Haberler:

Hukuk Forumumuza Hoşgeldiniz

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#981
21. İsa bir deliyi (cin çarpmış) iyileştiriyor ve domuzlar denize atılıyor. Ardından Kenânîler'in kızını iyileştiriyor.
İsa Kefernahum'a gitti ve şehre yaklaştığında, bak ki kabirlerden cinlere tutulmuş birinin çıkıp geldiğini ve ne yapılırsa yapılsın hiç bir zincirin kendisini zaptedemediğini ve adama büyük zarar verdiğini gördü. Cinler ağzıyla bağırdılar: «Ey Allah'ın mukaddesi, vaktinden önce bizi incitmek için neden gelirsin?» ve kendilerini fırlatıp atmaması için yalvardılar.
îsa, kaç tane olduklarını sordu : Cevap verdiler: «Altıbinaltıyüzaltmışaltı.» Havariler bunu duyunca korktular. Ve Isa'ya gitmesi için ricada bulundular. Sonra Isa dedi: «Sizin îmanınız nerede? Cinlerin gitmesi gerekir, benim değil. Cinler, bunun üzerine bağırıştılar : «Çıkacağız fakat bize izin ver de şu domuzların içine girelim. Deniz kenarında Kenanîler'e ait onbin kadar domuz otluyordu. îsa dedi: «Çıkın ve domuzların içine girin.»
- Büyük bir gürültüyle cinler domuzların içine girerek, onları baş aşağı denize düşürdüler. Bunun üzerine domuzlara bakanlar şehre kaçarak, îsa'nın yaptığı her şeyi anlattılar.
Bunun üzerine, kent halkı hemen ileri çıkıp, İsa'yı ve iyileştirilen adamı buldu. Halk korkuya kapıldı ve Isa'ya sınırlarının dışına çıkmasını rica ettiler. îsa, buna uyarak onlardan ayrıldı ve Sur ve Sayda bölgelerine gitti.
Ve, işe bakın, İsa'yı bulmak için memleketinden ayrılan Kenanî bir kadın iki oğluyla birlikte gelmiyor mu! İsa'nın havarileriyle birlikte karşıdan geldiğini görünce, bağırdı: «îsa, Davud'un oğlu, kızıma merhamet et, cinler kendisine işkence ediyor!»
îsa, bir kelimeyle olsun cevap vermedi: çünkü onlar sünnet olmayan insanlardandı. Havarilerin acıma duyguları harekete geçip, dediler: «Ey muallim, onlara acı! Bak, nasıl da ağlayıp çığrışıyorlar!»
İsa cevap verdi: «Ben ancak İsrail kavmine gönderildim.» Bunun üzerine, kadın iki oğluyla birlikte İsa'nın önüne gelip, ağlayarak dedi: «Ey Davud'un oğlu, bize merhamet et.» îsa cevap verdi; «Ekmeği çocukların ellerinden alıp, köpeklere vermek doğru değildir.» Ve, îsa bunu, onların temiz olmaması nedeniyle söyledi. Çünkü onlar, sünnet olmayan insanlardandı.
Kadın cevap verdi: «Ey Rab, köpekler, sahiplerinin sofralarından düşen kırıntıları yerler.» İsa, kadının sözüne hayran kalarak, dedi: «Ey kadın, senin İmanın çok hoş.» Ve, ellerini gök yüzüne kaldırıp, Allah'a dua etti ve ardından dedi: «Ey kadın, kızın kurtulmuştur, var, huzurla yoluna git.» Kadın ayrıldı ve eve döndüğünde, kızını Allah'ı tesbih ederken buldu. Bunun üzerine (şöyle) dedi:'«Bildim ki, İsrail kavminin Tanrı'sından başka Tanrı yoktur.» Ardından, tüm yakınları, Musa'nın kitabında yazılan kanuna göre (Allah)'ın kanununa teslim oldular.

22. Sünnet olmayanların zavallı hali.

Havariler, o gün Isa'ya şunu sordular: «Ey muallim, neden o kadına, onların köpek olduğu şeklinde cevap verdin?»
İsa cevap verdi: «Bakın, size diyorum ki, bir köpek, sünnetsiz bir adamdan daha iyidir.» Buna havariler üzülerek, dediler: «Bu sözler ağır, onları kim kabul edebilecek?»
İsa cevap verdi: «Eğer siz, ey budalalar, aklı olmayan bir köpeğin sahibi için neler yaptığını düşünürseniz, benim dediklerimin doğru olduğunu göreceksiniz. Söyleyin bana, köpek sahibinin evini koruyup, soyguncuya karşı hayatını ortaya koymaz mı? Kesinlikle, böyle. Fakat, ne görür (karşılığında)? Dayak, incinme, azıcık ekmek ve (yine de) sahibine daima neşeli bir yüz gösterir. Doğru değil mi?»
«Evet muallim, doğru» diye cevap verdi havariler.
Ardından İsa dedi: -Şimdi düşünün, Allah insana neler veriyor ve Allah'ın, kulu İbrahim'e verdiği söze itibar etmemekte, onun ne kadar haksız olduğunu görün. Filistinli Calut karşısında İsrail kralı Saul'e Davud'un dediklerini hatırlayın «Rabbım! Senin kulun Senin kulunun sürüsüne bakarken, kurt, ayı ve aslanlar gelip, kulunun koyunlarını yakaladı; bunun üzerine, kulun gidip onları öldürerek, koyunları kurtardı. Ve işte onlara (ayı, aslan, kurt) benzemekten başka nedir bu sünnetsiz adam? Bu bakımdan kulun, İsrail'in Tanrısı Rabb adına gidecek ve Allah'ın kutsal milletine küfreden bu necisi öldürecek.»
Sonra havariler dediler: «Söyle bize ey muallim, ne sebeple insanın sünnet olması gerekir?»
İsa cevap verdi: «Allah'ın İbrahim'e olan şu emri yetsin: «İbrahim, kendinin ve evinde, bulunanların ön derisini al (sünnet et); bu seninle Benim aramda ebedî bir ahiddir.»

23. Sünnetin menşei, Allah'ın İbrahim'le ahidleşmesi ve sünnetsizlerin lanetlenmesi.
Ve bunu dedikten sonra, Isa seyretmekte oldukları dağın yanına oturdu. Ve, havarileri sözlerini dinlemek için yanına geldi. Sonra İsa dedi: «îlk insan Adem, şeytanın kandırması ile Allah'ın yasakladığı yemeği Cennet'te yeyince, derisi ruhuna isyan etti; bunun üzerine yemin edip dedi: «Vallahi seni keseceğim!» Ve bir kaya parçası bulup, taşın keskin kenarıyla kesmek için derisini ele aldı; bunun üzerine Cebrail tarafından azarlandı. Ve, cevap verdi: «Onu keseceğim diye Allah'a yemin ettim: Asla bir yalancı olmayacağım!»
«Ardından, Melek ona derisinin fazla kısmını gösterdi ve o da bunu kesti. İşte, bundan böyle nasıl herkes derisini Adem'in derisinden aldı ise, öyle de Adem'­in bir yeminle söz verdiği şeyi yerine getirmekle yükümlüdür. Adem bunu oğullarına uyguladı ve bu sünnet zorunluluğu nesilden nesile süregeldi. Fakat İbrahim'in zamanında yeryüzünde yalnızca birkaç kişi vardı sünnetli. Çünkü, şu putatapıcılık yeryüzünde pek yaygındı. Bunun üzerine, Allah İbrahim'e sünnetle ilgili gerçeği söyledi ve bu ahdi yaptı. «Derisini sünnet ettirmeyecek kişiyi, ebediyyen kullarım arasından atacağım.»
Havariler İsa'nın bu sözleri üzerine konuşmasının ciddiyet ve ateşinden dolayı korkuyla titrediler. Sonra İsa dedi: «Korkuyu, ön derisini sünnet ettirmeyene bırakın, çünkü o, Cennet'ten mahrumdur.» Ve îsa bunu deyip ardından da şöyle konuştu: «Pek çoklarının ruhu Allah'ın hizmetine hazırdır, fakat beden zayıftır. Bu bakımdan Allah'tan korkan insan bedenin ne olduğuna, nereden geldiğine ve neyde yok olacağına bakmalıdır. Yeryüzünün çamurundan Allah bedeni yarattı. Ve ona bir iç üflemeyle hayat nefesini üfledi. Ve bu nedenle, beden Allah'ın hizmetinden geri kaldığı zaman, bu dünyada ruhundan nefret ettiği kadar, sonsuz hayatta onunla birlikte olacağı düşünülerek çamur gibi atmalı ve çiğnenmelidir.
«Şimdiki halde bedeni, arzuları ortaya koyuyor —bütün iyiliklerin amansız düşmanıdır o—, çünkü tek başına günahı arzulayan odur.
«İnsan, bir düşmanını tatmin etmek uğruna, Allah'ın, Yaratıcı'sının rızasını bir kenara mı atmalıdır? Buna dikkat edin, bütün veliler ve peygamberler, Allah'a hizmet için bedenlerinin düşmanı olmuşlardır. Bu nedenle de, Allah'ın kulu Musa'ya verilen kanuna karşı gelmemek ve gidip sahte ve yalancı tanrılara hizmet etmemek için, tereddüt etmeden ve severek ölüme gitmelidir.
«Dağların çöllük yerlerine kaçıp, yalnızca ot yiyen ve keçi derisi giyen îlya'yı hatırlayın. Ah, kaç gün ağzına yiyecek, içecek bir şey almadı! Ah, ne kadar da dayandı, sabretti! Ah, ne yağmurlar ıslattı onu ve yedi yıl necis îzabel'in acımasız zulümlerine tahammül etti!
«Arpa ekmeği yiyen ve kaba giysileri giyen Elisa'-yı hatırlayın. İşte size söylüyorum ki, bedeni terketmekten korkmayan bu zatlardan krallar ve prensler şiddetle korkuyorlardı. Bedenin terkedilmesi için bu kadarı yetmelidir size ey insanlar. Taş türbelere bakarsanız, bedenin ne olduğunu bilirsiniz.»

24.   Bir İnsanın ziyafet ve çok yemekten nasıl kaçması gerektiğine dair ilgi çekici örnek.
Bunu söyledikten sonra İsa ağladı ve dedi: «Bedenlerinin hizmetçisi olanlara yazıklar olsun, çünkü onlar, öbür hayatta günahlarının azabından başka kesinlikle hiç bir iyilik görmezler. Size anlatıyorum ki, yiyip içmekten başka hiç bir şey düşünmeyen zengin bir obur vardı ve her gün görkemli, ziyafetler verirdi. Lazarus adında yoksul bir adam dururdu kapısında; yaralarla kaplıydı (bedeni) ve oburun sofrasından düşen ekmek kırıntılarını seve seve almaya (razıydı). Fakat, bunları (bile) vermiyordu kimse ona; tersine herkes alay ediyordu kendisiyle. Ona yalnızca köpekler acıyordu da, yaralarını yalıyorlardı. Gün geldi, yoksul adam öldü ve melekler onu babamız İbrahim'in kucağına taşıdılar. Zengin adam da öldü, onu da cinler şeytanın kucağına taşıdılar. Evet şimdi azabın en büyüğüne maruz kalan (bu adam) gözlerini kaldırınca uzaktan Lazarus'u İbrahim'in kucağında gördü. Gördü de bağırdı: «Ey baba İbrahim, bana merhamet et de Lazarus'u gönder. O bana bu alev içinde azap gören dilimi serinletmek için bir damla su getirebilir belki.»
»İbrahim cevap verdi: «Oğul, hatırla ki sen öbür hayatın tadını aldın, Lazarus ise kötülüklerini tattı; bu bakımdan şimdi sen azapta olacaksın, Lazarus nimetler içinde.
«Zengin, adam yeniden bağırdı: «Ey baba İbrahim, evimde üç kardeşim var. Lazarus'u gönder de onlara benim ne kadar işkence çektiğimi anlatsın, belki tevbe ederler de buraya gelmezler.»
İbrahim cevap verdi: «Onların Musa'sı ve peygamberleri var, onlan dinlesinler.»
Zengin adam cevap verdi: «Hayır baba İbrahim; ama bir ölü kalkar varırsa inanırlar.»
İbrahim cevap verdi: «Musa'ya ve peygamberlere inanmayan, kalkıp gitseler bile, ölülere de inanmazlar.»
«Görün işte,» dedi İsa, «sabreden ve gerekli tek arzusu bedenden nefret etmek olan yoksulların kutsanıp kutsanmadığını! Başkalarını, bedenleri solucanlara yem olsun diye mezara götürenler ve gerçeği öğrenmeyenler ne kötüdür! Gerçekten öylesine uzaktalar ki, büyük büyük evler yapıp, büyük akarlar satın alırlar ve böbürlene böbürlene ömür sürerek, ölmeyecekler gibi yaşarlar burada.»

25. Kişi bedeni nasıl hakir görmeli ve dünyada nasıl yaşamalı.

Sonra, (bunları) yazan dedi: «Ey muallim, sözlerin doğru; bunun için biz peşinden gelmek uğruna her şeyden geçtik. Ama, bedenimizden nasıl nefret etmemiz gerektiğini bize söyle; çünkü, kişinin kendini öldürmesi meşru değil, yaşamak için de, bedene yiyeceğini vermemiz gerekiyor.»
İsa cevap verdi: «Bedenini bir at gibi tut; o zaman güven içinde yaşarsın. Şöyle ki, bir ata yemek ölçüyle verilir ve ölçüsüz çalıştırılır, istediğiniz gibi yürümesi için gemlenir, herhangi birini incitmesin diye bağlanır, kötü bir yerde tutulur ve itaat etmediği zaman dövülür;, ve sen de Barnabas, işte böyle ol ve o zaman daima Allah'la yaşarsın.
«Ve, benim sözlerime alınmayın, Davud peygamber de, itirafta bulunurken aynı şeyi yapmış ve (şöyle) demişti: «Ben sizin önünüzde bir atım ve daima sizinle beraberim.»
«Şimdi söyleyin bana, az ile yetinen mi daha yoksuldur, yoksa, çok şeyi arzulayan mı? Bakın, size diyorum ki, dünyanın sağlam bir aklından başka hiç bir şeyi olmasa, kimse kendisi için bir şey biriktirmez, her şey ortak olurdu. Fakat, bu durumda onun deliliği biliniyor, ne kadar çok biriktirirse, o kadar çok arzu duyuyor. Ve, biriktirdikçe biriktiriyor, çünkü, başkalarının bedeni rahatı aynı şekilde biriktirmeyi gerekli kılıyor. Bu bakımdan, bırakın, tek bir ip size yetsin, kesenizi fırlatıp atın, hiç bir cüzdan taşımayın, ayağınızda sandal olmasın; ve, «bize ne olacak» diye düşünmeyin, aksine, Allah'ın iradesini yerine getirme düşüncesi içinde olun; O, hiç bir eksiğiniz olmayacak şekilde ihtiyaçlarınızı karşılayacaktır.
«Bakın, size söylüyorum, bu hayatta biriktirdikçe biriktirmek, öbüründe hiç bir şey bulamamanın kesin kanıtıdır. Kudüs'ü vatan edinen, Samiriye'de evler yapmaz, çünkü, bu şehirler arasında düşmanlık vardır. Anlıyorsunuz değil mi?»
«Evet» diye cevap verdi havariler.

26. Kişi Allah'ı nasıl sevmeli. Ve bu bölümde, İbrahim'in babasıyla harika mücadelesi yer alıyor.

Sonra İsa dedi: «Seyahat etmekte olan bir adam vardı ve giderken, beş paraya satılacak olan bir tarlada bir hazine buldu. Bunun üzerine hemen bu tarlayı satın almak için pelerinini sattı. İnanır mısınız buna?
«Havariler cevap verdiler: «Buna inanmayacak olan delidir.»
Bunun üzerine İsa dedi: «İçinde sevgi hazinesinin yattığı ruhunuzu satın almak için, duyularınızı Allah'a vermezseniz deli olursunuz; çünkü sevgi, hiç bir şeyle mukayese edilemez bir hazinedir. Allah'ı seven içindir Allah; ve kimin Allah'ı varsa her şeyi vardır.»
Petrus cevap verdi: *Ey Rab(Ey Saygıdeğer Efendim anlamında), kişi, gerçek bir sevgiyle Allah'ı nasıl sevmelidir? Siz bize söyleyin,»
Isa cevap verdi: «Bakın, size söylüyorum ki, kim, Allah sevgisi uğruna babasından ve annesinden ve kendi hayatından ve çocuklarından ve karısından nefret etmezse, böyle bir kişi, Allah tarafından sevilmeye değer bulunmaz.»
Petrus cevap verdi: «Ey Rab, Musa'nın kitabındaki Allah'ın kanununda (şöyle) yazılıdır: «Babana çok saygı göster ki, yeryüzünde fazla yaşayabilesin.» Ve şöyle devam eder: «Babasına ve annesine itaat etmeyen oğula lanet olsun.» Bu bakımdan Allah, böyle itaatsiz bir oğulun, halkın gazabıyla şehir kapısı önünde taşlanmasını emretmiştir. Böyleyken, şimdi siz bize nasıl baba ve anneden nefret etmeği emrediyorsunuz?» Isa cevap verdi:. «Benim her sözüm doğrudur, çünkü benim değil, beni îsrail kavmine gönderen Allah'ın sözüdür. Bu bakımdan size diyorum ki, sahip olduğunuz ne varsa, hepsini size bahşeden Allah'tır; o halde, -hediye mi daha kıymetlidir, yoksa hediyeyi veren mi? Başka şeylerle birlikte, baban ve annen Allah'a hizmette önünde engel oluyorlarsa, bırak o düşmanları. Allah,   ibrahim'e   «Babanın ve yakınlarının   evinden uzaklaş, sana ve soyuna verdiğim ülkeye gel ve yerleş» demedi mi? Allah bunu neden dedi; yalnızca, İbrahim'in babası sahte tanrılar   yapıp tapınan bir put yapıcı olduğu için değil mi? Bu nedenle, aralarında, babanın oğlunu yakmayı isteyecek kadar   düşmanlık vardı.»
Petrus cevap verdi: «Dediklerin doğrudur; şimdi sizden, ibrahim'in babasıyla nasıl alay ettiğini bize anlatmanıza rica ediyorum.»
Isa cevap verdi: «ibrahim, Allah'ı aramaya başladığında yedi yaşındaydı. Bir gün babasına, «baba, insanı kim meydana getirdi?» diye sordu.
Aptal baba cevap verdi: «insan; ben seni meydana getirdim, beni de babam meydana getirdi.»
İbrahim cevap verdi: «Öyle değil, baba; çünkü, ben yaşlı bir adamın ağlanarak, «Ey Allah'ım, neden bana çocuk vermedin?» dediğini duydum.»
Babası cevapladı: «Doğrudur oğlum, Allah, insana insan meydana getirmesi için yardım eder, fakat, başka türlü müdahalesi olmaz; insanın sadece Allah'a dua etmesi ve O'na kuzu ve koyun vermesi gerekir, o zaman Allah da kendisine yardım eder.»
İbrahim cevap verdi: «Kaç tane Allah vardır, baba?»
Yaşlı adam cevapladı: «Sonsuz sayıda, oğlum.»
Sonra İbrahim dedi: «Ey baba, eğer ben bir tanrının dediklerini yapar ve diğeri de, kendisinin dediklerini yapmadığım için benim kötülüğümü isterse, o zaman ben ne yapacağım? Her ne durumda olursa olsun, aralarında anlaşmazlık çıkacak ve tanrılar birbirleriyle savaşacaklardır. Ya, benim kötülüğümü isteyen tanrı, benim kendi tanrımı öldürüverirse, ben o zaman ne yapacağım? Belli ki, beni de öldürecektir o.»
Yaşlı adam gülerek cevap verdi: «Ey oğul, korkma, çünkü hiç bir tanrı, bir diğer tanrı üzerine savaş açmaz; mabette büyük tanrı Baal'ın yanı sıra bin tanrı daha var; ve yetmiş şu yaşıma geldim, bir tanrının diğerine vurduğunu görmüş değilim. Hem, herkes aynı tanrıya ibadet etmez ki, biri birine, diğeri diğerine ibadet eder.»
İbrahim cevap verdi: «O zaman, aralarında barış var herhalde?»
Babası dedi: «Evet var.»
Ardından İbrahim dedi: «Ey baba, tanrılar neye benzerler?»
Yaşlı adam cevap verdi: «Budala, her gün bir tanrı yapıyor ve ekmek almak için başkalarına satıyorum; sen ise, halâ tanrıların neye benzediğini bilmiyorsun!» O sırada bir put yapmaktaydı. "Bu" dedi, «palmiye odunundan, şu zeytin ağacından, şu küçük olan ise fildişinden; bak, ne kadar da güzel! Canlıymış gibi görünmüyor mu? Mutlaka (görünüyor), sadece nefesi eksik!»
İbrahim cevap verdi: «Yani, tanrıların nefesi yok mu, baba? Öyle de, nasıl nefes veriyorlar? Ve kendileri cansızken, nasıl can veriyorlar? Belli baba, bunlar tanrı değil.»
Yaşlı adam bu sözlere kızarak, (şöyle) dedi: «Eğer anlayacak yaşta olsaydın, kafanı bu baltayla kırardım. Ama, rahat ol, çünkü anlayacağın yok!»
İbrahim cevap verdi: «Baba, eğer tanrılar insanlara yardım ediyorsa, o zaman, nasıl olur da insan tanrı yapabilir? Ve, eğer tanrılar odundansa, o zaman, odun yakmak büyük bir günahtır. Fakat, söyle bana baba, sen nasıl bu kadar çok tanrı yapmış bulunuyorsun da, dünyanın en güçlü insanı olasın diye, pek çok çocuk meydana getirmen için neden tanrılar sana yardım etmedi?»
Oğlunun konuştuklarını dinlerken, babanın sabrı taşma noktasına gelmişti. Oğul (yine) devam etti: «Baba, dünyada hiç insanın bulunmadığı zaman oldu mu?»
«Evet» diye cevap verdi yaşlı adam, «Neden soruyorsun?»
«Çünkü» dedi İbrahim, «îlk tanrıyı kimin yaptığını öğrenmek istiyorum da.»
«Şimdi evimden defol!» dedi yaşlı adam, «Beni bırak da, şu tanrıyı çabucak yapayım; ve bana bir şey söyleme; çünkü, acıkınca ekmek istiyorsun, lâf değil.»
Îbrahim dedi: «Güzel bir tanrı gerçekten, onu istediğin gibi kesiyorsun da, kendisini korumuyor!»
Sonunda yaşlı adam kızarak dedi: «Bütün dünya onun bir tanrı olduğunu söylüyor, sen, deli herif ise, değil diyorsun. Tanrılarıma yemin ederim ki, bir adam olmuş olsaydın, seni öldürebilirdim!» Böyle deyip, yumruk ve tekmelerle İbrahim'e girişti ve onu evden kovaladı.»

27. Bu bölümde, insandaki gülmenin ne kadar uygunsuz olduğu açıkça görülür: Ve, İbrahim'in fetaneti:

Havariler yaşlı adamın deliliğine güldüler ve İbrahim'in fetanetine şaşıp kaldılar. Fakat, İsa onları susturarak, dedi: «Şu andaki gülme, gelecekteki ağlamanın bir habercisidir» diyen ve «Gülmenin olduğu yere gitmeyecek, fakat ağlanılan yerde oturacaksınız, çünkü, bu hayat acı ve ızdırap içinde geçer» şeklinde devam eden peygamberi unuttunuz.» Sonra, (şöyle) dedi İsa: «Musa'nın zamanında, Allah'ın Mısır'da pek çok kişiyi, başkalarına gülüp eğlendiklerinden dolayı, çirkin hayvanlar haline getirdiğini bilmiyor musunuz? Ne olursa olsun, sakın kimseye gülmeyin, çünkü, hiç kuşkusuz karşılığında ağlarsınız.»
Havariler cevap verdi:
«Yaşlı adamın deliliğine gülmüştük.» Bunun üzerine Isa dedi: «Bakın, size diyorum ki, herkes kendi gibi olanı sever ve ondan zevk alır. Bu nedenle, eğer deli değilseniz, deliliğe gülmezsiniz.»
Cevap verdiler: «Allah bize merhamet etsin.»
İsa dedi: «Amin.»
Ardından Filipus dedi: «Ey Rab, nasıl oldu da, İbrahim'in babası oğlunu yakmak istedi?»
Isa cevap verdi: «Bir gün, İbrahim oniki yaşındayken, babası kendisine dedi; «Yarın bütün tanrıların bayramıdır; bu nedenle, büyük mabede gidecek ve tanrım büyük Baal'e bir hediye götüreceğiz. Ve, sen de kendin için bir tanrı seçeceksin, çünkü, bir tanrı edinecek yaştasın artık.»
İbrahim kurnazca cevap verdi: «Hay hay, ey benim babam.» Ve, sabahleyin erkenden, herkesten önce mabede gittiler. Fakat, İbrahim eteğinin altında gizlice bir balta taşıyordu. Gelip, mabede girdiler; kalabalık arttığından, İbrahim mabedin karanlık bir bölümünde bir putun arkasına gizlendi. Babası, mabedden çıktığında, İbrahim'in kendinden önce eve gittiğine inanıyordu. Bu nedenle onu aramak için geride kalmadı.

28. «Herkes mabedden ayrılınca, din adamları mabedi kapatıp gittiler. Sonra, İbrahim baltayı alarak, büyük put Baal'ın dışında bütün putların ayaklarını kesti. Eski ve parçalı olduklarından, düşüp parçalanan heykellerin meydana getirdiği harabeliğin ortasında kalan Baal'ın ayaklarına baltayı koydu. Bundan sonra mabedden çıkan İbrahim'i bir takım kimseler gördüler ve mabedden bir şeyler çalmaya gitmiş olabileceği kuşkusuna kapıldılar. Önüne engel koyup, mabede vardılar ve tanrılarının parça parça edilmiş olduğunu görünce, yas ederek bağırdılar! «Çabuk gelin ey ahali, tanrılarımızı öldüreni öldürelim!» Birden, din adamlarıyla birlikte oraya onbin kişi üşüştü ve İbrahim'e, tanrılarını niye kırıp parçaladığım sordular.
İbrahim cevap verdi: «Aptalsınız siz! Bir insan tanrı mı öldürürmüş? Onları öldüren büyük tanrıdır. Ayaklarının yanındaki baltayı görmüyor musunuz? Belli ki, hiç arkadaş istemiyor.»
«Sonra, İbrahim'in babası geldi, oğlunun tanrılarına karşı söylediği sözleri düşünüyordu ve İbrahim'in putları parçaladığı baltayı tanıyarak, bağırdı: «Tanrılarımızı öldürmüş olan bu hain benim oğlumdur, çünkü, bu balta benimdir!» Ve, oğluyla aralarında olup geçen her şeyi oradakilere anlattı.
Hemen, bir odun toplayıp yığdılar; İbrahim'in ellerini ve ayaklarını bağlayıp, odunların üzerine koydular ve altmdaki odunları ateşlediler.
«Ama, hayır; Allah, melekleri aracılığıyla ateşe, kulu İbrahim'i yakmamasını emretti. Ateş şiddetle parladı ve İbrahim'i ölüme mahkûm edenlerden ikibin kişiyi yaktı, İbrahim Allah'ın meleği tarafından, kendini taşıyanı görmeyen babasının evinin yakınına götürülüp, serbest olduğunu gördü; ve böylece ölümden kurtuldu.»

29. Sonra, Filupus dedi: -Allah'ın kendisini sevenler üzerine rahmeti büyüktür. Anlat bize Rab, İbrahim Allah'ın bilgisine nasıl vardı?»
İsa cevap verdi: «İbrahim, babasının evine yaklaşınca, eve girmekten korktu; evden biraz uzağa gidip, bir palmiye ağacının altına oturdu ve burada kendi kendine dedi: «Hayat sahibi ve insandan daha güçlü bir tanrı var olmalı, çünkü, insanı o meydana getiriyor ve insan, tanrı olmadan insan meydana getiremez.» Sonra, çevresine yıldızlara, aya ve güneşe baktı ve onların tanrı olduklarını düşündü. Fakat, onların hareketlerinde değişken olduklarını görünce, (şöyle) dedi: «Bu tanrı hareket etmemeli ve bulutlar onu gizlememeli; yoksa, insanlar hiç olacak.» Bu şekilde kararsız dururken, «İbrahim!» diye çağırıldığını işitti, çevresine bakındı ve dört bir yanda kimseyi göremeyip, (şöyle) dedi: *Adım İbrahim'le çağırıldığıma eminim, (ama)!.» Ardından, aynı şekilde iki defa daha «İbrahim» ismiyle çağırıldığını duydu.
Cevap verdi: «Beni kim çağırıyor?»
Sonra, şöyle dendiğini duydu: «Ben, Allah'ın meleği Cebrail'im.»
Bunun üzerine, İbrahim korkuya kapıldı; fakat melek onu rahatlatarak, dedi: «Korkma, İbrahim, çünkü, sen Allah'ın dostusun; bu nedenle, insanların tanrılarını parçaladığın zaman, meleklerin ve peygamberlerin Tanrı'sını seçmiştin; öyle ki, adın hayat kitabında yazılıdır.»
Ardından, Îbrahim dedi: *Ben meleklerin ve kutsal peygamberlerin Tanrı'sına hizmet etmek için ne yapmalıyım?»
Melek cevap verdi: «Şu çeşmeye git ve yıkan, çünkü Allah seninle konuşmayı irade ediyor.»
İbrahim cevap verdi: «Şimdi, nasıl yıkanmam gerekiyor?»
Bunun üzerine melek, güzel bir genç suretinde geldi, ona ve çeşmede yıkanıp, dedi: «Sen de, sırayla böyle yap, ey İbrahim.» İbrahim yıkanınca, melek dedi : «Şu dağa çık, çünkü, Allah seninle orada konuşmayı irade eder.»
«Melek böyle deyince, İbrahim dağa çıktı ve dizleri üstüne oturup, kendi kendine dedi: «Meleklerin Tanrısı benimle ne zaman konuşacak?»
Yumuşak bir sesle çağrıldığını duydu: «Îbrahim!» Îbrahim cevap verdi: «Beni kim çağırıyor?» Ses cevap verdi: «Ben senin Tanrınım ey İbrahim.» Îbrahim korkuya kapılarak, yüzünü toprağa sürdü ve dedi: «Toz ve kül olan senin kulun, seni nasıl duyabilir?»
Sonra, Allah dedi: «Korkma, kalk, ben seni kullarım için seçtim ve seni kutsamak, seni büyük bir ümmet haline getirmek istiyorum. Bu nedenle, babanın ve yakınlarının evinden ayrıl ve sana ve soyuna vereceğim ülkeye gelip, yerleş.»
İbrahim cevap verdi: .«Her istediğini yaparım, Rabb(ım); fakat, başka bir tanrının beni incitmemesi için beni koru.»
Sonra, Allah şöyle konuştu: «Ben tek olan Tanrı'yım ve benden başka tanrı yoktur. Yıkan da benim,
yapan da; ben öldürürüm ve ben hayat veririm; Cehennem'e atarım, oradan çıkarırım da ve kimse benim elimden kurtulamaz.» Ardından, Allah ona sünnet ahdini verdi; ve, işte böyle babamız İbrahim Allah'ı tanıdı.»
Isa bunları söyleyip, ellerini kaldırdı ve dedi: «Yücelik, şan ve şeref sanadır, ey Allah. Sana olsun!»

30. îsa, kavmimizin bir bayramı olan Gül Bayramı'na yakın Kudüs'e gitti. Yazıcılar Ferisî'ler bunu duyunca, onu konuşmasında yakalamak için müşavere ettiler. Bunun üzerine, ona bir fakih gelerek, dedi: «Muallim, sonsuz hayatı elde etmek için ne yapmalıyım?» İsa cevap verdi: «Kanunda ne şekilde yazılıdır?» Kışkırtıcı şöyle cevap verdi:  «Allah'ın Rabb'ı ve komşunu sev. Allah'ı her şeyin üstünde, bütün kalbinle ve düşüncenle, komşunu da kendin gibi seveceksin.» îsa cevap verdi:  «Güzel cevapladın. Bu nedenle git ve böyle yap, derim, ve (o zaman)  sonsuz hayatı elde edersin.»
Adam dedi: «Benim komşum kimdir?» îsa, gözlerini kaldırarak, cevap verdi: «Bir adam Kudüs'ten çıkmış,   lanetle yeniden yapılan   bir şehre, Eriha'ya gidiyordu. Bu adam yolda eşkıya tarafından yakalandı, yaralandı ve soyuldu, bundan sonra, şakiler onu yarı ölü bir durumda bırakarak çekip gittiler. Yolu bu yere düşen bir kâhin yaralı adamı görüp, selâm vermeden geçip gitti. Aynı şekilde, hiç bir şey demeden bir Levili de geçip gitti. Aynı yere bir Samiriyelinin yolu düştü; yaralı adamı görünce merhamete geldi ve atından inip, yaralı adamı yanına aldı ve yaralarını şarapla yıkadı, üzerlerine merhem sürdü, yaralarını sarıp, rahatlattı ve kendi atına bindirdi. Sonra, akşamleyin hana vardıklarında, onu han sahibine emanet etti. Ertesi gün, uyandığında (han sahibine) şöyle dedi: «Bu adama bak, ne tutarsa sana ödeyeceğim.» Ve hasta adama han sahibi için dört altın vererek, (şöyle) dedi: «Geçmiş olsun, üzülme; ben hemen dönüp, seni kendi evime götüreceğim.»
«(Şimdi) söyle bana» dedi îsa, «bunlardan hangisi komşuydu?»
Fakih cevap verdi: «Merhamet gösteren.»
Ardından, Isa dedi: «Doğru cevap verdin; işte, sen de git ve böyle yap.»                           .
Fakih şaşırmış bir halde çekip gitti.

31. "Kayser'in Olanı Kayser'e, Allah'ın Olanı Allah'a Verin!"
Sonra, Isa'ya Ferisîler yaklaşarak dediler: «Muallim, Kayser'e vergi vermek caiz midir?» îsa, Yahuda'ya dönerek, dedi: «Para yar mı yanında?» Ve, eline bir kuruş alarak, Ferisîler'e döndü ve dedi; «Bu parada bir resim var; söyleyin bana, kimin resmidir o?»
Cevap verdiler: «Kayser'in.»
«Öyleyse verin» dedi İsa, Kayser'in olanı Kayser'e, Allah'ın olanı Allah'a verin.»
Şaşkınlık içinde çekip gittiler.
Ve bak ki, bir yüzbaşı yaklaşıp, dedi: «Rab, oğlum hastadır; yaşlılığıma acı!»
îsa cevap verdi: «İsrail'in Allah'ı Rabb sana acır!»
Adam gidiyordu; Isa (ardından) seslendi: «Beni bekle, evine gelip, oğlun için dua edeceğim.»
Yüzbaşı cevap verdi: «Rab, sen, Allah'ın bir peygamberi evime gelecek kadar değerli biri değilim ben, oğlumun iyileşmesi için söylediğin söz yeter bana; çünkü, senin Tanrın, meleğinin uykumda bana söylediği gibi, seni her hastalığın hekimi yapmıştır.»
Isa hayrete düştü ve kalabalığa dönerek, dedi: *Şu yabancıya bakın, onun imanı, İsrail kavminde gördüğüm imanların hepsinden daha fazla.» Ve, yüzbaşıya dönerek, dedi: «Selâmetle git, çünkü Allah, sana verdiği büyük imandan dolayı oğluna sıhhat bahsetmiştir.»
Yüzbaşı yoluna gitti ve yolda, oğlunun nasıl iyileştiğini bildiren hizmetçileriyle karşılaştı.
Adam karşılık verdi: «Hangi saatte ateş kendisini terk etti?»
Dediler: «Dün, altıncı saatte ateş kendisinden ayrıldı.»
Adam, İsa'nın, «israil'in Alah'ı Rabb sana acır» dediği zaman oğlunun sıhhatine kavuştuğunu anladı. Bunun üzerine, adam bizim Allah'ımıza inandı ve evine girip, «Yalnızca İsrail'in Allah'ı, gerçek ve yaşayan Allah vardır» diyerek, bütün kendi tanrılarını parça parça etti. Bundan sonra da, dedi: «İsrail'in Allah'ına ibadet etmeyen kimse benim ekmeğimden yemeyecek.»

32. Kanunda uzmanlaşmış biri, İsa'yı, denemek için akşam yemeğine çağırdı. İsa havarileriyle birlikte geldi; onu denemek için pek çok yazıcı da evde bekliyordu. Havariler, ellerini yıkamadan sofraya oturdular. Yazıcılar, bunun üzerine Isa'ya seslendiler: «Neden havarilerin ekmek yemeden önce ellerini yıkamamakla, büyüklerinin geleneklerine dikkat etmiyorlar?»
«Siz yazıcılar ve Ferisîler, başkalarının omuzlarına taşınamaz yükleri yükler, fakat kendiniz, bu esnada tek parmağınızla olsun, onları kımıldatmak istemezsiniz. «Size söylüyorum, size, her şer dünyaya, sözde büyükler sebep gösterilerek girmiştir. Söyleyin bana, büyüklerin kullanmasıyla değil de, kim sokmuştur puta tapıcılığı dünyaya? Bir kral vardı, Baal adındaki babasını aşırı derecede seven. Ve, babası ölünce, oğlu, kendini teselli etmek için, babasına benzeyen bir heykel yaptırıp, şehrin pazar yerine diktirtti. Ve, bu heykele onbeş gez(bir uzunluk birimi)yaklaşanın güven içinde olacağı ve her ne olursa olsun, onun incitilmeyeceğine dair bir emir çıkardı. Bundan böyle bütün kötüler ve suçlular, oradan gördükleri yarar nedeniyle, heykele güller ve çiçekler sunmaya başladılar ve kısa bir zaman sonra, sunulan bu şeyler paraya ve yiyeceğe dönüştü. O kadar ki, onurlandırmak için ona tanrı dediler. Adetten kanuna dönüşen şu şeye bakın, o kadar ki, Baal putu dünyanın her tarafına yayıldı; ve Allah buna ne kadar üzüldüğünü peygamber îşaya'ya bildirdi: «Gerçekten benim kullarım bana boşuna tapınıyor, çünkü onlar, kulum Musa aracılığıyla kendilerine verilen benim kanunumu hükümsüz kılıp, büyüklerinin geleneklerine uymaktadırlar.»
«Size diyorum, temiz olmayan ellerle ekmek yemek, bir insanı kirletmez, çünkü, insanın içine giren insanı kirletmez, insanı insandan çıkan şeyler kirletir..
Bunun üzerine, yazıcılardan biri dedi: «Eğer ben domuz eti veya bir başka temiz olmayan et yersem, benim vicdanımı kirletmezler mi?»
îsa cevap verdi: «İtaatsizlik insanın içine girmez, insandan, kalbinden dışarı çıkar; ve bu nedenle, yasaklanmış yemeği yerse, kirlenmiş olur.»
Ardından, fakihîerden biri dedi: «Muallim sanki îsrail kavminin putları varmış gibi, verdin putatapıcılık aleyhinde konuştun, ve bize haksızlık etmiş oldun.»
İsa cevap verdi: «Bugün îsrail halkında odundan heykeller olmadığını ben de pek ala biliyorum; fakat, etten heykeller var.»
Bütün yazıcılar buna kızarak cevap verdi : «O halde, biz de puta tapıcılardan(mı) oluyoruz?»
İsa cevapladı: «Size diyorum ki, hükümde, «tapınacaksınız» demiyor, «Allah'ınız Rabb(ı) bütün ruhunuzla, bütün kalbinizle ve bütün düşüncenizle seveceksiniz» diyor. Doğru değil mi bu?»
«Doğru» dediler hepsi birden.

33. Sonra, îsa dedi: «Şüpheniz olmasın ki, kişinin seveceği ve uğruna her şeyden geçeceği tek şey Allah' -dır. Ve, bundandır ki, zanînin hayalinde zina, pis boğaz ve sarhoşun hayalinde kendi bedenî ve dünyaperestin hayalinde altın ve gümüş ve bunun gibi, her bir diğer günahkârın hayalinde kendi günah düşüncesi yatar.»
Ardından, kendini davet etmiş olan dedi: «Muallim, en büyük günah nedir?»
İsa cevap verdi: «Bir evi, en kötü şekilde harabe haline getiren nedir?»
Herkes sustu ve İsa parmağıyla temele işaret ederek, dedi: «Eğer yıkıma temel yol açarsa, bu durumda evi yeniden yapmak gerekir; fakat, her bir bölüm yıkıma yol açarsa, o zaman onarmak imkansızlaşır. İşte, size diyorum ki, putatapıcılık en büyük günahtır. Çünkü, kişiyi tümüyle inançtan ve sonunda Allah'tan yoksun hale getirir; böylece, kişide hiç bir manevî duygu görülemez olur. Bunun dışında her günah, merhamet olunma ümidi bırakabilir insanda; ve, bundan.dolayı diyorum ki, putatapıcılık en büyük günahtır.»
Herkes, İsa'nın sözlerine şaşakaldı, çünkü, hiç bir şekilde karşı çıkamıyacaklarını anlamışlardı.
Sonra İsa devam etti: «Allah'ın sözlerini ve Musa ile Yuşa'nm kanunda neler yazdıklarını hatırlayın, o zaman, bu günahın ne kadar ağır olduğunu göreceksiniz. Allah, İsrail kavmine (şöyle) demişti: «Gökte olanlardan ve göğün altında olan şeylerden kendinize putlar yapmayacaksınız, yerin üstünde olan şeylerden ve yerin altındakilerden de yapmayacaksınız; suyun üstünde olanlardan ve suyun altındaki şeylerden de yapmayacaksınız. Çünkü, sizin Tanrınız benim, güçlü ve gayyûrum, bu günahın öcünü babalardan ve dördüncü batma varıncaya kadar çocuklarından bile alırım.» Kavminiz buzağıyı yaptığı ve ona tapındığı zaman, Yuşa ve Levi kabilesinin kılıcı çekip, Allah'tan merhamet dilenmeyenlerden yüzyirmidörtbin kişiyi nasıl öldürdüğünü hatırlayın. Ah, puta tapıcılar üzerine Allah'ın korkunç, ne korkunç cezası!»

34. Kapıda, sağ eli, kullanılamayacak biçimde büzülmüş biri dikildi. Bunun üzerine, İsa kalbini Allah'a vererek dua etti ve ardından dedi: «Sözlerimin doğru olduğunu öğrenmen için diyorum ki: Allah'ın adıyla, ey adam, sakat olan elini aç ve uzat!» Adam, elini, sanki hiç sakatlık görmemiş gibi tümüyle açtı.
Sonra, Allah korkusuyla yemeye başladılar. Ve, bir miktar yedikten sonra, İsa yine dedi: «Bakın, size söylüyorum; bir şehri yakmak, orada kötü bir adet bırakmaktan daha iyidir. Çünkü, böyle bir şey olursa, Allah, kötülükleri yok edici, kılıcı ellerine teslim ettiği yeryüzünün hükümdarlarına ve krallarına gazap eder.»
Ardından îsa dedi: «Bir yere çağırıldığınızda, en yüksek yerde oturmamak aklınızda olsun ki, ev sahibinin daha büyük bir dostu geldiğinde size, «Kalk ve aşağı otur!» deyip utandırmasın. Bunun yerine, gidip, en altta, oturun ki, sizi davet eden gelip, «Kalk arkadaş, gel şuraya, yukarı otur!» desin. Böyle, büyük onur kazanırsın; çünkü, kendini yükselten kim olursa olsun, alçaltılır ve kendini alçaltan da, yükseltilir.
«Bakın, size söylüyorum, şeytan başka bir günahından dolayı değil, gururu yüzünden lanete uğradı. İşaya Peygamber de onu şu sözleriyle azarlar: «Meleklerin güzeli olup, şafak gibi parlarken, nasıl oldu da gökten atıldın, ey îblis? Seni yere gönderen, gururundan başkası değildir!»
«Bakın, size söylüyorum, eğer insan acınacak hallerini bilse, burada, yerde daima ağlar ve kendisini en düşük, her şeyin gerisinde görür. İlk insanı karısıyla birlikte, Allah'tan merhamet dilenerek, yüz yıl durup dinlenmeden ağlatan başka bir neden yoktu. Çünkü, gururları yüzünden nereye düştüklerini gerçekten biliyorlardı.»
Isa bunları deyip, Allah'a şükretti; ve o gün, gösterdiği mucizelerle birlikte, İsa'nın ne yüce sözler söylediği Kudüs'ün her tarafında öylesine yayıldı ki, halk kutsal adını tesbih ederek, Allah'a şükretti.
Fakat, O'nun büyüklerin gelenekleri aleyhinde konuştuğunu anlayan yazıcılar ve kâhinler daha büyük bir kinle yanıp tutuştular. Ve, Firavun gibi kalplerini sertleştirdiler; bu nedenle, O'nu öldürmek için fırsat aradılarsa da bulamadılar.


35. Isa Kudüs'ten ayrılıp, Erden'in ötesindeki çöle gitti; ve çevresinde oturan havarileri Isa'ya dedi: «Ey muallim, bize şeytan'ın nasıl gurura kapıldığını anlat, çünkü, biz onun itaatsizliği dolayısıyla düştüğünü ve insanı daima kötülüğe ittiğini anlamış bulunuyoruz.»
îsa cevap verdi: «Allah, bir yeryüzü kütlesi yaratıp, başka bir şey yapmadan onu yirmi beş bin yıl bekletince, meleklerin başı ve bir hoca olan şeytan sahip olduğu büyük anlayışla, bu yer yüzü kütlesinin Tanrısı'nın, peygamberlikle işaretlenmiş yüz kırk dört bin (insan) ve ruhunu öteki her şeyden altmış bin yıl önce yaratmış olduğu Allah'ın Elçisi (ni yeryüzüne) getireceğini biliyordu. Bu. nedenle kızıp, «Bakın, bir gün Allah bu yeryüzüne bizim saygı göstermemizi irade edecek. Bu bakımdan, bizim ruh olduğumuzu ve dolayısıyla böyle bir şeyin uygun olmayacağını düşünün» diyerek melekleri kışkırttı.
«Bu şekilde, pek çoğu Allah'ı bıraktı, Bunun üzerine, bütün meleklerin toplandığı bir gün Allah dedi: «Beni Rabb kabul eden her biriniz, hemen bu yeryüzüne saygı göstersin.»
«Allah'ı sevenler baş eğdiler, fakat şeytan, kendi düşüncesinde olanlarla birlikte dedi: «Ey Rabb; biz ruhuz, ve bu nedenle, bizim bu çamura saygı göstermemiz adilâne (hak) değildir.» şeytan böyle deyince, çirkin ve korkunç görünüşlü oldu, ve ardından gidenler de çirkinleşti; isyanlarından dolayı, Allah kendilerinden yaratırken verdiği güzelliği çekip aldı. Bunun üzerine, kutsal melekler başlarını kaldırınca, şeytan'ın ve takipçilerinin ne korkunç birer canavar olduklarını görüp, korkuyla yüzlerini yere attılar.
«Sonra şeytan dedi: «Ey Rabb, beni haksız olarak çirkinleştirdin, ama ben buna razıyım, çünkü, ben senin yapacağın her şeyi hükümsüz kılmak istiyorum.» Ve, diğer şeytanlar da dediler: «O'na Rabb deme ey İblis, çünkü Rabb sensin.»           
«Bundan sonra Allah, şeytan'ın peşinden gidenlere dedi: *Tevbe edin ve beni Rabb (iniz), Yaratıcınız olarak tanıyın.»
Cevap verdiler: «Biz Sana saygı gösterdiğimiz için tevbe ediyoruz, çünkü sen adil değilsin; ama şeytan adil ve suçsuzdu ve bizim Rabb (imizdir.)
Buna karşı Allah dedi: «Ayrılan benden ey lânetliler, artık sizin üzerinize hiç rahmetim, yok.»
«Ve, ayrılırken şeytan yeryüzü kütlesine tükürdü ve bu tükrüğü melek Cebrail bir kısım toprakla birlikte kaldırdı ve işte bundan insanın karnındaki göbeği meydana geldi.»

36. Havariler, meleklerin baş kaldırışına şaşıp kaldılar.
Sonra Isa dedi: «Bakın, size söylüyorum ki, ibadet etmeyen şeytan'dan daha kötüdür ve daha büyük eziyet çekecektir. Çünkü, şeytan'ın önünde kovulmadan önce hiç bir korkma örneği yoktu ve Allah onu tevbeye çağıracak hiç bir peygamber de göndermiş değildi; ve insan —şimdi, Allah böyle dediği için, benden sonra gelecek ve belki de benim yolunu hazırladığım Allah'ın Elçisi dışında bütün peygamberler gelmiş bulunuyor.— ve insan, diyorum ki, Allah'ın adaletinin sonsuz örneklerini görmüş olmasına rağmen, hiç Allah yokmuş gibi korkusuz, keyfince yaşar. Davud Peygamber'in şu sözü (ne güzel örnek) : «Aptal olan içinden 'Allah yoktur' der. Bu nedenle o sefil ve iğrençtir, hiç bir iyiliği yoktur.»
«Durmadan ibadet edin ey havarilerim ki, kazanasınız. Çünkü, arayan bulur, kendine açana (kapı) açılır ve isteyen alır. Ve ibadetinize çok konuşmaya bakmayın, çünkü Allah, Süleyman'a, «Ey kulum, bana kalbini ver» dediği gibi, kalplere bakar. Bakın, size söylüyorum, münafıklar, halk kendilerini görsün ve veli sansın diye şehrin her yanında ibadet üstüne ibadet ederler; fakat kalpleri kötülük doludur; bu nedenle de, içlerinde olan dillerinde değildir. İbadetinizi, Allah'ın kabul etmesini istiyorsanız (kalpten) yapmanız gerekir. Şimdi söyleyin bana: İlk önce, kime gideceğine ve ne yapacağına karar vermiş olandan başka kim gidip, Romalı valiyle veya Hirodes'le konuşur? Emin olun ki, hiç kimse ve eğer insan insanla konuşmak için böyle davranırsa, Allah'la konuşmak, kendisine verdiği her şey için şükredip, günahları için merhamet istediğinde ne yapmalıdır?
«Size söylüyorum ki, pek az kişi gerçekten ibadet eder ve bu nedenle şeytan diğerleri üzerinde güç sahibidir. Çünkü Allah, kendisini dudaklarıyla yüceltenleri istemez; mabette dudaklarıyla merhamet isterken, kalplerinden adalet diye haykıranları (istemez). İşaya peygambere dediği gibi: «Beni gücendiren şu insanları benden uzaklaştır, çünkü onlar dudaklarıyla beni yüceltir, ama kalpleri benden uzaktır.» Bakın, diyorum ki, düşünmeden kayıtsızca ibadet etmeye kalkan Allah'la alay eder.
Şimdi, kim sırtını dönerek Hirodes'le konuşmaya gider ve onun önünde, ölesiye nefret ettiği vali Pilatus'u övebilir? Kuşkusuz, hiç kimse. Hiç hazırlıksız ibadet etmeye kalkanın hali de bundan hiç aşağı değildir: Sırtını Allah'a döner ve yüzünü şeytan'a vererek, onu över de över. Çünkü, kalbinde kötülük aşkı yatar ve bundan tevbe de etmez.
«Eğer, sizi inciten biri, dudaklarıyla «bağışlayın» derken, elleriyle size bir yumruk atarsa, onu nasıl bağışlayabilirsiniz? İşte böyle de, dudaklarıyla «Rabb, bize merhamet et» derken,   kalplerinde kötülük aşkı taşıyanlara ve yeni yeni günahlar işlemeyi düşünenlere Allah merhamet mi edecek?»

37. Havariler, İsa'nın sözleri üzerine ağlayarak, ona yalvardılar: «Rab, bize dua etmeyi öğret.»
İsa cevap verdi: «Romalı vali sizi öldürmek niyetiyle yakalarsa, ne yaparsınız düşünün de, duaya kalktığınızda aynen böyle davranın. Ve, sözleriniz şöyle olsun: «Ey Allah'ımız Rabb, kutsal ismin yücelsin; melekûtun gelsin; iraden her zaman yerine gelsin; gökte yerine geldiği gibi, yerde de gelsin; bize her gün için ekmek (rızık) ver; bize karşı suç işleyenleri bağışladığımız gibi, sen de günahlarımızı bize bağışla ve bizi iğvalara kapılıp azap çektirme; bizi her şerden koru, çünkü yalnızca Sen, ebede kadar izzet, azamet ve kudret sahibi, bizim Allah'ımızsın.»

38. Sonra, Yuhanna cevap verdi: «Muallim, Allah'ın Musa aracılığıyla emrettiği şekilde biz de yıkanalım.»
İsa dedi: «Benim kanunu ve peygamberleri yok etmek için geldiğimi mi sanıyorsunuz? Bakın, size diyorum ki, Allah'ın varlığına inandığınız gibi inanın, ben bunları yıkmak için değil, gözetmek için geldim. Çünkü, her peygamber, Allah'ın kanununu ve Allah'ın diğer peygamberler aracılığıyla söylemiş olduğu her şeyi gözetmiştir. Ruhumun huzurunda durduğu Allah vardır ve diridir ki, en küçük bir hükmü yerine getirmeyen, kim olursa olsun, Allah'ı razı etmek şöyle dursun, O'nun melekûtunda en küçük bir şey olur. Çünkü, orada hiç bir payı yoktur. Hattâ, size söylüyorum ki, Allah'ın kanununun tek bir hecesi, en ağır günahı göze almadan çiğnenemez. Fakat ben, Allah'ın İşaya peygamber aracılığıyla bildirdiği şu sözlere uymanızın gerekli olduğunu aklınıza havale ediyorum : «Yıkan ve temiz ol, düşüncelerini benim gözlerimden uzaklaştır.»
«Bakın, size söylüyorum ki, kalbi kötülükleri seven insanı deniz(ler)in tüm suyu yıkamayacaktır. Ve, yine size söylüyorum ki, yıkanmayan(abdest) kimse ibadetiyle Allah'ı razı etmek şöyle dursun, ruhuna putatapıcılığa benzer günah yükleyecektir.»
-Bana gerçekten inanın; eğer insan Allah'a gerektiği gibi ibadet edecek olsa, istediği her şeyi elde eder. İbadetiyle Mısır'a gazap eden (kamçı vuran) Allah'ın kulu Musa'yı hatırlayın; Kızıl Deniz'i yardı da, Firavun ve ordusu orada boğuldu.- Güneşi durduran Yuşa'yı hatırlayın, sayısız Filistin askerini korkudan titretmişti; gökten ateş yağdıran îlya'yı, ölü bir adamı (mezarından) kaldıran Elişa'yı ve ibadet ve dua ile istedikleri her şeyi elde eden daha başka pek çok kutsal peygamberleri hatırlayın. Fakat, bunlar kendi kişisel amaçları için değil, yalnız Allah ve Allah'ın şanı için çalıştılar.»

39. Adem'in Yaratılışı Ve İlk Sorusu ve Duası
Sonra Yuhanna dedi: «Güzel konuştun ey muallim, fakat insan gururuyla nasıl günah işledi, tam bilemiyoruz.»
İsa cevapladı: «Allah şeytan'ı kovup, melek Cebrail de şeytan'ın tükürdüğü yeryüzü kütlesini temizleyince, Allah yaşayan her şeyi, hem uçan ve hem yürüyen ve hem de yüzen hayvanları yarattı ve dünyayı içinde bulunan her şeyle süsledi. Bir gün şeytan cennetin kapılarına yaklaşıp, otlayan atları gördü ve onlara, eğer yeryüzü kütlesi bir ruh olacak olursa, kendilerine eziyet verici bir iş düşeceğini bildirdi; bu nedenle de, bu yeryüzü parçasının hiçbir şeye yaramayacak şekilde çiğnemeleri faydalarına olacaktı. Atlar ayaklandılar ve hemen zambaklarla güller arasında uzanan o yeryüzü parçasını çiğnemeye giriştiler. Bunun üzerine Allah, Cebrail'in kütle üzerinden almış olduğu şeytan'ın tükrüğünün bulunduğu kirli yeryüzü parçasına ruh verdi; ve havlayan köpekler ortaya çıkınca korkuya kapılan atlar kaçtılar. Bundan sonra Allah, tüm kutsal melekler «Senin kutsal adını tesbih ederiz ey Rabb (muz) Allah» diye söyleşirken, insana ruhunu verdi.
«Ayağı üstüne kalkan Adem, havada güneş gibi parlayan bir yazı gördü: «Allah'tan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allah'ın Rasulû'dür.» Bunun üzerine Adem ağzını açarak, dedi: «Şükür sana ey Allahım Rabb, bana hayat nimeti verdin; fakat (senden) bana söylemeni diliyorum: Bu, «Muhammed Allah'ın elçisidir» sözlerinin mesajı ne anlama geliyor? Benden önce (yaratılmış) başka insanlar mı vardı?»
«Bundan sonra Allah dedi: «Tabii, ey kulum Adem. Sana diyorum ki: îlk yarattığım insan sensin. Ve senin görmüş olduğun, yıllar sonra dünyaya gelecek, benim rasulûm olacak ve her şeyi kendisi için yarattığım oğlundur. Geldiği zaman dünyaya ışık verecektir; ruhu, ben herhangi bir şey yaratmadan altmışbin yıl önce semavî bir nur içine konmuştur.»
Adem Allah'a şöyle yalvardı: «Rabb(im), bu yazıyı el parmaklarımın tırnakları üzerinde bana bahşet.» Sonra Allah, ilk insana baş parmakları üzerinde bu yazıyı verdi. Sağ elin baş parmak tırnağı üzerinde, «Allah'tan başka ilâh yoktur*, sol elin baş parmak tırnağı üzerinde de, «Muhammed Allah'ın Rasulû'dür.» Sonra, babaca bir sevgiyle ilk insan bu sözleri öptü ve gözlerini ovarak dedi: «Senin dünyaya geleceğin gün mübarek olsun.»
Allah insanı yalnız görünce dedi: «Onun yalnız kalması iyi değildir.» Bu nedenle onu uyuttu ve kalbinin yakınından bir kaburga kemiği alarak, yerini etle doldurdu. Bu kaburga kemiğinden Havva'yı yaratıp, onu Adem'e eş olarak verdi. Bu ikisini Cennetin efendileri olarak yerleştirdi. Ve kendilerine (şöyle) dedi: «Bakın, size yemek için her meyveyi veriyorum, yalnız elmalar ve mısır hariç»; ve bunlarla ilgili olarak dedi: «Ne olursa olsun, bu meyvelerden yememeye dikkat edin, yerseniz kirlenirsiniz ve öyle ki, sizi burada tutarak azap etmem; buradan sürer çıkarının ve büyük eziyetler çekersiniz.»

40. Bunları öğrenen şeytan, kızgınlığından deli oldu ve Cennet'in kapısına yaklaştı. Orada, deve gibi ayakları ve her yanında bir ustura gibi kesilmiş ayak tırnaklan olan korkunç bir yılan nöbet bekliyordu. Düşman ona dedi: ««Bi zahmet et, beni Cennet'e koyuver!»               
Yılan cevap verdi: «Allah bana seni çıkarmamı emretmişken, ben nasıl seni içeri almak zahmetine katlanırım?»
şeytan karşılık verdi: «Allah'ın seni ne kadar çok sevdiğini görüyorsun, ki seni insan denilen bir okka çamurun başında nöbet tutman için Cennet'in dışına koydu. Bu bakımdan, eğer beni Cennet'e alırsan, seni öyle korkunç yaparım ki, herkes senden kaçar ve arzu ettiğin yerde gider kalırsın.»
Sonra yılan dedi: «Seni içeri nasıl koyacağım ben?»
şeytan dedi: «Sen büyüksün; ağzını,aç, ben karnına gireceğim ve sen Cennet'e girince, şu sıralarda yer üzerinde yürümekte olan iki okka çamurun yanında beni bırakacaksın.»
Sonra, yılan böyle yaptı ve şeytan'ı kocası Adem uyumakta olduğundan Havva'nın yanında bıraktı. şeytan, güzel bir melek gibi kadının önünde durdu ve ona dedi: «Neden şu elmalardan ve mısırdan yemiyorsunuz?»
Havva cevap verdi: «Rabb(ımız) bize, bunlardan yersek kirleneceğimizi ve kendisinin de bizi Cennet'-ten çıkaracağını söyledi.»
şeytan karşılık verdi: «O, gerçeği söylemez. Allah'ın kötü ve kıskanç olduğunu, bu nedenle de hiç bir dengine katlanamayıp, herkesi köle tuttuğunu bilmelisiniz ve kendisine eşit olmayasınız diye size böyle demiştir. Fakat, sen ve yoldaşın benim tavsiyeme göre hareket ederseniz, diğerlerinden olduğu gibi şu meyvelerden de yiyecek ve başkalarına tabî olarak kalmayıp, Allah gibi iyi ve kötüyü bilecek ve istediğinizi yapacaksınız. Çünkü, Allah'a denk olacaksınız.» Sonra, Havva o (meyve) lerden alıp yedi ve kocası uyandığında, şeytan'ın tüm dediklerini ona anlattı ve o da karısının sunduğu (meyve) leri alıp yedi. Bunun üzerine, yenilenler aşağı doğru inerken Allah'ın sözlerini hatırladı; bu sebepten, yemeği durdurmak isteğiyle elini, her insanın işareti bulunan boğazına götürdü.»

41. Sonra, her ikisi de çıplak olduklarını anladılar; dolayısıyla utanıp, incir yaprakları alarak gizli yerleri için bir elbise yaptılar. Öğle vakti geçince, bak ki, Allah kendilerine göründü ve Adem'e seslenip dedi: *Adem, neredesin?»
O cevap verdi: «Rabb(ım), huzurundan kendimi gizliyorum, çünkü,, ben ve karım çıplağız. Bu nedenle de, senin huzurunda bulunmaktan utanıyoruz.»
Sonra Allah dedi: «Yediğiniz takdirde kirleneceğiniz ve cennette daha fazla kalamayacağınız meyveyi yemedikçe, sizi kim masumluğunuzdan soyup çıkarmıştır ki?»
Adem cevap verdi: «Ey Rabb(ım), bana vermiş olduğun eş (zevce) yemem için yalvardı, ben de ondan yedim.»
Sonra Allah kadına dedi: «Neden dolayı böyle (bir) yemeği kocana verdin?»
Havva cevap verdi: «şeytan beni aldattı ve ben de yedim.»
«Ama, bu mel'un nasıl girdi buraya?» dedi Allah.
Havva cevap verdi: «Kuzey kapıda duran bir yılan onu benim yanıma getirdi.»
Sonra Allah Adem'e dedi: «Madem ki sen karının sözünü dinledin ve meyveyi yedin, yeryüzü senin işlerinle lanetlensin, belâ bulsun; senin için iğnelikler ve dikenler bitirecektir o; ve yüzünün teriyle ekmek yiyeceksin. Ve toprak olduğunu hatırla ve yine toprağa döneceksin.» Ve Havva'ya da şöyle konuştu: «Ve şeytan'a kulak asıp, kocana yemeği veren sen, seni köle tutacak olan erkeğin egemenliği altında yaşayacak ve doğum  çekip, çocuklar dünyaya getireceksin.»
Ve yılanı da çağıran Allah, Allah'ın kılıcını tutan melek Mikâil'e seslenip dedi: «Önce Cennet'ten bu kötü yılanı çıkar ve dışarıda bacaklarını kes; ki yürümek isterse, yerde vücudunu sürüsün.» Ardından Allah, gülerek gelen şeytan'a seslendi ve ona dedi: «Madem sen mel'un, bunları aldattın ve kendilerini kirlettin, öyle ise ben de diliyorum ki, onların ve bana gerçekten tevbe edip kulluk yapacak çocuklarının tüm kirlilikleri bedenlerinden çıktıkta senin ağzından girsin ve böylece sen kirliliklerle doyasın.»
şeytan sonra korkunç bir şekilde kükredi ve dedi : «Madem sen benim daha da kötü olmamı dilersin, ben de o zaman, elimden geleni arkama koymayacağım.»
Sonra Allah dedi: «Defol mel'un, benim huzurumdan!» Sonra şeytan gitti; bunun üzerine Allah ağlamakta olan Adem'le Havva'ya dedi: «Siz de Cennet'­ten çıkın ve cezanızı çekin ve ümidiniz de yok olmasın, çünkü ben, soyun şeytan'ın egemenliğini insan cinsinin üzerinden kaldıracak şekilde oğlunu göndereceğim. Çünkü o gelecek olan, kendisine her şeyi vereceğim benim elçimdir.»
Allah gizlendi ve Melek Mikâil onları Cennet'ten çıkardı. Bunun üzerine Adem, çevresine bakınarak kapının üstünde yazılı olan «Allah'tan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allah'ın elçisidir» sözünü gördü. Bu nedenle, ağlayarak dedi: «Allah'ı razı edici olsun ki ey oğlum, çabucak gelesin ve bizi perişanlıktan kurtarasın.»

42. Sonra bu konuşmanın ardından havariler ağladılar ve Isa da ağlıyordu. O sırada onu bulmaya gelen pek çok kişi gördüler; kâhinler onu konuşurken yakalamak için aralarında müşavere yapmış ve bu nedenle de, Levililerle yazıcıların bazılarını ona, «sen kimsin?» diye sormaya göndermişlerdi.
Isa itirafta bulunup, gerçeği söyledi: «Ben mesih değilim.»
Dediler: «îlya mısın? Yeremya mısın, yoksa eski peygamberlerden biri misin?»
Isa cevap verdi: «Hayır.»
Sonra dediler: «Kimsin sen? Bizi yollayanlara doğru şahitlikte bulunabilmemiz için bize söyle.»
Sonra Isa dedi: «Ben bütün Yahudiye'de haykıran ve îşaya'da da yazılı olduğu gibi, «Rabb (in) Elçisi için yol açın» diye haykıran sesim.»
Dediler: «Eğer sen Mesih veya îlya veyahut da herhangi bir peygamber değilsen, neden yeni akide vaz'eder ve kendini Mesih'ten daha çok saydırırsın?»
İsa cevap verdi: «Allah'ın benim elimde meydana getirdiği mucizeler, benim Allah'ın dilediği şeyleri konuştuğumu gösteriyor, ben, hiç bir zaman, sözünü ettiğiniz kişiden kendimi daha çok saydırmıyorum da Çünkü ben, sizin «Mesih» dediğiniz, benden önce yaratılmış ve benden sonra gelecek ve inancı (dini) son bulmasın diye gerçeğin sözlerini getirecek olan Allah'ın Elçisi'nin ayakkabılarının iplerini veya çoraplarının bağlarını çözecek değerde değilim.» Levililer şaşkınlık içinde ayrılıp gittiler ve ileri gelen kâhinlere her şeyi anlattılar da, (bunlar) dediler: «Onun sırtında her şeyi kendine anlatan cini var»
Sonra îsa havarilere dedi: «Bakın, size diyorum, reisler ve halkımızın büyükleri bana karşı fırsat kolluyorlar.»
Sonra Petrus dedi: «Öyleyse, bir daha Kudüs'e gitmeyin.»
Bunun üzerine îsa ona dedi: «Sen budalasın ve ne söylediğini bilmiyorsun. Pek çok eziyetler çekmem gerek, çünkü, bütün peygamberler ve Allah'ın kutsal (kullar)'ı çekmişlerdir. Ama korkmayın, bizimle birlikte olanlar da vardır, bize karşı olanlar da.»
Ve İsa böyle deyip ayrılarak Tabur dağına gitti ve oraya yanında Petrus, Yakub ve kardeşi Yuhanna'yla bunu yazan da çıktı. Bunun üzerine üstünde büyük bir nur parladı, elbiseleri beyaz kar gibi oldu ve yüce güneş gibi ışıldadı ve bir de ne görelim! Oraya cinsimiz ve kutsal şehir üzerine gelmesi gereken tüm şeylerle ilgili olarak îsa ile konuşan Musa ve llya gelmesinler mi?
Petrus şöyle konuştu: «Rab, burada bulunmakla iyi ettik. Bu bakımdan, eğer dilerseniz, burada biri sizin için, biri Musa ve diğeri de îlya için üç çardak kuralım. Ve, o konuşurken, beyaz bir buîut üzerlerini örttü ve «Kendinden çok hoşnut olduğum kuluma bakın; onu dinleyin» diyen bir ses duydular.
Havariler korkuya kapılarak, ölü (gibi) yüz üstü yere düştüler. îsa geldi ve havarilerini kaldırıp dedi: «Korkmayın, çünkü Allah sizi seviyor ve benim sözlerime inanmanız için böyle yapmıştır.»

43. "Allah Herşeyden Önce Hz. Muhammedin Ruhunu Yarattı"

İsa, aşağıda kendisini bekleyen sekiz havarisinin yanlarına vardı ve dört tanesi bu sekiz taneye bütün gördüklerini anlattılar; o gün hepsinin kalbinden îsa ile ilgili tüm kuşkular silindi, yalnız hiç bir şeye inanmayan Yehuda îskariyot hariç. îsa, dağın eteğinde bir yere oturdu ve ekmekleri olmadığından, hepsi dağ meyveleri yediler.
Sonra Andreas dedi: «Bize Mesih hakkında çok şeyler söylediniz, bu nedenle, lütfen bize her şeyi açıkça anlatın.» Ve aynı şekilde diğer havariler de kendisine rica ettiler.
Bunun üzerine İsa dedi: «Çalışan herkes, tatmin olacağı bir gaye için çakşır. Bu bakımdan size söylüyorum ki, Allah, kendinde hiç bir noksanlık olmadığı için tatmin olma ihtiyacı duymaz. Zaten O'nun kendinde kemal vardır. Ve işte, çalışmak dileğiyle O, her şeyden önce, yaratıklar Allah'ta rıza ve doygunluk bulsunlar diye, kendisi için tüm (kâinatı) yaratmaya karar verdiği Elçisi'nin ruhunu yarattı; ki, kulları olarak tayin ettiği tüm yaratıklarından elçisi haz ve sevinç duysun. Ve bu nedenle işte her şey bilip gördüğünüz gibi oldu. Ama O neden böyle olmasını diledi?
«Bakın, size diyorum ki; her peygamber geldiği zaman, yalnızca bir kavme Allah'ın rahmetinin işaretini götürmüştür. Ve sözleri de gönderildikleri insanların ötesine uzanmamıştır. Fakat, Allah'ın Elçisi geleceği zaman, Allah O'na kudret ve rahmetinin sonuymuş gibi verecek, o kadar ki, akidesini alacak olan tüm dünya kavimlerine rahmet ve selâmet götürecektir. Dinsizler üzerine güçle gidecek ve putatapıcılığı ezecek, o kadar ki, şeytan'ı kahredecektir; çünkü, Allah İbrahim'e böyle va'd etmiştir: «Dikkat et, senin soyunla yeryüzünün tüm kabilelerini kutsayacağım. Ve sen, Ey İbrahim, nasıl putları parça parça etmişsen, senin soyun da böyle yapacaktır.»
Sonra şöyle soruldu: «Ey muallim, bu va'd kime verilmiştir, söyle bize; çünkü, Yahudiler «îshak'a» diyorlar, îsmaililer ise, «İsmail'e.»
îsa cevap verdi: «Davud kimin oğluydu ve hangi soydandı?»
Cevap verildi: «îshak'ın; çünkü, îshak Yakub'un babasıydı, Yakub da soyu Davud'a varan Yahuda'nın babasıydı.»
Sonra îsa dedi: «Öyleyse, Allah'ın elçisi geleceği zaman, hangi soydan olacaktır?»
Havariler cevap yerdiler: «Davud'un (soyundan).» Bunun üzerine Isa dedi: «Siz kendinizi aldatıyorsunuz; çünkü Davud, şöyle söyleyerek, ona ruhundan rab (efendi) der: Allah rabbına, «Ben düşmanlarına senin ayak taburen yapıncaya kadar sağ yanımda otur» dedi. Allah düşmanlarının ortasında rablık kazanacak olan asanı gönderecektir. «Eğer, sizin Mesih dediğiniz Allah 'in Elçisi Davud'un oğlu ise, Davud O'na nasıl «rab» der? Bana inanın, size söylüyorum ki, va'd İsmail'e yapılmıştır, İshak'a değil.»

44. "Allahın Elçisi Muhammed Yaratılan Hemen Her Şeye Mutluluk Getirecek Bir Nurdur"
Bunun üzerine havariler dediler: «Ey muallim, Musa'nın kitabında böyle, yani va'dın îshak'a yapılmış olduğu yazılıdır.»
îsa, ah ederek cevap verdi: «Öyledir, ama onu Musa yazmadı, Yuşa da yazmadı onu Allah'tan korkmayan hahamlarınız yazdı. Bakın, size söylüyorum ki; melek Cebrail'in sözlerine baktığınızda yazıcılarınızın ve fakihlerinizin mel'anetini anlayacaksınız. Çünkü, Cebrail demiştir ki: «İbrahim, tüm dünya Allah'ın seni ne kadar sevdiğini biliyor; fakat, senin Allah'a oîan sevgini dünya nasıl bilecek? Mutlaka Allah sevgisi için bir şey yapman gerekiyor.» ibrahim cevap verdi: «Bak, Allah'ın kulu Allah'ın dileyeceği her şeyi yapmaya hazırdır.»
«Sonra Allah İbrahim'e şöyle seslendi: «Oğlunu, ilk doğan (çocuğun) İsmail'i al ve dağa çıkıp onu kurban et.» Eğer, İshak doğduğu zaman İsmail yedi yaşında idiyse, o zaman İshak nasıl ilk doğan (çocuk) olmuş olur?»Ardından havariler dediler: «Bizim fakihlerimizin aldattığı ortada; bu bakımdan bize gerçeği anlat, çünkü, biz senin Allah tarafından gönderildiğini biliyoruz.»
îsa cevap verdi: «Bakın, size söylüyorum ki, şeytan Allah'ın kanunlarını hükümsüz kılmak için çalışır durur; ve bu nedenle, yoldaşları olan sahte imanlı münafıklar ve yaşantıları şehvet peşinde geçen günahkârlarla birlikte, bugün hemen hemen her şeyi kirletmiş bulunmaktadır ki, pek az gerçeğe rastlanılmaktadır. Yazıklar olsun münafıklara, çünkü bu dünyanın övgüleri, cehennemde onlar için azaba ve hakarete dönüşecektir.                                 
«Bu nedenle size diyorum ki, Allah'ın elçisi, Allah'ın yarattığı hemen her şeye mutluluk getirecek olan bir nurdur; çünkü o, anlayış ve müşavere ruhuyla, hikmet ve kudret ruhuyla, korku ve sevgi ruhuyla, akıl ve itidal ruhuyla donatılmıştır; rahmet ve merhamet ruhuyla, adalet ve takva ruhuyla, yumuşaklık ve sabır ruhuyla donatılmıştır ki, bunlan o Allah'­tan, bütün diğer yaratıklarına verdiğinden üç kat daha fazla almıştır. Ey, O'nun dünyaya geleceği kutlu zaman! İnanın bana, O'nun ruhunu görenlere Allah peygamberlik verdiğinden, her peygamber gibi ben de O'nu gördüm ve O'na saygı gösterdim. O'nu görünce, ruhum teselli ile doldu (ve) dedim: «Ey Muhammed, Allah seninle olsun ve beni ayakkabının bağlarını çözecek değerde kılsın. Buna ermekle ben de büyük bir peygamber ve Allah'ın kutsal bir (kul)'u olacağım.» Ve îsa böyle deyip, Allah'a şükretti.

Barnabas İncili'nin devamını aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz:
http://barnabas-incili.com/incil/barnabas/6/
#982
Turgut Özal'a ilk suikast girişimi uçakta yapıldı
Dönemin Başbakanı Turgut Özal'ın 18 Haziran 1988 günü uğradığı suikasta dair her gün yeni iddialar ortaya atılıyor, suikastın aydınlatılabilmesi için çözülmesi gereken ilk bilmece ANAP Olağan Kongresi'ne gelenlerin üstlerinin aranmadan salona girmiş olmaları. Bu aslında Özal'ın ölümüne kadar uzanan şüpheler zincirinin başladığı ilk nokta. Suikast girişiminden önce 1987 Haziran ayında Özal'ın içinde bulunduğu uçak arızalanıyor, 1991 yılında uçağında patlama oluyor. Ahmet Özal, bugüne kadar salonda ve uçakta yaşananlara dair hiç anlatmadıklarını anlattı. Babasının, ölümü yine çok tartışılan Hiram Abbas'ı MİT'in başına getirmeyi planladığını açıkladı.

UÇAK BAŞ AŞAĞI GİDİYORDU
*Babanız ve siz içindeyken 1987 yılında İstanbul'dan Ankara'ya gelirken bir uçak arızası yaşanıyor. Bunun ayrıntılarını anlatır mısınız?
Uçak kalkmadan önce ilk ben bindim, pilotlarla ben vardım uçakta, uçakta ışıklar gitti. "Sigorta" dediler. Daha sonra babam geldi, 13 kişiydik, uçak kalktı. Adalar'ın üstüne geldik, yine uçakta ışıklar gitti. Ben huzursuz oldum, ben de pilotum, "Baba, ben bu uçağı geri döndüreceğim Yeşilköy'e" dedim. Çerman Koparal Kaptan'ın yanına gittim, "Yeşilköy'e geri dönüyoruz" dedim. Kaptan, "Bir şey yok, rahat gideriz" dedi, ben "Uçakta Başbakan var, dön geriye" dedim. Ben ısrar edince döndük, havaalanına doğru gidiyoruz, sağ motor gitti, öbür motor inlemeye başladı. Uçak baş aşağı denize doğru gidiyor. Hostes korkudan bayıldı, sonra midesi delindi. Bütün elektrikler gitti uçakta, telsiz bile çalışmıyor, uçağın içinde yangın çıktı, suya doğru gidiyoruz. 13 kişi çığlık çığlığa. İlk defa babamı hayatımda yüksek sesle bağırırken duydum, "Herkes yerine otursun Allah'ın dediği olur" dedi. Herkes yerine oturdu.

İNFİLAK EDECEK UYARISI
*Havaalanına ulaşabildiniz mi?
Kule ile bile konuşamıyorduk, bir uçakla filan çarpışabilirdik, kimsenin bizim iniş yapacağımızdan haberi yok, öyle son anda havaalanına indik, inerken tekerler patladı. Kaptan uçak infilak edecek diye "Herkes dışarı fırlasın" dedi. Ama, kabin basıncı içeride ve dışarıda farklı olduğu için kapı açılmıyor. Arka kargo kapısını açtılar, korumalar atladı, babamı omuzlarda indirdiler.

*Uçakta nasıl bir arıza yaşanmış?
ABD'den geldiler, uçağı incelediler. Uçağın benzin deposunun içinde elektrik kablolarını tutan kelepçeler vardır, o kelepçeler kabloları kesmiş ve kısa devre yapmış, 40 milyon dolarlık uçakta böyle bir şey olması mümkün değil. ABD'lilerin hazırladığı raporda, o durumda, yani benzin tankının içinde kabloların kısa devre yapması halinde uçağın infilak etmesi oranının yüzde 95 olduğu yazıyordu. Yüzde 5'le kurtardık. En iyi uçaktı, yeni imalattan çıkmıştı. Bunun örneği de hiç yaşanmamış.

*Eşref Bitlis'in uçağı düşünce bu olayla bir bağlantı kurdunuz mu?
Hiç konuşmadık, bağlantı aklımıza bile gelmedi. Şimdi düşününce insan şüpheleniyor. Eşref Bitlis'in uçağı King Air 200, çift moturlu pratt-whitney motorlar vardır. Bu motorların bir tanesinin kendi kendisine bir arızadan dolayı durma ihtimali 13 milyon saatte birdir, yani 1400 sene. 2 motorun 50 saniye arayla durması mümkün değil.

*Buna benzer bir olay daha yaşanıyor. Yine babanızın bineceği GAP uçağında 1991 yılında patlama yaşanıyor.
Amerika'da aletler vardı, uçaklar bir kordon içinde dururdu, o kordonun içine kuş bile konsa alarm çalardı. Hâlâ bu uçakların böyle koruma altına alındığını zannetmiyorum. 1991 yılında GAP uçağında ise İstanbul'da havaalanında patlama oluyor, babam arabayla Ankara'ya dönüyor.

KONGREDEKİ ÜST ARAMASINI KİMLER NE GEREKÇE İLE KALDIRDI?
*Suikast girişiminin olduğu gün siz kongre salonuna girerken salona girenlerin üstleri aranıyor muydu?
Ben o gün salondaydım. Bugün 2010'dan o yıllara dönüp baktığınızda olayların esasında enteresan başladığını görüyoruz. Çok yoğun bir kalabalık vardı. Benim de dikkatimi çekti, kapıda ciddi bir üst araması vardı. Sonradan bu üst arama bir anda kalktı ve insanlar güruh halinde içeri girmeye başladılar.

*Üst araması neden durdurulmuş hiç sordunuz mu?
Durdurulması diye bir şey olmaması lazımdı. Ankara Emniyet Müdürü valiliğe bağlı, valiliğin kuralları belli ve kesindir. Aramanın durdurulması emrini ya onların amiri ya da Emniyet Genel Müdürü ya da İçişleri Bakanı verir. Ankara Emniyet Müdürü'nün kendi inisiyatifi ile böyle bir risk alabileceğini düşünmüyorum. Onun üstü İçişleri Bakanı'dır. İçişleri Bakanı'ndan başka kimse bu talimatı veremez.

POLİS ÇEMBERİ DE YOKMUŞ
*Size göre o gün salonda başka gariplikler var mıydı?
ANAP'ın kongrelerinde, genel başkan ve yanındaki heyeti tribünlerin ortasında bir yerde otururdu. O gün kongrede kim düzenlemeyi yaptıysa, tribünlerde, delegelerin arasında değil, aşağıda, yere annemle babam için iki tane koltuk koymuşlar. Kameraların konulması için bir stand yapılmış, o standın altı kapalı ve boş. Annem ve babam o koltuklarda hiç oturmadılar, o koltuklarda oturmuş olsalardı, kameraların bulunduğu standın altındaki o boşluktan, saldırganın koltuklara gelip, ateş etmesi çok kolay olacaktı, aradaki mesafe 1 metreydi.

*Kongre düzeninden kimler sorumluydu?
Benim hatırladığım kongrenin emniyetiyle ve düzeniyle üç kişi ilgileniyordu. Rahmetli Mustafa Taşar, İlker Tuncay ve Mustafa Kalemli. Kartal Demirağ, o standın altında saklandığını kendisi ifade ediyor.  Babamlar yerdeki o koltuklara oturmadıkları için mecburen kürsüdeyken ateş etmek zorunda kalıyor. O silahın salona nasıl girdiğinin, güvenliğin neden olmadığının, üst aramaların durdurulması talimatını kimin verdiğinin araştırılması gerekiyor. Bunlar soru işareti.

EVDE DURAN ACİL DURUM ÇANTASI O GÜN YOK OLMUŞ
* Babanız hiç başına bir şeyler gelebileceğinden söz etti mi?
Rahmetli babam 5 vakit namaz kılardı. Manevi yönü çok kuvvetliydi. Özbekistan Buhara'da Nakşibendi Hazretleri'nin türbesinde namaz kılıyor, son derece duygulanıyor. orada. Oradan toprak alınmasını istiyor. Babam, bu toprağın kendi mezarına konulacağını söylüyor. Buhara'dan gelen toprağı ben mezarında babamın göğsüne koydum.

*Öleceğini hissetmişti yani.
Bugün mezarının olduğu yerden, ölmeden 2 ay önce geçiyorduk, Vatan Caddesi üzerinden Harbiye Orduevi'ne dönüyorduk, gece yarısıydı, 12.30-1 arası. Arabada annem ve ben vardık. Şoföre "dur" dedi, eliyle bugün mezarının olduğu yeri göstererek, "Ahmet orayı görüyor musun, ölünce beni oraya gömün" dedi. Mezar yerini kendisi seçti.

*Babanızın vefat ettiği gün yaşananlarla ilgili annenizin anlattıklarının dışında dikkat çekici bir şey biliyor musunuz?
Köşk'te yaşananlar konusunda insanların anlattıklarıyla, annemin anlattıkları farklı. Evde duran, ABD'den getirilen bir acil durum çantası var, o çanta aranıyor, bulunamıyor. yerinde yok. Evde duruyordu, o gün yok. 24 saat doktor dururdu, doktor yok, ambulanslar yok, çanta yok, hiçbir şey yok. Babamı kucaklayıp makam arabasıyla yola çıkarıyorlar. GATA'ya haber veriliyor. Ömer Şarlak hazırlanıyor. Yolda birisi arabayı Hacettepe'ye döndürüyor, onlar hazırlıklı değil, uzman doktor yok. Hastaneyi arayanlar, acil hasta varmış gibi değil, cumhurbaşkanı teftişe gidiyormuş gibi söylüyorlar.  Haccettepe'yi kim arıyor, kim yolun değiştirilmesi talimatını veriyor bilmiyoruz.

*Arabada kimler var?
Kim var bilmiyoruz, annem şimdi bunları çıkaracak sanırım.

KAHVECİ'NİN KÜRT RAPORU KAYBOLDU
* Sizce Kürt sorununun çözümü üzerine yapılan çalışmalar mı babanızın, Eşref Bitlis'in, Adnan Kahveci'nin hedef olmasına neden oldu?
Rahmetliyi en son ben Aşkabat'ta gördüm. Bana gece, "Ahmet ben Türkiye'ye döneceğim, döndüğüm zaman bu Kürt meselesini, terör meselesini bitereceğim. Büyük bir siyasi risk alacağım, ama bu işi çözeceğim" dedi. O çalışmanın değişik kolları vardı, tek bir koldan gitmiyordu, ekonomik yatırımlar, hukuki düzenlemeler, kültürel haklar, kanuni değişiklikler vardı, "kısmen ve kademeli af" derdi, o da vardı paket içinde. Bunun çalışmalarını Adnan Kahveci, Eşref Bitlis yapıyordu. Adnan Kahveci trafik kazası geçirdiğinde yanındaki çantası kayboldu, hazırlanan raporlar o çantadaydı. Eşref Bitlis, Barzani ve Talabani ile görüşüyordu, askeri boyutuyla ilgileniyordu. Rahmetli Uğur Mumcu da PKK ile derin yapılanma arasındaki ilişkileri yazmaya başlamıştı. Bir anda Türkiye kana bulandı.

JİTEM GÜÇLENDİRİLDİ
Ahmet Özal, "Babanızın Hiram Abbas'la ilişkisi nasıldı" sorumuz üzerine, "Babamla ilgili bütün çalışmaları yapan insandı. Sivilleştirmeyi düşündüğü MİT'in başına Hiram Abbas'ı getirecekti. Bugün herkesin inkâr ettiği JİTEM vardı. MİT'in sivilleşmesinin gündeme gelmesi üzerine, başka bir yapı tarafından JİTEM güçlendirildi" dedi.

Özal'ın yakın ekibi ifadeye çağrıldı
Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın ölümüne ilişkin ortaya atılan iddialar üzerine açılan soruşturma derinleşiyor. Özal'ın Başdanışmanı Kaya Toperi, Özel Kalem Müdürü Feyzi İşbaşaran ve Koruma Müdürü Musa Öztürk'e, soruşturmayı yürüten özel yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekilliği tarafından "tanık" sıfatıyla ifade vermeleri için davet kağıdı çıkarıldı. İşbaşaran 18 Ekim Pazartesi, Toperi 19 Ekim Salı, Öztürk ise 20 Ekim Çarşamba savcılığa çağrıldı. Bu arada daha önce ifadeye çağrılan Turgut Özal'ın eşi Semra Özal'ın da gelecek hafta için mazeret bildirdiği kaydedildi. Semra Özal'ın, 25 Ekim Pazartesi ifade vermesi bekleniyor.

RÖPORTAJ: Seda ŞİMŞEK
http://www.bugun.com.tr/haber-detay/123324-ahmet-ozal-bugun-e-konustu-haberi.aspx
#983
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Pakistan'da yaşanan bir olayı anlatırken gözleri doldu.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti İstişare Toplantısı'nda Kurtuluş Savaşı'na destek vermek için toplanan Pakistanlılar'a hitap eden şair Muhammed İkbal'in topluluğa hitaben yaptığı konuşmayı hatırlattı. Pakistan'ın Türkiye için büyük öneme sahip bir ülke olduğunu kaydeden Erdoğan, yaşanan olayı anlatırken gözleri doldu.

http://yenisafak.com.tr/Politika/?t=16.10.2010&i=283404
#984
Önce bir tespit... TESEV'in Güvenlik Almanağı'ndan... "TSK'nın Ankara'da 3 (Sıhhiye, Merkez, Gazi), İstanbul'da 8 (Aksaray, Fenerbahçe, Harbiye, Kalender, Kasımpaşa, Maslak, Sarıyer ve Selimiye) ve İzmir'de 1 orduevi bulunmaktadır. Toplam orduevi sayısının 43 olduğu sanılmaktadır. Aynı zamanda Bodrum, Antalya gibi turistik bölgelerde TSK'ya ait sosyal tesisler mevcuttur.

Bu tesislerin en önemli özelliği, zorunlu askerliğini yapan personelin bu tesislerde çalıştırılması sayesinde, hizmet sektörünün en önemli kalemi olan personel giderlerinden yapılan tasarruftur.

Bu tasarrufun sonucunda TSK personeli bu tesislerden ve içindeki hizmetlerden oldukça ucuz bir fiyata yararlanabilmektedir. Ucuz fiyatlardan sunulan hizmetler TSK personelinin harcamalarını oldukça düşürse de, toplumun geneli açısından bakıldığında zorunlu askerlik ve diğer yollarla TSK'ya aktarılan ayni gelir anlamına gelmektedir..."

Tespit doğru ve vahim...

Askeri yapıya ilişkin bu tür tespitlerin yapılmasına, bu tür soruların sorulmasına pek alışık değiliz...

Askerin siyasi işlevleri, darbeler, sıkıyönetimler, Emasya'lar derken bunlara ne sıra geldi ne de bunları dile getirecek zeminler oluştu...

Oral Çalışlar gündeme getirdiği, Hasan Cemal'in ve benim altını çizdiğimiz, çeşitli gazetelerde yer bulan bir subay mektubu hakkında ne ilgili kurumdan ne ilgili bakanlıktan ses çıkmadı...

Mektup şöyleydi:

'Türkiye'de yaklaşık 185 bin er, tamamen posta, kuaför, berber, görevli gibi isimler adı altında sadece ordudaki subaylara ve ailelerine hizmet veriyor. Ayrıca 32 bin asker de koruma adı altında yine kişilere hizmet veriyor. 14 bin asker de lojmanlara hizmet veriyor. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kendini milletin bağrında gibi gösterip, milletten uzakta, sivillerden tam bağımsız kendi lojmanı, kendi mahkemesi, kendi hastanesi ve kendi hegemonyası içinde bulunması ve bütün bunları disiplin gerekçesiyle kamufle etmeye çalışması gerçekten çok üzücü ve düşündürücüdür.

Askerlikle bir ilgisi olmayan hizmetlerde çalışan asker sayısı, yukarıdaki rakamları topladığımız zaman 231 bin ediyor. Örneğin, Alman ordusunun şu anki toplam personel sayısı 247.000, İtalya'nın 195.000, İngiltere'nin 173.000.

Avrupa'daki büyük orduların çoğunun toplam personel sayısı, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde 'angarya sektörü'nde çalıştırılan personel sayısından daha az..."

Tespit doğru ve vahim...

Bu yapıya ilişkin sivil sorular arttıkça, tepkiler çoğaldıkça Türkiye hem sivilleşme hem demokrasi yolundaki ilerleyişinde hız kazanacaktır.

Ama açıktır ki ordunun siyasi işleviyle yapısı arasında temel bağlar bulunur...

Zorunlu askerlik ilkesine dayanan devasa ordular ideolojik ordulardır...

İdeolojik orduların ana işlevleri dış tehdit kadar, içe yönelik tehdit algılaması üzerine kuruludur.

Şöyle söyleyelim:

Dev görünümlü, ezici çoğunluğunu bizlerin, zorunlu askerlik hizmeti yapanların oluşturduğu bir ordu, toplumdaki asker-millet imajının da, militarist duyuların da önemli gıdalarından birisidir.

O zaman askerlik tartışması sadece sivil bir tartışma değil, aynı zamanda siyasi bir tartışmadır...

Sadece bir ilke sorunu değil, bir insan hakkı sorununa işaret etmektedir...

Ve ülkenin sivilleşme sürecinde er ya da geç gelip işin merkezine oturacaktır...

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=16.10.2010&y=AliBayramoglu
#985
Emniyet Genel Müdürlüğü, özellikle büyük şehirlerdeki caddelerde hız ihlali yapan sürücüleri tespit etmek amacıyla kızılötesi sabit radar uygulamasına geçiyor. Sokak lambası direği, trafik lambası şeklinde kamufle edilebilen cihaz ayrıca, hız yapan aracın fotoğrafını çekiyor.

Kızılötesi sabit radarların testi ilk olarak genel müdürlüğün Dikmen'deki binasının önündeki caddede gerçekleştirildi. Kızılötesi radarlar bir günde 6 bin araçtan 5 bininin hız ihlali yaptığını belirledi. Emniyet Genel Müdürlüğü şehir içi ve şehirler arası yollarda yaşanan ölümlü ve yaralamalı kazaları önlemek için AB ülkelerinde uygulanan kızılötesi kameralı sabit radarları hayata geçirmeye hazırlanıyor. Radarda üç aşamalı kamera sistemi bulunuyor. Kızılötesi kameralar hız ihlali yapan aracı üç boyutta çekiyor, görüş alanına giren aracın plakasını, kullanan sürücüsünü ve bütününü üç boyutta kayıt yapıyor. Sabit kameralar geceleri de hız denetimi yapabiliyor. 75 metre etki alanına sahip kızılötesi radar, gece aşırı hız yapanları da anında tespit ediyor. Kızılötesi sabit radar uygulaması geçtiğimiz ay Emniyet Genel Müdürlüğü'nün Dikmen'deki binasının önündeki kaldırım üzerinde uygulamaya konuldu. Radar bir ay boyunca hız ihlali yapan sürücülerin fotoğraflarını çekerek kayda aldı. Cadde üzerinde kaldırıma konuşlandırılan radar bir günde yaklaşık 6 bin araç üzerinde denetim yaptı ve bu araçlardan 5 bininin hız ihlali yaptığını belirledi. Genel müdürlük, test denemelerinin başarılı bulunması halinde sabit radarları yaygınlaştıracak. Radarlar trafik ekiplerinin bulunmadığı noktalarda 24 saat boyunca hız denetimi gerçekleştirecek. Sabit radarların öncelikle ölümlü ve yaralamalı kazaların yoğun olduğu şehirler arası yollara iki yönlü yerleştirilmesi planlanıyor.

IŞIĞI RAHATSIZ EDİYOR

MOBESE'nin aksine araç seviyesine yerleştirilen kameralı cihaz, kızılötesi kameraları sayesinde şöför mahalini gece ve gündüz görüntüleyebiliyor.
Henüz deneme aşamasında olduğu belirtilen yeni tip radarların başarılı olması durumunda yaygın şekilde kullanılacağı belirtildi.
Cihazın gece çekimleri esnasında verdiği kızıl ötesi ışık nedeniyle rahatsız olan bazı sürücüler ise Emniyet Genel Müdürlüğü'ne şikâyetçi oldular. Cihazın her yönüyle incelendiği bildirildi.



http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1040348&title=kizilotesi-radar-hiz-tutkunlarinin-kâbusu-olacak
#986
Anadolu Aleviliğinin tarihsel süreçteki adı Kızılbaşlık'tır. Bu kelimenin içini dolduran anlam yüzyıllar içinde değişmiş, bir zamanlar "Kızılbaşlık gibi unvanımız var" diye övünülen bir isim iken bugün saklanan bir kimlik haline dönüşmüştür.

Alevilere neden Kızılbaş denildiğine dair pek çok rivayet vardır. İsmin kökenini Uhud harbinde Kâinatın Efendisi Muhammed Mustafa'yı savunurken on altı yerinden yaralanıp başlığı al kanlara bulanan Hz. Ali hakkında kullanılmış bir tabir gibi gösterenler yanında, Şamanların kızıl bir başlığa bürünerek ayinlerini yönetmelerinden dolayı işi İslam öncesi dönemlere götürenler vardır. Bu iki uç görüş arasında Kızılbaş adına yorum getiren daha pek çok rivayet mevcuttur. Bu rivayetler günümüz Aleviliğinin çeşitliliğini ve makasın uçları arasındaki geniş yelpazeyi de işaret etmektedir. Yani Kızılbaşlığı Sünni İslam dairesine yaklaştırarak namaz kılıp oruç tutan bir Alevilik ile "Ali'siz Alevilik"i savunarak İslam öncesi Şamanlıkla bağlantı kurmayı tercih eden bir Alevilik arasında gidip gelen kültürel bağ. Başına kırmızı serpuş dolayan bir Alevi dedesinin "Kızıl-baş"lığı her iki uca da hükmetme iddiasında; heyhat!..

Kızılbaş adı Şah İsmail döneminde yaygınlaşıp resmileşmiş ve tarihsel süreçte bir övünç vesilesi olmuştur. İsmail'in babası Şeyh Haydar, Erdebil tekkesi müritlerine on iki dilimli kızıl bir taç giydirip kızıl sarık sarmaya başladığında müritlerini manevi derecelerine göre tasnif edip aynı kızıl başlığı sarıklı veya sarıksız olarak giydirmiştir. İsmail bu uygulamayı devam ettirmiş, şeyhliğini şahlığa tahvil edince de askerlerine, halifelerine, dai ve nökerlerine aynı kızıl başlığı giyindirmiştir. Güçlü bir devlet olup da II. Bayezid ile yaptığı andlaşma gereği askerlerini Anadolu'dan Suriye'ye geçirdiği vakit Anadolu'daki mürit ve muhipleri de kızıl başlık kullanmaya başlamışlar, Yavuz Sultan Selim döneminde de bunu bir kimlik göstergesi saymışlardı. Anadolu Aleviliğinin "Kızılbaş" adını kullanması ve diğerlerinin de onları bu adla anması o yıllarda başlamış, kızıl başlıklar ile beyaz başlıkların savaşı olan Çaldıran'dan sonra da yaygınlaşmıştır. Zaten Türkler arasında başa takılan başlıklara izafeten boy ve oymak isimleri eskiden beri kullanılmaktaydı. Siyah başlık (papak, kalpak) giydikleri için "Karakalpak" veya "Karapapak" diye anılan Türk boyu veya Anadolu'da "Karabörk", "Karabörklü", Kızılbörklü", "Akbaşlı" ve "Akbaşlar" diye adlandırılmış eski köyler bunun örneğiydi. Keza XVI. yüzyılda Özbek askerleri yeşil başlık kullandıkları için "Yeşilbaşlar", Karakoyunlular kara başlık kullandıkları için "Karabaşlar", Osmanlı askeri de beyaz başlık kullandığı için "Akbaşlar" olarak anılabiliyordu.

Şah İsmail'den sonra ne oldu?

Kızılbaş adı bir hakaretin adına dönüştü. Birisine Kızılbaş denildiğinde onu aşağılama ve hamiyetsizlik iması öne çıkar oldu. Osmanlılar döneminde bu adı hakaret için kullananlar daha ziyade resmi ideolojinin temsilcileri idiler ve Kızılbaşlık düşüncesiyle mücadele için bunu yapıyorlardı. Onlara göre, durmadan isyanlara kalkışan, durmadan devletin başına çorap ören bu gruba karşı yaptırım ve cezaları haklı gösterecek bir zemin gerekiyordu. Gel gelelim, ötekileştirme çabası bilhassa Cumhuriyet'in ilanını takip eden yıllarda daha da arttı ve Kızılbaşlık gayr-i ahlakî bir tavır ile tanımlanır oldu. Bunun en belirgin göstergesi de "mum söndü" safsatasıyla örtüştürülerek halkın dimağlarına kazındı. Oysa "mum söndü" ifadesi, Kur'an'ın dışlandığı, imanın içinin boşaltıldığı, tekkelerin kapatıldığı, ibadetlerle birlikte dinî zikir ve tasavvuf adabının yasaklandığı, ibadet esnasında jandarma korkusuyla kapılara nöbetçilerin, sokak başlarına erketelerin konulduğu dönemin anılarını taşıyordu ve anî baskınlara maruz kalmamak için gizli kapaklı semah yapan Kızılbaş grupların bunu ancak mum ışığında yapabilmeleri ve yakalanacakları haberi gelir gelmez, yahut her dinî grup gibi kapıları dipçikle dövülmeye başladığında mumları söndürüp ortamı gizleme gayretlerine yakıştırılan suçlamanın adıydı. Tarihsel süreçte ise böyle bir suç bulunmamaktadır. Nitekim Osmanlı'nın hukuk sisteminde kriminal olayların kafa kâğıdı sayılan kadı sicillerinde buna örnek teşkil edecek dava ve hükümler yer almaz.

Kızılbaşlık geleneğinde mum ile semah ilk kez Şah İsmail ile Kalender Çelebi'nin mülakatlarında gündeme gelmiş, ikisi bir mum yakarak semaha kalkmışlar, mum sönesiye kadar (o zamanki mumların patates misali yamru yumru olduğu ve yaklaşık iki saat kadar yandığı bilinmektedir) vecd halinde dönmüşler ve sonra bitap düşmüşler. Bilahare bazı Kızılbaş gruplar arasında mumlu semah uygulaması kısa bir süre Şah İsmail sünneti olarak tatbik olunmuş, sonra terk edilmiş (Yeni çıkan Şah&Sultan romanımda bu konunun teferruatı anlatılmıştır).

Bana göre Türkiye'mizde barış ve huzur içinde yaşamanın yolu dayatmaları ortadan kaldırmaktan geçiyor. Ermeni, Kürt veya Alevi, başörtülü veya ateist, herkes kendi kimliğine uygun hayatı yaşayasıya kadar karşılıklı anlayış, saygı ve özgürlük ortamını desteklemek zorundayız. Ta ki bir Alevi kendisini "Kızılbaş" olarak tanıtmaktan utanmasın, hatta gurur duyabilsin. Bir "Alevi Açılımı"ndan söz edilecekse bunu başarmak durumundayız.

i.pala@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1038995
#987
 Daha önce Vakit Gazetesi yazarına "star çalışanı" diye dava açan Bakırköy Adliyesi Basın Savcısı Pircan Barut Emre, şimdi de Milliyet Gazetesi'nde yayınlanan bir haber nedeniyle star gazetesi muhabiri ve sorumlu müdürü hakkında 'gizliliği ihlal' davası açtı. star avukatları, Milliyet'in haberi nedeniyle kendi çalışanlarına dava açılamayacağını belirterek davanın düşürülmesini istedi. Hukukçular, "Bazı gazeteciler olağan şüpheli oldu" diye değerlendirdi.

O HABER star'DA YOKTU

"Bu kadarına da pes!" dedirten olay şöyle gelişti: Milliyet gazetesi 9 Haziran 2010 günü "Silivri Savaşları" başlığıyla bir haber yayınladı. Haberde Ergenekon şüphelileri eski Adalet Bakanı Seyfi Oktay ve Avukat Tülay Bekar'ın, Ergenekon davalarına bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi Heyeti Başkanı Köksal Şengün'ün yaptıkları görüşmelere yer verildi. Ancak o gün star gazetesinde, Milliyet'in haberinin içeriğiyle ilgili tek satır haber yer almıyordu.

'24. SAYFADAKİ SİLİVRİ SAVAŞLARI'

Ergenekon ve Balyoz haberleri nedeniyle bin 500'den fazla soruşturma açılan ve bunlardan 407'si şimdiden davaya dönüştürülen star'ın Hukuk Servisi'ne yeni bir dava tebligatı ulaştı. Savcı Pircan Barut Emre, Bakırköy 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde açtığı davada, muhabirimiz Bünyamin Demirkan ile Sorumlu Yazıişleri Müdürümüz Özkan Demir'in "soruşturmanın gizliliğini ihlal ettiklerini" iddia ediyor ve cezalandırılmalarını istiyordu.

VAKİT YAZARINI star'CI YAPTI

Ancak Bakırköy 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nin de kabul ettiği iddianamede "Yaygın süreli yayın yapan Milliyet Gazetesinin suç tarihli baskısının 24. sayfasında 'Silivri Savaşları' başlığı ile devam eden haberin içeriğinde..."  deniliyordu. İddianamede star gazetesinin ismi hiç geçmiyordu. Yani haber savcının da belirttiği gibi Milliyet gazetesinde yayınlanmıştı. Ancak dava açılan şüpheliler ise star çalışanlarıydı. Savcı Pircan Barut Emre, daha önce de star'da hiç yayınlanmayan bir haber nedeniyle Vakit gazetesi yazarlarını star yazarı olarak gösterip Vakit'e dava açmıştı. • HABER MERKEZİ

YARGI ABLUKASININ KANITI

Daha önce Vakit yazarı ve yöneticisine 'star çalışanı' diye dava açmıştı. Art arda gelen bu davalar star'a yönelik yargı ablukasını da gözler önüne seriyor.

Bazı gazeteciler 'olağan şüpheli'

Bakırköy Basın Savcı Pircan Barut Emre'nin imza attığı skandal iddianameye hukukçular da tepki gösterdi. Boğaziçi Avukatlar Derneği Başkan Bilal Çalışır "Ergenekon dosyası üzerinen haber yapan gazetecilere karşı yargı savaşı yürütülüyor. Milliyet gazetesinde yapılan habere ilişkin star'a dava açılıyor. Suç kişiye ya da gazeteye göre şekillenmeye başladı. Asıl hedefin suçlu gazetecileri yargılamak değil, basını susturmak olduğu düşünülebilir" dedi.

ZAMANINDA YAPMIŞTI YİNE YAPAR!

Eski Yargıtay Savcısı Ahmet Gündel "Bazı şüpheli ve tanık konumunda olan kişilerin tahrikleriyle de, davaya ilişkin haber yapanları sindirmek için yapılan şikayetlere yargı alet edilmek isteniyor. Milliyet'te yayınlanan için star'a dava açılmaz. Zamanında yapmıştı her an yapabilir, o yapmış olabilir deniyor" dedi. Eski DGM Savcısı Mete Göktürk ise basın suçlarında zaman aşımının çok kısa olduğunu savcıların bazen çalakalem dacva açabildiğini belirterek "Her mesleğin bir cilvesi olur; bu da savcının cilvesi olmuş denilebilir" dedi.

HEM KORUMA VERDİLER HEM DE DAVA AÇTILAR

star Gazetesi Ankara Temsilcisi Şamil Tayyar, hakkında daha önce açılan iki ayrı dava nedeniyle dün Ankara Adliyesi'nde talimatla ifade verdi. Biri Ergenekon diğeri Enerji Bakanı Taner Yıldız'a yumruklu saldırı soruşturmasında gizliliğin ihlali ve adil yargılamayı etkileme iddiasıyla açılan bu iki davada Tayyar hakkında 18 yıla kadar hapis cezası isteniyor. Savunmasında anayasadan kaynaklanan halkı doğru bilgilendirme hakkını kullandığını anlatan Tayyar, ayrıca emniyete ulaşan bir ihbar mektubuna göre internet ortamında terörist yetiştiren ve yönlendiren Türk İntikam Birliği Teşkilatı'nın yumruklu saldırıya karışma ihtimaline dikkat çektiğini söyledi.

TİT BENİ ÖLÜMLE TEHDİT ETTİ

Tayyar şöyle devam etti: "Ne yazık ki bu yazıdan sonra hem dava açıldı hem örgüt tarafından ölümle tehdit edildim. Ankara Valiliği kararı ile örgütün bu tehdidine karşı koruma tahsis edildi. Ölüm tehditleri savuran terör örgütünün deşifre edilmesinin dava konusu yapılması, izahı zor bir durumdur." 3 ayrı davada kesinleşmiş toplam 50 ay hapis cezası bulunan Tayyar hakkında açılan 40'a yakın davada 100 yılı aşkın hapis cezası isteniyor.

http://www.stargazete.com/politika/haberi-milliyet-yayinladi-savci-faturayi-star-a-kesti-haber-301260.htm
#988
Emekli albay, "karargahta değiştirildi" dediği idari rapora ilişkin ayrıntıları açıkladı. Uçak mürettebatının yorgun olmasının dikkate alınmadığını belirten emekli albaya göre, Bitlis bile bile ölüme gönderildi.

Mutlu Çölgeçen'in haberi

Sabah, eski Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Eşref Bitlis ile 4 personelin hayatını kaybettiği ve emekli albayın "karargahta değiştirildi" dediği idari rapora ilişkin önemli ayrıntıları açıklıyor.

Emekli albay, Eşref Bitlis Paşa ile birlikte Emir Subayı Albay Fahir Işık, pilotlar Binbaşı Yaşar Erian, Yüzbaşı Tuğrul Sezginler ve Teknisyen Astsubay Başçavuş Emin Öner'in şehit olduğu uçak kazası ile ilgili şu ayrıntıları verdi :

UYARIM DİKKATE ALINMIYOR: Eşref Bitlis Paşa, birkaç gün önceden arıyor, Diyarbakır'a gitmek istediğini belirtiyor. 17 Şubat 1993 günü geliyor 'uçak hazır mı' diye soruyor. İlgili komutan "hemen hazırlarız" diyor. Bazı arkadaşlar itiraz ediyor, ancak ilgili tuğgeneral "uçuş yapılamaz" raporunu dikkate almıyor.

YORGUN PİLOTLARA EMİR: UÇACAKSIN!: Daha sonra pilotlar çağrılıyor. Pilot binbaşı Yaşar Erian ve yüzbaşı Tuğrul Sezginler'in "Komutanım çok yorgunuz, bu halde uçamayız. Ayrıca bu havada uçulmaz" itirazları dinlenmiyor. Kendilerine "uçacaksınız" emri veriliyor.

YETERLİ ÖNLEM ALINMIYOR: Tüm uyarılara rağmen Bitlis Paşa'yı taşıyan uçak havalanıyor. Normalde çok soğuk havalarda buzlanmayı önleyici bir sistemin önceden devreye sokulması gerekiyor. Uçuştan bir süre sonra buzlanmayı önleyici sıvının da azaldığı tespit ediliyor.

BUZLANMA BAŞLIYOR: Uçak havalandıktan birkaç dakika sonra 8 bin fite çıkıyor. Sonra pervanelerden "takır, takır" diye sesler gelmeye başlıyor. Buzlanmayı önleyici sistem devreye sokulmaya çalışıyor, ancak bu tam aksine buzlanmayı arttırıyor.

GERİ DÖNMEYE ÇALIŞIYORLAR: Pilotlar bu durumu kuleye rapor ediyor ve "geri dönüyoruz" diyorlar. Ancak kar ve tipi dikkate alınıldığında bu mümkün olmuyor. ILS sistemi mevcut değil Etimesgut'ta... İlk deneme yapılıyor, başarılı olamıyorlar.

ESENBOĞA'YA YÖNELİYORLAR: Durum böyle olunca pilotlar acil inişi gerçekleştirmek için Esenboğa'ya yöneliyorlar. Bir süre sonra uçak radardan kayboluyor ve düşüyor. Tespitlere göre tam 7 dakika sonra düşüyor. Zaten kalkıştan 3 dakika sonra buzlanma başlıyor, kalan 4 dakikada da artıyor.

GÜREŞ'E ETİMESGUT İZNİ VERMEDİLER: Bitlis'in uçağının hareket ettiği saatlerde zaten Etimesgut'tan uçmak mümkün değildi. Zaten Bitlis Paşa'nın uçağı havalanmadan 20 dakika önce dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş'i taşıyan uçak İstanbul'dan havalanıyor. Kendisine "Etimesgut uygun değil" deniyor ve Esenboğa'ya yönlendiriliyor. Bitlis Paşa'nın uçağı düştüğünde Doğan Güreş Paşa'yı taşıyan uçak havadaydı yani.

PERVANELERDE KIRIK YOKTU: Kazadan sonra teknik incelemeyi başlattık. Ciddi bir incelemede bulunduk, her türlü ayrıntıyı kayda aldık. Pervanelere baktık, kırılma yoktu. İkisi de sağlamdı. Zaten birisi farklı bir yere düşmüştü.

BİTLİS PAŞANIN ELİNDE PKK KİTABI VARDI: Kazanın olduğu yerde bir çanta bulduk. Baktık Bitlis Paşa'ya ait. İçinden bir kitap çıktı. Terör örgütü PKK'yı anlatan bir kitaptı. Kitabın bazı bölümleri çizilmiş, notlar alınmış.

ÖZEL ORDU ÖNERMİŞ: Kazadan sonra olayla yoğunlaştıkça Eşref Paşa ile ilgili önemli bilgiler edindim. Mesela bugün tartıştığımız profesyonel orduyu o dönemde önermiş. Sonra polis özel harekatın güçlendirilmesi gerektiğini belirtiyor. Benim kanaatim Bitlis Paşa'yı öldürdüler. Zamanla bunu daha iyi anladım.

SABAH
http://www.haber7.com/haber/20101012/O-albay-Bitlisle-ilgili-ilk-raporu-acikladi.php
#989
Türkiye'nin herhangi bir ilindeki avukatın (stajyer avukatlar da dahil) iletişim bilgilerine ulaşmanız çok kolay. Bunun için aradığınız avukatın adını ve soyadını bilmeniz yeterli. Bu bilgileri girerek Türkiye Barolar Birliği'nin veri havuzundan hemen aradığınız avukata ulaşabilirsiniz. Bunun için lütfen aşağıdaki linki tıklayınız:

http://www.barobirlik.org.tr

İstanbul'da bulunan bir avukata İstanbul Barosu'nun aşağıdaki linkinden de ulaşabilirsiniz:

http://www.istanbulbarosu.org.tr/AvukatIndex.asp
#990
Diyarbakır'da 1980 darbesinden sonra cezaevinde işkencelere maruz kalan yüzlerce kişi, sorumlular hakkında suç duyurusunda bulundu.

Türkiye'nin farklı yerlerinde ikamet eden işkence mağduru 303 kişi, Diyarbakır'da bir araya gelerek, 1980 darbesini gerçekleştiren cunta, dönemin Diyarbakır Askeri Cezaevi'nde görevli er ve rütbeli asker ile çalışanlar hakkında suç duyurusunda bulundu.

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi önünde toplanan işkence mağdurları, ellerindeki dilekçelerle Diyarbakır Adliyesi'ne kadar yürüdükten sonra basın açıklaması yaptı. Mağdurlar adına açıklamayı okuyan Celalettin Can, tarihi bir adım atmanın bilinciyle Diyarbakır'da toplandıklarını söyledi. Can, 12 Eylül darbesinden sonra Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi'nde yaşananların devletin bir utancı olarak kayıtlara geçtiğini dile getirdi.

Türkiye'nin, bu utançtan kurtulması için tüm faillerin kimliklerinin tespit edilerek cezalandırılması gerektiğini dile getiren Can, cezaevinde yaşananların münferit değil, belirli bir askeri sistem içerisinde tutuklu ve hükümlülerin aşağılanması, onurlarının kırılması, gayri insanî, zalimane ve kişiliksizleştirilmeye yönelik uygulama olduğunu kaydetti.

Diyarbakır Askeri Cezaevi'nde bir insanlık suçu işlendiğini anlatan Can, işkencenin insanlık suçu olduğunu ve zaman aşımının bunun için geçerli olmayacağını hatırlattı. Mağdur ve şikayetçi olarak ifadelerinin alınması çağrısında bulunan Can, şunları söyledi:

"Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi'nde 1980-84 arasında başta sıkıyönetim komutanı olmak üzere, görev yapan tüm askerler ve sivil cezaevi görevlilerinin, doktorların, erlerin, cezaevi idaresinde çalışanların tespit edilmesi ve insanlığa karşı suçlar kapsamında soruşturma açılmasını istiyoruz. Taleplerilerimiz dikkate alınarak ceza davası açılması için buradayız."

"CEZAEVİNİN EN KÜÇÜK İŞKENCE MAĞDURUYDUM"

İşkence görenler açıklamadan sonra söz alarak yaşadıklarını anlattı. Bunlardan biri de çocuk yaşta cezaevinde işkence gören Yıldız Aktaş oldu. Henüz 12 yaşındayken cezaevinde işkencelere maruz kaydığını anlatan Aktaş, "Bugün sağ ya da ölü kim olursa olsun, darbecilere, Kenan Evren'e sesleniyorum; benim hayallerimi, rüyalarımı geri ver. Bana o dönemde yapılanların hesabının sorulması için buradayım." diye konuştu.

Diyarbakır Baro Başkanı Mehmet Emin Aktar da işkence mağdurlarının binlerce kişi olduğunu söyledi. Aktar, askeri cezaevinde işkence gördüğünü belirterek kendilerine başvuranlara yardımcı olacaklarını söyledi. Aktar, avukatların işkence mağdurlarından ücret almayacağını belirtti.

Konuşmaların ardından mağdurlar, yaşadıklarını ve gördüklerini içeren 15'er sayfalık ön dilekçeyle birlikte Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı'na başvurdu.

(CİHAN)

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1038816&title=diyarbakirda-iskence-gorenler-cunta-hakkinda-suc-duyurusunda-bulundu
#991
Erdoğan bedelli askerlik için umut veren sözler sarfetmedi ama milyonlarca genci ve ailesini ilgilendiren tek tip askerlik konusu için ilk defa bu kadar net konuştu. Karar tarihi verdi. Eşit süre polemiği içinse adalet vurgusu yaptı.

Şam'a hareketinden önce soruları cevaplayan Başbakan Erdoğan, merakla beklenen tek tip askerlik konusunun ne zaman karara bağlanacağını açıkladı. TSK'nın hazırladığı raporun önümüzdeki hafta bir brfingle kendisine sunulacağını ifade eden Erdoğan, son kararlarını verip kamuoyuna duyuracaklarını da belirtti.

Üniversitelilerin askerlik sürelerinin ne olacağı konusundaki soruyu cevaplayan Erdoğan,
üstü kapalı olarak garanti verdi ve "Temennimiz tabii ki adalet çizgisi içerisinde bunun olmasıdır. Adil olmayan bir çizgiyi hiç bir zaman düşünemeyiz bu yanlış olur" dedi.

SPEKÜLATÖRLÜK YAPAMAM

Kanal 7 Muhabiri Bülent Kaya'nın ''Tep tip askerlik konusunda çalışmanın devam ettiğini ve rafa kalkmanın söz konusu olmadığını açıklamıştınız. Ben size kişisel görüşünüzü sormak istiyorum. Bu tek tip konusunda  üniversite mezunlarıyla, üniversite mezunu olmayanların ayrı sürelerde askerlik yapmasının bir haksızlık olduğunu ve aynı sürede askerlik yapması konusunu adaletsizlik olarak değerlendiriyor musunuz?'' sorusuna şu yanıtı verdi:

Siz benden spekülatörlük yapmamı bekliyorsunuz ama ben spekülatörlük yapamam. Bu çok ciddi bir konu. Şu anda  Silahlı kuvvetler konuyla iligli çalışmasını bitirdi ya da bitiriyor. Ben kendilerine bir gün vereceğim. Zannediyorum önümüzdeki hafta büyük ihtimalle gerçekleştireceğiz. Kendileri bize bir brifing verecekler. Ve bu birfinden sonra da nasıl bir düzenleme yapacağımızı da karara bağlayacağız ve açıklayacağız. Temennimiz tabii ki adalet çizgisi içerisinde bunun olmasıdır. Adil olmayan bir çizgiyi hiç bir zaman düşünemeyiz. Bu yanlış olur.

http://www.haber7.com/haber/20101011/Erdogan-tek-tip-askerlik-icin-tarih-verdi.php
#992
Ciddi ciddi pazarlığa kalkışmıyorlar mı, gerçekten şaşırıyorum.

CHP'liler üniversitede başörtüsü yasağı sorununu çözmek istiyorlarmış ama karşılığında hükümet de onlara garanti vermeliymiş, demeliymiş ki "Hele şu üniversite meselesi hallolsun, ondan sonra başörtüsü lafını ağzıma alırsam ne olayım! Söz; ne başörtülülerin memur olmasından ne de üniversite öncesi okullarda baş örtme meselesinden bahsedeceğim."

Bunu istiyorlar...

Ve bunu derken kendilerini ne kadar garip duruma düşürdüklerini bile fark etmiyorlar. Sanki bu partinin hak dağıtım depoları var. Birilerinin gasp edilmiş haklarını partinin depolarında bir yerlerde istiflemiş bekletiyor da, bir kısmını salıvermek için şartlar öne sürüyorlar: İşte bak, bu kadarını dağıtıyorum ama daha çoğunu istersen vermem haa!

İşin asıl sakat yanı, karşılarındaki siyasi muhatabı da bu pazarlıkta yetkili sanmaları...

Sayın CHP'liler; Sayın Kılıçdaroğlu:

Siz kimin hakkını kiminle pazarlık ediyorsunuz?

Şimdi Tayyip Erdoğan kalkıp "Bu konu halledilsin, biz de türban meselesini ebediyen kapatıyoruz" dese, gerçekten kapatabilecek mi sanıyorsunuz? Başörtüsüyle memur olmak, müsteşar olmak, hakim olmak, avukatlık yapmak, devlet hastanesinde doktorluk yapmak isteyen ve bunun hakkı olduğunu düşünen kadınlar "Ehh, ne yapalım, Tayyip Bey söz verdi, bari biz de susup oturalım" mı diyecekler?

AK Parti "artık bu konu kapanmıştır" dedi diye ben kadınların başörtüleri ile kamu alanına, siyasete, hayatın her alanına giriş hakkını savunmaktan geri mi duracağım?

Evet; endişelerinizde haklısınız. Bu meselenin arkası tabii ki gelir. Siz hak arama mücadelesinin bir noktada bittiğini, birilerinin kararıyla tatil edildiğini nerede gördünüz?

Kürtçe'yi seçmeli ders yapmak için, Kürtler'le "Ama anadilde eğitim hakkından vazgeçmeniz şartıyla" diye pazarlık edebilir misiniz?

Aleviler'e "zorunlu din dersini kaldırıyoruz ama siz de cemevlerinin ibadethane sayılması için ısrar etmeyeceksiniz" diyebilir misiniz?

Türban sorunu, bu yasak her yerden kalkıncaya kadar elbette devam edecek. Bunu sizden saklamaya çalışacağımızı mı sanıyorsunuz? Bunu demokratların "gizli gündemi" mi sanıyorsunuz?

Bizim gizli gündemimiz yok. Yıllardır defaatle, açık açık yazıyor, anlatıyoruz: Kamu görevi yapanların başörtüsünün yasaklanmasına gerekçe yapılan tezin hiçbir ikna ediciliği yoktur.

Ne deniyor: Kamu görevlilerinin dini sembolleri kamu alanında kullanmasının, kamu alanındaki tarafsızlığı zedeleyeceği... Her türlü inanç karşısında tarafsız olması gereken kamu görevlisinin başörtüsü takarak "tarafını" belli ettiği ve dolayısıyla bunun da karşısındaki başı açıklarda görevlinin yansızlığı konusunda şüphe yaratacağı... Bu yüzden kamu alanında dini inançlara açıklama özgürlüğüne sınır getirilebileceği...

Bu argüman tek bir soru karşısında çökmeye mahkumdur. O soru da şudur: Neden başı örtülü olmak memurun "tarafsızlık" imajını bozuyor da başı açık olmak bozmuyor? Kamu görevlisinin başını örtmesi "taraf belli etmek" ise örtmemesi de taraf belli etmek değil mi?

Başı örtülü bir vatandaş da bir devlet dairesine gittiğinde karşısında başı açık bir kadın görevli gördüğünde, onun kendisine karşı "taraf" olduğunu hissedemez mi?

Aslında, baş örtmek dini inancın gereği ise baş örtmemek de dine ait bir başka inancın gereğidir. Ya dininizin baş örtmeyi gerektirmediğine inanıyorsunuzdur ya da dinsizsinizdir. Ama her iki durumda da başınızı örtmemekle siz de tıpkı başı örtülü kadın gibi, dini inancınıza ilişkin bir sembolü kamu alanına taşımış oluyorsunuz. Ve aynı mantıkla siz de başınızı örtmemekle vatandaş karşısında "taraf" olduğunuzu belli etmektesiniz. Haç takan bir memur Hristiyanlığını deklare ediyorsa, takmayan da olmadığını ya da umursamadığını deklare etmektedir. Kısaca, bir şeyin var olması bir sembolse, yok olması da semboldür.

Kaldı ki, dini sembollerin kamu alanına taşınması sakıncalı ise resmi dairelerde oruç tutulmasının, namaz kılınmasının da yasaklanması gerekir. Çünkü sonuçta hizmet alanlar namaza gitmiş bir kamu görevlisinin karşısında da "tarafsızlık" şüphesine düşeceklerdir!

Ayrıca kamu görevlisinin vatandaş karşısındaki tarafsızlığını tehdit eden tek mesele dini inançlar mıdır? Kamu görevlilerinin cinsel tercihlerini kamu alanına taşımaları da aynı şekilde tarafsızlıklarını zedelemez mi? Bir heteroseksüel, eşcinsel bir kamu görevlisiyle karşı karşıya kaldığında onun eşcinselleri kayıracağı kuşkusuna düşmez mi? O zaman eşcinsel olduğu belli olanları da mı yasaklayacağız kamu görevinden?

Gördüğünüz gibi, bu soruların içinden çıkmak mümkün değildir. Daha doğrusu, içinden çıkmanın tek yolu, toplumda ne kadar çeşitlilik, farklılık varsa hepsinin kamu alanına da aynen yansımasına fırsat vermektir. Çağımızın çok dinli, çok ırklı, çok kültürlü, sonsuz çeşitlilikteki toplumu, bütün zenginliğiyle kamu alanına yansıdığında zaten kimsenin kimseyi kayıracak hali de kalmayacaktır.

http://bugun.com.tr/kose-yazisi/121967-cirkin-pazarlik-makalesi.aspx
#993
İşadamlarının havaalanlarında korkulu rüyası haline gelen vergi borcu nedeniyle yurtdışına çıkış yasağı uygulaması tarih oldu. Maliye Bakanlığı bir genelgeyle yasağı ortadan kaldırdı.

Yurtdışı seyahatlerinde gümrük kapılarına geldiğinde, polisin, "Vergi borcunuz nedeniyle yurtdışına çıkış yasağınız var" şeklindeki sözü ile havaalanından dönen işadamları, referandumda 'Evet' çıkması ile bu utançtan kurtuldu.

Gelir İdaresi Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı'na Maliye Bakanı Mehmet Şimşek imzasıyla gönderdiği yazıda, vergi borcu nedeniyle hakkında yurtdışına çıkma yasağı konulan işadamlarının yasaklarının kaldırıldığını bildirdi. Bu sayede, kişilerin ya da vergi dairelerinin ayrı ayrı yurtdışı çıkış yasağının kaldırılması için başvuru yapmasına da gerek kalmamış oldu.

Gelir İdaresi Başkanlığı'nın bu yazısı 80 bine yakın işadamına rahat bir nefes aldırdı. Konuyla ilgili açıklama yapan Maliye Bakanı Şimşek, "Artık bu sınırlamayı kaldırıyoruz. Dün İçişleri Bakanlığımıza bu konuda bir yazı gönderdim. Maliye Bakanlığı olarak mevcut idari kararların kaldırılması yönünde İçişleri Bakanlığımıza gereken yazıyı gönderdik" dedi. Uygulama, 23 Eylül 2010 tarihinden itibaren geçerli olacak şekilde gerçekleştirilecek.

İHRACATÇI MUTLU
Ege İhracatçı Birlikleri Koordinatör Başkanı Mustafa Türkmenoğlu, çoğunluğu ihracatçı olan onbinlerce işadamının vergi borcu yüzünden yurtdışına çıkış uygulaması nedeniyle geçmişte mağdur olduğunu söyledi. Türkmenoğlu, "Bu yanlıştan vazgeçilmesini memnuniyetle karşılıyoruz"
dedi.

http://www.haber7.com/haber/20101010/Maliye-yurtdisina-cikis-yasagini-kaldirdi.php
#994
Satın aldığı damacana suyundaki çiğnenmiş sakız nedeniyle mahkemeye başvuran Adanalı tüketici, üretici firma hakkında açtığı maddi ve manevi tazminat davasını, "Orijinal kapağı açılmamış, bu yüzden herhangi bir zarar söz konusu olamaz" gerekçesiyle kaybetti.

Adana'nın Mahfesığmaz Mahallesi'nde büfe işleten Metin Gülmez, uluslararası faaliyet gösteren bir firmaya ait damacanadaki çiğnenmiş sakız nedeniyle, avukatı aracılığıyla Adana 1. Tüketici Mahkemesi'nde açtığı davayı kaybedince, yine avukatı aracılığıyla bu kez "temyiz" başvurusunda bulundu.

Gülmez'in avukatı Mehmet Ali Akgül, Yargıtay Hukuk Dairesi Başkanlığı'na gönderilmek üzere 1. Tüketici Mahkemesi Hakimliği'ne verdiği temyiz davası dilekçesinde, 19 kilogramlık damacananın kapağının orijinal olduğunu Adana 4.Sulh Hukuk Mahkemesi'nce tespit ettirdiklerini hatırlattı.

Akgül, dilekçesinde, şunları kaydetti:
"Davanın reddinde orijinal kapağın açılmamış olduğu, bu nedenle sakızlı su yüzünden her hangi bir zararın söz konusu olamayacağı belirtiliyor. Oysa, eğer, müvekkilim orijinal kapağı açmış olsaydı, bu kez (çiğnenmiş sakızı siz kasten atmış olabilirsiniz) suçlamasıyla karşılaşacaktık." Avukat Akgül, burada önemli olan hususun uluslararası faaliyet gösteren davalı şirketin insan sağlığına ne kadar önem verdiği olduğuna dikkati çekerek, "davalı şirket, müvekkilimden bir kez bile özür dilememiş, hatta (sen suyu da içmemişsin) diyerek müvekkilimi çiğnenmiş sakız çıkan suyun parasını iade etmeyerek cezalandırmıştır" dedi.
Akgül, açtıkları 10 bin YTL'lik maddi ve manevi tazminat davasının yerel mahkeme tarafından reddi nedeniyle bu kez temyiz başvurusunda bulunduklarına dikkati çekerek, temyiz başvurusunda şu ifadelere yer verdi:
"Yerel mahkeme BK 47 ve 49'uncu maddesindeki koşulların oluşmadığını ifade ederek, maddi ve manevi tazminat talebimizi reddetmiştir. Oysa TMK'nun 24'ncü maddesi (hukuka aykırı olarak kişilik haklarına saldıran kimse) olarak tanımlamıştır. bu durumda vücut bütünlüğü sağlıklı yaşam hakkı hakkı da kişilik hakkı olup davalı şirket hukuka aykırı eylemi ile müvekkilin kişilik hakkı olan sağlıklı hakkına tecavüz etmiştir. Davalının damacana içerisinde unuttuğu çiğnenmiş sakızın mevzuatımızda cezası yokmuş gibi davranılarak adeta kusurlu olan davalı şirket ödüllendirilmiştir. Oysa manevi tazminatın ödenmesi reddedilecek ise BK 49/3 maddesinin açıkça davamızda tatbiki gerekir." Akgül, 105 YTL tutan tespit masrafının da ödenmesinin reddedildiğini bildirerek, "Böyle bir dava Avrupa mahkemelerinde olsaydı milyonlarca dolar tazminat söz konusu olurdu" dedi.
#995
Ankara 8.Aile Mahkemesi Hakimi Eray Karınca tarafından verilen kararın gerekçesi özetle şöyle;

"Davada çözülmesi gereken ön sorun,öğretide zehirli ağacın meyvesi olarak tanımlanan hukuka aykırı delillere ilişkindir. Anayasanın 38/6 maddesi uyarınca kanuna aykırı elde edilmiş bulgular delil olarak kabul edilemez.Bir delil,kişilerin Anayasayla tanınmış hakları çiğnenerek elde edilmişse hukuka aykırıdır. Ancak delilin elde edilişinde hukuka uygunluk nedenleri varsa aykırılık ortadan kalkar.

Somut olaydaki görüntü kayıtları ve fotoğrafların, gizli teknik yöntemlerle kişilerin bilgisi dışında çekildiği, özel hayata müdahale edilerek elde edildiğinde kuşku yoktur. Bu hali ile delil olarak kabul edilemez. Çünkü özel hayatın gizliliği, Anayasanın 20.maddesi yanında, İnsan hakları Evrensel Bildirgesinin 12.maddesi ile İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 8.maddesinde temel hak olarak korunmuştur.

Buna karşın fotoğraf ve görüntü kayıtlarının davacı erkek tarafından kullanılması halinde hukuka uygun delil sayılacak mıdır? (Çünkü somut olayda bu deliller bizzat erkek tarafından elde edilmemiş, onun iradesi dışında, kendisine ulaştırılmıştır.)

TMK 185.maddesi, eşlerin sadakat yükümlülüğünü düzenlemiştir.Bu kapsamda evliliğin yasal yükümlülükler alanının,diğer eş için dokunulamaz olamayacağı görüşü ile yukarıda sözü edilen Anayasanın 20.Maddesi ile evrensel belgelerdeki özel hayatın gizliliğinin sadakat yükümlülüğüne dayanarak eşler arasında ileri sürülemeyeceği savunulmaktadır.

Öğretide "kişilerin özel alanına girerken yapılan müdahalelerin hukuka aykırı olması durumunda, özel hayata müdahale vardır" denilirken, fotoğraf, teyp kaydı örnek olarak verilmektedir.

O halde davacı eşin kendisine (isteği dışında) ulaştırılan kanunsuz elde edildiği duraksamasız olan görüntü ve kayıtlar hukuka uygun kabul edilemez. Çünkü ceza hukuku açısından suç olan bir eylem sonucu elde edilen bulguların özel hukukta eşlerin sadakat yükümlülüğü gerekçe gösterilerek hukuka uygun delil olarak kabulü, açıkça Anayasanın 38/3 maddesine aykırı olacaktır. TMK'nın 2. maddesi uyarınca hukuk kötü niyeti korumaz. Bu bulguların delil olarak kabulü ise, görüntüleri saptayan kötü niyetli kişilerin amaçlarına ulaşmasını sağlayacaktır. Oysa toplum tıpkı vücut gibi içine sızan zararlı unsurlara karşı topyekün mücadele etmelidir. Ceza hukukunda kullanılması yasak olan bir delilin Anayasanın kesin buyruğuna karşın özel hukukta kullanılmasının, hangi nedenle olursa olsun kabulü, bu savaşta toplumun gücünü azaltır. Türk Toplumunun demokratik ve özgürlükçü niteliği her alanda korunmalıdır. Mahkememiz ceza usul hukukundaki "bir masum haksız yere cezalandırılacağına, on suçlu serbest dolaşın" şeklindeki evrensel ilkenin, özel hukuk alanında da açıkça kanuna uygunluk sebebi olmadığı sürece yasak deliller açısından hukuka aykırı kabul edilmesi gerektiği görüşündedir."

http://www.turkhukuksitesi.com/showthread.php?t=54743
#996
Anayasa değişikliği sonrası Anayasa Mahkemesi'ne üye seçimi başladı. Meclis, 06.10.2010 tarihinde yapılan oylama neticesinde Sayıştay kadrosundan bir üyeyi seçti.

Hicabi Dursun, üçüncü turda 256 oy alarak Anayasa Mahkemesi üyesi oldu. Fakat seçimde bazı tartışmalar da yaşandı. 1'inci ve 2'nci tur oylamalarında sonuç alınamadı. Sayıştay Genel Kurulu'nca belirlenen 3 aday, Cavit Özkahraman, Hicabi Dursun ve Rıdvan Güleç'ti. Birinci turda nitelikli çoğunluk olan 367, ikinci turda da basit çoğunluk olan 276 oyu arandı. Fakat iki turda da gerekli çoğunluk sağlanamadı.

İlk turda Hicabi Dursun 259, Rıdvan Güleç 5, Cavit Özkahraman da 3 oy aldı. Sonuçların açıklanmasının ardından, CHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç, ilk oylamaya 367 milletvekilinin katılmadığını ifade ederek, seçimin gündemden düşürülmesi gerektiğini iddia etti. Genç'in isteği üzerine usul tartışması açıldı. MHP, Genç'in itirazına katılmadı ama adayların özgeçmişleri hakkında kendilerine bilgi verilmediği iddiasıyla yeni bir tartışma başlattı. TBMM Başkan Vekili Meral Akşener, tartışmaların ardından ikinci tur oylamaya geçti. Bu turda, Hicabi Dursun 263 oy alırken diğer iki aday 1'er oyda kaldı. Buna göre adaylardan hiçbiri ikinci oylamada seçilebilmek için gereken üye tam sayısının salt çoğunluğuna (276) ulaşamadı. Anayasaya göre, üçüncü oylamaya ikinci oylamada en yüksek oy alan iki adayın katılması gerekiyordu. Fakat en yüksek oyu alan Dursun dışındaki iki adaya da 1'er oy çıktığı için TBMM Başkan Vekili Akşener birleşime ara verdi. Verilen ara sonrası Akşener'in oturumu yönetmek istememesi üzerine çalışmalar bir diğer Başkan Vekili Nevzat Pakdil başkanlığında devam etti. Pakdil, ikinci tur oylamada 2. ve 3. olan adayların eşit sayıda oy almaları nedeniyle oylamanın tekrarlanacağını açıkladı. Tekrarlanan ikinci tur oylamada CHP milletvekilleri Genel Kurul'u terk etti. MHP ve BDP'liler ise salonda bulunmalarına karşın oylamaya katılmadı. Hicabi Dursun bu turda 190 oy alırken Rıdvan Güleç 31, Cavit Özkahraman da 8 oy aldı. Bunun üzerine 3. tur oylamada Dursun ve Güleç yarıştı. Sonuçta 256 oy alan Dursun, Meclis'in seçtiği ilk Anayasa Mahkemesi üyesi oldu. Güleç ise 6 oy aldı.

Hicabi Dursun, 20 Ekim 1965'te Bayburt'ta doğdu. 1988 yılında İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirdi. 1991 yılında Sayıştay'da göreve başladı. 2009 yılında Sayıştay üyeliğine seçildi. Dursun, evli ve iki çocuk babası.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1036992


Sayıştay'dan CHP'ye '45 yaş' cevabı


Hicabi Dursun'un Sayıştay kontenjanından Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilmesiyle ilgili CHP'li Kamer Genç'in gündeme getirdiği 45 yaş şartına Sayıştay yaptığı yazılı açıklama ile cevap verdi.

Sayıştay'dan yapılan yazılı açıklamada, bugün bazı basın organlarında Sayıştay kontenjanından Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilen Hicabi Dursun hakkında, ''üye seçilme nitelikleri ile ilgili gerçek dışı yorumlar içeren ve kamuoyunu yanlış yönlendirebilecek haberlere yer verildiği'' belirtilerek, bu nedenle bir açıklama yapılması gerekliliği duyulduğu vurgulandı.

Açıklamada, Anayasa'nın konuyu düzenleyen 146. maddesinin beşinci fıkrasında yer alan ''Anayasa Mahkemesine üye seçilebilmek için 45 yaşın doldurulmuş olması kaydıyla; yüksek öğretim kurumları öğretim üyelerinin profesör veya doçent unvanını kazanmış, avukatların en az yirmi yıl fiilen avukatlık yapmış, üst kademe yöneticilerinin yüksek öğrenim görmüş ve en az yirmi yıl kamu hizmetinde fiilen çalışmış, birinci sınıf hakim ve savcıların adaylık dahil en az yirmi yıl çalışmış olması şarttır'' şeklindeki düzenlemeye yer verilerek, şunlar kaydedildi:

''Madde gerekçesinde ise bu kuralla ilgili olarak şu açıklamalara yer verilmiştir, 'Mahkeme üyeliğine, yüksek öğretim kurumları öğretim üyelerinden seçileceklerin profesör veya doçent unvanını kazanmış, avukatlardan seçileceklerin en az yirmi yıl fiilen avukatlık yapmış, üst kademe yöneticilerinden seçileceklerin yüksek öğrenim görmüş ve en az yirmi yıl kamu hizmetinde fiilen çalışmış, birinci sınıf hakim ve savcılardan seçileceklerin adaylık dahil en az yirmi yıl çalışmış olmaları ve sayılan bu kişilerin kırk beş yaşını doldurmuş bulunmaları gerekir'

Görüldüğü gibi, Anayasa'da yer alan düzenleme ve bu düzenlemenin gerekçesi birlikte değerlendirildiğinde, Sayıştay kontenjanından Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilebilme koşulları arasında 45 yaş koşulu bulunmamakta, seçilen kişinin Sayıştay üyesi olması yeterli görülmektedir. Yaş koşulu öğretim üyeleri, üst kademe yöneticileri, avukatlar, hakim ve savcılar yönünden getirilmiş bulunmaktadır. Gerekçedeki 'sayılan bu kişilerin 45 yaşını doldurmuş bulunmaları gerekir' ibaresi bunu ayrıca vurgulamaktadır.

Dolayısıyla Sayıştay kontenjanından Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilen Hicabi Dursun'un üye seçilme nitelikleri ile ilgili olarak mevzuata aykırı bir durum söz konusu değildir.''

AA
http://www.haber7.com/haber/20101009/Sayistaydan-CHPye-45-yas-cevabi.php
#997


1993 yılında uçağının düşmesi sonucu hayatını kaybeden Eşref Bitlis'le ilgili soruşturmanın yeniden başlatılması ailesini heyecanlandırdı. Oğlu Tarık Bitlis, elinde belgesi ve bilgisi olan herkesi savcılığa koşmaya davet etti. "Toplumun vicdanının tatmin edilmesi için babamın ölümü aydınlatılmalı." derken, 75 yaşındaki annesinin de sonuca ulaşılacağına dair umutlandığını söyledi.

Eski Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, 17 yıl önce uçağının düşmesi sonucu hayatını kaybetti. Ancak aradan yıllar geçmesine rağmen bu şüpheli ölümün üzerindeki sis perdesi bir türlü aydınlanmadı. Olayın 'kaza mı yoksa suikast mı' olduğuna dair tartışmalar sürüp giderken, Eşref Paşa'nın esrarengiz ölümüyle ilgili dosya yeniden açıldı. Bu gelişmeyi Zaman'a değerlendiren oğlu Tarık Bitlis, yıllar önce olayın çözüleceğine inancını yitiren annesinin dahi soruşturmanın yeniden başlatılmasıyla umutlandığını dile getiriyor. Olayla ilgili bugüne kadar konuşmaktan kaçınan Şükran Bitlis'in "İnşallah bir şey çıkar." temennisinde bulunduğunu belirten Tarık Bitlis, "Keşke herkesi tatmin edecek bir sonuca varılsa." diyor.

Etkin bir soruşturma yapılması halinde konunun ancak 10 yıl içinde çözüleceğini düşünen Bitlis, "Şimdi tam zamanıdır." diyerek elinde belgesi, bilgisi olan herkesi savcılığa koşmaya davet ediyor. Babasının kendisine en muhalif isimlere bile hoşgörüyle yaklaştığını vurgularken de dikkat çekici bir iddiada bulunuyor: "Kürt halkı ve PKK bile 'Keşke Turgut Özal ve Eşref Bitlis yaşasaydı' diyor. Bu, karşı tarafa da hakkaniyetini yansıtabilmiş demektir."

Tarık Bitlis'in, babasının dış politika vizyonuyla ilgili tespitleri de bir hayli çarpıcı. Babasını, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'na benzetiyor ve ekliyor: "Eşref Bitlis'in, PKK'nın Irak, İran, Suriye ve Türkiye desteğinin kesilmesi, komşularla iyi ilişkiler kurma planı vardı. Dış siyasetle ilgilenen herkes oturup baktığında bu tabloyu görür."

Şüpheli bir uçak kazasıyla hayatını kaybeden Eşref Bitlis'in oğlu Tarık Bitlis, babası ile ilgili soruşturmanın ölümünün üzerinden 17 yıl sonra tekrar açılmasını son derece olumlu bir gelişme olarak değerlendiriyor. Kendisine soruşturma ile ilgili bir çağrı olmadığını ancak olursa seve seve ifade vermeye gideceğini dile getiriyor. Bitlis'in 75 yaşındaki annesi de bu soruşturma üzerine umutlanmış. Annesinin, "İnşallah bir şey çıkar." temennisinde bulunduğunu söylüyor. Arif Doğan'ın, Bitlis'in JİTEM tarafından öldürüldüğü yönündeki iddialarını da önemli buluyor. Bu itirafların yeni bir dönemin kapısını açıp açmayacağı konusuna da temkinli yaklaşıyor: "İnşallah bu süreci hızlı, çarpıtmadan, enformasyon kirliliğine bulaşmadan geçiririz ki adalet vaktinde tecelli edebilsin."

Tarık Bitlis, Albay Kazım Çillioğlu'nun suikasta kurban gittiği yönündeki iddiaların faili meçhullerle ilgili soruşturmaya hız kazandırabileceğini düşünüyor. "Faili meçhullerle ilgili bir dosya açılmıştır. Savcılık bu konuda soruşturma başlatmıştır. Kimde bilgi belge varsa göndersin. Şimdi tam zamanıdır." değerlendirmesinde bulunuyor. Bitlis, "Şimdi bir hasta albay bu iddiaları gündeme getiriyor, soruşturma açılıyor. O zaman bir general kışlada söylemişti. Eğer bu zamanında açıklansaydı çok daha hızlı bir yerlere gidilirdi. Soruşturma daha önceden açılırdı." ifadelerini kullanıyor. Tarık Bitlis, babasının dış politika vizyonunu Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'na benzetiyor. "Eşref Bitlis'in PKK'nın Irak, İran ve Suriye ve Türkiye'nin desteğinin kesilmesi, komşularla iyi ilişkiler kurma planı vardı. Dış siyasetle ilgilenen herkes oturup baktığında bu tabloyu görür." diyor. Türkiye'nin şu anda bulunduğu konumdan ümitli olduğunu dile getiren Bitlis, Kürt sorununun çözümüne ilişkin görüşlerini de şöyle açıklıyor: "Türkiye'nin ekonomik durumunu iyileştirmesi ve insan haklarının bütün vatandaşları için uygulayan bir sistemi yerleştirmesi bu ülkedeki bütün etnik sorunları çözer. Verilen bir demokrasi mücadelesidir. Kürt halkının mücadelesi değildir. Bu ülkede yaşayan herkesin toptan mücadelesidir. Adalet olacaksa herkes için olacak. Demokrasi olacaksa herkes için olacak. Hak herkese verilecek."

Gökhan Çillioğlu:

Babam Bitlis suikastıyla ilgili somut bilgilere ulaşmıştı, öldürüldü

Eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis'in ölümüyle ilgili yeni bilgilere ulaşıldı. Eski Tunceli Jandarma Komutanı Albay Kazım Çillioğlu'nun oğlu Gökhan Çillioğlu, babasının vefatından kısa bir süre önce kendisine Eşref Bitlis'in uçağının düşmesinin kaza değil, suikast olduğunu söylediğini anlattı. Gökhan Çillioğlu, babasının, son görüşmesinde kendisine söz konusu suikast ile ilgili araştırmalar yaptığını ve, "Topladığım bilgileri yakında gerekli mercilerle paylaşacağım." dediğini belirtiyor. Yakın bir akrabasının da babasıyla aralarında geçen konuşmalara şahit olduğunu aktaran Çillioğlu, Düzce'de yaptıkları bu görüşmeden kısa bir süre sonra babasının infaz edildiğini savunuyor.

Gökhan Çillioğlu, babasının görüşmelerinde kendisine ve ailesine zaman zaman görevinin taşıdığı risklerden bahsettiğini aktarıyor. Bir konuşmalarında Albay Çillioğlu ailesine şu sözleri sarf etmiş: "Unutmayın, bu teşkilat çok zor çok stratejik görevleri bana verdi ve ben her verilen görevi hakkıyla yaptım. Sizlere helal ekmek yedirdim, boğazınızdan haram lokma geçirmedim. Ancak; mesleğimde benim gibi mücadele vermiş olan komutanlarımın örneklerinde olduğu gibi benim de ölümüm yaşlanarak olmayabilir ki zaten ölüm tehditleri almaktayım. Ama bu tehditler beni elbette yıldıramaz. Bu konu ile ilgili bilgiler zaten Jandarma Genel Komutanlığı'nda sicil dosyamda da mevcut ve teşkilatın bu konuda gerekli önlemleri alacağı kanaatindeyim."

Babasının öldürülmeden önce faili meçhul cinayetler üzerinde çalıştığını söyleyor. Babasının ajandasında kendi el yazısıyla "Faili meçhul cinayetler liste yapılsın." yazdığını belirtiyor. Babasının intihar ettiğine hiçbir zaman inanmadığını aktaran Çillioğlu, babasının ölümünün ardında emekli Tuğgeneral İsmail Kuru'nun olduğunu savunuyor. Çillioğlu, "Bize anlatılanlara göre babamla Tunceli Bölge Komutanı İsmail Kuru arasında bir sıkıntı yaşanıyor. Babam terörle mücadele konusunda içeriden bilgi sızdırıldığından şüpheleniyor. Operasyona gidiyor, telsizi kapatıyor. Çünkü operasyona çıktığı zaman Bölge Komutanı İsmail Kuru tarafından geri çağrılıyor. Bu nedenle Bölge Komutanlığı'na TIR içinde bir dinleme cihazı kuruyor. Ve bölgedeki bütün konuşmaları dinliyor. Kanaatimize göre bu dinlemeler sırasında babam bir suç tespit etti ve Diyarbakır'a bildirdi. Bu uygulamadan sonra bilgi sızdıramamıştır. Bunlar çok önemli."

'YEŞİL' BABAMDAN ÇOK RAHATSIZ OLDU

Albay Kazım Çillioğlu'na ölümünden bir gün önce İsmail Kuru'nun yerine Tunceli Jandarma Bölge Komutanlığı'na vekâleten atanacağına dair Diyarbakır Bölge Komutanlığı'ndan bir yazı geliyor. Bu yazıdan sonra Tuğgeneral Kuru emeklilik dilekçesini veriyor. 'Yeşil' kod adlı Mahmut Yıldırım'ın o dönem bölgede çok aktif olduğunu söyleyen Gökhan Çillioğlu, "Tunceli güvenlik birimlerinin tümünün babam tarafından idare edilecek olması ve babamın bölgedeki faili meçhul cinayetlerin üzerine gitmesi, 'Yeşil' ve ekibinin işine gelmedi. 3 Şubat 1994 günü babamı infaz ettiler." diyor. Çillioğlu, babasının öldürülmesinin ardından Kuru'nun tekrar Tunceli Bölge Komutanlığı makamına gelmesinin ise çok manidar bulduğunu söylüyor.

Başbakan: Özal ve Bitlis'in ölümünde hiçbir şey gizli kalmamalı

Erdoğan, Bulgaristan ziyaretinin ardından da açıklamalarda bulundu. Gazetecilerin Eşref Bitlis'in ölümü ve Turgut Özal'a yönelik suikast iddialarıyla ilgili soruşturma hakkındaki sorular üzerine şu ifadeleri kullandı: "Bütün medyaya sızmış olanlar, bana göre bir suç duyurusu niteliğindedir. Yargı devreye girmiş vaziyette. Bizler de takipçisi olacağımızı söylemiştik. Çünkü bu tür şeylerde hiçbir şeyin gizli kapalı kalmaması gerekir. Ülkemizde siyaseti, yargıyı değerlendirirken, ordumuzun geçmişiyle bugününü ve geleceğini değerlendirirken bunların hepsi bizim elimizde birer doküman olarak bulunacaktır. Tarihimizi de biz böyle yazıyoruz, geleceğimize bu şekilde nakledeceğiz. O bakımdan bunlar çok çok önemli diye düşünüyorum."

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1035892&title=dosyanin-17-yil-sonra-acilmasi-annemi-de-umutlandirdi&haberSayfa=0
#998
Şu YARSAV Başkanı Emine Hanım bir alem.. Olayları yorumlamasından tutun, iddialarına, öngörülerine kadar her açıklaması gaf dolu..

Ama yine de, YARSAV adına şenlikli açıklamalarını sürdürmekten de geri durmuyor.

Halkoylamasına kadar tezleri şu idi: "Bu Anayasa değişikliği, yargıyı siyasallaştırır. Yargı yanar, biter, kül olur!"

Halk bu teze destek vermedi.

Halk; "Yargıya hiçbir şey olmaz. Tam aksine yargıya önceki dönemlerde sızan siyasi unsurlar, devre dışı kalır" dedi.

Bunu % 58 oranındaki oy oranı ile deklare etti.

Bunun üzerine ne beklersiniz?

Halkoylaması öncesinde "evet oyu" çıkarsa, yargının iflas edeceğini iddia edip, çok net konuşan bir meslek örgütünün, biraz köşesine çekilip, yaşanacakları şöyle bir seyredip, bir süre sonra olayları yorumlamaya başlamasını beklersiniz; değil mi?..

Mümkün değil.

Halkın attığı tokat, 12 Eylül akşamı suratlarında şakladı..

Onlar 13 Eylül sabahı, "nerede kalmıştık" diye yine feverana devam ettiler.

Etsinler, sorun yok da.. Biraz da ders alsınlar.

Ne yedikleri tokatın şiddetinin farkındalar.

Ne de ders almaya niyetleri var.

Halkoylamasından çıkar çıkmaz, bu sefer tutturdular, "HSYK ile ilgili uyum yasasını açıklayın, görelim" dayatmasına..

Sanki uyum yasası açıklanmadan, gizli gizli, bir dakikada TBMM'de kabul edilip, bir dakika sonra da Çankaya Köşkü'nden onaylanıp, hiç kimse metnini görmeden Resmi Gazete'de yayınlanması sağlanacak!

Mümkün mü bu?

Tabiî ki değil.

Tabiî ki taslak açıklanacak.. Bir-iki hafta tartışılacak. TBMM'de görüşmesi bir-iki hafta sürecek. Ve sonrasında TBMM'den geçecek.

Nitekim Adalet Bakanlığı uyum yasasını açıkladı. Bazı kurumlara da gönderdi, nihai şeklin verilmesi için, yapıcı tekliflerin gönderilmesi istendi. Taslağın açıklanmasının üzerinden bir hafta geçti, daha henüz oldu-bittiye getirilen bir şey yok. Her şey normal sürecinde gidiyor.

YARSAV şimdi ne diyecek diye biz merakla beklerken, onlar bizi yine şaşırtmadılar.

Yine itiraz ediyorlar..

Bu sefer itirazları neye?

"Uyum yasasının kendilerine gönderilmemesi!"ne..

Oldu mu ya şimdi?

Halkoylamasında "Hayır" diyen. "Evet" çıkarsa HSYK'nın ve hatta yargının tümüyle iflas edeceğini ileri süren YARSAV'a, tüm öngörüleri boş çıksa da, siz kanun taslağını nasıl göndermezsiniz?

Onlar "Hayır" deseler de, oy oranları % 42'de de kalsa, onların istedikleri değişikliklerin kanuna geçmesi için, YARSAV'cıların doğuştan dayatma yapma yetkileri var, bilmiyor musunuz siz?..

Oysa, amaç üzüm yemek olsa..

Açıklanan taslağı alırlar bir yerden..

Ne istiyorlarsa, önce halkoyundaki tavırları sebebi ile bir özür dileyip, sonrasında da isteklerini sıralarlar.

Olur muuu?

Bu ülke insanlarına huzur içinde yaşama imkânı hiç tanınır mı?

Her şeyde olay çıkaracaklar.

Bunda da çıkarıyorlar işte..

Ve bunun ilk işaretini, dün YARSAV Başkanı Emine Hanım, şu sözleri ile dile getiriyor: "Taslak üzerinde yaptığımız inceleme sonucunda hazırladığımız görüş ve önerileri siz basın mensuplarına ileteceğiz, ilgili kurumlara da göndereceğiz. Ancak burada özellikle vurgulanması gerekir ki; referandum sürecinde dile getirdiğimiz görüşlerin ve öngörülerimizin gerçekleşmesinden memnuniyet duymamaktayız. Çünkü yargıçlar ve savcılar üzerindeki Adalet Bakanlığı etkisinin çok daha ağır bir boyuta ulaştığını, hazırlanan taslakta izlemekteyiz."

Hani taslağı okumasak.. Bunların halkoylaması öncesi açıklamalarını bilmiyor olsak. "Koca koca hakimler, yalan mı söyleyecekler" diyeceğiz.

Ama bunlar değil miydi; "HSYK bugün nasıl ki Bakan ve Müsteşar olmadan toplanamıyorsa, yarın evet oyu çıkarsa, yine toplanamayacak" diyenler.

Hani, taslakta bu yönde bir madde var mı?

Yok.

Düne kadar bunlar demiyorlar mıydı; "Bakan, HSYK'daki tüm dairelere girecek, Müsteşar girecek. Dolayısı ile bakanın etkinliği üç dairede de etkisini gösterecek" diye..

Şimdi taslakta böyle bir madde var mı?

Yok.

Peki daha neyi inceleyeceksiniz?

Siz hakim değil misiniz? Hem de yüksek hakim.

Bir defa okur, yorumunu yaparsınız..

Niye yapamıyorsunuz da, ileride açıklama yapacağınızı söylüyorsunuz?

Zaman mı kazanmaya çalışıyorsunuz?

YARSAV'cıların, olayları ajite etmeleri de bir harika..

Dün şöyle diyor Emine Hanım: "Yargıç ve savcılar yıpranmakta, çocukları ile bir ortak hafıza dahi yaratamadan gece-gündüz, hafta sonu, bayram demeden çalışmaktadırlar. Yüzde 90'a yakını işini evine taşımaktadır. Meslektaşlarımızın hastalıklarının tedavisini bile, işlerini aksatmamak adına adli tatile erteledikleri bir gerçektir."

Böyle hakimlerimiz olduğuna ben de inanıyorum.

Ama YARSAV o hakimlere değil, Osman Kaçmaz gibilere sahip çıkıyor.

Ne yapmıştı Osman Kaçmaz?

Hastalığının tedavisini adli tatile denk getirmeyi boşverin, adli tatil dışındaki bir dönemde, hasta olmadığı halde, hasta raporu alıp Bodrum'a tatile gitmişti.

Ve bu suçun yargılanmasında, YARSAV'cılar, tam kadro 4.Ceza Dairesi'ne gelip, gerçek dışı rapor alan Kaçmaz'a destek vermişlerdi!

Değil mi Emine Hanım?

Ali İhsan Karahasanoğlu - Vakit
http://www.haber7.com/haber/20101009/Tedaviyi-erteleyen-hakim-de-var-rapor-alip-Bodruma-giden-de.php
#999
Seçimlerde başarılar dileriz.
#1000
Daha önce ortaya çıkan ses kaydıyla JİTEM'le ilgili gerçekleri açıklayan ve İstanbul Adliyesi'ne giderek savcılara bilgi veren emekli Albay Arif Doğan'a ait bir ses kaydı daha ortaya çıktı. Doğan bu ses kaydında tanıdık bir ismin daha JİTEM elemanı olduğunu söylüyor.

Arif Doğan, www.dailymotion.com sitesinde yayınlanan ses kaydında, Hanefi Avcı'yı JİTEM'e transfer ettiklerini itiraf ediyor. Ses kaydında anlatılanlar ise sadece bunlarla sınırlı değil.

Asker aleni savaşır JİTEM gizli savaşır

Ben her şeyi bilmek mecburiyetinde olan bir insanım. Çünkü biz askeri literatür içerisinde yapmıyoruz. Bizim yaptığımız çok tehlikeli. Asker cephede aleni savaşır. Biz gizli savaşıyoruz.

Hizbullah'ı jandarma olarak biz kurduk

Yav kontrhizbul olarak o kuruldu pkk ye karşı. Hüseyin Velioğlu'ydu başındaki. Hizbullah'ı biz kurduk zaten. O Hizbullah değildi onun adı Kontrhizbuldu. Kontrhizbuldu ondan sonra Hizbullaha dönüştü. Emniyet bir operasyon yaptı Kavacık'ta. Onu öldürüp atmışlar.

Veli Küçük ile İstanbul Valisi Erol Çakır'ın ortak şirketleri vardı

İşte o şey vardı öküz Hasan vardı. Milletvekili oldu ya şimdi. İstanbul emniyet müdürüydü Öküz hasan. O vali vardı bir tane neydi onun adı. O beraber istifa edip ayrıldılar ya. Veli küçüğün ortağıydı o. Güvenlik şirketinde ortaklardı onlar.

Jandarma istihbarat grup komutanlığını da JİTEM'i de ben kurdum

Ben JİTEM'den önce, jandarma istihbarat grup komutanlığını kurdum. Şimdi ben o birinci üniteyi oluştururken bak iki tane diyorum. İkisinin de kurucusu benim.

Güneydoğuda çalışacak istihbarat elemanı ararken bir sene geçti

Ben doğuya gittim. Bir sene istihbarat orospularıyla, istihbarat orospularıyla mücadele ettim. Acaba hangisi istihbarat elemanı olur hangisi olamayacak.

Aynı adam MİT'e, JİTEM'e, Emniyet'e aynı bilgiyi veriyordu

Bir duyum var. JİTEM, emniyet ve MİT oturuyoruz. Lan bakıyorum bende aynı duyum, karşıda da aynı duyum, öbür tarafta da. Demek ki, bir orospu çocuğu, üçümüze satmış bunu. Öyle ya herkeste bir birinden gizliyor elemanı. Her şeyin bir biri ile ilgisi oldu.

MİT bölge başkanı Hanefi Avcı'yı tavsiye etti

Mit bölge başkanı Galip Tuğcu'ydu. Çok mükemmel bir insandı. Oturuyoruz bir gün dedim ki. Galip bey vatan elden gidiyor. Bayrak elden gidiyor millet elden gidiyor ve toprak gidiyor. İstihbarat canlı insan demektir. Yani gezecek, görecek, yaşayacak, değerlendirecek ve bir şeyi tatbik edecek, ondan sonra sistemi belirleyecek. Diyecekki ben bunu yaptım ama burada yanlış yapmışım. Sistemde olamaz diyecek. Burda emniyetin temsilcisi var. Hanefi Avcı. Ben çağırırsam gelmez efendim.

Hanefi Avcı'yı JİTEM'e transfer ettik, arşivde vardır.

İyi bir istihbaratçı, Hanefi Avcı, çok iyi. Çağırırım onu. JİTEM'e transfer ettik. Operatif olarak JİTEM'e geçti. Anlatabildim mi? Hiç kim seninde aklı ermiyordu. Çatışmaya falanda giriyorduk. Arşivde vardır o. Evet var onunda arşivi. Yok desek te var .

Kaynak: Sonsayfa.com

http://www.dailymotion.com/video/xf3vxo_alb-aryf-doyan-4-hanefy-avciyi-jyte_news
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1037652&title=albay-arif-dogandan-sok-bir-ses-kaydi-daha