanlar Hürriyet ama bu iyi niyetli bir sansürdü.)
Kimilerince iyice abartılıp efsaneleştirilen ve 'devletin en gizli belgesi' denen belgenin içeriğini yayınladı diye Hürriyet'in başına bir şey mi geldi? Hayır, gelmedi, bırakın davayı soruşturma bile açılmadı.
O zamanlar, 'Soruşturma açılsa bu belgenin gerçekliği kabul edilmiş olur' bile denmişti; sözde gizliliği korumak için devlet böyle davranmıştı. Komplo teorisi yazmada ve bilmediğimiz yerleri kendi kafamızdan doldurmada üstümüze yoktur zaten.
'Kırmızı Kitap', 'Gizli anayasa' gibi tuhaf isimler verilen belge, başlıca iki bölümden oluşuyor. İç tehditler ve dış tehditler.
Bütün hayatı 'Dış düşman ve dış mihrak' laflarıyla geçen bizim gibiler için 'Dış tehdit'in saçma olduğunu düşünmek kolay değil. (Ama saçma aslında 'dış tehdit.' Günümüz için doğru kelime 'Rakipler' falan olabilir, 'Düşmanlar' değil.) O yüzden belgenin bu bölümüne dokunmayalım.
Peki ama Allah aşkına, nedir bu 'iç tehdit'?
Kendisine 'hukuk devleti' adını veren bir devletin vatandaşları 'tehdit' olmazlar, olsalar olsalar suç işleyecek olurlarsa suçlu olurlar.
Ülkede bölücü terör var diye Kürt kökenli olan herkes 'iç tehdit' midir ve giderek 'iç düşman' mıdır? (27 Nisan 2007'de yayımlanan askeri muhtırada 'Ne mutlu Türk'üm diyene, demeyenler düşmanımızdır ve hep öyle kalacaktır' deniyordu, unutmayın!)
Bir zamanlar 'irtica' diye bir 'iç tehdit' vardı. Dindar olan, sakallı takkeli ve türbanlı olan herkes 'tehdit' midir, 'düşman' mıdır? (Uygulamada gördük ki, evet öyleymiş, bir dönem bu ülkede dindar olan herkes tehdit sayıldı, türbanlılar hâlâ sayılıyor olmalı ki Genelkurmay Başkanı 29 Ekim resepsiyonuna bile gitmedi.)
Bir 'hukuk devleti'nde MGSB gibi gizli bir belgeye yer yoktur. Hadi diyelim birileri yazdı, üstüne de 'gizli' diye damgayı bastı, bu durumda bile belgenin bir geçerliği yoktur.
Hukuk devletinde suç ve suçlu vardır. Suçun ne olduğu önceden bellidir, kanunda yazar, o suçu işleyen de yakalanır, yargılanır, suçu işlediği sabit görülürse de cezasını çeker.
'Hukuk devleti'nde bu böyle olmalıysa eğer neden bizim hâlâ bir 'Gizli anayasa'mız var?
Hukuken sadece bir 'Başbakanlık genelgesi' hükmünde olsa da, maalesef bu belge yüzünden hâlâ daha çok sayıda hayat kararıyor, tek tek vatandaşlarımız suç olmayan davranışları yüzünden hayatta feci zorluklarla karşılaşıyor. (Azınlık vatandaşlarımız bu ülkeden neden ve nasıl gitti sanıyorsunuz, böyle belgelerin uygulanmasıyla hayat onlara her gün zehir edildi ve öyle gittiler.)
Yine Hürriyet'in ortaya çıkardığı meşhur 'sosyetik fişleme'nin kökeninde de bu belgedeki iç tehdit ve iç düşman algısı vardı.
Sorun, sadece bu belgenin gizliliğinde değil, tehdit değerlendirmeleri içermesinde. Hukuk devletinde tehditler yasalarda yazılıdır, gizli genelgelerde değil. Hukuk devletinde suç yasayla tanımlanır, gizli genelgeyle değil.
O yüzden gelin hükümete soralım: Bu 'gizli anayasa'da hâlâ 'iç tehdit' diye bir şey var mı?
'Sivilleşiyoruz', 'Demokratikleşiyoruz', 'Fişleme bitecek' laflarının test edileceği yer burasıdır: Hükümet açıklasın, daha önce söz verdikleri gibi 'iç tehdit'i belgeden çıkardılar mı çıkarmadılar mı?
Türkiye'de demokratik rejimin üstündeki askeri ve bürokratik vesayetin kökeninde bu hukuk dışı belge vardır.

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/16178105.asp?yazarid=386&gid=61



Yeni 'Kırmızı Kitap' İsrail'i rahatsız etti!

Milli Güvenlik Kurulu'nun geçen hafta yapılan toplantısı, İsrail medyasında geniş yer buldu! İki ülkenin tehdit unsuru olmaktan çıkarılması kuşkuyla karşılandı.

MGK tarafından yeniden düzenlenen ve "Kırmızı Kitap" olarak adlandırılan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, İsrail'de yankı uyandırdı.

İsrail basınında "Ankara'nın hazırladığı siyaset belgesinde İsrail Türkiye'ye yönelik belli başlı bir tehdit olarak yer aldı" haberlerine yer verildi.

Söz konusu haberlerde bunun 1949'dan bu yana ilk kez görülen bir durum olduğu, İran ile Suriye'nin ise tehdit olmaktan çıkarıldığı vurgulandı...

http://www.haber7.com/haber/20101101/Yeni-Kirmizi-Kitap-Israili-rahatsiz-etti.php
#946
Basın İlan Kurumu Genel Müdürlüğü, başyazısında hükümete yönelik olarak 'Bu zihniyet analarını da satar' diye yazan Oktay Ekşi ve Hürriyet gazetesi hakkında inceleme başlattı.

İnceleme sonunda Oktay Ekşi'nin yazısında basın ahlak esaslarına aykırılık tesbit edilmesi halinde Hürriyet gazetesine 1 ile 60 gün arasında değişen miktarlarda resmi ilan kesme cezası uygulanacak. Basın İlan Kurumu, en fazla 60 günlük ilan kesme cezası uygulayabiliyor. İnceleme sonunda Hürriyet'in basın aklak ilkelerini hiçe sayarak bu suçu işlediği sonucuna varılırsa 20 bin lira ile 700 bin lira arasında değişen miktarlarda ilan kesme cezası verilecek.

Geçtiğimiz yıllarda aralarında Genelkurmay Başkanlığı da Basın İlan Kurumu'na başvurarak basın ahlak esaslarına aykırı haber yapan gazetelere ilan kesme cezası verilmesini sağlamıştı. Kurumlar ve sıradan vatandaşların da Basın İlan Kurumu'na başvurma hakkı bulunuyor.

Yıllardır Hürriyet gazetesi başyazarı olarak görev yapan Oktay Ekşi, aynı zamanda basın meslek ilkeleri üzerine çalışma yapan ve üslubu ya da içeriği nedeniyle kınama cezası verdiği haberlerle gündeme gelen Basın Konseyi'nin de başkanlığını sürdürüyor. Oktay Ekşi'nin, kaleme aldığı yazı nedeniyle Basın Konseyi'ndeki başkanlık görevinden de ayrılması ve konseyin Oktay Ekşi'nin yazısı için kınama açıklaması yapması bekleniyor.

http://www.haber7.com/haber/20101101/Eksinin-yazisi-icin-Hurrriyete-inceleme.php
#947
Baydemir Teke Tek'e çıkmak için bile örgütten izin istediği ortaya çıktı.

Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, televizyon programına çıkmak için bile KCK yönetiminden izin istemiş.

Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir'in 2009'daki yerel seçimlerden sonra Habertürk televizyonunda Fatih Altaylı'nın sunduğu Teke Tek programına çıkmak için bile yasadışı KCK / TM sözde yürütme kurulu üyelerinden izin aldığı ortaya çıktı.

Baydemir'in ayrıca belediye seçimlerinin hemen sonrasında bölücü başı Abdullah Öcalan'ın doğum günü kutlamalarına sağlık nedenleri ile katılmak istemediği ancak KCK / TM yöneticisi Çimen Işık tarafından "Olmaz Başkan, katılmanız gerekiyor." şeklinde uyarıldığı da belirlendi. Özgür irade ile seçilen bir belediye başkanı olduğunu iddia eden Baydemir'in izin görüşmeleri mahkeme kararıyla alınan dinlemelere takıldı. KCK / TM üyelerinden izin isteme skandalı örgütün bölge belediyelerinde ne kadar etkili oldununun kanıtı gibi. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Baskanı Osman Baydemir'in halkın hür iradesi ile seçilmis olmasına karşın bir televizyon programına çıkmak ve yıldönümü kutlamasına katılmamak için KCK yöneticilerinden izin istediği, ancak KCK üst düzey yöneticilerinin buna izin vermediği görülüyor. Bu durum da bölge belediyelerinin KCK/TM yapılanmasının emri altında olduğunu açıkça gösteriyor.

Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir'in KCK Yürütme Kurulu Üyesi Çimen Işıkla Teke Tek programına katılma isteğini bildiren konuşma:

- Osman Baydemir: Ya bugün ee bu Habertürk televizyonundan, Fatih ALTAYLI'nın Teke tek programı yarınmış. Israrla bizim katılmamızı şey yapıyorlar. Ben Emine hanıma ulaşrnaya çalıştım. Ulaşamadım. Daha doğrusu çalıyor ama yanıt vermiyor. Ee ne dersiniz, nasıl yapalım bunu. Nasıl yanıt verelim? Yani açıkçası uzun bir süredir. Nerdeyse 1 yıldır istiyor gitmiyoruz, en son şeyde söylemişti yani yüreği varsa gelsin karşıma falan demişti,
- Çimen Işık: hıı, tahrik ediyorlar
- Osman Baydemir: Doğrusu ben de gitmek istiyorum.
- Çimen Işık: he o zaman,
- Osman Baydemir: ama hani takvim doğru mudur? Değil midir yarın olmasa bile bi daha ki haftaya verebilirmiyiz böyle bir randevu? Yani hani artık seyi zemini kalmadı bence.
- Çimen Işık: Erteleme zemini kalmadı.
- Osman Baydemir: kalmadı, onun için ya şimdi ya yarın, ya da sonraki hafta olabilir. Siz onu bi şey yapıp ama bana bi 10 dakka içerisinde bana dönebilir misinz?
- Çimen Işık: Tamam başkan, ben size 10 dakka içinde dönerim.
- Osman Baydemir: Peki oldu

Yürütme Kurulu Üyesi Çimen Işık'ın KCK'nın sözcüsü Kamuran Yüksek ile Baydemir'e izin verilip verilmeme konusunda konuşması:

- Çimen Işık: Yav bu Teke Tek programı var ya Osman'ı davet etmiş de biz emine hevale (arkadaşa) ulaşamadım cevap vermiyor yani biz komisyon olarak gitmesinden yanayız dedik bi de parti cephesinden ne olsa olur
- Kamuran Yüksek: İyi yoldaş, şimdi yani onu biz değerlendirmeliyiz çünkü seçim öncesinde biz birşey söylemedik istemedik iii basın için ne gerekiyorsa onu yapalım dedik ama nerdeyse genel baskanın yerine konu oldu o şekilde muamele gördü kamuoyuda öyle şey yapmaya çalısıyor bu manada bu şey uygun değildir bu manada bir durum uygun değildir genelle ilgili tartışıyor konusuyor uygun değildir gerekirse eş başkanlarımızdan biri çıkar ya da parti yönetimi çıkar tamam mı seçimleri değerlendirir sonuçları değerlendirir onun dışında yani bu teke tek bi kaç aydır yani uzun süredir şey yapıyor uzun süredir ....
- Çimen Işık: Onu çıkartmaya davet ediyor işte o da katılmak istediğini söyledi, iyi olacağını da söyledi
- Kamuran Yüksek: yo yo bi dakka çıkartmaya çalışıyo davet ediyordu seçim öncesi gitmedi tamam şimdi seçim sonrasına bırakıp bu sefer de sonuçlarını değerlendirmesinde katılmayı düşünüyor bu şekilde uygun değil tamam ben onu iyi anlıyorum artık yani sonra bence öyle yapmamak lazım tamam böyle objektif zeminde ama kendi yine şekilde yürütüyor seçim öncesi kendisi başlıyor. Bizim basında sağ olsun onun üzerinden süreci götürüyor. Sonucunuda yine onun üzerinden olmaz.
- Çimen Işık: hı hı tamam
- Kamuran Yüksek: Seçim çalısmalarının koordinesini o yürütmedi iii gerekirse biz eşbaskanlarımızı göndeririz değilse gerekli değil ihtiyaç yok onun için bence uygun değil tamam bu aşamada uygun değil yani
- Çimen Işık: Tamam tamam

Çimen Işık'ın Baydemir'e programa katılmaması gerektiğini bildirdiği konuşma:

Çimen Işık: Ya ben Emine arkadaşa ulasamadım. Kamuran arkadaşla görüstüm. Arkadaşlar diyorlar biz bu süreçte çok uygun görmüyoruz, şu anda nedenlerini de konuşamayız telefon üzerinden. Ee kendisiynen yani sizinle hani nedenleri üzerinde gorüşürüz ne için katıl. yani su bu süreç için özellikle belirtiyorlar. O yüzden çok sıcak bakmıyorlar.
Osman Baydemir: Hı hı , peki.
Çimen Işık: Tamam başkan tamam.

Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir'in terör örgütü elebaşısı Abdullah Öcalan'ın doğum günü kutlamalarına sağlık nedenleri ile katılamayacağını KCK/TM Yöneticisi Çimen Işık ile konuşması:

- Osman Baydemir: Sağolun teşekkür ederim eksik olmayın. Ya bu bizim aligor programı.
- Çimen Işık: Hı hı
- Osman Baydemir: Şayet ona katılmazsak bir sıkıntı olur mu?
- Çimen Işık: Olmaz işte Başkan
- Osman Baydemir: Nasıl?
- Çimen Işık: Yani katılmanız gerekiyor.
- Osman Baydemir: Hı hı
- Çimen Işık: Bir kaç saatliğine olsa bile katılmanız iyi olur
- Osman Baydemir: Peki peki, biz o zaman biz mazbatayı alıp aligora geliriz
- Çimen Işık: Tamam o zaman
- Osman Baydemir: Dört buçukta falan mazbatayı alırız, beşte falan çıkarız yola
- Çimen Işık: Tamam
- Osman Baydemir: Yalnız hakikaten benim sağlık durumum iyi değil
- Çimen Işık: Yani bir görünmeniz yeterli, sonra sorulacak niye gelmedi, ne oldu..
- Osman Baydemir: hııı
- Çimen Işık: En azından bir iki saat görünmeniz yeterli.

HASAN KARALI İSTANBUL ÖZEL
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1047123&title=baydemir-teke-teke-cikmak-icin-bile-orgutten-izin-istemis&haberSayfa=1
#948
Hayatı tanımak için, dünya seyahatine çıkan meraklı bir genç, ülkenin birinde bir bilge adamı ziyarete gider. Âlim kişinin yaşadığı evin bütün duvarları kitaplarla kaplıdır. Evde, duvar dibinde bir yatak ve bir kilim, ortada ise bir masa ve bir sandalyeden başka hiçbir şey bulunmamaktadır. Merakla sorar:
- Neden hiçbir eşyanız yok?
Âlim, "Var ya" diyerek mevcut olanları gösterir.
- 3-5 kırık dökük eşyadan başka hiçbir şey görünmüyor bu evde. Koltuklarınız, kanepeleriniz, büfeleriniz, onlar nerede?
Âlim gülümseyerek, genci sorgulamaya devam eder.
- Bak evlâdım, senin de fazla bir şeyin yok. Yalnızca sırtında taşıdığın küçük bir çantanın olduğunu görüyorum. Senin eşyaların nerede?
- Ama görüyorsunuz, ben yolcuyum...
Âlim, başını sallayarak, tebessüm eder ve kendisine yakışan cevabı verir:
- Ben de öyleyim yavrum; ben de öyle...



İbn-i Mesud'un anlattığına göre Hz. Peygamber bir hasırın üzerinde uyumuştu. Ashabı Kiram, Hz. Peygamber kalktığında vücudunda izler oluştuğunu görünce: "Ey Allah'ın Resûlü! Senin için bir döşek hazırlasak da vücudunu korusa olmaz mı?" deyince Hz. Peygamber "Benim dünyayla işim ne? Ben dünyada ancak bir ağacın gölgesinde bir an dinlenen daha sonra orayı terk edip giden bir yolcu gibiyim" buyurmuştur (Tirmizî, Zühd, 44; Ahmed b. Hanbel, 1, 301; İbn Mâce, Zühd, 3).
#949
Bir kadını işinden, evinden, ailesiden, mesleğinden, onurundan geri dönüşü olmaksızın koparan, itiraz edilemez, yargı denetimine kapalı bir karar...

Hakim -eski demeliyim- Arzu Özpınar'ı hayattan koparan HSYK kararından söz ediyorum.

Mersin'in Gülnar ilçesinde hakimlik yaparken kılık kıyafetine (mini etek giymek, fazla makyaj yapmak) ve özel hayatına (davasına baktığı sanığın avukatı ile ilişkide bulunmak yani iffetsiz olmak)  ilişkin suçlamalar nedeniyle, 2004 yılında HSYK kararıyla meslekten ihraç edilen bir hakim...

İhraca kadar uzanan süreç, bir grup polisin müşteki, yani şikayetçi olduğu kişi hakkında savcının da tahliye talep etmesiyle hakimin tutuklama kararı vermemesiyle başlıyor. Bu karardan hoşnut olmayan polisler Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Müdürlüğü'ne bir ihbar mektubu yazıyorlar. Her ne kadar altında 'bir grup vatan sever!' yazsa da özü itibariyle isimsiz bir ihbar mektubu soruşturma sürecini başlatıyor. Salıverilen kişinin avukatı ile kararı veren hakim arasında uygunsuz ilişki olduğu iddia ediliyor. Gelen müfettişlerin hazırladığı rapor neticesinde kurul üçe karşı dört oyla meslekten ihraca karar veriyor.

Bu olaya baktığımızda birçok soru kaçınılmaz oluyor.

1- İhbar mektubunu yazanların, müşteki olanların polis olması müfettişleri ve kurulu nasıl etkilemiştir? Kurulun daha önce; Kenan Evren hakkında iddianame hazırlayan savcı Sacit Kayasu'yu, yine Şemdinli olayında davanın savcısı Ferhat Sarıkaya'yı meslekten ihraç ettiği olaylarda tarafları arasında güvenlik güçlerinin olması neticeyi nasıl etkilemiştir? Kamu görevlilerinin, güvenlik güçlerinin beyanlarına gerekli incelemeye gerek görmeksizin daha kolay mı inanılmaktadır?

2- 'Hakimlik', konumu itibariyle özel hayatı bizi ilgilendirmez diyemeyeceğimiz bir meslektir. Ancak hangi noktadan sonra özel hayat meslekten atılmak için bir sebep teşkil eder? Ki bu olayda sanık avukat ile ilişkiden söz ediliyor, bu ilişki nasıl isbat edilmiştir? Eğer bu ilişkinin varlığına ikna olunmuşsa bu durumun bahse konu olayı etkilediği nasıl ispat edilmiştir?

3- Olaydaki hakim kadın olduğu için mi ' iffetsizlik'le suçlanmıştır? Aynı konumda bir erkek hakim olsa aynı sonuç ortaya çıkar mıydı? Bu durumda aynı suça farklı ceza mı kesilmektedir?

Tüm bu sorulara cevap uzaklardan geldi. Arzu Özpınar AİHM'de Türkiye aleyhine açtığı davayı kazandı. Açılan davada korunması istenen hukuk değeri 'özel yaşama saygı' ve HSYK kararlarına 'yargı önünde itiraz' hakkı idi. Verilen kararda özel yaşam tarzı gerekçe gösterilerek meslekten ihraç edilmesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 'özel hayatın ve aile hayatının korunması' ile ilgili maddesine aykırı olduğuna hükmedildi. Mahkeme ayrıca HSYK kararlarına karşı Türk mahkemeleri önünde itiraz hakkı olmamasının ise sözleşmenin yargı önünde etkili başvuru hakkıyla ilgili maddesine aykırı olduğu sonucuna vardı. Altı yıl sonra geç de olsa alınan bu karar buruk da olsa hakime hanımı sevindirmiştir. AİHM'den tazminat talebinin olmaması ne denli tarifsiz  incindiğini göstermektedir. Tek teselli mesleğine geri dönmek olabilir.

Referandumla birlikte değişen anayasa ile artık HSYK kararlarına karşı yargı yolu açılmıştır.

Yeni HSYK, Arzu Özpınar ve yargı kararı olmaksızın meslekten atılan diğer hakim ve savcılar için ümit olabilir. HSYK kanunu tasarısı ile, bu ümit gerçekleşme yolundadır.

Genel fikirler, kurumlar üzerinden yürütülen HSYK tartışmaları, birçok kişisel dramın üstünü örtmektedir. Türkiye'nin sorunu, aslında bu kişisel dramları tek tek yaşayan insanların acılarının toplamıdır.

özlemzengin@yeniakit.com
http://www.haber7.com/haber/20101030/Sadece-bir-karar.php



İddiaların asılsız olduğunu ispatlamak için bekâret raporu aldı, yine de ihraç edildi!

ARZU YILDIZ/ANKARA

HSYK tarafından meslekten atılınca Türkiye'yi AİHM'de mahkûm ettiren Hâkim Arzu Özpınar Taraf'a konuştu: Hakkımdaki iddiaların asılsız olduğunu ispatlamak için bekâret raporu aldım.

Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) 2003'te "fazla makyaj yaptığı, mini etek giydiği ve bir avukatla ilişkisi olduğu" iddialarıyla ihraç ettiği Mersin'in Gülnar İlçesi'nde görev yapan Hâkim Arzu Özpınar, kendini savunmak için 'bekâret raporu' almak zorunda kalmış. İhraç kararının ardından işsiz kalan, ailesiyle ilişkileri bozulan Özpınar intihar girişiminde bile bulunmuş.

2003'ten beri hiçbir yerde iş bulamayan Özpınar, şu an geçen yıl kaybettiği babasından kalan öksüz maaşı ile geçinmeye çalışıyor. Dedikodu ve isimsiz ihbar mektuplarıyla meslekten atılan, avukatlık bile yaptırılmayan Arzu Özpınar yaşadıklarını Taraf'a anlattı.

İsimsiz ihbar mektupları

Ankara Hukuk Fakültesi'nden ikincilikle mezun olan Arzu Özpınar'ın henüz 27 yaşında genç bir hâkimken hayatını karartan süreç, son görev yeri Gülnar'da HSYK'ya şikâyet edilmesiyle başladı. Bir davada bazı polisler hakkında mahkûmiyet kararı vermesinin ardından Bakanlığa "Milliyetçi polisler", "Adliye çalışanları" ve "bir vatandaş" gibi imzalarla gönderilen ihbar mektuplarında Özpınar'ın 'fazla ruj sürdüğü', 'mini etek giydiği', 'odasına bir avukatı alıp kapıyı kapattığı', 'farklı erkeklerle yemek yediği' iddia ediliyordu. Şikâyetler üzerine Adalet Bakanlığı'nın, Özpınar'ın meslek hayatındaki ilk soruşturmayı başlatarak görevlendirdiği müfettiş 'ihraç' talebiyle hazırladığı raporu HSYK'ya gönderdi.

Her genç kız gibi...

Soruşturmadan bir ay önce terfi alan Özpınar, ardından yaşadıklarını şöyle anlattı: "Mezun olduğum zaman hocalarım kariyerimi akademisyen olarak sürdürmemi istedi. Ancak ben savcı bir babanın kızıydım ve onun gibi aktif görev yapmak istiyordum. O yüzden teklifi geri çevirdim. Önce Erzurum Karaçoban'a, ardından da Gülnar'a tayinim çıktı. Hayatım boyunca unutamayacağım olaylar da bu tayinle başladı.

Annem ve babam boşanmıştı. Annem ve kardeşlerime ben bakıyordum. Bir erkek kardeşim ODTÜ'de okuyordu. 27 yaşında olan her genç kız gibi giyimime kendime özen gösteriyor, makyaj da yapıyordum.

'Bekaret raporu' beni yıktı

Hakkımda bir grup polis bakanlığa şikâyette bulunmuş, beni 'iffetsizlik' ve 'namussuzlukla' suçlamış. Gerekçe olarak da mini etek giymemi, makyaj yapmamı göstermişler. Bir de, bir avukatın sık sık odama girdiğinden, onunla ilişki içinde olduğumdan bahsetmişler. Ben bir hâkimim ve elbette odama avukatlar girebilir. Bundan daha doğal ne olabilir ki. Böyle bir ilişki yaşamadım. Ancak yaşasam dahi bu benim özel hayatım. Kurul özel hayata müdahale eden bir ahlak polisi gibi karar verdi.

Bakanlığın gönderdiği müfettişe, suçlamaların asılsız olduğunu ispatlamak için 'bekâret raporu' almak zorunda kaldım. En ağırıma giden, onurumu kıran ve beni ömür boyu hiç kurtulamayacağım bir bunalıma sürükleyen de bu oldu.

O tarihe kadar hakkımda hiçbir disiplin soruşturması açılmamıştı. Sicili tertemiz, hukuk fakültesini başarıyla tamamlamış genç bir hâkim için kurul, direkt uyarı, ikaz veya kınama kararı vermeden ihraç kararı aldı.

İddiaları değerlendiren Kurul'un o dönemki Başkanı, Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Başkanvekili ise Alâeddin İsaoğlu'ydu. Durumumun görüşüldüğü toplantıya Cemil Çiçek katılmamış, İsaoğlu ise karara muhalefet şerhi koymuş. Ancak çıkan karar dörde karşı beş oyla 'ihraç' olmuş.

Sadece işimi değil, ailemi de kaybettim

Kurulun namusuma, onuruma dil uzatarak, beni şerefsizlikle suçlayarak böyle bir karar vermesi ailemi ve bütün çevremi kaybetmeme neden oldu. Babamla uzun yıllar küs kaldık, ölmeden bir-iki sene önce barıştık. Annem ve kardeşlerimle de aram bozuldu. O dönemden sonra yalnız yaşamaya başladım. Yıllarca işsiz kaldım.

Bunalıma girdim. Ailem ruh halini görünce uğradığım haksızlığı anladı. Yanımda olup bana moral vermeye çalıştılar. Geçinmem konusunda yardımcı oldular.

Bir yakınım sigortamı yatırdı. Yıllardır evden dışarı çıkmıyorum. Hayata küstüm. Şu an da yalnız yaşıyorum.

İntihar etmek istedim

İhraç kararının ardından hukuk büroları ve çeşitli yerlere iş başvurusunda bulundum. Ancak her kapı yüzüme kapandı. Düşünsenize, HSYK gibi bir kurum sizin 'namussuz' olduğunuza 'karar' vermiş, 'şerefsizlikle' suçlamış. Gittiğim her yerde 'iyi biri olsa atılmazdı' düşüncesiyle iş vermediler.

AİHM'de açtığım davayı kazanmak bile beni rahatlatmaya yetmedi. Düşünsenize ilişkiniz olmadığını en utanç verici aşağılayıcı bir biçimde ortaya koyuyorsunuz. Bekaret raporu alıyorsunuz. Buna rağmen ihraç veriliyor. O raporu alırken yaşadıklarımı anlatamam, içimde yanan ateşi hiçbir netice söndüremez. Namusuma leke sürdüler. Beni 'rüşvet aldı' diye ihraç etseler bu kadar üzülmezdim. O dönem intihar girişiminde dahi bulundum. Keşke böyle bir karar verip beni lekeleyeceklerine tabancayla vursalardı.

Haysiyetimi ve mesleğimi istiyorum

Meslekten ihraç edildiğim dönem HSYK kararlarına itiraz yolu kapalıydı. Üstelik itiraz etsem dahi, itirazı yine o kararı veren kurulun üyeleri değerlendiriyordu. Artık HSYK kararlarına itiraz yolu açıldı. Bu, geçmişte benim gibi mağduriyet yaşayanları kapsar mı bilmiyorum. Ama bu konuda derhal bir yasa çıkarılmalı. Sadece haksız yere incitilen haysiyetimi ve iftiralar yüzünden elimden alınan mesleğimi istiyorum."

AİHM'de açtığı davayı kazandı

Arzu Özpınar'ın meslekten atılmasına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) açtığı "özel yaşama saygı" ve "HSYK kararlarına yargı önünde itiraz" davasını kazandı.

AİHM tarafından önceki gün açıklanan kararda, Özpınar'ın özel yaşam tarzı gerekçe gösterilerek meslekten ihraç edilmesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin "özel hayatın ve aile hayatının korunması"yla ilgili maddesine aykırı olduğuna hükmedildi.

Mahkeme, HSYK kararlarına karşı Türk mahkemeleri önünde itiraz hakkı olmamasının ise sözleşmenin yargı önünde etkili başvuru hakkıyla ilgili maddesine aykırı olduğu sonucuna vardı. Gerekçeli kararda, Türk hükümetinin dava hakkında gönderdiği savunmada HSYK'yı "bağımsız bir kurum" olarak tanımladığı da not edildi. Özpınar, tazminat talebinde bulunmadığı için AİHM maddi veya manevi tazminata hükmetmedi.

http://www.taraf.com.tr/haber/kadin-yargica-bekaret-kontrolu.htm
#950
Kılıçdaroğlu sonunda kararını verdi ve resepsiyona katılmadı.
Ama katılmama gerekçelerini açıklarken yaptığı konuşma özel bir değerlendirmeyi hak ediyor doğrusu.
Katılmayacakmış ama bu, kurumsal bir karar gibi algılanmamalıymış.
Cumhurbaşkanına karşı bir tavır olarak da algılanmamalıymış. Cumhurbaşkanına karşı tavır olsa partiyi serbest bırakmazlarmış.
Başörtüsünü boykot olarak da algılanmamalıymış. Hiç Hanımefendi'ye böyle bir saygısızlık yaparlar mıymış... Türban taktı diye oraya gitmemek olacak iş miymiş...
Peki ne olarak algılanmalıymış?
Bir nevi halkçılık olarak algılanmalıymış! Adı "Halk Partisi" olan bir partinin başkanı olduğu için, bayramı halkla birlikte kutlaması uygun düşermiş.
İnsanın bu satırları okuyup da Kılıçdaroğlu için içi sızlamaması mümkün mü?
Hani derler ya; Allah kimseyi bu duruma düşürmesin. Ülkenin en eski, en köklü partisinin başkanı, ana muhalefet partisi lideri, siyasetin temel figürlerinden biri olmuşsun ama ülkenin en müzmin, en can alıcı, en geniş kitleyi ilgilendiren sorunu konusunda tavır alma özgürlüğün yok. Elin kolun bağlı kıvranıp duruyorsun. Bir öyle bir böyle konuşarak, bir köşede sıkıştırıldığında öbür köşeye kaçarak ve -kusura bakmasın ama- şu son olayda olduğu gibi saçmalamak zorunda kalarak durumu idare etmeye çalışıyorsun.
Peki neden? Çünkü siyasi cesaretin yok. Doğru bulduğun bir politikayı lideri olduğun partinin önünde göğsünü gere gere savunmayı göze alamıyorsun. Çünkü "parti içi dengeleri" gözetmek durumundasın. O dengeler bozulursa seni oraya getiren güçlerin getirdikleri gibi de götürmelerinden korkuyorsun. O yüzden de "ben buyum, beni ya olduğum gibi kabul edersiniz ya da kabul etmezsiniz" diyemiyorsun. Liderliğin dengecilikten ibaret olmadığını, mevcut dengeleri değiştirip yeni dengeler kurmanın da liderin işi olduğunu göremiyorsun. Ya da bunu yapmak için gereken siyasi netlik, vizyon, fikirlerine güven ve koltuğu kaybetmeyi göze alma cesaretine sahip değilsin. Esasında buna cesaret etsen, belki de göreceksin ki sandığından çok daha fazla sayıda partili, CHP'nin 1930'dan kalma bu çizgisinin köhnediğini, parti'yi Türkiye'nin yeni gerçeklerine göre yenilemek gerektiğini ve birinin çıkıp bütün bunları yüksek sesle söylemesini bekliyor. Ama sen bir türlü "bu kişi" olamıyor, kıvranıp duruyorsun.
x x x
Meselenin bu yanı Kılıçdaroğlu'nun sorunu. Ama bir de partinin sorunu var ki, o da en az Kılıçdaroğu'nun sorunu kadar dramatik.
Ahmet Taşgetiren geçen günkü yazısında CHP'nin içinde olduğu çıkmazı çok güzel ifade etmişti: "İsteniyor ki Kılıçdaroğlu, 'Yeni Türkiye'yi algılasın ve partiye kazandıracağı yeni yüzle, yeni toplum kesimlerine ulaşma imkânı doğsun. Ama bir başka yönden de isteniyor ki CHP, 'statükonun tartışılmazları'na sahip çıksın."
Evet, statüko da tıpkı Kılıçdaroğlu gibi açmazda. O da tıpkı CHP lideri gibi kıvranıyor. Bir yandan işlerin artık eskisi gibi yürütülemeyeceğini, bir şeylerin değişmesi gerektiğini acı acı görüyor ama bir yandan da bu değişikliklerin makyaj düzeyinde kalmasını, rejimin vesayetçi ve otoriter özünün değişmeden korunmasını istiyor.
Ehh, imkânsızı istediği için de, bu imkânsız çizgiyi temsil edebilecek siyasi sözcüler bulmakta da zorlanıyor haliyle...
Buldukları da işte böyle iki günde acınası durumlara düşüyor.

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/125472-kilicdaroglu-nun-drami-makalesi.aspx
#951
'Sakıncalı' içeriklerin çıkarıldığı YouTube video paylaşım sitesine 2.5 yıldır uygulanan erişim yasağı, mahkeme tarafından kaldırıldı.

ANKARA - Türkiye'de 2.5 yıldır yasaklı bulunan, dünyanın en popüler video paylaşım ağı YouTube'a uygulanan erişim engeli kaldırıldı.

Atatürk'e hakaret içeren videoların bulunduğu gerekçesiyle 2.5 yıl önce erişim yasağı uygulanan site, sözkonusu videoların kaldırılması ertesinde Türkiye'de erişime açıldı.

Edinilen bilgiye göre, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Suçları Soruşturma Bürosu Savcısı Kürşat Kayral, Emniyet Genel Müdürlüğü Bilim Suçları Büro Amirliği'ne yazı yazarak YouTube'un kapatılmasına gerekçe olan ve Atatürk'e hakaret içeren dört videonun siteden kaldırılıp kaldırılmadığını sordu.

Emniyetten söz konusu videoların kaldırıldığına yönelik cevap alan Kayral, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun'un 8. maddesinin 9. fıkrasına dayanarak YouTube'a erişimin engellenmesi kararının kaldırılmasına karar verdi.

Savcı, siteye erişimin serbest bırakılması için Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı'na gerekli yazıyı yazdı. YouTube erişim, Ankara 1. Sulh Ceza Mahkemesi kararıyla 5 Mayıs 2008'den beri engelleniyordu.

Yasağın kaldırılma süreci, merkezi Almanya'da bulunan International Licencing Service adlı bir telif ajansının Atatürk'e hakaret içeren videoların haklarını satın aldığını açıklamasıyla başladı. 

Firma telif hakları yasaları uyarınca YouTube'ta 'izinsiz' kullanılan videoların kaldırılmasını talep etti ve bu videoları kaldırttı. Firma CEO'larından Erdem Karahan, "Kendi çözümlerimizi kullanarak o videoları kaldırdık. Arşivden Atatürk'ün görsellerini koruma yetkisi aldığımız için bizim için bir problem olmadı" açıklamasını yaptı.

Yasağa neden olan videoların neden bugüne kadar silinemediğini, şirketin bir diğer CEO'su Yücel Yolcu, "Bu içeriklerin şimdiye kadar sahibi yoktu ve bir içerği silmek isityorsanız sahibini bulmanız gerekir. Görselleri kimse sahiplenmedi. Bu görseller bu şirkete hak olarak verildi" şeklinde açıklamıştı.

Konuyla ilgili bugün açıklama yapan Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım da, telif yönteminin uygulanması yoluyla yargı kararının yerine getirildiğini, mahkemeye müracaat edilip tamamen bu filtrelemenin ortadan kaldırılabileceğini söylemişti.

YouTube sansürünün ardından, gözler diğer yasaklı sitelere döndü. Türkiye'de halen 7 binden fazla internet sitesine erişim engeli uygulanıyor.

http://www.ntvmsnbc.com/id/25146475/
#952
28 Ekim tarihli köşesinde HES'leri eleştirirken Başbakan Erdoğan, Enerji Bakanı Taner Yıldız ve Çevre Bakanı Veysel Eroğlu'nun adını andığı yazısında "Şimdi, anasını bile satan işte o zihniyetin marifetlerini görüyorsunuz" şeklinde hakarette bulunan Hürriyet Başyazarı Oktay Ekşi, dünkü özür yazısının ardından istifa etti.

Gün boyu gelen tepkilerin ardından Ekşi, akşam saatlerinde istifasını açıkladı. Zaman'ın ulaştığı Ekşi kovulmadığını, hür iradesiyle istifa ettiğini söyledi. Oktay Ekşi, Basın Konseyi'ndeki çalışmalarına ise devam edeceğini kaydetti.

ARINÇ: BASIN KONSEYİ BAŞKANLIĞINI BIRAKMALI
Bu arada, basın mensuplarının konu ile ilgili görüşlerini sorduğu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Hürriyet Gazetesi Başyazarı Oktay Ekşi'nin istifa ettiği haberleri ile ilgili olarak ''Sanırım başyazarlıktan istifa etti. Sayın Ekşi'nin, Basın Konseyi Başkanlığından istifa etmesini daha uygun buluyorum'' dedi.

Saat: 15:36:42 AK Partililer'den Hürriyet ve Oktay Ekşi'ye tepki
Ellerinde dövizlerle Hürriyet gazetesi binası önünde toplanan kalabalık, Ekşi'yi istifaya çağırdı.

AK Parti İstanbul İl Başkanlığı üyesi bir grup ve partililer, köşesinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bakanlar ve parti mensuplarını hedef aldığı gerekçesiyle Hürriyet Gazetesi Başyazarı Oktay Ekşi'yi kınadı.

Grup adına açıklama yapan AK Parti İstanbul İl Başkan Yardımcısı Bülent Turan, Ekşi'nin Başbakan Erdoğan, bakanlar ve parti düşüncesine inanan insanları hedef alan bir yazı yazdığını ve burada hakaret ve iftiralarda bulunduğunu savundu.



Ekşi'nin bunu, hem inanç hem de gelenekler açısından kutsal sayılan değerler üzerinden yaptığını ifade eden Turan, ''Bu asla gazetecilik değildir, bu yazarlık değildir, bu muhaliflik değildir, bu insanlık değildir'' dedi.

Bu hakaretin, sadece Başbakan'a ve bakanlara değil, 72 milyon insana yapıldığını dile getiren AK Parti İl Başkan Yardımcısı Bülent Turan, ''Oktay Ekşi'yi ve onun yazısını yayınlayan Hürriyet gazetesini telin ediyoruz, kınıyoruz. Adı anılan medya kuruluşunda daha önce de milletimize küfreden birçok yazı ve yazar görmüştük. Ancak herhalde hiçbiri bu kadar alçalmayı, bu kadar iğrençleşmeyi göze alamamıştı'' diye konuştu.

Açıklamanın ardından Hürriyet gazetesinin bir sayısını yakan gruptakiler, daha sonra dağıldı. Gruptakiler bazı dövizleri gazete binasının girişine atarken, bir kısmını da duvarlara ve ağaçlara astı.

Yoğun güvenlik önlemlerinin alındığı eylem sırasında, Hürriyet gazetesine giden cadde trafiğe kapatıldı.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1046905&title=oktay-eksi-istifa-etti
#953
Hürriyet Başyazarı Oktay Ekşi, 28 Ekim tarihli günkü köşesinde, HES'leri eleştirirken, Başbakan Erdoğan, Enerji Bakanı Taner Yıldız ve Çevre Bakanı Veysel Eroğlu'nun adını andığı yazısını şu cümle ile bitirdi: "Şimdi, anasını bile satan işte o zihniyetin marifetlerini görüyorsunuz." Ekşi'nin bugüne kadar görülmemiş bu hakareti gazetenin son baskılarından çıkarıldı.




BUGÜN ÖZÜR DİLEDİ

AK Partililere hakaret eden Hürriyet yazarı Oktay Ekşi kantarın topuzunu kaçırdığını itiraf etti.

Ayarı kaçırmışız

Okuyucudan tepki gelmese belki unutup gidecektik. Ama "Bu düpedüz hakaret anlamına geliyor" türü uyarılar üzerine dönüp bakınca, itiraf edelim, "Lafın hem ayarını kaçırmışız, hem de seviyesini çok düşürmüşüz" diye çok rahatsız olduk. Önce kimi rencide etmişsek tüm içtenliğimizle özür diliyoruz.

'ZANNETME CEVAP VERMEM'

Başbakan Erdoğan ise, Ekşi'nin ifadelerine resepsiyonda şu cevabı verdi: "Gazetecilik buysa böyle gazetecilerle mücadele etmem, savaşırım. Bunların cibilliyeti bu. Sonra 'Başbakan neden bu kadar sinirleniyor' diye söyleniyorlar. Eskiden de Başbakanlar, bakanlarla ilgili yazarlarmış. Onlar cevap vermezmiş. Yine öyle zannediyorlar ama öyle değil."

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1046826&title=oktay-eksi-skandal-yazi-icin-ozur-diledi


Ekşi'ye Çelik'ten sert yanıt

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Hüseyin Çelik, Hürriyet Gazetesi başyazarı Oktay Ekşi'nin, İkizdere Vadisi'nde kurulması planlanan hidroelektrik santralları (HES) ve Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Korumu Kurulu'nun konuyla ilgili kararından yola çıkarak önce Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu'na bir yığın saldırıda bulunduğunu, ardından da tüm AK Parti camiasına, bir gazeteci yazarın değil, bir sokak adamının bile ağzına almayacağı hakarette bulunduğunu bildirdi.

Çelik, yaptığı yazılı açıklamada Hürriyet Gazetesinin dünkü merkez baskısında gazetenin başyazarı Oktay Ekşi tarafından ''Az Bile Yazmışız'' adlı bir yazı yazıldığını ifade ederek, ''Yazıda, tüm hükümet üyelerine ve tüm AK Parti camiasına çok ağır hakaretlerde bulunulduğu'' görüşünü aktardı. Çelik, açıklamasında şunları dile getirdi:

''Rize İkizdere Vadisinde inşa edilmesi gündemde olan hidro elektrik santralleri ve Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunun konuyla ilgili kararından yola çıkılarak Sayın Çevre ve Orman Bakanımıza bir yığın saldırıda bulunduktan sonra Oktay Ekşi, tüm AK Parti camiasını kastederek 'analarını bile satan işte o zihniyetin marifetleri' şeklinde, bir gazeteci yazarın değil, bir sokak adamının bile ağzına almayacağı hakarette bulunmuştur.

Bugün yine Hürriyet Gazetesindeki köşesinde 'Ayarı Kaçırmışız' başlıklı bir yazı yazan Ekşi, lafın ayarını kaçırdığını ve seviyeyi çok düşürdüğünü kabul ederek özür dilemiştir.

Genellikle irticalen yapılan konuşmalarda, en usta hatiplerin bile zaman zaman maksadı aşan ifadeler kullanabildikleri bilinmektedir.

Ancak ince eleyip sık dokuyarak masa başında yazılan yazıda, hele hele kontrol için kendisine gönderilen yazısına, bilerek ve isteyerek söz konusu ifadeleri ilave ettiğini kabul eden Ekşi'nin boş bulunarak maksadını aştığına inanmak mümkün değildir.

Bu küfür ve hakaretlerin sahibi, daha dün gazeteciliğe başlayan toy birisi hiç değildir. 80 yıla yaklaşan ömrünün neredeyse 60 yılını gazetecilik yaparak geçiren Ekşi, ne büyük bir talihsizliktir ki, Basın Konseyi Başkanı ve Türkiye'nin en büyük gazetecilerinden biri olan Hürriyet'in de baş yazarıdır.''

Açıklamasında, Oktay Ekşi'nin, ömrü boyunca jakoben, dayatmacı, tek tipçi devlet anlayışının savunucusu olduğunu belirten Hüseyin Çelik, ''Ekşi, 1960 darbesinin ardından darbecilerin talimatıyla toplanan ve yüzde 85'i CHP'li veya CHP taraftarlarından oluşan Kurucu Meclis Üyesi olmak gibi bir payeye! de sahiptir'' ifadelerine yer verdi.

Çelik, Oktay Ekşi'nin, AK Parti'nin kuruluşundan beri ne zaman AK Parti ve AK Parti hükümetleri ile ilgili yazdığı yazılarda hep ''peşin hükümlülüğünü, ideolojik nefretini ve halkın iradesini hazmetmeyen kinini konuşturduğunu'' belirttiği açıklamasında şu görüşlere yer verdi:

''Bu, tek parti dönemi özlemcisi gazeteci, meselelerin özüne vakıf olmadan, birçok zaman kendi gazetesinin bir muhabirinin haberinden yola çıkarak ona buna çamur atmayı, kurumları ve yetkilileri tahkir ve tezyif etmeyi alışkanlık haline getirmiştir.

25 Nisan 1998 tarihinde bazı gazetecilerin PKK'dan para aldıklarına dair bir gazete haberine dayanarak orada adı geçen meslektaşlarına 'Alçakları Tanıyalım' başlıklı bir yazı ile saldırmış, daha sonra haberin uydurma olduğu ortaya çıkınca özür dilemek zorunda kalmıştır.

Oktay Ekşi'yi tüm AK Parti camiasını rahatsız eden ve rencide eden hakaretinden dolayı kınıyor, yasal haklarımızın saklı olduğunu kamuoyu ile paylaşıyoruz.''

AA
http://www.haber7.com/haber/20101030/Ayari-kaciran-Eksiye-Celikten-sert-yanit.php


AKP'lilerden Hürriyet'e Ekşi ve Çekirge protestosu

Fatih Çekirge'nin Hayrunnisa Gül'e ettiği hakaretin ardından Oktay Ekşi'Nin AK Parti'ye yönelik hakareti AK Parti il ve ilçe teşkilatlarını öfkelendirdi. AK Partililer, Hürriyet Gazetesi önünde eylem yapacak.

Fatih Çekirge ve Oktay Ekşi, Hayrunnisa Gül ile AK Parti'ye ettikleri hakaretlerden sonra  AK Parti il ve ilçe teşkilatları protesto eylemi yapmaya karar verdi.  Bugün saat 15.00'de Hürriyet Gazetesi önünde yapılacak protesto gösterisine katılmak için teşkilatlardan binlerce kişinin yola çıktığı ifade edildi.

Hürriyet yazarı Fatih Çekirge, önceki günhü yazısında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün eşi Hayrunnisa Gül'e 'eğreti gelin' diyerek hakaret etmişti. Bu skandaldan bir gün sonra da yine Hürriyet yazarı olan Oktay Ekşi, yazısında AK Parti için 'analarını satan zihniyet' diyerek hakarette bulunmuştu.

http://www.haber7.com/haber/20101030/AKPlilerden-Hurriyete-Eksi-ve-Cekirge-protestosu.php
#954
ERTUĞRUL MAVİOĞLU - RADİKAL

Akoyan Vadisi'nden Kandil'e giden yol
PKK'nın Kuzey Irak'taki Kandil kampına ulaştığım andan itibaren içimde Kan-dil'i heceleyerek türettiğim şu cümle var: "Kan akarsa, dil susar!" Kandil, tam da böyle; ülkenin artık iyiden iyiye düğüm olmuş büyük bir paradoksunun özeti gibi. Sabahın kör saatlerinden itibaren yaklaşık iki saat boyunca beklediğim eve birazdan gelecekler ve karşısına oturacağım adam, " Devlet bizi yenemeyecek ama biz de devleti yenemeyeceğimizi artık anladık" diyecek. Ateşkesin sürmesi için bekledikleri adımları anlatacak ve şu ana kadar kimseye olmadığı kadar açıklıkla, İran, ABD ve İsrail ilişkilerinden bahsedecek. Ve şimdiye kadar kimseye vermediği kadar net bir söz verecek: "Bundan sonra PKK'dan yana sivillere asla zarar gelmeyecek! "

Kandil'e tırmanış
Yaklaşan aracın sesini duyduğumda yerimden doğrulup kapının önüne çıkıyorum. "Merhaba" diyor, kendisini 'Deniz' diye tanıtan adam, güleç bir yüzle konuşuyor: " Hoş geldiniz, yorucuydu yol sanırım. Şimdi hazır mısınız?"
Dört çekerli, çift kabin Toyota'nın içinde, Diyana Ranya arasındaki Akoyan vadisinin içinden bir nehir gibi aktığı hissi veren yolda ilerliyoruz. İran bölgesine doğru, kâh tırmanarak, kâh yokuş aşağı inen, virajlı ama her nasılsa son derece bakımlı olduğu için insanı sarsmayan bir yol bu.
Toyota bir yerde duruyor ve geri dönüyor. Beş dakika ilerledikten sonra tekrar duruyor ve yine geri dönüyor. "Yolu mu şaşırdın" diye soruyorum saf saf. Yüzü dağ yanığı adam, "Hayır" diyor: "Bir işaret bekliyorum." Oysa ben etrafa bakıyorum ve kuşlar, böcekler, ağaçlar, çiçekler dışında işaret verecek bir canlı göremiyorum. Sonra yeniden duruyor kamyonet. "Bundan sonrasında biraz yürüyeceğiz" diyor. Çevrede kimseler yok. Herhalde uzun bir yürüyüş olacak. Küçük bir derenin üzerinden atlıyoruz, yeşillik bir alanın önündeyiz. Birden birkaç silahlı adam, kadın beliriyor. Sessiz ve dikkatliler. Arkalarında dünyanın her yerinde kırmızı bültenle aranan PKK'nın dışarıdaki bir numaralı ismi Murat Karayılan görünüyor. Resmi kayıtlara göre 1954 Birecik doğumlu. Yüksekokul, Makine bölümü mezunu. PKK'ya 1979'da katılmış, 12 Eylül'den önce yurtdışına çıkmış ve hiç cezaevinde yatmamış. Bana doğru birkaç adım atıp elini uzatıyor: "Hoş geldiniz."

Onlar da kayıt yapıyor
Üzeri ve arkası kapalı bir çadırın altındayız şimdi. Bir masa yerleştirilmiş, üç tane de sandalye. Yerde hasır serili. Ayakkabılar çıkarılıyor. Masanın arkasına Karayılan geçiyor. Ben yana oturuyorum. Karşıma örgüt yöneticilerinden Bozan Tekin geçiyor. Teybimin yanına kendi teyplerini koyuyorlar. Fotoğraf çekiyorlar, arşivleri için birkaç dakika kamera kaydı yapmak için izin istiyorlar. Sadece Türkiye'de savaş ve barışa dair çok sık tartışılan gündemdeki konuların değil, PKK'ya ilişkin yıllardır içimde birikmiş soru işaretlerinin de izini sürmekte kararlıyım. Soruyorum ve Karayılan yanıtlıyor...

Ateşkesin son kullanma tarihi 31 Ekim mi?
Sürekli ateşkesten yanayız biz aslında . Top karşıda . Güven verici adımlar atması lazım. Operasyonların durdurulması bir adım olabilir. Öcalan ile diyalog sürecinin geliştirilmesi önem taşıyor. En son diyalog 16 Eylül'de oldu. Olumlu, çözüme dönük, güven veren bir üslup kullanması gerekir. Bekliyoruz henüz karar vermedik. Olumsuz yaklaşıma rağmen iyimser bir tavır geliştiremeyiz. Bazı şeyler de var ki bize rağmen oluyor. Bizim isteğimiz süresiz bir ateşkes. Diyalog, müzakere sürecini başlatma, silahları tümüyle susturmaktır. Bir ara Hasan Cemal 'elini tetikten çekme' diyordu. Biz çekeceğiz, o çekmeyecek, böyle olmuyor. Günler önemli, izliyoruz, bekliyoruz, duruma göre karar vereceğiz .

Sola sert eleştiri
Şehit cenazeleri kaldırılmaya, PKK'lı gençler dağlarda ölmeye devam ettikçe, olaylar deyim yerindeyse bir kan davasına dönüşmüşken barış nasıl gerçekleşecek? Trabzonlular, Manisalılar, Uşaklılar, Ankaralılar nasıl ikna olacak?

Kuşkusuz Türkiye halkına karşı sorumluluklarımız vardır. Kendimizi onlara tanıtma, onurunu alma gibi bir siyasi anlayışımız vardır. Bizim bu konuda yeterli olduğumuzu söyleyemem. Ama bu konuda esasen sorumlu bir kesim daha var. Türkiye sol hareketi. Biz mücadelemizi anlatmakta yetersiz kaldık ve Türkiye solu da yetersiz kalınca büyük bir gedik oluştu.
Şovenizm toplumsal bir reflekse dönüştü. Kürt hareketi zamanla toplumsallaştı. Sol ise uzak durdu. Kürt hareketi ile birlikte görülse, Türk toplumundan tecrit olacağını düşündü. Kürt hareketiyle arasına mesafe koydu. Türk solunun mesafe koyma tavrı, onu da toplumdan uzaklaştırdı. Çözümün bir boyutu da Türk halkının ikna edilmesidir. Bu konudaki çabalarımız sürecek.

Birçok yerde PKK kaynaklı patlamalar oluyor. PKK 'şehirlerde eylemlere geçeriz, cehenneme çeviririz' gibi söylemlerde bulunuyor. Sokakta dolaşan, halktan insanların yaşayacağı zararları ve doğuracağı nefreti göremiyor musunuz?
O konuda yaşananların bir kısmı bizim dışımızdadır. Hakkâri Geçitli'deki gibi. Şunu söyleyeyim, son yıllarda gelişen bazı durumlardan ötürü, bu konuda kendimizi daha fazla anlayış, ilke boyutuyla güçlerimizi örgütlemiş durumdayız. Metropolde de eylem olsa, nerede olsa, tek bir sivilin zarar görmemesi bizim temel ilkemiz olacak. Geçmiş dönemde de oldu, ama artık olmayacak.

'Evet hata yaptık'
Çok acı olaylar var. Mavi Çarşı, Çetinkaya ve benzeri olaylarda çok sayıda masum sivil yaşamını kaybetti...

Evet bizden kaynaklı hatalar oldu. Yeri gelse, zamanı gelse kendimizden kaynaklı bu hatalar için özür de dileriz, telafi etme yoluna da gideriz. Ama unutmamak gerekir ki, bize ait olmayan eylemleri de devlet bizim üzerimize yıkmaya çalıştı. Buna rağmen biz, bizden kaynaklı eylemlerde hiçbir sivilin zarar görmemesi için tüm güçlerimizi, eğitimden geçirmede, anlayış kazandırmada daha emin ve güvenli biçimde konuşabilirim. Asla olmayacak. Benim topluma yönelik mesajlarım da bu yöndedir.

'Meşru savunma'
PKK için medyada ve siyaset dünyasından 'terör örgütü' sıfatı kullanılıyor. Siz terörist misiniz?

Halk hareketi olduğumuzu iddia ediyoruz. Öyleyiz de. Bize karşı binlerce şiddet uygulaması yapılmıştır. Biz böyle bir halkız. Meşru savunma hakkımıza terör diyorlarsa öyledir. Ama meşru savunma bütün dünyada, BM'de kabul edilmiştir. Biz yok edilmeye karar verilmiş bir toplumuz. Meşruyuz, haklıyız, doğal haklarımızı istiyoruz. Bunun için teslim olmamışız, ruhumuzu teslim etmemişiz. Hep terörist, terörist deniliyor ama gerçeği öyle değildir. Bir özgürlük hareketi terörist olamaz. Ama egemen güçler bütün haklı halk hareketlerini terörist ilan ediyor.
Mandela'ya da yıllarca terörist dediler. 27 yıl hapis yattı. Şimdi barış kuşu olarak görülüyor. Dünyaca en ünlü kişiliklerden biridir. Yaser Arafat da öyle.
Yıllarca terörist denildi, sonra devlet başkanı oldu. Türk devletine göre, biz teröristiz. Ama devlet gelmiş topraklarımızı işgal etmiş, dilimizi yasaklamış, zenginlik kaynaklarımızı talan etmiş. Halbuki burada bin yıllardan beri yaşayan bir halkız.

'Zafer kazandık diyemeyiz, biz de devleti yenemeyiz'
PKK'yi dağdan indirmek üzerine tartışmalar var. Güneye çekilme gibi seçeneklerden bahsediliyor. Ama PKK bildiğim kadarıyla dağda eskisi kadar güç tutmuyor. PKK küçüldü mü yoksa şehre mi indi?

"Şehirde de varız ama dağda da varız. PKK bir kurumlaşmadır, bir sistemdir. Kolay oluşmadı, kolay da çözülmez. Köklü bir Kürt sorunu var. Sorunun çözümü temelinde PKK sorunu da aşılır. Öyle komşu devletlerle işbirliği yapmakla, yeni operasyonlar yapmakla sorunu çözemezsiniz. Ben kendim yüzlerce operasyonla karşı karşıya gelmişim. Biz kendimizi bu dağlarda koruyacak ve yaşatacak tecrübeyi kazanmışız. Arazinin tümünü tanımışız. Kürdistan'ın diğer parçalarında da yaşayacak tecrübemiz var. Birileri Norveç'e gidecek, kimi eve gidecek. Bu insanlar sorunu çözmek için gelmişler. Neden gitsinler? Bunun görülmesi Türkiye halkı ya da ordusu için yenilgi değildir. Bir siyasi körlüğü gidermektir. Biz demiyoruz ki, zafer kazandık. Uluslar- arası güçler üzerimize bu kadar sefer yaptı, tasfiye edilemedik. İstenirse şiddet yolu devam ettirilir, bu durumda inanın PKK yine daha güçlenir. O zaman belki kendi çözümünü de kendisi geliştirir, ilan eder. Son seçenek olarak ona da gidebilir. Ama teslim olması ya da şiddet yoluyla tasfiye edilmesi mümkün değil. Ama şu var: Biz de devleti yenemeyiz. Yenişememe durumu söz konusu. Çözüm bu temelde kendisini dayatan bir gerçekliktir. Uzarsa karşılıklı kayıplar daha fazla olur. "

İstekleri: Özerklik ve 'inkâr'a son

Karayılan hükümetin Kürtleri yavaş yavaş asimile etmeyi planladığını savunuyor ve çözüm için iki şartı var: Özerklik ve 'inkâr'a son verilmesi.

PKK, silahların susması, barışın tesisi ve nihayetinde çözüm için nasıl bir formüle sahip?
"Esasen ortada iki anlayış, iki çözüm projesi var. Bunların birisi bizimdir. Bunun çözümünü formüle ettik: Demokratik özerklik. Karşılıklı birbirine saygı gösterme temelinde, oturup konuşma yoluyla, bu sorunu çözmedir. Türkiye'nin bütünlüğü içinde, bu zoraki birliği gönüllü birliğe dönüştürmedir. Yeni bir anayasa temelinde Türkiye toplumu yeniden biçimlendirmelidir. Türkiye'nin batısından insanlar çıkıyor sokağa, 'Bu PKK nedir, terördür, bilmem nedir' diye bağırıyor. Bir başbakan dese ki, "Biz bu kardeşlerimizi yıllarca inkâr ettik, dilini yasakladık, bu temelde Türk uluslaşmasını yaratmak istedik ama o da olmadı. Bu hatadan ötürü trajediler yaşandı, kardeşler birbirini vurdu, kem gözlerle bakıldı, şimdi öyle bakmayalım, Yeni bir neden var, bu nedenle bir toplumsal uzlaşma dönemini başlatıyoruz, yasal değişiklikleri yapıyoruz." Öyle dese batı alkış tutar. Rant hesabı olmayanlar bunu sevecektir.
İkinci proje devletin projesidir. Devlet 2008-2009 yıllarındaki gelişmelerden sonra anladı ki, kökten inkâr tutmuyor. AKP ile ordunun yakınlaşmasının nedeni budur. Devlet, AKP eliyle yeni Kürt politikası oluşturuyor. Bunda ne var? Bireysel haklar çerçevesinde televizyon açıldı, herkes bağırabilir, şarkı söyleyebilir ama anadil eğitimi olmaz.

'Asimilasyon'
Vatandaşlık ise Türk milleti çerçevesinde. Türk milletinin içinde Laz da var Çerkez de var, Kürt de var. Yani sen varsın ama sisteme dahil olacaksın, Türkleşme sürecini hemen değil de yavaş yavaş kabul edeceksin. Bir süre sonra asimile olacaksın. Belini sıvazla ama sorununu çözme. 86 yıldır asimilasyonu kabul etmedin ama yavaş yavaş ettirmeyi planlıyorlar.

'Düz ovada siyaset yaptırmıyorlar'
Murat Karayılan'ın sözlerinden PKK'nın özellikle KCK operasyonu ve süren davalara çok önem verdiği anlaşılıyor:
"KCK operasyonlarını ele alalım. Mehmet Ağar bile düz ovada siyaset yapsınlar dedi. İşte düz ovada siyaset yapanları temizliyorsun. PKK'lı olsun, KCK'lı olsun. Elinde silah mı var bunun? Fırat Anlı mesela, avukattır. Sonra seçilmiş belediye başkanı olmuş. Sen bunu alıyorsun. Ben KCK'nın yürütme konseyi başkanıyım. Onlarla bir bağım varsa zaten ben buradan söylerim."

'Öcalan'ı boşa düşürmeyiz'
Öcalan, avukatlarıyla görüşmesinde hem Kandil'e hem hükümete mektup yazdığını ama yanıt alamadığını açıkladı. Öcalan'a yanıt vermediniz mi?

Öcalan'ın mektubunu yanıtladık, ancak aksaklıklar nedeniyle ulaşmamış olabilir. Öcalan çözüm perspektifli bir mektup yazdı. Süreçte yaşananların ciddiye alınmasını istedi. Biz yanıtımızda, kaygılı olduğumuzu ama onu hiçbir koşulda boşa düşürmeyeceğimizi, diyalog sürecine stratejik düzeyde yaklaşabileceğimizi, hareket adına tüm diyalogları sürdürebileceğini, tamamen orada yürüteceği diyalogları bizim de burada pratikleştireceğimizi yazdık. AKP ve devlet iki hat üzerinde çalışıyor. Bir yanda marjinalleştirme projesi çerçevesinde askeri hazırlıklar var. Diğer yanda çözüm vb. görüntüsü. Samimiyet ve ciddiyet görmüyoruz."

'İçki yok, sigarayı da bırakıyoruz'
PKK'ya yönelik karapara suçlamaları var. Kaçakçılıkla hemhal olduğu, savaş rantçılığı yaptığı, bu nedenle asla silah bırakmayacağı yönünde iddialar. Karayılan'a "Siz savaş rantçısı mısınız?" diye sorduk. Yanıtı şöyle:

"Bunların hepsi safsatadır. İsterseniz günlerce burada kalın, hatta uluslararası heyet gelsin. Bütün arşivlerimizi açalım. Öyle tek bir kaçak bir şey bulurlarsa o zaman deriz, bizim bütün söylediklerimiz yanlıştır. Yaşam ilkelerimiz var. Her türlü uyuşturucu, içki anlamına gelen her şeyi reddederiz. Bir tek sigara kalmış, artık onu da bırakıyoruz."

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=1026007&Date=28.10.2010&CategoryID=97
#955
İstanbul'da 1 Kasım'da Aile Hekimliği uygulamasına geçiliyor. Bu kapsamda Aile Hekimleri belirlendi. Uygulamadan yararlanmak için kayıt yaptırmanız gerekiyor.

İstanbul'da 1 Kasım'da başlayacak olan Aile Hekimliği uygulamasında, Aile Hekimleri belirlendi. İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü'nün ya da Sağlık Bakanlığı'nın internet sitesinden Aile Hekimizinizi öğrenebilirsiniz. Eğer aile hekiminiz belirtilmemişse, listedeki hekimlerden birini seçerek kayıt olabilirsiniz.

İstanbul'da 1 Kasım ayında başlayacak Aile Hekimliği uygulamasında toplam 3 bin 645 aile hekimi hizmet verecek. Bir hekime ortalama 3 bin 500 kişi düşecek.

Ücretsiz olarak hizmet verecek Aile Hekimleri, hizmet verdikleri kişi başına devletten ücret alacak.

SAĞLIK ÇALIŞANLARI HAFTA SONU MESAİ YAPACAK

İstanbul'da 1 Kasım pazartesi günü başlayacak Aile Hekimliği uygulaması için, Toplum Sağlığı Merkezleri ve Aile Sağlığı Merkezleri'nde görevli personel 30-31 Ekim tarihinde görevleri başında olacak.

İstanbul'da yaşayanların Aile Hekimlerini öğrenebilecekleri adres:

http://bbskbs.istanbulsaglik.gov.tr/ahkim/

Sağlık Bakanlığı'nın linki:

http://sbu.saglik.gov.tr/sbahbs/
#956
TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı geçen hafta öyle bir söz etti ki kulaklarıma inanamadım.

Bırakın insan haklarıyla ilgili komisyonu akl-ı selim sahibi sıradan bir insanın bile ağzına almayacağı bir ifade idi.

İlköğretim çağındaki çocukların okula başörtüsü ile gönderilmesi halinde ailelerinden alınabileceğini söylüyordu sayın başkan.

Sıradan bürokratlar ya da kimi kaygıları taşıyan siyasetçiler söylese endişelerini anlardık. Çünkü kanunlar ve uygulama onlar için fevkalade önemlidir.

Ama insan hakları komisyonunun başkanı üstelik meclise gitmeden önce de bir insan hakları derneğinin aktif üyesi olan başkandan böylesine bir söz işitmek gerçekten beni hayrete düşürdü.

Çünkü başkanın işgal ettiği makam tam da söylediği sözlere karşı çıkmayı gerektiren bir makamdır.

8 Aralık 1990 tarihinde resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 3686 numaralı İnsan Hakları Komisyonu kanunu ona tam da bu görevi veriyor.

Çünkü 3686 sayılı kanunun 4. maddesinin b bendi "Türkiye'nin insan hakları alanında taraf olduğu uluslararası anlaşmalarla T.C. Anayasası ve diğer milli mevzuat ve uygulamalar arasında uyum sağlamak amacıyla yapılması gereken değişiklikleri tespit etmeyi ve bu amaçla yasal düzenlemeler önerme" yi, d bendi, "Türkiye'nin insan hakları uygulamalarının, taraf olduğu uluslararası anlaşmalara, Anayasa ve Kanunlara uygunluğunu incelemek ve bu amaçla, araştırmalar yapmak, bu konularda iyileştirmeler, çözümler önerme"yi emrediyor.

Başkan ne yapıyor? Tam tersini. Vatandaşını, İnsan haklarına aykırı bir kanunla tehdit ediyor.

Gelelim taraf olduğumuz uluslar arası anlaşmaya.

Türkiye BM Çocuk Hakları Sözleşmesine taraftır.

20 Kasım 1989 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda onaylanarak 02 Eylül 1990 tarihinde yürürlüğe giren sözleşme 27 Ocak 1995 gün ve 22184 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak Türkiye Cumhuriyeti'nce de kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiştir.

Yürürlüğe giren bu sözleşmenin ikinci maddesi her çocuğun anne babası veya vasisinin sahip olduğu düşünce ve inanç dahil tüm statülerine sahip olacağı ve bu konuda ayrım yapılmayacağını taahhüt edilmiştir.

İkinci maddenin ikinci bendinde çocuğun anne-babasının, yasal vasilerinin veya ailesinin öteki üyelerinin durumları, faaliyetleri, açıklanan düşünceleri veya inançları nedeniyle her türlü ayırıma veya cezaya tabi tutulmasına karşı etkili biçimde korunması için gerekli tüm uygun önlemin alınacağı devlet tarafından taahhüt edilmiştir.

Sözleşmenin 14. maddesinin birinci bendi "Taraf Devletler, çocuğun düşünce, vicdan ve din özgürlükleri hakkına saygı gösterirler." diyor, ikinci bendi, "Taraf Devletler, anne-babanın ve gerekiyorsa yasal vasilerin; çocuğun yeteneklerinin gelişmesiyle bağdaşır biçimde haklarının kullanılmasında çocuğa yol gösterme konusundaki hak ve ödevlerine, saygı gösterirler." diyor, üçüncü bendi ise, "Bir kimsenin dinini ve inançlarını açıklama özgürlüğü kanunla öngörülmek ve gerekli olmak kaydıyla yalnızca kamu güvenliği, düzeni, sağlık ya da ahlakı ya da başkalarının temel hakları ve özgürlüklerini korumak gibi amaçlarla sınırlandırılabilir." diyor.

Şimdi ilköğretimde okuyan bir Müslüman kız çocuğu büluğ çağına gelmişse inancı gereği örtünmek isteyebilir. Yönetim, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi gereği bu isteğe saygılı davranmak zorundadır. Ama memur statüsündeki yöneticiler ellerindeki yönetmelikleri, kanunları ya da konjoktürü göz önünde bulundurarak bu isteğe karşı çıkabilirler. Onları anlarız. Nihayetinde memurdurlar.

Ama TBMM İnsan Hakları Komisyonu ve milletvekilleri memur değillerdir. Hele İnsan Hakları Komisyonunun temel görevi yukarıda izah ettiğimiz üzere kanunlarımızdaki uluslar arası sözleşmelere aykırılıkları tespit edip meclise yasal düzenleme teklif etmektir.

Durum böyleyken İnsan Hakları Komisyonu'nun sayın başkanı da kendisini sıradan bir devlet memuru yerine koyup insan haklarına aykırı bir yasa ile vatandaşı tehdit etmiştir.

Şimdi sayın başkana soralım 12 yaşındaki bir kız çocuğunun başörtüsü kamu güvenliğini ya da düzenini mi tehdit etmektedir, yoksa sağlık için mi bir tehlike oluşturmaktadır, ya da başkalarının temel hak ve özgürlüklerini mi kısıtlamaktadır?

Konjoktüre herkes ayak uydurabilir hepsini anlayışla karşılayabiliriz ama insan hakları savunucularını ve hele hele İnsan Hakları komisyonu üyelerini ve başkanını anlayışla karşılayamayız. Çünkü onların görevi konjonktürü hukuka davet etmektir!

Başkandan gereğini yapmasını bekliyoruz.

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?t=27.10.2010&y=ResulTosun
#957
Hrant Dink davasını çok önemsemeliyiz. Bu davanın da, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Savcı Doğan Öz ve niceleri gibi unutturulmasına, başka taraflara çekilmesine ve sulandırılmasına asla fırsat vermemeliyiz.

Hrant Dink, 19 Ocak 2007'de İstanbul'un orta yerinde üç kurşunla öldürüldü. Kamera görüntülerinden ve babasının ihbarı ile katil zanlısı olarak Ogün Samast yakalandı. Önceki gün, mahkeme heyeti, bir yasa değişikliğine dayanarak davayı İstanbul Ağır Çocuk Mahkemesi'ne gönderdi. Katil zanlısı Ogün Samast, belki de birkaç ay sonra tahliye edilecek. Daha önce bütün tetikçilerin tahliye edildikleri gibi...

Bu dava neden önemli? Çünkü devletin emniyet ve istihbarat birimlerinin ihmalleri ile işlenmiş bir cinayet söz konusu. MİT Müsteşarlığı'nın bilgisi dahilinde, Hrant Dink'e İstanbul Valiliği'nde "ayağını denk al" deniyor. Ölüm tehditleri aldığı halde kendisine koruma verilmiyor.

Bunlar, artık bir iddia değil. Cumhurbaşkanı Gül, 16 Ağustos'ta Bakü'ye giderken, "Hrant Dink maalesef gerekli tedbirler alınmadığı için hayatını kaybetti" dedi. Bu, üzerine mutlaka gidilmesi gereken çok önemli bir tespittir.

Başbakanlık Teftiş Kurulu müfettişleri ile İçişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu arasındaki çekişme de devam ediyor. Milliyet'in önceki günkü haberine göre, Başbakanlık Teftiş Kurulu müfettişleri, 10 Ekim 2008 tarihli inceleme sonunda İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek ile C Şube (Sağ Terör ve Azınlıklar Masası) Müdürü Ali Fuat Yılmazer'i, Dink cinayetinde görevi ihmal ettiklerine dair rapor hazırladı. Başbakan Erdoğan bu rapora 2 Aralık 2008 tarihinde "olur" vererek imzasıyla gereği yapılması için İçişleri Bakanlığı'na gönderdi. İçişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu'nun görevlendirdiği iki mülkiye başmüfettişi, görevi ihmalle suçlanan tüm polisleri aklayan 9 Kasım 2009 tarihli bir rapor yazdı. Başbakanlık Teftiş Kurulu müfettişleri 18 Ocak 2010'da sert bir cevap yazısı göndererek mülkiye müfettişlerinin hazırladığı raporun hukuksuz olduğunu belirterek adı geçen polislerin görevlerini ihmal ettiği tespitlerini tekrarladılar. Ondan sonra ne oldu bilmiyoruz...

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 14 Eylül 2010'da verdiği kararla, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni, hem "vatandaşının yaşama hakkını koruyamadığı" için hem de Hrant Dink cinayetine ilişkin "etkili bir soruşturma yürütmediği" gerekçesiyle mahkûm etti.

Bu davayı çok önemsemeliyiz. Çünkü kafa karıştıran "masumane" izah ve müdahaleler var.

Mesela Hürriyet'in yayın yönetmeni iken Ertuğrul Özkök, Hrant Dink'in cenazesinin kaldırıldığı 23 Ocak 2007 günü şöyle yazdı:

"Kendi kendine misyon yüklenmiş, bir abinin dolduruşuna gelmiş, daha 20 yaşına gelmeden tam anlamıyla "looser", "tutunamayan" durumuna gelmiş bir genç. Psikolojisini öyle iyi okuyabiliyorum ki. Cinayeti işledikten sonra en önemli iki delili, silahını ve beyaz beresini atmamış. Polis bile hayretler içinde. Trabzon'a dönüyor. Orada arkadaşlarına övüne övüne, "Hrant Dink'i ben öldürdüm" diyecek. Beni işte bu ruh hali korkutuyor.

Örgüt olsa, devletin istihbarat birimleri, güvenlik güçleri onu çökertir.

Ama burada neyi çökerteceksiniz? Mahalleyi veya bir şehri mi? Diyordum ki, bu işi çözmek istiyorsak, hepimiz empati duygularımızı geliştirmeliyiz. Mahalledeki o çocuğu da anlamaya çalışmalıyız."

Mesela Hanefi Avcı'nın fikri şu: "Cinayetin tüm failleri belli. Hrant Dink cinayeti çözülmüştür. Danıştay ve Dink saldırılarıyla, Ergenekon arasında bir bağlantı yok. Türkiye'de öyle bir ortam yarattınız ki, bazı insanları eylem yapacak hale soktunuz. Savcılar cinayeti işleyene mermi satanı bile bulup konuştular. Bu kişinin her şeyi tespit edilmiş, aldığı simide kadar belli. Siz neyi zorluyorsunuz?"

Evet, bu davayı çok önemsemeli ve zorlamalıyız... Çünkü Ergenekon davasının akıbeti, devlet içindeki hukuksuz yapıların tasfiyesi bu davanın derinleştirilmesine bağlıdır.

Bugün, bütün faili meçhul cinayetlerin düğümü, Hrant Dink davasıdır... h.gulerce@zaman.com.tr

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1045434&title=hrant-dink-ozkok-hanefi-avci
#958
''CUMHURİYETİN SAHİBİ OLMAK NOKTASINDA HİÇ KİMSENİN HİÇ KİMSEYE ÜSTÜNLÜĞÜ YOKTUR VE OLMAZ''

AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Cumhuriyeti zayıf bir varlık olarak görüp, kendisine durumdan vazife çıkararak demokrasiye müdahale edenlerin cumhuriyete en büyük zararı verenler olduğunu ifade ederek, ''Cumhuriyetin sahibi olmak noktasında hiç kimsenin hiç kimseye üstünlüğü yoktur ve olmaz'' dedi.

Erdoğan, partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada, cumhuriyetin erdemli bir yönetim biçimi, erdemli bir toplum inşa etmek için ortaya konmuş bir irade ve vizyonunu sonucu olduğunu kaydetti. Erdoğan, ''Bu iradeye zincir vurmak, otoriter eğilimlere ve bunlar vasıtasıyla baskı almak isteyen yönetimler bu milletten her zaman gereken dersi almışlardır. Aynı şekilde bu iradeyi vesayet almak, küçümsemek, yok etmek isteyen karanlık odaklar, çeteler ve zümrelerle de her zaman milletimizden gereken cevabı almışlardır'' diye konuştu.

İstiklal ve demokrasinin milletin değiştirilemeyecek karakteri haline geldiğini ifade eden Erdoğan, cumhuriyetin milletin karakterine en uygun yönetim biçimi olduğunu söyledi.

Başbakan Erdoğan, şöyle konuştu:

''Cumhuriyetin kuruluşundan nice zaman sonra ortaya çıkan, tarihine ve coğrafyasına yabancılaşmış zümrenin tamamen aksine, Cumhuriyet, sözde elitler tarafından, yani seçkinleri kendilerinden menkul belli bir zümre tarafından değil; bizzat bu millet tarafından bu milletin tüm unsurları tarafından kurulmuştur. Dolayısıyla Cumhuriyet asla ve asla belli bir zümrenin, belli bir kitlenin, belli bir grubun rejime değil, bu milletin rejimidir. Sahibi de yalnızca bu aziz millettir.''

Cumhuriyetin ilanı öncesinde bu toprakların çok büyük acılara şahit olduğunu anlatan Erdoğan, Cumhuriyetin 87 yıllık süreçte güçlenerek, büyüyerek her alanda önemli mesafeler kaydettiğini, Cumhuriyet öncesi korkuları geçersiz kıldığını kaydetti.

Erdoğan, Cumhuriyet öncesi ayrışma, çatışma korkusunun bugün bir tehdit ve sindirme aracı olarak görülmesinin ''Cumhuriyete ve onun ideallerine tamamen ters ve aykırı olduğunu'' ifade ederek, şöyle konuştu:

''Cumhuriyeti zayıf bir varlık olarak görüp, kendisine durumdan vazife çıkararak demokrasiye müdahale edenler, tarihimiz boyunca her zaman Cumhuriyetimize en büyük zararı verenler oldular. Ülkenin birliğini ve bütünlüğünün tehdit altında olduğu bahanesiyle demokrasiye gölge düşürenler, siyaseti ve siyasetçiye devre dışı bırakmaya çalışanlar ekonomiye de dış politikaya da iç politikaya da en büyük kötülüğü yaptılar. Cumhuriyeti korumak adına, aslında onlar bir korku cumhuriyeti oluşturdular. Tehlikede olan cumhuriyet rejimi değil, bu korkulardan nemalanan çevrelerin imtiyazları oldu.

Cumhuriyetin sahibi olmak noktasında hiç kimsenin hiç kimseye üstünlüğü yoktur ve olmaz. Bu ülkenin bürokratı, hakimi, savcısı, askeri, polisi ne kadar bu cumhuriyetin sahibi ise bu ülkenin işçisi, köylüsü, esnafı, sanatkarı, sokaktaki vatandaşı da bu cumhuriyetin en az o kadar sahibidir ve sevdalısıdır.''

''CUMHURİYET, SÖZDE ELİTLER TARAFINDAN DEĞİL BİZZAT BU MİLLET TARAFINDAN KURULMUŞTUR''

Erdoğan, Cumhuriyetin ''Sözde elitler tarafından değil bizzat millet tarafından kurulduğunu'' bildirdi.

Erdoğan,, cuma günü Cumhuriyetin 87. yıl dönümünün kutlanacağını anımsattı. Cumhuriyetin 87. yıl dönümünü kutlayan Erdoğan, ''Başta Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere kuruluş kararını alan TBMM'nin tüm üyelerini, Kurtuluş Savaşımızın tüm gazi ve şehitlerini şükranla yad ediyorum'' diye konuştu.

Cumhuriyet konusunda değerlendirmeler yapan Erdoğan, Kurtuluş Savaşı ile birlikte destani bir süreç yaşandığını ifade etti.

-''DOLASIYLA, CUMHURİYET ASLA VE ASLA BELLİ BİR ZÜMRENİN, BELLİ BİR KİTLENİN, BELLİ BİR GRUBUN REJİMİ DEĞİL, BU MİLLETİN REJİMİDİR. SAHİBİ DE BU AZİZ MİLLETTİR''

''Biz, tarihi geleneği, kimliği olan köklü bir milletin ve medeniyetin mensuplarıyız'' diyen Erdoğan, etnik kökenleri, mezhepleri, coğrafyaları ifade eden kelime ve kavramların millet tarifinde yetersiz kaldığını vurguladı.

Erdoğan, ''Bizi ortak tarihimiz en güzel şekilde tarif eder. Bizi ortak medeniyetimiz, ortak ideallerimiz tarif eder. Ağrı'da İshak Paşa Sarayı, Diyarbakır'da Ulu Cami, Erzurum'da Çifte Minareli Medrese, Sivas'ta Divriği Ulu Cami, Konya'da Karatay Medresesi, Edirne'de Selimiye, Ankara'da Hacı Bayram-ı Veli, İstanbul'da Sultanahmet, Süleymaniye, Topkapı bizim bir millet olarak yeryüzüne attığımız imzalardır, nişanlardır'' diye konuştu.

Şehitliklerde Türkiye'nin doğusunun da batısının da görüldüğünü, vatanın dört bir yanından gelip çarpışmış, karavanasını paylaşmış, yan yana şehit düşmüş yüz binlerce millet evladının bulunduğunu ifade eden Erdoğan, Cumhuriyetin böyle bir birlik mefkuresi üzerine inşa edildiğini kaydetti.

Cumhuriyet kuruluş felsefesinin her unsuru kucaklayan TBMM'nin iradesi ile şekillendiğini vurgulayan Erdoğan, Cumhuriyetin milletin istiklal aşkının açık bir tezahürü olduğunu söyledi.

''CUMHURİYETİ KORUMAK ADINA ASLINDA ONLAR BİR KORKU CUMHURİYETİ OLUŞTURDULAR. TEHLİKEDE OLAN CUMHURİYET REJİMİ DEĞİL BU KORKULARDAN NEMALANAN ÇEVRELERİN İMTİYAZLARI OLDU''

Başbakan Erdoğan, Cumhuriyetin erdemli bir yönetim biçimi ve erdemli bir toplum inşa etme irade ve vizyonunun sonucu olduğunu dile getirerek, şöyle devam etti:

''Bu iradeye zincir vurmak, otoriter eğilimler ve bunlar vasıtasıyla bu iradeyi baskı altına isteyen yönetimler, bu milleten her zaman gereken dersi almışlardır. Aynı şekilde bu iradeyi vesayet altına almak, küçümsemek, yok etmek isteyen karanlık odaklar, çeteler, zümreler de her zaman milletimizden gereken cevabı almışlardır. İstiklal, hürriyet ve demokrasi bu milletin değiştirilemeyecek karakteri haline gelmiştir. Cumhuriyet ve demokrasi, bu yüzden milletimizin karakterine ve engin tarihi birikimine en uygun yönetim biçimidir. Cumhuriyetin kuruluşundan nice zaman sonra ortaya çıkan, tarihine ve coğrafyasına yabancılaşmış zümrenin tamamen aksine Cumhuriyet, sözde elitler tarafından, yani seçkinlikleri kendilerinden menkul belli bir zümre tarafından değil bizzat bu millet tarafından, bu milletin tüm unsurları tarafından kurulmuştur. Dolayısıyla, Cumhuriyet asla ve asla belli bir zümrenin, belli bir kitlenin, belli bir grubun rejimi değil, bu milletin rejimidir. Sahibi de bu aziz millettir.''

''Bu millet seninle gurur duyuyor'' sloganları eşliğinde konuşmasını sürdüren Erdoğan, Cumhuriyet öncesinde ülke topraklarının çok büyük acılara şahit olduğunu, Osmanlı Devleti'nin her cephede aldığı yenilgiler sonucu çok büyük toprak parçalarını kaybettiğini vurguladı.

-''CUMHURA RAĞMEN CUMHURİYETÇİLİK YAPILAMAZ''-

Akın akın Anadolu'ya göçler yaşandığını belirten Erdoğan, şunları söyledi:

''Cumhuriyetimiz 87 yıl içinde güçlenerek, büyüyerek, ekonomide, dış politikada, demokratikleşmede önemli mesafeler kat ederek, Cumhuriyet öncesi korkuların tamamını artık geride bırakmış, geçersiz kılmıştır. Cumhuriyetin ilanı öncesine ait olan bölünme korkusunun, çatışma korkusunun bugün bile bir tehdit ve sindirme aracı olarak görülmesi Cumhuriyetimize ve onun ideallerine tamamen terstir, aykırıdır. Cumhuriyeti zayıf bir varlık olarak görüp, kendisine durumdan vazife çıkarıp, demokrasiye müdahale edenler, tarihimiz boyunca her zaman Cumhuriyetimize en büyük zararı verenler oldular. Ülkenin birliğinin ve bütünlüğünün tehdit altında olduğu bahanesiyle demokrasiye gölge düşürenler, siyaseti ve siyasetçiyi devre dışı bırakmaya çalışanlar ekonomiye de dış politikaya da iç politikaya da en büyük kötülüğü yaptılar. Cumhuriyeti korumak adına aslında onlar bir korku cumhuriyeti oluşturdular. Tehlikede olan Cumhuriyet rejimi değil bu korkulardan nemalanan çevrelerin imtiyazları oldu. Cumhuriyetin sahibi olmak noktasında hiç kimsenin hiç kimseye üstünlüğü yoktur ve olamaz. Bu ülkenin bürokratı, hakimi, savcısı, askeri, polisi ne kadar bu Cumhuriyetin sahibi ise bu ülkenin işçisi, köylüsü, esnafı, sanatkarı, sokaktaki vatandaşı da bu Cumhuriyetin en az o kadar sahibidir ve sevdalısıdır.

2010 yılında Türkiye'nin kalkınmasını, ilerlemesini, içerde ve dışarda güçlenmesini en önemlisi de daha demokratik ve özgür bir ülke olmasını Cumhuriyet için bir tehdit gibi gören ve gösterenler, Cumhuriyetin temel felsefesinden nasibi alamayanlardır. Hiç kimse şahsi veya zümrevi hırslarını, beklentilerini, makam ve ikbal heveslerini bu milletin çıkarlarının, bu milletin bekasının üzerine koyamaz. Böyle bir tavır içinde olamaz. Cumhura rağmen, cumhurun düşünce ve hissiyatına rağmen cumhuriyetçilik yapılamaz. Halka rağmen, halkın iradesine rağmen halkçılık yapılamaz. Cumhuriyeti sevmenin, korumanın göstergesi onu yüceltmektir, muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkaracak politikaları hayata geçirmektir.''

-''ANKARA'DAN ÇIKAMAYANLAR HİSSEDEMEZLER''-

Türkiye Cumhuriyeti'nin geçmişle kıyaslanmayacak şekilde ilerlediğini, kalkındığını, dünya genelinde takdir edilen, övülen, örnek gösterilen, saygı duyulan ve itibar edilen bir konuma ulaştığını belirten Erdoğan, ''Ankara'dan çıkamayanlar bunu hissedemezler. Sadece bedenen değil, zihnen çıkamayanlar da bunu hissedemezler'' dedi.

Hedeflerinin Türkiye'yi, Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yıl dönümünde dünyanın en gelişmiş 10 ülkesi arasına sokmak olduğunu ifade eden Erdoğan, ''Cumhuriyetimizin çağdaşlaşma hedeflerini hayata geçiren, Cumhuriyetin itibarını yükseltecek dış politikayı ortaya koyan, Cumhuriyeti ileri demokrasi ile güçlendiren iktidar, AK Parti iktidarıdır'' diye konuştu.

Erdoğan, Atatürk'ün ''Cumhuriyet rejimi demek demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir'' dediğini kaydederek, Cumhuriyetin ve demokrasinin icaplarını uygulamaya koyan iktidarın kendi iktidarları olduğunu belirtti.

Başbakan, ''Cumhuriyeti halktan ve milli iradeden, onun değerleri ve beklentilerinden kopuk olarak yücelttiğini zannedenler büyük bir yanlışın ve yalnızlığın içinde olmuşlardır. Aziz milletimiz geçen dönemlerde bazı iktidarların sergiledikleri yanlış uygulamalara rağmen Cumhuriyeti bağrına basmış, en geniş anlamda kabullenmiştir. Milletimiz her sandık başına gittiğinde bu Cumhuriyet idealine oy vermiş, bu ülkeyi yükselteceğine inandığı kadroları özellikle iktidara taşımıştır. Milletimizin iktidarımıza gösterdiği teveccüh işte bu sorumluluk bilincinin, sahiplenme duygusunun bir sonucudur'' diye konuştu.

-''HİÇ KİMSE DEMOKRASİ VE CUMHURİYET ÜZERİNDE KENDİNCE VESAYET KURAMAZ, HUKUK DIŞI OPERASYONLARA GİRİŞEMEZ. BİZ BİR KABİLE DEVLETİ DEĞİLİZ''

Erdoğan, hiç kimsenin demokrasi ve cumhuriyet üzerinde kendince vesayet kuramayacağını, hukuk dışı operasyonlara girişemeyeceğini belirterek, ''Biz bir kabile devleti değiliz. Biz, köksüz bir devlet değiliz'' dedi.

Erdoğan, yaptığı konuşmada, ''Hiç kimsenin, her şeyi milletten daha fazla bildiğini iddia ederek, bu ülkeyi siyaset kurumundan daha fazla önemsediğini söyleyemeyeceğini'' belirtti.

-''1940'LI YILLARDA ANKARA'NIN ULUS SEMTİNE 'KILIK KIYAFETİ UYGUN DEĞİL' DİYE KASKETLİ GARİBAN KÖYLÜLERİN, YANİ ULUSUN GİRMESİ YASAKLANMIŞTI. BU ÜLKENİN GERÇEKLERİNİ, BU ÜLKENİN SORUNLARINI DİLE GETİRMEK, KONUŞMAK YASAKLANMIŞTI''

Başbakan Erdoğan, ''Hiç kimse demokrasi üzerinde, cumhuriyet üzerinde kendince vesayet kuramaz. Hukuk dışı operasyonlara girişemez. Biz bir kabile devleti değiliz. Biz, köksüz bir devlet değiliz. Biz, binlerce yıl içinde oluşmuş bir devlet geleneğini tebarüz etmiş, anayasası, yasası, kuralları, gelenekleri olan bir ülkeyiz. Bir devletiz ve bir milletiz'' diye konuştu.

''Bizden önceki nesiller de bizim neslimiz de korkuların egemen olduğu, sindirme politikalarının en ağır şekilde uygulandığı süreçlerde yetiştik'' diyen Başbakan Erdoğan, şöyle devam etti:

''Konuşmak yasaklandı, düşünceleri ifade etmek yasaklandı, şiir okumak yasaklandı, yazmak yasaklandı, gazete çıkarmak yasaklandı, eleştirmek yasaklandı. Kitapların hatta şarkıların, türkülerin yasaklandığı dönemler oldu bu ülkede. Kimler? İşte o tek partili dönemin olduğu dönemler. Yani CHP zihniyetinin iktidar olduğu dönemler. Bunları belki şu anda o dönemi yaşamayan kuşaklar olarak bizler bilmiyor olabiliriz fakat tarihin o arşivlerindeki bu kayıtları, bunu çok açık, net belgelerle ortaya koyuyor. Şimdi bu belgeleri önümüze getiriyorlar. O belgeleri gördükçe o zaman tarihimizin hakikaten ne kadar zor sınavlardan geçtiğini görüyoruz. Ama artık biz o geçmişe asla dönemeyiz. Artık biz o modern Türkiye'nin inşallah yeni temel taşlarını oluşturuyoruz. Ve bu o geçmişin o köklü, sağlam temel taşları üzerinde yükselen bir Türkiye, yeniden büyük Türkiye. Göreve geldiğimizde 26. sıradan teslim alıp, 17. sıraya çıkardığımız bir Türkiye var. Şimdi bunu hazmedemiyoruz, 17'yi ilk 10'a çıkarmanın gayreti içerisindeyiz.''

-''ONLAR ASLINDA CUMHURİYETİ KÜÇÜLTTÜLER''-

Erdoğan, 1940'lı yıllarda Ankara'nın Ulus semtine ''kılık kıyafeti uygun değil'' diye kasketli gariban köylülerin, yani ulusun, milletin girmesinin yasaklandığını ifade eden Erdoğan, salondakilerin alkışlamaları üzerine ''Bunu alkışlamayalım, buna üzülelim'' dedi. Erdoğan, ''Sakal yasaklandı, bıyık yasaklandı. Aynen şimdi olduğu gibi üniversite kapılarında genç kızların başörtüsü yasaklandı. Darbe yapanların eleştirilmesi yasaklandı. Bu ülkenin gerçeklerini, bu ülkenin sorunlarını dile getirmek, konuşmak yasaklandı. Bu yasakları koyanlar ve uygulayanlar, Cumhuriyeti koruma ve kollama bahanesinin arkasına sığınıyorlardı. Cumhuriyeti, cumhurdan, halktan koruyarak belli bir zümrenin hakimiyeti altına almak isteyen bu çarpık anlayışla sadece bu kavrama haksızlık etmekle kalmadılar. Türkiye'nin gelişimine de set çektiler'' diye konuştu.

Başbakan Erdoğan, ''Cumhuriyeti korumak, rejime sahip çıkma bahanesinin arkasına sığınarak onlar aslında Cumhuriyeti küçülttüler. Halka yabancılaştılar. Bugün Cumhuriyet cumhurla kucaklaşmaktadır. Farkımız budur'' dedi.

Cumhuriyetin bugün halkla birlikte yüceldiğini ve ileri hedeflere doğru yürüdüğünü söyleyen Erdoğan, ''Çözümsüz gibi görünen sorunları çözecek güç ve kudrete sahip olduklarını cümle aleme gösterdiklerini'' belirtti.

-''ESKİDEN BAŞIMIZA GELEN HER MUSİBETİN ARDINDA HEP BİR DIŞ MİHRAK ARARDIK. İÇERİDE ÖCÜYLE, DIŞARIDA DIŞ MİHRAK İLE KORKUTULURDUK. STATÜKONUN DEVAMI BU KORKU İLE TEMİN EDİLİRDİ, SİYASET KURUMU BU KORKULAR VE EVHAMLAR ÜZERİNDEN İTİBARSIZ HALE GETİRİLİRDİ''

Dünyada konuşulan bir Türkiye gerçeğinin var olduğunu anlatan Başbakan Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürdü:

''Eskiden başımıza gelen her musibetin ardında hep bir dış mihrak arardık. Hep öyle adresler verirdik. İçeride öcüyle, dışarıda dış mihrak ile hep korkutulurduk. Anlayış buydu. Statükonun devamı bu korku ile temin edilirdi, siyaset kurumu bu korku dili ile rehin alınırdı, siyaset kurumu, bu korkular ve evhamlar üzerinden itibarsız hale getirilirdi. Çaresiz ve iktidarsız koalisyon hükümetleri bu korku dili ile hareketsiz bırakılırdı. Artık biliyoruz ve öğrendik ki o savunmacı anlayış bizi içimize kapalı hale getiren, bizi sürekli savunma hattında tutan ve özgüvenimizi yaralayan sakat bir anlayıştı.''

Erdoğan, şimdi tam bir özgüvenle muhataplarla eşit ilişkiler kurularak anlatımlar yapıldığını kaydederek, ''AK Parti iktidarındaki Türkiye eski Türkiye değildir. 8 yıl önce iktidara yürürken 3Y ile kıyasıya mücadele edeceğimizi söyledik. Yolsuzluğun, yoksulluğun ve onlar kadar önemli olan yasakların artık kaderi olmadığını bu ülke için söyledik. Sözümüzü tutarak bu 3Y ile mücadele ettik, ediyoruz. Yolsuzluk ve yoksullukla olduğu kadar yasaklarla da mücadelemiz sürüyor'' dedi.

-''DEMOKRATİKLEŞME YOLUNDA ENGELLERİ KALDIRDIK''-

Tam demokratikleşme yolunda ifade özgürlüğü adına birçok engeli ortadan kaldırdıklarını, günlük yaşamı etkileyen, vatandaşa hayatı zehir eden, onların hür iradelerini ipotek altına alan, Türkiye'nin imajını ve itibarını zedeleyen nice yasağa son verdiklerini kaydeden Erdoğan, ''Şimdi soruyorum; lütfen herkes elini vicdanına koysun ve bu soruyu öyle yanıtlasın. Cumhuriyetimiz, bugün 8 yıl öncesine göre daha mı zayıftır, yoksa tam tersine daha mı güçlüdür? Bütün siyasi anlayışlardan, mantıklardan soyutlanarak başını iki elinin arasına alsın, nasıl olsa benim yanımda değil, şöyle bir düşünsün. 'Ya gerçekten 8 yıl önce neydik, bugün neyiz' diye bir sorsun kendine. Türkiye Cumhuriyeti, 8 yıl öncesine göre bugün dünya nazarında daha itibarlı mıdır, yoksa itibar mı kaybetmiştir. Bunu da kendine sorsun'' diye konuştu.

''Türkiye'nin ayyıldızlı bayrağı, Türkiye Cumhuriyeti'nin pasaportu, Türk Lirası 8 yıl öncesine göre bugün daha mı değerlidir yoksa değer mi kaybetmiştir?'' sorusunu yönelten Erdoğan, şunları kaydetti:

''8 yıl öncesine göre Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşları geleceğe daha bir umutla mı bakıyor, yoksa tersi mi? Şöyle yollarında dolaşan arabaların sayısına baktığımız zaman daha tenha duble yollar mı var yoksa yolların adeta ihtiyaca cevap veremez hale geldiği bir Türkiye mi var?

Kaldırdığımız her yasağın ardından korkuların ne kadar yersiz ve gereksiz olduğu ortaya çıktı. Ama biz o yasakları kaldırırken nasıl kıyametler koptuğunu hatırlayın. Paralarda bile Türk Lirası'nın o altı sıfırını atacağımız zaman birilerinin o köşelerinde ne tür yazılar yazdığını ve şu anda da bulundukları yerden ne tür hakaretler ettiklerini düşünün. O zaman 'özür dileyeceğiz' diyenler, ne bu özrü dileyebilmişlerdir ne de paramızın kazandığı o onur sayesinde nasıl ayakta durduklarını hissetmişlerdir. Paradan altı sıfır atılması durumunda enflasyonun patlayacağını söylediler. Attık altı sıfırı ne oldu? Her şey ortada'' dedi.

''BU CUMHURİYET, ÇITKIRILDIM BİR CUMHURİYET DEĞİLDİR. BU CUMHURİYET KÖKÜ MAZİDE OLAN BİR ATİDİR''

Erdoğan, ''Cumhuriyetin çıtkırıldım bir cumhuriyet olmadığını, Cumhuriyetin kökü mazide olan bir ati'' olduğunu belirterek, ''Bugün Türkiye'de var olan bir zihniyet; kendisine millet, yasama, yürütme üzerinde muhafızlık görevi ihdas ediyor. Siz, hangi anayasal ve yasal yetkiyle TBMM'ye hiza vermeye kalkışıyorsunuz?'' dedi.

Erdoğan, attıkları her adımda karşılarına dikilip, ''Cumhuriyet tehlike altına girer, bölünüp, parçalanıp, zayıflarız'' denildiğini ifade etti. Erdoğan, şunları söyledi:

''TRT Şeş... 'Bir kanalı tamamen oraya tahsis edeceğiz' dediğimiz zaman da bunu söylediler. Ne oldu, gitti mi elden? Bölündük mü, parçalandık mı? Biz evhamlara prim vermedik. Yasakları kaldırdık, kaldırıyoruz; reformlarımızı yaptık, yapıyoruz. Pompalanan korkuların ne kadar boş olduğunu milletçe hep beraber gördük. Bu Cumhuriyet, çıtkırıldım bir cumhuriyet değildir. Bu Cumhuriyet kökü mazide olan bir atidir. Bu Cumhuriyet kökü derinlerde olan, büyük ve güçlü bir milletin kurduğu ve yaşattığı bir cumhuriyettir. Statükoyu muhafaza etmek, değişime direnmek, yasaklarda ısrar etmek, Cumhuriyetimize de bu aziz milletimize de yapılabilecek en büyük haksızlıktır.

''BUGÜN TÜRKİYE'DE VAR OLAN BİR ZİHNİYET; KENDİSİNE MİLLET, YASAMA, YÜRÜTME ÜZERİNDE MUHAFIZLIK GÖREVİ İHDAS EDİYOR. SİZ, HANGİ ANAYASAL VE YASAL YETKİYLE TBMM'YE HİZA VERMEYE KALKIŞIYORSUNUZ? MİLLETİN VEKİLLERİNİ YOK SAYMA CÜRETİNİ NEREDEN ALIYORSUNUZ? MİLLETİN VELİSİ YA DA VASİSİ MİSİNİZ? MİLLETE PATRONLUK MU YAPMAK İSTİYORSUNUZ?''

Bugün Türkiye'de hala öyle bir zihniyet var ki TBMM'yi, yasamayı, yürütmeyi, onlarla birlikte milleti reşit, mümeyyiz, muktedir görmüyor. Kendisine millet, yasama ve yürütme üzerinde muhafızlık görevi ihdas ediyor. Allah aşkına; siz bu yetkiyi kimden alıyorsunuz? Hangi Anayasal ve yasal yetkiyle TBMM'ye hiza vermeye kalkışıyorsunuz? Hangi vasfınızla, kerametinizle siz bu milletten daha iyi biliyorsunuz? Kendi iradenizi milli iradenin üstünde ne zamandan beri görmeye başladınız? Milleti küçümseme, milletin vekillerini yok sayma cüretini nereden alıyorsunuz? Siz milletin velisi ya da vasisi misiniz? Millet, Meclis, yürütme yanılıyor da en doğruyu siz mi biliyorsunuz? Yoksa siz millete patronluk mu yapmak istiyorsunuz? Cumhuriyet, işte sizin bu vesayetçi anlayışlarınızı, milletin üzerinde tasallut etme anlayışınızı çok ciddi manada tespit etti. Üzerinde tasallut kurmasın diye sizin gibi zümrelerin mevkilikleri, milli iradeyi baskı altına almasın diye Cumhuriyetimiz ilan edildi, şimdi de cumhur Cumhuriyetine sahip çıkıyor.''

-''HALK OYLAMASI ÖNCESİNDE SANAL KORKULAR POMPALANDI''-

Başbakan Erdoğan, bu zihniyetin; 1940'lara, 1950'lere, 1960'lara damgasını vurmuş olabileceğini ifade etti. O yıllarda Türkiye'nin neler kaybettiğinin bilindiğini belirten Erdoğan, 2010'ların Türkiye'sinde artık bu zihniyetin kabul edilemeyeceğini söyledi.

780 bin kilometrekarelik vatan toprağındaki 50 milyona yakın seçmenin asla böyle bir vesayeti kabul edemeyeceğini söylediklerini ifade eden Erdoğan, 12 Eylül'deki halk oylaması öncesinde de bu sanal korkuların pompalandığını bildirdi.

''Yargı siyasallaşıyor, AK Parti kendi yargısını kuruyor, kadrolaşacak, yargıyı ele geçirmeye çalışıyor....'' denildiğini anlatan Erdoğan, aradan 2 ayı aşkın bir zaman geçtiğini ve bu iddiaların gerçek dışı olduğunun net olarak ortaya çıktığını söyledi.

Başbakan Erdoğan, ''12 Eylül öncesinde millete korku yayanlar, milleti ikna edemedikleri gibi yargı camiasını da ikna edebilmiş değiller. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK)seçimlerinde aday oldular. Ama kendi camialarında kabul görmeyince, farklı ithamlarla seçimleri karalamaya başladılar'' diye konuştu.

-''SESİ ÇOK ÇIKAN ZÜMRENİN NASIL İPOTEK KOYDUĞU ANLAŞILDI''-

Seçimle HSYK üyelerinin belirlendiğini hatırlatan Erdoğan, şöyle devam etti:

''Sesi çok çıkan bir zümrenin, yargı camiası içinde neye tekabül ettiği ortaya çıktı. Bir avuç insanın, nasıl binlerce insanın iradesine ipotek koyduğu anlaşıldı. HSYK seçimlerinde ilk defa 10 binin üzerinde yargı mensubu, kendi hür iradeleriyle şeffaf ve demokratik ortamda oy kullandılar. Şimdi buna yargının siyasallaşması denebilir mi? Türkiye'ye demokrasi, Cumhuriyet geldi ama birilerinin hala haberi yok. Hala birileri belli alanlarda hakimiyet kurmak, hükümranlıklarını sürdürmek istiyor. Kusura bakmasınlar, kimse demokratikleşmeden muaf değildir, milli iradenin hakimiyetinden azade değildir. Bizim yaptığımız Cumhuriyeti de demokrasiyi de tüm alanlarda hakim kılacak adımları atmaktır. Ortada siyasallaşan bir yargı yok, ortada, siyasallaşmış unsurlar tarafından sindirilmiş bir yargının artık tarafsız bir yargıya dönüşümü var. 1960 iradesi sonrasında oluşan statükocu, hizipçi, seçkinci yapının bugün artık değişimci, tarafsız, millet hassasiyetlerini gözeten bir yapıya dönüşümü var. Bizim hiç bir gizli gündemimiz yok. Bizim, birilerinin iddia ettiği gibi gizli bir ajandamız, gizli niyetlerimiz yok. Biz bu Cumhuriyetin nasıl, hangi idealler üzerine kurulduğunu biliyoruz. Bu Cumhuriyeti o ideallere ulaştırmanın samimi mücadelesini veriyoruz. Bizim Cumhuriyeti korumak, kollamak, ideallerini artırmak, itibarını yaşatmak... Bu noktada 8 yıl içinde yaptıklarımız, niyetimizi zaten açık açık ispat ediyor. 8 yıl içinde inşa ettiğimiz yollar, barajlar, okullar, üniversiteler, hastaneler; Cumhuriyeti nasıl yücelttiğimizin delilleridir. En ücra köşeye KÖYDES'le nasıl ulaştığımız ortadadır. 780 bin kilometrekarede 73 milyona ulaştırdığımız hizmetler, bu ülkeye ve millete aşkımızın ve sevdamızın açık delilleridir. Bitti mi? Bitmedi. Daha yapacağımız çok şey var.''

-''HUKUKUN ZORLANARAK TEHDİT EDİLDİĞİMİZE ŞAHİT OLDUNUZ''-

Başbakan Erdoğan, demokrasinin en güzel yanının, seçilenlerin seçen halka sürekli hesap vermesi olduğunu söyledi.

Halkın iradesinin yok sayılması durumunda, başkalarının gelip milletin taleplerini gerçekleştireceğini ifade eden Erdoğan, ''Kimse bu makamların sürekli sahibi değildir. Millet getirir, millet götürür. Kim milletin takdirini kazanırsa o göreve gelir, kime milletin de tepkisini çekerse, desteğini kaybederse görevi bırakır. Bizim için en büyük makam; ne iktidar olmaktır ne bakanlıktır ne de başbakanlıktır. Bizim için en büyük makam, milletimizin gönlündeki yerdir'' dedi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, milletten kopuk, ona tepeden bakan, onu hor gören bir rejimin değil, gücünü ve felsefesini milletin aklından, vicdanından alan bir Cumhuriyetin savunucuları olduklarını bildirdi. Henüz yasaklar konusunda ideal bir noktaya ulaşılmadığını belirten Erdoğan, ancak 8 yıl boyunca yasaklarla samimi bir mücadele verdiklerini söyledi.

Kendileri yasaklarla mücadele ederken, yasakları devam ettirmek isteyenler olduğunu ifade eden Erdoğan, ''Yasaklarla mücadelemizde nasıl yalnız bırakıldığımıza, önümüze nasıl engeller çıkarıldığına, hukukun zorlanarak nasıl tehdit edildiğimize sizler şahit oldunuz. Bunları mazeret olarak söylemiyorum. Birileri istemiyor, engel çıkarıyor diye yasaklarla mücadeleden vazgeçecek değiliz. Ama bugün bazı yasaklardan, sorunlardan dolayı bizi eleştirenlerin, önümüze ne tür zorlukların çıkartıldığını da görmelerini istiyoruz'' diye konuştu.

''TÜRKİYE'DE BAŞÖRTÜSÜ MESELESİNİN ÇÖZÜMÜ ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL, CHP'NİN BUGÜNE KADAR ORTAYA KOYDUĞU STATÜKOCU VE ÖZGÜRLÜK KARŞITI ANLAYIŞTIR''

Erdoğan, ''Türkiye'de başörtüsü sorununun çözümündeki en büyük engelin CHP'nin bugüne kadar ortaya koyduğu statükocu ve özgürlük karşıtı anlayış'' olduğunu söyledi.

Erdoğan, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun, ''başörtüsü sorununu'' belki samimi olarak, belki de halk oylaması öncesinde siyasi istismar aracı olarak gündeme taşıdığını ve sorunu çözeceğini ifade ettiğini hatırlattı.

Kimsenin niyetini sorgulamadıklarını, öyle bir dertleri bulunmadığını belirten Erdoğan, ''Ne yaptığına, ne yapmadığına bakıyoruz. 8 yıl boyunca biz bu meseleyi çözmek ve negatif bir gündem maddesi olmaktan çıkarmak için önce 4-5 yıl hep izledik. Ülkede bir sıkıntı kaynağı olmasın... Fakat daha sonra gündeme getirilmeye başlandı ve yoğun çabalar içerisine girdik'' diye konuştu.

''Başörtüsü sorunu''nun çözümü konusunda milletten destek aldıklarını belirten Erdoğan, şöyle devam etti:

''Çünkü aslolan konuşmak değil, aslolan yaşamak. Yani yapmadıklarınızı söylemek değil, yaptıklarınızı söylemektir. Bizim değerlerimizden gelen budur. Yıllar boyunca yapılan, onlarca, yüzlerce ankette, 'başörtüsü yasağının temel bir insan hakkının ihlali, Türkiye'nin bir ayıbı olduğu' görüşü ortaya çıkmıştır. Biz, ayıbı ortadan kaldırmak için çaba sarfettik ama çabalarımız CHP'nin ve onunla birlikte statükonun engeline takıldı. Hatırlayın, MHP ile yaptığımız Anayasa değişikliği -eksiklerine rağmen bunu da söyleyeyim- CHP'nin itirazıyla Anayasa Mahkemesi'nde iptal edildi. Partimiz hakkında kapatma davası açıldı ve bu davanın maddelerinden biri de buydu. Zamana bıraktığımız, ülkenin demokratikleşmesiyle birlikte artık anlamsız hale geleceğini ve kendiliğinden çözüleceğine inandığımız bu sorunu -dikkat edin biz değil CHP Genel Başkanı dile getirdi- ve Türkiye'nin gündemine taşıdı bu halk oylaması süresince...''

AK Parti'nin, CHP'nin bu girişimine samimi bir şekilde destek vereceğini ifade ettiğini anımsatan Erdoğan, ''Hatta 'lokomotif olsun, biz vagon olalım' dedik. Bu kadar açık söyledik. Onlar bağcıyı dövmekle uğraşıyor ama bizim derdimiz bağcıyı dövmek değil, biz üzümü yemek istiyoruz. Örnekleri var biliyorsunuz, çarşaflı hanım kardeşlerime eski CHP Genel Başkanı rozet taktı. Arkasından birkaç gün geçti İstanbul'un bir başka semtinde CHP'nin otobüsünden al aşağı ettiler. Mersin'de bir benzerini uyguladılar. Tekme tokat girdiler'' diye konuştu.

''HER ZAMAN YASAKLARI SAVUNAN, ÖZGÜRLÜKLERİN ÖNÜNDE SET OLAN, DEĞİŞİME HER ZAMAN KARŞI ÇIKMIŞ OLAN BİR CHP'NİN, SADECE GENEL BAŞKANIN POPÜLİST VE BİREYSEL ÇIKIŞLARIYLA BU ZİHNİYETİNDEN KOPAMAYACAĞI BİR KEZ DAHA ORTAYA ÇIKMIŞTIR''

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'nun, eğeer başörtüsünü siyasi istismar aracı olarak kullandıysa millet nezdinde bunun bedelini ödeyeceğini ifade eden Erdoğan,''Ama hayır bu konuda samimi ise işte o zaman meydanlarda böyle bir vaatte bulunurken CHP zihniyetini, CHP geleneklerini, kodlarını dikkati almadığı açıktır. Türkiye'de başörtüsü meselesinin çözümü önündeki en büyük engel, CHP'nin bugüne kadar ortaya koyduğu statükocu ve özgürlük karşıtı anlayıştır'' dedi. Erdoğan, şunları kaydetti:

''CHP Genel Başkanı, 'bu meseleyi biz çözeriz' derken her şeyden önce CHP'nin bu sorunun derinleşmesine yaptığı katkıyı gözardı etmiştir. Her zaman yasakları savunan, özgürlüklerin önünde set olan, değişime her zaman karşı çıkmış olan bir CHP'nin, sadece genel başkanın popülist ve bireysel çıkışlarıyla bu zihniyetinden kopamayacağı bir kez daha ortaya çıkmıştır.

Cumhuriyetimizin kuruluşunun 87. yıldönümünü kutlarken, Sayın Cumhurbaşkanı'nın resepsiyonunu, 'her türlü farklılığıyla cumhur gelecek' diyerek, boykot edip etmemeyi tartışan bir CHP, 1940'lardan bugüne gelememiş bir CHP'dir.

Hatırlayın, CHP Genel Başkanı, halk oylaması sürecinde bir türkü tutturdu. '27 Nisan bildirisinden bizim mağdur olduğumuz AK Parti olarak'... Bu vesileyle kazançlı çıktığımızı her gittiği yerde ifade etti. Peki başsavcının geçtiğimiz günlerde Millet Meclisine, milletin vekillerine yönelik açıklamasının hedefi ve mağduru kim? O bildiri, TBMM'ye olduğu kadar CHP'ye de yapılmış bir saygısızlık değil mi? Ne diyor? 'Hayır, o uyarıdır, birilerine kınamadır' diyor. CHP, 27 Nisan'da AK Parti'nin gösterdiği dik duruşu gösterememiş, Meclise, demokrasiye millet iradesine yönelik  o bildiri karşısında geri adım atmayı, sinmeyi içine sindirmiştir. O gün demokratik dik duruşu sergilemeyenler, bugün de aynı ezik, aynı çanak tutan, aynı alkış tutan anlayışı devam ettirmektedir.''

''VAADİN ALTINDA EZİLDİ''-

Kılıçdaroğlu'nun hiçbir hazırlık, hiçbir istişare yapmadan CHP'nin kadim geleneklerini, ideolojik kodlarını hiç hesaba katmadan vaatte bulunduğunu ifade eden Erdoğan, bugün o vaadin altında ezildiğini söyledi.

Meydanlarda verilen her vaatten çark etmek için yapılan her girişimin inanç özgürlüğü, insan hakkı çerçevesinde değerlendirilmesi gereken başörtüsü konusunu farklı mecralara çektiğini kaydeden Erdoğan, şöyle konuştu:

''Süreç, CHP tarafından başörtülü genç kızların umudunun istismar edildiği aynı zamanda provokasyona açık bir süreç haline getirilmiştir. 'CHP, sonunda demokratikleşiyor mu' diye heyecanlanan CHP'lilerin bile hevesleri kursağında kalmıştır. İşte görüyorsunuz, 'çözelim ama şu şartla' diyerek, bize şartlar dayatmaya çalışıyorlar. Arkadaşlarım ziyaretlerine gittiler. Ne dedik? 'bugünden tezi yok, 12 Eylül akşamı' dedik. TESK'in Genel Kurulu'nda, 'bak hemen talimatı verelim, ben veriyorum' dedim. Kızılcahamam'da söyledik. Akabinde arkadaşlarımızı gönderdik. Biz, sözü bir kere söyleriz, arkasında dururuz.

''BU SORUNUN CHP İLE ÇÖZÜLEMEYECEĞİ, CHP'NİN BU KONUDA SAMİMİ OLMADIĞI VE BÖYLE BİR İRADESİNİN DE BULUNMADIĞI ARTIK NETLİK KAZANMIŞTIR''

İnsan hakları şarta bağlanabilir mi, inanç özgürlüğü koşula bağlanabilir mi? Hiçbir hukuki ve kanuni dayanağı olmayan, mantıksız, gereksiz, gerekçesiz ve çağdışı bir fiili uygulamanın kaldırılması noktasında şart öne sürülebilir mi? Nefes alıp vermek ne kadar tabii ise ne kadar tabii bir insan hakkıysa inancına göre giyinmek de eğitim olanaklarına sahip olmak da o kadar tabiidir, o kadar temel bir insan hakkıdır. Bu sorunun CHP ile çözülemeyeceği, CHP'nin bu konuda samimi olmadığı ve böyle bir iradesinin de bulunmadığı artık netlik kazanmıştır.''

''ÖZGÜRLÜKLER KONUSUNDA EN AZ AK PARTİ KADAR KARARLI, AÇIK FİKİRLİ VE CESUR OLMASI GEREKEN MHP, MAALESEF BİR KEZ DAHA STATÜKONUN YANINDA YER ALMIŞ, ÜLKÜCÜ CAMİAYI VE TÜRK KAMUOYUNU HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRATMIŞTIR''

Erdoğan, ''Özgürlükler konusunda en az AK Parti kadar kararlı, açık fikirli ve cesur olması gereken MHP, maalesef bir kez daha statükonun yanında yer almış, ülkücü camiayı ve Türk kamuoyunu hayal kırıklığına uğratmıştır'' dedi.

Erdoğan, ''CHP'nin, başörtüsü sorununu çözümünü engellemekle, makus talihine uygun bir şekilde bir kez daha demokrasinin ve milletin gerisine düşerek, cumhuriyeti bir adım ileri taşıma onuruna kavuşamadığını'' söyledi.

Yasakların ortadan kalkması için verdikleri mücadelede, MHP'nin tavrının da güven vermediğini yaşayarak gördüklerini belirten Erdoğan, ''Arkadaşlarım oraya da gittiler. Gruplarını ziyaret ettiler. 2008 yılında 411 oyla kabul edilen anayasa değişikliğinin iptali karşısında MHP'nin gereken tavrı göstermediğini biliyoruz. Nitekim, son anayasa değişikliği, yargının bu tür keyfi kararlar vermesinin önüne geçecekken, bunun adımlarını atacakken MHP, var gücüyle değişikliğin karşısında durmuş adeta 2008'deki kararını inkar etmiştir'' diye konuştu.   

''Üstelik artık herkes biliyor ki MHP, halk oylamasındaki 'hayır' tavrını kendi tabanına izah dahi edememiş ve büyük bir darbe almıştır'' diyen Erdoğan, şöyle devam etti:

''Özgürlükler konusunda en az AK Parti kadar kararlı, açık fikirli ve cesur olması gereken MHP, maalesef bir kez daha statükonun yanında yer almış, ülkücü camiayı ve Türk kamuoyunu hayal kırıklığına uğratmıştır. AK Parti yasaklarla mücadelesinde bir kez daha yalnız kalmıştır ama milletle başbaşa kalmıştır. Biz bu yolda milletimizle kararlılıkla yürümeye devam edeceğiz. Sadece başörtüsü konusunda değil, bu ülkede yıllardan beri süregelen inanca, düşünceye, ifade özgürlüğüne yönelik her türlü yasakla bugüne kadar nasıl kararlı bir şekilde mücadele ettiysek bundan sonra da aynı kararlılıkla mücadele edeceğiz. Çünkü, biz başörtüsünü de diğer yasakların kaldırılmasını da milletimizin hak ettiği ve özlediği temel hak ve hürriyetlerin bir parçası olarak görüyoruz.

Farklı inanç gruplarının, farklı mezheplerin, farklı etnik grupların sorunlarını her zaman kendimize dert edindik, çözmek için samimi çaba harcadık. Bundan sonra da aynı samimiyetle sorunların üzerine gideceğiz. 2011 seçimleri ve ardından başlatacağımız yeni anayasa çalışmaları işte bu özgürlüklerin temel alınacağı bir süreç olacaktır. Ne 2011 seçimleri ne de sonrasında başlatacağımız anayasa çalışmaları sadece belli sorunların, belli özgürlüklerin dikkate alınacağı değil Türkiye'deki her sorununun her özgürlük meselesinin çözüm yoluna kavuşacağı bir süreç olacaktır. Önümüze engeller çıkarıldığında her zaman millete gittik ve milletin desteğini alarak, reformlarımızı gerçekleştirdik. 2011 seçimlerinde de milletimizden alacağımız yetki ve destekle Türkiye'yi prangalarından kurtarmaya, zincirlerinden kurtarmaya, Türkiye'yi ve cumhuriyetimizi büyütmeye, yüceltmeye ve güçlendirmeye devam edeceğiz.''

''MAŞERİ VİCDANA HAVALE EDİYORUZ...''

Özgürlükler konusunda da son sözü milletin söyleyeceğini, son kararı milletin vereceğini söyleyen Erdoğan, ''Biz şimdilik bu noktada, bu meseleyi maşeri vicdana, milletimizin takdirine havale ediyoruz. Meselenin siyasetin müdahalesi olmadan fiilen çözüm yoluna girmiş olması elbette umut vericidir'' diye konuştu.

Erdoğan, ''başörtüsü sorunu''nun, 2011 sonrasında da eşitlik, adalet ve insan hakları zemininde ülkenin gündeminden kalkması için takipçi olmaya devam edeceklerini vurguladı.

Dış politikada geçen hafta yaşanan gelişmeleri de değerlendiren Erdoğan, Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff'un Türkiye'yi ziyareti ve kendisinin Finlandiya ziyareti hakkında bilgi verdi.

Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu'nun daveti üzerine Atina'da, ''Akdeniz İklim Değişikliği Girişimi'' konulu konferansa katıldığını anlatan Erdoğan, ''Orada ikili, kapsamlı bir görüşmemiz oldu. Akdeniz'de iklim değişikliğini ve çevre kirliliğinin ele alındığı bu önemli ziyaretin yanı sıra yapılan bu ikili görüşme çok çok faydalı bir görüşmeydi. İki ülke ilişkilerini ele alırken bundan sonraki süreci de nasıl şekillendireceğimizi görüştük'' diye konuştu.

Erdoğan, Bandırma'da yaptırılan doğalgaz çevrim santrali, devlet hastanesi ile bir fen lisesinin açılışını gerçekleştirdiklerini, Gönen'de belediye hizmet binasının açılışını yaptıklarını belirterek, ''Bunun yanında seçim mitingi gibi bir mitingi yaparken alana giderken de caddelerdeki ilgi, coşku görmeye değerdi'' dedi.

''ARTIK 'SU AKAR, TÜRK YAPAR' DİYECEĞİZ''

Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek'in, ''12. Tarihi Kentler Birliği Genel Kurulu''nda, birliğin yönetim kurulu üyeliğine seçildiğini hatırlatan Erdoğan, birlik hakkında bilgi verdi.

Bu hafta sonu iki önemli tören olacağını belirten Erdoğan, şöyle konuştu:

''Pazar günü Şanlıurfa'da olacağız. Buradaki açılış törenleri öncesinde Ilısu'da olacağız. Ilısu Barajı ile ilgili çalışmalarımız yoğun bir şekilde devam ediyor. Hasankeyf ile ilgili çok dedikodular, şunlar, bunlar... Şimdi oradaki köyü TOKİ gayet güzel bir şekilde, çok farklı bir yere taşımak suretiyle, yerel mimariyle orada inşa etti. İnşallah, onun da aynı gün açılışlarını yapacağız. Bazı çevreler Ilısu Barajı'nın yapımına engel olma gayreti içindeler. Avrupalıları kandırdılar ama sıkıntıları bizi kandıramıyorlar. Çünkü biz bu konuda kararlıyız. Bunu yapacak gücümüz var. Kararımızı verdik. Süreci hızla başlattık. Çalışmalar hızla devam ediyor. Ilısu, Türkiye'nin en zengin, en büyük barajlarından bir tanesi olacak. İlk üçün içerisinde yer alacak kapasitede bir baraja sahip olacağız. Mardin'iyle Batman'ıyla tüm o çevre farklı güzelliklere, denizin adeta geldiği bir bölge haline orası dönüşecek. Çevrecilik açısından güzel bir yer olacak. Aynı zamanda tabii ki artık 'Su akar, Türk bakar olmayacağız', 'Su akar, Türk yapar' diyeceğiz.'' 

HABER 7-AA
http://www.haber7.com/haber/20101026/Erdogan-Bassavciya-sert-cikti-Canli-izle.php
#959


Gök'ün konumunu ve daha önce suç işlememesini göz önünde bulunduran mahkeme heyeti, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verdi.

Gök, Ü.E.İ. ve avukatlar Ayla Ülük ve Tarcan Ülük'e ''Basın yoluyla hakaret etmek'' suçundan ise beraat etti.

Karşıyaka 2. Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşmaya, sanık Murak Gök'ün avukatı Ceyda Arslan ile davacı Ü.E.İ ile avukatları Ayla Konaçoğlu ve Aynur Erişkin katıldı. Daha önce şikayetçinin avukatlığını üstlenen ve Savcı Gök'ün kendilerine basın yoluyla hakaret ettiğini iddia eden avukat Tarcan Ülük ile eşi Ayla Ülük ise duruşmaya katılmadı.

Duruşmada, Cumhuriyet Savcısı, geçen celse verdiği mütalaayı tekrar ettiğini söyledi.

Davacı Ü.E.İ'nin avukatları, sanık Murat Gök'ün, müvekkillerine karşı hem cinsel taciz hem de hakaret suçunu işlediği sübuta erdiğinden cezalandırılmasını istediler. Ü.E.İ. de şikayetini tekrar etti.

Murat Gök'ün avukatı Ceyda Arslan ise Gök'ün atılı tüm suçlardan beraatini talep etti.

Mahkeme heyeti, verdiği kısa aranın ardından kararını açıkladı. Sanık Murat Gök'ü, müşteki Ü.E.İ'ye ''cinsel tacizde bulunmak'' suçundan 6 ay 7 gün hapis cezasına çarptıran mahkeme heyeti, sanığın konumunu ve daha önce suç işlememesini göz önünde bulundurarak hükmün açıklanmasının geri bırakılmasını kararlaştırdı.

Mahkeme, Gök'ün Ü.E.İ ve avukatlar Tarcan ve Ayla Ülük'e, ''basın yoluyla hakaret'' etmek suçlarından ise beraatine karar verdi.

Ü.E.İ'nin avukatları duruşmanın ardından, AA muhabirine yaptıkları açıklamada, verilen hüküm gereğince, Murat Gök'ün 5 yıl içerisinde aynı suçu işlemesi durumunda cezaevine gireceğini dile getirdiler.

-OLAYIN GEÇMİŞİ-

Ü.E.İ, avukatları aracılığıyla Karşıyaka Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunmuş, Murat Gök'ün özel yetkili cumhuriyet savcısıyken babasını soruşturma nedeniyle tutuklattığını, babasının davasını takip ederken Gök'ün kendisini SMS mesajlarıyla taciz ettiğini öne sürmüştü.   

Ü.E.İ, olayın kamuoyunda duyulmasının ardından öğretim görevlisi olarak çalıştığı üniversiteden istifa etmişti.

Gök ise Ü.E.İ. ile bir süre ilişki yaşadıklarını, başka kişiyle evlenmek için gün aldığını belirterek, ''Tam evlilik öncesi ve hakime rüşvet iddiasıyla hakkında dava açıp tutuklanmasına yol açtığım Tarcan Ülük'ün avukatlığını üstlendiği bu hanımın davranışını takdirlerinize bırakıyorum'' demişti.

Bu arada, Murat Gök'ün düğünü iptal edilmişti. Ü.E.İ, Gök'ün bir gazetede yayımlanan röportajında yer alan ''6 ay süreyle ilişki yaşamıştık'' ifadesi nedeniyle, Tarcan-Ayla Ülük çifti de aynı röportajdaki kendilerine yönelik ifadeleri gerekçe göstererek suç duyurusunda bulunmuştu.   

Murat Gök hakkında hakaret iddiasına yönelik iki dava açılmıştı. 

Gök hakkında Ü.E.İ'ye SMS'lerle ''zincirleme tacizde bulunduğu'' iddiasıyla 2,5 yıl hapis cezası istemiyle dava açılmıştı.

Bu arada, Gök aleyhine Ü.E.İ, Tarcan Ülük ve Ayla Ülük'e ''basın yayın yoluyla hakaret ettiği'' iddiasıyla açılan dava da bu davayla birleştirilmişti.

AA
http://www.haber7.com/haber/20101026/Savci-Goke-cinsel-tacizden-hapis-cezasi.php
#960
Avrupa İnsan Hakları Mahmesi (AİHM), Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ndeki Kıbrıs Rumları'nın mülkiyetleri ile ilgili kararını verdi. Ceza Avrupa İnsan Hakları Mahmesi'nin Türkiye'ye verdiği en yüksek ceza oldu.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Kıbrıslı 19 Rum'un Türkiye aleyhine açtığı ve daha önce ihlal kararı verdiği davada maddi tazminat miktarlarını bugün açıkladı.

AİHM, 22 Eylül ve 27 Ekim 2009 tarihlerinde aldığı kararlarda, 19 başvuruda da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) mülkiyet hakkıyla ilgili 1. protokolü 1. maddesinin, bu başvuruların 11'inde ise aile ve özel yaşama saygıyla ilgili 8. maddenin de ihlal edildiğine hükmetmişti.

Strasbourg mahkemesi, başvuru sahibi 19 Rum'a, kişi başına 30 bin ile 5 milyon arasında değişen, toplamda yaklaşık 15 milyon avro ödenmesini kararlaştırdı.

Mahkeme, Türkiye'nin dava masrafları olarak da 160 bin avro ödemesine karar verdi.

Başvuruların çoğu 1990'li yıllarında yapılmıştı. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, bu yıl başlarında aldığı kararda, KKTC'de oluşturulan Taşınmaz Mal Komisyonunu (TMK) etkin iç hukuk yolu olarak kabul etmişti.

Başvuru sahibi Rumlar, Türkiye tarafından 1974 yılında gerçekleştirilen Barış Harekatı'nın ardından evleri ve diğer mülklerinin ellerinden alındığını iddia etmişlerdi.

http://www.haber7.com/haber/20101026/AIHMden-Turkiyeyi-sok-edecek-karar.php